Andrew Brawley’nin Sıradışı Hikâyesi Özgün Adı | The Five Stages of Andrew Brawley Shaun David Hutchinson Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Redaksiyon | Berke Kılıç Kapak Tasarımı | Regina Flath Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz 1. Baskı, Mayıs 2016, İstanbul ISBN: 978-605-5016-86-9 Türkçe Çeviri © Güneş Becerik Demirel, 2016 © Yabancı Yayınları, 2016 © Shaun David Hutchinson, 2015 İllüstrasyonlar © Christine Larsen, 2015 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Onk Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.
YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Çeviren
Güneş Becerik Demirel
için Övgüler “Andrew Brawley’nin Sıradışı Hikâyesi, kalbimi önce parçalara ayırdı, sonra yeniden bir araya getirdi. Bu kitaba gerçekten bayıldım.” —Bruce Coville
“Andrew Brawley’nin Sıradışı Hikâyesi ilham verici olduğu kadar yaratıcı da. Harika bir kitap.” —Trish Doller
“Genç yetişkin edebiyatının her yaştan okura hitap edebildiğini kanıtlayan enfes bir kitap. —Brent Hartinger
Bu kitap bir kurgudur. Tarihi olaylara, gerçek kişilere ya da mekânlara yapılan bütün göndermeler kurgusal bağlamda kullanılmıştır. Bunların dışındaki isimler, karakterler ve olaylar yazarın hayal gücünün ürünü olup gerçek olaylarla, mekânlarla, yaşayan veya ölmüş kişilerle kurulabilecek herhangi bir benzerlik tamamen tesadüfidir.
.
BÖLÜM 1
Alevlerin Gücü
Çocuk yanıyordu. Acil durum sağlık görevlileri onu tekerlekli sedyeyle Roanoke Hastanesi’nin steril acil servisine götürürken çığlıklar atarak sedyenin üzerinde kıvranıyordu. Sanki tenini yakıp küle çeviren alevler parlamaya devam ederek kemiklerine kadar iniyormuş gibi; sanki etrafında dönüp duran ve var güçleriyle çabalayan sağlık görevlileri, doktorlar ve hemşireler yangını asla söndüremeyeceklermiş gibi. Benimle aynı yaşta, on yedisinde gösteriyordu. Saçının yanmayan kısımları sonbahar yaprakları rengindeydi. Babamla birlikte tırmıkla toplayıp üst üste yığdığımız ve koşarak üzerine atladığım yapraklar gibi. Saklandığım yerden gözlerini göremiyordum ama hırıldıyordu. Acısını haykırarak dışa vurdukça sesi çatallaşıyordu. Bacaklarının derisi ve göğsünün bir kısmı kömür karasıydı. Yanık kokusu burnuma doldukça, hatta boğazımın gerisinde safra biriktikçe, yazın ailemle mangal yaptığımız günleri düşünmeden edemiyordum. Annem buzdolabının 11
arkasında daima fazladan yiyecek istiflerdi, çünkü babam hep tavuğu yakardı. Geç olmuştu ve gitmem gerekiyordu ama gözlerimi oğlandan alamıyordum. O bir hayvan gibi uludukça yerime çakılıp kalmıştım. Hastanede çığlıklarından kaçıp saklanabileceğim hiçbir yer yoktu. Ben de olduğum yerde kaldım. Onu izlemeye ve dinlemeye devam ettim. Bir kız, kollarını sallayarak içeri koştu. Kalbimin gümbürtüsü yüzünden çığlık çığlığa sarf ettiği sözleri güçlükle duyuyordum. “...havuzda... parti yapıyorduk... bağırıyordu...” Sağlık görevlilerinin zapt ettiği kız olduğu yere yığılıp kaldı. Kırık bir ayna gibiydi. Her bir parça duygularımızdan birini yansıtıyordu: öfkemizi, dehşetimizi ve birbirimize bulaştırdığımız korkumuzu. Korkularımı ona yüklediğim için memnundum. Dikkatimi tekrar oğlana verdim. En büyük mesele solunum yolunu korumaktı. Bunu biliyordum. Bu temel bir bilgiydi. Eğer oğlan yangın dumanını soluduysa, teninin nasıl göründüğünün bir önemi kalmayabilirdi. Çığlıklarının Roanoke’nin basık acil servisinin her köşesine erişebilmesi iyi bir şeydi. Çığlık atmayı keserse, işte o zaman endişelenmem gerekirdi. Doktorlar ve hemşireler oğlanın başına üşüşmüşler, ne yapacaklarını tartışıyorlardı. Belki de dua ediyorlardı. Hatta belki de yas tutuyorlardı. Oğlanın bir mucizeye ihtiyacı vardı. Masal kitaplarındaki gibi bir mucizeye. Doktorlardan biri, tıpkı sekiz kolunu birden kullanan bir ahtapota benzeyen kadın, kestiği yanık giysi parçalarını eski püskü bir duvar kâğıdını şeritler halinde soyar gibi çıkardı. Oğlan inledi. Arkamı döndüm. Buna hazır değildim. Sadece hemşirelere merhaba demek ve havai fişekleri tutuştururken par12
mağını yakan biri olup olmadığını görmek için acil servise gelmiştim. O gün dört Temmuz olduğu için korkunç bir maytap kazası görme olasılığım epey yüksekti. Ama bu vaka oldukça kötüydü. O gece olanlara çok benziyordu. İçeriye doluşan insanlar küçük acil servise zar zor sığıyordu. Duvarlar beyazdı. Yerler de öyle. Muayene odalarını çevreleyen perdelerse yumurta kabuğu rengindeydi; küçük çocuklar için ayrılan bir bölmenin perdeleri hariç. Bu perdenin üzerinde rengi solmuş ufacık ördekler vardı. Hemşire kabul bankosu, acil servisin orta yerinde duran ve yalpalayan bir kürsüden ibaretti. Bütün doktorlar ve hemşireler bankonun etrafından dolanmak zorundaydılar. Hemşireler şikâyet ediyorlardı ama banko uzayda sabit duran bir noktaydı. Başka bir yere taşınamazdı. Tıpkı benim gibi. Çömelmekten baldırlarım ağrımış, omuzlarım kaskatı kesilmişti. Hareket edersem beni görürler diye korkuyordum. O gece görünmez kalmak istiyordum. Yanan çocuk için orada kalmam gerekiyordu. Acısına tanık olmalıydım. Bu tuhaf bir düşünceydi ama her gün beynimi işgal eden tuhaf düşüncelere alışmaya başlamıştım. Mesela acil servisin kokusu bana bir İtalyan sandviçini hatırlatıyordu. Hani içinde sirke, mayonez ve gereğinden fazla kekik olanlardan. Acil servis genellikle çamaşır suyu, kan ve hastaların üzerlerinde taşıdıkları çürümüş kokuların bir karışımı gibi kokardı. Ama o gece içerisi farklı kokuyordu. Oğlan sadece yanmakla kalmamıştı. Resmen pişmişti. Artık üzerindeki giysileri soymayı bitirdiklerini umarak gözlerimi tekrar oğlana çevirdim. Artık daha az hareket ediyordu. Daha az ağlıyordu. Belki de doktorlar acısını dindirmek için ona bir ilaç vermişlerdi. Ama ikimiz de biliyorduk ki, bazı acılar hiçbir ilacın yatıştıramayacağı kadar 13
derinde olurdu. Kemiklerinize işlerdi. İliklerinize saklanırdı; tıpkı kanser gibi. Hayatta kalırsa, bu acıyı hatırlamak istemeyecekti. Ben onun yerine hatırlayacaktım. Steven’ın arkamdan yaklaşmasıyla birlikte sıçradım. “Drew? Burada ne yapıyorsun?” diye sordu. Steven sıska, yuvarlak burunlu ve saçları lise yıllarında dökülmüş tipsizin biriydi. Kayıtsız görünmeye çalışarak, “N’aber Steven?” dedim. Gözlerimi yanıklar içindeki oğlandan ayırmadan yavaşça ayağa kalktım ve tedirginliğimi çarpık bir gülümsemenin ardına gizledim. “Ben de eve gidiyordum; geçerken uğrayıp merhaba demek istedim.” “Zamanlaman kötü evlat.” Bir kucak dolusu steril gazlı bez taşıyan Steven benimle aynı yere bakıyordu. Oğlan çığlık attı. Steven irkildi. Bazen hemşire olmak için fazla hassas olduğunu düşünüyordum. Steven’ın sözleri kulaklarıma erişirken dalgınlıkla başımı salladım ama aslında onu duyduğum söylenemezdi. Cevap vermeye çalıştım ama oğlanın çığlıklarındaki yangın, içerideki bütün oksijeni tüketmiş gibiydi. Steven ellerindeki bandajlara baktı ve “Gitmeliyim,” dedi. “Ben de,” dedim. “Yarın kahvaltı servisinde çalışacağım. Görüşürüz o halde.” “Tabii.” Yemekten söz açılınca Steven’ın mavi gözleri parladı. “Arnold’a yumurtaları az pişirmemesini söyle. Cıvık yumurtalar iğrenç oluyor.” Oğlan tiz bir çığlık attı ve Steven gitti. Özür dilercesine yürüyüp oğlanın etrafını saran insanların arasına karıştı. Ben olduğum yerde kaldım. Doktorlar ve hemşireler oğlanın soyulan derilerine bandajlar bastırdılar. Solunum yolundan sonraki öncelikleri enfeksiyonla savaşmaktı. Vü14
cudunun ne kadarının yandığını göremiyordum ama enfeksiyon kapması için yeterliydi. Az sonra onu tekerlekli sedyeyle hastanenin başka bir bölümüne götüreceklerdi. Onu bir daha göremeyebilirdim. Adını bile bilmiyordum. Ama gitmem gerekiyordu. Azrail her zaman yaptığı gibi, az sonra yüzünü gösterecekti. Oğlanın canını alabilirdi de, almayabilirdi de. Ama geldiğinde ortalıkta olmamalıydım. Daha önce geç kalmış ve beni alamamıştı. Ama aynı hatayı iki kez yapmazdı ve henüz gitmeye hazır değildim. Gidişimi kimse fark etmedi. Hastaneyi otomatik pilotta gezindim. Yalnızca hastane görevlilerinin geçebildiği kapılardan görünmeden içeriye süzüldüm. Kimsenin beni görmediğini hayal edince görünmez oldum. Hastane duvarlarının hafızası yoktu. Bunca acının, ağırlığın altında ezilmişlerdi. En iyisi unutmaktı. Birinci katta, ameliyathanenin epey ilerisinde, ekonomi yerle bir olup para bitince tadilatın yarım kaldığı, terk edilmiş bir yer vardı. Çıplak kirişler ve yarısı monte edilmiş alçı paneller unutulmuş kemikler gibi çürüyordu. Havaya toz ve ihmalkârlık sinmişti. Buraya benim dışımda kimse gelmiyordu. Böyle bir yer olduğunu dahi hatırlamıyorlardı. Kapının yanına bıraktığım feneri elime aldım. Fenerin ışığı dar bir alanı aydınlattı. Karanlık tamamen dağılmasa da bir parça hafifledi. Bazen kendimi kandırıp eski evimde ve yatağımda olduğumu, diğer herkesin kendi odalarında uyuduğunu ve tatlı rüyalar gördüğünü hayal ederdim. Fakat bu fazla uzun sürmeyen bir yanılsamaydı. Evim artık burasıydı. Yorgun argın en uzak köşeye, kısmen bitmiş olan tek odaya doğru yürüdüm. Dört duvarı ve yapışkanlı bantla kapattığım kulpsuz bir kapısı vardı. Çoğu gece burası bana bir hapishane gibi gelirdi. 15
En uzaktaki duvarın dibinde duran, pütürlü ve lekeli bir çarşaf yığınından oluşan yatağım beni içi kayalarla dolu bir çuvalın rahatlığıyla kucakladı. Yastığım ise çöpe atılan süngerlerle doldurduğum bir çamaşır torbasından ibaretti. Kulaklıklarımı takıp biraz müzik dinledim. Şarkı İspanyolca olduğu için sözlerini anlamıyordum ama gitarın tembel ve metalik tıngırtıları dinlendiriciydi. Hastanenin sesleri buradayken bile kulağıma geliyordu. Etrafımda bunca nefes darlığı çeken ve aksıran insan varken, koridorlarda gezinen hayaletler, sayıları neredeyse milyonları bulan cırcır böcekleri gibi gece boyunca gevezelik edince uyuyamıyordum. Uzun bir gün olmuştu ve yorgundum. Saat daha akşamın sekizi bile değildi ama göz kapaklarımı açık tutamıyordum. Çoğu zaman tersi olurdu; bütün gece gözümü kırpmazdım ve uykunun beni teslim alması için yalvarırdım. Yorgunluk ise rahatlamamı sağlıyordu. Sırtüstü uzanıp gerçeklerden sıyrılmadan önce yastığımın altından küçük bir teneke kutu çıkardım. Kutu, bronz renkli ve olması gerekenden daha hafifti. Parmaklarımı kenarlara sokup kapağını çıkardım. İlk fark ettiğim şey burnuma çarpan deri kokusu oldu. Severek kullanılan eski bir deri. Yıpranmış kahverengi cüzdanı açtım ve plastik bölmede duran fotoğrafa baktım. Sonra cüzdanı kapatıp yanıma koydum. Teneke kutunun dibinde iki tane altın yüzük, oyuncak bir at ve altın bir haç duruyordu. Bunlara hiç dokunmuyordum. Kapağı kapattım ve derme çatma yastığıma yaslanıp uyuyana kadar cüzdanı elimde tutup fotoğrafa baktım. Ama aklımdan geçen son şey fotoğraftaki gülümseyen aile değildi. Yanıklar içindeki oğlanı düşünüyordum.
16
BÖLÜM 2
Görünmezlik
Artık pek fazla rüya görmüyordum; bunun yerine resim çiziyordum. Gri kâbuslarımı, muhasebe bölümünün geri dönüşüm kutularından aşırdığım pürüzlü kâğıtlara döküyordum. Ve dinliyordum. Serin ve antiseptik havada gezinen sözcüklere ve fısıltılara kulak veriyordum. Göz ucumda belirip kaybolan titrek görüntüleri izliyordum. Bazen günlerce hiçbir şey duymuyordum; sonra da sesler bir tsunami gibi üzerime hücum edip dinmek bilmiyordu. Gerçeklik çarpık bir hal alıyordu; ta ki kendi dünyam ve ailemin hâlâ hayatta olduğu anılar dünyası birbirine karışıncaya dek. O zaman neyin gerçek olduğunu ayırt edemiyordum. Bir de kendi yarattığım dünya vardı. Süper kahramanıma bir isim takmıştım: Hasta F. Hastaneye gelmeden önce neredeyse hiçbir şey çizmezdim. Sadece ders kitaplarının kenarına karalamalar yapardım. Ama artık sürekli çiziyordum. Dakikaların arasındaki boşlukları sade çizgilerle doldururken gözlerim acıyordu. Bunu yapmak istemediğim zamanlarda bile. 17
Yaklaşık bir aydır Hasta F’nin hikâyesi üzerinde çalışıyordum. Hikâye, Hasta F’nin bir deney için Araştırma ve Geliştirme Düşünce Şirketi tarafından kaçırılmasından önce başlıyordu. Hikâyenin başında Hasta F hâlâ takım elbise giyiyor ve takım elbiseli adamların yaptığı sıkıcı şeyleri yapıyordu. Yani kimsenin kaleme almadığı şeyleri; çünkü oğlanların aslında palyaçolarla veya volkanların derinliklerinden çıkan üç gözlü, ahtapot kollu canavarlarla ilgili kâbuslar görmediklerini biliyorlardı. Çocukların gece çığlık çığlığa uyanmalarının sebebi bir gün büyümek ve takım elbise giyen sıkıcı adamlara dönüşmek zorunda kalacak olmalarıydı. Günlerini içten içe çürümelerine neden olan sıkıcı şeyler yaparak geçireceklerdi. Öyle ki derileri solacak, kararıp çatlayacaktı; vücut sıvıları dışarı sızacaktı ve sonunda hatırlanmaya değmeyeceklerine kanaat getiren bir dünya tarafından unutularak, çürüyüp kokuşmuş bir halde yere serileceklerdi. Hikâye burada başlıyordu, çünkü geçmişi olmayan bir süper kahramanın bir zamanlar geleceksiz bir adam olduğunu vurgulamak gerekiyordu. Hasta F zamandan bağımsızdı. Kırmızı laboratuvar önlükleri giyen, on beş elinde on beş santimlik iğneler ve parlak kemik testereler olan doktorların kendisine yaşattığı acı sonucunda geçici olarak özgürleşmişti. Geçmişteki durumunun, neye dönüşeceğinin ve bu iki noktayı birleştiren bütün anların farkına varmıştı. Hasta F’nin hayatı tıpkı bir Pac-Man oyunundaki noktalar gibi bütünüyle önüne serilmişti; hayaletler onu yakalayıp oyunu sonlandırmadan önce noktaları yutması gerekiyordu. Hasta F gözlerini ilk defa açtığında, sanki bütün hayatını Hasta F olarak geçirmiş gibiydi. Başındaki adamların kim olduklarını ve ona ne yaptıklarını biliyordu. Dünyanın geri kalanı unutmuş olsa bile, takım elbiseli adamı ha18
tırlıyordu. Kaybettiği ve elinden alınacak olan herkesten haberdardı. Hasta F’nin elinde öldüreceği insanların listesi vardı. İşe kırmızı laboratuvar önlüklü doktorlarla başladı. Ve bu şekilde devam etti.
Hastane, sabahın bu erken saatinde sessizdi. Uyuyordu. Buna rağmen daima etrafta koşturan birkaç hemşire, doktor ve hademe olurdu ama artık programlarını öğrenmiştim. Heisenberg düzenli sistemlerdeki kaosu araştırmıştı, bense kaotik sistemlerin içindeki düzeni bulmuştum. Kaos, alışılmış kalıpları görme sabrı göstermeyen insanların sığındıkları bir bahaneydi. Odamdan çok da uzakta bulunmayan duşlar genellikle boş olurdu. Ayak ve deodorant kokuları birbirine karışırken, buhar inatçı bir sis gibi havada asılı kalırdı. İçerisi boş olduğu halde yakalanmamak için çabucak yıkandım, sonra da dolapların altını üstüne getirdim. 13 numaralı dolapta bulduğum tişörtü giydiğim ve 33 numaralı dolaptan ufacık bir iPod aşırdığım halde, kendime hırsız olmadığımı söyledim. Sadece ihtiyacım olduğu için çalıyordum. Zaten iPod’un pili bitmek üzereydi ve kimse şarj aleti getirmeyi akıl etmiyordu. O iPod’u 21 numaralı dolaptan aldım; yarın sabah iade edecektim. Doktorların zihni kayıp aletlerden çok daha önemli şeylerle meşguldü. Üzerimde dolaptan aldığım beyaz gömlek ve kayıp eşya bürosunda bulduğum kot pantolon vardı. Bazen kendimi kayıp eşyaların kurtarıcısı, bulunanların da bekçisi olarak görüyordum. Giyinip dişlerimi fırçalayınca ve ellerimle giderek şekilsizleşen saçlarımı düzeltince hastaneden sıvışıp kafeteryanın yolunu tuttum. Roanoke Hastanesi plansızlık mağduru, geniş bir alana yayılan durağan bir binaydı. Yarım 19
kalmış bölümler hırıltılı ve hastalıklı gibiydi. O kadar çok koridor vardı ki, doktorlara ve hemşirelere ilk günlerinde espri olsun diye bir makara iplik verilirdi. Buna gülüp geçseler de, ilk acil durum görevlerine çağrıldıklarında labirentten çıkmak için on dakika harcayınca, daha dikkatli olmadıkları için hayıflanırlardı. Bense zihnimdeki harita sayesinde hiç kaybolmazdım. Bütün terk edilmiş odaların, doğum servisinin, yoğun bakım servisinin, hasta çocukları tuttukları bölümün yerini ve dış dünyayı büyük ihtimalle bir daha göremeyecek olan yaşlıları nerede sakladıklarını biliyordum. Hastane benim okyanusumdu ve ben de Sir Francis Drake* idim. Kimse bana aldırış etmiyordu. Ellerim ceplerimde, başım öne eğik yürüdüm, insanlar bana bakmadan geçip gidiyorlardı. Bazıları beni tanıyordu, bazıları ellerindeki çizelgeleri okumakla ya da telefonlarını kurcalamakla meşguldü ama çoğu bana karşı kayıtsızdı. Bununla ilgili bir teorim vardı. Hayatını başkalarına yardımcı olarak kazanan insanların –doktorların, hemşirelerin, itfaiyecilerin ve polislerin– içlerinde ancak sınırlı miktarda iyi niyet taşıdıklarına inanıyordum. Bu da tükendiğinde kaynağın kendini yenilemesini beklemeleri gerekiyordu; dolayısıyla iyi niyetlerini idareli bir biçimde ve sadece en çok ihtiyacı olanlar için kullanıyorlardı. Sabahın beşinde bir hastane koridorunda yürüyen genç bir adam kimsenin önceliği değildi. Hatta bazen insanların beni görüp görmediklerini merak ederdim. Ara sıra ne olacağını görmek için acil servisin ortasında durmayı, kollarımı sallamayı ve avazım çıktığı kadar bağırmayı düşünürdüm. Ama bunu asla yapmazdım. Aşırı riskliydi. * 16. yüzyılda yaşayan denizci ve kâşif. Dünyanın çevresini dolaşan ilk İngiliz kaptanıdır. –çn 20
Metal kapının altından süzülüp kafeteryaya doğru yöneldiğimde Arthur beni bekliyordu. Herkesin kendisine Bay Jaworski yerine Arnold diye hitap etmesi konusunda ısrar ediyordu ve komik olmaya çalıştığında adını Ah-nold diye telaffuz ediyordu. Komik olmayı sık sık denese de, nadiren başarılı olurdu. “Geç kaldın,” dedi Arnold. Kızgın numarası yapmaya çalıştı ama beceremedi. Bunun nedeni sakalı ve göbeğiydi. Derin tavanın yanında, elleri belinde dikilirken somurtmaya çalıştıkça, bana yeniden ısıtılmış mücver servis etmem için gizlice para ödeyen adamdan çok şişkin ve pembe bir Gumby*’e benziyordu. Ona cevap vermeden baharatlıkları doldurmaya ve ısı lambalarını açmaya koyuldum. Kafeterya kızarmış jambon ve yumurta, hatta domatesli ve sarımsaklı makarna sosu gibi kokuyordu. Birbirine karışan kokular yüzünden midem guruldadı. Mümkün olsa burada uyurdum. Hastanenin geri kalanına keskin bir antiseptik kokusu sinmişti ama kafeterya kokularla dolu bir çölün ortasındaki vaha gibiydi. Aimee arkada hazırlık yapıyordu. Benimle iki kelime bile konuşmuyordu ve kimsenin onu göremeyeceği bir köşede yemek yiyordu. Bir zamanlar böyle bir köpeğim olmuştu. Onu uyutulacağı tarihten bir gün önce barınaktan sahiplenmiştik. Barınak çalışanları istismar edildiğini söylemişlerdi. Aimee’nin sıska vücudunda hiçbir iz görmemiştim ama böyle saklanarak yemek yediğine göre, izleri görünür olmasa bile, onun da istismar edildiğinden emindim. Arnold o sabah ıslık çalıyordu. Bazen şarkı söylerdi, bazen de mırıldanırdı. O sabah ıslık çalıyordu. Radyoda duyduğu bölük pörçük şarkılardan melodiler uyduruyordu. * Kilden yapılan bir animasyon karakteridir. –çn 21
Notalar hiçbir zaman doğru olmasa da her nasılsa kulağa kötü gelmiyordu. Gerçi kulağa hoş gelmese de fark etmezdi: Arnold’ın müzik kulağı olmadığı gibi, utanması da yoktu. Arnold’la konuşmak zorunda kalmamak için sessizce çalışıyordum. Arnold konuşmayı şarkı söylemekten bile daha çok severdi. Mülakatım boyunca sorduğu tek bir soruya bile yanıtlamama izin vermemişti. Daha ziyade bu süreyi avukat olan karısından, doktorluk eğitimi alan oğlundan ve edebiyat alanındaki yüksek lisans derecesinden bahsederek doldurmuştu. Özellikle ilginç bulduğum tek şey, üniversitede altı yılını geçiren Arnold’ın bir hastanenin kafeteryasında çalışıyor olmasıydı. Ama ona nedenini sormamıştım. Sırlar hakkında gizli bir anlaşmamız vardı. Kafeteryanın açılma vakti geldiğinde, ben yemek servisi yaparken Aimee de kasada dururdu. Takdir edilmeyi beklemeksizin konuşulanları dinlediğim sıkıcı bir işim vardı. Cıvık yumurtaları tabaklara boşaltırken camekânın arkasında ve herkesin gözü önünde durduğum halde, Arnold’ın takmam için ısrar ettiği gülünç boneyi kafama geçirdiğimde hiç kimse oluyordum. Yine de görünmez olmaktan iyiydi. Duyduğum konuşmalar çoğunlukla hangi doktorun hangi hemşireyle yattığıyla, kimin yanlışlıkla bir hastanın içinde sünger unuttuğuyla ya da filanca hastanın gecenin bir yarısı uyuması gerekirken kaç kez çağrı düğmesine bastığıyla ilgiliydi. Yani, umursamadığım sıradan şeyler hakkındaydı. O gün de kendimi işime kaptırmış bir halde, aynı hareketleri tekrarlayarak tepsileri doldururken, önceki gece yangında kalan oğlan hakkında bir şeyler duyabilmeyi umarak konuşmalara kulak kabarttım. Acil servisten çıktığımdan beri aklım ondaydı. O hali hastalıklı bir düşünce gibi beynime kazınmıştı. Yanmak beni korkutuyordu. Kıdemsiz itfaiyeci olarak 22
gönüllü çalıştığım 9 numaralı istasyonda Smitty adında bir adam vardı. Tanıştığım en havalı adamlardan biriydi. Zamanının çoğunu motosiklete binerek, uçaklardan atlayarak ve güvenlik emniyet kemeri takmadan dağlara tırmanarak geçirirdi. Smitty hiçbir şeyden korkmazdı. Yanmak hariç. Acemi bir çaylakken, yanmakta olan bir evde, devrilen bir kirişin altında kalmıştı. Onu ancak üç kişi dışarı çıkarabilmişti ama yangın sırtını çoktan yakıp kavurmuştu. Smitty bana yanıklarının resimlerini göstermiş ve geçirdiği sayısız doku sıyırma ve deri nakli işlemlerini tüm detaylarıyla anlatmıştı. Hiç durmadan çığlık attığı ve ölümü memnuniyetle karşılayacağı günler olduğunu söylemişti. Arnold biten domuz jambonlarını yenilemem için beni azarladığı sırada bile elimde olmadan merak ediyordum; acaba yanıklar içindeki oğlan da şu anda ölümü memnuniyetle karşılıyor muydu? Ama bunun mümkün olmadığını, olamayacağını biliyordum. Çünkü Azrail hemen köşe başında dikilmiş, bir kâse dolusu meyve yiyordu. Burada dikilip ona bakmak riskliydi. Azrail benim adımı da listesine eklemişti ve ne kadar gizlensem de, maskemin ardında yağlı mücver servisi yapan genç bir adam yerine, canını almaya niyetlendiği kişinin olduğunu anlaması an meselesiydi. “Hey, eğer beni görmezden gelmeye son vermezsen şu camekânın arkasına uzanıp yakana yapışacağım.” “Selam Jo.” Jo, iyi vakaları seyretmeme izin veren acil servis hemşirelerinden biriydi. Sumo güreşçisi gibi iriydi. Çarpıcı kahverengi gözleri vardı ve gülümsediğinde dişlerindeki bütün teller görünüyordu. Onunla ilk tanıştığımda, hafife alınmaması gereken bir kadın olduğunu öğrenmiştim. 23
Asla pes etmezdi, hayır cevabını kabul etmezdi ve insanı bir Butterfinger* uğruna bıçaklayabilirdi. Jo suratını asarak, “Bana yiyecek bir şeyler vermeyi düşünüyor musun, yoksa beni müdürünle konuşmak zorunda mı bırakacaksın?” diye çıkıştı. Camekânın ardından birbirimize baktık. İkimiz de ne göz kırpıyorduk ne de alttan alıyorduk. Sanki aramızda bir camekân değil de Berlin Duvarı vardı. Jo’nun yüzündeki bütün çizgileri inceledim. Bir günlük yevmiyem üzerine bahse girerdim ki, her biri kaybettiği bir hastaya denk geliyordu. Eve gidip ardından gözyaşı dökeceği, kaybetmenin hüznünü bir kap dolusu dondurma yiyerek ve birkaç saat boyunca kötü televizyon programları izleyerek gidermeye çalışacağı birine... Her bir çizginin bir adı vardı. İçlerinden biri yanıklar içindeki oğlana ait olabilirdi. “Bugün senin oyunlarınla uğraşamayacak kadar açım Drew.” Jo kahverengi gözlerini devirdi ve kalçasıyla tepsisini dürttü. “Hadi doldur şu tabağımı. Jambon koyarken cimrilik etme.” Steven, Jo’nun yanına yanaştı ve elindeki plastik maşayla bir çörek kaptı. Önceki geceden farklı bir hali vardı. O kadar çok zıplıyordu ki, hemşireden çok bir balete benziyordu. “Huysuz ve yaşlı Jo’ya aldırma,” dedi Steven. “Havai fişekleri izlemek yerine ishal olan bir hastanın etrafa sıçrayan dışkısını temizlemek zorunda kaldığı için sinirleri tepesinde.” Ben ikisinin tepsisine de yemek doldururken Jo, Steven’ın koluna bir şaplak attı. Jo ve Steven eşit miktarda yemek yiyorlardı ama nasıl oluyorsa yediği her şey kana susamış bir kene gibi Jo’nun kıçına yapışırken, Steven bir * Dışı çikolata kaplı, içi fıstık ezmeli bir atıştırmalık. –çn 24
türlü kilo alamıyordu ve bunu koz olarak kullanmayı seviyordu. Özellikle de Jo’nun yakınındayken ve menüde pasta varken. Servislerini yaparken didişip durdular. Tam dün geceki oğlana ne olduğunu bilip bilmediklerini soracaktım ki Emma, “Drew!” diye bağırarak tezgâha doğru koşmaya başladı. Sanırım elinde olsaydı camın üzerinden bana sarılırdı. “N’aber Emma?” dedim ve ona göz kırptım. Emma komedi dizileriyle ve kamu spotlarıyla büyümüş tatlı bir kızdı. Üzüntüleri tenine yansıyan Jo’nun tam tersiydi. Emma geniş gülümsemesinin ve buzlu yaban mersinli içecek rengindeki asil gözlerinin ardına saklanıyordu. Emma’ya sarılmak için tezgâhın arkasından çıktım. Antiseptik ve lateks kokularının altında Emma daima şekerli kurabiye gibi kokardı. “Bana sarılmak yok mu?” diye sordu Jo. “Çocuk senin devasa göğsünde kaybolmaktan korkuyor,” diye cevap veren Steven, kendisine elinin tersiyle vurmaya hazırlanan Jo’yu başını eğerek savuşturdu. Emma beni bırakmadan önce iyice sıkarak soluksuz bıraktı. Arnold’ın sıranın arkasından göz ucuyla bana baktığını görünce tekrar yerime koştum. Emma, “Bugün nasılsın bebeğim?” diye sordu. Omuzlarımı silktim. “Hâlâ karbonhidrat yemiyor musun?” diye sordum. Emma başını iki yana sallayınca tabağına iki tane yumurta koydum. Jo, Emma’nın tabağına gizlice bir parça jambon koymaya çalıştı ama sandığı kadar sinsi değildi. “Jo, parmaklarını kırmadan önce hırsızlığa kalkışmaktan vazgeç,” dedi Emma. Jo’nun Emma’ya sataşmasına fırsat vermeden, “Ee,” diye araya girdim. Emma ufak tefek olmasına karşın azılı bir kavgacıydı. “Dün gece kayda değer bir şeyler oldu mu?” 25
Üç hemşire de tepsilerini kasaya doğru ittirmeden önce birbirlerine baktılar. Jo sanki mideye indirmek üzere olduğu yağ dolu yedi yüz kaloriyi dengeleyebilirmiş gibi, soğuk vitrinden bir meyve kâsesi aldı. Steven çöreğinin yarısını koparıp ağzına tıktı. Gözleriyle ikisini de hain olarak damgalayan Emma’nın pembe yüzü aydınlandı. “Bir adam geldi. Kolunda bir kesik vardı,” dedi ve Steven ile Jo’ya bakıp hızlıca gözlerini kırpıştırdı. Bu ikisinin Emma’nın konuyu beceriksizce değiştirmeye çalıştığını algılamaları biraz zaman aldı. Parmaklarını şaklatan Steven neredeyse portakal renkli tepsisini devirecekti. Anlaşılan soğukkanlılığından eser kalmamıştı. Ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra, “Tabii ya, şu Meksikalı adam. Kolu sargılı olan,” dedi. Jo ağzı sanki arılarla doluymuş gibi çekinerek güldü. “Bence kateteri gösterince adamı korkutup ülkesine dönmeye ikna ettin,” dedi. Aimee’ye kredi kartını uzattı ve “Yarın sabah görüşür müyüz Drew?” diye sordu. “Belki,” dedim. Son günlerde nadiren yorum yapıyordum. Steven önlüğünün belinden çıkardığı birkaç banknotu Aimee’ye uzatmadan önce, aldıklarını yazar kasaya girmesini bekledi. Acil servisin standart üniformaları dünya üzerindeki bütün hemşirelerin nefret ettikleri cırtlak bir fuşya rengindeydi. Steven ödeme yapması için kendisine yer açınca Emma iç geçirdi. “Dün gece getirdikleri oğlanın durumunu öğrenmek istiyorsun, değil mi?” dedi. Steven sözünü kesti. “Emma...” Hastalar hakkında konuşmayın: Kıdemsiz itfaiyeciyken bize öğrettikleri ilk şeylerden biri buydu. Bunu kafamıza kazımışlardı. İster doktor, ister hemşire ya da sağlık görevlisi olun, hastaların bakımıyla ilgisi olmayan hiç kimseyle 26
onlar hakkında konuşmamanız gerekiyordu. Gizlilik yasası ve benzerleri nedeniyle. Ama yanıklar içindeki oğlandan bahsetmekten bu sebeple çekindiklerinden şüpheliydim. “Nasılsa er ya da geç detayları duyacak.” Emma tekrar iç geçirdi. “Okulundan bazı çocuklar onu ateşe vermiş.” Cümle pat diye ağzından çıkmıştı. Üzerini şekerle süsleme gereği bile duymamıştı ki Emma şekere bayıldığı için bu tuhaf bir durumdu. “Oğlanın üzerine alkol döküp bir kibrit yakmışlar,” diye devam etti. Steven tıpkı ilk kez korku filmi izlediğimde annemin yaptığı gibi, beni dikkatle izliyordu. Rüya Terörü IX adlı filmi izlemek için haftalar boyunca anneme yalvarmıştım. Nihayet razı olduğunda yanıma oturmuş ve yarısını kapadığı gözünü filme, açıktaki gözünü de bana dikmiş ve filmin fazlasıyla korkunç olduğunu söylememi beklemişti. Asla geri adım atmadım ama bir ay boyunca kâbuslar gördüm. Eğer Steven yanıklar içindeki oğlanla ilgili kâbuslar göreceğimden korkuyorsa, artık çok geçti. Her neyse; olayın etkilerini gördüğüme göre sebebini de öğrenmekten zarar gelmezdi. “Onu neden yakmışlar?” diye sordum. Steven pes etti. “Polisler bunun bir nefret suçu olabileceğini söylüyorlar.” “Zaten bütün suçlar birer nefret suçu değil mi?” “Çünkü o eşcinsel,” dedi Steven. “Haa.” Şimdi Steven ve diğerlerinin bunu neden benden saklamak istediklerini anlamıştım. Olayı kişiselleştirmemi istemiyorlardı. Fakat birilerinin ona böyle bir şey yaptığını bilmek, önceki geceye dair anılara daha da trajik bir boyut kazandırıyordu. Sanki bu yeni bilgi, durumunun ciddiyetini yeniden ele almak üzere zamanda geriye gidiyordu. 27
Emma, “Onu tanıyor muydun?” diye sorunca nedenini merak ettim. Belki de duygularım yüzüme gereğinden fazla yansıyordu. “Hepimiz birbirimizi tanımıyoruz,” diyerek ona çıkıştım. Steven normal gülüşünden bir oktav daha yüksek bir tonda kıkırdayarak havayı yumuşatmaya çalıştı. Hepimiz bunun zoraki bir gülüş olduğunu biliyorduk ama yine de oyunu sürdürdük; Emma nasıl davranacağını kestiremediği için, ben de bu yeni bilgiye nasıl tepki vereceğimi bilmediğim için. Yanıklar içindeki oğlan sıradan bir hastane trajedisi değildi, bir dört Temmuz* kazası kurbanıydı. Bize saf bir öfkeyle bakmakta olan Jo’yu işaret ettim. “Yemekleriniz soğumadan önce yeseniz iyi olur,” dedim. Emma hiçbir şey olmamış gibi tepsisini eline aldı. Sanki oğlanın yanmış olması abartılacak bir şey değilmiş gibi. Keşke sırrını bilebilseydim. “Hoşça kal tatlım. Sonra görüşürüz,” dedi. Kayıtsızlığını taklit etmeye çalışarak, “Tabii,” diye cevap verdim. Steven olduğu yerde kaldı. Emma duyma mesafesinden çıkınca, “Bu şekilde öğrenmeni istemezdim,” dedi. “Onu tanımıyordum zaten,” dedim. Bu doğruydu, onu tanımıyordum ama bu durum acısının gerçekliğini hafifletmiyordu. “Gitmem gerek,” dedi Steven. “İyi olduğuna emin misin?” Yüzüme sahte bir gülümseme yapıştırıp gitmesi için elimi salladım. “İyiyim.” Steven onaylarcasına başını salladı ve Emma ile Jo’ya katılmak üzere arkasını döndü. Tam uzaklaşmak üzereyken pat diye sordum: “Adı neymiş?” * A.B.D.’nin kurtuluş günü. –çn 28
“Drew...” “Nasılsa öğrenirim.” Başını yana yatıran Steven, sarı renkli cıvık yumurtalarına baktı. “Rusty,” dedi. “Rusty McHale.” Ardından yerine oturdu ama artık iştahını kaybetmiş olduğunu fark ettim. Sıraya giren birkaç doktor ilginç bir yağ aldırma ameliyatı hakkında çene çalmaya başlayınca konuşmaları dinlemeyi bıraktım. Artık yanan oğlanın bir adı vardı. O sırada ne yaptığını merak etmeye başladım ve Azrail’in köşedeki masasından kalktığını fark ettim. Uzun, koyu renkli bacakları vardı ve boynuna çiçek desenli bir eşarp bağlamıştı. Uzaklaşmadan önce boş kaplarını düzenli bir şekilde toplayıp çöpe attı. Yanan oğlanı ziyaret etmemesini umdum. Rusty. “Onu tanıyor musun?” diye sordu Aimee. İlk defa tek seferde bu kadar çok kelime kullandığını duyuyordum. Aimee iki heceli sözcükler diyarında, evet ve hayırlardan ibaret bir evde yaşıyordu. Azrail’in boşalan masasına bakıp, “Hayır,” dedim. “Ve kendisiyle tanışmamak için ne gerekirse yapacağım.”
29
30
31