Gün Işığı Kızın Hayaleti Özgün Adı | The Haunting of Sunshine Girl Paige McKenzie Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Su Akaydın Düzelti | Burcu Karatepe Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz Kapak Görseli © Levy Moroshan 1. Baskı, Mart 2017, İstanbul ISBN: 978-605-9585-35-4 Türkçe Çeviri © Boran Evren, 2016 © Yabancı Yayınları, 2017 © Paige McKenzie, Nick Hagen, Alyssa Sheinmel, 2015 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eserin yayın hakları Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Çeviren
Boran Evren
.
Bu kitap dünyanın her yerindeki Sunshine hayranlarına adanmıştır. İster en baştan beri bizimle ol, İster aramıza yeni katılanlardan biri, bu— ve bundan sonraki her Sunshine kitabı— senin için.
.
On Yedi Mum Bugün on altı yaşına bastı. Gerçekleşmesini izledim. Katherine, yani onu evlat edinmiş olan kadın, ona kek yaptı: Havuçlu kek, yanmış gibi görünen turuncu bir rengi vardı ve üstüne de tepeleme bembeyaz krema koymuştu. Ashley adında bir kız elinde mumlarla evine geldi ve Texas’ın bunaltıcı sıcağına rağmen mum yaktılar. Sonra da şarkı söylediler: Mutlu yıllar sana, mutlu yıllar sana. Bizim gibiler doğum günlerini kutlamaz. Tabii, on altı yaşına bastığımız zaman hariç. Tıpkı onun bugün yaptığı gibi. Tam doğum anında; akşam üstü 7:12, Merkez Standart Saati, 14 Ağustos, Sunshine* adlı kızdaki değişimi hissettim. Ruh ona dokunduğu anda hissettim bunu. Katherine keki daha yeni masanın üstüne, onun önüne koymuştu: On altı… yok, on yedi… Neden on yedi ki? Sunshine sırıtıp mumları söndürmeye hazırlandı. Ama sonra bir anlık bir tereddütle gözlerindeki gülümseme kayboldu. Tabii ne hissettiği ya da bir şey hissedip hissetmediği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Ruh ona dokunduğu anda vücut sıcaklığı 37 dereceden 33,5 dereceye düştü; nabzı dakikada 80’den 110’a fırladı. Avucunu, çocuğunun ateşi olup olmadığına bakan bir anne gibi alnı* (İng.) Gün ışığı. –çn 7
na koydu. Belki hasta olmaya başladığını düşünmüştü; soğuk algınlığı, grip: İnsanların başına ne geliyorsa onlardan biri işte. Suçluyu anında tanıdım: Birkaç hafta önce bir buçuk kilometreden daha yakın bir mesafede bir trafik kazasında can veren yirmi dokuz yaşında bir erkek, yaraları daha hâlâ taze, arabanın camının parçaları hâlâ yüzüne saplandıkları yerde. Daha sonra yoluna devam etmesi için ona şahsen yardım edeceğim: Yaraları iyileşecek, teninde tek bir iz bile olmayacak. Ama şu anda bütün dikkatim Sunshine’da. Nabzı normale dönene kadar geçen saniyeleri saydım: On bir. Etkileyici. Derin bir nefes alıp mumları söndürdü. Katherine ve Ashley alkışladılar. Sunshine ayağa kalkıp gösterişli bir reverans yapınca daha da çok alkışladılar. Gülümsemesi geri gelmiş, yüzüne sımsıkı yerleşmişti ve hayat dolu yeşil gözleri ışıl ışıldı. Neredeyse sanki az önce hiçbir şey hissetmemiş gibiydi. Son öğrencimin vücut sıcaklığının normale dönmesi yirmi dört saat almıştı. Ama Sunshine, annesi keki keserken normale dönmüştü bile. Tabii bu sadece gelip geçen bir ruhtu. Kısa süre içinde çok daha fazlasıyla uğraşması gerekecekti.
8
BÖLÜM BİR
Ürkütücü Şeyleri Savunmak “Anne, bu ev ürkütücü.” Yeni evimize giden mıcır kaplı araba yolunun daha yarısındayız ama şimdiden anlayabiliyorum. Araba yolu bile ürkütücü: Uzun ve dar, iki yanında da komşuların bahçelerini göremeyelim diye uzun çalılar var. Annem gülümseyerek, “Ürkütücü ama şahane demeyi tercih ediyorum,” diyor gülümseyerek. Ben gülümsemiyorum. “Ya, hadi ama,” diye sızlanıyor. “Sırf esprimin zavallılığına acıdığın için bile gülmeyecek misin yani?” “Bu defa değil,” deyip başımı iki yana sallıyorum. Annem evi Craigslist’ten* kiraladı. Ridgemont Hastanesi’nin yeni doğan biriminde başhemşirelik pozisyonu teklif edildiğinden fazla seçici davranacak zamanı olmamıştı. Hatta biricik kızına hayatı boyunca yaşadığı şehirden sökülüp ülkenin, yağmurun dinmek bilmediği kuzeybatı köşesine taşınmak hakkında ne hissettiğini soracak zamanı bile güç bela bulabilmişti. Tabii onu ne olursa olsun destekleyeceğimi söylemiştim. Onun için harika bir fırsattı ve benim yüzümden bunu kaçırmasını is* İş, konut, kişisel ürünler, etkinlik vb. için ilanların yer aldığı seri ilan sitesi. –yhn 9
temiyordum. Sadece Texas’tan Washington Eyaleti’ne taşınmanın benim için öyle harika bir fırsat olduğundan emin değilim. Annem arabayı park edip camdan evi izliyor. Ev iki katlı; bir bebeğin ağırlığını bile taşıyamayacak gibi duran, tarihi eser görünümlü bir salıncağın durduğu bir verandası var. İnternetteki fotoğraflarda ev daha beyaz görünüyordu ama gerçek hayatta birilerinin bir noktada parlak kırmızıya boyamaya karar verdiği kapısı dışında gri. Belki kontrastın insanın içini açacağını filan düşünmüşlerdir. “Bir evin ürkütücü olup olmadığına dışarıdan karar veremezsin,” diye ekliyor annem umutla. “Evet, verebilirim.” “Nasıl?” “Austin’den ayrılmadan önce aldığın o kot pantolonun senin yerine benim dolabıma asılacağını bildiğim gibi. Sezgilerim çok ama çok güçlüdür.” Annem gülüyor. Küçük beyaz köpeğimiz Oscar arka koltukta sızlanıp yeni evini keşfedebilmesi için dışarı çıkarılmayı istiyor. Annem emniyet kemerini çözüp kapıyı açar açmaz Oscar dışarı atlıyor. Ben ise bir saniye daha arabada kalıp ıslak havanın içeri girmesini bekliyorum. Olay sadece ev değil. Eyaletin sınırlarına girdiğimizden beri dünya grileşmişti çünkü günün ortası olmasına rağmen annemin farlarını yakmasına neden olacak kadar koyu bir sisle sarmalanmıştık. Washington’daki yeni hayatımızı bu kadar renksiz bir şekilde gözümde canlandırmamıştım. Dürüst olmak gerekirse yeni hayatımızı gözümde hiç canlandırmamıştım. Onun yerine, Austin’deki evimiz kutularla dolup, en yakın arkadaşım Ashley bize yardım etmeye geldiğinde bile taşınmayacakmışız numarası yapmaya devam etmiştim. Ancak yola çıktığımızda gerçekten de taşındığımıza inanmıştım. Yeni evimiz sislerle kaplı, devasa bir tarlada son bulan, çıkmaz bir sokağın üstünde. Kendi araba yolumuza sapana kadar 10
geçtiğimiz her ev bahçesine iki numara küçük kalıyor; herhalde komşularımız birbirleriyle en ufak bir ilişkisi olmasını istemeyen tiplerden. Ön bahçede oyun oynayan tek bir çocuk ya da akşam yemeği için barbekü hazırlayan tek bir baba dahi yok ve sokak, güneş ışığını vaktin gündüz olduğuna dair en ufak bir ipucu bile bırakmayacak kadar iyi kapatan çam ağaçlarının iğneleriyle kaplı. Yeni bahçemizi çirkin, paslı tel örgü bir çit çevreliyor. Görebildiğim az miktarda şeye bakılırsa, lanet olası Washington Eyaleti’ndeki bu lanet olası Ridgemont kasabasının tamamının ürkütücü olduğundan emin oluyorum. Yani, bir dağın eteğine kurulu ve yazın ortasında bile sislere bürünmüş bir yerden daha ürkütücü ne olabilir ki? Ve ürkütücü sözcüğünü gereğinden fazla kullanıyormuşum gibi geldiyse de bunun nedeni akıllı telefonu olan herkesin aksine bir eş anlamlılar sözlüğüne erişimim olmaması değil; başka hiçbir sözcüğün duruma uymaması. Kendimi Oscar’ın banyodan sonra yaptığı gibi silkeliyorum. Bu kadar olumsuz olmak bana göre değil ve bu havadan çıkmaya karalıyım. Derin bir nefes alıp arabanın kapısını açıyorum. Evin içi büyük ihtimalle son derece sevilesi. Annem kendini beğendirecek özellikleri olmayan bir yeri kiralamaz. Arka koltuğa uzanıp kedimiz Lex Luthor’ın içinde olduğu kutuyu alıyorum. Sonra da telefonumu çıkarıp kaldırıyorum ve kendimi, Lex’i ve evi içeren bir fotoğraf çekip Ashley’ye gönderiyorum. Benim Washington’da, onunsa Texas’ta yaşamasına rağmen büyürken birbirimizden uzaklaşmayacağımıza söz verdik. Eğer arkadaşlığımız birkaç yıl önce ortaokul yıllarımızı kendini herkesten üstün gören küçük gruplar içinde geçirmemize göğüs gerebildiyse, birkaç bin kilometrelik mesafeyle de başa çıkabileceğinden hiç şüphem yoktu. Evimizin kapısına doğru yürürken araba yolunun mıcırları Chuck Taylor ayakkabılarımın altında gıcırdıyorlar. Aylardan 11
ağustos olabilir ama bu Ridgemont’un soğuk olmasına, hatta Austin’in Noel zamanı olduğundan bile soğuk olmasına engel değil ve ne yazık ki üstümde hâlâ bu sabah Boise, Idaho’daki motelimizden çıkmadan önce giydiğim yırtık kot şort var. Şu sıralar en sevdiğim tişört olan annemin eski lise tişörtünün üstündeki parlak renkli Mustang, sisin ortasında ait olmadığı bir yere gelmiş gibi duruyor, kamuflajın tam zıttı. Kapının eşiğinde bekliyorum. “Anne!” diye bağırıyorum. Cevap yok. Sadece tel kapıyı açık tutarken menteşelerinden gelen gıcırtı ve sanki beni içeri itmek istermiş gibi aniden arkamdan esen rüzgârın uğultusu var. “Anne!” diye tekrar ediyorum. Nihayet tam ismini haykırıyorum: “Katherine Marie Griffith!” Ona ilk ismiyle seslenmemden nefret etse de bunun evlat edinilmiş olmamla hiçbir ilgisi olmadığını iddia ediyor. Bu konuyu hiç büyütmedik; annemin bana durumu açıkladığı büyük, dramatik bir konuşmamız olmadı. İşin aslı şu ki bunu bilmediğim bir zamanı hatırlamıyorum bile. Biyolojik annemle babamın kim olduklarını ve neden beni bıraktıklarını merak ettiğim anlar oluyor ama bu ayrıntıları annem bile bilmiyor. Ben bulunduğumda annem Austin’deki bir hastanede pediatri hemşiresiymiş; kundaklı bir halde acile bırakılmışım ve ne anne ne baba ne bir form, hiçbir şey yokmuş yanımda. Annem, beni ellerine aldığı anda bir daha asla bırakmayacağını anladığını söyler. Nedenini sorduğumda sadece bizim birbirimiz için yaratıldığımızı söylemekle yetinir. Yabancılar birbirimize ne kadar benzediğimizi söylediklerinde annemle kıkırdarız çünkü benzemiyoruz. Sadece birbirimiz gibi davranıyoruz; bazen fazlasıyla. Ama benim aksime annem açık tenli ve kızıl saçlı, gözleri neredeyse gri ve solgun teninde çilleri var. Benimse genelde dalgalı olmakla kıvırcık olmak arasında bir yerde kalmış uzun kahverengi saçlarım var. Ve gözlerim de anneminki gibi gri değil, yeşil. Ashley kedi gözüne benzediklerini söyler. Hani bazı insanların göz rengi ışığa 12
ya da ne giydiklerine bağlı olarak değişir ya? Benimki değişmiyor işte. Hep o aynı turkuazı andıran açık yeşil renk. Ve gözbebeklerim karanlıkta bile fazla büyümüyorlar. Gözleri benimkilere benzeyen tek bir kişi bile görmedim. O kadar farklılar ki benimkilere benzeyen gözleri olan biri büyük ihtimalle benim akrabamdır. Hani gerçekten, kan bağıyla akrabadır yani. Her neyse, evlat edinilmiş olayım ya da olmayayım, tanıdığım on altı yaşındaki çocuklar arasında annesine benim kadar yakın kimse yok. Ya da en azından Austin’in AVM’lerinde yürürken gördüğüm anne-kız ikililerinin hepsinden daha yakınız. Onlar kavga etmediklerinde birbirleriyle neredeyse hiç konuşmazlar. Ashley, annesi odasına girip gününün nasıl geçtiğini sorduğunda cevap vermemek için kadıncağız içeriye adım atar atmaz telefonunu alıp derin bir muhabbete dalmış gibi yapardı. Demek istediğim, annesiyle üç gün boyunca bir arabaya kısılıp, ülkenin öbür ucuna gidebilecek kaç tane on altı yaşında kız tanıyorsunuz? Tabii ben on altı yaşıma basalı sadece bir hafta oldu. Evin içinde bir yerlerden sifon çekilmesi sesi geliyor. Annem, “Nerede olduğumu sandın Sunshine?” diye soruyor kapıya dönerken. “Texas’tayken ismim hiç ironik gelmiyordu,” diye mırıldanıp eşikten adım atarken ürperiyorum ve kapı arkamdan çarparak kapanınca yerimde zıplıyorum. “Sadece rüzgâr tatlım.” Annemin gözünde sanki bana gülmemeye çalışıyormuş gibi bir ışıltı var. “Aslında evin içinin dışından daha soğuk olduğunu düşünüyorum.” Daha önce hiç böyle bir soğuk hissetmediğimi düşünüyorum, hatta dokuz yaşımdayken annem beni Colorado’ya kayak yapmaya götürdüğünde bile; üstelik orada sıcaklık sıfırın altındaydı. Bu soğuk ise bambaşka bir şey. Elbiselerimin kumaşının gözeneklerinden içeri sızıp her yerimi diken diken ediyor. Hani ateşin çıktığında vücut sıcaklığının 13
yükselmesine rağmen titremeye başlarsın ve üstünde bir sürü örtü olsa da üşüyüp titremeye devam edersin ya, öyle bir şey işte. Sanki bütün evin kurutucuya atılması gerekiyormuş gibi nemli bir soğuk. Bu… sorun değil, tamam, itiraf ediyorum: Bu, ürkütücü. Sözcüğü yüksek sesle söyleyince annem gülüyor. “Yeni favori sözcüğün bu mu?” diye soruyor. “Hayır,” diyorum yumuşak bir sesle. Daha önce çok kullandığımı hatırlamıyorum. Ama daha önce hiç böyle bir şey de hissetmemiştim. “Bu evde aylardır kimse oturmuyordu. Sadece fazla uzun bir süre boş kalmış. Bütün eşyalarımızı buraya taşıdıktan sonra daha bir ev gibi gelecektir. Harika olacak. Söz veriyorum.” Ama eşyalarımız, mobilyalarımız, kitaplarım, türlü türlü ıvır zıvırım ve elbiselerimle tıka basa dolu olan kamyon yarına kadar buraya gelmeyecek. Kamyonu Texas’tan buraya sürerek getiren taşımacıların, buraya gelmek için bizim kadar aceleleri olmadığını tahmin ediyorum. Annemle gıcırdayan merdivenden yukarı, ikinci kata doğru kısa süren bir keşif gezisine çıkıyoruz; iki yatak odası ve kapısının kilidi bozuk bir banyo. Annem, “Ev sahibinden tamir etmesini isteyeceğim,” diye söz veriyor ama eşyalarımızın çok büyük bir kısmı hâlâ yüz elli kilometre ötede. Benim olacak odaya gidip parlak pembe duvar kâğıdı ve halıya bakıp ürperiyorum. Ben pembe seven kızlardan değilim. Yatağımı kapının sağındaki köşeye koymaya ve masamı da karşısındaki pencerenin yanına yerleştirmeye karar veriyorum. Dar pencereye yürüyüp dışarıya bakıyorum ama arka bahçemizdeki çam ağacının dalları sokak manzaramı neredeyse tamamen kesiyor. Güneş parlıyor olsaydı bile içeriye fazla ışık girebileceğinden şüphe ediyorum. Annemin odası ön bahçeye bakıyor ama dallar onun pencerelerinin de büyük kısmını kapatıyor. Büyük boy şişme yatağımızı oturma odasının sert zeminine serip şişiriyoruz, kedi üstüne çıkarken tırnaklarını batırıp kazayla patlatmasın diye hemen üstüne birkaç battaniye örtü14
yoruz ve kedimiz tabii ki anında yatağın üstüne atlayıveriyor. Pizza almak için kasabaya giderken arabanın üstüne düşen çam iğneleri, aynı ritimde düşen yağmur damlalarıyla düet yapıyor gibiler. Main Street neredeyse tamamen boş, Austin’in merkezinden hiç eksilmeyen kalabalıktan eser yok. Annem umutlu bir sesle, “Bak, tam taşra işte,” deyip herhangi bir zincire dahil olmayan eczaneyi ve restoranı işaret edince başımla onaylayıp kendimi zorlayarak gülümsüyorum. Eve dönüş yolunda arabanın arka koltuğundaki pizza soğurken, arabayla hastanenin yanından geçiyoruz ve annem hastanenin otoparkına giriyor. İki ay önce uçağa atlayıp iş görüşmesine geldiğinden beri buraya uğramamıştı. Hastane, Austin’de çalıştığının en fazla yarısı kadar. Emniyet kemerini açsa da yerinden kalkmak için hareketlenmiyor, dolayısıyla ben de hareketlenmiyorum. Neredeyse tamamen boş otoparkı işaret edip, “Herhalde Ridgemont’ta bizim oradaki kadar hasta yok,” diyorum. Annem, “Burası küçük bir kasaba,” deyip omzunu silkiyor ama tedirgin olmuş gibi görünüyor. Yeni işinde Texas’ta olduğundan çok daha büyük bir sorumluluk alacak ve belli etmemeye çalışsa da gergin olduğunu biliyorum. “Endişelenme. Hepsinin başını döndüreceksin.” Annem bana bakıp gülümsüyor. “İşte bu benim Sunshine’ım.” Uzanıp omzumu sıkıyor ve sonra da emniyet kemerini yeniden takıp motoru çalıştırıyor. Arabayı döndürürken siren sesleri kulaklarımızı dolduruyor. Bir ambulans son hızla otoparka girip doğruca acilin girişine yöneliyor. Nasıl görünürse görünsün, demek Ridgemont’ta da hasta insanlar varmış.
Pizzalarımızı sanki bir pijama partisindeymişçesine, pijamalarımızı giyip yatağın üstünde yiyoruz. 15
Annemle son parça kimin diye tartışırken, “Austin’de bu kadar iyi pizza yok,” diyor. Kalan dilimi elinden koparıp alırken kıkırdayıp, “Kimin aklına gelirdi ki?” diyorum. “Washington Eyaleti, Ridgemont Kasabası, ABD’nin pizza başkenti.” “Gördün mü? Sana burayı seveceğini söylemiştim.” “Ben pizzayı sevdim. Mekânı sevmekle aynı şey değil.” Annem umutla, “Belki pizzayı sevdikten sonra mekânı sevmek işten bile değildir,” diye cevap veriyor. İçimi çekiyorum. İşin aslı şu ki buraya geleli daha üç saat bile olmadı ve şu ya da bu yönde bir fikir edinmek için daha çok erken. “Burada tuhaf bir koku var,” diyorum burnumu büzüştürerek. Annem aramızdaki kırıntılarla dolu kutuyu gösterip, “Burada pizza kokusu var,” diyor. Başımı iki yana sallıyorum. İçeride başka bir koku var; yoğun, küf kokusuna benzer bir şey, sanki biri klimayı fazla açık bırakmış gibi. Gerçi burada klimaya gerek yok, o başka. Annem, “Her neyse, bir eşyalarımızı yerleştirelim, bu eve bizim kokumuz sinecek,” diye söz veriyor ama bu küf kokusunun öyle kolay geçeceğinden o kadar emin değilim. Yatmadan önce kitap okuyoruz. Annem çok satanlar listesine teşrif eden son gerilim kitabına yumuluyor; her ne kadar bu yüzden onunla dalga geçsem de böyle kitaplara bayılıyor ve ben de Gurur ve Önyargı’yı yanılmıyorsam on beşinci defa okuyorum. Ellerimde kitaplarımın o tanıdık ağırlığını hissederken sıla hasreti çekmek pek mümkün değil. Artık kimsenin kullanmadığı bütün o kelimeleri seviyorum: İçi pır pır etmek ve vesvese ve tahkikat gibi. Bazen kendimi Bennett kardeşlerden biriymiş gibi konuşurken buluyorum. Evet, bunun beni hiç ama hiç popüler yapmayacağının farkındayım. Sonunda ışıkları kapattığımızda uykulu uykulu, “Geçmiş hayatlarımdan birinde Jane Austen olma ihtimalim var mı sence?” diye soruyorum. Saat gece yarısını geçmiş olmalı. Oscar 16
yatakta gıdım gıdım ilerleyip aramıza girmeyi başarmış ve neredeyse yastık kadar yer kaplasa da umurumda değil çünkü yanıma kıvrılmış yatarken çok daha iyi ısınıyorum. Annem, “Tabii ki hayır,” diyor. Geçmiş hayatlar gibi şeylere inanmıyor. Mantığa ve tıbba inanıyor, organik kimya tarafından kanıtlanabilecek şeylere. “Tamam ama demek istediğim, yani öyle şeylere inanıyor olsaydın...” “Ki inanmıyorum...” “Tamam ama inanıyor olsaydın...” “İnanıyor olsaydım, o zaman senin önceki hayatlarından birinde Jane Austen olduğuna da inanır mıydım?” “Kesinlikle.” “Cık.” “Nedenmiş?” diye sızlanıyorum, alınmış gibi yaparak. Annemin yatağın kendi tarafında sanki cevabı aşikârmış gibi omuz silktiğini hissedebiliyorum. “İstatistik. Matematiksel olarak bunun ihtimali son derece küçük.” “Farazi geçmiş hayatıma istatistik kurallarını mı uyguluyorsun?” “Sayılar yalan söylemez Gün Işığı Eyaleti*.” Her ne kadar Florida’ya hiç gitmemiş olsam da annem bana bazen böyle sesleniyor. ABD sınırları içerisinde Washington’ın, Florida’ya en uzak yer olduğundan oldukça eminim. Ama annem hep, benimleyken sürekli olarak güneşin alnındaymış gibi hissettiğini söyler. Daha yeni doğmuş bir bebekken beni kollarına aldığından beri böyle hissettiğini söylüyor. Zaten bu yüzden ismimi Sunshine koymuş. “İyi geceler tatlım,” diyor karanlığa. “İyi geceler.” * * * * Yarı tropikal iklimi olan Florida Eyaleti’nin lakabı. –çn 17
Ses beni uyandırıyor. Onu duyduğumda saat kaç bilmiyorum. Onları duyduğumda. Ayak sesleri. Üst kattan geliyor. Zaten o kadar da derin uyumuyordum. Genelde Gurur ve Önyargı’yı okuduktan sonra uykuya daldığımda rüyamda Bay Darcy’yi görürüm ama bu gece gerçekten de tuhaf rüyalar gördüm. Bir banyonun köşesine sinmiş ağlayan küçük bir kız vardı ve ne dersem diyeyim, ne yaparsam yapayım gözyaşları yanaklarından süzülmeye devam etti. Ona sarılmayı denedim ama hemen yanı başında olduğumda bile bir türlü ona erişemiyordum. “Bu da ne?” diye fısıldayıp yana dönüp Oscar’a uzanıyorum. Köpeklerin çok iyi işittikleri söylenir, dolayısıyla o bir şey duymuyorsa bu kesinlikle benim hayal gücüm olmak zorunda, değil mi? Ama Oscar artık yatakta değil ve içerisi de zifiri karanlık olduğundan nerede olduğunu göremiyorum. Ama çok da uzakta olamaz çünkü buraya geldiğimizden beri tam kurumayan kürkünden gelen ıslak köpek kokusunu alabiliyorum. Bir anda ayak sesleri duruyor. “Anne,” diye fısıldayıp nazikçe omzunu sarsıyorum. “Anne, sesi duydun mu?” Uykulu bir sesle, “Hmmmm?” diye cevap veriyor. O kadar uzun süre araba kullandıktan sonra gerçekten çok yorulmuş olmalı. Onu rahatsız etmeyip uykusunu almasına izin vermeliyim. Ama sonra ayak sesleri yeniden başlıyor. Of, Tanrım, belki de bu evin ürkütücü olmasının sebebi aylardır boş olması değildir. Belki de ürkütücü olmasının sebebi sapık bir katilin kimse yokken üst katı kendine sığınak bellemiş ve uykularında boğazlayabilmek için masum bir ailenin eve taşınmasını bekliyor olmasıdır. Kalbim son hızla çarpıyor ve derin derin nefes alıp onu yavaşlatmaya çalışıyorum ama gitgide hızlanıyor. Gerçi ayak sesleri pek de sapık bir katile aitmiş gibi değil. Hafif, oyunbaz adımlar bunlar; sanki üstümüzdeki bir odada hoplayıp zıplayan bir çocuk varmış gibi. 18
Bu defa daha panik dolu bir sesle, “Anne,” diye tekrar ediyorum. Belki yukarıda gerçekten de bir çocuk var. Belki kayboldu ya da evinden kaçtı. “Ne var?” diye soruyor annem uykulu bir sesle. “Şunu duyuyor musun?” diye soruyorum. “Neyi duyuyor muyum?” “Şu ayak seslerini.” “Tek duyduğum beni uyanık tutan sesin,” diyor ama gülümsediğini anlayabiliyorum. “Büyük ihtimalle sadece kedidir,” diye ekleyip dönüyor ve kollarını bana sarıyor. “Hadi uyu. Söz veriyorum, burası sabah o kadar ürkütücü gelmeyecek.” Ürkütücü sözcüğünü sanki bir şakaymış gibi vurguluyor. “Bu hiç komik değil,” diye itiraz ediyorum ama annemin solukları düzenli ritimlerine döndüler bile; anında uykuya dalmıştı. Sözleri karanlığa fısıldayıp, “Komik değil,” diye tekrarlıyorum. Beklediğim son şey bir cevap almak ama konuşur konuşmaz, neredeyse anında onu duyuyorum; sanki birisi kulağıma fısıldamış gibi berrak ve yumuşak bir ses. Bu defa ayak sesleri yerine bir çocuğun kıkırtısı geliyor: Bir kristal kadar berrak ve ışıl ışıl, karanlığın içinden süzülüp geliyor. Gözlerimi sımsıkı kapatıp kendimi başka bir şey düşünmeye zorluyorum: Elizabeth Bennett ve Fitzwilliam Darcy, Jane ve Bay Bingley, hatta Lydia ve Bay Wickham. Netherfield balosunda dans ettiklerini gözümde canlandırmaya çalışıyorum (Bay Wickham’ın o gece aslında orada bulunmadığını bilmeme karşın) ama bunun yerine tek görebildiğim rüyamdaki küçük kız. Koyu renk elbisesi eskilikten lime lime olmuş, üst katta sek sek oynuyor. Ve bir kez daha o kahkahayı duyuyorum. Bir çocuğun kahkahası hiç bu kadar korkutucu gelmemişti. Ne yaptığımı anlayamadan usulca yataktan kalkıp merdivene yöneliyorum. Eğer yukarıda küçük bir kız varsa büyük ihtimalle en az benim kadar korkmuştur. Değil mi? Tabii sesi hiç de korkmuş gibi gelmiyordu. Hani gülüyordu ya, ondan. 19
Ayağımı en alt basamağa koyup yukarıya bakıyorum. Üst katta karanlıktan başka bir şey yok. Oscar yanımda belirip sıcak vücudunu bacağıma yaslıyor. “Akıllı köpek.” Sesim soluk soluğa çıkıyor, sanki koşmuşum gibi. Ayağımı koyduğum ikinci basamak gıcırdıyor. Sonrasında hiçbir ses yok; ne kahkaha ne ayak sesleri ne de zıplayıp kayan biri. Kalbim son hızla çarpıyor ama derin bir nefes alıp sakin bir hıza indiriyorum. “Belki de bitmiştir,” diyorum. Oscar da hızla soluyup benimle hemfikir olduğunu belirtiyor. İkimizin solukları dışında evde çıt çıkmıyor. Nihayet içimi çekip, “Hadi, yatağa dönelim,” diyerek arkama dönüyorum. Oscar şişme yatağın üstüne çıkıp yanıma kıvrılıyor ve ben de parmaklarımı sıcak tüylerinin arasında gezdiriyorum. Uyanık kalacağımı, saatler boyunca tavana bakacağımı düşünüyorum. Ama gözkapaklarım ağırlaşıyor ve soluklarım annemin soluklarıyla uyum sağlayana dek yavaşlıyor. Ama yemin ederim tam bilincimi kaybederken, hani uyanık olmaktan çok uyuyor olduğun o anda, başka bir şey duyuyorum. Bir çocuğun sarf ettiği bir söz ancak bir fısıltı kadar yüksek: İyi geceler.
20
BÖLÜM İKİ
Pembe İroni “Ne kadar pembe olabilir ki?” Ashley’nin sesi kulağa yeni odamın rengi hakkındaki iddialarıma en az annemin evin hayaletli olabileceğini söylediğimde verdiği tepki kadar şüpheci yaklaşıyormuş gibi geliyor. Her ne kadar telefondan beni göremese de başımı iki yana sallıyorum. Taşıma şirketinin elemanları yarım saat önce gittiler ve annemle ben de o zamandan beri eşya boşaltmakla meşgulüz. Yeni odam yamuk bir dikdörtgen. Eşyalarımız yanımıza geldiğinde hayatımızın bu odalara nasıl sığacağını görebileceğimi düşünmüştüm; hayatımın yeni yatak odama nasıl sığacağını. Ama bunun gibi görünen bir odaya herhangi bir şekilde sığabileceğinden emin değilim. “Yemin ederim Ashley.” Telefonu hoparlöre alıp, daha birkaç gün önce Austin’de o kadar özenle paketlere kaldırdığım bütün o eşyaları elden geçiriyorum; antika daktilom artık masamda dizüstü bilgisayarımın yanında duruyor, doldurulmuş baykuşum Dr. Hoo şu anda masamın üstüne aşağıya dalıp cam figür koleksiyonumu kapıp gidecekmiş gibi konmuş vaziyette. “Daha önce hiç bu kadar pembe bir oda görmemişsindir. Daha önce hiç bu kadar pembe bir pembe görmemişsindir.” Ashley gülüyor ama ben tamamen ciddiyim. Yeni odamın her 21
yeri pembe: Duvar kâğıdındaki güller, bütün zemini kaplayan eski püskü halı. Hatta ışığın düğmesi bile pembeye boyanmış. Bu sabah uyandığımda anında ayağa fırlayıp basamakları koşarak çıktım ve yukarıda saklanan çocuğun izini bulabilmek için buraya geldim. Ama hiçbir şey yoktu. Ne bir ayak izi ne halının üstünde kalmış toprak lekeleri ne pencerelerde yapış yapış parmak izleri ne de dolaplarda ya da banyoda saklanan küçük bir kız. Annem dün gece duyduğumu sandığım şeyin büyük ihtimalle kötü bir rüya olduğunu söyledi. Ayrıca bu evin ikinci katı ilk katından da soğuk. Belki hava buraya çıkamayacak kadar nemli olduğundandır; ikinci kattaki küf kokusu daha da yoğun, halı neredeyse nemli, sanki birkaç ay önce ıslanmış ve kurumaya fırsatı olmamış. Ashley, “Benim odam da eskiden pembeydi,” diye bir denemede bulunuyor. Belli ki durumun vahametini henüz kavrayabilmiş değil. “Evet, on üç yaşına basıp bunun saçmalığını anlayacak kadar büyümeden önce.” “Taşınmadan önce internetten evin fotoğraflarına bakmadın mı?” “Belli ki bu odanın fotoğraflarını koymayı ihmal etmişler.” “O zaman başka bir odaya taşın.” “Başka bir oda yok. Annemin yatak odası var, bu yatak odası var ve bir de aralarında banyo var.” “Peki, en yakın arkadaşın ziyarete geldiğinde kalması için bir misafir odası yok mu?” Gülüyorum. “Yok. Bu devasa Pepto-Bismol* şişesinin içinde bana eşlik edersin.” En değer verdiğim eşyam olması muhtemel şeyi kaldırıp kabarcıklı naylondan kozasının içinden çıkarıyorum: Annemin on altıncı yaş günü kutlamam için aldığı Nikon F5 fotoğ* Pembe renkli bir mide ilacı. –çn 22
raf makinem. Özenle yatağın ütüne koyuyorum. Ashley bir araba istemem gerektiğini düşünüyordu. Amerika’daki her ergen on altı yaşına basınca araba ister, demişti. Onun bir arabası vardı, pencerelerini indirip müziğin sesini açtıktan sonra gururla şehrin her yerinde sürdüğü, parlak mavi, pırıl pırıl, dört kapılı bir hibrid. Ama benim tek istediğim gerçek filmle fotoğraf çekebileceğim eski tip bir makineydi. Ve Tanrım, annem en uçuk hayallerimi bile aşmıştı. Austin’deki okulumda fotoğrafçılık dersleri vardı ve lise birinci sınıfa başladığım gün derse kaydolup öğretmenim Bayan Soderberg’den bir makine ödünç almıştım. Okulun bodrum katındaki karanlık odada bana sabırla nasıl film yıkanır öğretmişti. Diğer hemen herkes dijital kamera kullanıyordu ama o fotoğraflar gözüme hiç filmle çekilenler kadar gerçek görünmüyorlardı. Ashley okulda zaten gördüğüm insanların durum güncellemelerine bakmak yerine, karanlık odada bir öğretmenle saatler geçirdiğim için benimle hep dalga geçerdi. Daha fazla arkadaşımın olmamasının nedeninin bu olduğunu söylerdi. Ve doldurulmuş kuş koleksiyonumun da duruma yardımcı olmadığını söylüyordu. Normal kızların ölü hayvanlardan midesinin bulanması gerekir. Ben ise, Ama sadece bir tane doldurulmuş kuş o, diye ısrar etmiştim. Annemle Dr. Hoo’yu Austin’in hemen dışındaki bir antikacıda bulmuştuk. Niye olduğunu açıklayamıyorum ama onu görür görmez almam gerektiğini anlamıştım. Yumuşak başındaki ve kanatlarındaki koyu renk lekeler hariç bembeyazdı ve her ne kadar uzun süredir ölü olduğu apaçık olsa da bana son derece canlı gelmişti. Daha fazla arkadaşa ihtiyacım da yoktu aslında. Ashley’le ben farklıydık ama ikinci sınıfta renkli elişi kâğıtlarına ve simli yapıştırıcılara duyduğumuz ortak sevgi üstünden aramızda bir bağ kurulmuştu ve o günden beri de birbirimize yakın 23
olmuştuk. Hem o ve annem, arkadaş kontenjanını tamamen dolduruyorlar gibi geliyordu bana. Annem hep ihtiyacı olan tek kişinin ben olduğumu söylerdi ve dürüst olmak gerekirse işi ve bana ayırdığı zaman, başka bir şeyle ilgilenmesine fırsat bırakmıyordu. Hem neden karşılarında rol yapmam gerekecek arkadaşlarımın olmasını isteyecektim ki? Ölü şeylerden korkuyormuş numarası yapmak da, dijitali filme tercih ediyormuş gibi yapmak da istemiyordum. Eski kafalı olmak umurumda değildi. “Sadece Ridgemont’ta da Austin’deki kadar asosyal olmayacağına söz ver yeter.” “Ridgemont’ta yirmi dört saatten kısa süredir yaşıyorum. Asosyal olacak fırsatım olmadı.” “Hiç olmazsa okulun ilk günü normal bir şeyler giyeceğine söz verir misin?” Kollarımı göğsümün üstünde kavuşturdum. “Normal derken?” “On altı yaşında birinin ayaklı pijamalarının olması normal değildir.” “Onu sadece bir defa kalmaya geldiğimde giymiştim ve sekizinci sınıftaydım!” Ashley cevabı bilerek, “Peki, hâlâ sendeler mi?” diye soruyor. Gülüp gözlerimi kapatıyorum. Şu anda Ashley’yi gözümün önünde canlandırabiliyorum, güzel mavi gözleri parlıyor, sarı saçlarını kurutup düzleştirmiş ve omuzlarından aşağı salmış. Büyük ihtimalle (normal renkli) odasındaki soğuk hava girişinin hemen yanına kurulmuş ve üstünde normal bir kot şort ve normal bir tişört var. Ne zaman Goodwill’e* vintage bluz, çizme ve çanta bulmaya gitsem benimle gelmeyi reddeder. Ben delinin teki gibi giyiniyor filan değilim; sadece tanıdığım diğer * Amerika’da bağışla edinilen, genelde eski eşyaların hayır amacıyla ucuza satıldığı bir mağaza zinciri ve hayır kuruluşu. –çn 24
çocuklar gibi giyinmiyorum. Tığ ile işlenmiş şapka ve şalları, üstlerinde küçük, komik ikonlar olan tişörtleri ve bileklerimden sarkan uzun yenleri seviyorum. “Belki Ridgemont Lisesi’ndeki çocuklar benim gibi giyiniyorlardır.” Ashley, “Belki,” diyerek bana katılsa da öyle düşünmediğini anlayabiliyorum. “Ya da belki de senin tarzının gerçekten de havalı yabancı bir şey olduğunu düşünürler. New York’tan gelmiş numarası yapabilirsin. Ya da Londra’dan!” “Benim Londra’dan geldiğime kim inanır?” “İngiliz aksanıyla konuşabilirsin. Oğlanlar İngiliz aksanına bayılırlar.” Başımı iki yana salladım. “Eğer İngiliz olacaksam, bunu öğleden sonra çay seansları ve kalenin çimenliğinde fayton gezintileri gibi İngilizlere has şeyler için yapacağım.” “Demek sadece İngiliz olmakla kalmayıp aynı zamanda kraliyet ailesinden olacaksın, öyle mi?” “Madem yeni bir gerçeklik uyduruyorum, bari kayda değer bir şey olsun.” “Gözünü açıp kapayana kadar okuldaki en popüler kız olursun.” Başımı sallayarak onaylıyorum. “Oğlanlar Right-o, jolly good!* dediğim anda yanıma gelmek için birbirlerini ezecekler.” Ashley kıkırdıyor. “Bu kadar komik olan neymiş bakalım?” diye soruyorum. “Hiç,” dese de gitgide daha yüksek sesle kıkırdıyor. Bahse girerim yanakları da halım kadar pembe olmuşlardır. Konuştuğunda kelimeleri dile getirmekte büyük güçlük çekiyor. “Sadece odana gizlice bir oğlan çıkarmaya çalıştığını hayal etmeyi deniyorum. Hangisi daha utanç verici olurdu acaba; ölü kuş mu yoksa pembe duvarlar mı?” * Üst sınıf İngiliz aksanında, artık yaygın olarak kullanılmasa da, tamamdır, çok iyi anlamında. –çn 25
“Tabanları yağlayıp kaçardı,” diyerek ona katılıyorum ve ben de gülüyorum. Odamda bir oğlanın olması fikri kendi başına saçma zaten. Ashley bugüne kadar hiçbir oğlanla öpüşme noktasına bile gelmediğimi biliyor. Alt kattan annem bana sesleniyor. “Ash, gitmem lazım,” diyorum. “Annemin bana ihtiyacı var.” “Kat’e selam söyle.” “Söylerim,” diye söz veriyorum. “Seni özledim.” Ashley, “Ben de seni,” deyip telefonu kapatıyor. Koridora adım atıyorum. Buradaki halı hoş, nötr bir renkte: Sarımsı bir kahverengi. Odamı kaplamış mahlûkatla uzaktan yakından ilgisi yok. Bir saniye. Koridor halı kaplı. Annemin odası da öyle. Benimki de. İleri geri birkaç adım atıp sonra da biraz sekerek dün gece duyduğum sesleri çıkarmaya çalışıyorum. “Anne, şunu duydun mu?” “Neyi duydum mu?” Biraz daha sekip önce kendi odama, sonra da annemin odasına girip ardından da yeniden koridora çıkıyorum. Halı o kadar kalın ki ayağımda ayakkabılar olmasına rağmen yumuşaklığını hissedebiliyorum. “Duydun mu?!” “Sesini duyuyorum, bana bağırıyorsun!” diye sesleniyor, onu gecenin bir yarısında uyandırdığımda söylediğinin yankısı gibi. Annem aşağıda, mutfağın tam ortasındaki devasa tezgâha yaslanmış, yarı açılmış, tencere, tava ve Tupperware ile dolu bir sürü kutunun ortasında duruyor. Kedi, ayaklarının dibinde miyavlayıp mamasının hangi kutunun içinde olduğunu merak ediyor. Tezgâh büyük ihtimalle bir zamanlar beyazmış ama tıpkı evin dışı gibi zaman içinde grimsi bir renk almış. Annem bütün ışıkları açmış olsa da içerisi hâlâ karanlık gibi geliyor. Lavabonun üstündeki pencereye çarpan yağmur damlalarının sesi geliyor. Uzaklarda bir yerlerde gök gürlüyor. “Alışveriş listesi yapıyorum,” diyor annem. “Neye ihtiyacın var?” 26
“Zemin halı kaplı,” diye yanıt veriyorum. “Ne?” “Üst kat. Alt kat sert ahşap zemin ama ikinci kat olduğu gibi halı kaplı.” Lex ısrarla miyavlamaya devam edip bacaklarıma sürtünüyor. Onu okşamak için eğiliyorum. Göğsünde ve yüzünde bir tutam beyaz tüyü olsa da kalanı simsiyah. Daha önce kara bir kedimin olması hiç uğursuzluk getirirmiş gibi gelmemişti. Annem, “Biliyorum,” deyip omzunu silkiyor. “Craigslist’te de öyle diyordu.” “Craigslist’te pembe rengin ikinci yatak odasında icat edildiğinden de bahsediyor muydu?” Annem burnunu büzüştürüyor. O da pembeden benim kadar nefret ediyor. “Ev sahibine o duvar kâğıdının üstünü boyayabilir miyiz diye soracağım.” “Kim kafam kadar güllerin üstünü boyamak ister ki?” diye şaka yapıyorum. “Sen kafan artı saçların boyunda olmadıklarına şükret.” “Bak şimdi bel altından vurmaya başladın işte.” Annem her daim dümdüz olan saçlarını kıskandığımı biliyor; benimkilerse tam tersine, atmosfere bir mililitre nem girdiği anda kıvırcık bir topa dönüşüyorlar. “Bu iklim saçlarıma hiç hoş davranmıyor.” “Tatlım, sırayla şikâyet etmelisin. Aynı anda olunca hepsini takip edemiyorum.” “Şikâyet etmiyorum,” desem de altdudağımı bir bebek gibi sarkıtınca annem gülüyor. Şikâyet ediyorum ve o da bunun farkında. Hava, o sesler, ortamın ürkütücülüğü. O pembe renk. “Bekle.” Kendi düşüncelerimi bölüyorum. “Sana halıdan bahsedecektim.” “Ne olmuş halıya?” “Üst katın zemini halıyla kaplı. Yukarıda zıplayıp sekmemi duymadın, değil mi?” 27
“Hayır.” “O zaman ben dün gece o ayak seslerini nasıl duydum?” Annem gülümseyip mutfağı geçerek yanıma geliyor ve kolunu omuzlarıma sarıyor. “Sunshine, dün gece bir şeyler duyduğunu düşündüğünü biliyorum...” “Bir şeyler duydum. “ “Peki,” diye taviz verip kabul ediyor. “Bir şeyler duydun. Ama sence de bunun üst kat penceresine çarpan bir dal, ağaçların arasından esen rüzgârın sesi olması daha olası değil mi? Ya da ne bileyim...” “Dallarla ayak sesleri arasındaki farkı biliyorum. Rüzgârla birinin sesi arasındaki farkı da.” Annem sabırla, “Tamam,” diyor. “Ama senin de söylediğin gibi ikinci kattan gelen ayak seslerini duymak neredeyse imkânsız.” “Kesinlikle,” deyip başımla onaylıyorum ve parmağımı şaklatıp pek de zarif denemeyecek bir zafer dansı yapmaya çalışarak kendi etrafımda dönüyorum. “Kesinlikle ne?” Dönmeyi durduruyorum. “Buraya geldiğimden beri diyorum. Bu ev bildiğin bir acayip.” “Bunun senin için zor bir geçiş dönemi olduğunun farkındayım.” Annem uzanıp sırtımı yukarı aşağı sıvazlıyor. “Dün gece Austin’deki evimiz dışında bir yerde oturduğun ilk günün gecesiydi. Uyum sağlaman biraz zaman alacak.” Başımı iki yana sallıyorum. Eski evimiz dışında bir yerde uyumamış değilim. Ashleylerin evinde sayamayacağım kadar çok uyudum. Annemle tatillere gidip otellerde kaldık. Benim hissettiğim sıla hasretinden ibaret değil Sıla hasreti insanı üzer, korkutmaz. “Bir şey duydum. Ve sadece ayak sesleri de değil. Sana söyledim... kahkaha da duydum. Üst katta küçük bir kız vardı. Bundan eminim.” 28
“Küçük bir kız mı?” “Yani, belki de küçük bir kızın hayaleti.” Annem başını iki yana sallıyor. Kendisi hayaletlere inanmaz. Ben de inandığımdan emin değildim. Şu âna kadar. “Bunu sana kanıtlayacağım,” diye söz veriyorum. “Nasıl?” Bir evin hayaletli olduğu nasıl kanıtlanır en ufak bir fikrim yok, dolayısıyla tıpkı onun birkaç dakika önce yaptığı gibi burnumu kırıştırıyorum. Nihayet annem içini çekip, “Benimle markete gelmek ister misin?” diyor. “Daha çıkarmam gereken bir sürü eşya var.” Her şeyi ait olduğu yerine koyma arzum korkuma baskın çıkıyor. Hem evde olup da kendim deneyimlemezsem, burada tuhaf bir şeylerin döndüğünü nasıl kanıtlayacağım? Annem arabasının anahtarına uzanırken, “Hayaletli bir evde yalnız başına kendini güvende hissedebileceğinden emin misin?” diye soruyor. Susam Sokağı’ndaki kontu taklit edip aptal, komik, kalın bir sesle, “Muhahaha,” deyip parmaklarını önünde sallıyor. Sesimin titriyor olduğu gerçeğini görmezden gelip, “Yalnız değilim,” diyorum. “Oscar’la Lex beni korurlar.” Annem başıma bir öpücük kondurup kapıya yöneliyor. Oscar’la merdiveni çıkıp odama gidiyoruz ve ben de içeri girdikten sonra kapıyı kapatıyorum. Bütün bu pembeliğin odanın ürkütücülüğünü azaltacağını düşünüyor olabilirsiniz ama aslında tam tersi bir etkisi oluyor. Bir kez daha, bu defa daha yakında gök gürlüyor. Masama dönüp sırtımı pencereye veriyorum. Austin’de camdan tek boynuzlu atlarımı boy sırasına göre dizmiştim; en uzun olanı en solda, en kısa olanı da en sağda olurdu. Burada renklerine göre dizmeye karar veriyorum. Beş yaşımdayken anaokulu öğretmenim sınıfta Son Tek Boynuzlu At kitabını okuduğundan beri tek boynuzlu at koleksiyonu 29
yapıyorum. Annem her Noel’de bana yeni bir tane alıyor. Şu anda toplam on bir tane tek boynuzlu at figürüm var ve arada kırılanları buna dahil etmiyorum bile. Hepsi camdan ve hepsi de mordan yeşile, maviden şeffaf olanlara ve hatta bir tane de pembeye kadar bambaşka renklere sahip. Pembe olanı en öne, ortaya yerleştiriyorum. Bir anda sırtımdan aşağıya doğru ürperiyorum, sanki masamın arkasındaki pencereden içeri buz gibi bir rüzgâr esmeye başlamış gibi. Ama pencere kapalı. Sadece kapalı olmakla kalmıyor, aynı zamanda kilitli de. Avucumu cama dayıyorum: Buz gibi ama hiçbir esinti yok. Ridgemont’unki gibi bir iklimde evleri herhalde iyi izole ediyorlardır, diye düşünüyorum. “Ne düşünüyorsun Oscar?” deyip köpeğimle sanki beni anlayabilirmiş gibi konuşuyorum. Ve sanki renk körü değilmiş gibi. Yeniden masamın üstündeki rafa konsantre oluyorum. “Sence mor pembenin yanında mı olmalı yoksa kırmızı olanın mı? Pembe olanın mı? Tamam, senin dediğin gibi olsun.” Bir kez daha ürperiyorum. Bu defa esinti o kadar güçlü ki yüzümün önündeki saçları arkaya itiyor. “Bu sence nereden geliyor Oscar?” Tek boynuzlu atlarımdan bahsettiğim zamanki kadar neşeli konuşmaya çalışıyorum. Zavallı Oscar’ın korkmasını istemiyorum. “Burası eski bir ev, değil mi? Belki de bir yerlerde bir hava akımı vardır. Abuk sabuk yerlerinde hava akımları olan eski evleri duymuşsundur.” Hava akımları olan eski evler, kulağa Jane Austen’in ağzından çıkmış olabilecek bir şey gibi geliyor. Bu o kadar da kötü değil. Oscar’ın bana katılarak başını yukarı aşağıya salladığını hayal ediyorum. Pembe tek boynuzlu atı yerine yerleştirip ellerimin titrediği gerçeğini görmezden gelmeye çalışıyorum. Esinti yeniden başlıyor, bu kez daha da güçlü ve omuzlarımdaki saçlarımı havalandırıyor. Masamdan geri geri giderken tek boynuzlu atımı düşürüyorum. Boynuzu hüzünlü bir tın ederek kökünden 30
kopuyor. “Ya, hayır ya,” diye inliyorum. Ta Austin’den buraya tek parça halinde gelmeyi başardı ve ben de onu düşürmeden edemedim. Oscar aniden yatağımın altına kaçıyor. “Sen de hissediyorsun, değil mi oğlum?” diye soruyorum ama Oscar sadece ürkek bir inlemeyle cevap veriyor. Gömleğimin kollarını bileklerime kadar indirip diken diken olmuş tüylerimi kapatıyorum. Bam. Hızla arkama dönüyorum. Kapım hızla açılmış; o bam sesi, ahşabın arkasındaki duvara çarpmasından gelmiş. “Hay canına!” diye bağırıp kollarımı göğsümde kavuşturup ellerimi yumruk yapıyorum. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyor. Bir ürperti daha omurgam boyunca aşağıya iniyor, sonra bir daha ve bir daha ta ki bir daha asla ısınamayacakmışım gibi hissedene kadar. Yatağa oturup titriyorum, kalbim son hızda çarpıyor. Bayan Soderberg gözle görülmesi imkânsız şeylerin fotoğraf filmine çıkacağını söylerdi. Odada benimle olan şey her neyse korkutup kaçırmamak için yavaşça makineme uzanıyorum; ne de olsa eğer kaçıp giderse görüntüsünü filme çıkaramam. Austin’den yola çıkmadan önce fotoğraflarını çekeceğim yeni bir yer var diye heyecanlanıp içine siyah beyaz film koymuştum. Şimdi de gözümü vizöre dayayıp objektifi olabilecek en uygun şekilde odaklıyorum. Poz süresini uzuna alıp ellerimi sabit tutmaya dikkat ederek mekanik, sakin ve disiplinli bir şekilde fotoğraf çekiyorum. Klik, klik, klik. Kameradan gelen sesler bir şekilde huzur verici. Oscar bile başını yatağın altından çıkarıyor. Annem hayaletli bir evde yalnız kalırsam kendimi güvende hissedip hissetmeyeceğimi sorarken sadece şaka yapıyordu. Ama artık şunu biliyorum: Öyle bir eve taşındıktan sonra bir daha asla yalnız kalmıyorsun.
31