Onu Özgür Bırak Özgün Adı | Let Her Go Dawn Barker Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Burcu Karatepe Redaksiyon | Özgür Emir Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz Kapak Görseli | Getty Images 1. Baskı, Ekim 2016, İstanbul ISBN: 978-605-9585-09-5 Türkçe Çeviri © Selen Ak, 2016 © Yabancı Yayınları, 2016 © Dawn Barker, 2014 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Kalem Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.
YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Çeviren
Selen Ak
5
.
Isabel, Isla ve Olivia iรงin...
.
GIRIŞ
Zoe dönüp denize doğru baktı. Öne eğilerek, göğsüne bastırdığı bebeğin başını çenesiyle örttü, sanki ikisi tek bir vücuttu, çocuğu kalbinin önündeki boşluğa sığdırabilirse, onu kimseler alıp götüremezdi sanki. Bebeği kendisi doğurmuş olsa, böyle mi hissederdi? Louise’i, hep şimdiki gibi çevresindeki dünyadan habersiz bir bebek olarak kalacağı, Zoe’nin onu asla bırakmayacağını bileceği bir yere saklamak isterdi. İkisi baş başa kaldıkları sürece Zoe için ne kız kardeşinin bir önemi vardı ne de kocasının. Uzun gri yün hırkasını çekip, bebek taşıyıcısında büzülmüş Louise’i sarmaladı. Zoe’nin şiddetle esen deniz rüzgârında savrularak nemli yanaklarına yapışan tutam tutam ıslak saçları bebeğin yüzüne vuruyordu. Bir eliyle hırkasını göğsüne çekti, öbürüyle de saçlarını geriye sıvazlayıp topladı ve yakasının arkasına tıkıştırdı. Rüzgârdan ötürü Louise’i içeri götürmesi gerektiğini biliyordu ama burada, güvertede kaldığı sürece, en azından ufka bakarak mide bulantısının dinmesini umabilirdi. Kusmak istemiyordu.
9
Eğilip öğürürken, bebeği tutacak kimse yoktu. Ayrıca, el çantasına yedek giysi koymak aklına gelmemişti, feribotun arkasındaki kafesli bölmede duran bavuldaysa ancak alelacele tıkıştırdığı bir-iki şey vardı. Feribot bir dalgayla yükseldi, ardından bir anlığına havada durdu sanki. Zoe kenardan önlerindeki dalgalar arasında oluşan derin, siyah çukura baktı. Tekne öne eğilmeye başladı. Zoe midesi altüst halde korkulukları kavradı; yukarı kalkan tekne, okyanusun yüzeyine çarpınca, Zoe darbenin etkisini kemikleriyle dişlerinde hissetti. Zehirli makine dumanlarını solumamak için ağzından nefes alıp verdi. Kafasını arkaya atıp yukarıdaki temiz havayı içine çekmeye çalıştı ama başıyla boğazını yoklayan bulantı, her an şiddetini artıracakmış gibiydi. Yıllar önce bu feribota en son bindiğinde, Perth’e dönüş yolu boyunca, Lachlan sırtını sıvazlarken, Zoe beyaz kesekâğıtlarına kusmuştu. O zamanki öğürmeleri sineye çekebilmişti, çünkü bir şeye işaret ediyorlardı; içindeki bebeğe. Bulantıların kesildiği gün rahatlaması gerekiyordu ama bu kesintinin çok çabuk, çok ani olduğunu anlamıştı. Taşımayı başaramadığı bir çocuğunu daha kaybetmişti. Yeniden ufka odaklanarak Rottnest’in görünmesini bekledi. Bulutsuz günlerde, arabayla kentten eve giderken, Fremantle’a uzanan beyaz geniş plajların paralelinden geçtiğinde, adanın Hint Okyanusu’nun kıyısından hafifçe baş verdiğini görebilirdi. Bazı günler, şartlar uygunsa, pırıl pırıl parlayan adanın sayısı ikiye çıkar, hatta bazen mavi gökyüzünde titreşen, birbirinin üzerine tünemiş üç ada görünürdü. Çocukluklarında, Nadia bu yanılsamanın yıllar önce soğuktan donarak, açlıktan kıvranarak ve hastalıklardan bitap düşmüş halde rutubetli hücrelerinde bir başına ölen veya kaçmaya çalışırken büyük beyaz köpekbalıklarına yem olan onca mahkûmun ruhlarının oynadığı 10
bir oyun olduğunu anlatırdı. Nadia buna “ruhların tuzağı, tekneleri büyüleyerek mercan resiflerine çarpmalarına yol açan büyülü şarkıları” derdi. Mahkûmların sesinin adanın kumsallarına serpiştirilmiş deniz kabuklarında saklandığını ve kabuklardan birini kulağında uzun süre tutarsa lanetleneceğini söylerdi. Zoe, tatillerde kiraladıkları evin alt ranzasında uzanırken, kumsala vuran dalga hışırtıları arasında ruhların şarkısını duyduğunu sanırdı: Sus, sus, sus. Parmaklarını çapraz yaparak, okyanustaki tüm teknelerin kaptanlarının deniz fenerini görerek, koyda kaza yapmaktan kurtulmasını umardı. Feribot bir anda sarsılınca, Zoe yeniden korkuluğu kavradı. Soğuk metal, su serpintileriyle kayganlaşmıştı. Bacaklarını açıp dizlerini büktü ve tekne ile birlikte hareket ederek gövdesini ve bebeği sabit tutmaya çalıştı. Bir eliyle korkuluğu tutarken, Louise’in başındaki pembe bereyi çekiştirip düşmeyecek biçimde yerine oturttu. Okyanus önünde, arkasında, dört bir yanında kabarıp çalkalanıyordu. Suyun turkuvaz rengini alıp sakinleştiği yaz aylarında bile, Zoe derinlerde yüzmekten hiç hoşlanmazdı. Ayaklarını zemine, kuma basmak isterdi; akıntıyla salınan otlara ya da zehirli balık sırtlarını ve iğneli denizanası kollarını saklayan kayalara değil. Boşta kalan elinin tersiyle gözlerini silince eli nemlendi, gözyaşları sızlayan yanaklarına bulaşmış, tuzlu, yapış yapış deniz suyunda kaybolmuştu. Arkasına dönüp, yol yol tuzlu sularla kaplanmış camlı kapılardan teknenin içine baktı. İçeride ancak birkaç kişi vardı: Koltuğunda kaykılarak oturmuş, camdan dışarıyı seyrederken kulağındaki müziğe göre arada bir hafifçe başını sallayan, fosforlu ceket giymiş, uzun ince bir adam; tekne sallanırken, camdan dışarısını çekmeye çalışan orta yaşlı bir çift; barın yanındaki feribot görevlisiyle laflayan, siyah kıvırcık saçlarını 11
kırmızı yüzünü açıkta bırakacak şekilde sıkı sıkı toplamış bir kadın. Feribot sağa yatınca Zoe yine sendeledi. İskele miydi, sancak mıydı? Lachlan bilirdi. Kendini düzeltti: Lachlan eskiden bilirdi; uzun zamandır balık tutmaya veya ıstakoz avlamaya çıkmamıştı. Zoe önüne dönerek, adanın yakınlaşmasını seyretti: beyaz kumsalı, iskeleyi, deniz fenerini. Yamalı kumsalın kumları rüzgârla fırıl fırıl dönerek, kıyıdan baş vermiş kayalıkların üzerine saçılıyordu. Zoe bağıra bağıra birini yardıma çağırmak istedi. Burada tek başına kalmak istemiyordu. Ama başka ne yapabilirdi ki? Titreyerek derin bir nefes aldı. Hem tek başına değildi ki; kendine anımsattı, Louise ile birlikteydi. Kızıyla. Kendi kızıyla. Yavaşlayan feribot iskeleye doğru bir manevra yaptı. Zoe sendeleyerek içeri girdi, nemden kurtulmayan koltukların küflü kokusunu duymamak için nefesini tutuyordu, ardından sallana sallana feribotun kapısına giden dik merdivenleri indi. Görevli rampayı indirirken Zoe turistlerin arkasında bekledi, sonra da bir eli Louise’in sırtında, dikkatlice kaygan sürme iskeleden geçti. Gürültülü bir rüzgâr esince Zoe titredi. Solundaki liman barının bahçesi boştu, ters çevrilmiş plastik sandalyeler, masalara yaslanmıştı. Zoe dönüp feribota bakarak bir gazete ve dergi tomarını feribottan indiren personeli izledi, bir gazete kâğıdının kenarı, yığını bir arada tutan plastik ipe çarpıyordu. Personel kasa kasa birayla şarap, şişe su ve ekmek indirdi, ardından da bisikletleri. Zoe yutkunarak anakaraya doğru baktı. Ufuk çizgisinde Fremantle limanındaki devasa vinçleri ve yazları pek çok kez feribotun az önce kat ettiği yirmi kilometreyi yüzmek için suya atlayan binlerce yüzücüyü izlediği Cottesloe Plajı’nı görebiliyordu. Bir keresinde Lachlan da dört kişilik 12
bir takımla birlikte yüzmüştü. Lachlan’ın yüzünün dünkü halini düşündü: gözlerindeki nefreti, tepesinde dikilirken sıktığı dişlerini. Zoe’nin gittiğinden haberi var mıydı acaba? Herhalde yoktu, onu hâlâ anne babasının evinde sanıyordu. Fark ettiklerinde onlar ne düşünecekti? Ya Nadia? Zoe’yi geri döndürmeye çalışacaklar mıydı? Zoe, nereye gittiğini kimsenin bilmediğini kendine anımsatarak korkusunu yatıştırmaya çalıştı. Kotunun arka cebinden telefonunu çıkartıp ekrana baktı. Lachlan aramamıştı. Kendi kendine kurtulduğunu söylüyordu ama aslında hayal kırıklığına uğramıştı. Yumruklarını sıkarak, tırnaklarının avuçlarına battığını hissetti. Kocaları için bahaneler üreten o kadınlardan biri olmayacaktı. Lachlan her şeyi mahvetmişti: Şimdi Nadia istediğine kavuşmuştu. Zoe bebek çantasını omzuna aldı ve yanağını bir anlığına Louise’in tepesine dayayıp yün berenin pürüzlerini hissetti. Sevgili Louise. Nadia onu alamayacaktı, yaşadıkları onca şeyden sonra şimdi alamazdı. Bavulların bir kamyonete yüklenmesini izledi, adadaki birkaç araçtan biriydi kamyonet, çantaları sonra teslim edeceklerdi. Zoe kiraladığı evin anahtarlarını almak için turizm bürosuna doğru yokuş yukarı yürümeye koyuldu. Fazlasıyla şişip kızarmadığını umduğu gözlerini sıkıca kapattı. Ha evet, diyecekti çalışanlardan biri bakmaya gelince, bebekli, yalnız bir kadın vardı. Ağlıyordu. Derin bir nefes alarak adımlarını sıklaştırdı. Onu burada aramak kimsenin aklına gelmezdi. Yalnızca ne yapacağına karar vermek için biraz zamana, biraz alana ihtiyacı vardı. Lachlan konusunda. Nadia konusunda. Louise konusunda.
13
BİRİNCİ BÖLÜM
Üç Yıl Önce Ailesinin evinin önündeki basamakta duran Zoe, helyum gazıyla şişirilip kapı koluna bağlanmış iki uçan balona bakıyordu. İçeriden, müziğin ritmik vuruşlarına karışan kahkahaları ve kadeh şıngırtılarını duyabiliyordu. Geç kalmışlardı. “İyi misin?” Yanında duran Lachlan, usulca elini sıktı. Zoe kıpırdamadan Lachlan’ın elini iyice kavradı. “Yapamayacağım sanırım.” “Çok durmamıza gerek yok, biraz görünüp eve döneriz. Söz.” Zoe’nin elini bırakıp omzuna sarıldı. Zoe onaylarcasına başını salladı, ardından bir anlığına gözlerini kapattı. İçeri girmezse, sonrasında gereğinden fazla soru soracaklardı. Gözlerini açtı, başını kaldırıp Lachlan’ın yüzüne baktı ve gülümsemeye çalıştı. Lachlan da gülümsedi, ardından iterek kapıyı açtı. İçeride, dar koridor boyunca sıralanmış daha çok balon vardı, gergin metalik mavi yüzeylerine yamuk yumuk 60’ların yazıldığı, ipleri birer kitapla ağırlaştırılmış bir sürü balon. Annesi bu fikri bir dergiden almıştı kuşkusuz. Zoe içeri adım atınca 14
yüzüne doğru süzülen balonlara vurdu. Peşinden gelen Lachlan kapıyı kapattı. Çalan Paul Simon’dı elbette, üvey babasının favorisi. Basgitarın boğuk ve tok tınısıyla Zoe’nin bedeni titriyordu. Ses sanki ses değil de katı bir cisimmişçesine karın boşluğunda tıngırdıyordu. Arkasını dönüp kaçmak istediyse de, ayaklarını sürüye sürüye koridordan geçip partiye yöneldi. Mutfağa vardıklarında, kendini zorlayarak gülümseyen Zoe, annesine el salladı. Rosemary kuaföre gitmişti. Sosisli börek tepsisini mutfak tezgâhına koyarken, kül sarısı saçlarının neredeyse teli bile kıpırdamıyordu. Zoe ile Lachlan’ı fark edince elini kaldırıp gülümsedi. Zoe bir an annesine koşup olanları anlatma isteği duydu ama kadın çoktan başka yöne dönmüş, gencecik iki garson kıza bir şeyler işaret ediyordu. Üstelik şimdi sırası değildi. Zoe, belinde Lachlan’ın eli, mutfaktan salona geçti. Tüm mobilyalar odanın kenarlarına itilmiş, bahçe kapıları insanlarla tıka basa dolu ahşap terasa açılmıştı. Lachlan, Zoe’nin kulağına eğildi. “Bir şey içer misin?” Zoe evet anlamında başını salladı, ardından Lachlan içki almaya gidince kıpırdamadan bekledi, yanında o olmadan yürüyebileceğini sanmıyordu. Bir içkiden zarar gelmezdi, en azından bu gece. İnsanlar geçerken Zoe’ye çarpıyor, kimileri selam veriyordu. Soluk alırmış gibi içgüdüsel bir hareketle selamlara karşılık verdiğini duyuyordu. Lachlan döndüğünde bir elinde bira, ötekinde de, başka bir şey bulamamış gibi, bir kadeh şampanya vardı. Zoe önce küçük, sonra büyük bir yudum aldı, baloncuklar ağzında patlarken yüzünü ekşitti. İçkisinden biraz daha içtikten sonra Lachlan’ın peşi sıra terasa çıktı. Üvey babası Martin, elinde uzun bir maşayla mangalın başındaydı. Terasın ışıkları altında burnu kırmızı kırmızı 15
parlıyordu, yanakları da kızarmıştı. Biri bir şey söyleyince, başını arkaya atıp bir kahkaha kopardı. Zoe bu kez içtenlikle gülümsedi. Martin’in giydiği, üzerine bir vücut geliştiricinin gövdesi resmedilmiş önlük, Nadia ile Zoe’nin babalar günü hediyesiydi. Artık altmış yaşındaydı. Zoe kendini altmış yaşında düşünemiyordu. O kadar uzun süre yaşayamayabilirdi; yaşasa bile, partisine kim gelirdi? Annesiyle babası olasılıkla bir yirmi dört sene daha yaşamazdı. Kendisi de çocuk doğurmayacak, torunları olmayacaktı. İç karartıcı düşüncelerinden sıyrılıp içkisini bir yudumda bitirdi. Bu gece Martin’in gecesiydi. Boş kadehini bıraktı, parmaklarını Lachlan’ın parmaklarına geçirdi ve Martin’in yanına gidip koluna dokundu. “Mutlu yıllar.” Parmak uçlarında yükselerek, yanağına bir öpücük kondurdu. Ardından da çantasından çıkardığı gümüş rengi parlak paketi uzattı. “Selam!” diye haykırdı Martin. “Ne zaman geldiniz? Teşekkürler!” Maşayı bırakıp paketi açmaya koyuldu. “Yeni geldik. Beğenir misin, bilemedim...” Martin ağzı kulaklarında, açtığı kutuyu bir yandan öbür yana gezdirip kol düğmelerini ışığa tuttu. “Bayıldım, Zoe!” Zoe gülümsedi. “Emin misin, ben...” Kolunu Zoe’nin omzuna atıp alnından öptü. “Harika bir hediye.” Ardından Lachlan’a bakıp omzunu sıktı. “Lachie! Seni görmek güzel! Kalgoorlie’den ne zaman döndün?” “Mutlu yıllar, ahbap,” dedi Lachlan. “Daha dün gece geldim, birkaç haftalığına buradayım.” “Zamanlaman iyi! Yetişebildiğine sevindim. Bira ister misin?” Lachlan elindekini kaldırdı. “Biram var!” Bahçede çevresine bakındı. “Katılım yüksek.” 16
Martin’le Lachlan laflarken, Zoe çevresindeki gürültünün yitip gitmesine izin verdi. Lachlan’ın zamanlanması hiç de iyi değildi. Evet, Doktor Patel’le bu sabahki randevusuna yetişmeyi başarmıştı ama son birkaç yılda ona ihtiyaç duyduğu diğer zamanlarda yanında değildi. Eklemlerindeki yanma yüzünden kıpırdayamayacak halde uyandığında, şişmiş yüzüne ve grimsi bir döküntüyle yanan yanaklarına bakıp lupusu yeniden alevlendiği zamanlarda neredeydi? Peki ya, karın ağrısıyla banyoya koştururken, tuvalet kâğıdında kan izleri göreceğini bile bile, görmemek için dua ettiğinde? Bedeni acıyla kırılıp dökülürken, Lachlan yanında yoktu. Evet, daha erken gelmeyi önermişti önermesine ama bir yandan da madendeki çocuklara durumu anlatmak istemediğini söylemişti, yerine bakmak için başka biri karısı ve çocuğuyla geçireceği zamandan kısmak zorunda kalacaktı. O yüzden, son konuşmalarında, Zoe dönmemesini söylemişti; sonuçta bu seferki daha önce geçirdiğine benzemiyordu, düzelirdi. Ama gerçek düşüncesi bu değildi. “Beğenmene sevindim,” dedi Zoe Martin’e, oysa Lachlan’la konuşmaya dalan Martin, artık onu dinlemiyordu. Martin’in elinden kutuyu aldı. “İçeri koyayım.” İçeri girdi, mutfaktan geçerken garsonun tepsisinden bir içki daha alıp koridordan anne babasının odasına çıktı. Kapıyı açıp içeri giriverdi. Oda yıllardır hiç değişmemişti. Koyu kırmızı İran halısının kenarında durup, çocukluğundan anımsadığı gri çiçek desenli yatak örtüsüne bakınca, içinde bir huzursuzluk hissetti. Nadia ile ikisi çocukken, anne babalarının odası hep yasak bölgeydi. Kapı hep kapalı dururdu; oda annesinin alanıydı. Annesi iki kırık ailenin parçalarını toplayıp birleştirmeye çalışırken, kaçmak için hep bir gerekçe bulan Martin ya bankadaki işinde olurdu ya golfte ya da barda. Annesi için dul bir adamla evlenip 17
başka bir kadının çocuğunu kendi çocuğu gibi yetiştirmek hiç kolay değildi, özellikle de Nadia’nın annesinin fotoğrafı hâlâ şöminenin üzerinde dururken. Sonrasında da, Zoe’ye on beş yaşında lupus teşhisi konduğunda, kızı doktor randevularına sürükleyen, başının ucunda uyuyan, şişmanlamasına ve sivilcelenmesine yol açtığı için ilaçlarını almak istemediğinde, ilaçları zorla içiren yine annesi olmuştu. Zoe annesine o zamanlar nasıl davrandığını anımsayınca kızararak derin bir nefes aldı. Şimdi bunları düşünmenin hiçbir anlamı yoktu. Geçmiş geçmişti. Hediyeyi Martin’in tarafındaki komodinin üzerine, bir yığın gerilim romanının yanına koyduktan sonra odayı terk etti. Koridora çıkınca, kapıyı kapatıp içkisinden büyük bir yudum daha aldı. Yanakları alev alevdi; şampanya başına vurmuştu. Bir anda eli ayağı boşaldı. Lachlan’ı bulması gerekiyordu. Solukları hızlandı. Bir anlığına bile onun yanından ayrılmamalıydı. Lachlan’ı sevdiğinden emindi ama şimdi Lachlan, Zoe’yi eskisi gibi isteyecek miydi? Sorun Lachlan’da değildi. İstese, başkasından çocuk sahibi olabilirdi. Hızlı adımlarla partiye dönmeye koyuldu ama topuklu ayakkabıları yüzünden tökezledi. “Kahretsin!” Omzu duvara çarpınca içkisi yere saçıldı. Kendini bırakıp düşmek, kenara kıvrılıp acı acı ağlamak istedi. Cılız bir ses duydu, “İyi misin, Zoe Teyze?” Zoe aşağıya baktı, “Ah, Selam Charlotte. Ne sersemim, neredeyse düşüyordum. Sen nasılsın?” Zoe yedi yaşındaki yeğeniyle göz göze gelebilmek için dizlerinin üstüne çöktü. “Elbisen ne güzelmiş.” Charlotte çekingen duruyordu ama yeşil elbisesini etek ucundan tutup gülümseyerek gösterdi. Nadia çocuklarını hep güzel giydirirdi. Zoe uzanıp küçük kızı kucaklamak istedi ama kendini tutamayacağından çekindi. 18
“Kardeşlerin nerede?” Charlotte omuzlarını silkti. Zoe ellerini dizlerinin üzerine koyup ayağa kalktı, ardından sabit durmak için duvara dayandı. Kan dolaşımını sağlamak için bacaklarını salladı. “Birazdan seninle oynamaya geleceğim, tamam mı?” Charlotte onaylarcasına başını salladı, ardından olasılıkla Violet ile Harry’nin oyun oynadığı diğer iki odaya doğru koştu. Zoe kapının eşiğinde oturup, kimselere görünmeden onları izleyebilmeyi çok isterdi. Ama buna dayanamayacağını biliyordu. Salona vardığında, terastaki kalabalığın arasında Lachlan’ı göremeyince, insanları itip aralarından geçmeye cesaret edemedi. Mutfağa dönerek boş şampanya kadehine biraz beyaz şarap doldurdu; bir şeylerle uğraşıyormuş gibi görünmek için tezgâhı toparlamaya koyuldu. Fazla kalamazdı. Pasta kesildikten ve konuşma yapıldıktan sonra gidebilirdi. Birinin omzuna dokunduğunu hissedince, yavaşça arkasına döndü. Parfümünün kokusundan kim olduğunu anlamıştı. “Nadia, nasılsın?” Üvey kız kardeşi lacivert, belden bağlamalı, ipek veya ipek benzeri bir elbise giymişti. Düzgünce çekilmiş göz kalemi ve parlak rujuyla yüzü pürüzsüz gözüküyordu. Küt kesilmiş açık kahverengi saçlarının açık renkli tutamları yüzünü çevreliyordu. Zoe omuzlarını geriye atıp, üzerindeki bir anda gözüne çarpan bir lekeyi ovaladı. İnsanlar eskiden Nadia ile Zoe’yi birbirine benzetirdi, oysa aynı soydan gelmedikleri düşünülünce buna olanak yoktu. Ama artık kimse akraba olduklarını düşünmeyecekti. Evet, ilaç tedavisi Zoe’nin kilo almasına, renginin solmasına, göz altlarının gölgelenmesine yol açmıştı ama bitkin görüntüsünün yalnızca fiziksel durumundan kaynaklanmadığını biliyordu. 19
Kan dolaşımına yayılan üzüntü, dış görünümünde de iz bırakmıştı. Şarabından biraz içip duruşunu dikleştirdi. “Çok iyiyim,” dedi Nadia. “Sen nasılsın? Lachlan burada mı?” “Evet, dün gece uçakla geldi. Dışarıda babanla içiyor.” “Uzun süre kalacak mı?” Zoe omuzlarını silkti. “Her zamanki gibi. İki hafta çalışıyor, iki hafta dinleniyor.” Nadia anlayışla burnunu buruşturdu. “Eddie nerede?” Nadia belirsiz bir el hareketi yaptı. “Bilmem, buralarda bir yerlerdedir. Herhalde telefondadır; işten doğruca buraya geldi. Bazen Lachlan’ın işini düşünüyorum da, keşke Eddie de bir gidip bir gelse. Yokluğu zordur kuşkusuz, ama en azından döndüğünde tüm zamanını evde geçirir, anlıyorsun ya? Eddie sanki sürekli çalışıyor, her gün, sonra da ya akşam yemeğine çıkıyor ya da tüm geceyi telefonda veya e-postasının başında geçiriyor...” “Zor olmalı,” diye kestirip attı Zoe. Nadia kaşlarını çattı. Zoe hafifçe başını salladıktan sonra içini çekti. “Kusura bakma. Boktan bir gün geçiriyorum. İçecek bir şey ister misin?” “Çok isterdim ama araba kullanacağım, almasam daha iyi. Çocuklar ne kadar dayanırlar bilemiyorum, yarın sabah da Violet’in küçük arkadaşlarından birinin doğum günü partisi var...” Zoe bir süre daha Nadia’nın işlerinin çokluğundan söz etmesine göz yumdu. Bir zamanlar Nadia’nın annelikle ilgili anlattığı her şeyi seve seve dinlerdi ama o zamanlar aynısını kendisinin de yaşayacağını düşlüyordu. Ama şimdi Nadia’nın ne kadar yorulduğunu duymak istemiyordu. Bunu yaşamak için, o dünyanın bir parçası olabilmek için Tanrı’ya neler vermezdi. Ama ne söyleyebilirdi ki? 20
Ağlayacağını hissetti. Elini Nadia’nın koluna koyup, cümlesini kesti. “Kusura bakma, tuvalete gitmem gerek. Sonra görüşürüz.” Üvey kız kardeşinin bir şey söylemesine fırsat vermeden, arkasını döndüğü gibi uzaklaştı.
Birkaç saat sonra, Zoe mutfak çekmecesinin altını üstüne getiren annesini izliyordu. Beyaz şeker hamuruyla kaplanmış pasta, tezgâhın üzerine konmuştu. Üzerinde minyatür bir golf çantasıyla süslü, mavi plastikten altı ve sıfır rakamları vardı. Pastanın çevresine eşit aralıklarla ince mavi mumlar dizilmişti ama Zoe mumlardan birinin hafifçe pastanın kenarına doğru eğildiğini görebiliyordu. Alevin sıcaklığıyla şeker hamuru birazcık yumuşayınca düşecekti. Sesli sesli güldüğünü fark etti; kafasını kaldırıp bakan annesi kaşlarını çattı, ardından başının bir işaretiyle Zoe’yi yanına çağırdı. “Kibritleri bulamıyorum Martin nereye koydu, Tanrı bilir. Lachlan’ın çakmağı yanında mıdır?” “Onaylamadığını sanıyordum?” Zoe de onaylamıyordu, özellikle de bunca sorunları varken. Ama artık ne önemi vardı? “Zoe! Sigara içmesini onaylamıyorum, yalnızca şu kahrolası mumları yakmaya çalışıyorum.” Rosemary’nin yanakları kızarmış, dudakları gerilmişti. “Çantamda. Bekle.” Çakmakla dönen Zoe, çakmağı annesine uzattı. Rosemary çakmağı çaktı, yakamadı, sonra da başparmağını işaretparmağına sürterek başını salladı. Zoe buzdolabına yaslanmış, annesinin kendisine sormasını bekliyordu. Rosemary yeniden denedi, ardından Zoe’ye bir bakış attı. “Yardım etmemi ister misin anne?”
21
“İsterim elbette! Orada durup bakacağına!” Çakmağı alan Zoe’nin tek bir hareketiyle alev belirdi. “Mumları da yakmamı ister misin?” Rosemary gözlerini kıstı. “Evet, lütfen. Ne kadar içki içtin?” Zoe kaşlarını kaldırdı, ardından ellerini titretmemeye çalışarak birer birer mumları yaktı. “Teşekkürler,” dedi Rosemary. “Işıkları da söndürebilir misin?” “Elbette.” Zoe koridordaki elektrik düğmelerine doğru yürüyüp hepsini kapattı. Biri müziği kapattı. Birkaç tiz çığlık, birkaç bağırış duyuldu, ardından Rosemary’nin şarkısıyla konuşmalar kesildi: “Mutlu yıllar sana...” Oda şarkıyla doldu: erkeklerin gür, yaşlı hanımların gülüşlerle karışık sesleri, çocukların ahenksiz, tiz sesleri. Zoe dinlemekle yetindi, gözleri dolmuştu. Annesi pastayı mutfaktan evin arkasına, oradan da dışarıya, Martin’in mangal işini örgütlemeyi sürdürdüğü bahçeye getirirken Zoe gözlerini kırpıştırarak bulanık mum ışığını izledi. Kafasında bir görüntü belirdi: Annesi tökezleyip pastayı düşürüyor, şeker hamuruyla kek yerlere saçılırken, oynaşan alevler yeri yalayarak bej rengi halının püsküllerinden kanepenin kenarlarına tırmanıyordu. Başını sallayarak, gördüklerine odaklandı. Martin mumları üflüyordu. Şarkı kesilmiş, tezahüratlar başlamıştı. Biri ışıkları açınca, Martin konuşmaya koyuldu. Zoe, keşke Martin’e koşabilseydi Martin de, Zoe küçük bir kızken yaptığı gibi onu tutup kaldırsa, her şeyi yoluna koysaydı. Zoe avluya doğru çekildi. Kapının yanında Nadia ışıltılı bir gülümsemeyle babasını izliyordu. Kucağında tuttuğu üç yaşındaki Harry, sarışın başını annesinin omzuna yaslamış, minicik kolunu da ensesine dolamıştı. Kara gözleri fal taşı gibi açılmıştı ama gözlerinin çevresi kırmızıydı. Zoe yutkunup dikka22
tini yeniden Martin’e verdi. Zoe’yi gören Martin, başının bir hareketiyle yanına gelmesini işaret ederek, konuşmayı sürdürdü. “Ve benim güzel kızlarım...” Zoe tökezleyerek Martin’in yanına geldi. Martin bir kolunu Zoe’nin, ötekini de kucağında hâlâ Harry’yi taşıyan Nadia’nın omzuna attı. Hemen yanlarında duran Rosemary, ellerini Nadia’nın küçük kızlarının başlarına koymuştu. Ne kusursuz bir resim, diye düşündü Zoe, gözlerinin önünde flaş patlarken. Ama resim kusursuz değildi elbette. Zoe, kendi çocuklarıyla dolması gereken büyük, derin boşluğu katı bir cisimmiş gibi görebiliyordu. Kolları ağrıdı, boyun kasları da boşluğun ağırlığıyla gerildi. Az önce çekilen fotoğrafa baksa, dizlerinin dibinde çocuk biçimde hayalete benzer, beyaz bir siluet göreceğine emindi, tıpkı Viktorya döneminden kalma eski bir fotoğraf gibi; belki de kalbinin üzerinde minicik üç gölge görürdü. Kaybettiği bebeklerini. Kaybettiği. Sanki dikkatsizlik edip de yanlış yere koymuş gibi. Eğer bebeklerini sıkı sıkı kavrayabilseydi, yaşamlarını sürdürecek güce kavuşana kadar onları içinde tutabilseydi, her şeyden vazgeçerdi. Dikkatini yeniden Martin’e verdi, konuşmasını bitiriyordu. Kalabalık alkış tutup ıslıklar çaldıktan sonra, yeniden açılan müzikle birlikte içkilerine ve sohbetlerine geri döndü. Zoe dikkat çekmeden oradan ayrıldı. Ayakları ağrımıştı; bahçe çeperinin çevresindeki, yükseltilmiş çiçek tarhlarının kireç taşından duvarına oturdu. Buradaki çimenlikte, bahçenin köşesindeki çiçeklenmiş ateş ağacının kızıl yaprakları saçılmıştı. Bir bitki ensesini gıdıkladı, çevresine yayılan fesleğenin baharatlı keskin kokusunu duydu. Başını arkaya atıp gökyüzüne baktı yükseklerde, duman duman bulutların ardında titreşen Samanyolu’na baktı. Midesi bulandı, genzinde şampanyanın ekşi tadını duydu. Görüşü bulanıklaştı. Yüzünü 23
elleriyle örtüp önüne eğildi, sersemliğinin geçmesini dileyerek başını dizlerine koydu. “İyi misin?” Zoe yavaşça doğruldu. Boğazını temizleyip sağına baktı: Nadia’ydı yine. “Evet.” Zoe gözlerini yeniden dizlerine çevirerek, dudaklarını büzerek yavaşça nefes verdi. “İçkiyi fazla mı kaçırdın?” diye sordu Nadia, yanına oturarak. “Hayır. Sıcak bastı.” Başını sallayan Nadia, çoraplı bacaklarını ileri uzatıp ayak bileklerini döndürdü. “Babam iyi vakit geçiriyor gibi.” “Hım.” “Ee, sen nasılsın?” “Bildiğin gibi, bir değişiklik yok.” Kız kardeşine nasıl anlatabilirdi? İçi parçalanırdı. Hep çocuklarının birbirleriyle nasıl yakın ilişki kuracağından söz eder, onlar akşamüstleri bahçede uzun uzadıya çay içerken, ayaklarının dibinde kuzenlerin oyun oynadığını düşlerlerdi. Şimdiyse, böyle bir şey asla gerçekleşmeyecekti. “Sen nasılsın Nadia?” “Eh, bildiğin gibi, iyiyim.” Nadia içini çekti. “Yoruldum. Gerçekten, biraz kapana kısılmış gibi hissediyorum. Eddie işiyle o kadar meşgul ki, askeri bir kamp idare ediyormuşum gibi sabahları herkesi hazırlayıp dışarı yolluyorum...” Zoe kadehinin sapını kavradı. Nadia elini uzatıp Zoe’nin koluna dokundu. “Kusura bakma, düşüncesizlik ediyorum.” Evet, hem de ne düşüncesizlik. Ama Zoe, Doktor Patel’in bu sabah söylediklerini Nadia’nın bilmediğini anımsattı kendine. Lachlan dışında kimse bilmiyordu. Zoe’nin ağzı kurumuştu, biraz su içmeliydi. “Sorun değil.”
24
Nadia başını yana eğip yumuşak bir sesle konuştu. “O cephede bir şans var mı?” “Hayır.” Zoe’nin yanakları kızardı. Sırası değil, Nadia, demek istedi. Üsteleme. “Neyse, daha çok zaman var, gençsin, daha önce hamile kaldın, yine kalmaman için bir neden yok. Hem sanırım Lachlan uzaktayken zamanlamayı tutturmak zordur, ne demek istediğimi anlıyorsun ya.” Nadia gülümseyerek kaşlarını kaldırdı. Zoe kardeşine ters ters baktı. Şakaların, dokundurmaların yeri değildi. O günün, hatta haftaların, ayların baskısı bu âna birikmiş, yok yere öyle büyüdükçe büyümüştü ki, Zoe bas bas bağıracak noktaya gelmişti. “Biliyor musun Nadia, herkes senin gibi olmak istemez! Can sıkıcısın, lanet olsun, öyle sıkıcısın ki, kusursuz çocuklarınla olağanüstü kocandan, bir de onların peşinde nasıl koşuşturup durduğundan başka bir şeyden söz etmiyorsun! Sana ne oldu? Gerçekte ne yapıyorsun? Kendin için bunu mu istiyorsun, üniversiteye giderken bunu mu düşlüyordun?” “Tanrım, Zoe! Yardım etmeye çalışıyordum!” “Hah, işte yine başladık! Senin her şeye bulduğun bahane bu. Sadece yardım etmeye çalışıyormuş!” “Sadece nasıl olduğunu sordum, bir şey ima etmedim! Sorduğumu unut.” Nadia ayağa kalktı, incinmiş ve şaşırmış görünüyordu. Zoe de yerinden kalktı ama fazla hızlı kalktığından başı döndü. Dengesini bulmak için bir adım atarken, yerdeki bir çantaya takılıp tökezledi. Düşmemek için ellerini önüne uzatınca, tuğla bezemeli avluya düşen kadehi parçalara ayrıldı. Çevresine bakınca, loş ışıkta parıldayan gözler gördü; sanki geceleri ortaya çıkan bir hayvan sürüsü onu izliyor, zayıf ânını kolluyordu. Dünya hâlâ dönüyordu,
25
dudakları titremeye başladı. “ Özür dilerim,” diye fısıldadı. “Ben sadece... Özür dilerim...” Müzik hâlâ çalıyordu. Nadia’nın yüzü kızarmıştı; Zoe kardeşinin ağlayacak raddeye geldiğini anladı. İş pantolonuyla gömleğini giymiş Eddie’nin uzun adımlarla yanlarına geldiğini gördü, kucağında ellerini annesine uzatan Harry’yi tutuyordu. Zoe gözlerini sıkıca kapatıp açınca gözünden yaşlar boşandı, ardından ayağa kalktı. Burada ne işi vardı? Bu gece hiç dışarı çıkmamalıydı. Kollarını iki yanına bıraktı, güçten düşmüştü, külçe gibi duvara geri çöktü. Elinde süpürge ve faraşla çıkagelen Rosemary, kırık camların üzerine eğildi. Zoe, Nadia’ya bakarak alçak sesle konuştu. “Özür dilerim. Senden çıkarmak istememiştin. Ama... Çok denedik. Elimizden gelen her şeyi yaptık. Bizim... yani benim çocuğum olmuyor.” Nadia’nın ağzı açık kaldı. Eliyle yanında duran Eddie’ye uzaklaşmasını işaret etti. “Ne demek istiyorsun?” Zoe akan burnuna, yanaklarına süzülen yaşlara aldırmadan bir kahkaha attı. Bu konu hakkında konuşmayı planlamamıştı, en azından bu gece, ama şimdi Nadia’ya her şeyi anlatmak istiyordu. Eskiden ne çok şey paylaşırlardı ama Zoe son birkaç yıldır kendini geri çektiğinden, aralarına mesafe girmişti. Ama şimdi hissettiklerini anlayacak, onu destekleyecek birine gereksinim duyuyordu, böylece artık rol yapmayı da bırakabilirdi. “Üç bebeğimi kaybettim. Birden fazla hamilelik geçirdim. Senin bildiğinden sonra iki kere daha hamile kaldım. Sonuncusu neredeyse bir yıl önceydi. Bütün testleri yaptırdık. Bugün kadın doğum uzmanına gittik ama yapabileceğimiz hiçbir şey yok.” Nadia, Zoe’nin yanına oturup elini avuçlarına aldı. “Neden? Doktor ne dedi?” 26
“Ellerinden bir şey gelmiyor. Neden sürekli düşük yaptığımın da bir önemi yok, çünkü tetkikler erken menopoza girdiğimi gösteriyor, yani yeniden hamile kalmam olanaksız. Doktorun dediğine göre, büyük olasılıkla gençken lupus için aldığım bir ilaçtan kaynaklanıyor, ama belki de rastlantıdır, ben de dünyanın en şanssız insanıyımdır. Her neyse, romatoloğum böbrek fonksiyonlarımın kötüye gittiğini söyledi, yani eğer hamile kalabilseydim bile, çocuğu taşımak sağlığım için riskli olacaktı. Her şey bitti işte. Bu kadar.” “Ah Zoe. Çok üzüldüm.” Zoe, Nadia’ya bakamıyordu. Onun da ağladığını biliyordu; çocukluklarında, birbirlerinin hislerine öyle duyarlıydılar ki. Zoe, Nadia’yı üzdüğünü düşünmekten hiç hoşlanmıyordu ama duygularını dile getirdiğine seviniyordu. Eli Nadia’nın avuçlarında, derin birkaç nefes aldı. Biraz sakinleşmişti. Eve gitmek istiyordu. “İyi misin?” dedi bir erkek sesi. Zoe başını kaldırıp baktı: Lachlan karşısındaydı. Nadia’ya acı acı gülümsedi, ardından çömelip usulca, yumuşak bir sesle Zoe ile konuştu. “Gidelim, ha? Evimize gidelim. Sana küveti hazırlarım, geceyi erken bitiririz.” Zoe yalnızca başını sallayabildi. Lachlan nazikçe Zoe’nin ayağa kalkmasına yardım etti. Ardından elini beline dolayıp Zoe’yi kendine yaslayarak kalabalığın arasından geçirdi ve sokak kapısına götürdü.
27