3 minute read
N. Özcan’ın Üç Geniş Zaman ÜlkesiSuavi Kemal YAZGIÇ
Nusret Özcan’ın Üç Geniş Zaman Ülkesi
Suavi Kemal YAZGIÇ
Advertisement
“Sokak Sesleri”, “Kar Kelebekleri” ve “Leyla ile Mecnun” üç ayrı Nusret Özcan kitabı. Üç ayrı ülke kuruyor Özcan üç kitabında. Üç ayrı “muhayyel” ülke. Bu itiraz edilebilir bir düşünce, farkındayım. “Sokak Sesleri” adlı kitap, hatıraları, geçmişi, yaşanmış olayları, gelenekleri, alışkanlıkları anlatan bir kitap olduğu için hayalî değil, gerçeğin ta kendisidir, “Kar Kelebekleri” ise Sarıkamış Harekâtı’nı anlatmaktadır, muhayyel değil tarihî bir olaydır tespitinde bulunulursa buna elbette itiraz edemem.
Nusret Özcan’ın en önemli kitabı diyebileceğimiz “Sokak Sesleri”nde baş karakter İstanbul şehrinin ta kendisidir. Esasen kitabın ilk bölümünü teşkil eden ve genel havasına da hâkim olan “Mevsimler” bölümü “geçmiş zamanın hikâyesi”nden ziyade “geniş zamanla” anlatılmaktadır. Bu da Özcan’ın zaman tercihini yansıtır. Kitap olmuş ve tamama ermiş, bir zamanlar yaşanmış olaylardan bahsediyor olsa bile, anlatıldığı zaman tercih edilirken “biten” değil her zaman yaşanan ve yaşanacaklardan bahsetmeye başlamıştır. “Sokak Sesleri” ile Nusret Özcan bir kâğıt üstünde de olsa üslubu ile bir simülasyon kurmuş ve nostaljisini o akıcı anlatımı, canlı tasvirleri ve renkli insanlarıyla anlatarak üç boyutlu bir dünyayı zihnimizde kurabilmemiz için gerekli her şeyi yapmıştır.
Ahmet Rasim’in “Şehir Mektupları” ve Refik Halit Karay’ın “Üç Nesil Üç Hayat” kitaplarıyla beraber okuyabileceğimiz bir kitap “Sokak Sesleri”. Özcan’ın kitaplarındaki üslubun esasen anlattığı ile hemhal olduğunu bu kitaptan net olarak okumak mümkün. Zira Özcan, “Sokak Sesleri”nde hızla “evrilmiş” İstanbul’un bir anlamda değişiminin dik bir yokuştan aşağı freni patlamış kamyon süratini yakalamadan önceki son demlerini Walter Benjamin’in “Büyükşehir insanını büyüleyen ilk bakışta değil son bakışta aşktır” sözünü teyit eden bir kıvamda anlatıyor. Yani “değişimden” önceki son kareyi anlatımıyla kâğıt üstünde de olsa “sabitliyor”. Peki niçin yapıyor bunu?
“Sokak Sesleri”nde İstanbul’u “zaman”, “mekân” ve “insan” eksenlerinden anlatan Özcan’ın yakaladığı, simülasyonunu kurduğu şey sadece İstanbul değil elbette. Bir şehrin, bir devrin güzelliğinden daha fazlası var bu kitapta. Hatta Nusret Özcan “esas” mevzusuna bahane olarak “İstanbul”u anlattığı, onu simüle ettiği bile söylenebilir: O da İNSAN. İstanbul’u anlatırken, orada yaşayan insanları, insanlar arasındaki iletişimi, dayanışma ve kardeşliği vurgulamasıdır önemli olan. “Herkes birbirini severdi, herkes birbirini tanırdı” dediği “bir zamanlarda” insanların “ışıl ışıl” ve birbirlerine daha yakın olduğunu öyle sıcak bir üslupla anlatıyor ki o “bir zamanları” yaşamayanlara bile sıcaklığı, insaniyeti yansıyor. Bu yüzden de “Sokak Sesleri” anlattıkları kadar ve belki de daha da fazlasıyla “hissettirdikleriyle” önemli ve değerli bir kitap.
“Leyla ile Mecnun” bundan farklı mı sanki? Klasik edebiyatımızın en çok işlediği, anlatmaya doyamadığı bu güzel aşk hikâyesi Nusret Özcan’ın kalemiyle yeniden hayat bulurken “Sokak Sesleri”nde İstanbul için kurulan simülasyon bu sefer de aşk için devreye giriyor. Yani Nusret Özcan’ın bize seyrettirdiği, hissettirdiği ikinci geniş zaman ülkesine de böylece adım atmış oluyoruz. “Sokak Sesleri”nden farklı olarak “zaman” ve “mekân” bahanesine gerek kalmadan doğrudan insanı, “aşk” ile anlatan, aşkı da “insan” ile anlatan bir
kitap “Leyla ile Mecnun”. Nusret Özcan için bu kitapta “aşk” beşerî hallerden sadece biri değil. Tıpkı geleneksel “Leyla ve Mecnun”larda olduğu gibi. Fuzulî’ye atıfta bulunarak “kıyl ü kaal” haricinde her şey aşktır ki bu kıyl ü kaalin dışında çok az şey kalmıştır diyebiliriz.
Esasen Leyla ile Mecnun’un aşkına “engel” olan da bu kıyl ü kaaldir. Nusret Özcan ise Kays’ı Mecnun, Leyla’yı Leyla kılan aşkı anlatırken aralarına giren “kıyl ü kaal”i anlatır ve bu esnada “anne ve babanın çocuğuna olan sevgisi”ni, “şehrin ahalisi”nin dedikodu hırsını, aşkın avam tarafından “ötekileştirilme” ve “dışlanma”sını canlı ve akıcı bir üslupla hikâye eder.
Buna karşılık “Kar Kelebekleri” tarihte yaşanmış gerçek bir olaydan yola çıksa da bir tarih kitabı değil “edebî” bir eserdir. Peki, bu kitabın “edebî” yönü onun noksanı mıdır? Bence hayır. Tam tersine bu haliyle “Kar Kelebekleri”nde tarih kitaplarında yazanlardan çok daha fazlası vardır. Zira tarih kitaplarında kendilerine birer istatistikten fazla yer bulamayan “mehmetçik”ler Nusret Özcan’ın kaleminden etiyle kemiğiyle, umutlarıyla, düşleriyle birer kahraman olarak karşımıza çıkarlar. Özcan bu kitabıyla “mehmetçik” deyip geçtiğimiz kahramanları mesela “Emin Çavuş”, “Hüseyin” olarak anlatmıştır.
Şehit olamamış “Gazi Emin Çavuş”un hatıralarında kurgulanan “Sarıkamış Seferi”, bizde “büyük anlatıları”, “klişeleri” tekrar eden hamasetin dışında kaleme alınmış az sayıdaki savaş hikâyesinden biri olması sebebiyle “Kar Kelebekleri” önemlidir.
Hasılı kelâm, rahmetli Nusret Özcan’ın üslubunun gücü, anlattıklarını zihnimizde kurabileceğimiz kıvama getirebilmesine borçludur. Özcan’ın kurduğu iki geniş zaman ülkesi de bunun delili olarak okunmayı, tekrar tekrar okunmayı hak eden ve gönülden gönüle kurulmuş iki gizli köprüdür.
Eline sağlık Nusret Abi... Allah gani gani rahmet eylesin...
11 Kasım 2008
Nusret Özcan’ın yönettiği Şeyh Mirza oyunundan bir sahne Soldan sağa: Ahmet Sarıkurt, İsmail Yeşilbağ, Salih Şadoğlu ve Nusret Özcan