4 minute read

HatıralarYusuf Abi

Next Article
Gazel

Gazel

Hatıralar

Yusuf Abi

Advertisement

Dünya Kupası başlıyor, İlesam’dayız… Nusret de arkadaşlarla oturmuş tahminler yapıyor, konuşuyorlar. Karşıdan seslendim: “Sen ne anlarsın futboldan!” Öfkelendi, kalktı gitti. Ertesi gün geldi, bir kağıt uzattı. Bir önceki dünya kupasında ben şöyle yazmışım: “Arjantin bu sene dünya kupasını alamazsa ben bir daha futbol üzerine konuşmayacağım.” İmzalamış vermişim Nusret’e. Noter tasdikli yani. Onu saklamış Nusret. Öfkeyle “Al bak, hala konuşuyorsun!” dedi.

Bir sohbette de yanılmıyorsam bir beyitin hangi şaire ait olduğuna dair tartışma çıktı. Böyle “beyit muharebelerimiz” olurdu ara sıra. Nusret, Ekrem ve Burhan oybirliğiyle benim tahminimin yanlış olduğunu söylediler. Umumi istek üzerine iddiadaki mağlubiyetim yazıya dökülüp kayda geçirildi! Ben de zoraki kabul ettim, imzaladım fakat altına şöyle bir muhalefet şerhi düştüm: “Bozacı vü Şıracı vü Muteriz’den müteşekkil heyete zorla itimat ettirildim!” Nusret bunu da sakladı. Sonradan kimin haklı çıktığını hatırlamıyorum ama çok espri konusu olmuştur bu muhabbet.

Allah rahmet eylesin, böyle güzel hatıralarımız çoktur.

* * *

Birgün bir arkadaşla oturuyorum. Nusret bizden uzak bir köşede oturuyor. Arkadaşlara dedim ki “Ben Latince çalışıyorum. Ciddiyim, işi çok ilerlettim.” Onlar da dalga geçtiler benimle. Dedim ki, “Bakın isterseniz size, Jül Sezar’ın Galya Seferi dönüşünde Senato’da irad ettiği nutku Latince orijinalinden ezbere söyleyebilirim.” Nusret duymuş, bir bağırdı oradan. Geldi yanıma, öfkeli bir şekilde dedi ki: “Lüzumsuz şeyleri ezberliyorsun, say bakalım namazın menduplarını!” Ben de espri olsun diye başladım: “Namazın memduhları… Bir...” Nusret parladı: “Memduh değil mendup, be adam!” Başladım gülmeye, tabii o da başladı bu sefer. Ne zaman karşılaşsak kulağıma eğilir, “Say bakalım namazın memduhlarını!” diye takılırdı. * * *

O’Henry’nin meşhur bir hikayesi vardır. “Müneccimlerin Armağanı” veya “Yılbaşı Hediyesi / Noel Hediyesi” olarak geçer. Orada bir köstekli saat vardır. Çok etkilendiğim, olağanüstü bir hikayedir. Benim dünya edebiyatından en favori hikayem budur. Hikayedeki adamın bir saati vardır, köstekli bir saat. İkide birde çıkarıp göstermeyi arzu eder.

Birgün bir arkadaşımız, böyle güzel altın kaplama bir köstekli saat ele geçirmiş. Bu arkadaş benim O’Henry hastalığımı bildiğinden akşamları kahveye gelince saati uzaktan sallardı bana göstermek için. Ben de ondan ısrarla saati bana hediye etmesini istedim. Ne dediysem kabul etmedi. Kahvenin bir köşesinde otururken saati uzaktan sallıyor veya yolda izde bana mahsus gösteriyor. Otobüste bile görse çıkarıp sallıyor saati. Hatta birgün bir devlet bakanlığına dizi projesi için yönetmen bir arkadaşla randevulaştık, Erenler’e gidip oturduk. Projeyi konuşurken bu geldi, yine köstekli saati benim önümde sallamaya başladı. Yönetmen baktı merakla, ne oluyor diye. Ben de dedim ki “Aldırma, kahvenin meczubudur.” Yani adamın bize Çin işkencesi epey devam etti. Ben de böyle böyle idare etmeye çalıştım. Ama saat nasıl güzel bir saat!

Neyse efendim, gel zaman git zaman, bu arkadaş birgün düşünceli, kederli bir halde kahveye girdi. “Neyin var” dedim. “Büyük bir sıkıntım var. Af çıktı, üniversiteye döndüm. Tek bir dersim var ama onu da geçmem mümkün değil. Ben ne yapacağım?” dedi. Tevafuk bu ya, ben de laf olsun diye sordum, “Senin hocan kim?” diye. Adını söyleyince, “Dersten geçmene vesile olsam o saati bana verir misin?” dedim. Vereceğini biliyorum tabii, yakalamışım artık. Nezaketen soruyorum bunu, başka çaresi yok. “Memnuniyetle!” dedi.

O hoca ile dostluğumuz vardı, Allah rahmet eylesin, beraber program bile yapmıştık. Gittim kapısını çaldım. Dedim ki: - Hocam bir maruzatım var. - Nedir? - Hocam ben çok güzel bir köstekli saate göz koydum. - Benimle ne alakası var? - Hocam siz yardım ederseniz o saat benim olacak!

Anlattım durumu. Hemen tamam dedi. Telefonu kaldırdı, Mahmut diye seslendi. Kürsü doçentiymiş. Ben o sırada müsaade isteyip çıktım. Arkadaşı görünce sordum: - Sizin doçentin adı Mahmut mu? - Evet. - Ver köstekli saati!

Böylece altın kaplama köstekli bir saatim oldu. Tabii ben de tıpkı O’Henry hikâyesindeki gibi saate bakma numarasına olur olmaz çıkarıp etrafıma gösteriyorum köstekli saatimi. Bakıyorum şöyle… Hava basıyorum! Herkes saate hayran.

Birgün İlesam’ın yan tarafındaki Çorlulu Ali Paşa Camii’ne akşam namazına gittim. Cemaat bitirip çıkmış, ben de son cemaat yerinde namaza durdum. Biraz sonra Nusret de geldi, yanımda namaza durdu. Efendim, ben namazı bitirdim, Nusret devam ediyor. Nusret’e göstermek için saati şöyle alengirli bir şekilde çıkardım. Nusret’in de göz ucuyla baktığını, yani saati gördüğünü fark ettim. Yüzünde bir öfke

sezdim ama bir mana veremedim. Ben hayranlıkla bakacağını zannetmiştim. Ben dışarı çıkarken o selam verip kolumdan yakaladı: - Gitti namaz! Bu saatle kıldığın namazlar gitti! Üstünde taşırsan bundan sonraki namazların da gitti! - Ne demek bu yahu? - Saatin altın değil mi? - Evet. - O zaman gider! Bundan sonra üstünde taşırsan ne işin rast gider ne namazların kabul olur! - Yahu yapma etme, olur mu öyle şey! - Erkeğe altın haramdır. Git bu namazı iade et. Öbürlerini de artık kaza mı edersin ne yaparsın bilmem.

Altı ay peşinde dolanıp binbir rica minnet elde ettiğimiz saat gidecek yani… Bu hatırayı anlatıyorum fakat O’Henry’nin hikayesiyle birlikte düşünmek lazım. - Ne yapacağız? - Saat gümüşten olursa sorun kalmaz.

İçime bir kurt düştü; işler ters gider, şu olur bu olur diye. Saati verdim bir arkadaşa. “Bunu götür, filan kişiye ver. Bunu alsın, bana gümüş bir saat bulsun” dedim. O kişi, saati aldığım arkadaşın yakınıydı. O gitti, saat de gitti... Ne gümüşü geldi ne de kendisi.

İşte böyle… Nusret’in bana böyle bir zararı da oldu efendim! * * *

Rahmetli Nusret, beraber otururken insanların kulağına eğilir birşeyler söylerdi. Çoğu zaman da derdi ki “Cennette de hepimiz beraber oluruz inşallah.”

Birgün yine böyle bir cemileden sonra Necip Fazıl’ın bir beytini okuduk:

Büyük randevu bilsem nerede saat kaçta Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta

Bunu kendisi okudu yanılmıyorsam. Veya ben okudum. Fakat Nusret birkaç kere tekrarladı bu beyti. İkimiz de çok duygulandık. Birkaç ay sonra Eyüp Sultan’da Nusret’in cenazesine gittiğimizde tabutunu uzaktan görür görmez, o konuşmalarımız aklıma geldi. Sanırım tabutu yeni yapılmış, daha önce kullanılmamış bir tabuttu. Düşündüm ki Nusret’le o gün bu beyti birbirimize okurken belki de o tabut hazırlanıyordu bir yerlerde…

Dünya böyle efendim... Allah gani gani rahmet eylesin.

Çizim: Ömer Onay

Kendi Dilinden

Nusret Özcan, Ebubekir Kurban

This article is from: