Nefesini Tut Özgün Adı | Try Not to Breathe Holly Seddon Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Burcu Karatepe Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz Kapak Görseli |Getty Images 1. Baskı, Haziran 2016, İstanbul ISBN: 978-605-5016-94-4 Türkçe Çeviri © Özge Küskün, 2016 © Yabancı Yayınları, 2016 © Holly Seddon, 2016 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Greene & Heaton’dan Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.
YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
HOLLY SEDDON
Çeviren
Özge Küskün
.
Boo ve bebekler iรงin
BİRİNCİ BÖLÜM
Jacob 18 Temmuz 1995
Müzik, Amy’nin bedeninde gümbürdedi ve kalbini sıkıştırdı. Müzik sesi o kadar yüksekti ki kulakları çınlıyor, kuş yavrusu gibi olan kaburgaları takırdıyordu. Müzik her şeydi. Yani, neredeyse her şey. Daha sonraları gazeteler, on beş yaşındaki Amy Stevenson’ı, “yaşamak için her şeye” sahip olan bir “güneş ışını” olarak adlandıracaktı. Çantası sırtından sarkar vaziyette, eve olan upuzun yolu ağır adımlarla yürürken kulaklıkları Britpop ezgileriyle uğulduyordu. Amy’nin, Jake isminde bir erkek arkadaşı vardı. Jake ondan, o da Jake’ten hoşlanıyordu. İkisi neredeyse sekiz aydır birlikteydiler; okulda teneffüs zamanlarında, sıcacık elleri kenetlenmiş, hızla çarpan yürekleri eş zamanlı atarken, aşk yolunun “en üst bahçesinde” birlikte yürüyorlardı. Amy’nin iki yakın dostu vardı: Jenny ve Becky. Bu üçlü, filmlerde ve kitaplardaki karakterlerin hikâyelerinden, çekişmelerden ve dedikodulardan oluşan durmak bilmez bir anafor içerisinde dans edip dururlardı. Sarhoş geçen her cumartesi gecesinin sonunda, “o şöyle dedi-sonra diğeri böyle dedi” tarzı muhabbetlerin baş döndürücü izlerinin ardından pişmanlık ve hıçkırıklarla dolu kucaklaşmalar gelirdi. Dışarı çıkılan akşamlar, genelde kabristanların bulunduğu parkta içilen limonlu Hooch likörü ya da beş yaşın8
daki bir çocuğa bile kimliğinin sorulmayacağı The Sleeper adlı barda içilen Archers likörü ile limonatadan ibaret olurdu. Okul akşamları onun için, ucuz tarifenin başladığı, saat altı telefon görüşmeleri demekti. Amy konuşmaya devam ederdi, ta ki üvey babası Bob yemek salonuna gelip ona o anlamlı bakışı atana dek: Akşam yemeği vakti geldi, telefonumu rahat bırak. Perşembe akşamları Amy için, Top of the Pops* ve Eastenders**; cuma akşamları da Friends*** ve The Word**** demekti. Amy’nin Kickers marka çantası, attığı her bir adımla daha da ağırlaşıyordu sanki. Genç kız çantasını beceriksizce diğer omzuna astı, bu sırada kulaklıklarının kabloları birbirine karıştı, tek kulaklığı kulağından çıktı ve gerçek dünyanın sesleri kulağına akın etti. Amy evine uzun yoldan gidiyordu. Önceki gün eve erken gitmiş ve mutfakta en sevdiği fincana süt tozu dökmekte olan Bob’u ürkütmüştü. Bob önce gülümseyerek ona sarılmak için kollarını açmış, daha sonra Amy’nin göz açıp kapayıncaya dek geri döndüğünü ve açık araziye çıktığını fark etmişti. Amy yarım saat boyunca Bob’un, onca yol arasından güvenli yoldan geçerek eve gelmesi gerektiğine dair çılgınca konuşmalarını dinlemek zorunda kalmıştı: “Bunu seni sevdiğim için söylüyorum Ames, ikimiz de seni seviyoruz ve sadece senin güvende olmanı istiyoruz.” Amy onu dinlemiş, oturduğu yerde kıpırdanmış ve esnemelerini bastırmıştı. Bob sonunda sözlerini bitirdiğinde * 1964-2006 yılları arasında yayınlanan ve İngiliz müzik listelerinin yer aldığı program. –yhn ** 1985 yılında yayınlanmaya başlayan ve günümüzde yayını devam eden, birçok televizyon ödülü kazanmış popüler pembe dizi. –yhn *** 1994-2004 yılları arasında yayınlanan, New York’ta yaşayan altı arkadaşı konu edinen ABD komedi dizisi. –yhn **** 1990-1995 yılları arasında yayınlanan İngiliz magazin programı. –yhn 9
ayaklarını yere vura vura yukarı çıkmış, kendini yatağına atmış ve kendine öfke dolu bir şarkı derlemesi yaparken CD kılıflarını öteye beriye atmıştı. Rage Against the Machine, Hole ve Faith No More. Amy önceki gün Bob’u şaşırttığında, onun çoktan eve gelmiş olabileceğini biliyordu. Onu yakalamak ve yine eleştiriye başlamak üzere bekliyor olacaktı. Uzun yürüyüşler özellikle salı günleri ona tatsız gelmesine rağmen, onunla tartışmaya girmeye değmezdi. Salı günleri Fransızca ve tarih dersleri bir aradaydı ve ikisinin de aptalca, devasa ders kitapları olduğu için çantası hep çok ağır olurdu. Amy, Fransızca öğrenmekten büyük bir tutkuyla nefret ediyordu; öğretmeni tam bir pislikti ve kim pencereyi cinsiyetiyle nitelemek isterdi ki? Fakat bu dili öğrenme fikri hoşuna gidiyordu. Fransızca seksi bir dildi. Kendini, kulağına Fransızca bir şeyler fısıldayarak, Jake’ten biraz daha sofistike birini baştan çıkarırken hayal ediyordu. Jake’ten daha yaşlı birini baştan çıkarabilirdi. Çok daha yaşlı birini. Amy elbette Jake’i seviyordu, bunu söylerken son derece ciddiydi. Jake’in ismini çantasının üzerine itinalı bir şekilde Tippex’le yazmıştı ve geleceği hayal ederken Jake de bu geleceğin içinde yer alıyordu. Fakat son birkaç haftadır Amy, aralarındaki farkları giderek daha çok görmeye başlamıştı. Kocaman gülümsemesi ve koyu kahverengi, yavru köpeğinkini anımsatan gözleriyle Jake, vakit geçirmesi çok kolay ve çok nazik biriydi. Fakat çıktıkları süre boyunca, elini Amy’nin okul gömleğinin içine sokma konusunda bile cesaretini zar zor toplayabilmişti. Koskoca öğle aralarını okulun üst bahçesinde öpüşerek geçiriyorlardı ve bir keresinde Jake, Amy’nin üstüne çıkmıştı ama bacağı uyuşan Amy geri çekilmek zorunda kalmıştı. Jake bunun üzerine o kadar telaşa kapılmıştı ki günün geri kalanı boyunca neredeyse hiç konuşmamıştı. 10
Aradan aylar geçmişti ve Amy hâlâ bakireydi. Artık bu iş giderek utanç verici bir hale gelmeye başlıyordu. Amy en sona kalma fikrinden, herhangi bir konuda kaybeden olmaktan nefret ederdi. Hayal kırıklıkları bir yana Amy, Jake’in judo kulübünü ekip onunla buluşacağını ummuştu. Jake ve küçük kardeşi Tom her gün okuldan eve arabayla dönerlerdi çünkü kibirli anneleri okul sekreteri olarak çalışıyordu. Jake’in ailesi, Royal Bulvarı’ndaki çift cepheli evlerden birinde yaşıyordu. Jake her zaman evine, Amy’nin Bob ve annesi Jo’yla birlikte yaşadığı, Warlingham Yolu’ndaki çift yatak odalı sıralı binalardaki evine ulaşmadan evvel dönmüş olurdu. Jake’in annesi Sue, Amy’den hoşlanmıyordu. Amy’yi, değerli bebeğini yoldan çıkaracak biri olarak görüyor gibiydi. Amy, kötü kadın olarak görülme fikrinden çok hoşlanıyordu. Herhangi bir şekilde kadın olarak görülme fikri hoşuna gidiyordu. Amy Stevenson’ın bir sırrı vardı. Midesinin büzülmesine ve kalbinin deli gibi çarpmasına neden olan bir sırdı bu. Amy’nin arkadaşlarından hiçbiri sırrını bilmiyordu ve Jake’in de kesinlikle hiçbir fikri yoktu. Jake bunu asla bilemezdi. Kınayan bakışlarıyla Jake’in annesi bile bunu asla tahmin edemezdi. Amy’nin sırrı çok daha yetişkindi. Kesin ve kati suretle bir erkekti. Omuzları Jake’in omuzlarından daha genişti, sesi daha alçaktı ve kaba sözler sarf ettiğinde bunlar, bu sözleri dile getirme hakkını kazanmış dudaklardan çıkıyordu. Uzun boyluydu ve asla acele etmeden, kendinden emin bir şekilde yürüyordu. Tıraş losyonu kullanıyordu ve bu losyonun markası Lynx değildi; ayrıca bisiklet yerine araba kullanıyordu. Jake’in gözlerinin önünü kapatan kum sarısı saçlarının aksine, onun gür, koyu renk saçları vardı. Erkek kesimi saçlar. 11
Amy gömleğinin arasından, göğsünün orta yerinde koyu renk kıllardan oluşan sığ bir çukurun bulunduğunu görmüştü. Amy’nin sırrının upuzun, kapkara bir gölgesi vardı. Amy onu düşündüğü zaman sinirleri infilak ediyor ve zihni, diğer hisleri susturan parlak beyaz bir sesle doluyordu. Sırrı onun beline, bir erkeğin bir kadına dokunduğu gibi dokunuyordu. Sınıfındaki, zil çaldığında tilt makinesindeki gümüş toplar gibi koridorlara fırlayan çocukların aksine o Amy için kapıları açıyordu. Annesi de onu “uzun boylu, koyu tenli ve yakışıklı” olarak tanımlardı. Gösteriş yapmaya, böbürlenmeye ihtiyacı yoktu. Okuldaki en güzel kızlar bile onunla herhangi bir şansları olduğunu düşünmezlerdi. Hiçbiri, Amy’nin bir şanstan daha fazlasına sahip olduğunu bilmiyordu. Çok daha fazlasına. Amy onun bir sır olarak kalması ve kısa ömürlü olması gerektiğini biliyordu. Yalnızca hayat hikâyesine atılacak bir virgüldü, daha fazlası değil. Tüm bunları bir kutu içerisinde kilitli tutması gerektiğini biliyordu; mükemmel, tastamam, özel, hayatının diğer fon müziklerinden tamamen ayrı bir yerde. Gerçekten de yaşadıkları şimdiden bir anı halini almıştı. Bundan aylar sonra yine öğle yemeği arasında Jake’le öpüşüyor, arkadaşlarıyla münakaşa ediyor, geciktirdiği ödevleri için bahaneler bulmaya çalışıyor, her gece RadioOne kanalında Mark ve Lard’ı dinliyor olacaktı. Bunu biliyordu. Kendi kendine, bunun sorun olmayacağını söylüyordu. O, kalçasına dokunduğunda ya da yüzüne düşen saçlarını geri ittiğinde Amy kendini elektrik çarpmış gibi hissediyordu. Yalnızca parmak uçlarının teması teninin, dünyadaki diğer her şeyi bastıracak şekilde şarkılar söylemesine neden oluyordu. Ona yapacağı, kendine yapmasını 12
isteyebilecekleri konusunda hem heyecanlanıyor hem de korkuyordu. Bu şansı hiç yakalayabilecekler miydi? Yakaladıkları takdirde ne yapması gerektiğini bilecek miydi? Dışarıdan gelen diğer sesler eşliğinde mutfaktaki o öpücük. Elleri onun yüzünde, kirli sakalın neden olduğu, daha önceden hiç hissetmediği o kaşıntı hissi. Amy’nin tüm gece uyanık kalmasına neden olan o küçücük öpücük. Amy, Warlingham Yolu’na döndü ve ritüel başladı. Çantasını, yüzeyi ufalanan beton duvarın üzerine koydu. Yukarı kıvrılmış eteğinin kemerini çözüp aşağıya indirdi. Çantasının içindekileri boşalttı, Impulse Chic vücut spreyini ve kiraz aromalı dudak parlatıcısını buldu. Amy spreyi salladı ve tatlı kokudan yayılan kısacık bir püskürtünün havaya yayılmasına izin verdi. Ardından çekingen bir ifadeyle etrafına bakındıktan sonra, tıpkı annesinin kulüpte geçireceği bir gecenin öncesinde yaptığı gibi, parfüm kokusundan oluşan bulutun içine adımını attı. Dudak parlatıcısını önce alt, sonra üstdudağına sürdü ve dudaklarını birbirine sürttükten sonra hırkasına hafifçe sürterek parlaklığı aldı. Jake’in kendisini bekliyor olması halinde hazır olmak istiyor, fakat bunun için uğraştığını da belli etmek istemiyordu. Amy’nin walkmaninden yükselen sesler kulaklarını doldurmaya devam ediyordu. Pulp’ın Do You Remember The First Time? şarkısı başladı ve Amy gülümsedi. Amy her şeyi tekrar çantasına yerleştirip çantayı diğer omzuna taktığı ve yoldan aşağı inmeye devam ettiği sırada Jarvis Cocker* zihninde sırıtıyor ve ona göz kırpıyordu. Yolda Bob’un kamyonetini gördü. O sırada Amy evden on iki kapı ötedeydi. Gözlerini kısarken kendisine doğru gelmekte olan figürü seçebiliyordu. * Pulp grubunun solisti olan, aynı zamanda aktörlük, yönetmenlik ve radyo programcılığı da yapan İngiliz sanatçı. –çn 13
Gelen figürün kendinden emin, dimdik, düşünceli yürüyüş şeklinden onun Jake olmadığını anladı. Jake ürkmüş bir yengeç misali, yarı yürür yarı koşar gibi etrafta hızla gezinirdi. Amy ince beline bakarak yaklaşan figürün, vücut şekli küçük bir patatesi andıran Bob olmadığını da söyleyebilirdi. Amy gelenin kim olduğunu anladığında içinde derin bir bulantı hissi duydu. Kimse onu görmüş müydü? Bob onu görmüş müydü? Evine gelme riskine nasıl girebilmişti? Her şeyin ötesinde Amy içinde, demir tozlarının mıknatısa çekilişi gibi kendini ona doğru götüren ani bir heyecan ve adrenalin patlaması hissetti. Jarvis Cocker hâlâ kulaklarına ayıp sözler fısıldıyordu; Amy onu durdurmak istiyor fakat beceriksizce walkmanini çekiştirmek istemiyordu. Amy sırrının gözlerine baktı, sonunda doğru olanı bulup müziği susturana dek bütün düğmelere basarken dudağını ısırdı. Burun buruna gelmişlerdi. Amy’nin sırrı gülümsedi ve öne doğru uzandı. Önce Amy’nin kulağındaki bir kulaklığı, ardından başının diğer yanındaki öteki kulaklığı çıkardı. Parmakları Amy’nin kulaklarına sürtündü. Amy kurallardan emin olmayan bir ifadeyle sertçe yutkundu. “Merhaba Amy,” dedi hâlâ gülümser vaziyette. Yemyeşil gözleri parıldadı, kirpikleri o kadar koyu renkliydi ki ıslak gibi görünüyorlardı. Karşısındaki adam ona, John Travolta’nın eski bir fotoğrafta Cumartesi Gecesi Ateşi filminin çekimleri arasında yüzünü yıkarken göründüğü halini hatırlatıyordu. Fotoğraf müzik dergilerinden birinde çıkmıştı ve Amy her ne kadar John Travolta’yı mankafa bulsa da, fotoğrafın havalı olduğunu düşünmüştü. Fotoğrafı kesip karton kapaklı Sanat ve Tasarım eskiz defterinin arasında saklamıştı. 14
“Merhaba...” diye cevap verdi Amy, sesi fısıltıdan bir ton daha yüksekti. “Sana bir sürprizim var... atla arabaya.” Tilki rengindeki Ford Escort’u işaret etti ve özel şoför edasıyla kapısını görkemli bir şekilde açtı. Amy etrafına bakındı. “Bunu yapmalı mıyım bilemiyorum, üvey babam muhtemelen bizi izliyordur.” Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz, Amy yakınlardaki bir kapının sesini işitti ve hemen Escort’un arkasında çömeldi. Kaldırımın biraz yukarısında Bob homurdanarak alet çantasını yere bırakmıştı. El yordamıyla anahtarlarını ararken derin bir soluk verdi ve kamyonetinin kapısını açtı. İzlendiğinin farkında olmaksızın, alet çantasını yolcu tarafındaki koltuğun üzerine attı ve ağır, kıllı elleriyle kapıyı sertçe kapattı. Paytak paytak yürüyerek sürücü tarafına geçti, koltuğunu dikleştirdi ve vitesin çatırtılı sesi eşliğinde hareket etti, bu sırada kamyonetinin arkası sallanan bir kuyruk misali titreşiyordu. Amy her ne kadar heyecanlı ve hazır olsa da, bir yanı yokuştan yukarı hızla koşup kamyonete atlamak ve küçükken olduğu gibi Bob’a vitesi kendisinin atıp atamayacağını sormak istiyordu. “O üvey baban mıydı?” Amy doğrulup üzerindeki tozu toprağı silkelerken, tek kelime etmeden onu başıyla onayladı. “O halde sorun çözüldü. Atla arabaya.” Adam ona sahte bir ifadeyle gülümsedi. Ve her şey bundan ibaretti. Amy’nin öne sürecek başka bahanesi yoktu, bu yüzden arabaya bindi.
15
İKİNCİ BÖLÜM
Alex 7 Eylül 2010
Hastane koğuşuna ölüm sessizliği hâkimdi. Tek kelime etmeyen, sesi soluğu çıkmayan dokuz beden, kaskatı bir halde derli toplu pastel renkli battaniyelerin altında yatıyordu. Alex Dale prematüre bebekler hakkında yazmıştı; bebeklerin saniyeler süren yaşamları bir altın tozu yığını kadar kırılgandı. Alex, gelecekleri bir düğmenin atıl hareketine bağlı olan dejeneratif hastalıklar ve makineye bağlı kimseler hakkında yazmıştı. Hatta kendi annesinin ölümüne dair güçlükleri de ayrıntısıyla anlatmıştı ama karşısındaki bu hastalar çok daha farklı bir cehennem hayatı deneyimliyorlardı. Tunbridge Wells Kraliyet Kliniği’nin Nöro-disabilite servisindeki durgun yüzlerin daha önceden bildikleri bir hayatları olmuştu. Bu hastalar, daha önce ana rahmi, tüplerin yaşam alanlarına izinsiz girişleri ve anne babalarının çaresiz ellerinin sıcaklığı haricinde hiçbir şey bilmeyen prematüre bebeklerden çok farklıydı. Bu hastalar, birer çocuğunkine benzer durgunlukları hatıraların dehşetiyle kesintiye uğramış, bunamadan mustarip kimseler gibi değillerdi. Bramble Servisi’ndeki bu kaskatı kesilmiş insanlar farklıydı. Bunlar hayatlarını yavaş bir duraksama dönemi şeklinde değil, sadece aceleci bir duruş şeklinde yaşamışlardı. 16
Ve hâlâ oralarda bir yerdeydiler. İçlerinden bazıları yavaşça göz kırpıyor, başlarını hafifçe ışığa doğru çeviriyor ve yüz ifadelerini istikrarsız bir şekilde değiştiriyorlardı. Diğerlerinin görüntüsü öylece donup kalmıştı; bir kutlamanın tam ortasında, hareketsiz bir halde ya da bir travmanın içinde. Şimdi hepsi sessiz bir çığlığın içine hapsolmuş haldeydi. Gözlerinin kenarında, Alex’in hayatında gördüğü en derin kırışıklıklara sahip olan kestane rengi saçlı servis yöneticisi, “Bu tür hastalar uzun yıllar boyunca gözden çıkarıldı,” dedi. “Eskiden onlara bitki denirdi.” Bir an durdu ve iç geçirdi. “Birçok insan hâlâ da öyle diyor.” Alex başıyla onayladı. Notlarını, elindeki Moleskine deftere bölük pörçük kısaltmalar kullanarak kaydediyordu. Servis yöneticisi sözlerine devam etti. “Ama mesele şu ki, hepsi aynı durumda değil ve gözden çıkarılmamalılar. Onlar birer birey. Bazılarının bilinci tamamen kapalı ama diğerleri gerçekte minimal düzeyde bile olsa bilinçli ve bu da, beyin ölümünün gerçekleşmesinden çok daha farklı bir şey.” “Kendilerine gelmeden önce burada ne kadar süre kalırlar?” diye sordu Alex, kalemini kâğıdın üzerinde hareketsiz tutarak. “Şey, pek azı kendine gelir. Bu yaz, gece gündüz anne babasının ve kız kardeşinin gözetiminde olacak bir delikanlıyı evine gönderdik ama o da senelerden sonra kendine gelebilen ilk vakaydı.” Alex kaşlarını kaldırdı. “Birçoğu uzun zamandır burada,” diye ekledi yönetici. “Ve birçoğu da burada ölecek.” “Fazla ziyaretçileri oluyor mu?” “Ah, evet. Bazılarının, senelerdir her hafta buraya ziyarete gelen aileleri var.” Kadın bir an durdu ve yatakları inceledi. 17
“Ben bunu yapabileceğimden emin olamazdım. Haftalar boyunca buraya gelip karşılığında hiçbir şey alamadığınızı hayal edebiliyor musunuz?” Alex saçları düğüm düğüm olmuş annesinin, bomboş bir ifadeyle tek kızının yüzüne bakışının ve yatmadan önce ona hikâye okumasını isteyişinin görüntüsünü gözlerinin önünden silmeye çalıştı. Servis yöneticisi sesini alçaltmıştı; içeride, yataklardan birkaçında oturmakta olan ziyaretçiler vardı. “Bu durumun altında bazı yaşam belirtilerinin olduğunu yakın zaman önce fark ettik. Bu gibi hastalar,” diyerek Alex’in arkasındaki yatakları işaret etti, “ve dünya çapında birkaç hasta daha, insanlarla iletişim kurmaya bile başladı.” Yönetici durdu. Her iki kadın da servisin merkezinde duruyor, perdeler ve yataklar etraflarını sarıyordu. Alex kaşlarını kaldırarak kadını sözlerine devam etme konusunda cesaretlendirdi. “Aslında bu pek doğru değil. Bu hastalar başından beri iletişim kuruyorlardı, sadece doktorlar daha önce onları nasıl işitebileceklerini bilemiyorlardı. Bu konuda neler okuduğunuzu bilmiyorum ama mahkemeler, bir senenin sonunda makinelere bağlı olarak yaşamlarını sürdüren hastaların yaşam desteğini sona erdirebiliyor. Ve şimdi kesintilerle birlikte...” diye yarım bıraktı yönetici sözlerini. “İnsanın sesini çıkaramaması ne kadar kötü,” dedi Alex eğri büğrü yazılarıyla not alırken, hastane servisinin elektrik uğultusu hafifçe sallanmasına ve midesinin bulanmasına neden oluyordu. Alex, iletişim belirtisi gösteren bu gibi hastaların beyin tarama sonuçları üzerinde araştırmalar yapan ve bulunması kolay olmayan biliminsanı Dr. Haynes’ın çalışmaları üzerine, hafta sonu eki için bir profil yazısı kaleme alıyordu. Henüz doktorla tanışamamıştı ve yazıyı tamamlaması 18
gereken gün hızla yaklaşıyordu. Bu, şimdiye dek yaptığı en iyi iş olmaktan çok uzaktı. Serviste tek bir boş yatak vardı, diğer dokuz tanesini dolduranlarsa tamamen sessizdi. On yatağın da etrafını çevreleyen eflatun rengi perdeleri ve birbirinin aynı açık mavi battaniyeleri vardı. O pastel renkli duvarların içinde, hemşireler ve hademeler hastaları binbir zorlukla oturur pozisyona getiriyor, tükürükle ıslanmış ağızlarını siliyor, evden getirilmiş ya da onlara iyi dileklerini uzak mesafeden gösteren kişilerin hastaneye bağışladığı kıyafetleri giydiriyorlardı. Resepsiyon alanının ardındaki radyoda, konuşma sesleri ve birbiri peşi sıra çalan “modası geçmeyen” şarkılar hafifçe vızıldıyordu. Güçlükle işitilebilen müzik, hastaların derin soluk alıp verişleri, makinelerin biplemeleri ve ıslığa benzer sesleriyle karışıyordu. Servisin en uzak köşesinde, Alex’in gözüne bir poster ilişti. Bu, kadın kılığı içinde ve tüvit kumaşlar giymiş olan Pulp grubundan Jarvis Cocker’dı. Alex, resmin dikkatle koparıldığı derginin ismini görebilmek için hafifçe eğildi. Select dergisi. Çoktan tedavülden kalkmış, çoktan unutulmuş bu dergi, Alex’in gençlik yıllarında en çok okunan dergilerden biriydi. Alex, müziğin insanların okumayı ya da yazmayı isteyebileceği tek şey olduğu o yıllarda derginin editörlerini, ona bir iş deneyimi vermeleri için yalvardığı, hiç yanıtlanmamış bir mektup yağmuruna tutmuştu. Alex’e etrafı gösteren lacivert üniformalı yöneticiyi biri yakalamıştı. Alex onu, kumaşı kazık gibi, pembe bir sabahlık giymiş hastalardan birinin gözleri nemli erkek ziyaretçisiyle sessizce ve ciddi bir şekilde konuşurken gördü. Alex, ayaklarını hafifçe sürüyerek köşedeki bölmeye yaklaştı. Bacakları sabah koşusunun acısıyla yanıyordu ve adımlarını sıklaştırırken acıyla yüzünü buruşturdu. 19
Babetlerinin incecik tabanları, su toplamış ayaklarına âdeta çakıl taşları gibi batıyordu. Hastaların çoğu en azından orta yaşlı kimselerdi, ancak köşedeki bölmeye tatsız bir gençlik havası hâkimdi. Yatağın etrafındaki perdeler rasgele çekilmişti ve Alex sessizce aradaki geniş boşluktan içeri adımını attı. Bölmenin karanlığında bile, Jarvis Cocker’ın yalnız olmadığını görebiliyordu. Onun hemen yanında, Blur’un genç Damon Albarn’ı kameraya rahatsız edici bir şekilde komiklik yapıyordu. Her iki poster de seneler önce Select dergisinden itinayla koparılmıştı, onları duvara sabitleyen raptiyelerin üzerinde minik tozlar oynaşıyordu. Karşısındaki manzara hareketsizdi. Yatağın battaniyesi, dizlerden oluşan tepeciğin üzerini örtüyordu. Kolalanmış yatak örtülerinin üzerinde hafifçe maviye çalan, üzerindeki tüyleri diken diken olmuş, eskimiş, mavi bir tişörtle çevrelenmiş iki incecik kol çarpık bir halde duruyordu. Alex o vakte kadar hastalardan herhangi birine doğrudan bakmaktan kaçınmıştı. Bu donup kalmış yüzlere, ucube gösterisine gitmiş Viktorya dönemi insanları gibi dikkatle bakmak ona son derece kaba bir davranış gibi gelmişti. Bu yüzden Alex, Britpop hayranı yatağın kenarına gergin bir çocuk gibi yaklaştı. Yatağın üzerinde belli belirsiz görünen parlak beyaz ekipmana baktı ve gereksiz yere not defterine bir şeyler karaladı, en sonunda gözlerine, genç kadının baş kısmına bakmaları için müsaade edebildiğinde yazmayı bıraktı. Genç kızın koyu kestane rengindeki saçları perçemlerinin etrafından kabaca kesilmiş, bazı yerler uzun bırakılmıştı ve diğer taraflar da birbirine girmiş gibi görünüyordu. Dikkat çekici mavi gözleri yarı aralık ve mermer gibi parlaktı. Alex’in atkuyruğu şeklinde toplanmış uzun saçları ve deniz rengi gözleriyle, iki kadın neredeyse birbirinin aynadaki aksi gibiydi. 20
Alex bakışlarını genç kadının yüzünün tamamında gezdirir gezdirmez irkildi. Bu kadını tanıyordu. Onunla bir bağlantısı olduğundan emindi ama bu yalnızca bir belirip bir kaybolan anılardan oluşan bir şeydi, hatırlayabileceği sağlam bir şeyler yoktu. Şakakları panikle gümbürderken, Alex genç kadına tekrar bakabilmek için cesaretini topladı, sanki zihnen parmakları arasından bakıyor gibiydi. Evet, bu yüzü biliyor, bu kadını tanıyordu. Alex’in eskide kalan şeyleri hatırlama gücünün keskin olduğu zamanlar o kadar da mazide kalmamıştı, herhangi bir isim göz açıp kapayıncaya dek zihninde alev alıverirdi. Belleğindeki dosya rafları artık paslanmıştı. Alex kalın, dümdüz ayakkabı tabanlarının ve kilolu bacakların kendisine doğru gelmekte olduğunu işitti. Birden jeton düştü. Yönetici soluk soluğa ona doğru gelirken, “Bunun için çok üzgünüm,” dedi. “Nerede kalmıştık?” Alex, rehberine bakmak üzere döndü. “Burada yatan..?” “Evet, o. Onu hatırlayıp hatırlamayacağınızı merak etmiştim. O zamanlar siz çok gençtiniz sanırım.” “Onunla aynı yaştaydım. Yani, aynı yaştayım.” Alex’in kalbi deli gibi çarpıyordu; yataktaki kadının ona dokunamayacağını biliyor ama yine de kendini kötü hissediyordu. “Ne kadar zamandır burada?” Yönetici yataktaki kadına baktı ve yavaşça dirseğinin kıvrımının hemen yanına, yatak örtülerinin üzerine oturdu. “Neredeyse en başından beri burada,” dedi sessizce. “Tanrım, zavallı şey. Her neyse,” Alex başını hafifçe iki yana salladı. “Evet, üzgünüm, eğer sizin için de mahsuru yoksa birkaç sorum daha olacaktı?” “Elbette,” diyerek gülümsedi hemşire. 21
Alex derin bir soluk alarak kendini toparladı. “Bu size aptalca bir soru gibi gelebilir ama uyurgezerliğin burada sorun yarattığı oldu mu?” “Hayır, böyle bir sorun olmadı. Bu hastalar etrafta gezebilecek durumda değiller.” “Ah, elbette,” dedi Alex ve kaleminin yazmayan ucuyla gözlerinin önüne düşen saç tutamlarını geriye itti. “Sanırım bu servisteki güvenlik beni biraz şaşırttı. Bu standart bir durum mudur?” “Her zaman kapının önünde bu şekilde nöbet beklemeyiz, sadece servis yoğun olduğu zamanlarda. Bunun haricinde, çok fazla evrak işi olduğu için ofislerimizde oluyoruz. Fakat güvenliği gerçekten de ciddiye alırız.” “Bu yüzden mi içeri girerken ismimi yazmak zorunda kaldım?” “Evet, tüm ziyaretçilerin kaydını tutarız,” dedi yönetici. “Düşününce, o yönde eğilimleri olan herhangi biri, burada yatan hastalarla her türlü şeyi yapabilir.” ***
Alex turuncu gün ışığına doğru arabasını sürüyor, gözlerini ağır ağır kırpıştırıyordu. Amy Stevenson. Yataktaki kadın. Britpop posterleri, dağınık saçları ve genç kızlara özgü gözleriyle hâlâ on beşinde olan kadın. Alex bir yaya kaldırımında yavaşladığı sırada, koyu mavi üniformalarıyla fazlaca içli dışlı görünen bir çift neredeyse arabanın kaportasına takılıyordu, yarışmalarda üç bacakla yarışan takımlara benziyorlardı. Alex, Amy’nin düşüncesini zihninden atamıyordu. Bir gün okuldan çıkan ve bir daha evine dönemeyen Amy Stevenson. Kayıp Amy. Tüm televizyonlarda gösterilmiş, okul üniforması içindeki trajik genç kız; bütün ulusal haber programlarında yayınlanan, gülümseyen okul fotoğrafı; Amy’nin hıçkırıklara boğulan annesi ve kaygılı babası ya 22
da belki de üvey babası? Okulda onun için “özel bir ekip” kuran ve akşam haberlerine konu olmuş arkadaş yığınları. Alex’in hatırlayabildiği kadarıyla, Amy birkaç gün sonra bulunmuştu. Olay haber bültenlerini aylarca işgal etmişti; yoksa sadece haftalarca mı? Alex, Amy’yle aynı yaştaydı ve birden, kendisinin de yenilmez olmadığının yaşattığı şoku hatırladı. Alex, Amy’ye yarım saatlik bir mesafede büyümüştü. O da her an, herhangi biri tarafından güpegündüz sokaktan alınıp kaçırılabilirdi. Amy Stevenson: 1995 senesinin en önemli hikâyesi, bir insan arşivi içerisinde öylece yatıyordu. ***
Saat öğlen 12.01 olmuştu. Güneş, seren direğinin hemen üzerindeydi; başlamak için kabul edilebilir bir saatti. Alex, mutfağının sakin serinliğinde büyük ve geniş bir bardak ile zarif bir şarap kadehi çıkardı. Geniş bardağa büyük bir dikkatle oda sıcaklığındaki maden suyunu döktü. Şarap kadehini de ağzına kadar buz gibi, kaliteli, Reisling marka beyaz şarapla doldurdu; buzdolabı kapağının iç kısmına koyarken şişe birbirinin aynısı beş şişeye çarparak şıngırdadı. Su önemliydi. Hafif bir biradan ya da Alman birasından daha kuvvetli olan herhangi bir içki vücuttan, içkinin kendisinin verdiğinden daha çok sıvının atılmasına neden oluyordu ve sıvı kaybı tehlikeli bir şeydi. Alex her öğle vaktine oda sıcaklığında, büyük bir bardak dolusu suyla başlar ve yine suyla bitirirdi. Son iki sene içinde haftada birkaç kez yatağını ıslatmıştı fakat ciddi anlamda sıvı kaybından nadiren mustarip olmuştu. İki şişe, bazen üç. Çoğunlukla beyaz ama serin öğleden sonraları evindeyken kırmızı. Bunun için mutlaka evinde olması gerekirdi. 23
Matt, yazlık ceketini ve kışlık paltosunu mükemmel bir şekilde üzerinde taşırken evlerinin girişinde son kez durup ona baktığında Alex’e, alkol tüketimini tıpkı bir şeker hastasının kendi durumunu idare edişi gibi “idare ettiğini” söylemişti. Alex’in ritüelleri ve rutinleri herkesi kapsar bir hale gelmişti. Kendini kontrol altına almak ve kariyerini sürdürme girişiminde bulunmak her şeyini alıp götürmüştü. Keyif almak şöyle dursun, evliliğini devam ettirmek için bile geriye bir şey kalmamıştı. Alex, yirmi sekizinde boşanmış olmayı hiç beklememişti. Birçok insana göre evlilik bu yaşlarda ancak ufukta belirmeye başlıyordu. Alex, Matt’in onu neden terk ettiğini anlayabiliyordu. Alex’in durumunun daha iyiye gideceğine, eşinin içki yerine onu ve birlikte geçirecekleri hayatı tercih edeceğine dair bir işaret beklemişti ama değişmek Alex’in aklının ucundan bile geçmemişti. Durmak için “birçok sebebi” olmasına karşın. Sadece, o böyle biriydi ve yaptığı şey buydu. Alex ve Matt, Southampton Üniversitesi’nde birinci sınıfların oryantasyon haftasında tanışmışlardı ancak ikisi de tanışma hikâyelerini anlatamazdı. Ortak hafızaları onları ilk dönemin birkaç hafta sonrasına, sıklıkla akşamdan kalma bir halde uyandıkları ve artık sevgili olduklarını fark ettikleri zamanlara götürüyordu. İlişkilerini sağlamlaştıran şey içkiydi ama bu her şey demek değildi ve zaman içinde Matt için önemini yitirmeye başlamıştı. Birlikte konuşur, güler, kısmen coşkun tartışmalar, kısmen rekabet gücünün etkisiyle derslerinde (Matt’in kriminoloji, Alex’in İngiliz Edebiyatı) başarılı olurlardı. İlk aydan itibaren, söz konusu olan onlardı. Matt ya da Alex değil, her zaman onlar. Boşanma kararının üzerinden neredeyse iki sene geç24
mişti ve Alex hâlâ görünmez uzvunun, “biz” dediği diğer yarısının yokluğunu hissediyordu. Her öğleden sonra ilk kadeh dudağına değdikten sonra Alex telefonunu kapatırdı. Facebook hesabını çoktan kapatmış; Matt’e, erkek kardeşlerine, arkadaşlarına, eski iş arkadaşlarına, herhangi birine sarhoşken mesaj atmasına olanak verebilecek her türlü dijital ortamı terketmişti. Alex’in öğleden sonraları için birkaç kuralı vardı: telefon görüşmeleri yok, elektronik posta yok, alım satım işleri yok. Ciddi anlamda bir içici olmakla faal bir alkolik olma arasındaki o karanlık boşluk içinde olduğu dönemde herhangi bir kuralı yoktu. Kafası karışık editörlere pek neşeli ve istikrarsız yazılar göndermişti; hassas telefon röportajları korkunç ve nahoş haller almıştı; tüm arkadaşlıklarını, büyük harflerle yazılmış ve skandal bilgilerin yer aldığı elektronik postalarla yok etmiş ve hesabından çektiği tüm paralar anlık alışveriş çılgınlığı sonucu eriyip gitmişti. Ayrıca bunlardan çok daha kötüleri de vardı. Artık işler daha iyiydi. Pek düzenli olmasa da bir işi ve kendi evi vardı. Hatta koşmaya bile başlamıştı. Alex haftada en az bir kere kendi ölümünü planlar, Matt’e ve sahip olmayı planlamadığı, artık hiçbir zaman sahip olamayacakları çocuğa anlayış dolu bir veda mektubu yazma planları yapardı. Alex masasına oturdu ve not defterini açtı. “Amy Stevenson.” Alex’in bir hikâyesi vardı ve bu hikâye, yazmak için görevlendirildiği hikâyeden çok daha ilginçti.
25