ANNA VE FRANSIZ ÖPÜCÜĞÜ - Ön Okuma

Page 1


Anna ve Fransız Öpücüğü Özgün Adı | Anna and the French Kiss Stephanie Perkins Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Tuğçe Nida Sevin Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz 1. Baskı, Ağustos 2017, İstanbul ISBN: 978-605-9585-62-0 Türkçe Çeviri © Su Akaydın, 2017 © Yabancı Yayınları, 2017 © Stephanie Perkins, 2010 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Nurcihan Kesim Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.

YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652


Çeviren

Su Akaydın


.


En iyi arkadaşım ve gerçek aşkım Jarrod’a


.


bölüm bir Fransa hakkında bildiklerim şunlardı: Madeline ve Amélie ve Moulin Rouge. Eyfel Kulesi ve Zafer Takı, fakat ikisinin de işlevi hakkında hiçbir fikrim yoktu. Napoleon, Marie Antoinette ve adları Louis olan bir sürü kral. Onların ne yaptıklarından da pek emin değildim fakat Fransız Devrimi’yle, devrimin de Bastille Günü’yle bir alakası vardı galiba. Sanat müzesinin ismi Louvre’dı ve piramit şeklindeydi ve Mona Lisa’nın yanı sıra kolları olmayan bir kadın heykeli de orada yaşıyordu. Her köşe başında kafeler ya da bistro dedikleri yerler vardı. Ve de pantomimler. Fransız mutfağı güzel diyorlardı ve insanları ise litrelerce şarap ve bir ton sigara içiyordu. Amerikalıları ve beyaz spor ayakkabıları sevmediklerini duymuştum. Birkaç ay önce babam beni bir yatılı okula yazdırmıştı. Telefonun öbür tarafından parmaklarıyla havada tırnak işareti yaptığını duyabiliyordum ve yurtdışında yaşamayı “iyi bir hayat deneyimi” ile “sonsuza kadar değerini bileceğim bir yadigâr” olarak betimlemişti. Aynen. Yadigâr. Eğer heyecandan aklımı kaçırmıyor olsaydım kelimeyi yanlış kullandığını söylerdim. Haberi verdiğinden beri bağırmayı, yalvarmayı, uzlaşmayı ve ağlamayı denedim fakat hiçbir şey fikrini değiştirmedi. 7


Şimdiyse yeni bir öğrenci vizem ve pasaportum vardı. İkisi de ben, Anna Oliphant’ın, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olduğunu söylüyordu. Şimdi ise annemlerle beraber, valizimden daha küçük bir odada eşyalarımı yerleştiriyordum. Paris Amerikan Okulu’nun en yeni lise son öğrencisiydim. Nankör olduğumdan da değil. Yani, Paris’ten bahsediyoruz burada. Işıklar Şehri! Dünyanın en romantik şehri! Bunlara karşı duyarsız değildim fakat bütün bu yurtdışında yatılı okulda okuma muhabbeti benden çok babamla ilgiliydi. Babam ruhunu satıp uyduruk romanlar yazmaya başladığından ve kitapları daha da uyduruk filmlere uyarlandığından beri zengin, havalı New Yorklu arkadaşlarına ne kadar kültürlü ve zengin olduğunu göstermek istiyordu. Babam kültürlü değildi fakat zengindi. Bu hep böyle değildi. Annemler hâlâ evliyken, orta direk sayılırdık. Tam boşanmaları esnasında babam mantığını kaybetti ve bir sonraki en iyi Güneyli yazar olma hayalinin yerine, yayımlanan bir sonraki yazar olma isteği geldi. Böylece Georgia’nın ufak kasabalarının birinde, Amerikan Değerleri’ne göre yaşayan ve birbirine Âşık Olan sonra da Ölümcül Hastalıklara yakalanıp Ölen insanlar hakkında romanlar yazmaya başladı. Çok ciddiyim. Bu beni inanılmaz depresyona soksa da hanımlar romanları yalayıp yutuyordu. Babamın romanlarına, giydiği yün kazaklara, bembeyaz gülümsemesine ve turuncu bronz tenine âşıktılar. Böylece babamın romanlarını çoksatanlara, babamı ise tam bir pisliğe çevirdiler. Kitaplarından ikisi filme uyarlandı ve üç tanesinin de filmi yapım aşamasındaydı. Asıl parayı da oradan kazanıyordu. Hollywood’dan. Bu fazladan para ve çakma-rütbesi beynini, beni Fransa’ya yollamaya ikna etti. Bir seneliğine. Tek başıma. Beni neden Avustralya’ya ya da İrlanda’ya ya da İngilizcenin anadil olduğu başka bir ülkeye yollamadı anlamıyordum. Bildiğim tek Fransızca kelime oui idi, “evet” anlamına geliyordu ve o-u-i 8


diye yazıldığını, v-i-i diye yazılmadığını daha yeni öğrenmiştim. En azından yeni okulumdakiler İngilizce konuşuyordu. Okul, kendi çocuklarıyla yaşamak istemeyen kendini beğenmiş Amerikalılar için kurulmuştu. Hadi ama. Kim çocuğunu yatılı okula yollardı ki? Tam Hogwarts kafası. Fakat benimkinde tatlı büyücü oğlanlar, büyülü şekerlemeler ve uçma dersleri yoktu. Onun yerine doksan dokuz öğrenci ile baş başa kalmıştım. Atlanta’daki dönemimdeki altı yüz öğrenciye karşı son sınıf öğrencilerinin tamamı yirmi beş kişiydi. Ayrıca Clairemont Lisesi’nde okuduğum şeylerin aynılarını okuyacaktım, tek fark ek olarak birinci sınıf Fransızca dersine kaydedilmiş olmamdı. Evet. Birinci sınıf Fransızcası. Muhtemelen lise bir öğrencileriyle alacaktım. Nasıl havalıyım belli değil. Annem, acilen iğneleyici konuşmayı bırakmam gerektiğini söylüyordu. Fakat mükemmel en iyi arkadaşı Bridgette’ı arkada bırakıp giden o değildi. Ya da Royal Midtown 14 Sineması’ndaki mükemmel işini. Ya da Toph’u. Royal Midtown 14 Sineması’nda çalışan mükemmel çocuğu. Ayrıca hâlâ annemin beni erkek kardeşim Sean’dan ayırdığına inanamıyordum. Daha yedi yaşındaydı ve okuldan sonra evde tek başına bırakılamayacak kadar küçüktü. Ben olmadan muhtemelen sokağın sonunda oturan ve pencerelerinden kirli Coca Cola havluları sarkan ürkütücü adam tarafından kaçırılırdı. Ya da Seany yanlışlıkla içinde kırmızı boya maddesi olan bir şey yiyecekti ve boğazı şiştiğinde onu acile götürecek kimse olmayacaktı. Ölebilirdi bile. İddiaya girerim cenazesi için oraya uçmama izin vermezlerdi ve mezarına bir sene sonra tek başıma gitmek zorunda kalırdım ve babamın, mezarının üstüne korkunç ötesi mermerden bir bebek melek yaptırmış olduğunu görürdüm. Umarım babam üniversiteyi Rusya ya da Romanya’da okuyacağımı düşünmüyordur. Hayalim California’da film teorisi okumaktı. Ülkemizin en iyi kadın film eleştirmeni olmak istiyordum. Bir gün bütün festivallere davet edilecektim ve önemli bir 9


gazetede bir köşem, havalı bir televizyon programım ve saçma derecede popüler bir internet sitem olacaktı. Şimdiye kadar sadece internet sitemi açabildim ve pek de popüler değil. En azından şimdilik. Üstünde çalışmak için biraz zamana ihtiyacım vardı o kadar. “Anna, zamanı geldi.” “Ne?” Mükemmel kareler şeklinde katladığım tişörtlerimden başımı kaldırdım. Annem bana bakıyor ve kolyesindeki ufak kaplumbağa boncuğuyla oynuyordu. Turuncu polo bir tişört ve beyaz makosen ayakkabılar giyen babam yurt odamın penceresinden dışarı bakıyordu. Saat geç olmuştu ama kadının biri dışarıda bir yerde opera aryası gibi bir şey söylüyordu. Annemlerin otel odalarına geri dönmeleri gerekiyordu. İkisi de yarın sabah erkenden geri uçuyorlardı. “Aa.” Elimdeki tişörtü biraz daha sıkı tuttum. Babam pencereden ayrıldı. Gözlerinin dolmuş olduğunu görünce gerildim. Babamın, babam olmasına rağmen, ağlamanın eşiğinde olduğunu görmek boğazımın düğümlenmesine neden oldu. “Ee evlat. Koca kadın oldun artık galiba.” Vücudum donup kaldı. Kaskatı kesilmiş bedenime kocaman sarıldı. Tutuşu ürkütücüydü. “Kendine dikkat et. Sıkı çalış ve arkadaş edin. Kapkaççılara da dikkat et,” diye ekledi. “Bazen iki kişi çalışılar.” Omzuna doğru başımı salladım. Beni bıraktı. Sonra da gitti. Annem geride kaldı. “Burada mükemmel bir sene geçireceksin,” dedi. “Bundan eminim.” Titrememesi için dudağımı ısırdım ve annem beni kollarına aldı. Nefes almaya çalıştım. Nefes al. Üçe kadar say. Nefes ver. Teni greyfurt ve vücut kremi gibi kokuyordu. “Eve varır varmaz seni arayacağım,” dedi. Ev. Atlanta artık evim değildi. “Seni seviyorum Anna.” Artık ağlıyordum. “Ben de seni seviyorum. Benim yerime 10


Seany’ye bak olur mu?” “Tabii ki.” “Ve Kaptan Jack’e,” dedim. “Sean’un ona yemini verdiğinden, kafesin tabanını temizlediğinden ve suluğunu doldurduğundan emin ol. Ve ona çok fazla atıştırmalık vermemesine de dikkat et, onu şişmanlatıyorlar. Sonra iglosundan çıkamaz. Ama günde birkaç tane verdiğinden de emin ol çünkü C vitaminine ihtiyacı var ve damlatılan vitaminden kullanıldığında suyunu içmiyor…” Annem beni geri itti ve sarıya boyalı perçemimi kulağımın arkasına sıkıştırdı. “Seni seviyorum,” dedi tekrar. Ve sonra annemin yapmasını beklemediğim bir şey yaptı. Bütün o imzalanması gereken kâğıtlardan, uçak biletlerinden, sunumlardan sonra bile bunu beklemiyordum. Bir sene sonra üniversite için evden ayrıldığımda olacak bir şeydi zaten. Fakat kaç gün, ay ya da senedir bunun hayaliyle yaşamış olsam da gerçekleştiği an için kendimi hazırlamamıştım. Annem gitmişti. Yalnızdım.

11


bölüm iki Geldiğini hissedebiliyordum ama durduramıyordum. Panik. Beni bıraktılar. Ebeveynlerim beni gerçekten bıraktılar! Hem de Fransa’da! Öte yandan Paris ilginç bir şekilde sessizdi. Opera şarkıcısı bile paydos etmişti. Şu an kendimi kaybedemem. Yurdun duvarları yara bandından da inceydi, o yüzden eğer sinir krizi geçirirsem komşularım, yani yeni sınıf arkadaşlarım, her şeyi duyacaktı. Kusacaktım. Akşam yemeğinde yediğim o tuhaf patlıcan yemeğini kusacaktım ve herkes duyacaktı ve kimse beni pantomimlerin görünmez kutularından kaçışını izlemeye davet etmeyecekti. Ya da burada insanlar boş zamanlarında ne yapıyorlarsa ona. Yüzüme su çarpmak için ufak lavaboma koştum. Fakat su aniden fışkırınca tişörtümü sırılsıklam etti. O yüzden artık daha da kötü ağlıyordum çünkü havlularımı daha valizimden çıkarmamıştım ve ıslak kıyafetler bana Bridgette ve Matt’in beni zorla götürdüğü, suyun tuhaf bir renkte, tuhaf koktuğu ve içinde milyonlarca bakterinin olduğu Six Flags’in su içindeki hızlı trenlerini hatırlatıyordu. Aman Tanrım. Ya buradaki suda milyonlarca mikrop vardıysa? Fransız musluk suyu içilebilir miydi? Acınası. Çok acınasıyım. 12


Hangi on yedi yaşındaki ergen evden uzaklaşmak istemez ki? Komşularım sinir krizi geçirmemi beklemiyordur. Onların odalarından herhangi bir ağlama sesi gelmiyordu. Yataktan bir tişört alıp kendimi kurularken aklıma bir çözüm geldi. Yastığım. Sesimi emen yastığıma yüzüstü atlayıp hüngür hüngür ağladım. Birisi kapımı çalıyordu. Hayır. Benim kapım olamazdı. Tekrar çaldı! Koridordan, “Merhaba?” diyen bir kız sesi geldi. “Merhaba? İyi misin?” Hayır, iyi değilim. GİT BURADAN. Fakat tekrar seslendi. Ben de yatağımdan sürünerek çıkıp kapıyı açmaya mecbur kaldım. Uzun sarı bukleleri olan bir kız öbür tarafta beni bekliyordu. Uzun boylu ve iri yarıydı fakat kilolu anlamında iri yarı değildi. Voleybolcular gibi iri yarıydı. Elmas gibi bir hızma koridor ışığında parıldıyordu. “İyi misin?” Sesi şefkatliydi. “Ben Meredith, yan odada kalıyorum. O gidenler annenler miydi?” Şişmiş gözlerim tahminini doğru çıkarıyordu. “İlk gecemde ben de ağlamıştım.” Başını yana eğdi, bir anlığına düşündü sonra başını salladı. “Hadi gel. Chocolat chaud.” “Çikolata şovu mu?” Neden bir çikolata şovu izlemek isteyeyim ki? Annem beni terk etmişti ve odamdan çıkmaya korkuyordum ve… “Hayır.” Gülümsedi. “Chaud. Sıcak. Sıcak çikolata yani. Odamda bize sıcak çikolata hazırlayabilirim.” Haa. Her şeye rağmen, onu takip ettim. Meredith beni trafik polisi gibi elini öne uzatarak durdurdu. Beş parmağına da yüzük takmıştı. “Anahtarını unutma. Kapılar otomatik olarak arkandan kilitlenir.” “Biliyorum.” Bildiğimi kanıtlamak için tişörtümün altından anahtarların takılı olduğu kolyemi çıkardım. Anahtarları zincire, geçtiğimiz hafta sonu yeni öğrencilere verilen Hayatta Kalma 13


Semineri’nde bize kapıda kalmanın ne kadar kolay olduğunu anlatmalarından sonra takmıştım. Odasına girdik. Şok geçirdim. Aynı benim odam kadar küçük, üçe üç metre genişliğindeydi ve içinde aynı küçücük çalışma masası, küçücük şifoniyer, küçücük yatak, küçücük buzdolabı, küçücük lavabo ve küçücük duşa kabin vardı. (Küçük bir tuvalet yoktu, onlar koridorun sonunda ortak kullanılıyordu.) Fakat… benim çıplak duvarlarıma kıyasla onun duvarlarının ve tavanının her santimi posterler, fotoğraflar, parlak hediye kâğıtları ve üstünde Fransızca yazılar olan canlı renklerde ilanlarla kaplıydı. “Ne kadar süredir buradasın?” diye sordum. Meredith bana bir peçete uzattı, ben de burnumu sildim. Kızgın bir kaz gibi ses çıkararak sesli bir şekilde sümkürdüm fakat Meredith suratını asmadı ya da tepki vermedi. “Dün geldim. Buradaki dördüncü senem. O yüzden herhangi bir seminere katılmama gerek yoktu. Buraya tek başıma uçtum o yüzden tek başıma takılıyordum ve arkadaşlarımın gelmesini bekliyordum.” Elleri belinde, eserine hayranlıkla bakarak etrafta göz gezdirdi. Yerde bir deste dergi, bir makas ve biraz yapışkan gördüm ve eserinin daha bitmemiş olduğunu fark ettim. “Fena değil, değil mi? Beyaz duvarlardan pek hoşlanmam.” Odasını dolaştım ve her şeyi inceledim. Çoğu suratın aynı beş kişiye ait olduğunu fark ettim: John, Paul, George, Ringo ve tanımadığım bir futbolcu. “Beatles’ı çok dinlerim. Arkadaşlarım benimle dalga geçer ama…” “Bu kim?” Futbolcuyu işaret ettim. Kırmızı ve beyaz giymişti ve koyu renk kaşları ve saçı vardı. Tipi fena değildi açıkçası. “Cesc Fàbregas. Tanrım, çok iyi pas veriyor. Arsenal için oynuyor. İngiliz futbol takımı olan hani? Bildin mi?” Başımı iki yana salladım. Sporu pek takip etmezdim fakat belki de etmeliydim. “Güzel bacakları varmış ama.” “Değil mi? O uyluklarla çivi çakarsın resmen.” 14


Meredith chocolat chaud hazırlarken, onun da son sınıf olduğunu ve okulun kendi programı olmadığından sadece yazları futbol oynadığını ama Massachusetts’te eskiden yıldız takımında oynadığını öğrendim. Oradan geliyordu, Boston’dan. Onu soru yağmuruna tutmama ya da eşyalarını karıştırmama da sesini çıkarmıyordu. Odası inanılmazdı. Duvarına yapıştırdıklarının yanı sıra, onlarca porselen çay fincanı vardı ve içleri plastik simli yüzükler, gümüş yüzükler, kehribar taşları ve içlerine çiçek sıkıştırılmış cam yüzüklerle doluydu. Sanki senelerdir burada yaşıyormuş gibi duruyordu. Üstüne lastik bir dinozor yapıştırılmış bir yüzüğü denedim. Sıkıştırınca T-rex kırmızı, sarı ve mavi renklerde yanıp sönüyordu. “Keşke benim de odam böyle olsa.” Çok sevmiştim ama böyle bir odaya sahip olamayacak kadar titizdim. Temiz duvarlara, temiz bir masaya ve her şeyin yerine kaldırılmış olmasına ihtiyacım vardı. Meredith iltifatıma sevinmiş gibi görünüyordu. “Bunlar arkadaşların mı?” Dinozoru tekrar fincana geri koydum ve aynaya kıstırılmış bir fotoğrafı işaret ettim. Fotoğraf gri ve karanlıktı, parlak bir kâğıda basılmıştı. Okulun fotoğrafçılık dersinde yapılmış olduğu açıktı. Dört kişi kocaman, içi boş bir küpün önünde duruyordu ve giydikleri havalı siyah kıyafetlere ve dağınık saçlara bakılırsa Meredith’in havalı sanatçı çocukların grubuna dahil olduğu belli oluyordu. Bir sebepten dolayı buna şaşırdım. Odasının sanatsal şeylerle dolu olduğunu biliyordum ve parmaklarında bir sürü yüzük, burnunda da hızma vardı fakat gerisi çok düzenliydi. Açık mor bir süveteri, ütülenmiş kotu ve yumuşak bir sesi vardı. Bir de şu futbol oynuyor olması meselesi vardı ama erkeksi de davranmıyordu. Meredith kocaman gülümsedi ve burnundaki hızma parladı. “Evet. Ellie onu La Défense’ın önünde çekmişti. Bunlar Josh, St. Clair, ben ve Rashmi. Onlarla yarın kahvaltıda tanışırsın. Yani, Ellie dışında herkesle. O geçen sene mezun oldu. 15


Kasılmış olan midem rahatlamaya başlamıştı. Onlarla oturmaya mı davet etmişti beni? “Fakat onunla yakında tanışacağından eminim. St. Clair ile çıkıyorlar. Şimdiyse Parsons Paris’te fotoğrafçılık okuyor.” İsmini hiç duymamıştım ama bir gün ben de oraya yazılmayı planlamışım gibi başımı salladım. “Gerçekten çok yetenekli.” Sesindeki gerginlik tam aksini düşünüyormuş gibi bir izlenim bırakıyordu ama üstelemedim. “Josh ve Rashmi de beraber,” diye ekledi. Haa. Meredith yalnızdı anlaşılan. Ne yazıkki onu anlayabiliyordum. Eskiden benim orada, Matt diye bir arkadaşımla beş ay çıkmıştım. Uzunumsu, komiğimsiydi ve güzelimsi saçı vardı. Şu, “etrafta daha iyi bir seçenek olmadığına göre, öpüşmek ister misin?” durumlarındandı. Tek yaptığımız öpüşmek olmuştu ve o bile çok iyi değildi. Fazla tükürüklüydü. Her defasında çenemi silmem gerekmişti. Fransa’ya gideceğimi öğrendiğimde ayrıldık fakat pek büyük bir ayrılık olmamıştı. Ağlamamıştım ve ona ağlamaklı mesajlar atmamış, annesinin arabasını sinirle çizmemiştim. Şimdiyse Cherrie Milliken ile beraberdi. Cherrie korodaydı ve şampuan reklamlarına layık saçları vardı. Beraber olmalarını umursamıyordum bile. Yani… pek umursamıyordum. Ayrıca ayrılmış olmamız, sinemadaki iş arkadaşım Toph’u kesmem için fırsat vermişti. Matt’le beraberken de onu kesmediğimden değil de, anladınız işte. Yine de kendimi suçlu hissediyordum. Yazın sonuna doğru Toph’la bir şeyler yaşamaya başlamıştık. Fakat bir tek Matt’le çıkmıştım ve o bile tam sayılmazdı. Ona bir keresinde yaz kampında Stuart Thistleback diye bir çocukla çıktığımı söylemiştim. Stuart Thistleback’in kızılmsı kahverengi saçları vardı, kontrbas çalıyordu ve birbirimize inanılmaz âşıktık ama o Chattanooga’da yaşıyordu ve daha ehliyetimiz yoktu. Matt bunları uydurduğumu biliyordu fakat bunu yüzüme vurmayacak kadar nazikti. 16


Tam Meredith’e hangi dersleri aldığını sormak üzereydim ki, telefonu “Strawberry Fields Forever” şarkısıyla çalmaya başladı. Gözlerini devirdi ve telefonunu açtı. “Anne burada saat geceyarısı oldu. Altı saatlik zaman farkı var hatırladın mı?” Sarı bir denizaltı* şeklindeki alarmına baktım ve haklı olduğunu görünce şaşırdım. Uzun zamandır boş olan kupamı şifoniyere bıraktım. “Gitsem iyi olur,” diye fısıldadım. “O kadar uzun kaldığım için özür dilerim.” Meredith, “Bir saniye,” deyip telefonun mikrofonunu eliyle kapadı. “Seninle tanıştığıma sevindim. Kahvaltıda görüşürüz, olur mu?” “Evet, evet. Görüşürüz.” Bunu rahatça söylemeye çalıştım ama davetine o kadar sevinmiştim ki odasından sekerek çıkıp güm diye dışarıdaki duvara tosladım. Eyvah! Duvar değil bir çocuğa. “Ahhh.” Geriye doğru tökezledi. “Özür dilerim! Gerçekten çok özür dilerim. Orada olduğunu görmedim.” Kafası karışmış bir şekilde başını salladı. Onun hakkında fark ettiğim ilk şey saçı oldu. Aslında herkeste fark ettiğim ilk şey saçları olurdu. Koyu kahverengi ve dağınıktı ve bir şekilde aynı anda hem uzun hem de kısaydı. Meredith’in odasında gördüğümden aklıma Beatles geldi. Sanatçı saçıydı. Müzisyen saçıydı. Umursamıyormuş-gibi-görünüyorum-ama-aslında-gerçektenumursuyorum saçıydı. Güzel saçtı. “Önemli değil. Ben de seni görmedim. İyi misin peki?” Aman Tanrım. İngiliz aksanı vardı. “Şey. Mer burada mı kalıyor?” Gerçekten, İngiliz aksanına tav olmayan tek bir Amerikalı kız tanımıyordum. Oğlan boğazını temizledi. “Meredith Chevalier? Uzun boylu? Gür kıvırcık saçları var?” Sonra bana Oliphant Ninem gibi yarı * (İng.) Yellow Submarine, the Beatles’ın bir şarkısı ve şarkının ismi sarı denizaltı anlamına gelmektedir. –çn

17


deli yarı sağırmışım gibi baktı. Ne zaman, “Salatana ne dökeyim?” ya da “Dedemin takma dişlerini nereye kaldırdın?” diye sorsam başını sallar ve gülümserdi. “Özür dilerim.” Benden geriye doğru ufak bir adım attı. “Yatmaya gidiyordun galiba.” “Evet! Meredith burada kalıyor. Son iki saattir onunla beraberdim.” Bunu, kardeşim Sean arka bahçemizde ne zaman iğrenç bir şeyi keşfetse takındığı gururla söyledim. “Ben Anna! Burada yeniyim!” Aman Tanrım. Bu. Ürkütücü. Heyecanım da. Neyin nesi. Utançtan yanaklarım âdeta alevlendi. Güzel oğlan bana eğlenmiş bir şekilde sırıttı. Dişleri mükemmeldi. Üstleri düz, alttakiler biraz yamuktu ve üst dişleri alttakilerden çok hafifçe öndeydi. Böyle gülümsemelere bitiyordum çünkü kendi dişlerim kâbus gibiydi. Ön dişlerim arasında resmen kuru üzüm büyüklüğünde bir aralık vardı. “Étienne,” dedi. “Bir üst katta kalıyorum.” “Ben de burada kalıyorum.” Salak gibi kapımı işaret ederken aklım çorba oluyordu: Fransız ismi, İngiliz aksanı vardı ve Amerikan okulunda okuyordu. Anna’nın ise kafası karışmıştı. Meredith’in kapısını iki kez tıklattı. “Görüşürüz o halde Anna.” E-ti-yen ismimi şöyle telaffuz etmişti: Aa-nna. Kalbim göğsümde küt küt atıyordu. Meredith kapıyı açtı. “St. Clair!” diye ciyakladı. Hâlâ telefonda konuşuyordu. Gülüşüyor, sarılıyor ve birbirlerinin sözünü keserek konuşuyorlardı. “İçeri gir! Uçuş nasıldı? Ne zaman geldin? Josh’u gördün mü? Anne kapatmam lazım.” Meredith’in telefonuyla kapısı aynı anda kapandı. Kolyemdeki anahtarla cebelleştim. Birbirinin aynısı pembe bornoz giymiş iki kız, gülerek ve dedikodu yaparak arkamdan geçti. Koridorun sonundaki bir grup oğlan gülüşüp uzaktan laf attı. Meredith ve arkadaşının kahkahalarını ince duvarın arkasından duyabiliyordum. Kalbim sıkıştı ve midem tekrar gerildi. Ben hâlâ yeni kızdım. Hâlâ yalnızdım.

18


bölüm üç Ertesi sabah Meredith’in odasına uğramayı düşündüm fakat korkup kahvaltıya tek başıma gitmeye karar verdim. En azından kafeteryanın nerede olduğunu biliyordum. (Hayatta Kalma Semineri: 2. Gün) Yemek kartımı yanıma aldığımı iki kez kontrol ettikten sonra Hello Kittyli şemsiyemi açtım. Dışarıda hafif yağmur çiseliyordu. Bugün benim için okulun ilk günüydü ve bu, havanın umurunda değildi anlaşılan. Sohbet eden bir grup öğrenciyle karşıya geçtim. Beni fark etmiyorlardı fakat beraber su birikintilerinin üstünden zıplıyorduk. Kardeşimin oyuncağı olabilecek kadar küçük bir araba yanımızdan geçip gözlüklü bir kızı ıslattı. Kız küfredince arkadaşları onunla dalga geçti. Geride kaldım. Şehir parlak bir griye bürünmüştü. Kapalı hava ve taş binalar soğuk bir zarafet yayıyordu fakat karşımdaki Pantheon ışıldıyordu. Devasa kubbesi ve inanılmaz sütunları mahallenin tepesine yükseliyordu. Onu her gördüğümde bakışlarımı üzerinden alamıyordum. Sanki antik Roma’dan ya da Capitol Tepesi’nden fırlamış gibi duruyordu. Sınıfımın penceresinden görebileceğim bir şey değil gibiydi. 19


Neden orada olduğunu bilmiyordum ama birinin bana yakında açıklayacağından emindim. Ben, Paris’in Latin semtinde veya bir başka deyişle beşinci arrondissement’da yaşıyordum. Cep sözlüğüme göre bu kelime bölge demekti ve arrondissement’ımdaki binalar birbirlerine bitişikti, düğün pastalarındaki gibi yumuşak bir kıvrımla köşeleri dönüyorlardı. Kaldırımlar öğrenci ve turist kaynıyordu ve boylu boyunca birbirinin aynısı banklar, motifli kaldırım ışıkları, etrafları metal ızgaralarla çevrili ağaçlar, Gotik katedraller, ufacık crêperieler*, kartpostal stantları ve kıvrımlı demir balkonlar diziliydi. Eğer tatil için gelmiş olsaydım muhtemelen bütün bunları çok hoş bulacaktım. Eyfel Kulesi’nin bir anahtarlığını alır, kaldırımların fotoğraflarını çeker ve bir tabak salyangoz sipariş ederdim. Fakat buraya tatile gelmemiştim, yaşamaya gelmiştim ve kendimi küçücük hissediyordum. Amerikan Okulu’nun ana binası, lise üç ve dördüncü sınıfa gidenlerin yurdu olan Lambert Yurdu’ndan sadece iki dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Girişi büyük bir kemer şeklindeydi ve ardında da güzelce biçilmiş ağaçlarla dolu bir bahçe vardı. Her katın penceresinin etrafına sardunyalar ve sarmaşıklar tutunmuş ve benim üç katım büyüklüğümdeki koyu yeşil kapıların ortasına büyüleyici aslan kafaları oyulmuştu. Kapıların iki tarafında da kırmızı, beyaz ve mavi birer bayrak asılıydı. Biri Fransız bayrağı diğeri Amerikan. Film setine benziyordu. Küçük Prenses, Paris’te geçseydi anca böyle olurdu. Böyle bir okul nasıl gerçek olabilirdi? Ve nasıl olurda burada okuyordum? Babam buraya ait olduğumu düşünüyorsa deli olmalıydı. Ben şemsiyemi kapatmaya ve bir yandan ağır tahta kapılardan birini popomla açmaya çalışırken, çakma sörfçü saçlı havalı bir çocuk yanımdan geçti. Şemsiyeme çarpıp bana tip tip baktı. Sanki: (1) Bir bebeğinki kadar bir sabra sahip olması benim suçummuş gibi ve (2) Zaten yağmurdan çoktan sırılsıklam olmamış gibi davranıyordu. * (Fr.) Krep yapan kafeler. –çn

20


Paris iki puan kaybetti. Al sana, Havalı Çocuk. İlk katın tavanı inanılmaz yüksekti ve aşağıya, birbirleriyle flört eden su perileriyle ve şehvetli satirlerle donatılmış şamdanlar sarkıyordu. Havada hafif bir portakallı deterjan ve tahta kalemi kokusu vardı. Lastik tabanlı ayakkabıların gıcırtılarını kafeteryaya doğru takip ettim. Altımızda iç içe geçmiş serçelerden oluşan mermerden mozaikler vardı. Holün sonunda duvara varaklı bir saat monte edilmişti ve saat başı çalıyordu. Okulun tamamı hem ürkütücü ama bir o kadar da etkileyiciydi. Burası kişisel korumaları ve Shetland tayları olan öğrenciler için olması gerekirdi, kıyafetlerinin çoğunu Target’tan satın alan biri için değil. Okul turunda görmüş olmama rağmen kafeteryayı görünce olduğum yere mıhlandım. Eskiden, ağartıcı ve terli çorap kokan spor salonundan devşirme bir kafeteryada yemek yerdim. Uzun masalara yapışık bankları, karton bardakları ve plastik pipetleri vardı. Kasada duran boneli teyzeler aynı zamanda dondurulmuş pizza, dondurulmuş patates kızartması ve dondurulmuş tavuk nugget verir, kola makinesi ile abur cubur otomatı da besin ihtiyacımın kalanını karşılardı. Fakat bu… Bu âdeta bir restorandı. Holün tarihi şatafatının aksine kafeterya şık ve moderndi. Yuvarlak huş masalarla ve tepeden sarkan sepetlerin içinde bitkilerle doluydu. Duvarlar turuncu ve yeşildi. Beyaz şef şapkalı şık, Fransız bir adam ilginç bir şekilde taze görünen yemekler servis ediyordu. Bir sürü içecek seçeneği sunulmuştu; çok şekerli, çok kafeinli kolalar yerine şişelerce meyve suyu ve çeşitli maden suları vardı. Sırf kahve için kurulmuş bir masa vardı. Kahve. Clairmont’ta, okul içinde servis edilecek kahve için ölüp bitecek, Starbucks düşkünü bir sürü öğrenci tanıyordum. Sandalyeler çoktan, şeflerin bağırışlarını ve tabak çanak (plastik değil porselen) seslerini bastıracak şekilde konuşup dedikodu yapan öğrencilerle doluydu. Kapıda durdum. Öğrenciler yanımdan geçip sağa sola gidiyordu. Göğsüm sıkıştı. Önce boş 21


bir masa mı bulmalıydım yoksa kahvaltımı mı almalıydım? Ayrıca menü Fransızcayken nasıl sipariş verecektim? Biri bana seslenince şaşırdım. N’olur, n’olur, n’olur… İnsan kalabalığının içinden kafeteryanın öbür tarafından biri bana, beş parmağı da yüzüklü bir el sallıyordu. Meredith yanındaki boş bir sandalyeyi gösterdi, ben de o tarafa doğru minnettar ve inanılmaz rahatlamış bir şekilde yola koyuldum. “Beraber buraya yürümek için kapını çalacaktım ama geç kalkanlardan olup olmadığını bilemedim.” Meredith’in kaşları endişeyle çatıldı. “Üzgünüm, kapını çalmam gerekirdi. Kaybolmuş görünüyorsun.” “Bana yer tuttuğun için teşekkürler.” Eşyalarımı yere koydum ve sandalyeye oturdum. Masada iki kişi daha vardı ve evvelki gece söylediği gibi, ikisi de aynasına iliştirilmiş fotoğrafta gördüğüm iki kişiydi. Tekrar gerildim ve ayağımın dibindeki çantamla uğraştım. “Bu Anna, size bahsettiğim kız,” dedi Meredith. Uzun boylu, kısa saçlı ve uzun burunlu bir çocuk, kahve bardağıyla bana selam verdi. “Ben Josh,” dedi. “Bu da Rashmi.” Yanında oturan ve çocuğun diğer elini hırkasının ön cebinin içinden tutan kızı işaret etti. Rashmi’nin mavi çerçeveli gözlükleri ve beline kadar gelen gür siyah saçları vardı. Beni neredeyse dikkate almıyordu bile. Önemli değil. Sorun değil. “St. Clair dışında herkes burada.” Meredith kafeteryaya göz atmak için boynunu uzattı. “O, genelde geç gelir.” “Her zaman,” diye düzeltti onu Josh. “Her zaman geç gelir.” Boğazımı temizledim. “Galiba dün gece onunla tanıştım. Koridorda.” “Güzel saçlı ve İngiliz aksanlı mıydı?” diye sordu Meredith. “Şey, evet. Galiba.” Sesimi normal tutmaya çalıştım. John sırıttı. “Herkes St. Clair’e ââââşık.” “Öf kes sesini,” dedi Meredith. 22


“Ben değilim.” Rashmi ilk kez bana baktı ve kendi erkek arkadaşına âşık olabilir miyim diye beni tarttı. Josh, Rashmi’nin elini bıraktı ve abartılı bir şekilde iç çekti. “Ben âşığım ama. Onu yıl sonu balosuna davet edeceğim. Bu sene olacak, hissediyorum.” “Bu okulda yıl sonu balosu mu var?” diye sordum. “Tanrım, hayır,” dedi Rashmi. “Tabii Josh. Sen ve St. Clair uyumlu smokinler içinde çok tatlı gözükürsünüz.” “Kuyruklu.” İngiliz aksanı benim ve Meredith’in yerinden zıplamasına sebep oldu. Koridordaki çocuk. Yakışıklı çocuk. Saçları yağmurdan dolayı nemliydi. “Smokinlerimizin kuyruklu olması konusunda ısrar ediyorum. Yoksa sana aldığım çiçeği Steve Carver’a veririm.” “St. Clair!” Josh yerinden fırladı ve birbirlerine erkeklerin tipik sarılması olan sırta iki pat pat yaparak sarıldılar. “Öpücük yok mu? Alınıyorum dostum.” “Hanımı sinirlendirir diye düşündüm. İlişkimizi daha bilmiyor.” “Aman,” dedi Rashmi ama gülümsüyordu. Gülümsemek ona yakışıyordu. Dudaklarının kenarını bu şekilde daha sık kullanmalıydı. Koridordaki Yakışıklı Çocuk (Ona Étienne diye mi yoksa St. Clair diye mi hitap etmem gerekiyordu?) çantasını yere bıraktı ve Rashmi’yle aramda boş kalan son sandalyeye oturdu. “Anna.” Beni gördüğüne şaşırmıştı, ben de adımı söylediğinde şaşırmıştım. Beni hatırlıyordu. “Şemsiyen güzelmiş. Bu sabah işime yarardı.” Elini saçlarının arasından geçirdi ve koluma bir damla geldi. Dilim tutulmuştu. Ne yazık ki midemin kendi dili vardı. Midemin gurultusunu duyunca gözleri büyüdü ve gözlerinin ne kadar büyük ve kahverengi olduğunu görünce nutkum tutuldu. Kadınlara karşı bir koza daha ihtiyacı vardı sanki… Josh haklı olmalıydı. Okuldaki bütün kızlar ona âşık olmalıydı. 23


“Kulağa korkunç geliyor. Şunu beslesen iyi edersin. Yoksa…” Beni incelermiş gibi yaptı sonra bana yaklaşıp fısıldadı. “Yoksa sen hiçbir zaman yemek yemeyen kızlardan mısın? Maalesef öylelerini hiç çekemem. Seni ömür boyu masamızdan uzaklaştırmam gerekir.” O yanımdayken mantıklı konuşmak için inat ettim. “Nasıl sipariş vereceğimi bilmiyorum.” “Çok kolay,” dedi Josh. “Sıraya gir. İstediğini söyle. Leziz yemekleri uzattıklarında kabul et. Kasada yemek kartını ve iki litre kanını ver.” “Bu sene üç litreye çıkarmışlar diye duydum,” dedi Rashmi. “Kemik iliği,” dedi Koridordaki Yakışıklı Çocuk. “Ya da sol kulak memen.” “Teşekkürler ama menüden bahsetmiştim,” Şeflerden birinin başının üstünde, duvarda asılı duran karatahtalara işaret ettim. Güzel bir el yazısıyla, pembe, sarı ve beyaz renklerde bu sabahki menü yazılmıştı. Fransızcaydı. “Ana dilimin Fransızca olduğu söylenemez.” “Fransızca bilmiyor musun?” diye sordu Meredith. “Üç sene İspanyolca aldım. Paris’e taşınacağımı hiç düşünmemiştim.” “Sorun değil,” dedi Meredith hızlıca. “Buradaki çoğu kişi Fransızca bilmez.” “Fakat çoğu bilir,” dedi Josh. “Fakat çoğu Fransızcayı iyi bilmiyor.” Rashmi, Josh’a kötü kötü baktı. “Önce yemek dilini öğreneceksin. Aşkın dilini.” Josh, zayıf bir Buddha edasıyla karnını ovdu. “Oeuf. Yumurta demek. Pomme. Elma. Lapin. Tavşan.” “Komik değilsin.” Rashmi, Josh’ın koluna vurdu. “Isis’in seni ısırdığına şaşmamak gerek. Aptal.” Karatahtaya tekrar baktım. Hâlâ Fransızcaydı. “Peki… o zamana kadar ne yapacağım?” 24


“Doğru.” Koridordaki Yakışıklı Çocuk sandalyesini geri itti. “Gel benimle o zaman. Ben de daha yemedim.” Kalabalığın içinden geçerken birkaç kızın onu süzdüğü gözümden kaçmadı. Biz sıraya girer girmez, gaga burunlu ve daracık atletli sarışın bir kız öttü. “Selam St. Clair. Yaz nasıl geçti?” “Merhaba Amanda. İyiydi.” “Burada mı kaldın yoksa Londra’ya mı geri döndün?” Kız, kısa boylu ve sımsıkı bir atkuyruğu şeklinde toplanmış saçı olan arkadaşının üstünden dekoltesini gösterecek şekilde uzandı. “Annemle beraber San Francisco’daydım. Senin tatilin iyi geçti mi?” Bunu nazik bir şekilde sormuştu fakat sesindeki umursamazlığı duyunca sevindim. Amanda saçını geri attı ve birden Cherrie Milliken’a dönüştü. Cherrie saçını geriye atmayı, sallamayı ve parmaklarına dolamayı severdi. Bridgette, bütün hafta sonunu pervanelerin önünde manken taklidi yaparak geçirdiğini iddia ediyordu fakat bence o, lülelerini o bitmek bilmeyen mükemmeliyeti yakalamak için yosunlu çamura bulamakla meşguldü. “İnanılmazdı.” Pıt, saçını arkaya attı. “Bir aylığına Yunanistan’a gittim sonra da yazın geri kalanını Manhattan’da geçirdim. Babamın orada Central Park’a bakan muhteşem bir dairesi var.” Söylediği her cümlede vurguladığı bir kelime vardı. Gülmemeye çalışırken tuhaf bir ses çıkardım ve Koridordaki Yakışıklı Çocuk ise öksürük krizine girdi. “Ama seni özledim. Maillerimi almadın mı?” “Şey, hayır. Herhalde sende yanlış adres var. Hey.” Beni dürttü. “Sıra neredeyse bize geldi.” Sırtını Amanda’ya döndü ve o ve arkadaşı birbirlerine bakarak kaşlarını çattı. “İlk Fransızca dersinin zamanı geldi. Burada kahvaltı çok basittir ve genellikle çeşitli hamur işinden oluşur. Kruvasanlar tabii aralarından en ünlüsüdür. Yani ne sosis var ne de çırpılmış yumurta.” “Peki ya domuz pastırması?” diye sordum ümitlenerek. “Kesinlikle hayır.” Güldü. “İkinci dersin ise tahtadaki kelimeleri öğrenmek. Dikkatle dinle ve tekrar et. Granola.” Gözleri25


mi kısınca o yapmacık bir masumiyetle gözlerini kocaman açtı. “Granola demek. Bir de şu mesela. Yaourt?” “Bilmem ki. Yoğurt mu demek?” “Bak doğal bir yeteneğin varmış! Daha önce Fransa’da hiç yaşamamış olduğundan emin misin?” “Ha ha. Çok komiksin.” Gülümsedi. “Demek öyle. Beni bir gündür bile tanımıyorsun ve şimdiden benimle dalga mı geçiyorsun? Sırada ne var? Saçlarımın halinden bahsetmek ister misin? Ya da boyumdan? Ya da pantolonumdan?” Tezgâhın arkasında duran Fransız adam bize seslendi. Pardon Şef Pierre. İngiliz Fransız Amerikan Başyapıtı Çocuk tarafından biraz dikkatim dağılmıştı. “Granolalı yoğurt ve bal mı, haşlanmış yumurta mı yoksa brioche* üstü armut mu istersin?” Brioche ne hiçbir fikrim yoktu. “Yoğurt,” dedim. Mükemmel bir Fransızcayla siparişlerimizi verdi. En azından benim kulaklarıma mükemmel geliyordu ve Şef Pierre’i de sakinleştirmişti. Kaşlarını çatmayı bırakıp yoğurduma granola ve bal karıştırmaya başladı. Bana uzatmadan önce üstüne biraz böğürtlen serpti. “Merci, Monsieur Boutin.” Tepsimizi aldım. “Pop-Tart** yok mu? Veya Cocoa Puff***? Çok alındım şu an.” “Pop-Tartlar salıları veriliyor, çarşambaları ise waffle. Fakat asla ama asla Cocoa Puff vermezler. Onun yerine cumaları Froot Loop isteseydin olurdu ama.” “Bir İngiliz için Amerikan abur cuburu hakkında çok şey biliyorsun.” “Portakal suyu mu, greyfurt mu, yaban mersini suyu mu?” Portakallıyı gösterince kasadan iki tane çıkardı. “İngiliz değilim. Amerikalıyım.” * (Fr.) Tatlı bir çeşit çörek. –çn ** Amerika’da ünlü bir tür bisküvili kremalı şekerleme. –çn ***Amerika’da ünlü bir çeşit mısır gevreği. –çn

26


Gülümsedim. “Tabii tabii.” “Öyleyim. PAO’ya girmek için Amerikalı olman gerekiyor, unuttun mu?” “PAO mu?” “Paris Amerikan Okulu,” diye açıkladı. “PAO.” Ne hoş. Babam beni buraya arınmak için yollamıştı sözüm ona. Ödemek için sıraya girdik ve sıranın ne kadar hızlı ilerlediğini görünce şaşırdım. Eski okulumda durmadan kaynak yapılır ve kasadaki teyzeler sinir edilirdi fakat burada herkes sabırla sırasını bekliyordu. Tam arkama döndüğümde beni süzdüğünü gördüm. Nefesim kesildi. Yakışıklı çocuk beni süzüyordu. Onu yakaladığımı fark etmemişti. “Annem Amerikalı,” dedi sakince. “Babam Fransız. San Francisco’da doğdum ve Londra’da büyüdüm.” Mucizevi bir şekilde tekrar konuşabildim. “Ne kadar da… uluslararası birisin.” Güldü. “Evet öyle. Sizin gibi numaracı değilim.” Tam onunla dalga geçecektim ki şunu hatırladım: Sevgilisi vardı. Sinsi bir şey beynimi dürtükledi ve beni dün akşam Meredith’le yaptığımız konuşmayı hatırlamaya itti. Konuyu değiştirme vakti gelmişti. “Gerçek ismin ne? Dün gece kendini bir isimle tanıtmıştın…” “St. Clair soyadım. Étienne ise adım.” “Étienne St. Clair.” İsmini onun yaptığı gibi yabancı bir aksanla havalı bir şekilde telaffuz etmeye çalıştım. “Korkunç bir isim, değil mi?” Bu sefer ben gülüyordum. “Étienne fena değil. İnsanlar sana niye o şekilde seslenmiyor?” “‘Étienne fena değil.’ İltifat için teşekkürler.” Başka biri arkamıza sıraya girdi. Kısa boylu, koyu tenli, sivilceli ve gür siyah saçlıydı. Çocuk, St. Clair’i gördüğüne sevinmiş gibiydi, o da çocuğa gülümsedi. “Selam Nikhil. Tatil iyi geçti mi?” Amanda’ya da aynı soruyu sormuştu fakat bu sefer kulağa daha içten geliyordu. 27


Çocuk sanki bu ânı bekliyormuşçasına Delhi’ye seyahatini, oradaki pazarları, tapınakları ve fırtınaları anlatmaya başladı. (Çocuk Taj Mahal’a gitmişti, ben ise Georgia’daki herkes gibi Panama City Beach’e gitmiştim.) Başka bir çocuk daha koşarak yanımıza geldi. Oğlan zayıftı, açık tenliydi ve yukarı dikilmiş saçları vardı. Nikhil bizi unuttu ve aynı heyecanla arkadaşını selamladı. St. Clair, ona böyle hitap etmeye karar vermiştim çünkü kendimi rezil etmek istemiyordum, bana geri döndü. “Nikhil, Rashmi’nin kardeşi. Bu sene lise bire başladı. Sanjita isimli bir kız kardeşi de var. O lise üçe gidiyor. Son olarak da iki sene önce liseden mezun olan, Leela diye bir ablası var.” “Senin hiç kardeşin filan var mı?” “Hayır. Senin?” “Bir erkek kardeşim var. Atlanta’da. Atlanta, Georgia’da. Güneyde yani.” St. Clair bir kaşını kaldırdı. “Atlanta nerede biliyorum.” “Aa. Doğru.” Kasanın arkasında duran adama yemek kartımı uzattım. Monsieur Boutin gibi o da beyaz bir üniforma ve aşçı şapkası giyiyordu. Aynı zamanda bir de pala bıyığı vardı. İlginç. Burada böyle bıyıkların olduğunu bilmiyordum. Şef Palabıyık kartımı okuttu ve bana hızlıca merci diyerek kartı geri uzattı. Teşekkürler. Önceden bildiğim bir kelime daha. Mükemmel. Masamıza geri dönerken Amanda, Güzel Kokoş Kızlar grubunun içinden St. Clair’i izliyordu. Çakma sörfçü saçlı çocuğu onun yanında görünce şaşırmadım. St. Clair derslerimden, ilk günümde neler işleneceğinden, öğretmenlerimin kim olduğundan bahsediyordu fakat ben onu dinlemiyordum. Tek odaklanabildiğim, çarpık dişli gülümsemesi ve kendinden emin, havalı yürüyüşüydü. En az diğer kızlar kadar salaktım.

28


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.