AV - Ön Okuma

Page 1

.


Av Özgün Adı | The Chase Virginia Boecker Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Düzelti | Merve Özcan Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz 1. Baskı, Ekim 2017, İstanbul ISBN: 978-605-9585-76-7 Türkçe Çeviri © Su Akaydın, 2017 © Yabancı Yayınları, 2017 © Virginia Boecker, 2016 Sertifika No: 11407 Bu eserin yayın hakları Aslı Karasuil Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.

YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652


Çeviren

Su Akaydın


.


1 Fifer

KAPINIZI ASLA EHVENIŞERE AÇMAYIN DERLER. Zira başkaları ve

daha kötüleri ister istemez ardından içeriye süzülüverirler. Fakat şer kapınıza havalı bir şekilde dayanmışsa, baştan çıkarıcı sözler ediyorsa ve sırf sizi görmek için geldiğini biliyorsanız, yüzüne kapıyı kapamak daha da zor olur. Kapıyı kapatmalıydım. Schuyler kapının eşiğine dayanmış, muhtemelen yalnız olup olmadığımı kontrol etmek için omzumun üstünden ufak kulübenin salonuna bakıyordu. Ki bu saçmalık. Yalnız olmadığımı bilseydi zaten gelmezdi. Ağzının kenarı bir sırıtışla yukarı kıvrıldı ve “Beni içeriye alacak mısın, yoksa…” diyerek sözünü yarım bıraktı. “Yoksa,” diyerek terslemek istedim. Neredeyse diyordum da. Sonra kendimi tuttum. Eğer sinirlendiğimi 5


anlarsa hakkımda bildiği şeylere bir madde daha eklenecekti ve ben hiçbir şey bilmesini istemiyordum. Omuz silktim. “İstiyorsan.” Hafifçe kaşlarını çattı ve yerinden kımıldamadı. Schuyler avı, kovalamacayı, öldürmeyi seviyordu. Ama ona tam da istemediği şeyi vererek aslında ne istediğini öğrenecektim. Sonunda kapının eşiğinden geçip, yanımdan ufak odaya girdi ve etraftaki eşyaların bir listesini çıkarırcasına etrafına bakındı. Pencerenin altındaki masanın üzeri kitaplar, parşömenler, kalemler ve başka ıvır zıvırlarla doluydu. Onların yanındaki sandalyenin sırtına bırakılmış siyah, kısa pelerine baktı. Hepsi John’undu; inanılmaz pasaklıydı ama bunu belirtmekle uğraşmadım. Ardından daha fazla kitap, parşömen, mum ve baharatlarla dolu masama baktı. “Çalışıyor musun?” Cevap vermedim. Cevabı gayet açıktı. Bu eve sadece çalışacağım zaman gelirdim. Bir zamanlar Nicholas’a aitti. Burada doğup büyümüştü, sonra etrafındaki arsaları satın almış ve benim de altı yaşımdan beri yaşadığım yan taraftaki tuğla evi inşa etmişti. Fakat on altı yaşıma bastığımda bana bu kulübeyi vererek, hazırladığı zorlu çalışmalarla kendi büyümü geliştirebilmem için bir alan sağlamıştı. Nicholas’ın tabiriyle tabii. Benim değil. Nicholas’ın bir başka inci de: “Bu kır evi sakin arkadaşlıklar yürütmek için var, âşıklarla oynaşmak için değil.” Ama düşününce Schuyler âşığım değildi. Schuyler uzun siyah ceketini çıkardı ve bilerek John’unkinin üstüne koydu. Sonra köşedeki koltuğa gitti 6


ve kendini üstüne bıraktı. Sanki birkaç dakikalığına durmayı planlıyormuş gibi bir dirseğini koltuğun sırtına dayadı ve bacak bacak üstüne attı. “Sınavların ne zaman?” Yüzümdeki istemsiz şaşkınlığı görmesin diye arkamı dönüp kapıyı kapattım. Schuyler’ı son gördüğümde ona seviye sınavlarımdan bahsetmiştim. Bu iki hafta önce, beni Tırmık’taki bir meyhaneye götürüp içkiler, hoş sözler, gülümsemeler ve cazibesiyle sıkıştırdığı zamandı. Dediklerinin yarısı saçmalıktı, bunun o zaman bile farkındaydım fakat diğer yarısı, onu evime çağırıp beni başka türde sıkıştırmasına izin verecek kadar doğruluk içeriyordu. Hemen ertesi gün beni görmek için ısrar edince bunu kabul bile etmiştim. Ama buluşmaya gelmemişti. “Bir aydan kısa bir süre kaldı,” dedim. “Eğer büyü yapmaya devam etmek istiyorsam sınavları geçmem lazım ve geçmeyi planlıyorum.” Schuyler başını onaylarcasına salladı. “Evet bunu dediğini hatırlıyorum.” “Dememiştim.” Doğruca ona baktım. Bu âna kadar bakışlarından kaçmıştım. Onunla ilgili her şey yanlıştı. Gözleri doğal olamayacak kadar maviydi, bir kelebeğin kanatları gibi. Sarı, uzun saçları neredeyse omuzlarına kadar geliyordu. Fazlasıyla uzun boyluydu, yüz hatları fazla keskindi. O dudakları hariç her hattı keskin köşeler ve açılardan oluşuyordu. Siyah ceketi ona büyük geliyordu, siyah botları fazlasıyla yıpranmıştı. Fakat en kötüsü, en en kötüsü ağzıydı: İnsan aklının ücra köşelerini tembelce karıştırarak, bulduğu düşünceleri sırf eğlencesine 7


kendisinin yapıyormuşçasına daima yarı gülümseme yarı sırıtma arasında asılı kalmıştı, bilmiş ve keyifliydi. Düşünmeden elim boynumda asılı duran zincire gitti. Ucunda tuz, cıva ve külle dolu pirinç ampuller vardı. Geçen senenin Kış Gecesi partisinde onunla tanıştıktan sonra, düşüncelerimi duymaması, onlara ve bana neler yapabildiğini bilmemesi için hazırlamıştım. Bakışları elimin hareketini takip etti sonra gözlerime geri döndü. Yüzünden ne düşündüğü okunmuyordu. “Kızgınsın,” dedi. Bu bir tahmindi ya da yüz yıllık gözlem gücünü kullanarak gergin omuzlarımı ve yaşlı bir kedi gibi büzülen ağzımı yorumlamıştı. Yine de gözlerimi sanki şaşırmışım gibi kocaman açarak, “Neden kızgın olayım ki?” dedim. “Bana kızgınsın,” diye açıkladı. “Sana neden kızgın olayım?” Schuyler elini kaldırdı ve parmağını tembelce alçı sıvalı duvarın üzerinde gezdirdi. Duruşu sonra söylediği kelimeler kadar uyuşuktu. “En son buluştuğumuzda iyi anlaştığımızı düşünmüştüm. Güzel sohbet etmiştik. Bana hülyalı bakışlar atmıştın, ben de sana bön bön bakmıştım. Ardından beni buraya davet etmiştin.” Bakışları kulübenin ufak yatak odasına giden dar eşiğe kaydı, sonra bana geri döndü. O lanet olası bilmiş sırıtışı geri gelmişti. Oltaya yakalanmayacaktım, beni oyuna getiremeyecekti. “Evet, evet.” Sanki her şeyi yavaş yavaş hatırlıyormuş gibi yavaşça başımı salladım. “Şimdi hatırladım. Ertesi gün inanılmaz başım ağrımıştı…” Gülerek cümlemi yarıda bıraktım ve avcumu alnıma bastırarak yüzümü ekşittim. 8


Schuyler gülümsedi. O da oyuna gelmiyordu. “Senden haber almayınca sebebinin de bu olduğunu düşünmüştüm zaten. Kendini iyi hissetmediğini yani.” Beni ekmemiş gibi davranıyor olmasına, sanki birbirimizi bir daha görmemiş olmamızın sebebi benmişim gibi konuşmasına için için kudurdum. “Lark bana kızgın olmadığını söyledi ama ben de kızgın olmadığını kendi ağzından duymadığım sürece buna inanmayacağımı söyledim.” Elimin boynumdaki zincire gitmemesi için kendimi tuttum. Fakat Schuyler’ın ağzımın bükülmesinin sebebini anlaması için düşüncelerimi okumasına gerek yoktu. Birkaç içki içtikten sonra, Schuyler’a Lark’ın onu güzel bulduğunu, eğer ben onunla ilgilenmiyorsam, Lark’ın onunla ilgilendiğini ve kendi deyimiyle daha kolay biri olacağını söyleme gafletinde bulunmuştum. Şimdi ise Schuyler kaçamağını yüzüne vurmam için bana meydan okuyor gibiydi. Her yönden bana ateş ediyordu ama ben siper almamakta karalıydım. “Duyduğuna sevinecektir,” dedim. “Haklı olmayı sever.” “Ona söylerim,” dedi Schuyler. “Onu bu akşam gördüğümde.” On ikiden vurmuştum işte. “Geç kalmamaya dikkat et,” dedim, alayla parmağımı sallayarak. “Sonra onun kızmadığından emin olmak için bana gelip sormak zorunda kalırsın.” Kanepeden hızla kalkıp kapıya geldi ve tam karşıma dikildi. Hâlâ tuttuğum kapı kolunu öyle sıkmıştım ki parmaklarım acıyordu. Buna hazır değildim ve dudakları benimkilerden sadece birkaç santim uzaklıkta olmadı9


ğında onunla konuşmak daha kolay oluyordu. “Neden benimle böyle oyunlar oynuyorsun?” Eliyle uzanıp bir parça saçımı yumuşak ve yavaş hareketlerle parmağına doladı. Ona yaslanmamak için kendimi tuttum. “Sen benimle ne kadar oynuyorsan ben de seninle o kadar oynuyorum.” “O zaman oyun oynadığını itiraf ediyorsun.” Saçımla oynamaya devam ediyordu ve nasıl cevap vereceğimi bilmediğim için sustum. “Eğer beni görmek istiyorsan sorman yeter.” “Neden sormak zorunda kalıyorum?” “Doğru, anlaşılan sormana gerek yok. Şu an yine de karşında duruyorum değil mi?” Mantığı saçmaydı, anlamsızdı ve beni deli ediyordu. Fakat kulağıma değen dudakları ve güzel kokulu nefesiyle bana yalan ve tatlı şeyler fısıldarken bunları umursamak zordu. “Aslında ders çalışmıyordun değil mi?” Bu, bir sorudan ziyade davetti. Şayet yakınlığı, elinin yüzüme dokunuşu, başparmağı yanağımda oluşu, kış yağmuru sonrası ormanı andıran kokusu ve gittikçe yaklaşan ağzı tarafından bozguna uğratılmasaydım farklı bir cevap verirdim. İstemsiz bir şekilde gözlerimi kapattım ve “Hayır,” dedim. Benden o kadar hızlı bir şekilde uzaklaştı ki yokluğunun esintisini yüzümde hissettim. Gözlerimi açtım. Bana tepeden bakıyordu. Bakışları artık kurnaz ve eğlenmiş değil, soğuktu ve beni ölçüp biçiyordu. “Bunu yapmak istemiyorsun.” 10


“Ne? Seni öpmeyi mi?” Güldüm, hem de neredeyse içten bir şekilde. “Genelde birinin karşısında gözlerin kapalı, dudakların onunkine yakın halde duruyorsan bu anlam çıkarılır.” Aynı John gibi konuşmuştum, bu da tekrar gülmeme sebep oldu. Ancak Schuyler hiç de eğlenmişe benzemiyordu. “Bunun olmasına izin veriyor olabilirsin ama olmasını istemiyorsun. Bana hâlâ kızgınsın.” Bir kez daha düşünmeden elim boynumdaki zincire gitti. Schuyler elimi çekti. “Seni duyamıyorum. Ne tür büyü bir yaptıysan işe yarıyor. O yüzden rahat olabilirsin. Hâlâ Tırmık’taki en iyi cadı sensin. Fakat ne düşündüğünü bilmek için onları duymama gerek yok. Seni görebiliyorum. Gözlerin ‘öp beni’ diyordu fakat dudakların başka bir şey. Geri kalanın da öyle. Eğer bana kızgınsan…” “Az önce de dedim, sana kızgın değilim…” “Hadi, söyle yeter.” Bu sefer geri çekilme sırası bendeydi. Beni tarttığı gibi ben de onu soğuk bir şekilde tartıyordum. “Neden?” “Ne neden?” Kaşlarını çattı. Bu sefer şaşırma sırası ondaydı. “Kızgın olup olmadığım niye umurunda?” dedim. “Ne fark eder ki? Bunu bilmek, söz verdiğin zamanda bir yerde olmak gibi kolay bir görevi yapmanı kolaylaştırır mı…” “Demek hatırlıyorsun.” “Ya da benimle tekrar iletişime geçmek için iki hafta beklemeyi…” “Demek mesele bu.” “Ya da başka bir kızın varlığını gözüme sokmanı…” 11


“Yalan söyledim ve bunun gayet farkındasın.” “Hayır, değilim,” derken doğruyu söylüyordum. “Her halükârda bana yalan söylenmesini istemiyorum. O yüzden sana kızmamı istemiyorsan beni kızdıracak şeyler yapma. Seninle oyun oynamamı istemiyorsan o zaman sen de başlatma. Ve eğer kurallarımı sevmiyorsan o zaman daha kolay bir oyuncu seçmeni öneririm.” Gözleri fal taşı gibi açıldı, kapattığı o keskin çenesinde bir kası seğirdi. Sonra arkasını döndü ve benden birkaç adım uzaklaştı. Yumruk yaptığı elini kaldırdı ve duvarı iki kez tıklattı. “Çocuklar,” dedi sonunda. Sessizce söyledi, kendi kendine konuşur gibi. “Hep çok zor oluyorsunuz. Her defasında unutuyorum. Daha yaşlı kişilerle vakit geçirmem gerek ama onlar da çok sıkıcı ve hiç çekici değiller…” “Çocuk mu?” Sesim çok tiz çıktı. “Vakit geçirmek mi?” Schuyler bunun üstüne bana döndü ve beni dikkatlice süzdü. Dudakları ne gülümsüyor ne de sırıtıyordu, tamamen farklı bir şey yapıyordu: çok kızgın, gerçek, hayal kırıklığına uğramış ve insani. “Bana güvenmiyorsun,” dedi. “Ve benimleyken kendine güvenmiyorsun. Ne düşüncelerine ne de kelimelerine. Neden?” Çünkü sen bir hortlaksın. Çünkü beni öldürebilirsin. Çünkü yüz yaşındasın, fazlasıyla tecrübelisin ve ben daha on yedi yaşında bile değilim ve hiçbir konuda tecrübem yok, hele bu konuda hiç. Bunların hepsi bir nedendi ama asıl nedeni söylememiştim ve ikimiz de bunun farkındaydık. “En azından kendine bu sorunun yanıtı verecek kadar 12


güven,” dedi Schuyler. “Bu gerçekleştiğinde bana haber ver. O zaman belki yol alabiliriz.” “Schuyler…” dedim ama çok geç kalmıştım. Kapıyı açtı ve yok oldu. “Ceketini…” Kapıya koştum ve karanlığa baktım. Schuyler görünmüyordu ama bu orada olmadığı anlamına gelmezdi. “Unuttun.” Tekrar denedim. “Ceketini unuttun.” Aldığım tek cevap sessizlikti.

13


88


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.