B K A K R
U I T U A
Åž H I R C
A A N T A
R Y I A K
Bu Şarkı Hayatını Kurtaracak Özgün Adı | This Song Will Save Your Life Leila Sales Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Tuğçe Nida Sevin Redaksiyon | Yaprak Onur Düzelti | Hülya Evkan Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz Kapak Tasarımı | Elizabeth H. Clark Kapak Fotoğrafı | Sarah Lange 1. Baskı, Eylül 2016, İstanbul ISBN: 978-605-9585-07-1 Türkçe Çeviri © Güneş Becerik Demirel, 2016 © Yabancı Yayınları, 2016 © Leila Sales, 2013 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
L
E
B K A K R
I
L
U I T U A
A
S
Ş H I R C
A
L
A A N T A
Çeviren
Güneş Becerik Demirel
E
S
R Y I A K
.
Sadık dost, yetenekli sanatçı ve dünyanın en iyi vaftiz annesi Katherine Deutch Tatlock’a
.
Her perşembe akşamı indie* diskoya gideriz. Sabahın ilk ışıklarına kadar en sevdiğimiz indie parçalar eşliğinde dans ederiz.** —The Divine Comedy
* Bağımsız müzik anlamına gelen terim. —çn ** İrlandalı The Divine Comedy müzik grubunun At the Indie Disco şarkısının sözlerinden bir alıntı. —çn 7
.
Şimdiye kadar ne yapmaman gerektiğini anlamalıydın. —Oasis
1 D E Ğ I Ş M E K Ç O K K O L AY O L AC A K S A N I R S I N I Z . Çok kolay sanırsınız ama öyle değildir. Sizce kendinizi aklı başında ve bir yerlere ait olan yepyeni birine dönüştürmeniz için ne yapmanız gerekir? Giysilerinizi, saçınızı ya da yüzünüzü mü değiştirirsiniz? Hadi öyleyse. Ne duruyorsunuz? Kulaklarınızı delin, perçemlerinizi kesin, yeni bir çanta satın alın. Başkaları hâlâ bunların ötesindeki gerçek sizi görecektir. Hâlâ çok korkan, gereğinden fazla zeki olan ve hep bir adım geride kalan, hata yapan o kızı. İstediğiniz kadar değişin; bu gerçeği değiştiremezsiniz. Biliyorum çünkü denedim. Ben doğuştan popüler değilim. Başka türlü olmam mümkün değil. Her şeyin sarpa sarmaya başladığı tek bir an olsaydı, zamanda geriye gittiğimi hayal eder ve kendime şöyle derdim: “Dinle on yaşındaki Elise, sana 9
bol gelen ve üzerinden ponponları andıran tüyler sarkan o parlak kırmızı kazağı giyme, tamam mı? Bunun en sevdiğin kazak olduğunu biliyorum çünkü çok özel görünüyor ama giyme onu. Özel olma.” Yanlış yola saptığım ânı saptayabilseydim, genç halime böyle derdim. Ama tek bir an yoktu işte. Ben hep yanlış yoldaydım. Anaokulundan beri aynı çocuklarla okula gidiyordum. Ve onlar ben daha kendimi tanımdan beni çözmüşlerdi. Dördüncü sınıfa geldiğimde, sıkıcı damgasını yemiştim. İnsan dördüncü sınıftayken nasıl sıkıcı olabilir ki? O zamanlar hepimiz arkadaşlık bilezikleri örüp, bir atımız olduğunu hayal edip birtakım gizemleri çözüyormuş gibi davranmıyor muyduk? Ama nasıl olduysa, dördüncü sınıfa geldiğimizde benim sıkıcı biri olduğumu anlamışlardı. O yıl şehrimize Michigan’dan yeni bir kız taşınmıştı. Diğer kızlar teneffüste “yere değen yanar” oyunu oynarken, biz yeni kızla birlikte dışarıda oturur ve kurmak istediğim cadılar meclisi hakkında konuşurduk. Bir kitapta cadılar meclisi hakkında bir bölüm okumuştum ve babam bana kullanabileceğimi düşündüğüm bir tütsü vermişti. Derken bir gün Lizzie Reardon yanımıza geldi ve yeni arkadaşıma dönüp gayet umursamaz bir tavırla, “Elise ile birlikte çok fazla zaman geçirme. Sıkıcılığı sana da bulaşabilir,” dedi. Tam karşısında oturuyordum. Bu bir sır değildi. İstenmeyen bir çocuktum. Oysa daha dördüncü sınıftaydım. Daha sonra ilkokulumuzun iki katı büyüklüğünde bir ortaokula, sonra da ortaokulumuzun iki katı büyüklüğünde bir liseye devam ettik. Ama nasıl olduysa, yeni çocukların her biri çok geçmeden benimle ilgili gerçeği öğrenciler. Demek ki farklılığım o kadar barizdi.
10
Küçüklüğümde annem farklı kızlarla; Kelly, Raquel ve Bernadette ile oynamam için buluşmalar ayarlardı. Beşinci sınıfa geçtiğimde Kelly Delaware’e taşındı, Raquel paten kaydıkları doğum günü partisine benim dışımdaki bütün kızları davet etti ve Bernadette de bana bir not göndererek sırf annesiyle babası istediği için benimle takıldığını bildirdi. Çocukken mahalledeki oğlanlarla da takılırdım. Yazın kumdan kaleler, kışın da kardan adamlar yapardık. Ama ortaokula geçtiğimiz sıralarda herkes biriyle çıkmayı düşünür oldu ki, bu da artık hiçbir oğlanın benimle kartopu oynamak istemediği anlamına geliyordu çünkü birilerinin bizi görüp benden hoşlandıklarını düşünmelerinden korkuyorlardı. Çünkü on bir yaşındaki bir oğlanın başına gelebilecek en büyük talihsizlik, Elise Dembowski’den hoşlanmaktı. Bu yüzden yedinci sınıfın sonuna geldiğimde yapayalnız kalmıştım. Tamam, hâlâ annemin göl kenarındaki yazlık evinde oynadığım çocuklar vardı. Annemle babamın arkadaşlarının çocukları vardı; hiçbirinin yaşı benimkiyle tutmasa da bazen aile yemeklerine gelirlerdi. Ama gerçek bir arkadaşım yoktu. Geçen yaz, lise birinci sınıfın sonunda, böyle devam edemeyeceğime karar verdim. Bu mümkün değildi. Futbol takımının kaptanı Lizzie Reardon, yarı zamanlı modellik yapan Emily Wallace ya da okuldaki bütün erkeklerle takılabilen (ve takılan) Brooke Feldstein gibi olmak istemiyordum. Dünyanın en heyecan verici, güzel ve sevimli kızı olmama gerek yoktu. Sadece artık kendimden sıkılmıştım. İnsan kendini değiştirmenin kolay olduğunu zanneder. Sanki gözlüklü çirkin ördek yavrusu, fonda pop
11
müzik çalarken, bir film hilesiyle kuğu gibi bir amigo kıza dönüşecektir. Bunun çok kolay olduğunu zannedersiniz ama benim koca bir yaz boyunca çalışmam gerekmişti. Ödev yapar gibi, sürekli televizyon izliyordum. Karakterlerin kim olduklarını not ediyor ve kimin hangi programda yer aldığıyla ilgili şemalar hazırlıyordum. Her hafta dedikodu ve kadın dergileri okuyordum ve eczanede sıra beklerken kendi kendimi sınıyordum: “Marie Claire’in kapağındaki şu kadın kim? Hangi televizyon programına çıkıyordu?” Güneş ışığı altında geçireceğim saatleri feda edip bilgisayarın karşısına geçiyor, modayla, ünlülerle ve parfümlerle ilgili bloglar okuyordum. Parfümlerle ilgili bir internet sitesi olduğunu biliyor muydunuz? Bunun amacı ne ki? Bir türlü yapamadığım tek bir şey vardı, o da zamane müziklerini dinlemekti. Neredeyse bir saat boyunca çaba sarf ettim. Sonra pes ettim. Müzik kötüydü. Tek başıma izlemeye gittiğim ve seyircilerin güldükleri replikleri not ettiğim romantik komedi filmleri gibi ilginç değildi. Pop müzik bayağı kötüydü. Ortalık basmakalıp sesleri olan ve şarkı söyleyemeyen vokalistlerle, fazlasıyla basite indirgenen orkestra düzenleriyle ve kulak tırmalayan melodilerle doluydu. Galiba aptal olduğumuzu düşünüyorlardı. Kendimi değiştirmek için her şeyi yapmaya hazırdım ama kötü müzikleri dinleyemezdim. Popüler müzikten o kadar nefret ediyordum ki, her gün kendime katlanmak bile daha kolaydı. Ben de internette popüler müzisyenler hakkındaki haberleri okuyup hafıza kartları hazırladım ve kendimi onlar hakkında konuşmaya hazır hissedene kadar çalışmayı sürdürdüm. Ama onları dinlemem söz konusu bile olamazdı.
12
Bütün yazımı böyle geçirdim. On hafta, ara vermeden. Tabii albüm alışverişine çıktığım gün, babamın bilgisayarını tamir etmeye çalışarak geçirdiğim hafta sonu ve göl evinde, televizyon ya da internet olmadan geçirmek zorunda kaldığım bir hafta hariç. Tamam, ara sıra dikkatimin dağıldığı oldu ama yine de arta kalan vaktimi havalı olmaya çalışarak geçirdiğimi söylediğimde bana inanmak zorundasınız. Aslında bu bir tehlike işaretiydi; geriye dönüp baktığımda bunu anlayabiliyorum. Herhangi bir şey üzerinde gereğinden fazla çalışmak, doğası gereği havalı değildir. Okul açılmadan önceki hafta alışverişe çıktım. Sadece alışverişe çıkmakla kalmadım, alışveriş merkezine gittim. Artık hazırdım. Ne giymem gerektiğini biliyordum, o âna kadar Seventeen dergisinin o kadar çok sayısını okumuştum ki hiç düşünmeden en iyi beş rimel markasını sayabilirdim. Yani ne yapmam gerektiğini biliyordum ama bir türlü elim gitmiyordu. Bir kot pantolona 150$ harcayamazdım. Bir çanta için 300$’ı gözden çıkaramazdım. Yapma Kate Spade, beni kandıramazsın, alt tarafı bir çanta. Greenpeace bana düzenli olarak bedava çantalar gönderiyor. Tamam, karşılığında 25$’lık bir bağış yapıyorum ama aslında bu para balinaların kurtarılması için harcanıyor; el çantaları üretmek için değil. Bunun maliyetinin ise bir ya da iki doları geçtiğini sanmam. Annem ve babam yeni okul döneminde giyeceğim giysiler almam için bana bir miktar para verdiler ama tüm birikimimi aslında istemediğim giysilere harcamak zoruma gidiyordu. Yani, tabii ki havalı biri gibi görünmek istiyordum ama bu süreç boyunca tüm paramı tüketmek istemiyordum.
13
Muhtemelen daima havalı olan kızlar için durum farklıdır. Alışverişe gittiklerinde büyük olasılıkla sadece yeni bir çift spor ayakkabı ya da bir kemer alıyorlardır. Ama ben kendimi sıfırdan yaratmaya çalışıyordum. Dolabımdaki bütün giysileri elden geçirdim. Acaba hangilerini yeni hayatıma sokabilirdim? Eşofmanları ve kazakları gözden çıkarmalıydım. Belki kot pantolonlarımı kullanabilirdim; gerçi paçalarının modası geçmişti. Yakası farklı olsaydı şu kazağı da giyebilirdim. Bütün giysilerimin düzgün olduğunu düşünüyordum. Hatta onları seviyordum. Beni yansıtıyorlardı. Mesela yazlık bir elbisenin içine diktiğim Hint kumaşı... Thayer Caddesi üzerindeki bitpazarından satın aldığım ve yetmişli yıllardan kalmış gibi görünen eski püskü Ramones tişörtü... Üzerinde tek boynuzlu at baskısı olan beyaz çizmelerim... Çünkü on beş yaşında olmama rağmen hâlâ inanıyorum ki tek boynuzlu atlar gerçekten yaşasalardı, dünyanın en harika hayvanları olurlardı. İşte benim sorunum da tam olarak bu. Bu giysilere sahip olduğum yetmiyormuş gibi, onları seviyordum. On hafta boyunca gerçek insanların neler yaptıklarını öğrendikten sonra bile, uygunsuz giysilerim hâlâ hoşuma gidiyordu. Böylece uygunsuz giysilerimi çöp torbalarına doldurdum ve ağızlarını olabildiğince sıkı sıkıya bağladım; sanki tek boynuzlu at baskılı çizmelerim bir kaçış planı düzenlemeye çalışabilirmiş gibi. Torbaları annemin evinin tavan arasına sakladım. Sonra da Seventeen dergisinde gördüğüm havalı giysilerden satın almak üzere Target’a* gidip bütün dükkânları dolaştım. Yine de cebimden çıkan para, bitpazarına gittiğimde harcadığımdan çok daha fazlaydı. Faturaya bakınca midem bulandı. * ABD’de indirimli ürünlerin satıldığı bir mağazalar zinciri. —çn 14
Ama mutluluğa fiyat biçebilir misiniz? Yani, insanın kendinden memnun olmasının bedeli buysa, buna değmez mi?
Lise ikinci sınıfa geçtiğim ilk gün, bir perşembe sabahı saatin altısında yataktan fırladım. Havalı biri gibi görünmek zaman alıyor. İnsan yataktan kalktığı haliyle havalı olamıyor; en azından ben olamıyorum. Ben de kalktım, saçımı yıkayıp kremledim. Bacaklarımı tıraş ettim. Sekizinci sınıfın sonunda bütün sınıfın davetli olduğu o uğursuz havuz partisine gidene kadar bunu yapmam gerektiğini bilmiyordum. Okulun ilk gününde giymeyi planladığım ve daha önce defalarca denediğim giysilerimi, mokasen ayakkabılarımı, dar kesim kot pantolonumu, üzerinde hiçbir yazı veya baskı bulunmayan tişörtümü ve saç bandımı, çıkardım. Saç bantları tekrar moda olmuştu. Bunu bir dergide okumuştum. “Ben okula gidiyorum,” dedim babama. Gazetesinin üzerinden bana bakıp gözlerini kırpıştırdı. “Kahvaltı etmeyecek misin?” diye sordu. “Hayır etmeyeceğim,” dedim. Midem heyecandan kaskatı olmuştu; istediğim en son şey kahvaltı etmekti. Babam gözlerini ekmek dilimleriyle, muzlarla, sütle, bir sürahi dolusu portakal suyuyla ve benim için topladığı belli olan birkaç kutu mısır gevreğiyle donatılmış olan masaya çevirdi. “Bir maymun gibi kahvaltı etmek ister misin?” “Baba, lütfen.” Annemin evindeyken hiçbir zaman böyle bir kahvaltı faslından geçmem gerekmiyordu.
15
Babam eline bir muz aldı. “Maymunlar ne derler?” diye sordu. Çocukken muzu gerçekten çok severdim. Hâlâ seviyorum ama ilkokuldayken resmen muzla beslenirdim. Babamsa muz isterken koltukaltlarımı kaşımamın, zıplamamın ve “Hu ha ha ha ha” diye sesler çıkarmamın komik olduğunu düşünürdü. Yani maymun taklidi yapardım. Ben de bunun çok komik olduğunu düşünürdüm. Babamı güldürdüğü kanıtlanan her türlü şey beni de güldürürdü. Ortaokulun bir noktasında, maymunculuk oynamanın aptalca olabileceği fikrine kapıldım. Ama babam bu alışkanlığından asla vazgeçmedi. Muzu bir elinden diğerine atarak, “Hu ha ha ha ha” sesleri çıkardı. “Gitmem gerekiyor baba,” dedim ve kapıyı açtım. “Pekâlâ evlat. Gidip akıllarını başlarından al.” Babam muzu bıraktı ve bana sarılmak üzere ayağa kalktı. “Harika görünüyorsun,” dedi. Sanırım bunu bir uyarı işareti olarak algılamalıydım çünkü babalar neyin harika göründüğü konusunda gençlerle aynı fikirde değildirler. Okul otobüsünü beklemek üzere köşeye yürüdüm. Genellikle otobüsü tam uzaklaşmak üzereyken yakalardım çünkü önümdeki sekiz saate göğüs germek üzere dışarı çıkmadan önce, kendimi güvende hissettiğim evimde son âna kadar oyalanırdım. Ama o sabah otobüs durağına birkaç dakika erken gitmiştim. Hiçbir yere erken gitmediğim için ne yapacağımı bilemedim. Yoldan geçen arabaları ve işe gitmek üzere iki katlı evlerinden çıkan insanları izledim. Kulaklıklarımı takmak için duyduğum güçlü isteğe karşı koydum.
16
Tek istediğim müzik dinlemekti ama kulaklıklar insanı dış dünyadan kopuk ve asosyal biri gibi gösteriyordu. Bu yıl asosyal olmayacaktım. Sosyal olmaya kararlıydım. Otobüs durağına birkaç çocuk daha geldi ama hiçbiri benimle konuşmadı. Gerçi sabahın körüydü. Kim sabahın köründe sohbet etmek ister ki? Sonunda hepimiz durağa yanaşan okul otobüsüne bindik. Önde oturmadım. Ön tarafta ezikler otururdu ve artık ezik olmayacaktım. Otobüsün ortalarında bir yer seçtim; burası nispeten daha havalıydı ama kendimi hiç de havalı hissetmiyordum. Panik olduğum ve midem bulandığı halde yine de orta kısımda oturmuştum. Otobüsün soyulmakta olan zeytin yeşili döşemelerine bakıp derin nefesler alırken ve en son otobüsün ortasına oturduğumda neler olduğunu düşünmemeye çalışırken, otobüs hareket etti. Geçen yılın nisan ayıydı ve nedense her zamanki gibi ilk sırada oturmamıştım. Chuck Boening ve Jordan DiCecca aniden yanıma oturmuşlardı ve her ikisine de yer açmak için cama yapışmam gerekse de çok heyecanlanmıştım. Heyecanlanmamın nedeni çok çekici olmaları filan değildi; gerçi sahiden de öyleler. Heyecanlanmıştım çünkü benimle konuşuyorlar, bana bakıyorlardı; sanki gerçek bir insanmışım gibi. iPod’umda ne dinlediğimi sordular. Benimle gerçekten sohbet etmek istiyorlardı. Aklım başımdan gitmişti. “Seni hep kulaklıklarla görüyorum,” dedi Jordan bana doğru eğilerek. Birinin beni sürekli yaptığım bir şeyi fark edecek kadar umursaması gururumu okşamıştı. “Evet,” dedim ama etrafımda olup bitenleri duymamak için sürekli kulaklık taktığımı anlatmadım.
17
“Ne dinliyorsun?” diye sordu Chuck. “The Cure grubunu,” dedim. Jordan başını onaylarcasına salladı. “Aa, ne güzel. O grubu severim,” dedi. Onun gibi bronz tenli bir futbol yıldızıyla, seksenli yılların aynı gotik rock müzik grubunu sevmemiz heyecan vericiydi. Bir insanın müzik zevkinin haklarında birçok şey anlattığına inanırım. Bazı durumlarda, bilmeniz gereken her şeyi söyler. O an düşündüm ki, Jordan Cure’u sevdiğine göre, belki de ezelden beri sandığım gibi basmakalıp bir tiki değildi. Ve ben de Cure’u sevdiğime göre, onun ezelden beri sandığı gibi zavallı bir ezik değildim. İkimiz de göründüğümüzden farklıydık; hatta belki de arkadaş olup birlikte konserlere bile gidebilirdik. Jordan konuşmaya devam etti. “Peki bakabilir miyim?” diye sordu. iPod’umu ona uzattım. Neden? Neden hangi şarkıyı dinlediğimi anlaması için iPod’uma bakması gerektiğini düşündüm ki? Daha fazlasını öğrenmek istiyorsa, ona şarkının adını söyleyebilirdim! Hatta şarkının kaçıncı dakikasında ve saniyesinde olduğumu da! Ama iPod’umu neden eline almak istediğini merak etmem gerekmez miydi? Jordan kendisine uzattığım iPod’umu kaptığı gibi, Chuck’la birlikte otobüsün arkasına doğru koştu. Diğer herkes onlara tezahürat yapıyordu. Gerçekten de otobüsteki herkes onları yüreklendiriyor muydu? Yoksa beş ay sonra olayı bu şekilde mi hatırlıyordum? Otobüsteki bazı çocukların hayatlarında başka şeyler olup bitiyor olmalıydı. Mesela kızın biri erkek arkadaşından ayrılmış olabilirdi. Başka biriyse biyoloji sınavı yüzünden endişeli olabilirdi. Otobüste herkes gerçekten de iPod’umun çalınmasını coşkuyla karşılamış olabilir miydi? Bu mümkün müydü?
18
Görünüşe bakılırsa, evet. Peki sizce ne yaptım? Gözlerimden alevler fışkırarak otobüsün koridorunu aşıp Jordan ve Chuck’ın iPod’umu geri vermelerini mi talep ettim? iPod’umun onlara ait olmadığını ve değil o sırada, hiçbir koşul altında Cure’u dinlemeyi hak etmediklerini mi söyledim? iPod’umu geri almak için öfkemin verdiği yetkiyi kullanıp, bu mücadeleden zafer kazanarak mı çıktım? Otobüsteki herkes beni alkışladı mı? Hayır. Bunları yapacağıma, Jordan ile Chuck’ın iPod’umla birlikte otobüsün arkasına koşmalarına göz yumdum. Gitmelerine izin verdim. Sonra başımı cama dayayıp ağladım. Bu size zayıflık gibi mi geldi? Siz daha iyisini yapabilir misiniz? Pekâlâ, elbette yaparsınız. Ama şunu anlamıyor musunuz? Bazen günden güne çok yıpranırsınız, yıllar avuntusuz geçip gider ve elinizde gözyaşlarınızdan başka tutunacak bir şeyiniz kalmaz. Sonunda iPod’umu geri aldım. Olan biteni danışman öğretmenime anlattım, o da müdür yardımcısı Bay Witt’e anlattı. Bay Witt oğlanların iPod’umu geri vermelerini ve bana özür mektupları yazmalarını sağladı. Ayrıca Bay Witt, otobüsünün içinde neler döndüğünden haberi olmayan ya da haberi yokmuş gibi davranan şoföre, dikiz aynasından her şeyi görebileceğini söyledi. Başı benim yüzümden derde giren otobüs şoförü bana bağırdı: “Bundan böyle önde otur ki gözüm üstünde olabilsin.” Ben de lise birinci sınıfın son bir buçuk ayı boyunca öne oturdum. Bu yüzden lise ikinci sınıfa geçtiğim ilk günde, otobüsün ortalarında bir yere oturduğumda —orta kısmın en ön sırasına oturduğum halde— bütün vücudumun
19
titrediğini hissediyordum çünkü ne kadar büyük bir risk aldığımı biliyordum. Midemdeki düğüm sıkılaşmıştı ve okul otobüsü köşeyi dönerken, kusacağımdan korkmaya başlamıştım. Neyse ki boğazıma kadar gelen kusmuğu yuttum çünkü okulun ilk gününde kusmak hiç de havalı değildi. Ayrıca okul otobüsünde otururken öne arkaya sallanmak, sesli bir şekilde nefes almak ve terli avuçlarını son moda kot pantolonuna silmek de havalı değildi. Bu bile kusmaktan daha iyiydi. Benim durağım otobüsün ilk uğrak noktalarından biri olduğu için, neredeyse bütün koltuklar boştu. Ama hepsi de çabucak doldu. Her durakta yeni çocuklar bindi ve avazları çıktığı kadar bağırarak birbirlerinin yeni saç stillerine, çantalarına ve manikürlerine övgüler yağdırdılar. Tanrı’ya şükür ki Chuck, Jordan ve çeteleri ortalıkta yoktu. Bu da bana okuldan atıldıklarını veya ailelerinin esir kamplarına götürüldüğünü düşündürüyordu. Ya da ehliyeti ve arabası olan birini tanıyorlardı. iPod hırsızları otobüste olmadıkları için muhteşem bir yolculuk geçirdiğimi sanabilirsiniz ama bu yeterli değildi. Bu yılki hedefim “tek bir saati işkence görmeden atlatmak” değildi. “Normal olmak, birkaç arkadaş edinmek ve mutlu olmak”tı. Birinin yanıma oturmasını istiyordum. Hatta kızın neye benzediğini bile hayal edebiliyordum. Havalıydı ama bunun için çaba sarf etmiyordu. Sanatçı ruhluydu, işlemeli bir çantası ve uzun, dağınık saçları vardı. Gözlükleri de olabilirdi. Lise hayatının saçmalıklarını görmezden geliyordu. Fakat bu hayali kız yanıma oturmadı. Hiç kimse yanıma oturmadı. Her durakta otobüs biraz daha doldu ve bütün yerler kapıldı. Karşımdaki sırada üç kız birbirleri-
20
ne sokulurken, ben tek başıma oturuyordum. Üç kişinin yan yana oturmasına izin verilmiyordu. Otobüs şoförü içlerinden birine bağırıp yanımdaki boş yere geçmesini söyler diye umdum. Bazen böyle şeyler yüzünden bağırırdı. Ama bu sefer bağırmadı, kimse yerinden kıpırdamadı ve ben okul yolu boyunca tek başıma oturdum. Ama bunda bir terslik yok, öyle değil mi? Unutmayın, sabahın erken bir saatiydi. Hatta gecenin bir yarısı bile sayılabilirdi. Kim o saatte yeni bir arkadaşla uzun ve derin bir sohbete dalmak ister ki? Hiç kimse. Otobüs Glendale Lisesi’nin önüne yanaşır yanaşmaz herkes kendini dışarı attı. Çünkü okul onlar için harika bir yerdi. Birbirlerine notlarını vermek, partiler planlamak ve birbirleriyle kırıştırmak için can atıyorlardı. Tek başıma otobüsten indim, öğrenci işlerine gidip yıllık ders programımı aldım ve kimseyle karşılaştırmadım. Zil çaldı ve tek başıma İspanyolca dersine gittim. Tekrar zil çaldığında tek başıma geometri dersine gittim. Gerçi “tek başına” olmak “taciz edilmekten” iyiydi ama bu yıl daha fazlasını istiyordum. Bütün yazı bunun için hazırlanarak geçirmiştim ve daha fazlasını istiyordum. Amerikan Edebiyatı dersinde, Amelia Kindl tükenmez kalemimi ödünç almak istedi. Hatta adımı bile kullandı. Sırasının üzerinden bana doğru eğilerek, “Hey Elise, tükenmez kalemini alabilir miyim?” diye fısıldadı. “Tabii ki,” deyip ona gülümsedim çünkü bir psikoloji araştırmasında gülümseyen insanların daha çok sevildiğini okumuştum. Amelia da, “Teşekkürler,” deyip gülümsedi. Sonra ikimiz de dikkatimizi öğretmene verdik; yani bu uzun ve samimi bir sohbetin başlangıcı değildi ama hiç yoktan
21
iyiydi. Var olduğumun bir kanıtıydı. Eğer var olmasaydım neden tükenmez kalemlerim olsundu ki? Amelia’yı severdim. Onu ortaokulda ilk tanıştığımız günden beri seviyordum. Zekiydi ama inek değildi ve herkese dostça davranırdı. Amelia, Lizzie Reardon gibi popüler değildi ama çekirdek bir arkadaş grubu vardı. Her hafta sonu pijama partileri verdiklerini, mısır patlattıklarını, elişi projeleri yaptıklarını ve film izlediklerini tahmin ediyordum. Ben de Amelia gibi biri olmak istiyordum. Amerikan edebiyatı dersinden sonra, koridorda Lizzie Reardon’ın yanından geçme yanlışını yaptım. Geçen yıl Lizzie’nin bütün ders programını biliyordum ve mümkün olduğunca dolambaçlı yollar seçiyor ya da sırf onunla karşılaşmamak için derse geç kalma pahasına tuvalette saklanıyordum. Bu yeni bir ders yılıydı ve programlar değiştiği için henüz Lizzie’ye karşı hazırlıklı değildim. Herhangi bir yerde olabilirdi. Mesela Amerikan Edebiyatı ve kimya sınıfları arasındaki koridorda. Devekuşu taktiğini kullanarak başımı devekuşu eğdim ve doğruca önüme baktım: Eğer onu göremezsen, o da seni göremez, dedim içimden. Ama Lizzie bir devekuşundan daha kurnazdı. “Elise!” Lizzie tam karşıma geçti. Yürümeye devam etmek için ona aldırış etmemeye çalıştım. “Elise!” diye tekrar seslendi; bu sefer sesi şarkı söyler gibi çıktı. “Kabalık etme. Seninle konuşuyorum.” Yürümeyi bırakıp kıpırdamadan durdum. Bu da tavşan taktiğiydi: Eğer hareket etmezsen, seni göremez. Lizzie beni tepeden tırnağa süzdükten sonra tekrar başını kaldırıp gözlerimin içine bakıp, “Vay canına, ha-
22
yalet gibi görünüyorsun. Bütün yaz boyunca bir kez mi dışarı çıktın?” dedi. Bu Lizzie’nin bana o güne kadar söylemiş olduğu en kötü şey değildi. Hatta o güne kadar söylediği en kibar şey bile sayılabilirdi. Ama sözleri her zamanki gibi canımı acıttı. Lizzie bunu nasıl yapacağını hep bilirdi. O an anladım ki tüm vaktimi içeride popüler filmler izleyerek ve ünlüler hakkındaki dedikodu bloglarını okuyacağıma, dışarıda güneşlenerek geçirmeliydim. Bir sürü şey yapmış olsam da, hiç aklıma gelmeyen ve en az yaptıklarım kadar önemli olan bir şey daha vardı. Hiçbir şey söylemedim. Lizzie de hem bana acıdığı hem de sıkıldığı için derse gitmek üzere yanımdan ayrıldı.
Çok geçmeden öğle yemeği vakti geldi. Lizzie ve kalemimi ödünç almak isteyen Amelia dışında kimse benimle konuşmamıştı. Belki giysilerim rüküştü. Belki de saç kesimim tuhaftı. Ya da saç bandım havalı değildi. Veya belki de herkes yaz boyunca ayrı kaldıktan sonra hasret gideriyordu. Belki de hiç kimse henüz yeni arkadaşlar edinmeyi aklına getirmiyordu. Dünyanın en kötü yeri olan kafeteryaya gittim. Glendale Lisesi’nin geri kalanı gibi kafeterya da pis, gürültülü ve basık tavanlıydı. Yok denecek kadar az penceresi vardı. Herhalde bunun sebebi, camdan bakıp dışarıda kafeteryadakine hiç benzemeyen gerçek bir hayat olduğunu hatırlamamızı önlemek istemeleriydi.
23
Kahverengi öğle yemeği çantamı sımsıkı tutarak içeri girdim. Ellerimi o kadar çok sıkıyordum ki, eklemlerim beyazlamıştı. Karşımda benden nefret eden ya da kim olduğumu bilmeyen insanlarla dolu bir salon vardı. Yalnızca iki ihtimal söz konusuydu. Beni tanıyanlar benden nefret ediyordu. Ama sinmeye niyetim yoktu. Pes etmeyecektim. Bu yeni bir yıldı ve önümdeki otuz beş dakikayı yeni arkadaşlar edinmek için kullanacaktım. Amelia’nın geçen seneki masada oturduğunu gördüm. Parlak saçlı on kızdan biriydi; hepsi de kazak giymişler ve makyaj yapmamışlardı. İçlerinden biri Glendale Okul Gazetesi için fotoğraf çekiyordu. Birkaç tanesi okul korosundaydı. Başka bir tanesi de beden eğitimi derslerinde hep izinliydi çünkü elinde her hafta üç akşam yoga yaptığını belirten bir not vardı. İçerideki onca insanın içinde ancak bu gruptakilerle arkadaş olabileceğimi hissediyordum. Böylece bir ayağımı diğerinin önüne koydum ve adım adım Amelia’nın masasına yaklaştım. Bir an için öylece dikilip oturan kızlara tepeden baktım. Kendimi o sabah evden çıktığımdan beri ilk kez konuşmaya zorladım. Yağlanması gereken bir tekerlek gibi gıcırtılı bir ses çıkardım. “Yanınıza oturabilir miyim?” diye sordum. Masadaki bütün kızlar her ne yapıyorlarsa —konuşmayı, lokmalarını çiğnemeyi ve masaya dökülen diyet kolayı silmeyi— bıraktılar. Uzunca bir süre kimse bir şey söylemedi. “Tabii ki,” dedi Amelia sonunda. Eğer bir saniye daha beklemiş olsaydı, öğle yemeği çantamı yere atıp kaçacaktım. Fakat Amelia ve arkadaşlarından dördü yana doğru
24
kayıp bana yer açtılar ve yanlarına, bankın en sonuna, iliştim. Masaya göz atarken, Bu kadar kolay mı yani? diye düşündüm. Arkadaş edinmek bu kadar kolay mı? Tabii ki değil, seni aptal. Senin için hiçbir şey bu kadar kolay değil. Kızlar hemen sohbetlerine geri göndüler ve ben yokmuşum gibi davrandılar. İçlerinden biri, “Lisa daha önce oraya gitmediğine yemin etti,” dedi. “Eh, yalan söylüyor,” dedi bir başkası. “Oraya benimle birlikte gitmişti.” Birinci kız, “O zaman niye gitmediğini iddia ediyor ki?” diye karşı çıktı. Üçüncü bir kız, “Çünkü o Lisa,” diye açıkladı. “Üvey abisiyle takıldığını söylediği o partiyi hatırlıyor musunuz?” diye sordu bir tanesi. “Ee, şeydeydi...” “Casey’nin mezuniyet partisinde,” dedi bir başkası. Birinci kız, “Durun, yani öyle bir şey yapmamış mı?” diye sordu. Hepsi bir ağızdan, “Hayır,” diye homurdandılar. Ağızlarından çıkan her kelimeyi can kulağıyla dinledim, kahkahalarına eşlik ettim ve onlar gözlerini devirir devirmez ben de aynısını yaptım ama bu durum için hazırlanmadığımı fark ettim. Ünlüler, moda ve pop yıldızları hakkında araştırma yaparken, olası arkadaşlarımın tanımadığım insanlardan ve yapmadığım şeylerden bahsedeceklerini hiç hesaba katmamıştım. Bunu araştırmam da mümkün değildi. Bu onların hayatıydı. Bu gerçeğin ağırlığı üzerime çöktükçe boğulacakmışım gibi hissettim. İnsanlarla nasıl bir çırpıda arkadaş olabilirsiniz ki? Bu çok saçma. Onları yıllar boyunca paylaştıkları anıları ve deneyimleri vardı. Konuşmaya
25
orta yerinden dalıp neler olduğunu anlamayı bekleyemezsiniz. Neler olup bittiğini bana anlatmaya çalışsalardı bile, bunu başaramazlardı. Zaten bunun için herhangi bir çaba sarf etmiyorlardı. Karşımda oturan kız ön dişlerinin arasından bir fasulye filizi çıkardı ve kulağa “Cuma günü kargıları gavosa gönderdik,” gibi gelen bir şey söyledi. Kıkırdadım; kız dudaklarını büküp kaşlarını kaldırarak bana bakınca sustum. “Affedersin,” dedim. “Az önce söylediğin şey... yani gavos nedir?” Bu arada, insanlar kendileri hakkında soru sorduğunuzda sizi daha çok severler. Gülümsemeniz ve kendilerinden bahsetmelerini istemeniz hoşlarına gider. Kız, “En iyi öğrenci yapımı belgesele verilen Gallos Ödülü,” diye açıkladı. “Ah, tamam. Ne güzel. Peki kargılar derken neyi kastettin?” “Sargılar,” dedi kız. “Mumya konferanslarına katılan insanlar hakkında bir film çektim.” Bu kızlar hakkında bilmediğim ve bana söylemeyecekleri o kadar çok şey vardı ki... Bu tıpkı annemle birlikte İspanya’ya tatile gittiğimde iletişim kurabileceğimi düşünmeme benziyordu. Okulda üç yıl boyunca İspanyolca aldığım için bunu yapabileceğimi sanmıştım ama çok yanılmıştım. Ama ne tür kızlarla arkadaş olmak istediğimi görebiliyorsunuz, değil mi? Sanki bu mümkünmüş gibi. Bu kızlar mumya konferansları hakkında belgesel filmler çekiyorlardı! Bunu ben de yapmak istiyordum! Şey, aslında istediğim tam olarak bu değildi. Film çekmekten hiç anlamıyordum ve dürüst olmam gerekirse,
26
mumya konferanslarını ise biraz ürkütücü buluyordum. Ama ben de bunun gibi şeyler yapmak istiyordum. Sohbeti takip etmeye ve gruba aitmişim gibi görünmeye o kadar odaklanmıştım ki, öğle arasının bitmek üzere olduğunu ve masadaki herkesin burunlarına dokunduklarını fark etmemiştim. Parlak çiçekli bir eşarp takmış olan bir kız beni işaret ederek, “Hey sen,” dedi. “Efendim?” dedim gülümseyerek. Gülümsemek insanların sizi daha çok sevmelerini sağlar, hatırladınız mı? Kız doğrudan gözlerimin içine bakınca tıpkı Jordan ve Chuck hangi parçayı dinlediğimi sorduklarında olduğu gibi heyecanlandım. Hey, kız bana bakıyor! Beni fark ediyor! Acaba bu heyecan duygusunun iyiye işaret olmadığını ve kimsenin beni fark etmediğini ne zaman öğreneceğim? “Sen,” dedi kız tekrar. “Masayı temizle.” Sonra ilk zil çaldı, masadaki herkes ayağa kalktı ve içecek kutularını, plastik torbalarını ve yumurta salatası artıklarını bırakıp hep birlikte uzaklaştılar. Kafeterya boşalırken oturduğum yerde kaldım. Amelia kısa bir an için duraksayıp arkadaşlarının önden gitmelerine izin verdi. Kaşlarını endişeli bir şekilde kaldırarak, “Bunu her zaman yaparız,” dedi. “Anlarsın ya, burnuna en son dokunan masayı temizlemek zorundadır. Kuralımız böyle. Bugün de o piyango sana çıktı.” Amelia özür dilercesine gülümsedi ve sanırım o araştırma doğruydu çünkü gülümsemesi onu gerçekten de daha çok sevmemi sağladı. Bu çok saçma bir kural, veya Bundan haberim yoktu, diyebilirdim. Ya da Bunu gerçekten her zaman yapıyor musunuz? Yoksa sadece bana mı yaptınız? Ya da Neden sen de kalıp bana yardım etmiyorsun?
27
Söyleyebileceğim bir sürü şey vardı ama sadece, “Pekâlâ,” dedim. Amelia yürüyüp gitti ve on bir kızın artıklarını çöpe atmaya başladım. Patates cipsi kırıklarını toplarken en önemli gerçeği fark ettim: Amelia’nın az önce bana söylediğine benzer binlerce, hatta milyonlarca sayısız kural vardı. Öğle yemeğinin sonunda parmağınla burnuna dokunmalısın. Ödevini şu tür kâğıda yapmalısın. Şu müzik grubunu dinlemelisin. Şu şekilde oturmalısın. Bilmediğiniz bir sürü kural vardı ve ne kadar çalışırsanız çalışın, hepsini öğrenmenize imkân yoktu. Cehaletiniz sizi defalarca yarı yolda bırakabilirdi. Masaya dökülen sütü emen sırılsıklam peçeteleri toplarken, şunu fark ettim: Bu yıl da farklı olmayacaktı. İşlerin iyiye gitmesi için çok çalışmış ve büyük umutlar beslemiştim. Ama istediğim olmamıştı ve olmayacaktı. Yeni bir kot pantolon alsam da, saç bandımı çıkarsam da, taksam da, ben buydum işte. İnsan kendini değiştirmenin çok kolay olduğunu zanneder ama bu çok zordur. Ben de bir sonraki mantıklı adımı atmaya karar verdim: kendimi öldürmeyi.
28