ADA YANIYOR
.
Ada Yanıyor Özgün Adı | Nil On Fire Lynne Matson Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Tuğçe Nida Sevin Redaksiyon | Özgür Emir Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz Kapak Görselleri | Shutterstock, Getty Images 1. Baskı, Eylül 2016, İstanbul ISBN: 978-605-9585-03-3 Türkçe Çeviri © Bige Turan Zourbakis, 2016 © Yabancı Yayınları, 2016 © Lynne Matson, 2016 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Nurcihan Kesim Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.
YabancıTM Penguen Kitap‒Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy ‒ İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı‒İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 ‒ Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Ly n n E M at s o n
ADA YANIYOR Çeviren
Bige Turan Zourbakis
.
STEPHEN İÇİN, DAİMA
.
KALICI OLAN ÜÇ ŞEY VARDIR: İNANÇ, ÜMİT VE SEVGİ. BUNLARIN EN ÜSTÜNÜ DE SEVGİDİR. –1. KORİNTLİLER. 13:13
7
.
BÖLÜM
1 NIL ÖĞLEDEN SONRA
Paulo yavaşça gözlerini kırpıştırdı. Bilinci yavaşça, renkler, kokular ve seslerle çevrelenmiş, parçalı kareler halinde geri dönüyordu. Siyah kayalık platformda tek başına durdu. Kesif bir ölüm kokusu, uzaklardan gelen çıtırtılı alev sesleriyle birlikte havayı dolduruyordu. Güneş başının üstünde dumansız bir ateş gibi yanıyordu, hâlâ en tepedeydi. Fakat duvara kazınmış resmin üstünde açılan kapı yok olmuştu. Skye gitmişti. Paulo’nun buradan ayrılma fırsatı gitmişti. Katı ve yıkıcı gerçek, kafasına dank etti. Başaramadım, diye düşündü. Boğazından, yaralı bir hayvan iniltisine benzer bir feryat koptu. Ellerinin ve dizlerinin üstünde sert siyah kayaya düştü, o kadar sert düşmüştü ki, çakıl taşları avuçlarını çizdi, kanattı fakat Paulo, içinde büyüyen dehşet ve aklını başından alan şaşkınlıkla, bunu umursayacak durumda değildi. Bu kapıyı nasıl kaçırmıştı? Skye’a el sallamıştı, kızın kurtulmasına minnettardı, kendisi sonuncuydu ve zamanlama doğru gelmişti; üç ay önce başlayan bir döngünün tamamlanışı, o ve Skye daha doğmadan yıllar önce başlamış bir döngünün sonuydu. Sadece Paulo tereddüt 9
etmişti, açıklayamadığı sebeplerden ötürü tereddüt etmişti. Hatırlayamadığı sebeplerden ötürü. Zaman kaybetmişti, esrarengiz dakikaları görünmez bir varlık tarafından çalınmıştı. Şimdiyse Nil Adası’nda yapayalnızdı. Öfkeden gözleri doldu; eliyle çabucak yaşları sildi Paulo, aslında yapayalnız olmadığını bilerek hemen kendini toparladı. Adada sırtlanlar, aslanlar ve pumalar da vardı ve Paulo, adanın besin zincirinde en güçlü halka olmadığının bilincindeydi. Öksürdü, sonra boğulur gibi oldu, ağzı duman ve tuz tadıyla doluydu. Çayırdan yükselen yoğun hava suratında sıcak bir tokat gibi patlayıp onu kendine getirdi. Dağdan kaçması gerekiyordu. Burada ona uygun bir şey yoktu, şu an için yoktu. Tamı tamına üç ay boyunca da olmayacaktı. Paulo ayakta durdu, sessiz siyah düzlüğe son bir bakış atıp bir adım geriledi. Sonra kaçacak yer olmasa da, arkasını dönüp koşmaya başladı. Basamaklardan aşağı indi, yanan çayırı geçti. Etrafında, ada alev alev yanıyordu. Ada gitmesine müsaade etti. Bekleyecekti. Beklemeye alışkındı. Bir keresinde, asırlarca beklemişti. Zaman, adayı görünmez bir kefen gibi sarıyordu, akışkan ve sürekliydi, hem silah hem kalkandı. Ada zayıflamıştı ama henüz yenilmemişti. Çocuk koşmaya devam etti, dumanların ve alevlerin ve kanın arasında koşarken ada seyretmek için yerini aldı. Ve beklemek için. Ve hepsinden de öte, yenilenmek için. İşte böylece başladı, yeniden. Sadece bu kez, ada hiçbir zayıflık göstermeyecekti. Ya da merhamet. O dönem kapanmıştı. 10
BÖLÜM
2 SKYE 21 MAYIS, GECENİN BİR VAKTİ
Deli değilim. Deli değilim. Deli değilim. Galiba deliyim. Eğer delirmediysem bile, kesinlikle kıyısındaydım. Dün öğleden sonra Rives ve ben Madrid uçağına bindik. Sekiz saat önce şehre indik, neredeyse dakikası dakikasına. Zaman mefhumum hâlâ çok keskindi. Bazen saymayı kesmeliyim, günler bitip geçmişe karışırken farkında olmayı bırakmalıyım, diyordum. Ama sonra günleri saymanın kendimce hatırlamanın, zamanın faniliğini ve kıymetini kendime hatırlatmanın bir yolu olduğunu düşünüyordum. Dolayısıyla sayıyordum. Arkadaşlarla yeniden toplanıp alevli bir Hawaii günbatımının altında Dex’e gözyaşlarıyla veda edişimizden üç hafta ve Nil Adası’ndan son kaçışımızdan bu yana neredeyse dokuz hafta geçmişti. Nil, hâlâ var olan bir mekân, kaçmak ya da ölmek için tamı tamına 365 gününüz olan yerdi. Rives ve ben başarmıştık. Kaçmıştık. Elimizden geldiği kadar çok insanı kurtarmış ve adanın tik‒tak işleyen saatini arkamızda bırakmıştık. 11
Ancak o son kapıdan geçerken bir şey benimle birlikte gelmişti, güçlü bir şeydi; varlığını hissediyordum. Gecenin karanlığında bana bir şeyler fısıldıyordu. Uzaklardan gelen bir fısıltıydı bu, işitmek istemediğim bir sesti. Kapatamadığım bir sesti. Benden daha güçlü olmasından korktuğum bir sesti. Rüyalarım, geri döndüğümüz gece başlamıştı. İlk önce harlı bir yangın, boğucu dumanlar görmüştüm. Kana bulanmış eller ve zalim kahkahalar ve çoktan ölmüş olmasına rağmen bir arkadaşımızı arkada bırakmanın verdiği ıstırap. Diğer rüyalarımda başka bir arkadaşım, açıklanamaz bir biçimde adada kalmayı seçen Paulo vardı. Alevler ve korkusunun arasında son sürat koştuğunu gördüm, sadece nereye koştuğunu ya da neden kaçtığını göremedim. Arkasında ona musallat olanı hiç göremedim ama kesinlikle bir şey vardı. Tıpkı burada bir şey olduğunu bildiğim gibi. Rüyalarımda, karanlıkta. Şimdilerde rüyamda sadece karanlığı görüyordum: İki kapı arasında bulunan, genişleyerek açılan kör karanlık, soğuk, tüketici ve korkutucu derecede uçsuz bucaksız. Fakat boş değildi. Asla boş değildi. O karanlıkta yaşayan bir şey vardı, görünmez bir sis gibi kıvrılıyor, karanlık ve buz gibi ve gerçekti. Bana erişiyor, sözcüksüz fısıldıyor, kömür karası parmaklarıyla beni tırmalıyordu; gündüz düşlerimi istila ediyor, gecelerime musallat oluyor, zihnimin karardığı ve savunmasının düştüğü o anlarda girecek delik buluyordu. Onu içeri almayacaktım. Ama dışarıda da bırakamıyordum. Rives’a anlatmadım. Gerçi bence o farkındaydı. Bana baktığında gözlerinde görüyordum: Endişesini, korkusu12
nu, sevgisini. Beni dik tutan, aklımı kaçırmamı önleyen sevgisini. Çünkü o korku dolu anda, karanlıkta tutsak olmuşken –kayıp düşmeme birkaç saniye kalmışken, bir nefes sonra gidecekken‒ Rives’a uzanıyordum. Onu her zaman buluyorum ya da belki o beni buluyor. Her şekilde, beni geri getiriyordu. Her seferinde. Deli değildim. Deli değildim. Benim adım Skye Bracken ve bunların hepsi gerçek.
13
BÖLÜM
3 RIVES 28 MAYIS, NEREDEYSE GECEYARISI
Etrafına bak. Dikkatini ver. Başkalarının görmezden geldiklerini fark et. Babamın klasik nasihati, Nil Adası’ndaki 365 günüm boyunca acı çeke çeke uyduğum nasihat. Ömrümün sonuna kadar beynime işlemiş, bir parçam olmuş nasihat. Uğraşsam bile, uygulamayı kesemeyeceğim nasihattı. Hepsini dikkatle süzdüm: Skye’ın gözlerinin altındaki halkaları, gözünün altında bere izi gibi duran o morlukları; kimsenin bakmadığını zannettiği sıralarda pırlanta kolyesini çekiştirişini. Oysaki ben her an bakıyordum. Ayrıca, konu Skye olunca, her şeyi fark ediyordum, özellikle de görmezden gelmeyi kafasına koyduğu sorunu. Odanın ortasında bir fil oturuyordu, Skye’ın uykusunun içine edecek kadar büyüktü. Nerede uyursak uyuyalım, Skye sağa sola dönüyordu, geceleri huzursuz ve rüyalarla doluydu. Gündüzleri de farklı sayılmazdı. Son haftalarda birkaç kez onu tam anlamıyla dalıp gitmiş buldum, gözleri odaklanmadan uzaklara bakıyordu. Kafan nereye takıldı diye sormadım hiç, sormama gerek yoktu. 14
Adayla alakalıydı. Kesin. Cidden sinirimi bozuyordu. Ada zaten ikimizden de birçok şey alıp götürmüştü. Biz vaktimizi doldurmuş, ceremesini çekmiştik. Hayatta kalmıştık. Tamamdı. Gevşemek için kendimi zorlayarak Skye’ı yakınıma çektim, yanağının göğsüme yaslandığını hissettim. Skye güvende, diye hatırlattım kendime. Biz güvendeyiz. Birlikteyiz. Skye gerçekten uyuyor gibi görünüyordu. Nefes alışı düzenliydi, dudakları kapalı ama yumuşaktı. Ben de nefesimi yavaşlatıp onunkilere uydurdum. Böyle anlarda kendimi yenilmez hissediyordum, biz yenilmezmişiz gibi hissediyordum. Ada bizden bir dakika daha çalamayacaktı. Ada, maziydi. Skye geleceğimdi. Öyle mi? Alaycı fısıltı kırık bir cam gibi beynimi kesti, kalpsiz ve deliciydi. Donakaldım, kendimi rahatlatmaya çalıştım, o anlık görüntü solana kadar kendimi şimdiye demirledim. Bir saniye sonra Skye büzüldü ve çığlık attı. “Rives!” Sesi boğuktu. Tüm bedeni sarsıldı, teni buza döndü. Skye’ı kendime yapıştırdım. “Buradayım,” diye fısıldadım, nazikçe saçlarını okşadım, titreyişlerini geçirmeye çalıştım. “Bir şey yok. Sadece bir rüyaydı.” “Rives,” dedi Skye tekrar, rahat bir oh çeker gibi. Fakat kalbi hâlâ küt küt atıyordu, tıpkı benimki gibi. Uzunca bir süre öyle yan yana uzandık. Ben onun saçlarını okşuyordum, Skye kötü ruhları kovmaya çalışıyordu. On hafta önce adadan ayrıldığımızda kazandık sanmıştım. Artık pek emin değildim.
15
BÖLÜM
4 NiL ADASI ÖĞLEDEN SONRA
Bu seferki gelen güçlüydü. Buzlar diyarından geliyordu ama ruhu ateşten yapılmaydı. İki dünya arasında seyahat ederken şuurunu açık tutmak için yiğitçe savaştı, çatlamanın kıyısına gelecek kadar sıkı tutundu bilincine, tıpkı buraya daha önce gelen biri gibi: Ama o bir kızdı, daha eski zamanlardan bir ziyaretçinin soyundandı. Tek farkları kız tam olarak etiyle, kanıyla tanıdıkken bu oğlan yeniydi. İçindeki doğuştan gelen güç hariç, bu insanın hiçbir yanı tanıdık değildi; o içsel güç her yanında belli oluyordu, varlığında çok güçlü akan bir nehirdi, öyle ki ada bu gücü zamanın ve uzamın lifleri arasında hissetti... Bu onu doğru tercih kılmıştı. Gerekli seçim. Ada ona ulaşmak için, ona seslenmek için neredeyse yok olan gücünü son damlasına kadar kullanmıştı ama cevap almıştı. Bu oğlan işe yarayacaktı. Yaraması lazımdı. Ada oğlanın yuvarlanarak kapıdan düşüşünü ve siyah kumlara yığılışını izledi. Oğlan kıpırdayıp gözlerini kırpıştırırken, parlak güneşe karşı siper almak için elini gözüne kaldırırken ada bekledi. Şiddetli ışıkla birlikte oğlanın yüreğini korku yaktı. Çocuk bir an, nefes almayı kesti. Sonra hemen doğruldu. 16
Ağır ağır, tüm kasları ve duyuları tetikte, tek bir derin nefesle zihnindeki tüm sis kalktı. Oğlan düzenli ve sakinleştirici soluklar aldı, bilerek isteyerek kalp atışlarını yavaşlattı, etkileyici bir güç gösterisiyle etrafına baktı. Bedeni hafiften kuzeye doğru dönüktü, ayakta durdu, bir zamanlar diğerlerinin toplandığı alana doğru baktı. Düşünceleri netti, düzenliydi. Çoğu, geride bıraktığı insanlara, keşke söyleseydim dediği cümlelere odaklıydı ama düşüncelerinin bir kısmı buraya bağlı kaldı, kendi güvenliği ve iyiliğiyle ilgiliydi. Korkmuyordu. Hızlı ve özverili tepkisi adayı memnun etti. Adanın bu insana ihtiyacı vardı, tıpkı bir öncekine olduğu gibi. Ama o zaman, ada başarısız olmuştu. Bir daha başarısız olmayacaktı. Bedeli fazlasıyla büyüktü. Hafthor, birisinin ‒ya da bir şeyin‒ onu izlediğinin farkında olmadan yarı çömelir pozisyonda durdu. Solunda, okyanus mavi gökyüzüne doğru engince uzanıyordu; Hafthor koyu mavinin içinde İzlanda griliğinden eser bulamadı. Suyun ilerisinde güneş pırıl pırıl parlıyordu, bulut yoktu, ışınları Hafthor’un çıplak omuzlarını ısıttı, denizden esen tuzlu rüzgâr tenini okşadı. Hafthor ayak parmaklarını oynattı. Ayaklarının altındaki, yüzeyi ısınmış pütür pütür siyah kumlar serindi. Sağ tarafında gür palmiye ağaçları upuzun yükseliyordu, çevresinde Hafthor’un daha önce hiç görmediği uzun ince ağaçlar yer alıyordu. Kum çizgisinin bitişinde kümelenmiş çalı sırası adanın ilk savunma kalkanını oluşturuyordu. Hafthor bitki örtüsünün başlangıcına gözlerini kısarak baktı. Bir kanguru meraklı gözlerle onu süzüyordu. Hafthor da tıpkı bu hayvan gibi kıpırdamıyordu; onun yerine, kangurunun hemen arkasındaki noktaya gözlerini dikmişti. 17
Birkaç metre ötede, ağaçların arasında, dikey bir şey gözüne çarpmıştı: Derme çatma bir sığınak, doğal olamayacak kadar simetrik, üçgen bir şekil. Hafthor ağaçlara doğru ilerledi, hâlâ kumlara basıyordu ama kanguruyu korkutacak kadar yaklaşmıştı. Hayvan zıplayarak uzaklaştı ve yeşilliklerin arasında kayboldu. Yakından inceleyince bu sığınak eskiye benziyordu. Terk edilmişti. Davetkâr değildi. Hayır, diye düşündü Hafthor. Burada saklanmayacaktı, burada olmazdı. Nerede olduğunu ve niçin burada olduğunu anlayana kadar yaklaşmayacaktı. Hafthor yardım arayacaktı, oysaki bu sığınak hiçbir yardım sunmuyordu. Hafthor’un, kendisinden başka hiçbir şeyi ‒ve hiç kimsesi‒ yoktu ama bu yeterdi. Kim olduğunu bildiğin sürece asla kaybolmazsın, derdi babası olsaydı. Hafthor omzundaki dövmeye dokunarak cesaretini toplamaya çalıştı. Ben Hafpór’um, diye düşündü. Kendisinden başka güveneceği birisi yoktu, o yüzden öyle yaptı. Elini indirip sığınaktan uzaklaştı ve dikkatlice etrafına baktı. Uzaklarda, kapkara bir dağ göğe doğru yükseliyordu. Hafthor’un arkasında kalan dağın bir eşiydi, iki tepe Hafthor’un durduğu plajı parantez işareti gibi kavramıştı. Hafthor kuzeye doğru çıkıntı yapan tepeyi inceledi, kollarını göğsünde kavuşturmuştu ama rahattı. Derken, ipekten bir tüyün narin dokunuşu gibi, Hafthor sırtından itildiğini hissetti, ada esintisi onu ileri doğru yönlendirdi. Hafthor birisinin ona rehberlik ettiğini ya da bu hareketin, adanın son güç rezervini tükettiğini bilmiyordu. Kuzeye, diye düşündü. Kuzeye gideceğim. Ve öyle yaptı. *** 18
Daha kuzeyde, Nil Köyü’nün kenarında Paulo, Duvar’ın önünde dikiliyor, kendini yapayalnız hissediyordu. Köy’de kimse kalmamıştı, in cin top oynuyordu. Bir zamanlar ona değer vermiş, kendine bakamadığı zamanlarda onu koruyup yaşatmış insanlara ait isimlere uzun uzun baktı. Skye, Rives ve Dex gibi isimlere. Skye’ın ismine gözlerini dikti, dostluklarına minnettardı, Skye’ı hayal kırıklığına uğrattığı için üzgündü, gerçi sebebini hâlâ anlayamıyordu. Yavaşça bıçağını kaldırıp maksatlı bir hareketle bir tik attı. Önce Skye’a, sonra Rives’a. Sonra bir tane daha, bir tane daha. Jillian. Brittney. Zane. Sırasıyla birer çizgi çekti, ondan önce burada bulunmuş insanların hikâyelerini tamamladı, ömürlerinin bitimine şahit olduğu, dört tam mevsim geçirmiş ve mevsimleri yarıda kesilmiş insanlardı. Dex’in çarpısını sona sakladı. O işaret unutulmayacak ya da affedilmeyecekti. Paulo aynısının bir daha olmayacağına dair, hayatı üstüne yemin etti. Adanın bir başkasını daha almasına izin vermeyecekti. Tatminkâr bir edayla arkaya doğru adım attı. Tam karşısındaki duvarda bazı boşluklar hâlâ sırıtıyordu, hâlâ boştu, Paulo onları doldurmamayı seçmişti çünkü hiç tanışmadığı insanlara, hiç bilmediği kaderlere aittiler. Birkaç isim çarpıcı bir biçimde eksikti: Mesela Rika, mesela Maaka. Onların ismi burada olsaydı, Paulo onlara da tik atardı çünkü kaderlerini biliyordu. Hayatta kaldıklarını biliyordu. Ancak onlar yollarını tek devam etmeyi seçmişti, Köy’e katılmamışlardı ve Paulo bu seçime hürmet etti. Onun seçimiyse farklı olacaktı. Paulo sonuncu isme, Brittney’ye doğru yürüdü, artık o adı ya da yanındaki olumlu işareti görmüyordu; hemen altındaki boş alana odaklanmıştı. Boş bir sayfa, temiz bir defterdi. Paulo bıçağını Duvar’a doğru kaldırıp özene bezene beş harf kazıdı: P‒A‒U‒L‒O. 19
Tek başına yaşam mücadelesi verme dönemi kapanmıştı. Dudaklarından bir tebessüm geçti çünkü şu anda, tek başınaydı. Köy’ün tek insanıydı, muhtemelen adanın da tek insanıydı. Ne tuhaftır ki, Skye’ın oradan ayrılmasının üstünden geçen haftalar boyunca Paulo başka hiçbir yaşayan insan görmemişti; sadece hayvanlara rastlamıştı. Başıboş vahşi hayvanlar bir o kadar başıboş kapıların içinden düşüp düşüp duruyordu, zararsız hayvanlar yırtıcı olanlara yem oluyordu. Paulo’nun içinde çok tuhaf bir his, adanın beklediğini söylüyordu... Bir şey ya da belki birisini bekliyordu. Ya da belki Skye’ın teorisi doğruydu: İnsanlar olmayınca adanın gücü azalıyordu. Zayıflıyordu. Ancak Paulo buradaydı. Dolayısıyla hayat devam etti. Ada devam etti ve varlığıyla birlikte soğuk gerçek oradaydı: Paulo uzun süre yalnız kalmayacaktı. An meselesiydi. Hatta belki çoktan başkası gelmişti de, onun haberi yoktu. Paulo, Duvar’a sırtını verip Köy’e doğru döndü, sonra Nil Dağı’na baktı. Buradayım, diye düşündü, dimdik ve güçlü durup. Artık korkmuyorum. Zamanı gelince yolladığın kişilerle tanışacağım ve savaşacağız. İşte benim seçimim bu. Ardından, işe koyuldu.
20
BÖLÜM
5 NiL ÖĞLEN
Her öğle vakti, taze et, gurur ve güç vaadi getiriyordu. Adanın iştahı iyice kabarmıştı, doymak bilmiyordu. Bir kere, yaşam ve ölümün inanılmaz kudretinin tadını almıştı ve bir daha aynısını görmek için kuduruyordu. Daha fazlası için yanıp tutuşuyordu, ihtiyacı vardı. Yakında, alacaktı da. Bugünün ödülü, yarının gücü olacaktı. Kendine ait olmayan kana bulanmış bu dişiden eşit miktarda canlılık ve öfke yayılıyordu, kızın bedeninde hüküm süren yaşam elektriği öylesine şiddetliydi ki, başıboş kapı açılmak için minimum kuvvet sarf etmişti; ada kızın enerjisini kullanmıştı. Almış, kullanmış, coşmuştu. Lezizdi. Kapı onu içine çekip alınca kız korkmadı bile; bilakis, refleks olarak kan sıçramış eliyle bıçağını çektiği gibi ıslak metali onu yutmaya hazırlanan, yanardönerli kapıya doğru savurdu. Havayı kesme hareketi içgüdülere dayanıyordu, kendini korumak doğal tepkisiydi, gerekirse başkalarına zarar verebilirdi. Bıçağını kaplayan ılık kan, bunun kanıtıydı. Ada akıllı davranıp diğer insanı arkada bırakmış, bir güçle kapıyı kapatmıştı, gücünü ve kızı koruyarak. Bir keresinde, kapı 21
iki insanın aynı anda girmesine izin vermişti fakat odak noktasının ikiye bölünmesi felaketle sonuçlanmıştı. Ada ikisini birden üstüne taşıyamazdı ve bunu yapmaya çalışırken muazzam boyutta enerji kaybetmişti fakat o girişimin asıl bedeli, iki ödülü de kaybetmesiydi. İki insan da arada yitip gitmiş, beraberlerinde elektrikleri de kaybolmuştu: Adanın hasretle yanıp tutuştuğu yaşam güçleri. Adanın ihtiyaç duyduğu güç. Ada o gün sınırların gerekliliğini ve dengenin gücünü öğrenmişti: Bir kapı, bir insan. Bir seferde bir transfer. Ada aynı hatayı iki kere yapmayacaktı. Bunu da insanlardan öğrenmişti. Hatalar tekrar edilmemeliydi. Önlenmeliydi. Ve iyileştirilmeliydi. İşte bu kız da, adanın son hatasını düzeltmenin anahtarıydı. Bu kız ölümcüldü. Öfkeliydi. Tek kelimeyle kusursuzdu. İki dünya arasında seyahat ederken fiziksel biçimini kaybettiği hissine kapılsa da, bu kız, transfere kanının son damlasına kadar direnmişti, beklenenden de öte bir dayanıklılık ve direnç göstermişti, hoş bir sürprizdi. Daha da iyisi, transfer esnasında geçen o hayati saniyelerde ‒şuursuz zihninin, savunmasız yattığı o kıymetli saniyelerde‒ ada kızın ömrünü tüketene kadar savaşacağını, çoktan sahip olduğu içsel gücü bileyeceğini keşfetti. Ada ona izin verecekti. Ada büyümesine olanak sağlayacak bol fırsatlar yaratacak ve kızı mümkün olduğunca güçlü olmaya zorlayacaktı... Ama bu sorun olmayacaktı çünkü o değerli anlar sırasında, ada çoktan kızın kaderini seçmişti. Mücadele, tadından yenmeyecekti. Uyanma vaktiydi. Carmen anında gardını alarak uyandı. Bıçağı elinde olmadığından kendini çıplak hissederek bir anda çömelme pozisyonu aldı. İyi de, zaten çıplaktı, ki 22
bu yüzden tek savunma aletini kaybetmek ona daha zor geldi. Dört bir yanında, kayaların arasından yılankavi yollar çizerek akan suları gördü; okyanusu göremiyordu ama kıyıya vuran dalgaların sesini duyacak kadar yakınındaydı. Bu da neyin nesi? diye düşündü Carmen. Hâlâ çömelmiş vaziyette yavaşça döndü, denizden esen serinliği teninde hissetti, Kolombiya’ya has yapış yapışlık yoktu. Tam tur atarak çevresindeki sessizliği, insansız ıssızlığı, yabancılığı enikonu inceledi. Biraz uzakta bir zebranın tetikte dikildiğini, bir şeye baktığını fark etti. Muhtemelen ona bakıyordu. Carmen daha önce kitaplar dışında, hiç gerçek bir zebra görmemişti. Hiç hayvanat bahçesine gitmemişti. Gitme ihtiyacı duymamıştı, babası hayvanları onun ayağına getirirdi. Evcil hayvanat bahçesi, derdi adına. Carmen’in bir zebrayı sevip okşamaya hiç niyeti yoktu. Eğer canına kastederse onu öldürürdü. Neredeyim ben? diye merak etti, dikkatlice çevresini kolaçan ederken. Ufacık bir korku sızısı baş gösterdi ve Carmen hiç duraksamadan hemen yok etti onu. Korkuya ya da korkunun getirdiği savunmasızlığa vakti yoktu. Yavaşça ayağa kalkıp geri geri yürüdü, en son hatırasını zihninde yeniden canlandırdı. Buz. Sıcak. Acı. Bütün acı ona ait değildi. Bunu düşünüp tebessüm etti. En son anımsadığı net resimde, kendini olduğundan daha çekici zanneden büyük çocuk Carlos şaşakalmıştı. Carmen’e sürpriz yapmayı düşünmüştü. Carmen’i kuytuda kıstırıp ona bir ders vereceğini sanmıştı. Carmen’in defalarca onu reddedişinden hoşlanmamış, alaycılığından hiç haz etmemişti. Fakat Carmen’in süratini, el becerisini 23
beklemiyordu. Carmen’in, öz babasının onu, özellikle Carlos gibi hayır cevabından anlamayan çocuklara karşı, kendini savunma konusunda bizzat yetiştirdiğini bilmesinin imkânı yoktu. Sonunda dersini alan Carlos olmuştu. Yanağına attığı çiziğin izi, ömür boyu kalacaktı. En önemli anda Carmen daha güçlü çıkmıştı. Babam görse gurur duyardı, diye düşündü. Gelgelelim, babası burada değildi ve burasının neresi olduğu hakkında Carmen’in en ufak bir fikri yoktu. Ancak ruhunun derinliklerinde emin olduğu bir şey vardı: O, Carmen Medina’ydı, Bogota’nın en büyük inşaat firmasının sahibi, çekirdekten yetişme, zekice hamlelerle başarıya ve zenginliğe adım adım ulaşmış Juan Felipe Medina’nın en küçük kızıydı. Carmen onun genlerini, onun pervasızlığını, onun kurnazlığını taşıyordu. Burada yalnız olabilirdi ama korkmuyordu. Carmen cevapları bulmak istiyordu. Kıyafet giymek istiyordu. Ancak hepsinden öte, eline bir silah istiyordu. Bir silah istiyordu kız. Ada bir şekilde bulmasını sağlayacaktı. Çevresine uyum sağlamasına yetecek kadar zaman tanımıştı ona. Isı ve havayı toplayıp sırtından hafifçe ittirdi kızı. Ada kan istiyordu ve zamanı gelince, bu kız kan dökerdi. O zamana kadarsa ada oyununu başka yerlerde oynayacaktı. İçeri doğru dönerek yüzeydeki çatlağa uzandı ada. Yerini kolayca saptadı, arkada kalmış görünmez tırtıklara, o açıklığın tamamıyla kapanmasını önleyen hassas noktaya, zamanla büyüyen, geçmişin kalıntısına odaklandı. Ada hesaplı bir hamleyle hassas noktaya yaslandı, iki dünya arasındaki yarığı genişletti: Açık olmaması gereken, hele hele şimdi hiç olmaması gereken jilet inceliğinde bir boşluk vardı. Ama açıktı. Açık ve savunmasızdı. 24
Adanın baskısı altındaki yarık bir nebze genişledi. Güç akımı leziz bir dalgalanma şeklinde adada yuvarlandı. Bu boşluk aracılığıyla ada ondan kaçanı arıyordu, elinde tutmak için yanıp tutuştuğu insanı arıyordu: Kızı, Skye’ı. Eğer ona sahip olamazsa, onu incitirdi. Zamanı gelmiş sayılırdı.
25