İHANET - Ön Okuma

Page 1


İhanet Özgün Adı | The Ice Beneath Her Camilla Grebe Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Su Akaydın Redaksiyon | Merve Süzer Kapak Tasarımı | Aslıhan Kopuz Kapak Görselleri | Shutterstock 1. Baskı, Şubat 2017, İstanbul ISBN: 978-605-9585-30-9 Türkçe Çeviri © Nazan Arıbaş Erbil, 2015 © Yabancı Yayınları, 2017 © Camilla Grebe, 2015 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Ahlander Agency aracılığıyla satın alınmıştır.

YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652


CAMILLA GREBE

Çeviren

Nazan Arıbaş Erbil


.


Estelle ve Fredrik’e

“Alttaki buz kırılmadan kimin dost kimin düşman olduğunu anlayamazsın.” —Bir İnuit atasözü


.


PETER

T

elefonum çaldığında annemin mezarının yanında, ayaklarım kara batmış bir halde dikiliyordum. Mezar taşı gösterişsizdi, kabaca yontulmuş granitten yapılmıştı, diz hizasına ancak geliyordu. Annem ve ben deminden beri konuşuyorduk. Hiç kimsenin kendisinden başka bir şeyi umursamadığı bu şehirde polis olmanın ne denli zor olduğundan, belki de daha önemlisi böylesi bir zamanda, böylesi bir şehirde yaşamanın ne kadar zor olduğundan bahsediyorduk hatta. Ayaklarımı sertçe yere vurarak spor ayakkabılarımdaki ıslak karı silkeleyip mezar taşına arkamı döndüm. Annemin mezarının başında telefonla konuşmak doğru gelmemişti. Woodland Mezarlığı’nın kıvrımlı tepeleri gözlerimin önüne serildi. Yüksek çam ağaçlarının tepeleri arasında sis bulutları salınıyor, aşağıdaysa koyu renkli ağaç gövdeleri karların arasından birer ünlem işareti gibi yükselerek hayatın faniliğini vurguluyordu. Ağaçların tepelerinden ve mezar taşlarından sular damlıyordu. Eriyen sular her yere yayılıyordu. Benim ince ayakkabılarıma da ulaşmıştı; ayak parmaklarımın etrafında, bir türlü almayı beceremediğim şu botları artık almam için ıslak bir hatırlatıcı gibi toplanmıştı. Uzaklarda bir yerde çam ormanına doğru ilerleyen karanlık figürler ilişti gözüme. Belki de dilek mumlarını yakmaya ve çam dallarını koymaya gelmişlerdi. Noel yaklaşıyordu. Karların tertemiz kürendiği kaldırıma doğru birkaç adım atıp 9


telefonumun ekranına göz ucuyla baktım. Oysa kimin aradığını zaten biliyordum. Bu duygu çok barizdi. O ezici, bunaltıcı duyguyu gayet iyi biliyordum. Cevap vermeden önce annemin mezar taşına son bir kez daha bakmak için kafamı çevirdim. O tarafa doğru beceriksizce el sallayıp yakında tekrar geleceğime dair bir şeyler mırıldandım. Buna hiç gerek yoktu tabii, annem her zamanki gibi tekrar geleceğimi zaten biliyordu. Arabamı şehre doğru sürerken karşımda uzanan yol siyah ve parlaktı. Önümdeki arabaların stop lambaları parlıyor, yolu aydınlatıyordu. Stockholm’e giden yolun iki yanında kirli, kahverengi, büyükçe kar birikintileri ve alçak, iç karatıcı, geleneksel binalar sıralanıyordu. Arada bir, ışıklandırılmış bir Noel yıldızı bir pencereyi gecenin içinde yanan bir meşale gibi aydınlatıyordu. Kar yeniden yağmaya başladı. Ön camda oluşan sulu kar birikintisi camın köşelerini bulanıklaştırarak manzarayı yumuşattı. İçerideki tek ses motorun yumuşak hırıltısıyla birlikte camın sileceklerinden çıkan ritmik hışırtıydı. Bir cinayet işlenmişti. Yine bir cinayet işlenmişti. Uzun yıllar önce, henüz acemi bir cinayet masası dedektifiyken cinayet mahalline her çağrılışımda içimde bir coşku uyanırdı. Ölüm, aydınlatılması gereken bir gizem demekti, tıpkı çözülmesi gereken dolaşmış bir iplik gibi. O zamanlar her şeyin çözülebileceğini ve açıklanabileceğini düşünürdüm. Yeter ki o enerji, o gayret olsundu; hangi iplerin hangi sırayla çekileceği bilinsindi. Gerçeklik, karmaşık bir iplik tomarından öte değildi. Kısacası gerçek ortaya çıkarılabilir, ona hükmedilebilirdi. Şimdiyse bilemiyordum. Belki de iplik tomarına olan ilgimi kaybetmiştim, hangi ipliğin çekileceğine dair öngörümü yitirmiştim. Zamanla ölüm farklı bir anlam kazanmıştı. Woodland Mezarlığı’nın ıslak topraklarında yatan annem… Aynı mezarlıkta, fazla uzakta olmayan bir mezarda yatan kız kardeşim 10


Annika... Ve Costa del Sol’da içerek ölmeyi kafasına koymuş olan babam da yakında buraya gelecekti. Karşıma çıkan suçlar artık eskisi kadar önemli gelmiyordu. Elbette neler olduğunun çözülmesinde yardımcı olabilirdim. Birinin yaşamının elinden alındığını sözcüklere dökebilir ve buna yol açan olayları aydınlatabilirdim elbette. Belki suçluyu da bulabilir ve en iyi ihtimalle aleyhine dava açılmasını sağlayabilirdim ama ölüler hâlâ ölü olurdu, değil mi? Bu günlerde yaptığım işin anlamını bulmakta zorlanıyordum. Roslagstull’a ulaştığımda hava kararıyordu. Birden fark ettim ki bugün zaten hiç aydınlık olmamıştı. Aralık ayının pusu yüzünden dün ve önceki gün olduğu gibi bugün de aynı renksizlik içinde fark edilmeden geçivermişti. Kuzeye giden E18 otoyoluna girdiğimde trafik arttı. Yol çalışmasının yanından geçtim. Yoldaki çukurlar arabayı öyle sarstı ki dikiz aynasına asılı Little Tree araç kokusu fena halde zıplamaya başladı. Üniversitenin önünden geçerken Manfred tekrar aradı. Orada lanet olası bir kargaşa olduğunu, işin içinde bir tür kodamanın da bulunduğunu, şu kahrolası oyalanmayı bırakıp bir an önce gelmemin iyi olacağını söyledi. Dışarıdaki çimento grisi karanlığa baktım ve ona biraz ağır olmasını, yolda İsviçre peynirinden daha fazla çukur olduğunu, daha hızlı sürersem hayalarımı yaralayacağımı söyledim. Manfred domuz homurtusunu andıran o bildik, hırıltılı kahkahasını patlattı ama belki de haksızlık yapıyordum: Manfred şişmandı. Belki bu onun kahkahasına bakışımı etkiliyor, bunu coşkulu bir homurtuya benzetmeme yol açıyordu. Belki de kahkahası tıpkı benimki gibiydi. Belki hepimizinki aynıydı. On yıldan fazla bir süredir birlikte çalışıyorduk. Manfred ve ben. Yıllarca otopsi masasının önünde yan yana durduk, tanıkların ifadelerini aldık, perişan olmuş akrabalarla görüştük. Yıllarca kötü adamları yakaladık ve dünyayı daha güvenli bir yer haline 11


getirmek için elimizden geleni yaptık ama gerçekten yaptık mı? Solna’daki Adli Tıp Kurumu’nun soğuk deposunda hareketsiz yatan o insanların hepsi hâlâ ölüydü ve hiçbir şey bunu değiştirmeyecekti. Sonsuza dek böyle olacaktı. Bizler toplumun temizlik ekibinden fazlası değildik, kumaş saçaklanıp akıl almaz olan çoktan gerçekleştiğinde dışarı çıkan ipliklerin ucunu bağlıyorduk. Janet depresyonda olduğumu söylüyordu ama Janet’a güvenmiyordum. Ayrıca depresyona da inanmıyordum. Çünkü durum şundan ibaretti: Buna inanmıyordum. Benim durumumda olan şuydu: Varlığımızın gerçek durumunun farkına varmıştım ve hayata ilk kez aklı başında gözlerle bakıyordum. Janet bunun tipik bir tepki olduğunu, depresyonda olan kişinin kendi mutsuzluk algısının ötesini göremediğini söylüyordu. Ben de ona depresyonun ilaç endüstrisinin en kârlı icatlarından biri olduğunu, zaten iğrenç derecede zengin olan ilaç şirketlerini daha da zenginleştirmeye ne vaktimin ne de isteğimin olduğunu söylüyordum. Bunun ardından Janet nasıl hissettiğime dair konuşmayı sürdürmeye çalışırsa her defasında telefonu kapatıyordum. Sonuçta biz on beş yıl önce ayrılmıştık ve böyle bir konuyu onunla tartışmaya hiç gerek yoktu. Tek çocuğumun annesi olması da bu gerçeği değiştirmiyordu. Sözü açılmışken, Albin hiç yapmamamız gereken bir çocuktu. Bunun sebebi Albin’de bir sorun olması değildi. Ergenlik çağındaki gayet normal bir gençti: Sivilceli, sekse meraklı ve bilgisayar oyunlarına patolojik biçimde düşkündü. Sebebi benim ebeveyn olmaya gerçekten de hazır olmayışımdı. Karanlık anlarımda (ki yıllar geçtikçe bu daha da sıklaşmıştı) bunu kasıtlı yaptığını düşünürdüm. Doğum kontrol haplarını fırlatıp atmış ve düğün meselesinin intikamını almak için hamile kalmıştı. Belki böyle olmuştu. Bunu hiçbir zaman bilemeyecektim ve artık bir önemi de yoktu. Albin şu an gayet hayattaydı ve annesiyle rahat bir şekilde yaşıyordu. Bazen görüşüyorduk, sık değildi ama:

12


Noel’de, Yaz Dönümü*’nde ve doğum gününde. Fazla iletişimde olmamamızın onun için daha iyi olacağını düşünüyordum. Yoksa muhtemelen ona da hayal kırıklığı yaşatırdım. Bazen diğer (gerçek) ebeveynler gibi cüzdanımda bir resmini taşımam gerektiğini düşünürdüm. Hayalleri onu Farsta Lisesi’nden öteye götürememiş bir fotoğrafçı tarafından okulun spor salonundaki sepya tonlu bir panonun önünde acemice çekilmiş bir okul fotoğrafı gibi mesela. Sonra bunun kimseyi, özellikle de kendimi kandıramayacağını fark ederdim. Çünkü bence ebeveynlik hak edilen bir şeydi. Uykusuz gecelerden, değiştirilen bezlerden ve yapılması gereken diğer tüm şeylerden doğan bir haktı. Genlerle ve benim on beş yıl önce Janet annelik hayalini gerçekleştirebilsin diye bilmeden verdiğim spermlerle pek ilgisi yoktu. Evi uzaktan seçebildim. Sebebi de o kutuyu andıran beyaz binanın bu seçkin banliyöde göze çarpması değildi. Etrafı polis arabalarıyla çevrili olduğu için fark ettim. Mavi ışıkları karın içinde yanıp sönüyordu, adli tıp teknisyenlerinin başka bir araçla karıştırılması imkânsız beyaz minibüsüyse çok uzakta olmayan bir yere düzgünce park edilmişti. Ben de yokuşun bitimine park edip yukarı yürüyerek eve ulaştım. Üniformalıları selamladım, rozetimi gösterdim ve rüzgârda hafifçe titreşen mavi-beyaz güvenlik şeridinin altından geçtim. Manfred Olsson ön kapıda dikiliyordu. Selam vermek için elini kaldırdığında iri cüssesi kapı boşluğunun neredeyse tamamını kapladı. Üstünde tüvit bir ceket vardı, göğüs cebinden dışarı pembe renkli ipek bir eşarp sarkıyordu. Bol, yün pantolonunun paçaları mavi, naylon galoşların içine sıkıca tıkıştırılmıştı. “Lanet olsun, Lindgren. Hiç gelmeyeceksin sandım.” Gözlerine baktım. Karabiber tanelerini andıran küçük, muzip gözleri kırmızı yüzüne adeta gömülmüştü. İnce, kızıl saçları ellili yılların aktörlerini hatırlatan bir stilde düzgünce taranmıştı. Bir * İsveç’te en önemli bayramlardan biridir, yazın gelişi kutlanır. 19-25 Haziran arasına denk gelen ilk cuma günü arife olarak kabul edilir. –çn

13


polis memurundan ziyade antikacıya, tarihçiye ya da şarap garsonuna benziyordu. Hatta benzetileceği son şey bir polis memuruydu. Kendisi de hiç şüphesiz bunun farkındaydı. Bunun yalnızca bir taktik olduğundan, eski kafalı polisleri kışkırtmak için eksantrik tarzını abartmaktan keyif aldığından şüpheleniyordum. “Dediğim gibi…” “Evet, evet; suçu trafiğe at,” dedi Manfred. “İyi bir porno bulduğunda nasıl olduğunu bilirim. Başından zor ayrılırsın.” Manfred’in kaba dili, özenli ve klasik giyim tarzıyla tam bir zıtlık oluşturuyordu. Bana bir çift galoş ve eldiven verdi. Sesini alçaltarak, “Dinle,” dedi. “Bok gibi bir manzara… Gel de kendin gör.” Galoşları ve plastik eldivenleri giyip teknisyenlerin hole görünürde rastgele serdikleri şeffaf plastik örtüye bastım. İçerideki kan kokusu öylesine keskin ve mide bulandırıcıydı ki tüm bunlara aşina olmama rağmen az kalsın geri dönecektim. Midemdeki zonklama gitgide güçleniyordu. Onca suç mahallinde bulunmama, onca ceset görmeme rağmen soğuk, çıplak ölümün yakınında olmanın doğurduğu bir şey ensemdeki tüyleri hâlâ diken diken ediyordu. Belki de bu şey, ölümün bu denli çabuk olabildiği gerçeğiydi. Bir hayat nasıl da çabucak sonlandırılabiliyordu ama bazen de tam tersi olurdu. Suç mahallinin veya cesedin durumu uzun süren, dayanılmaz bir can çekişmeye tanıklık ederdi. Beyaz tulumlu adli tıp teknisyenlerini başımla selamlayarak hole göz gezdirdim. Fark edilir derecede anonimdi, neredeyse konforsuzdu. Yoksa yalnızca fazla mı erkeksiydi? İç tasarım söz konusu olduğunda neredeyse hepsi aynıydı. Beyaz duvarlar, gri döşemeler. Normalde bir giriş holünde göreceğiniz kişisel eşyalara dair hiçbir iz yoktu: paltolar, çantalar veya ayakkabılar gibi. Bir sonraki plastik kareye basarak mutfağa göz attım: Siyah lakeden son derece parlak mutfak dolapları. Bir ev dekorasyonu dergisinden hatırladığım, etrafı sandalyelerle çevrili oval bir masa. Duvar boyunca yan yana dizilmiş bıçaklar. Görünürde hiçbirinin eksik olmadığını aklıma not ettim. 14


Manfred koluma dokundu. “Şurası. Bu taraftan.” Plastik örtülere basarak holde ilerledim. Yanında bir fotoğraf makinesi ve bir not defteri bulunan bir adli tıp teknisyeninin yanından geçtim. Naylon örtünün altına geniş bir kan lekesi yayılmıştı. Hayır, bu bir kan lekesi değildi, bir göldü. Taze kandan, kırmızı, yapışkan bir göl holün bu bölümünü duvardan duvara tamamen kaplamış, oradan bodruma inen merdivenlere akmıştı. Bu denizde ön kapıya doğru yönelen farklı ebatlarda tonlarca ayak izi vardı. Manfred, “Kan gövdeyi götürmüş,” diye mırıldanarak şaşırtıcı bir çeviklikle ilerideki örtüye bastı, naylon örtü ağırlığı altında ezilerek kıvrıldı. Kanlı bir giysi yığınının yanına delil numarası konulmuştu. Gözüme önce bir bacak ve yüksek topuklu bir çizme ilişti, sonra bir kadın vücudunun belden aşağı bölümünü gördüm. Sırtüstü yatıyordu, başı diğer tarafa dönüktü. Kadının aslında başının olmadığını ve az önce giysi yığını zannettiğim şeyin yerde yatan bir kafa olduğunu ancak birkaç saniye sonra anlayabildim. Hatta kafa, döşemenin üstünde büyümüşçesine orada dikiliyordu. Tıpkı bir mantar gibi. Manfred inleyerek yere çöktü. Ben öne doğru eğilerek korkunç manzarayı özümsedim. İçeri nüfuz etmesine izin vermek. Bu önemliydi. Doğal olan tepki geri çekilmek ve bakışlarını bu dehşetten uzağa çevirmekti ama bir cinayet masası dedektifi olarak bu refleksleri bastırmayı çoktan öğrenmiştim. Kadının yüzü ve kahverengi saçları pıhtılaşmış kanla kaplıydı. Cesedin durumundan dolayı biraz zor olsa da tahmin yürütmem gerekseydi yirmi beş yaşlarında olduğunu söylerdim. Vücudu da kana bulanmıştı. Dirsekleriyle bileklerinin arasında derin yaralar olduğunu gördüm. Siyah bir etek, siyah külotlu çorap ve gri bir kazak giymişti. Altında, kana bulanmış bir palto vardı. “Siktir.” 15


Manfred başıyla onaylayarak kirli sakalını sıvazladı. “Başı kesilmiş.” Ben de başımı salladım. Bu cümleye eklenecek bir şey yoktu. Tam anlamıyla böyle olduğu ortadaydı. Bir kafayı vücudundan ayırmak ciddi bir güç veya en azından ciddi bir çaba gerektirirdi. Bu, fail hakkında bir ipucu veriyordu. Henüz tam olarak bilmiyordum ama bunu kesinlikle sakat biri yapmış olamazdı. Katil son derece güçlüydü ya da motivasyonu çok yüksekti. “Kızın kim olduğunu biliyor muyuz?” Manfred kafasını iki yana salladı. “Hayır ama burada kimin yaşadığını biliyoruz.” “Kimmiş?” “Jesper Orre.” İsim tanıdık gelmişti, emekli olmuş bir atlet veya eski bir politikacı olabilirdi. Bir şeyler çağrıştırıyordu ama daha önce nerede duyduğumu hatırlayamıyordum. “Jesper Orre mi?” “Evet. Jesper Orre. Clothes&More’un CEO’su.” Birden hatırladım. C&M’nin, İskandinavya’nın en hızlı büyüyen giysi zincirinin çok tartışılan CEO’su. Medyanın nefret etmeye bayıldığı adam. Yönetici olarak uygulamalarından, çok sayıda aşk maceralarından ve sıkça yaptığı, medyaya yönelik bulunduğu patavatsız ifadelerinden ötürü. Manfred derin bir nefes alıp ayağa kalktı. Ben de peşinden gittim. “Peki ya cinayet silahı?” diye sordum. Sessizce holün ilerisini gösterdi. En dipte, bodruma iner görünen bir merdivenin yanında büyük bir bıçak, belki de bir pala duruyordu. Net göremiyordum. Yanındaysa düzgünce yerleştirilmiş, üstünde beş yazan küçük bir tabela vardı. “Peki Jesper Orre, ona ulaşabildik mi?” “Hayır. Anlaşılan kimse nerede olduğunu bilmiyor.” “Başka ne biliyoruz?” “Ceset, yoldan geçerken ön kapının açık olduğunu fark eden bir komşu tarafından bulundu. Onunla konuştuk. Şimdi hasta16


nede, anlaşılan şoktan dolayı kalp rahatsızlığı yaşıyor. Neyse, dikkate değer başka bir şey görmemiş. Ne yazık ki holde epeyce yürümüş, o yüzden de teknisyenler işe yarar bir ayak izi bulabilecekler mi göreceğiz. Dışarıdaki karda da kan var. Muhtemelen fail cinayetten sonra üstünü silmeye çalışmış.” Etrafa bakındım. Ön kapıya yakın yerler kırmızı bir kargaşayla kaplıydı. Duvarlarda sıçramış kanlar ve kanlı el izleri vardı. Manzara tıpkı bir Jackson Pollock tablosuna benziyordu. Sanki birisi yere kırmızı boya boşaltmış, içinde yuvarlanmış, sonra da boyayı her yere sıçratmıştı. “Görünüşe göre cinayetin öncesinde bayağı kötü bir kavga yaşanmış,” diye devam etti Manfred. “Kurbanın ellerinde ve kollarının dirseğe kadar olan bölümlerinde savunma yaraları var. Adli tabibin ilk değerlendirmesi dün öğleden sonra üçle altı arası bir saatte öldüğü yönünde. Kurban yaklaşık yirmi beş yaşlarında bir kadın ve ölüm nedeni de boğazına aldığı çok sayıda darbe, ta ki kafası… Neyse, kendin bakabilirsin.” Manfred sustu. “Peki kafası,” dedim, “o vaziyete nasıl gelmiş? Neden dik duruyor? Tesadüfen olabilir mi?” “Adli tabip ve teknisyenler katilin o şekilde yerleştirmesinin muhtemel olduğunu söylüyorlar.” “Siktiğimin manyağı.” Manfred başıyla onayladı ve küçük, kahverengi gözleriyle bakışlarımı yakaladı. Sonra her nedense söyleyeceklerini başka hiç kimsenin duymasını istemiyormuşçasına sesini alçalttı. Oysa artık burada yalnızca teknisyenler kalmıştı. “Dinle,” dedi, “bu olay ürkütücü bir benzerlikle…” “Ama o on yıl önceydi.” “Olsun.” Başımla onayladım. On yıl önce Södermalm’da araştırdığımız bir cinayetle benzerlikleri olduğunu inkâr edemezdim. O davayı çözmeyi başaramamıştık; oysa İsveç suç tarihinin en kapsamlı soruşturmalarından biri olmuştu. 17


“Dediğim gibi, o on yıl önceydi. Bununla ilgisi olduğuna inanmamız için hiçbir…” Manfred boş ver dercesine elini salladı. “Evet, biliyorum. Muhtemelen haklısın.” “Peki bu Orre, burada yaşayan adam, onun hakkında ne biliyoruz?” “Henüz gazetelerde okuyabileceğinden fazlasını değil ama Sanchez araştırıyor. Bu geceye kadar bir şeyler bulup getireceğine söz verdi.” “Gazetelerde ne yazıyor?” “Eh, bildik dedikodular. Ona köle çalıştırıcısı diyorlar. Sendika ondan nefret ediyor, şirket aleyhine pek çok dava açmış. Ayrıca tanınmış bir zampara. Tonlarca kadın.” “Eşi yok mu? Çocukları?” “Hayır, yalnız yaşıyor.” Salona bakındım, gözlerimi büyük mutfakta gezdirdim. “Yalnız yaşasan gerçekten bir köşke ihtiyacın olur mu?” Manfred omuz silkti. “İhtiyaç göreceli bir kavram. Komşusunun, şu hastaneye götürdükleri kadının dediğine göre burada ara sıra başka başka kadınlar kalıyormuş. Kadın sayılarını hatırlamıyormuş.” Dışarı çıkıp galoşları ve eldivenleri çıkardık. Yaklaşık on metre ileride, evin yan girişinin yakınında tümüyle yanmış görünen bir kulübe vardı, yarı yarıya karla kaplanmıştı. Manfred bir sigara yakıp öksürdü, sonra bana dönüp, “Bundan bahsetmeyi unuttum,” dedi. “Üç hafta önce garajında yangın çıkmış. Sigorta şirketi olayı araştırıyor.” Karın içinde dikilen kömürleşmiş kiriş kalıntılarına baktım, bana Woodland Mezarlığı’ndaki çam ağaçlarını hatırlattılar. Aynı sessiz, karanlık figürler karın beyazlığında hayal meyal belirdiler; ölüme ve hayatın faniliğine dair aynı kaygı verici hisleri uyandırıyorlardı. *

* 18

*


Arabamla şehre dönerken yine Janet’ı düşündüm. En tiksindirici suçlarda, en dehşetli olaylarda bana her seferinde onu düşündüren bir şeyler vardı. Sanırım bunun nedeni Janet’ın dengemi bozmuş olmasıydı, tıpkı böylesi bir suçun yaptığı gibi. Ya da belki de ilkel, bilinçaltı bir düzlemde bazen onun ölmesini istiyordum. Mesela beyaz evdeki o kadın gibi. Elbette, gerçekten onu öldürmeyi istiyor değildim, sonuçta Albin’in annesiydi ama o his oradaydı. Hayatım onunla tanışmadan önce çok daha kolaydı. Janet, Kungsholmen’deki merkez karakoluna yakın bir kafede çalışıyordu. Oraya her gidişimde selamlaşırdık. Bazen, fazla müşteri yokken biraz benimle oturur, bana kahve ısmarlardı. Sohbet ederdik. Kısa, sarı, punk saçları vardı. Ön dişlerinin arasındaki boşluk bana bazen alımlı gelirdi, bazen de gelmezdi. Emin değildim ama saçları, pisuarlardaki sinek çizimi gibi insanın gözünü çeliyordu. Ayrıca göğüsleri harikaydı. Elbette ondan önce başka kadınlarla birlikte olmuştum, hatta sayıları da epeyce çoktu fakat ciddi bir ilişkim olmamıştı. Bende pek bir iz bırakmadan gelip gitmişlerdi. Benim de onlarda bir iz bıraktığım şüpheliydi. Ama Janet farklıydı. İnatçıydı, fazla inatçı. Sanırım birlikte üç-dört kez akşam yemeğine çıkmamızın ardından yine aynı şekilde yatağa girdiğimizde beraber yaşamamız için dırdır etmeye başlamıştı. Tabii ki hayır demiştim. Onunla beraber yaşamak istemiyordum. Janet’ın bitmek bilmeyen gevezeliği zaten çoktan sinirlerime dokunmaya başlamıştı. Kendimi gitgide daha sık susmasını dilerken buluyordum ama bazen de dar yatağımda çıplak bir halde uyurken onu tarifsiz ölçüde güzel buluyordum. Hareketsizlik ve sessizlik ona dırdır etmekten çok daha fazla yakışıyordu. Keşke hep böyle olabilse diyordum ama bu saçma bir dilekti. Kız arkadaşınızdan sessiz ve çıplak olmasını isteyemezdiniz. En azından her zaman olmazdı. 19


Başlarda çoğu dırdırı, birlikte seyahate gitmek gibi önemsiz şeyler hakkındaydı. Eve bir çanta dolusu gezi broşürüyle gelir ve bütün bir geceyi en iyi yeri seçmeye çalışarak geçirirdi. Mayorka mı, İbiza mı? Kanarya Adaları mı, Gambiya mı? Rodos mu, Kıbrıs mı? En iyi havanın, en lezzetli yiyeceklerin, alınabilecek en ilginç ıvır zıvırların nerede olduğu gibi şeyleri araştırırdı. Sonunda tabii ki bir tatile gittik. Ve o kadar da kötü değildi. Mayorka’nın doğu kıyısındaki o küçük kasabada yapacak fazla bir şey yoktu. Janet haftanın çoğunu bikinisiyle, Clan of the Cave Bear’ı okuyarak geçirmişti. Yani en azından sessizdi. Ve neredeyse çıplaktı. Bir de seks vardı. Seks inanılmazdı, bunu inkâr edemem. Sıcakta içilen onca şarabın ve sangria kokteylinin de katkısı olmuş olabilirdi. Janet bir hayvan gibiydi; hem girişken hem de hassastı. Bazen kendimi, yataktaki tavrının neredeyse erkeksi olduğunu düşünürken yakalıyordum. O talepkârlığı, şaşırtıcı derecede bencil bir biçimde bir an önce tatmin olmayı isteyen o sabırsız hırsıyla… Sonunda istediği şeyi alıyordu. O sıralar bu bendim, benim bedenimdi. Belki ânın heyecanı içinde onunla bir hayat kurmayı sahiden düşünmüş olabilirdim. Belki bunu ona söylemiş de olabilirdim. Hatırlamıyordum. İnsanın hatırlamadığı çok şey vardı. Ama daha eve varmadan birlikte bir daire almaktan bahsetmeye başlamıştı. Ona elimden geldiğince açık bir dille onunla beraber yaşamaya hazır olmadığımı anlattım ama dediklerimi duymak istemiyor gibiydi. Her zamanki gibi gözünü bir amaca dikmişti: bir daire ve bir aileye. Hem benim de aynı şeyleri istemem gerekmez miydi, sonuçta artık otuz üç yaşına gelmiştim. Ayrıca beline dövmeyle ismimi yazdırmıştı: iki güvercinin taşıdığı bir afişin üzerinde “Peter” yazıyordu. Nedenini tam olarak bilmesem de bu beni rahatsız etmişti. Sanırım bunun nedeni dövmenin sonsuza dek kalıcı olması ve Janet’la sonsuzluğu pay20


laşmanın düşüncesinin dahi tüylerimi diken diken etmesiydi. Tüm bunlar dedektifliğe yeni başladığım zamana denk gelmişti, dolayısıyla işte çok yoğundum. O zamanlar her davayı çok ciddiye alıyordum, gerçekten de daha iyi bir dünya yaratmaya yardımcı olduğumu düşünüyordum. Hatta bu dünyanın nasıl olabileceğini tasarlamanın dahi mümkün olduğuna inanıyordum. Daha iyi bir dünya mı? Şimdiyse, on beş yıl sonrasında, artık hiçbir şeyin değişmediğini biliyordum. Zamanın doğrusal değil, döngüsel olduğunu fark etmiştim. Bu fikir iddialı görünebilirdi ama aslında son derece sıradandı. Zaman bir daireydi; bir sucuk halkası gibiydi. Çok fazla kafa yorarak harcanacak bir şey değildi. Durum şundan ibaretti: Yeni cinayetler ve romantik bir meslek aşkıyla kendilerini işlerine adayan yeni polis memurları vardı. Hapse giren yeni faillerin yeriniyse hemen akabinde daha da yeni suçlular doldururdu. Bu hiç bitmezdi. Sonsuzluk bir sucuk halkasıydı ve Janet bunu benimle paylaşmak istemişti. İlişkimizin başlarında daha katıydım. O zamanlar Janet’ın saçma fikirlerine karşı çıkardım. Fakat zamanla direncimi kırmıştı veya ben savunma stratejimi değiştirmiştim. Daha kaçamak cevaplar verir olmuştum. Konuyu açtığı zaman, “Aynı eve gelecek yıl taşınabiliriz,” diyordum. Sonra da beni sürüklercesine götürdüğü bütün dairelerde kusurlar buluyordum: çok alt katta, çok üst katta (yangın tehlikesi!), şehirden fazla uzakta, şehir merkezine fazla yakın (çok gürültülü!) ya da sorun olabilecek başka ne varsa söylüyordum. Bu ziyaretlerin ardından eve doğru yürürken her seferinde çökmüş görünürdü. Tek kelime etmeden gözlerini kaldırıma dikerdi; uzun, sarı kâkülleri tıpkı bir perde gibi gözlerinin önüne dökülürdü. Çantasını bir kalkan gibi sıkıca göğsüne bastırırdı. Sımsıkı kastığı dudakları ince, kansız bir çizgi halini alırdı. 21


Janet bütün numaraları biliyordu. Bende yarattığı suçluluk duygusunun beni daha zayıf ve daha hükmedilir duruma getireceğini biliyordu. Bazen bütün bunları nereden öğrendiğini, onun gibi genç birinin manipülasyonda nasıl bu kadar becerikli olduğunu merak ederdim. Belki de birkaç yıl sonrasında birlikte çalışmaya başladığımızda Manfred’den bu denli büyülenmeme sebep olan şey de Janet’la ilişkimizden edindiğim tecrübelerdi. Manfred ilk bakışta, kısmen görünümü ile kaba konuşmalarının zıtlığından dolayı, neredeyse gülünç bir izlenim verse de beni çok geçmeden kendisine hayran bırakan bir içsel güce de sahipti. Birkaç gün sonra beni bir kenara çekmiş ve boşanmak üzere olduğunu söylemişti. İşini etkileyebileceğinden dolayı beni bu konuda bilgilendirmesinin daha doğru olduğunu düşünmüştü. Manfred o dönemde Sara’yla evliydi ve ergenlik çağında üç çocukları vardı. Sara’nın bu konuda ne düşündüğünü sorduğumu hatırlıyorum. Manfred’in cevabı şu olmuştu: “Bir önemi yok, çünkü ben kararımı verdim.” Bu cümle beni düşünmeye sevk etmişti. Kararı kendi başına vermişti ve Sara ne düşünürse düşünsün boşanacaktı. Bunu aklım almamıştı. Öte yandan beni endişelendirmişti. Bu denli keskin görüşlü ve güçlü olan Manfred’in benim içyüzümü de görme riski vardı. Zayıflıklarımı, duygularımın karmaşasını ve gerçek fikrimi söylemeye dair isteksizliğimi görebilirdi. Öğrenmiştim ki bu özellikler öylesine çirkindi ki yapılacak en iyi şey onları gizlemekti. Bunlar tıpkı nehrin üstünde yüzen çöpler gibi yüzeye çıktıklarında kötü kokan özelliklerdi. Birkaç yıl sonra Manfred’e evlilik meselesinden bahsettim. Bana önce, ne dediğimi gerçekten anlamamışçasına şaşkın gözlerle baktı, sonra gülmeye başladı. Gözyaşları yuvarlak, kırmızı yanaklarından akıncaya dek gıdısı sarsıla sarsıla güldü. Öyle çok güldü ki sonunda olduğu yere uzanmak zorunda kaldı. 22


Manfred hakkında pek çok şey söylenebilirdi ama hayatı daha aydınlık tarafından gördüğü kesindi. Kungsholmen’deki polis merkezine geldiğimde hava kararmıştı. Anlaşılan soğumuştu da, çünkü Polhemsgatan’ın üzerine sulu sepken değil, lapa lapa kar yağıyordu. Polis merkezi bu kadar çirkin olmasaydı manzara güzel sayılabilirdi fakat ortama, altmışlı yıllarda çok revaçta olan sanayi sonrası brütalist mimari stilde devasa binalar hâkimdi. Ön cepheye yansıyan ışıklar, içeride meslektaşlarımın yoğun şekilde çalıştığını gösteriyordu. Suçla mücadele ederken gece olmasının bir önemi yoktu, hatta Noel’den hemen önceki cuma gecesi olmasının da. Özellikle de genç bir kadın vahşice öldürülmüşse. Üçüncü kata çıkan merdivenlerde Sanchez’le karşılaştım. “Yorgun görünüyorsun,” dedi. Üstündeki krem renkli ipek bluz ve siyah kumaş pantolondan masa başı polisi olduğu belli oluyordu. Koyu renkli saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Boynundaki dövmeyi görebiliyordum. Bir yılan, ensesinden kıvrıla kıvrıla yukarı çıkıyor, kulak memesini ısırmaya yeltenmişçesine sol kulağına doğru ilerliyordu. “Sen de pek iyi görünmüyorsun,” dedim. Aldatıcı bir yumuşaklıkla gülümsedi. Bu cevabımın bedelini daha sonra ödemek zorunda kalacağımı o an anladım. “Jesper Orre hakkında bazı bilgiler toparladım. Evrakları Manfred’e verdim.” “Teşekkürler,” deyip merdivenleri çıkmaya devam ettim. Manfred bilgisayarının önünde çay içiyordu. İçeri girdiğimi görünce bana el salladı. Masasında genç eşi Afsaneh’nin ve yakında bir yaşına basacak kızları Nadja’nın resimleri vardı. “Yemek yedin mi?” diye sordu. “Aç değilim. Teşekkürler.” “Evet. Bu ziyaret iştaha pek iyi gelmedi.” 23


Kan gölünün ortasında duran kafayı düşündüm. İnsanlar birbirlerine tuhaf şeyler yapıyorlardı, bazen hiçbir sebep yokken, bazen de nesillerce süren kan davaları yüzünden. Birkaç ay önce televizyonda izlediğim bir programı hatırladım. Şu soruya cevap bulmaya çalışıyordu: İnsan barışçıl mı, yoksa cani bir hayvan mıydı? Bu sorunun başlı başına tuhaf olduğunu düşünmüştüm. İnsanların gezegendeki en tehlikeli hayvan olduğuna hiç şüphe yoktu. Sürekli avlanıyor ve öldürüyorduk, üstelik yalnızca diğer canlı türlerini değil, kendi türümüzdekileri de. Üstümüzdeki medeniyet zarı Janet’ın sürmeye bayıldığı o cafcaflı oje kadar ince ve kozmetikti. “Jesper Orre’yle ilgili bir şeyler öğrenebildin mi?” Manfred evet anlamında başını salladı ve kalın parmağını önündeki kâğıtta gezdirmeye başladı. “Jesper Andreas Orre. Kırk beş yaşında. Bromma’da doğmuş ve büyümüş.” Manfred ara verip okuma gözlüğüne uzandı. Bu arada ben de söylediklerini düşündüm. Kırk beş yaşındaydı, benden dört yaş küçüktü ve muhtemelen vahşi bir cinayetin failiydi. Ya da belki o da kurbandı, bunu söylemek için henüz çok erkendi. Yine de istatistiksel olarak suçla bağlantılı olması muhtemeldi. En basit açıklama, sonunda doğru çıkan olurdu genellikle. Manfred boğazını temizledikten sonra devam etti: “İki yıldır giysi zinciri Clothes&More’un CEO’su. O… tartışmalı dediğimiz türden bir insan. Pek sevilmiyor, agresif olduğu düşünülüyor. Hasta çocuklarına bakmak için evde kaldılar diye ve bu tür başka sebeplerden insanları kovmuş. Sendikaya göre tabii. Şirket aleyhine çok sayıda dava açmışlar. Geçen yıl vergiye tabi geliri 4.378.000 kronmuş. Sabıka kaydı yok, hiç evlenmemiş. Medyada, özellikle magazin basınında, en çok da aşk hayatı hakkında sık sık bahsi geçiyor. Sanchez anne babası ve sekreteriyle görüşmüş, son birkaç saat içinde kimse ondan haber almamış ama cuma günü her zamanki gibi işe gitmiş, o gün tamamen normal görünüyormuş.” 24


Manfred normal derken eliyle havaya tırnak işareti yaptı ve gözlüğünün üzerinden bana baktı. “İlişkisi var mıymış?” “Anne babasına göre yok. Sekreter de medya onun hakkında yazmaya başladığından beri özel hayatı hakkında son derece ketumlaştığını söylemiş. Elimizde bazı arkadaşlarının da iletişim bilgileri var. Sanchez onlarla görüşecek.” “Peki ya yangın?” “Doğru. Yangın.” Manfred tekrar kâğıt yığınını karıştırdı. “Jesper Orre bir garaj yaptırıyormuş ama üç hafta önce içerideki iki arabasıyla birlikte yanıp kül olmuş. Arabalar da oldukça pahalı. Dur bakayım… Bir MG ve bir Porsche. Sigorta şirketi yangının kasıtlı olup olmadığını araştırıyor. Sanchez onlarla da konuşacak.” Pencereden dışarı baktım. Kar daha da şiddetli yağıyor, manzarayı bulanıklaştırıyordu. Manfred yüzümdeki ifadeyi gördü. “Çok gecikmeden eve gitmem lazım,” dedi. “Nadja’nın kulak iltihabı var.” “Yine mi?” “O yaşlarda nasıl olur, bilirsin.” Evet anlamında başımı salladım ama aslında bilmediğimi düşündüm. Albin’in bebekliğinin üzerinden uzun zaman geçmişti, zaten bebekken de onu pek görmemiştim. Kulak iltihapları, mide üşütmeleri… Tüm bunlar beni es geçmişti. “Peter,” dedi Manfred. “Şu eski davayı biraz kurcalamaktan zarar gelmez. Metodu, görmezden gelinmeyecek kadar fazla benziyor. Olaya karışmış olan insanlarla konuşabilirim. Belki şu cadı kadını da biraz eşeleriz. Neydi adı? Hanne miydi?” Yavaşça Manfred’e döndüm. O ismin üzerimde yarattığı etkiyi belli etmemeye çalıştım. Anıların bir anda nasıl taştığını ve vücudumdaki her hücreye nasıl yayıldığını gizlemek istedim. Hanne. Belki biraz fazla cırtlak bir sesle, “Hayır,” dedim. Artık sesimin hâkimiyetini yitirmiştim. “Hayır, onunla tekrar görüşmemize kesinlikle gerek yok.” 25


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.