Kral katili on okuma

Page 1

.


Kral Katili Özgün Adı | The King Slayer Virginia Boecker Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Burcu Karatepe Düzelti | Su Akaydın Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz Kapak Tasarımı | Marcie Lawrence Kapak İllüstrasyonu | kid-ethic.com Harita İllüstrasyonu | James Madsen 1. Baskı, Kasım 2016, İstanbul ISBN: 978-605-9585-11-8 Türkçe Çeviri © Onur Özkan, 2016 © Yabancı Yayınları, 2016 © Virginia Boecker, 2016 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.

YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652


Çeviren

Onur Özkan


.


Holland ve August iรงin...


Tepedeki Horrow

Gallio Reachn’s

Cambria i

ye

W

hr e N

Mudchute

6


Whet

stone

A

na

C

ad

de

Rochester

Hatch End

Hexham

Anglia 7

Upminster’a 100 km.


.


1 YATAĞIN KENARINA OTURMUŞ BEKLIYORDUM; gelişini aylardır korkarak beklediğim gün gelip çatmıştı. Etrafa bakındım ama beni oyalayabilecek bir şey yoktu. Her şey bembeyazdı: beyaz duvarlar, beyaz perdeler, beyaz taştan bir şömine ve hatta yatak, gardırop ve aynalı şifonyerden oluşan mobilyalar bile hep beyazdı. Havanın kapalı olduğu günlerde bu renksizlik rahatlatıcıydı. Ama bugün gibi nadiren görülen güneşli kış günlerinde parlaklık insanın gözünü alıyordu. Kapı hafifçe tıklatıldı. “Gel,” diye seslendim. Menteşelerinden gıcırdayarak açılan kapının ardında eşikte bekleyen John göründü. Kapının çerçevesine yaslanmış bir şekilde kaşlarını çatarak bir süre bana baktı. “Hazır mısın?” diye sordu nihayet. “Olmasam ne fark eder?”

9


John, yanıma oturmak için ihtiyatlı bir şekilde odaya girdi. Bugün iyi giyinmişti. Üzerinde dar mavi bir pantolon, ona uyumlu bir ceket ve nasıl olduysa kırışmamış beyaz bir gömlek vardı. Saçları kıvır kıvırdı ama dağınık değildi. Aslında birazdan gideceğimiz yere değil, bir parti veya balo benzeri şenlikli bir yere gidiyor gibi görünüyordu. “Sıkıntı yaşamayacaksın,” dedi. “Yaşamayacağız. Ve seni zorla gönderirlerse de, şey,” gülümsedi ama gülümsemesi gözlerine pek yansımadı, “Iberia yılın bu zamanında bile güzeldir. Ne kadar eğleneceğiz düşünsene.” Kafamı salladım; onun kendisini yaşanacakları hafife almaya zorlaması karşısında suçluluk hissediyordum. Konsey duruşması yapılacaktı. Suçlarımla yüzleşmek, Harrow’a vatan hainliği suçlamasını cevaplamak için duruşmaya çıkacaktım. Katılmak için ilk çağrılışım Blackwell’in balosundan, John ve Peter’ın beni evlerine getirmesinden sonraydı. Biz, Blackwell’in tahtı ele geçirme, yakalanmasına bizzat yardım ettiğim cadı ve büyücüleri ordusuna katma planlarını öğrendikten sonraydı; John’a mürekkep siyahıyla karnıma zarifçe kazınmış XIII’ü, beni iyileştirip bana güç veren mühürümü verip ölümle burun buruna gelmiştim. Ne o zaman bilincim yerindeydi ne de ikinci ve üçüncü kez çağrıldığımda. Gözlerimi bile açamadan altı kez çağrılmıştım; yardım almadan adım atabilmeye başladığımdaysa bu sayı on ikiyi bulmuştu. Nicholas onlara, hazır olduğumda onlarla görüşeceğimi söyleyerek bu davetlere son verdiğinde haftada bir veya iki kez gelir olmuşlardı. İki ay sürdü. İki ay boyunca bu duruşmanın gölgesi altında, bana

10


ne olacağını merak ederek yaşadım. Konseyin bana bir bedel ödetmeden burada yaşamama izin vermesi olası değildi. Onların suikastçısı olmam Peter’ın tahminiydi, ajanlık ise John’un. Benim tahminim sürgündü: Eşyalarımı toplamam için bir saat verilecek ve geri dönmemek üzere Harrow’un sınırına kadar bana eşlik edilecekti. “Eğer sürülürsem benimle gelmeyeceksin,” dedim. “Fifer, baban, hastaların... Onları bırakamazsın.” John ayağa kalktı. “Bu meseleyi konuşmuştuk.” Aslında tüm konuşmayı John yapmıştı, ben sadece karşı çıkabilmiştim. “Onları bırakmaya niyetim yok ama seni terk etmeyi de reddediyorum,” diyerek devam etti. “Neyse, zaten mesele o raddeye gelmez. Nicholas buna izin vermez.” Elimi tutup hafifçe sıktı. “Hadi, bitirelim şu işi.” İsteksizce ayağa kalktım. Bugün ben de iyi giyimliydim, Fifer’ın verdiği bir elbiseyi giymiştim. Üzerimde parıltılı ama donuk mavi ipek bir etek, dikişleri gümüş renkli iplikten ve beyaz incilerle süslü bir korse vardı. Sahip olduğum en güzel elbiseydi. Sahip olduğum tek elbiseydi. Fifer saçlarımı bile örmüştü. Omuzlarımdan aşağı özenle örülmüş bir ip gibi iniyorlardı. Saçlarım her zamanki gibi açık kalsın istemiştim ama Fifer ısrar etmişti. “Saçın böyleyken on dördünde gibi görünüyorsun,” demişti. “Ne kadar küçük görünürsen o kadar masum görünürsün. Konsey bir çocuğu sürgüne gönderme konusunda iki kez düşünecektir.” John uzanıp örgümden tuttu ve parmaklarını örgünün ucuna kadar üzerinde gezdirdi. Dokunuşunun ve bu kadar yakınımda durmasının verdiği his karşısında gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtığımda beni dikkatle izlediğini gördüm. Benim de ona aynı şekilde baktığım belliydi.

11


Koridordan gelen boğaz temizleme sesi ânın büyüsünü bozdu. John yana çekildiği anda görmüş geçirmiş suratına kazınmış endişe ifadesiyle Peter kapıda belirdi. O da bugün John gibi normalde olduğu gibi gözükmüyordu. Siyah kıvırcık saçları özenle taranmış, sakalı kısaltılmıştı. Giysileri temiz, ütülü ve kolalıydı. Belinde asılı kabzası kıvrık, geniş ağızlı korsan kılıcı olmasa onu tanıyamayabilirdim. İkimizi de hızlıca süzdü. “Güzel güzel. İkiniz de iyi görünüyorsunuz. Olması gerektiği gibi ama fazla ciddi değil. Bakımlı ama abartılı süslü değil.” Yanımıza yaklaşan Peter konuşurken yüzümüzdeki ifadeleri inceliyordu. “Bence biraz daha endişeli görünmeyi deneyebilirsiniz. Kutlamayı sonraya saklayın ha?” John’dan uzaklaştım ama onun tepkisi sadece gözlerini devirerek gülmek oldu. “Yola çıksak iyi olur,” diye devam etti Peter. “Erkenden varmak işimize gelir çünkü orada ne tür bir kalabalıkla karşılaşacağımızı bilmiyoruz.” Kalabalık kelimesini duyunca karnımda bir şeyler düğümlendi. Bu duruşmaya çağrıldığımdan beri korktuğum bir diğer şey de Harrow halkıyla yüzleşmek, hikâyelerini dinlemek; benim ya da tanıdığım birinin nasıl da yakınlarından birini öldürdüğünü veya hayatlarını mahvettiğini öğrenmekti. John aşağıda, Fifer’ın bir diğer hediyesi olan mavi yünden ve tavşan kürkü işlemeli paltomu giymeme yardım etti. Böylece üçümüz birlikte yüzümüzü ısıran ve yanaklarımızı uyuşturan sert şubat rüzgârına kendimizi bırakarak kulübeden ayrıldık. John ve Peter’ın, eve bitişik ağıldaki devasa su değir-

12


meninden dolayı Değirmenevi lakabını almış olan kulübesi, Kuzey Harrow’daki Whetstone köyünün hemen dışında, yanında yavaşça akan ırmağın dibindeki dar patikanın sonundaydı. Burası bugün de her zamanki gibi sessiz ve huzurluydu. Suyu hafifçe döven değirmenin sesi ve bize yemek için vaklayan yaban ördeklerinin bağrışları dışında bir ses yoktu. Değirmenevi şirin, küçük bir yerdi. Bir zamanlar üç ayrı evken Peter’ın zamanla birleştirmesiyle tek bir ev haline gelmişti. Gelişigüzel görünüşünü hâlâ koruyordu: Öndeki ev alçak ve uzundu, kahverengi taştan yapılmıştı, eski mavi bir kapısı ve mavi çerçeveli pencereleri vardı. Ortadaki ev kırmızı tuğladan yapılmıştı ve evler içinde en yüksek olanı oydu. Ön cephesi, sıralı küçük pencerelerle ve tuğladan bir bacayla kaplıydı. Benim yatak odamın yer aldığı gerideki ev ise koyu gri tuğladan yapılmıştı, çatısı samandandı ve çevresi John’un şifalı bitkilerinin yer aldığı gür bahçeyle çevriliydi. John’un dediğine göre bahar geldiğinde bahçe yuva yapmaya ve yumurtlamaya gelen kuşlarla o kadar doluyordu ki sesten yaşanmaz hale geliyordu. Daha önce birçok defa merak ettiğim şeyi düşündüm: Bahar geldiğinde burada olacak mıyım? Değirmenevi burada olacak mı? Ya da Harrow? Duruşmanın görüleceği Hatch End, Whetstone’dan bir saatlik yürüyüş mesafesindeydi. Peter, her konsey toplantısının konsey başkanının evinde yapılmasının gelenek olduğunu söylemişti. Konsey başkanı artık Nicholas değildi. Hastalığı görevlerini aksatmasına neden olduğu için başkanlığı Gareth Fish adında bir adam yürütüyordu. Onunla, Nicholas’ın evine ilk gittiğimde tanışmıştım. Uzun boylu, siyahlar içinde kadavra gibi

13


görünen bir adamdı, toplantı notlarını tutuyordu. Peter onun adil, hatta biraz coşkulu olduğunu söylemiş; John ve Fifer ise bu konuda suskun kalmışlardı. Suskunlukları bana bilmem gereken her şeyi anlatmıştı. Yolumuz, Harrow’u oluşturan yerleşim yerlerini işaret eden, tek tük tabelaların olduğu eğimli ve çimenlik bir alandan geçiyordu: THEYDON BOIS, 5 KM. MUDCHUTE, 27 KM. HATCH END, 6 KM. UPMINSTER, 100 KM yazılı tabelanın üstü karalanmıştı ve artık üzerinde Cehennem bu tarafta, yazıyordu. Kış, göz alabildiğine her yerde hüküm sürmeye başlamıştı. Otlaklar ve ufuktaki tepeler kahverengiydi ve üzerleri erimemiş karla kaplıydı; ağaçlar çıplak ve cansızdı. Manzarada, bacalarından tüten dumanlarıyla beraber çiftlikler seçilebiliyordu. Yakınlarında toplanmış koyun, keçi ve at sürüleri ısıtmayan güneşin altında titriyordu. Huzurlu bir manzaraydı ama altında bir gerginlik saklıydı: Bu köy bir şeyleri bekliyordu. “Nicholas, Fifer’la beraber orada olacak zaten.” Peter’ın sesi, soğuk sessizliği bozdu. “Schuyler’ın gelip gelmemesini tartıştık ama fazla riskli olacağına kanaat getirdik. Onun... havai geçmişiyle seninki kıyas konusu olsun istemiyoruz.” Schuyler. Cansız ve ölümsüz ama hayal edilemeyecek bir kuvvete sahip bir hortlak. Blackwell’in, Nicholas’ı öldürmeye çalışmakta kullandığı yazıtı kırmama yardım ederek Nicholas’ın hayatını kurtarmıştı. Bizi Blackwell’in şatosundan çıkarıp Peter’ın gemisine binmemize yardım ederek hepimizin hayatını kurtarmıştı. Ama tüm bu yaptıklarına rağmen hâlâ bir hırsız, yalancı ve gaddarın tekiydi. Peter’ın tüm nezaketine rağmen aslında kastettiği şey Schuyler’ın geçmişinin vahşi, tahmin edilemez ve güvenilmez olduğuydu, tıpkı benimki gibi. 14


“George’a gelince,” dedi Peter, “senin lehine bir kanıt olarak kaydedilmek üzere harika bir mektup yazmış.” Blackwell’in tahtı ele geçirmesini ve Malcolm’ın hapse atılmasını takip eden günlerde; Blackwell, Anglia’nın sınırlarını kapatmadan önce, bir zamanlar kralın soytarısı kılığında gizlenen ajan George, Gaul’e giden bir gemiye binmişti. Blackwell’in çok geçmeden Harrow’a saldıracağını bildiğinden, onların kralıyla malzeme ve asker istemek üzere buluşacaktı. Burada, ona karşı durabilecek güce sahip birçok insan vardı ve Harrow var olduğu sürece Blackwell’e bir tehdit oluşturuyordu: Dengesiz bir tahtta oturan dengesiz bir kraldı Blackwell. “Tabii bir de Nicholas var.” diyerek devam etti Peter. “Politik olarak güçten düştüğü doğru olsa da bunca yaşanandan sonra,” elini tuhaf bir şekilde salladı ama beni kastettiği belliydi, “yaşlı Reformistler arasında hâlâ nüfuz sahibi. Konseyde, Blackwell’in kalkışmasında Nicholas’ın da suç ortağı olduğunu savunanlar var. Eğer sana yardım etmek için, hayatının kurtulması için bu kadar çaba sarf etmese” somurtmakta olan John’a bir bakış attı, “onu bir şekilde durdurabileceğimize inananlar var.” Bu düşünce o kadar absürttü ki neredeyse gülecektim. “Blackwell bunu yıllardır planlıyordu,” dedim. “Belki de on yıllardır. Kral ve kraliçeyi, ailemi, ülkenin yarısını öldüren o vebayı başlattığından beridir belki de.” Peter yatıştırmak istercesine elini havaya kaldırdı ama ben devam ettim. “Bilseniz bile durduramazdınız. Bunu, onun bir büyücü olduğunu öğrenmeden önce de söylerdim.” Tanıdığımı sandığım adamı düşündüm. Bir zamanlar engizisyon üyesi olan, hayatını büyüyü bulup yok etmeye adamış adamı. Hayatını gizlilik içinde planlar kurarak

15


harcayan, sinsice bekleyen; kendine bir ordu kurmak için beni, Caleb’ı ve tüm cadı avcılarını, cadıları ve büyücüleri avlamakta kullanan adamı. Kralı, yani öz yeğenini tahttan indirerek ülkeyi ele geçiren adamı. “Blackwell’i benim tanıdığım kadar iyi tanımıyorsunuz. Neler yapabileceğini bilmiyorsunuz.” Yürümeyi kesmiştim; artık titremek yerine tüm bu tavşan kürkünün altında terliyordum. John hafifçe elimi sıktığında bağırdığımı fark ettim. “Biliyorum,” dedi Peter. “Konseyin de bilmesi gerekiyor. Blackwell’in ne yaptığını, yaptığı her şeyi bilmesi gerekiyor. Biraz şansımız varsa yapmayı planladığı şey hakkında da fikir ediniriz.” Bu stratejiyi sayısız kere tartışmıştık. Nicholas beni sanık sandalyesine oturtup ona anlattığım şeyleri, daha önce kimseye anlatmadığım şeyleri anlatmamı istiyordu. Anlatmamı istediği şeyler eğitimim, nasıl bir cadı avcısı olduğum ve Caleb gibi şeylerdi. Caleb. Midem ne zaman onu düşünsem olduğu gibi sıkı ve acı veren bir düğüm halini aldı. Onu sık sık düşünüyordum da. Blackwell’i öldürmek için kılıcımı kaldırış şeklim, Caleb’ın kendini onun önüne atışı, Blackwell yerine Caleb’ı öldürüşüm aklıma geliyordu. Yolundan çekilmemi istemişti, bunu artık biliyordum. Beni, gerçekleştirmek için çaresizce çırpındığı hırslarının önünde bir engel olarak görmüştü. Ancak bunu bilmek bile, ölümü üzerinden geçen iki aydan beri içimi kemiren suçluluk hissini hafifletmeye yetmemişti. “...işte bu kadar,” diyerek lafını bitirdi Peter. “Tüm söylemen gereken bu. Bunu yüz kere konuştuğumuzun farkındayım ama hazırlıklı olmamız önemli.” Söyledi-

16


ği tek bir kelimeyi duymamış olmama rağmen başımla onayladım. Hiç duymuyordum zaten. Ne zaman bu konu hakkında konuşmaya başlasa aklım Caleb’a kayıyordu ve başka bir şey duymuyordum. Yolun geri kalanını nispeten sessiz bir şekilde yürüdük. Ben konuşmak için fazla asabiydim, Peter fazla gergindi, John ise fazla endişeli. John, bir elini kıvırcık saçlarını düzleştirecek şekilde saçında gezdirerek ve çatık kaşlarıyla etrafı süzerek yanımda yürüyordu. Bu şekilde on dokuzunda değil de küçük bir oğlanmış gibi görünüyordu. Önümdeki patika daralarak yolun kenarında sıralanmış ağaçların arasından geçiyordu. Ağaçların gövdeleri yüksek ve yamuktu. Yapraksız dalları, kıvrılıp birbirlerine sarılan parmakları andırıyordu. Bu sık ağaç örtüsü, ayaklarımız altındaki toprağa aralıksız bir gölge düşürüyor ve uzağı görüşümüzü zorlaştırıyordu. “Adımına dikkat et.” diyen Peter, yolu tıkayan yıkılmış bir ağacın gövdesini işaret etti. “Bu ağaçlar yazın çok güzeldir. Ama kışın ilk yağmuru düştükten sonra yarısı yıkılmış gibi görünüyor, çok si... Tanrının cezası bir durum.” John’un heyecanlı iç çekişini duyunca yukarı bakıp onları gördüm. Yüzlerce, hatta belki binlerce insan Gareth’e giden yolda sıralanmıştı. Bir anlığına üçümüz de yerimizde çivilenmiş bir şekilde önümüzdeki insanların merakla, tiksintiyle veya öfkeyle değişmiş yüzlerine bakarak kalakaldık. Yün pelerinlerimiz, şapkalarımız, atkılarımız ve eldivenlerimiz içinde titrerken kalabalığı ite kaka ilerledik. Hiçbirini tanımamama rağmen bana attıkları bakışı tanıyordum. Fazla kaliteli elbisemi ve paltomu gözleriyle tarayışları tanıdıktı. Fifer’ın beni saygıdeğer ve masum biri gibi gösterme çabası en iyi ihtimalle sahte, en kötü

17


ihtimalle hakaret gibi görünüyordu. Buraya ait değildim ve bunu biliyorlardı. “Kaldır kafanı,” diye fısıldadı Peter. “Yılgın duruyorsun. Daha da kötüsü suçlu duruyorsun.” “Suçlu hissediyorum,” dedim. “Suçluyum.” “Suçlu hissetmekle suçlu görünmek arasında büyük fark var,” dedi Peter. “Bak, Gareth ileride. Bizi içeri buyur edecek.” Ucu bucağı görünmeyen insan seli, Gareth’ın evinin etrafını çeviren alçak duvarlarda son buluyordu. Etrafı kış sebebiyle alçak budanmış bir bahçeyle çevrili, kum rengi tuğlalardan yapılma iki katlı bir evdi. Bir tarafında üzeri kışa dayanıklı, koyu renkli ağaçlarla örtülü bir tepe, diğer tarafındaysa bir katedral vardı. Aynı renk tuğlalardan fakat evden ayrık inşa edilmiş bir katedraldi bu. Yüksek demirden bir çitle çevriliydi ve girişinde rastgele yerleştirilmiş gibi görünen, üzeri yosun tutmuş mezar taşlarıyla dolu bakımsız bir mezarlık vardı. Ön tarafına kırmızı turuncu Reformist arması işlenmiş, siyah konsey cüppesi giymiş olan Gareth bize doğru yaklaştı. Hatırladığım gibi uzun boylu, solgun tenliydi; donuk mavi gözleri, tel çerçeveli gözlükleri ardında parlıyordu. Elini sırayla Peter’a ve John’a uzattı, onlar da hevessiz bir şekilde sıktılar. “Yolculuğu olaysız atlattığınızı varsayıyorum?” dedi Gareth. “Buradayız, değil mi?” diye mırıldandı John. Peter ona sert bir bakış atmasına rağmen John görmezden geldi. “Olaysızdı,” diye yanıtladı Peter. “Tabii bunun nedeni bizim çabamız değil, şanstı sanırım. Tüm bu olayı gizli tutmak istediğinizi sanıyordum. Görünüşe göre kuzeydeki yerleşim yerlerinin yarısı gelmiş.” 18


Gareth yarım yamalak bir özrü andıran şekilde gülümsedi. “Harrow’da haberler çabuk yayılır, bunu siz de biliyorsunuz. Özellikle de bu büyüklükte haberler,” dedi artık çevremizi kuşatmak üzere olan kalabalığa bakarak. Kalabalık sessizleşmişti, arkada kalanlar onun konuşmasını duyabilmek için kafalarını öne doğru uzatmıştı. “Çoğumuz Nicholas’ın hastalığını ilk kez duyduk. Onun sağlığı için endişelenmeleri normal. Popüler biri o,” diyen Gareth’ın gülümsemesinde bir duraksama oldu. “Eminim buradaki birçok kişi, canını bağışladığı için Elizabeth’e minnettardır.” “Canını bağışlamadı, kurtardı,” dedi çileden çıkmış John keskin bir sesle. Peter omzuna dokundu ama bunu da görmezden geldi. “Ve insanlar ona bu kadar minnettarsa niye bu duruşma yapılıyor?” “Korkarım işler bu şekilde yürümüyor,” dedi Gareth ellerini iki yana açıp sanki konseye söz geçiremezmiş, konseyin başı kendisi değilmiş gibi. “Duruşmalara konsey karar verir, halk değil. Tabii ben halkın minnettarlığının da oylamada göz önünde bulundurulacağından eminim.” Bana çevrilmiş bakışlardan hiçbirisinde minnet duygusuna rastlanmıyordu. “Her neyse, konsey içeride toplanmış gelmenizi bekliyor. İçeri geçelim mi?” Gareth kendi evini değil bitişikteki katedrali işaret etti. “Bu türden bir kalabalıkla karşılaşınca duruşmayı oraya almak zorunda kaldık. Bir itirazınız olmadığını varsayıyorum?” “Olsa bir şey fark eder miydi?” diye lafı yapıştırdı John. “Ne itirazı,” dedi Peter neşeli bir ses tonuyla. “Buyurun, içeri geçelim.” Gareth bize katedralin girişine giden kısa patikada eşlik ediyor, kalabalık ise hemen arkadan geliyordu. 19


Bahçe kapısını açıp içeri gelmemiz için elini salladıktan sonra siyah pelerinini bir fırtına bulutu gibi dalgalandırarak hızla ön kapıya doğru gitti. Peter kapıdan geçti ama ben tereddütle durdum, içime doğan kötü bir hisle hafifçe titriyordum. Etraftaki her şey bana Ravenscourt’u hatırlatıyordu. Kapılar oradaki gibi yüksek ve tehditkâr, kalabalık oradaki gibi kızgın, talepkâr ve protesto eder haldeydi. Ve katedralin tepesindeki kule, suçlar biçimde parmağını uzatan bir yargıcı, öbek öbek mezar taşı ise ceza vermeyi bekleyen bir jüriyi hatırlatıyordu. “Hepsi yakında bitmiş olacak,” diye fısıldadı John kulağıma, bir yandan da güven vermek istercesine elini sırtıma koydu. Ona döndüğüm anda gördüm: Anlık bir hareket, karalar içinde bir adam. Ve okun yaydan fırlarken ahşabın çıkardığı tanıdık, çığlığa benzeyen sesi duydum. Ok, John’un hemen yanındaki adamın boynunu delmesiyle eş zamanlı olarak çığlığım sessizliği delip havaya yükseldi.

20


2 ADAMIN AĞZI, KORKUYLA KARIŞIK şokla birlikte kocaman açıldı. Gereğinden fazla doldurulmuş bir turp çuvalı gibi sert bir gümlemeyle yere düşmeden önce boynundaki yaradan fışkıran kan gömleğini karartmıştı bile. Etrafımızdaki kalabalıktan feryatlar yükseldi. Önce bir, daha sonra bir tane daha ok havada vızıldayarak ilerledi. Bir adam yere düştü, sonra da bir kadın. Peter, kınındaki kılıcını tek elle çekip öbür eliyle katedrali işaret etti. “Yürüyün! İçeri girin. İkiniz de. Derhal.” Koşarak yanımızdan geçip kapıdan çıktı ve kalabalığın içine girerek gözden kayboldu. John kolumu bir mengene gibi kavradı ve itişip bağrışan kalabalığın arasından beni önümüzdeki patikaya itti. Katedral kapısını açtığında Fifer zümrüt yeşili bir elbisenin içinde solgun ve güzel bir şekilde eşikte bekliyordu. Saçı, yüzünden çekilip sıkı bir şekilde toplanmıştı.

21


“Neler oluyor?” diye sorarken sesindeki korku sezilebiliyordu. “Çığlıkları duydum...” John, “Saldırı altındayız,” deyip beni kapıdan içeri itti. Sürüyle insan arkasına yığılmıştı. Onu itekliyor, aramıza giriyorlardı. Beni bıraktıktan sonra kapıdan çıkıp gözden kaybolmaya başlamıştı. “İçeride kal,” diye bağırdığını duydum. “Ne olursa olsun dışarı çıkma.” “John!” “Dışarı çıkma!” diye tekrar etti. Sesini duymama rağmen onu göremiyordum. Tekrar seslendim ama gitmişti. Kuyruğumda Fifer’la katedralin arka duvarına yapışarak haç şeklinde inşa edilmiş yan kanada doğru ilerledim. İnsanlar kilisenin ana holünü, dua yerlerini doldurmuş bir şekilde itişip bağrışıyorlardı. “Nicholas nerede?” diye bağırdım. “Konseyin geri kalanıyla beraber,” diye bağırarak karşılık verdi Fifer. “Duruşmalardan önce mahzenlerde toplanıyorlar; siz henüz gelmediğiniz için yukarı çıkmamışlardı.” Mezarlığa bakan, yüksek ve kıvrımlı bir pencerenin önünde durdum. Aralarında John ve Peter’ın da olduğu yaklaşık bir düzine adam kapının dışında toplanmıştı. Peter, John’un eline bir kılıç tutuşturdu ve ben daha neler olup bittiğini anlayamadan, John’un silah tutmasını yadırgayamadan dağıldılar. Tavşan kürkü paltomu çıkarıp yere bıraktım. Elbisemin dış eteğini kaldırıp astarını yırttım. Fifer’ın ağzı dehşetle açıldı. “Ne yapıyorsun?” “Ne yapıyor gibi görünüyorum?” diye cevapladım kumaşı bir yana tekmelerken. “Yardım edeceğim.” “Onu anladık,” diye patladı Fifer. “Demek istediğim, elbiseye ne yapıyorsun?”

22


Ona delici bir bakışla karşılık verdim. “Dışarı çıkamazsın.” Yaklaşımı değişmişti. “Yaralanabilirsin.” Etrafa kaçamak bir bakış attı ama etrafımızdaki ezilen insanlar pek umursuyor gibi görünmüyordu. Umursasalar bile bu karmaşada bizi duyamazlardı. “Ölebilirsin.” “İşte o yüzden silahlara ihtiyacım var,” dedim. “Buradaki bazı adamlar silahlı olmalı. Bir kılıç, ya da tercihen bıçaklar ama şu an her şey kabulüm.” Fifer kaşlarını çatarak tereddüt etti. Nihayetinde ağır kadife eteğinin kenarından tutup kalabalığa daldı. Pencereye döndüm. Oklar hedefsizce havada uçuyordu; kim olduğunu göremediğim adamlara, ağaçlara, çalılara, mezar taşlarına saplanıyorlardı. İçeride ve dışarıda bağrışmalar vardı; hiçbir şeyi anlamlandıramıyordum. Birkaç saniye sonra Fifer arkamda belirdi. Beraberinde bir avuç gümüş kabzalı bıçak getirmişti. Hepsini teker teker kabzasından bana uzattı. “İşini görürler mi bilmiyorum ama bunları çalmam gerekti, o yüzden yakındığını duymak istemiyorum.” Bıçakların rahatlatıcı ağırlığını, metallerinin soğukluğunu hissettiğimde suratıma bir sırıtış yayıldı. Bir bıçak yardımıyla koparıp attığım etek astarımdan bir şerit kesip belimin etrafına bağlayarak bir kemer yaptım. Silahlarımın geri kalanını kemerime asıp pencerenin yanındaki kapıya ilerledim ve sürgüsünü açtım. “Ben çıkınca tekrar kilitle,” dedim Fifer’a. “Kimseye de açma.” “Aptalca bir şey yapma,” diye yanıtladı Fifer kapıyı kapatıp ağır sürgüyü yerine oturtmadan önce. Önümde mezarlık ve katedrali çevreleyen çitler vardı. Onun devamında ise ağaçlar ve bir dizi kahverengi tepe

23


yer alıyordu. Sağımda, aralarında Peter’ın da olduğu dövüşen ve bağrışan adamlar vardı. John’u göremiyordum ama dikkatimi başka iki kişi çekmişti. Siyahlar içindeki okçulardan olmayan, beyaz kış cüppeleri içinde göğüslerine saplanmış oklarla çimenlerde yüzüstü yatıyorlardı. Ölmüşlerdi. Katedralin ön tarafına yöneldim. Henüz birkaç adım atmıştım ki bir ok ıslık çalarak yanımdan geçerek bir taştaki çatlağa saplanıp kaldı. Onu ardı sıra iki tanesi daha izledi. Düzenli bir sıra oluşturarak, yüzümden on beş santim kadar bile olmayan bir uzaklığa saplanıp kaldılar. Okçunun nişanında hata yoktu, bu bir uyarıydı. Kendimi yere attım. Çamur ve çimenlerin üzerinde sürünüp yosun tutmuş, ufalanmaya başlamış bir taş bloğun arkasında mevzilendim. Düşüncelerimi, bana bir mesaj niteliğinde, sıra halinde atılan oklar gibi sıraya koydum. Öncelik okçuyu bulmaktı. Oklar yukarıdan gelip yere saplanmıştı; bu da okçunun ağaçlarda bir yerde olduğu anlamına geliyordu. Yapılacak ikinci şey okçuyu öldürmekti. Gözlerimi yukarıdaki gölgeli dallarda tutarak kemerimden bir bıçak çıkarıp bir mezar taşından diğerine koşmaya başladım. Bu, ona kendini göstermesi için bir davetiyeydi. Neredesin? diye düşündüm. Cevap bir başka ok şeklinde geldi. Bu seferki, mezar taşını kavramış olan elimin orta ve yüzük parmaklarımın arasını sıyırmıştı. Solgun tenime tezat kızıllıkta kan, elimden aşağı çizgi halinde akmaya başlayınca sessiz bir çığlıkla elimi geri çektim. Alışkanlıktan olsa gerek, o tanıdık hissin gelmesini bekledim ama gelmedi. Ne karın boşluğumdaki o yanma ne de o keskin iğne batıyormuş hissi vardı. Artık mührümün olmadığını unutmuştum.

24


Tekrar taşın arkasına çömelip durum değerlendirmesi yaptım. Köşeye sıkışmıştım ve kanamam vardı. Silahlıydım ama yeterli değildi ve saldırganı tespit edemiyordum. Avantajım yoktu. Ama iki senelik cadı avcısı eğitiminden sağ çıkmamı sağlayan şey, bir dezavantajdan olabildiğince faydalanmayı bilmemdi. Blackwell’in sesi kafamda çınladı: Kaybettiğin avantajı yeniden ele geçirmek için her zaman senden beklenmeyeni yapmalısın. Görünmeyen bir düşman tarafından köşeye sıkıştırılmışken yapmamam gereken tek şeyi yaptım: Ayağa kalktım. İşte o zaman, zar zor bastırılmış bir şokun armağanı olan sesi, hışırdayan yaprakların sesini duydum. Yeterliydi. Onun, bir meşe ağacının alçaktaki dallarından birinde tünemiş olduğunu gördüm. Hemen dibindeki, her mevsim yeşil kalan ağaçlardan birinin dalları ona gerekli kamuflajı sağlıyordu. Kemerimdeki ağır gümüş bıçaklardan birini çektim. Kolumu geriye attım, nişan aldım ve fırlattım. Iskaladım. Lanet olsun. Kısa, alaycı bir kahkahayı, ayakların yere vururken çıkardığı yumuşak ses izledi. Ağaçta olan her kimse artık orada değildi ve peşimden geliyordu. Ayak sesleri duydum. Parmakların okun tüylerinde çıkardığı hışırtı, ayak seslerini takip ediyordu. Görünmeyen bir düşman tarafından köşeye sıkıştırılmışken yapabileceğim diğer şeyi yaptım: Arkamı döndüm ve kaçmaya başladım. Ok, ıslık çalarak kafamın hemen üzerinden geçince yanlışlıkla elbisemin eteğine takılıp yere yuvarlandım. Hemen sırtım yere gelecek şekilde yuvarlanıp tekrar bir bıçak çektim ancak artık çok geçti: Okçu tepemde dikiliyordu. Kara saçlı, yapılı, yirmili yaşlarının başında biriydi. 25


Onu tanımıyordum ama onun beni tanır gibi bir hali vardı. Bana, zorla bastırdığı bir gülümseme eşliğinde kafasını sallayarak bakıyordu. “Senin hakkında duyduklarımı göz önüne alırsak daha iyi bir dövüş ummuştum.” “Kimsin?” diye sordum. Okçu cevap vermekle uğraşmadı. Gözlerini benimkilerden hiç ayırmadan sadağından bir ok daha çekip yayına yerleştirdi. “Zorlu rakipleri severim,” dedi. “Blackwell senin de öyle olacağını söylemişti. Yanıldığını öğrenince hayal kırıklığına uğrayacak.” Kafasını düşünceliymiş gibi yana eğdi. “Belki de o kadar hayal kırıklığına uğramaz.” Sürünerek ondan ve suratıma nişan aldığı okundan geriye kaçtım. Sırtıma batan sert mezar taşının yüzeyini hissedince çok uzağa kaçamayacağımı anladım. Okçu, yayını yavaşça ileri geri savuruyordu. Sanki fiziksel özelliklerimin bir çetelesini tutuyordu. “Güzel gözlerin var,” dedi. “Seni oradan vurmak yazık olacak ama en iyi yer orası, biliyorsun. Sadece bir anlığına acıyacak.” İşte o an fark ettim: Siyah yün pelerininin önünde işlenmiş bir nişan vardı. Tuhaf bir şeydi: Kendi dikenli gövdesi tarafından boğulan kırmızı bir gül ve tepesinden gülü delerek geçen yeşil kabzalı bir kılıç. Daha önce hiç görmemiştim ama ne olduğunu biliyordum. Bu, Blackwell’in yeni nişanıydı. “Kazanamayacak,” diye fısıldadım. Bunlar son sözlerimdi, o yüzden boşa konuşmamalıydım. “Blackwell. Kazanacağını düşünüyor. Ama kazanamayacak.” Omuz silkti. “Çoktan kazandı.” Cevap vermeden bekledim. Okun kafatasımı, beynimi delip geçmesini, ölümü bekledim. Sanki öyle yapsam daha az acıyacakmış gibi gözlerimi kapadım. 26


İşte o bir anlık boşlukta ne olduysa oldu. Bir çalının çıtırtısı, bir ayak sesi, bir çift botun yumuşak çimenlerde ilerleyişi duyuldu. Okçu, geç de olsa geriye dönerken gözlerimi açtım. Kılıç, onu neredeyse ikiye bölecek şekilde sertçe boynunu yararak sırtına kadar indi. Gözlerindeki ışık söndü. Ağzından suratıma, elbiseme ve kollarıma kan fışkırdı. Okçu iki kez sendeledikten sonra bir kütük gibi ormanın zeminine devrildi. Arkasında John vardı. Mavi ceketi ve pantolonu artık jilet gibi değil yırtık pırtık ve buruş buruştu, beyaz gömleği artık kanla kıpkırmızı olmuştu. Hemen yanımda diz çöktü. “İyi misin?” Yüzümü avuçlarına alıp iki yana çevirerek kontrol etti. “Bir şey yapamadı, değil mi?” Gözlerim bir yerde yatmakta olan okçuya, bir etraftaki mezar taşlarına bile sıçramış ve şu anda altında birikmekte olan kanına, bir de John’un elindeki kan damlayan kılıca kaydı. “Elizabeth.” John çenemden tek parmağıyla tutup kafamı onunkine doğru çevirdi. “Elimi yaraladı,” diye cevap verebildim sonunda. “Ama iyiyim.” John başparmağıyla hâlâ kanamakta olan kesiği sıyırdı. “Derin değil ama sonra yakından bakmam gerekecek.” Beni ayağa kaldırdı. “Seni izlediğini gördüm. Ağaçtan bize saldırıyordu ama sen katedralden çıkar çıkmaz durdu. Niye böyle bir şey yaptın? İçeride kalmanı söylemiştim. Öldürülebilirdin.” Aramızda, artık her şeyin daha farklı olduğunu fark ettiğimizi anlatan sessiz bir bakışma oldu. Ben artık üç ay önce tanıştığımızdaki kişi değildim. O zamanlar, mühür taşıyan ve bir kehanetin odağı olan ölümsüz bir cadı avcısıydım: Anglia’nın en çok aranan insanıydım. 27


Artık kim olduğumu bilmiyordum. “Dışarıda olmamalısın,” diye devam etti. “Çok tehlikeli. Henüz tam iyileşmedin ve artık...” Kendini dizginledi ama söylemek istediğini anlamıştım. “Artık ne?” Kendimi ondan geri çektim. “Güçlü değil miyim? İşe yaramaz mıyım? Artık dövüşemediğimden dolayı istenmiyorum, o yüzden uzakta mı durmalıyım?” Ben tartmaya fırsat bulamadan sözcükler ağzımdan dökülüverdi. “Öyle demek istemediğimi sen de biliyorsun.” “Özür dilerim,” diye karşılık verdim hemen çünkü haklıydı. “Öyle konuşmamalıydım ve...” John’un yaptığı şeyi kavradığımda sessizliğe büründüm. Bir silah kullanmış ve birini öldürmüştü. Hayat kurtarmaktan başka bir şey yapmayan çocuk gitmiş, yerine can alan biri gelmişti. “Onu öldürdün.” Ayağımızın dibindeki okçuya baktım. “Evet,” dedi John onaylayarak. “Ama pişman değilim. Seni veya başkasını korumak için yine olsa yine yapardım.” Sesindeki ani şiddete karşılık gözlerimi kırpıştırdım. “Bunu yapmanı istemiyorum,” dedim. “Sen böyle biri değilsin.” “Tüm bu olanlar bitmeden önce hepimiz yapmak istemediğimiz şeyler yapacağız gibime geliyor,” diyerek devam etti. “Hadi, gidelim. Bence hepsini hakladık. Ama içeride bir sayım yapmalı ve herkesin eksiksiz orada olduğundan emin olmalıyız.” Mezarlıktan geçip katedralin önüne vardığımızda içlerinde Peter ve Gareth’ın da olduğu, tanımadığım birkaç adamın toplanmış olduğunu gördük. Yan yana sıralanmış bir dizi cesedin başında duruyorlardı. Cesetlerden akan kan toprağı ıslatıyordu.

28


“Kaç kişi?” diye sordum. “Dışarı çıktığımda bizden birinin öldüğünü gördüm. Başka birini öldürebildiler mi? Biz onlardan kaçını öldürdük?” “Beş,” diyen John bana ümitsiz bir bakış attı. “Dört adam, bir kadın. Hepsi de bizden. Onlardan sadece birini haklayabildik. Diğerleri, peşlerine düştüğümüz an gözden kayboldular. Dört tane saydık.” Harrow, etrafı on altı kilometre çapında koruyucu sihirli bir bariyerle kaplı bir yerdi. İçeriye sadece orada yaşayanlar ya da benim gibi yanında orada yaşayanlardan biri olanlar girebilirdi. Ama Blackwell’in tahtta hak iddia etmesi ve onun da büyü güçlerine sahip olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte artık Harrow savunmasız ve açıktaydı. Dört yıl önce başlayan engizisyondan beri, kaybolan yüzlerce cadı ve büyücü arasında kimlerin öldüğü ya da kimlerin zorlamayla veya kendi tercihiyle bir haine dönüştüğünü bilmenin imkânı yoktu. Ama birinin ihaneti kesindi çünkü Blackwell’in adamları Harrow’a girebiliyordu. İlk sızma bir ay önce olmuştu. Gözcü ya da casus olduğu düşünülen bir adam, John’un Whetstone’daki eviyle Gareth’ın Hatch End’deki evi arasında, More-onthe-Marsh köyünde yakalanmıştı. Adam kazara tespit edilmişti: Şafak vakti uyuduğu ağaçtan düşünce, yakınlardaki bir gölette balık tutmakta olan bir çift büyücüyü korkutmuştu ama büyücüler onu yakalayamadan kaçmıştı. İkinci sızma daha meşumdu. Mudchute’ta, Kuzey Harrow’da kalabalık yerleşim yerlerinden güneydeki sınıra kadar uzanan, derme çatma tarlaların olduğu o çorak topraklarda dolanan üç adam yakalanmıştı. Hiçbir şeyin peşinde değillerdi, silahsızdılar ve yakalandıklarında kaçmaya çalışmamışlardı. Doğrudan buharlaşıp yok olmuşlardı.

29


Harrow’da, Blackwell’in adamlarının içeri girebildiği korkusu yayılırken, ona zıt bir şekilde umut dolu bir akım da vardı. Çünkü birçoğu için, öldüğünü düşündükleri sevdikleri birinin, hain ama hayatta olması baştan çıkarıcı bir fikirdi. Ama John için bu, annesi ve kız kardeşinin gözleri önünde yakılmasını izlediği için onun kafa yorduğu bir fikir olamazdı. Aradan geçen bir yıla rağmen hâlâ zihinsel olarak mücadele halindeydi. Onların yakalanmasından ben sorumlu olmasam da suç ortağı sayılırdım. Bu fikirle de mücadele ettiğini biliyordum. “Kılıç kullanmayı nerede öğrendin?” diye sordum. “Kılıç kullanmayı yürümeye başlamadan önce biliyordum,” diye cevapladı yüzünde solgun bir gülümsemeyle. “Korsan baba sahibi olmanın faydaları sanırım.” “İyi kullanıyorsun,” dedim temkinlice. Geçiştirir gibi kafasını salladı. “Pek işime yaramamıştı ama artık farklı düşünüyorum. Özellikle de bugünden sonra.” Ona dikkatli olmasını söylemek istedim. Başına gelecekleri anlatmak istedim. İnsan önce bir sebepten öldürürdü, sonra da bahaneyle. Sonrasında ise ikisi de olmazdı ve çaldığın yaşamlar azar azar seninkinden de götürmeye başlardı. Bana olurken hissettiklerim buydu; aynısını Caleb’ın yaşadığına da şahit olmuştum. John’un da bunları yaşamasını izleyemezdim. Ben tek bir kelime söyleyemeden görüş alanıma Nicholas girdi. Onu hayatta, zarar görmemiş bir şekilde görmek içimi rahatlatmıştı. Fakat rahatlık hissi, içlerinde Gareth’ın da bulunduğu, parmaklarıyla beni gösteren bir grup adamın yanına gidince ortadan kayboldu. Biz yaklaşırken Peter gruptan ayrıldı, Nicholas yakın takip-

30


teydi. Peter, John’a sımsıkı sarıldıktan sonra bana dönüp aynısını yaptı. Nicholas, berrak ama kara bakışlarını elbisemdeki kandan elimdeki kana kaydırarak beni inceledi. Koyu bir sohbet içinde olan diğerleri bize yaklaşırken ikimiz de bir şey söylemedik. “N’oldu?” diye sordu John. “Kadın ve çocukları küçük gruplar halinde toplayıp evlerine kadar eşlik etmek istedim,” dedi Peter. “Harrow’u koruyan bariyeri gece gündüz kontrol edip bir sızma daha olmayacağından emin olmak için muhite devriye gezen silahlı adamlar koydum.” “Bunu ben de onayladım,” dedi Nicholas. “Duruşmanın bekleyebileceğini de onayladım. Bugün olanlardan sonra ilgilenmemiz gereken daha önemli işler var.” Durdurulan idam emrim karşısında derin bir rahatlama nefesi aldım. Hazırlanmak için birkaç günüm, belki de haftam vardı. Gareth, “Tam tersine. Bence şu an duruşmayı yapmak için en mükemmel zaman,” diyene kadar.

31



BIR KÜTÜPHANECI ÇIRAĞI, BIR BÜYÜCÜ VE KOPARILAMAZ BÜYÜLÜ BIR BAĞ… “Sevgili kitap tanrıları, teşekkürler. Bu harika eser için teşekkürler.” —Rachel E. Carter, The Black Mage Serisi’nin yazarı “Bu kitabı elimden bırakamadım. Farkına bile varmadan bölüm ardına bölüm okudum.” —TheFandom.net “Hava Uyanıyor’a bayıldım! Bu romanda Operadaki Hayalet ve Sindrella, Elise Kova’nın mükemmel bir şekilde yarattığı dünyada bir araya gelmiş.” —Michelle Madow, Elementals Serisi’nin yazarı


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.