8 minute read
Belalı Sevgilim İstanbul” - Söyleşi: Hakkı YANIK
Söyleşi: Hakkı YANIK
Advertisement
Dostları tarafından “Ne zaman çıkacak bu kitap” diye başının eti yenen gazeteci yazar Nusret Özcan, nihayet “kendini oluşturan sesler”i kitaplaştırdı. Özcan’la “ruh ve madde mekânı Eyüp”ü ve “belalı”sı İstanbul’u resmettiği kitabı Sokak Sesleri üzerine konuştuk.
Sokak Sesleri’nin doğum sancılarına yakından şahit olmuş biri olarak sormak istiyorum: Evlat sevinci gibi değil mi?
Bir şeyin ortaya çıkması, bünyeleşmesi ve hayatınıza katılması anlamına evet. Zevkle yazdığım şeylerin kitap olarak vücut bulması oldukça sevindirici. Kitaptan haberdar olan dostlarım “Ne zaman?” diye benim başımın etini yedikçe ben kahroluyordum fakat bir şey söyleyemiyordum. Sonunda Timaş Yayınları’nın gösterdiği teveccühle ortaya çıktı. Şimdi keyfini sürüyoruz... Keyfini sürüyoruz diyorum; çünkü o “Ne zaman?” diye başımın etini yiyenler de epey memnun kaldı.
Kitabınızda yer alan bazı bölümler 2001-2002 yılı içerisinde tadımlık olarak Dergibi’de yayınlanmış ve büyük
ilgi görmüştü. Hatta birçok yayın tarafından da alıntılanmıştı. Sokak Sesleri’ni kitaplaştırmak fikri nasıl oluştu?
Dergibi’de yayınlanan bölümleri ve diğer yayın organlarında yayınlanan bazı bölümleri, çeşitli özel radyo programlarında da kullanıldı. Bunlardan çok geç haberim oldu. Bunu şikâyet babında söylemiyorum. Bazı özel radyolarda yayınlandığını yaklaşık bir sene kadar sonra öğrendim.
Bir gün “Dut Ye Bal Ye!” bölümü için de bir yazar arkadaş aradı. İstanbul’un sebze ve meyveleri ile ilgili bir çalışma yaptığını ve eğer müsaade edersem, bu bölümü hazırladığı kitaba alacağını söyledi. O kitap yayınlandı mı bilmiyorum. “Gazyağı Saltanatı” bölümüyle yine bir özel radyo ilgilenmişti. Bunlar sevindirici gelişmelerdi. Sevgili Mehmet Şeker köşesinde sık sık bu çalışmadan bahseden yazılar yazdı.
Yazılar kitaplaşınca da uzun bir yazı yayınladı. Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Çünkü ben metinleri yazdıkça, Mehmet Şeker’e gösteriyordum. Bazı zamanlar ise Fikri Cumhur’un başını ağrıtıyordum. Kitaplaşma serüveninin yakın şahitleri bu iki kardeşim oldu. Kitaplaştırma fikri bu metinler bir iki yayınlandıkça ve İstanbul ile ilgili yazılar istendikçe oluştu. “Yahu şunu anlattık ama bu da var” dedikçe birikti. Yazı yazıyı doğurdu ve kitap oluştu.
Sokak Sesleri’ni okurken sanki sokaklardaki o cıvıl cıvıl sesleri duyar gibi oluyoruz. Bize bunu hissettiriyorsunuz. Hâlâ var mı sokaklarda o eski sesler?
Bazıları tamamen kayboldu, bazıları değişerek yankılarını sürdürüyor. Mesela çocuklar yine çığlık çığlığa, hür ve mesrur bir şekilde hususiyetle yaz aylarının akşamüstlerini bir şenliğe çeviriyor. Fakat çoğu geçmişte soluk fotoğraflar olarak kaldı. Şimdiki çocukların ve büyüklerin mahrum olduğu bazı seslerin artık duyulmaması, duyulamaması ‘modern dünya’nın ortadan kaldırdığı birçok güzelliğimizin kaybolması demek; bu seslerin hatırı sayılır bir miktarı artık yok hayatımızda. Herhalde bir daha da girmeyecek hayatımıza... Acı veren tarafı bu...
Türkiye’nin İstanbul’unda, İstanbul’un da Eyyüb Sultan’ın istirahatgâhı Eyüp’ünde dünyaya geldiniz. Doğma büyüme İstanbullu olmakla mesela Ankaralı olmak arasında ne fark var?
Ankara’ya her gittiğimde işim biter bitmez kendimi otogarda buldum hep. Yaklaşık 20-25 defa çeşitli vesilelerle gittiğimde hiç rahat edemedim. Nasıl bir şehir Ankara? Ankaralı hiç olmadığım için buna cevap vermem de kolay olmayacak. Ankaralı insanlarımızı da incitmek istemem. Ankara’da benim bir tarihim olmadı. Orada yaşamadığım için böyle bir kıyas yapma imkânım da yok. Orada yaşasaydım bu kıyası yapmak mümkündü fakat bu şartlarda bu kıyası yapamıyorum. Bir de İstanbul’u seviyor olmak, bir başka şehre veya şehirlere karşı olmayı gerektirmiyor. Orada da hiç şüphesiz bizim göremediğimiz, yaşayamadığımız güzellikler vardır mutlaka...
İstanbul’a dönecek olursak; İstanbul’daki hareketliliğin dünyanın bir başka şehrinde olacağını tahmin etmiyorum. İstanbul’da her an yeni ve çılgın bir şeyler olabilir. Sadece Ankara değil de diğer şehirleri de katarak söyleyecek olursak, İstanbul tarifi kolay kolay yapılamayacak bir şehir. Efsunlu, hırçın, cazibeli, netameli, belalı, cezbedici... Bu sıfatları daha da çoğaltabilirsiniz… Diğer şehirlerde olmayan birçok şey var onda... Hadîs-i Şerîf ’e mazhar oluşuna bağlıyorum ben bunu. Payitaht oluşuna... Osmanlı’nın en büyük mührü oluşuna ve tabii konumuna... Boğaz’ı, Haliç’i, tarihi ve arı oğulu gibi sürekli hareketli oluşuna... İstanbul’un düzensiz oluşundan bahsedenler bence haksızlık ediyor...
Zira o keşmekeş ve karmaşa gibi görünen şey hareketin, dinamizmin olduğunu gösteriyor. Ayrıca düzenlilik her zaman iyi bir şey mi ki? Ramazan her sene aynı günlere gelmiyor; vakit namazları, hac aynı zamanda eda edilmiyor. Düzenlilik, gerektiğinde iyidir. Siz tahini önce, pekmezi sonra yerseniz tahinli pekmez yemiş olmazsınız. İkisinin bir arada oluşturduğu lezzet, kıvamınca birbiriyle karışmasıyla ortaya
çıkıyor. İstanbul herşeyden öte, muazzam ve muhteşem bir şehir...
Sayfaları aralarken, eski günlere duyulan özlemimiz artıyor. Buruk duygular yaşamamıza neden oluyor kitap. Eskiyle bugünü mukayese edersek ne değişti yahut ne değişmedi?
Eski günlere duyulan özlem; eski güzelliklere duyulan özlem anlamına alıyorum ben bunu. Zira geçmişte yaşanılan kötü şeyler de var hiç şüphesiz. Dikkat edilirse onlar anlatılmıyor. Belki de anlatılması gerekmediği için.
Eski güzellikler derken de, eskiden hayatımızı bize duyuran birçok şeyden bahsetmiş oluyoruz. Gittikçe betonlaşmak, ilişkileri tüketmek; ilişkilerdeki sıcaklığın, samimiyetin, muhabbetin artık kalmayışı hangi çağda olursa olsun kötü bir şey. Çokça duyduğumuz bir şey; apartmanlarda oturanların birbirlerini tanımadığını, yardımlaşmanın, komşuluk ilişkilerinin kalmadığını söyleyerek yakınıyor insanlar. Niye?
Hayatı ortadan kaldıran bir ilişkiler yumağı içinde yaşıyoruz da ondan. Bırakın başkalarını, siz söyleyin bana... Akrabalarınızdan hangisini en son ne zaman ziyaret ettiniz ve bu ziyaretleriniz hangi sıklıkta devam ediyor. Modern hayat sizi öyle sunî şeylerle meşgul ediyor ki siz hayatın ârazı olan çalışmayla geçiriyorsunuz ömrünüzü. Oysa hayat sadece çalışmak, para kazanmak, eve birkaç eşya daha almak değildir. Çoğu insanımız böyle ama...
Sabah alacalarında yollara dökülen insanlar geç vakitlere kadar çalışıyor ve bir külçe gibi dönüyor evlerine... Günlerce, aylarca, yıllarca sürüyor bu. Haftada bir gün istirahat, zaten beyni ve bedeni pestile dönmüş insanlar için yetmiyor.
Yıllık iznini kullanacak olanları da maddi sıkıntılar bekliyor. Çalışmak kutsanıyor... Çalışmak kutsandıkça köleler haline geliyorsunuz... Çünkü ekonomik bağımsızlığa kavuşup kendinize ve hayatınızın asıl vazgeçilmezlerine vakit de ayıramıyorsunuz... Neşesiz, dostsuz, akrabasız, halleşmesiz, dertleşmesiz sadece ve sadece para kazanıp ihtiyaç gidermeye
çalışan birileri olup çıkıyorsunuz. Bu size hayatı duyurmak için yeterli değil. Üstelik iyi para da kazanmıyor insanımız. Hayatını duymuyor, duyuramıyor. Bütün bunalım bundan. Eskiden fakirlik fukaralık vardı ama insanlar daha mutluydu.
Şimdi “amok koşucusu” gibi, sadece para kazanmak için yaşıyor insanlar. Kutsalını yitirdi. Tam istenilen gibi oldu yani; homo economicus. Üstelik bu marazi durum İstanbul’a da sirayet etti. İstanbul’un insanı kirlendikçe İstanbul da kirletilmiş oluyor. O yüzden birbirinden kopuk bir yığın insan aslında hayatlarını tüketiyor. Yardımlaşmanın, dayanışmanın, paylaşmanın çok uzağındayız ne yazık ki!
Yakın geçmişte İstanbul’da yaşanan hayatı fotoğraflayan bir kitap Sokak Sesleri. Devamı gelecek mi?
İnşallah gelir. Bana sanki daha yazılmamış birçok şey kaldı gibi geliyor. Zaten kitabın “Cümle Kapısı”nda söylediğim gibi, birçok şey beni rahatsız edip yeni çalışmalara itebilir. Bunun gizliden gizliye oluştuğunu söyleyebilirim. Bu kitapta olmayan birçok şeyden birkaçı için başlıklar bile belirdi. “Baba Ocağı Ana Kucağı”, “Tuhafiye Dükkanı” bunlardan birkaçı ama öyle hemen yazılacağa benzemiyor. Zira sırada bir başka çalışma var... Şimdilik onunla meşgulüm... Hem de oldukça keyif aldığım bir çalışma bu...
Bu kitap çocukluğunuzun bir masal zenginliği içinde geçtiğini gösteriyor. Bugünkü çocukların yaşadığı devirle o “âsude” devri kıyaslarsanız nasıl bir sonuca varırsınız? Masallar bitti mi?
Eyüp... Benim çocukluğumun Eyüp’ü çok değişti... O’nda da bu betonlaşmanın ve apartmanlaşmanın getirdiği birçok mesele var... O zamanlar Eyüp’te Türkiye’nin dört bir yanından insanlar vardı. Bırakın Türkiye’yi, bir zamanlar bizim olan Yugoslavya, Arnavutluk gibi Balkan ülkelerinden gelen insanlarımız da vardı. Şimdiki tabirle tam bir kültür mozayiği cinsinden bir beraberlik... Yugoslavya göçmenlerinin konuşmaları, düğünleri, kadınlarının süslenmeleri bize o uzak coğrafyalarımızdan bir şeyler taşırdı... Hayatımızda
henüz zencilerimiz vardı... Karadenizlilerin mısır ekmeği, kemençesi, atışmaları, kavgaları, hırçınlıkları, sevecenlikleri, Türkçeleri... Doğulu vatandaşlarımızın o engin vurdumduymazlıkları, bizi yadırgatan davranışları ve lehçeleri…
Orta Anadolu’dan gelenlerin neşeleri, patavatsızlıkları, incelikleri vesaire... Çingene vatandaşlarımızı da eklersek bunlara, varın siz hesap edin rengin tonlarını... Bunlara bir de İstanbul’da ne zamandır yaşayan ve Osmanlı’dan kalan edep ve görgüyü yaşatan insanlarımızı katın.
Çerkez, Azeri, Laz, Kürt, Abaza, Gürcü, Arnavut, Boşnak, Arap, Zenci, Pomak gibi müslümanlar yanında, Ermeni, Rum, Yahudi hatta ve hatta Alman vatandaşlarımızla birlikte yaşadık biz. Bütün bu unsurların konuşmaları, âdetleri, davranışları, merasimleri bir şekilde bilinir ve ayrı bir çeşni katardı hayatımıza... Rum ve Ermeni arkadaşları olurdu insanların, komşularımızdı onlar bizim. Ölümlerde, mevlitlerde onlar da gelir, taziyelerini bildirir ve annelerimizle birlikte hüzünlenir, ağlarlardı. Düğünlerde onlar da neşelenirlerdi. Bizler de onların ölümlerinde ve düğünlerinde bulunurduk. Heybeliada’ya gittiğimiz zaman Rum kadınları anneme bizler için çeşitli tavsiyelerde bulunur, kimse kimseyi yadırgamazdı.
Bu eski İstanbullular bu yeni gelenleri kendilerine benzetirdi. Gelenler geldikleri gibi kalmazdı. Değişir ve İstanbullu olurdu artık. Şimdi öyle değil. Şimdi köyler kalkıp geliyor ve geldiği gibi kalmak istiyor. İstanbulluluk bunun için kayboluyor.
Bütün bu insanların çocukları aynı sokakta oynardı. Üstelik bizim oyunlarımız, bizim icat kabiliyetimizi geliştiren oyunlardı. Onlar hem bedenimizi hem aklımızı geliştirirdi. Öyle logolar, atariler ve adını bilmediğim oyunlarda olduğu gibi bir “belirlenmişlik” yoktu. Keşif kabiliyetini, icat kabiliyetini zenginleştirirdi oyunlarımız. Kuralları çocuklar kendileri koyardı. Her mahalle, her semt bildik bir oyuna kendi rengini katardı. O oyunu zenginleştirirdi.
Kitaplardan öğrendiklerimizi birbirimize aktarır ve hayatımıza katmaya çalışırdık. Hep bir şeyler olmak isterdik. Büyüyünce faydalı birer insan olmak isterdik; öğretmen, mühendis, doktor gibi.
Bunların bir kıymeti vardı. Tarihin, masalların, efsanelerin bir karşılığı vardı. Bizler de olmazı olur yapmaya çalışan kendi çapında kahramanlardık. Mahallelerimizde efsane insanlarımız vardı. Bu, gazi dedelerimiz olurdu, Fenerbahçe’de kalecilik yapacağı söylenen bir ağabeyimiz olurdu, hâfızlık yarışmasında birinci olan arkadaşımız olurdu, doktor çıkacağı söylenen komşu ablamız olurdu, Fransızların hayran kaldığı bir ustamız olurdu.
Gece oturmalarında ne hayat hikâyeleri, ne olağanüstü maceralar dinlerdik! Oyunlar kurardık ve hayat gerçekten bizi meşgul ederdi. Şimdi öyle değil, oldukça durgun ve renksiz bir hayat bizimkisi. Bu yüzden yeni çocukların biraz şanssız olduğuna inanıyorum. Zira meçhulleri, olağanüstüne inançları yok. Masalları da yok herhalde.
Kitabın sonundaki kısa metinler (fotoğraflarıyla beraber) dikkat çekiyor, nedir sırrı?
Bu bölümün kitaba girmesine vesile olanlar sevgili dostlarım Ayşe Kalyoncu Hanımefendi ve Fikri Cumhur Beyefendi’dir. Bu albüm bölümü bir anlamda akide şekeri gibi oldu. Fotoğrafları bir şekilde konuşturmak gerekti ve bu iki dostum “Haydi kolları sıva bakalım!” dediler ve hem onların hem de benim keyfettiğimiz bir bölüm çıktı ortaya. Okuyucunun da beğenmesi bu keyfi arttırıyor. Yankı bulmak çok güzel bir şey... Fakat bu bölümden en çok hoşnut olan Ayşe Kalyoncu Hanımefendi oldu. Doğrusu bunu da hak etti.
Sokak Sesleri’ni bitirdiğimizde, bir iç çekiş ve ince bir sızı kaldı içimizde. Niyedir bu sızı?
Bu iç çekiş ve sızı, bir daha asla geri gelmeyecek güzel zamanların sızısı. Kaybettiğimiz ve bir daha bulma ümidimizin olmadığı güzelliklerin sızısı. Onların kıymetini bile-
meyişimize yazıklanma... Onların yerini alan şeylerin bizde açtığı yaraların acısı olsa gerek... Sahici şeylerin yerine gelen sahtelerin kifayetsizliği gün gibi ortada; ve ne kadar yazık, ne kadar!
Kendinizi bir yoklayın! Siz de geçmişin güzelliklerinin bir bir hayatımızdan sessiz sedasız ve vedasız çekilip gitmesine üzülmüyor musunuz? İşte bu bulunmaz güzelliklerin kaybıdır yüreğimizi burkan...
Son sual “Bir ıssız adaya düşseniz yanınıza ne alırdınız?” türünden olsun. Eyüp ve İstanbul; külliyatlara sığmayacak bu iki “gözbebeğimizi” birer cümleyle anlatın desek.
Eyüp; dünya maceramın başladığı, maneviyatımın, imanımın, kişiliğimin derinlemesine oluşmasına vesile olan övünç kaynağı ruh ve madde mekânı...
İstanbul; yaşamak için başka hiçbir yeri düşündürtmeyecek kadar beni fena etmiş yurdum.
Dergibi, 23 Nisan 2003