ve
�£ l
Ro b ert b e attY
e �İ
N
Serafina ve Siyah Pelerin Özgün Adı: Serafina and the Black Cloak Robert Beatty Yayın Yönetmeni: Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan: Su Akaydın Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni: Aslıhan Kopuz Kapak Tasarımı: Maria Elias Kapak İllüstrasyonu © Alexander Jansson, 2015 1. Baskı, Haziran 2017, İstanbul ISBN: 978-605-9585-49-1 Türkçe Çeviri © Lale Günseli Bayır, 2017 © Yabancı Yayınları, 2017 © Robert Beatty, 2015 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.
YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Ro b ert b e attY
a n r i F se A ve
S İ � ąh �£le �İN Çeviren
Lale Günseli Bayır
.
Bu hikâyenin başından itibaren şekillenmesine yardımcı olan eşim Jennifer’a... Ve her daim ilk ve en önemli dinleyicilerimiz olacak kızlarımız; Camille, Genevieve ve Elizabeth’e...
.
Biltmore Evi Ashville, Kuzey Carolina 1899
.
1
S
erafina gözlerini açtı ve o uyurken bölgesine yaklaşmaya cesaret edecek kadar aptal bir fare var mı diye karanlıkta kalmış atölyeyi taradı. Farelerin buralarda bir yerde olduğunu, gece görüş mesafesinin hemen ötesinde, devasa evin geniş bodrum katının gölgeleri ve çatlaklarının arasında gezindiklerini, mutfaklardan ve kilerlerden ellerine geçen her şeyi çalmaya hazır olduklarını biliyordu. Günün çoğunu en sevdiği, ayakaltından uzak noktalarda uyuklayarak geçirmişti. Ama tam burası, atölyenin koruması altındaki, paslı kazanın arkasında katlanmış vaziyetteki yatağın olduğu yer, kendini en çok evde hissettiği yerdi. Kabaca tasarlanmış kirişlerde, çekiçler, İngiliz anahtarları ve diğer aletler asılıydı, 11
makine yağının tanıdık kokusu odayı dolduruyordu. Etrafına baktığında ve yaklaşmakta olan karanlığa kulak verdiğinde Serafina’nın aklına ilk gelen düşünceler, bu gecenin avlanmak için iyi bir gece olduğuydu. Seneler önce Biltmore Evi’nin inşaatında çalışmış olan ve o zamandan beri izinsiz bir şekilde bodrumda yaşayan babası, malzeme raflarının arkasına gizlice yerleştirdiği katlanabilir yatağının üstünde uyuyordu. Birkaç saat önce üstünde, tavuktan ve mısır püresinden oluşan akşam yemeklerini pişirdiği metal kazanın içinde kor olmuş kömürler parıldıyordu. Akşam yemeklerini yerken ısınmak için bu kazanın etrafında oturmuşlardı. Her zaman olduğu gibi, Serafina tavuğu yemiş ama püreyi bırakmıştı. “Yemeğini ye,” diye homurdanmıştı babası. “Yedim işte,” demişti Serafina, yarısı boş tabağını yere koyarken. “Yemeğini bitir,” dedi, tabağını ona doğru itelerken, “yoksa küçük bir domuzcuktan daha fazla büyüyemezsin.” Serafina’nın babası, kızını sinir etmek istediğinde onu hep bir yavru domuza benzetirdi, böylece ona çok kızacak, o iğrenç püreyi kendine inat boğazından aşağı indirecekti ama bu taktik hiçbir zaman işe yaramıyordu. Artık yaramıyordu. “Püreni ye, seni küçük domuzcuk,” dedi tekrar, Serafina’yı kışkırtmaya çalışarak. “Baba, püreyi yemeyeceğim,” dedi, biraz gülümse12
yerek. “İstediğin kadar tabağı önüme koyabilirsin.” Eline aldığı çubukla ateşi diğer yanan çubuklar istediği şekli alana kadar dürterken, “Sadece basit bir mısır püresinden başka bir şey değil, kızım,” dedi. “Senin dışında şu dünya üzerindeki herkes mısırı seviyor.” “Baba, yeşil, sarı ya da bir o kadar iğrenç görünümlü hiçbir şeyi mideme sokamadığımı biliyorsun, bu yüzden de bana bağırmayı bırak.” “Eğer sana bağırıyor olsaydım, bunu kesinlikle anlardın,” dedi, elinde ateşi dürtmek için tuttuğu çubuğu ateşin içine atarken, “ama akşam yemeğini bitirmen gerek.” “Yenmeye değer kısmını yedim,” dedi Serafina en sonunda ve bu tartışmanın sonuydu. Çok zaman geçmeden, mısır püresini unuttular ve başka bir şey hakkında konuşmaya devam ettiler. Babası ile yediği akşam yemeğini düşünmek Serafina’yı gülümsetti. Aklına dünyada bundan daha güzel bir şey gelmiyordu, belki bodrumun küçük, güneşin aydınlattığı sıcacık pencerelerinden birinin içinde uyumanın dışında. Bu babası ile şakalaşmalarından daha güzeldi. Serafina, babasını uyandırmamak için dikkatle hareket ederek, sessizce yatağının üstünden kalktı, atölyenin taş zemini üzerinde ufak adımlarla yürüdü ve gizlice dolambaçlı koridora çıktı. Hâlâ uykulu gözlerini ovuşturup kollarını ve bacaklarını gererken içinde oluşmaya başlamış heyecanı hissetmeden edemiyordu. 13
Yepyeni bir geceye başlamanın verdiği baştan çıkarıcı his bütün bedeninde geziniyordu. Sanki havalanıp bir hayalet gibi avlanmaya başlamadan önce kanatlarını çırpan ve pençelerini geren bir baykuşmuş gibi, kaslarının ve duyularının uyandığını hissedebiliyordu. Karanlığın içinde hızla hareket etti, çamaşırhaneyi, kiler odalarını ve mutfakları geçti. Bodrum tüm gün hizmetçilerle dolup taşmıştı ama şimdi odalar boş ve karanlıktı, tam da Serafina’nın sevdiği gibi. Vanderbiltlerin ve onların çoğu misafirinin, babasıyla hemen üstlerinde, ikinci ve üçüncü katlarda uyuduğunu biliyordu ama burası sessizdi. Ucu bucağı olmayan koridorlarda ve gölgelerde kalmış depo odalarında sinsi sinsi gezinmeye bayılıyordu. Her köşenin ve her noktanın nasıl bir yer, ne kadar aydınlık ne kadar kasvetli olduğunu, bütün çatlakları ve yarıkları avcunun içi gibi biliyordu. Burası geceleri, sadece ve sadece Serafina’ya ait bir bölgeydi. Hemen ileride hafif bir sürünme sesi duydu. Gece hızlı başlıyordu. Serafina durdu. Dinlemeye başladı. İki kapı ileride, çıplak zeminin üzerinde gezinen ufak ayak sesleri duyuluyordu. Duvar boyunca sessizce yürümeye devam etti. Ses kesilince, Serafina da duruyordu. Ses devam edince, Serafina da yürümeye devam ediyordu. Bu daha yedi yaşındayken kendi kendine öğrendiği bir teknikti: Onlar hareket ettiğinde sen de et, onlar durunca sen de dur. 14
Artık yaratıkların nefes alıp verişini, taşların üzerinde ayak tırnaklarının çıkardığı sesleri ve kuyruklarının sürünme seslerini duyabiliyordu. Parmaklarında o tanıdık titremeyi ve bacaklarındaki gerilimi hissedebiliyordu. Kapısı aralık kalmış depo odasından içeri süzüldü ve karanlığın içinde onları gördü: Yağlı kahverengi tüyleriyle iki devasa fare birbiri ardından yerdeki yağmur borusuna tırmanarak yukarıya çıkmışlardı. Davetsiz misafirler belli ki buralarda yeniydiler çünkü hemen koridorun sonunda yeni pişirilmiş hamur işlerinin üstünden kremayı yalayabilecekken bir aptal gibi hamam böceği arıyorlardı. Hiçbir ses çıkarmadan hatta havayı bile kıpırdatmadan, sessizce ve gizlice farelere doğru yürümeye başladı. Gözleri onlara odaklanmıştı. Kulakları, çıkardıkları her sesi duyabiliyordu. Üzerlerine yapışmış iğrenç lağım kokusunu bile alabiliyordu. Tüm bunlar yaşanırken, fareler kendi işleri ile meşgul olurken, Serafina’nın yaklaştığından haberleri yoktu. Birkaç adım gerilerinde durdu, karanlığın gölgesinin içinde saklanmış, atlamaya hazır bir halde bekliyordu. En çok sevdiği an buydu; saldırmadan hemen önceki an. Bedeni, yavaşça ileri geri sallanıyor, saldırı pozisyonuna kendini hazırlıyordu. Sonra aniden saldırdı. Hızlı, şiddetli bir hareketle, çığlık atan ve kıvranan fareleri çıplak elleri ile yakaladı. “Yakaladım seni, serseri pislik!” dedi dişlerinin arasından. 15
Daha ufakça olan fare korku içinde kıvranmaya başladı, kaçmak için çaresizce çabalıyordu ama daha büyük olan fare döndü ve Serafina’nın elini ısırdı. “Öyle bir şey olmayacak!” dedi Serafina kızgınlıkla. Fareyi, işaretparmağı ve başparmağının arasında boynundan sıkıştırarak kuvvetlice tuttu. Fareler deli gibi kıvranıyordu ama Serafina onları sıkıca tuttu ve gitmelerine izin vermedi. Küçükken, bu dersi öğrenmesi biraz zamanını almıştı, yani bir kez onları yakaladınız mı sıkıca tutmanız ve ne pahasına olursa olsun, küçük tırnaklı patileri sizi çizse ve tüylü kuyrukları elinizin etrafında bir tür iğrenç gri yılanmış gibi dolansa bile bırakmamalıydınız. En sonunda, birkaç saniye süren çılgınca mücadelenin ardından bitkin düşmüş fareler, Serafina’dan kaçamayacaklarını anlamıştılar. Sakinleştiler ve şüphe dolu boncuk gibi siyah gözlerle ona bakmaya başladılar. Sümüklü küçük burunları ve korkunç derecede uzun bıyıkları korku ile titriyordu. Serafina’yı ısıran fare yavaşça uzun, kabuklu kuyruğunu bileğine iki tur döndürerek doladı. Kendisini özgür kılabilmek için yeni bir fırsat gözlüyordu. “Aklından bile geçirme,” diye uyardı Serafina. Isırıktan dolayı hâlâ kanayan eli yüzünden bu fare ile uğraşacak hali yoktu. Daha önce de ısırılmıştı ama hiçbir zaman bundan hoşlanmamıştı. Yumruk haline getirdiği ellerinin içinde iki dehşet verici yaratıkla birlikte, koridorda ilerledi. Gece yarı16
sından önce iki fare yakalamış olmak iyi hissettirmişti, bunlar özellikle de çirkin karakterleri olanlardandı, şu içindeki tahıllara ulaşabilmek için çuvalı delip geçebilecek ya da yere düşürüp kırdıktan sonra yerden yalayabilmek için raftan yumurtaları aşağı atabilecek türden farelerdi. Serafina evin dışına çıkan eski taştan merdivenleri tırmandı ve ay ışığının aydınlattığı arazinin bir ucuna, ormanın başladığı sınıra kadar yürüdü. Orada fareleri yaprakların içine doğru savurdu. “Şimdi buradan gidin ve geri gelmeyin!” diye bağırdı onlara. “Bir dahaki sefere bu kadar kibar olmayacağım!” Fareler, Serafina’nın atış kuvveti yüzünden orman zemini üzerinde biraz yuvarlandıktan sonra aniden durdular, öldürücü bir darbe bekliyorlardı. Öldürücü darbe falan gelmeyince, kafalarını kaldırdılar ve Serafina’ya şaşkınlık içinde baktılar. “Ben fikrimi değiştirmeden önce gidin buradan,” dedi. Daha fazla tereddüt etmeden, fareler hızla bodur ağaçların arasına girdiler. Eline geçirdiği farelerin bu kadar şanslı olmadığı zamanlar vardı, farelerin cesetlerini babasının yatağına bırakıp, ona gece neler başardığını göstermek istediği zamanlar... Ama uzunca bir süredir bunu yapmıyordu. Küçüklüğünden beri bodrumda çalışan kadın ve erkekleri inceliyordu, yani her birinin belirli bir işi olduğunu biliyordu. Asansörlerle, servis asansörleriyle, 17
pencere kirişleriyle, buharlı ısıtma sistemleriyle ve iki yüz elli odalı malikânenin ayakta kalmak için dayandığı diğer tüm mekanik zımbırtılarla ilgilenmek babasının göreviydi. Hatta babası Bay ve Bayan Vanderbilt’in havalı baloları için Büyük Balo Salonu’nundaki borulu orgun düzgün çalıştığından da emin olmalıydı. Babasının dışında, aşçılar, mutfak yardımcıları, kömür kürekçileri, baca temizleyicileri, çamaşırhane çalışanları, hamur açanlar, hizmetliler, uşaklar ve daha ismini sayamadığı nice çalışan vardı. Serafina on yaşındayken, babasına, “Baba, benim de diğer herkes gibi bir işim var mı?” diye sormuştu. “Elbette var,” demişti ama Serafina bunun doğru olmadığından şüphelenmişti. Babası sadece onun incinmesini istememişti. “Peki nedir? Benim işim ne?” diye ısrar etmişti. “Aslında buralarda oldukça önemli bir pozisyon ve burada bu işi senden daha iyi yapabilecek biri yok, Sera.” “Söyle bana baba. Nedir?” “Bana kalırsa sen Biltmore Evi’nin F.Y.Ş’sisin.” “O ne demek?” diye sormuştu heyecanla. “Sen, Fare Yakalama Şefi’sin,” demişti babası. Kelimeler her ne niyetle söylenmiş olurlarsa olsunlar Serafina’nın kafasında yücelmiştiler. Bugün bile, iki yıl sonra, küçük göğsünün nasıl kabardığını ve o kelimeleri duyduğunda nasıl gururla gülümsediğini hatırlıyordu: Fare Yakalama Şefi. Kulağa çok güzel geliyordu. Biltmo18
re gibi kulübeler, raflar, ambarlar ve daha bir sürü şeyin olduğu bir yerde kemirgenlerin büyük bir problem olduğunu herkes biliyordu. Ve yetişkinlerin kapanlarla, zehirlerle yakalamaya çalışıp durdukları o şeytani, yemek çalan, düşürüp kıran, hastalıklı, dört bacaklı haşaratları yakalamak konusunda doğuştan bir yeteneği olduğu gerçekti. Ürkek ve kilit anlarda panik halinde hatalar yapmaya müsait ev farelerini yakalamak Serafina için hiç problem değildi. Geceleri onu koşturan ve becerilerini odakladığı şeyler, vahşi farelerdi. Artık on iki yaşındaydı. O, Fare Yakalama Şefi Serafina’ydı: F.Y.Ş. Fakat iki farenin ormanın içine koşuşunu izlerken, tuhaf, kuvvetli bir his onu ele geçirdi. Fareleri takip etmek istiyordu. Yaprakların ve dalların altında ne gördüklerini görmek, kayalıkları, vadileri, şelaleleri ve diğer harikaları keşfetmek istiyordu ama babası ona bunu yasaklamıştı. “Asla ormanın içine gitme,” demişti ona defalarca. “Orada, ormanın karanlıklarında, kimsenin anlamadığı, doğal olmayan şeyler var ve onlar sana zarar verebilir.” Ormanın kıyısında durdu ve görebildiği kadar ağaçlığın ilerisine doğru baktı. Yıllarca, ormanda kaybolan ve bir daha geri gelmeyen insanların hikâyelerini dinlemişti. Ormanın derinliklerinde ne tür tehlikelerin gezindiğini merak etti. Kara büyü müydü, iblisler miydi ya da bir tür iğrenç yaratık mıydı? Babasını bu kadar çok korkutan neydi? 19
Sırf eğlence olsun diye babası ile bir sürü şey hakkında tartışabilirdi, mesela püresini yemeyi reddetmek, tüm gün uyuyup, bütün gece avlanmak ve Vanderbiltler ile misafirlerini gizli gizli izlemek gibi, ama hiçbir zaman bu konuda onunla tartışmamıştı. Babasının bu kelimeleri söylediğinde ne kadar ciddi ve kesin olduğunu biliyordu. Tüm iğneleyici konuşmalar ve sinsice dolaşmalara rağmen bazen sadece sessiz kalır ve size söyleneni yapardınız çünkü bunun nefes almaya devam edebilmenin tek yolu olduğunu anlarsınız. Garip bir şekilde yalnız hissedince, Serafina ormana arkasını döndü ve eve baktı. Ay, evin sivri uçlu çatısının üstünde yükselmişti ve Kış Bahçesi’ni örten camdan kubbe çatının üzerine yansıyordu. Yıldızlar dağların tepesinde parıldıyordu. Harikulade bakımlı bahçenin çimleri, ağaçları ve çiçekleri gece yarısı ışığında aydınlanmıştı. Serafina her detayı, her kurbağayı ve yılanı ve geceye ait diğer her varlığı görebiliyordu. Tek başına bir alaycı kuş bir manolya ağacının üstünden akşam şarkısını söylüyordu ve yukarı tırmanmış sarmaşık ağacının arasında duran yuvalarındaki yavru sinekkuşları, uykularında kıpırdanıp tüylerini hışırdatıyorlardı. Babasının, tüm bunların yapılmasına yardım ettiğini düşünmek, Serafina’nın çenesini gururla kaldırmasını sağlamıştı. Babası yıllar önce etraftaki dağ köylerinden, Ashville’e, Biltmore Evi’nin kurulmasına gelen yüzlerce taş ustasından, oyma sanatçısından ve diğer işçilerden biriydi. Daha sonra makinelerle ilgilenmek için burada 20
kalmıştı. Fakat diğer tüm bodrum çalışanları her gece ailelerinin yanına dönerken, o ve Serafina tıpkı büyük bir geminin makine dairesinde saklanan insanlar gibi, atölyenin buharı tüten boruları ve metal araçları arasında saklanıyordu. Doğrusu, onların gidecek başka bir yeri ya da akrabaları yoktu. Serafina ne zaman annesi hakkında bir soru sorsa, babası onun hakkında konuşmayı reddediyordu. Yani, o ve babası dışında kimse yoktu ve Serafina kendini bildi bileli bodrum katı onların eviydi. “Neden diğer işçiler gibi biz de müştemilatta ya da şehirde yaşamıyoruz baba?” diye sormuştu defalarca. “Sen aklını hiç buna yorma,” diye homurdanarak cevap vermişti babası her defasında. Geçen yıllar boyunca, babası ona okuma yazmayı iyice öğretmiş ve ona dünya ile ilgili pek çok hikâye anlatmıştı ama hiçbir zaman Serafina’nın konuşmak istediği konuları, annesine ne olduğu, neden babasıyla kendisini ziyaret eden arkadaşları olmadığı gibi konuları konuşmak istemezdi. Bazen, Serafina babasının aklına ulaşmak, içeriyi kurcalamak ve neler olacağını görmek istiyordu ama çoğu zaman babası tüm gece uyuyor, tüm gün çalışıyordu, akşamları yemek hazırlıyordu ve ona hikâyeler anlatıyordu. Birlikte güzel bir hayatları vardı. Serafina, babasının aklını kurcalamıyordu çünkü onun bunu istemediğini biliyordu, bu yüzden olayları akışına bırakmıştı. Geceleri, evdeki herkes uyuduktan sonra sinsice merdivenlerden üst kata çıkıyor ve ay ışığında okumak 21
için kitaplar aşırıyordu. Hizmetçilerden birini, ziyarete gelen bir yazara Bay Vanderbilt’in yirmi iki bin kitaptan oluşan bir koleksiyonu olduğunu ve sadece yarısının Kütüphane’ye sığdığını söyleyip böbürlenirken duymuştu. Diğer kitaplar masalarda ve evin içindeki diğer raflarda muhafaza ediliyordu ve Serafina’ya göre bu kitaplar toplamaya hazır böğürtlenler gibiydi, dayanılması imkânsızdı. Bir kitap ortadan kaybolup birkaç gün sonra yerine geri döndüğünde kimse fark etmiyordu. Yıpranmış bayrakları havada sallanan ülkelerin arasındaki büyük savaşlar ve insanları bir sağa bir sola fırlatan dumanı tüten devasa metal tanklar hakkında okumuştu. Tom ve Huck ile geceleri gizlice mezarlığa girmek, İsviçreli Robinson Ailesi ile birlikte gemi kazası geçirmek istiyordu. Bazı geceler Küçük Kadınlar kitabında anneleri ile birlikte yaşayan dört kız kardeşten biri olmak istiyordu. Diğer geceler, Uykulu Kuytu’nun hayaletleri ile tanışmayı ya da Poe’nun siyah kuzgunu ile tıkır, tıkır, tıkırtı yapmayı hayal ediyordu. Babasına okuduğu kitaplardan bahsetmeyi seviyordu ve genellikle kendi hikâyelerini uyduruyordu, hayali arkadaşlar, tuhaf aileler ve gece ortaya çıkan hayaletlerle dolu hikâyeler. Ama babası, kızının hayalleriyle ve korku dolu hikâyeleri ile hiç ilgilenmiyordu. Babası bu tür şeylere karşı fazlasıyla hassastı ve tuğla, çivi ve gerçekten var olan şeyler dışında hiçbir şeye inanmayı sevmiyordu. Gitgide bir tür gizli arkadaşı olmasının, babasının bilmediği, bir şeyler konuşabileceği, bir arkadaşı olma22
sının nasıl bir şey olacağını daha fazla merak ediyordu. Ama gecenin karanlığında onun gibi bodrumda gezen pek fazla çocukla karşılaşmıyordu. Bodrumda çalışan ve her gece evlerine dönen alt kademedeki birkaç bulaşıkçı ve kazan dairesi görevlisi Serafina’yı orada burada dolaşırken görmüşlerdi ve kim olduğunu az çok biliyorlardı ama ana katlarda çalışan hizmetçiler ve kâhyalar onun kim olduğunu bilmiyordu. Evin asıl sahipleri hanımefendi ve beyefendi ise Serafina’nın var olduğunu bile bilmiyordu. “Vanderbiltler iyi insanlar sayılırlar Sera,” demişti babası. “Ama bizim gibi insanlar değiller. Onlar ortalıkta dolanırken sen gizlen. Seni görmelerine izin verme. Ve ne yaparsan yap, kimseye ismini ya da kim olduğunu söyleme. Beni duydun mu?” Serafina babasını duyuyordu. Çok iyi duyuyordu. Bir farenin, fikrini değiştirdiğini bile duyabiliyordu. Ama yine de babasıyla beraber neden bu şekilde yaşadığını tam olarak bilmiyordu. Babasının onu neden dünyadan sakladığını, neden ondan utandığını bilmiyordu ama bir şeyden kesinlikle emindi: Serafina babasını tüm kalbi ile seviyordu ve yapmak istediği en son şey onun başına dert açmaktı. Bu nedenle kimselere görünmeden hareket etmekte uzman olmuştu, sadece fare yakalamak için değil aynı zamanda insanlardan kaçmak için. Kendini normalden daha cesur ya da yalnız hissettiği günlerde, hızla yukarı çıkıp ışıltılı insanların eve girip çıkışını izlerdi. Bir yer23
lere girip, gizlenip, saklanırdı. Yaşına göre ufak bir yapısı vardı ve zayıftı. Gölgeler, onun arkadaşıydı. Havalı kıyafetleri ile muhteşem güzellikteki at arabalarından inip eve gelen insanları gözetlerdi. Yukarıdaki kimse onun bir yatağın altında ya da kapının arkasında saklandığını görmezdi. Kimse kapıyı açıp içine mont koyarken gardırobun arkasında onu görmezdi. Hanımlar ve beyler bahçede yürüyüşe çıktığında, onlar fark etmeden gizlice onların yanına yaklaşır ve her konuştuklarını dinlerdi. Mavi ve sarı elbiselerinin içinde, saçlarına takılmış kurdeleleri bahçede koşup, zıplarken havada süzülen genç kızları görmeye bayılıyordu. Çocuklar saklambaç oynadıklarında, oyunda bir başka oyuncu daha olduğunu hiç fark etmezlerdi. Bazı günler Bay ve Bayan Vanderbilt’i kol kola yürürken ya da onların on iki yaşındaki yeğenlerini evin arazisinde at binerken ve siyah köpeğini yanında koşarken görürdü. O her şeyi izlerdi ama onlar asla Serafina’yı görmezdi, köpek bile görmezdi. Son zamanlarda acaba görseler ne olur diye merak etmeye başlamıştı. Ya çocuk onu görseydi? O zaman Serafina ne yapardı? Ya köpek onu kovalasaydı? Zamanında bir ağaca tırmanmayı başarır mıydı? Bazen Bayan Vanderbilt ile yüz yüze gelseydi ona ne derdi diye düşünmeyi severdi. Merhaba Bayan V. Ben sizin için fare yakalıyorum. Farelerin öldürülmesini mi yoksa sadece dışarı atılmasını mı istersiniz? Bazı günler havalı elbiseler giyip saçına kurdeleler takmayı ve ayağına parlak ayakkabılar giymeyi hayal ediyordu. Ve 24
bazı günler ama sadece bazı günler etrafındaki insanları yalnızca gizliden gizliye dinlemek yerine onlarla konuşabilmeyi istiyordu. Sadece onları görmek değil, görülmek de istiyordu. Çimlik arazinin üstüne vuran ay ışığı altında eve doğru dönerken, misafirlerden birisi ya da belki de evin genç beyefendisi uyanık olup ikinci kattaki odasının camından dışarı baktığında, gizemli bir kızın tek başına gecenin karanlığında dolaştığını görse ne yapardı diye merak etti. Babası bundan hiç bahsetmiyordu ama Serafina tam anlamıyla normal gözükmediğini biliyordu. Zayıf, ufak bir vücudu vardı, sadece kas, kemik ve enerjiden oluşuyordu. Bir elbisesi yoktu bu yüzden babasının eski gömleklerinden birini giyiyordu, gömleği dar belinin etrafında atölyeden almayı başardığı ince bir halatla bağlayıp, üstüne uydurmuştu. Babası ona elbise almıyordu çünkü şehirdeki insanların sorular sormasını ve hayatlarına burunlarını sokmasını istemiyordu: İnsanların onun hayatına burnunu sokmaya çalışması babasının asla tahammül edemediği bir şeydi. Serafina’nın uzun saçları normal insanların saçı gibi tek renk değildi, altın sarısı ve açık kahve renklerinin farklı tonlarından oluşuyordu. Yüzü ilginç bir şekilde köşeliydi. Ve büyük, sabit bakan, bal rengi gözleri vardı. Geceleri de, en az gündüz olduğu kadar iyi görebiliyordu. Ses çıkarmadan avlanabiliyor olma yeteneği bile 25
tam anlamı ile normal değildi. Karşılaştığı herkes, özellikle de babası, yürürken o kadar çok ses çıkarıyorlardı ki sanki Belçika yük beygirleri, Bay Vanderbilt’in tarlalarında çiftçilik malzemeleri taşıyormuş gibiydi. Ve tüm bunlar Serafina’nın kafasını kaldırıp devasa evin pencerelerine baktığında onu düşüncelere sürüklüyordu: O odalarda uyuyan insanlar, tek renk saçları, uzun, sivri burunları ve büyük bedenleri ile ihtişamlu gece boyunca yumuşak yataklarda uyurken, rüyalarında ne görüyorlardı? Neyi özlüyorlardı? Onları ne güldürür ya da korkuturdu? Kendi içlerinde ne hissediyorlardı? Geceleri akşam yemeği yerken, çocuklar püreyi de yiyorlar mıydı yoksa sadece tavuğu mu yiyorlardı? Merdivenlerden aşağı, bodruma inerken, koridorun öbür ucundan bir ses duydu. Durdu ve dinlemeye başladı ama sesin ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı. Bu bir fare değildi. Orası kesindi. Çok daha büyük bir şeydi. Peki, ama neydi? Merak içerisinde, sese doğru ilerlemeye başladı. Babasının atölyesini, mutfakları, çok iyi bildiği diğer odaları geçti ve daha az sıklıkla avlandığı alanlara doğru girdi. Kapıların kapandığını sonra ayak sesleri ile boğuk konuşmaların geldiğini duydu. Serafina’nın kalbi göğüs kafesinin içinde hafifçe atmaya başladı. Birileri bodrumun koridorlarında geziniyordu. Serafina’nın bodrumunun koridorlarında. Seslere daha da yaklaştı. Bu sesler her gece çöpleri toplayan görevliye ya da 26
misafirlerden biri için gece atıştırmalığı almaya gelmiş bir hizmetçiye de ait değildi, onların ayak seslerini iyi tanıyordu. Bazen kâhyanın on bir yaşındaki yardımcısı, koridorda durur ve kâhyanın yukarı getirmesi için beklediği gümüş tepsiden birkaç kurabiyeyi midesine indirirdi. Serafina karanlıkta hemen onun yanındaki köşede durur, bir süreliğine konuşup iyi vakit geçiren iki arkadaşlarmış gibi davranırdı. Sonra çocuk dudaklarının üzerindeki pudra şekerini siler ve merdivenleri kaybettiği zamanı kapatabilmek için yürüyerek değil koşarak çıkardı. Fakat bu ses o çocuğa da ait değildi. Bu her kimdiyse, sert tabanlı ayakkabılar giyiyordu, pahalı ayakkabılar. Ancak düzgün bir beyefendinin burada, evin bu alanında hiçbir işi olamazdı. Neden gecenin bir vakti karanlık yerlerde dolanıyordu? Giderek meraklanan Serafina yabancıyı takip etmeye başladı, görünmemek için dikkatle hareket ediyordu. Ne zaman onu görecek gibi olsa, tek seçebildiği loş bir el feneri taşıyan uzun boylu siyah bir şekil oluyordu. Ve orada, yanında başka bir gölge daha vardı, adamla birlikte bir şey ya da biri ama Serafina ne ya da kim olduğunu görebilecek kadar yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Bodrum katı, evin altındaki eğimli toprağın içine inşa edilmiş birçok farklı odası, koridoru ve seviyesi olan geniş bir yerdi. Bazı bölgelerin, örneğin mutfak ve çamaşırhane gibi odaların, sıvalı duvarları ve pencereleri vardı. O bölgedeki odalar tamamen bitmemişti ama temiz ve kuruydu, ve hizmetçilerin günlük işlerini ya27
pabilmeleri için uygundu. Bodrum katının daha uzak noktaları, evin büyük temelindeki ıslak ve topraksı çukuruna dalıyordu. Burada duvarları ve tavanı oluşturan kabaca yontulmuş taş bloklarının arasından katılaşmış harç fışkırmıştı. Serafina, oraya soğuk, pis ve nemli olduğu için nadiren gidiyordu. Bir anda, adımlar yön değiştirdi. Serafina’ya doğru geliyordu. Ciyaklayan beş fare, ayak seslerinin hemen önünde koridordan aşağıya doğru koşmaya başladı, daha önce gördüğü diğer kemirgenlerden çok daha fazla korkmuşlardı. Duvarlardaki çatlakların içinden örümcekler, toprak zeminin altından hamamböcekleri ve kırkayaklar ortaya çıktı. Gördükleri karşısında şaşkına dönmüş olan Serafina nefesini tuttu ve kendini duvara yapıştırdı, üstünden geçmekte olan bir kartalın gölgesinden korkmuş tir tir titreyen bir tavşan gibi donmuştu. Adam ona doğru yürürken, Serafina bir ses daha duydu. Küçük bir insanın kaçmaya çalışması gibi bir sesti bu, ayağında terlikler vardı, belki de bir çocuktu ama bir şeyler yolunda değildi. Çocuğun ayakları yerdeki taşlara sürtüyordu, bazen de taş zeminde kayıyordu... Çocuk sakat olmalıydı... Hayır... Çocuk sürükleniyordu. “Hayır, efendim! Lütfen! Hayır!” diye ağladı kız, sesi çaresizlikle titriyordu. “Bizim burada olmamamız gerekiyor.” Kız sanki varlıklı bir ailede yetiştirilmiş ve havalı bir okula gitmiş birisi gibi konuşuyordu. “Merak etme. Tam buraya giriyoruz...” dedi adam, hemen Serafina’nın köşesinde durduğu kapının önün28
de durarak. Artık Serafina adamın nefes alıp verişini, ellerinin hareketlerini ve kıyafetlerinin hışırtısını duyabiliyordu. Serafina’nın içinde yangınlar yanıyordu. Koşmak istiyordu, kaçmak istiyordu ama bacaklarını kıpırdatamıyordu. “Burada korkulacak bir şey yok çocuğum,” dedi adam kıza, “seni incitmeyeceğim...” Adamın bu kelimeleri söyleme şekli Serafina’nın ensesindeki saçların dikelmesine sebep olmuştu. Onunla gitme, diye düşündü. Gitme! Kızın sesi sanki Serafina’dan yaşça küçükmüş gibi geliyordu ve Serafina ona yardım etmek istiyordu ama içinde o cesareti bulamıyordu. Kendisini duvara yapıştırdı; adamın onu duyacağından ya da göreceğinden emindi. Bacakları titriyordu, sanki altında tuzla buz olacakmış gibiydi. Serafina sonra ne olduğunu göremedi ama kız bir anda tüyler ürpertici bir çığlık attı. İnsanı delip geçen ses Serafina’nın korkudan sıçramasına sebep olmuş, kendi çığlığını bastırması gerekmişti. Sonra kızın adamın elinden kaçmayı başardığını ve koridorda koştuğunu duydu. Koş küçük kız! Koş! diye geçirdi içinden Serafina. Adamın ayak sesleri, kızın arkasından giderek uzaklaştı ve kayboldu. Serafina, adamın kızın arkasından koşmadığını, aksine emin adımlarla yürüdüğünü duyabiliyordu, sanki kızın ondan kaçamayacağını biliyormuş gibi. Serafina’nın babası ona dağlarda kızılkurtların geyikleri böyle avladığını söylemişti, hızla koşmak yerine kararlı bir adımlarla. 29
Serafina ne yapacağını bilmiyordu. Karanlıkta köşede saklanıp adamın onu bulamamasını mı dilemeliydi? Korku ile koşuşturan fareler ve örümceklerle birlikte kaçmalı mıydı? Babasının yanına koşmak istiyordu ama ya çocuk ne olacaktı? Küçük kız o kadar çaresizdi ki, çok yavaş, güçsüz ve korkmuştu, ve her şeyden öte savaşmasına yardım edecek bir arkadaşa ihtiyacı vardı. Serafina o arkadaş olmak istiyordu, ona yardım etmek istiyordu ama kendisini o yönde hareket ettiremiyordu. Sonra kızın bir kez daha çığlık attığını duydu. O pis, çürümüş yaratık onu öldürecek, diye düşündü. Kızı öldürecek. Bir öfke ve cesaret patlaması ile sese doğru koşmaya başladı. Bacakları sanki hız ile patlıyor gibiydi. Aklı korku ve neşe ile tutuşmuştu. Birer birer köşeleri döndü. Fakat bodrumun daha derin alt katlarına inen yosun tutmuş taştan merdivenlere geldiğinde durdu, nefes nefese bir halde başını iki yana salladı. Burası gitmemek için elinden geleni yaptığı soğuk, ıslak, kaygan, korkunç bir yerdi, özellikle de kış aylarında. Kış aylarında, toprak kazılamayacak kadar buz tuttuğunda bodrumun alt katında cesetlerin sakladığına dair hikâyeler duymuştu. Kız neden oraya gitmişti ki? Serafina tereddüt ederek ıslak, yapış yapış merdivenlerden aşağıya, her kaygan basamaktan sonra ayağını sallayarak inmeye başladı. En sonunda alt kata ulaştığında, tavanından aşağıya kahverengi çamurumsu bir şey akan uzun, eğimli bir koridora girdi. Bu iğrenç, nemli yer Serafina’nın içine korku salıyordu ama yine 30
de devam etti. Ona yardım etmen gerek, dedi kendi kendine. Geri dönemezsin. Serafina kendini labirent gibi dönen koridorların içinde buldu. Sağa döndü, sonra sola, bir daha sola sonra ne kadar ilerlediğini anlayamaz hale geldi. Hemen ilerisindeki köşeyi dönünce bir yerlerde kavga etme, bağrışma sesleri duydu. Çok yaklaşmıştı. Serafina tereddüt etti, kokmuştu, kalbi o kadar hızlı atıyordu ki sanki göğsünden dışarı fırlayacaktı. Vücudunun her yeri titriyordu. Bir adım daha atmak istemiyordu ama arkadaşlar, arkadaşlarına yardım etmeliydi. Hayat hakkında çok fazla bilgisi yoktu ama bunu biliyordu, bundan kesinlikle emindi ve tam da birinin ona çok ihtiyacı varken korkudan aklını yitirmiş bir sincap gibi kaçmayacaktı. Korkudan tir tir titrerken, kendini elinden geldiğince sabit tutarak, derin bir nefes aldı ve hızla köşeyi döndü. Kırılmış ve yan yatmış bir gaz lambası taş zeminde duruyordu, camı paramparça olmuştu ama içindeki alev hâlâ yanıyordu. Göz kırpıp duran ışık huzmesinin içinde sarı elbiseli bir kız hayatı için savaşıyordu. Uzun boylu, siyah, şapkalı pelerin giymiş bir adam, elleri kan içinde, kızı bileklerinden tutmuştu. Kız kaçmaya çalışıyordu. “Hayır! Bırak beni!” diye çığlık attı. “Sessiz ol,” dedi adam, sesinde karanlık ve bu dünyaya ait olmayan bir şeyler kaynaşmış gibiydi. “Sana zarar vermeyeceğim çocuğum...” dedi ikinci kez. Kızın sarı kıvırcık saçları ve soluk beyaz teni vardı. Kaçmak için savaşıyordu ama Siyah Pelerinli Adam kızı 31
kendine doğru çekiyordu. Kızı, kollarının arasına kıstırmıştı. Kız sağa sola debeleniyor ve adamın yüzüne ufak yumrukları ile vuruyordu. “Sadece sabit dur. Bunların hepsi geçecek,” dedi adam kızı kendine çekerken. Serafina bir anda korkunç bir hata yaptığını fark etti. Bu onun altından kalkamayacağı kadar büyük bir durumdu. Kıza yardım etmesi gerektiğini biliyordu ama o kadar korkmuştu ki ayakları sanki yere yapışmıştı. Bırakın savaşmayı, nefes bile alamıyordu. Ona yardım et! Serafina’nın aklı ona bağırıyordu. Ona yardım et! O pis fareye saldır! Saldır o fareye! En nihayetinde cesaretini topladı ve öne atıldı ama tam o sırada, adamın saten pelerini yukarı doğru uçmaya başladı, sanki dumana benzer bir ruh tarafından ele geçirilmiş gibiydi. Kız çığlık attı. Pelerinin kıvrımları aç bir yılanın kuyruğu gibi kızın etrafına dolanmıştı. Pelerin, yüzlerce çıngıraklı yılanın tıslayarak tehditler saçıyormuş gibi çıkardığı ses eşliğinde kendiliğinden hareket ediyor gibi dolanıyor, dönüyordu. Serafina, etrafında dolanan pelerinin arkasından, kızın korku dolu bir ifade ve kocaman açılmış mavi, yalvaran gözler ile ona baktığını gördü. Bana yardım et! Yardım et! Ardından pelerinin kıvrımları kızın üstüne kapandı, kızın çığlıkları sessizleşti ve arkasında pelerinin siyahlığından başka bir şey bırakmadan yok oldu. Serafina’nın şaşkınlıktan nefesi kesilmişti. Az önce kaçmak için mücadele eden kız şimdi buhar olup git32
mişti. Pelerin kızı yok etmişti. Kafa karışıklığı, acı ve korku ile şaşkına dönen Serafina, öylece kalakalmıştı. Birkaç saniye boyunca adam şiddetle titredi ve hortlağa benzer bir hale, karanlık, parıldayan bir pus halinde adamın etrafında parladı. Çürümüş iç organlardan çıkan iğrenç bir koku, Serafina’nın burun deliklerine girip, iğrenerek geri çekilmesine sebep oldu. Serafina burnunu buruşturdu, ağzını büzdü ve nefes almamaya çalıştı. İsteksizce bir öğürme sesi çıkarmış olmalıydı ki Siyah Pelerinli Adam arkasını döndü ve ilk kez onu gördü. Serafina sanki devasa bir pençe göğsünü sarıyormuş gibi hissetti. Adamın kukuletasının ucu yüzüne gölge düşürüyordu ama Serafina gözlerinin doğal olmayan bir ışık ile parladığını görebiliyordu. Serafina donup kalmıştı, iliklerine kadar korkuyordu. Adam rahatsız edici, çatallı bir sesle fısıldadı. “Sana zarar vermeyeceğim çocuğum...”
33
2
O
tüyler ürpertici kelimeleri duymak Serafina’yı hareket etmeye itmişti. Bu kelimelerin neyle sonlandığını az önce görmüştü. Bu sefer yapamayacaksın, seni fare! Yeni bir enerji patlaması ile arkasını döndü ve koşmaya başladı. Birbiri ile kesişen tünellerden oluşan labirent gibi koridorları geçiyor, durmadan koşuyordu, adamı gerilerde bir yerde bıraktığından emindi. Ama omzunun üstünden arkasına bakınca, pelerinli adamın hemen arkasında havada süzülerek geldiğini gördü, arkasında dalgalanan siyah pelerinin gücü ile havalanmıştı ve kanlı ellerini Serafina’ya doğru uzatmıştı. Serafina daha hızlı koşmaya çalıştı ama tam bodru34
mun ana katına çıkan merdivenlere ulaştığında Siyah Pelerinli Adam onu yakaladı. Tek eli ile Serafina’nın omzunu sıkıyordu. Diğer eli ile boğazını kavradı. Serafina adama doğru dönerek kapana kıstırılmış bir hayvan gibi tısladı. Deli gibi kıvranıp, tırmalayıp kaçmayı başardı. Merdivenin basamaklarını üçer üçer çıktı ama adam hemen arkasından onu takip ediyordu. Adam yeniden uzandı ve Serafina’yı saçından yakaladı. Serafina acı içinde çığlık attı. Adam sakince, “Artık vazgeçmenin vakti geldi, küçük çocuğum,” dedi, sıktığı yumruğu Serafina’nın başından saçlarını koparmaya başlamıştı. “Asla vazgeçmem!” dedi Serafina öfkeyle ve adamın kolunu ısırdı. Elinden geldiğince mücadele ediyordu, tırnakları ile adamı çiziyor ve tırmalıyordu ama bu adamı hiç etkilemiyordu. Siyah Pelerinli Adam çok güçlüydü. Serafina’yı göğsüne çekti ve kollarını etrafına doladı. Siyah pelerinin etekleri gri bir duman çıkararak Serafina’nın etrafında havaya kalktı. Berbat bir çürüme kokusu Serafina’nın öğürmesine sebep oldu. Tek duyabildiği pelerinin etrafında sürünüp, dönerken çıkardığı o mide bulandırıcı çıngıraklı yılan sesiydi. Serafina kendini sanki bir boa yılanının kıvrımlarının arasında eziliyormuş gibi hissediyordu. “Sana zarar vermeyeceğim çocuğum...” Kulak tırmalayan o ses yine geldi, sanki adam kendinde değilmiş de çıldırmış, açlıktan gözü dönmüş bir şeytan tarafından ele geçirilmiş gibiydi. 35
Pelerinin kıvrımları Serafina’nın üzerinde berbat bir örtü oluşturdu ve onu damla damla, boğucu bir rahatsızlığın içine doğru çekmeye başladı. Serafina sanki ruhu ondan çekiliyormuş gibi hissetti, sadece çekiliyormuş gibi değil, koparılıyor, içinden ayrıştırılıyormuş gibi... Ölüm o kadar yakındaydı ki onun siyahlığını kendi gözleri ile görebiliyor ve kendisinden önce oraya gitmiş çocukların çığlıklarını duyabiliyordu. “Hayır! Hayır! Hayır!” diye bağırarak karşı koydu. Gitmek istemiyordu. Çılgınlar gibi tıslayarak, uzandı ve adamın yüzüne ulaştı, gözlerini tırmaladı. Adamın göğsünü ayakları ile tekmeledi. Adamı durmadan ısırıyordu, yabani kurt, kuduz bir hayvan gibi dişlerini gösteriyordu. Adamın kanının tadını alabiliyordu. Sarı elbiseli kız da mücadele etmişti ama bu şekilde değildi. En sonunda Serafina adamın elinden kurtuldu ve yere yapıştı. Ayaklarının üstüne kalktı ve sıçrayarak uzaklaştı. Babasına dönmek istiyordu ama o kadar uzağa gidemezdi. Koridorda ilerledi ve ana mutfağa daldı. Burada saklanacak birçok yer vardı. Siyah döküm fırınların içine mi saklanmalıydı? Yoksa tavan raflarından sallanan bakır tencerelerin arasına mı tırmanmalıydı? Hayır. Daha iyi bir yer bulması gerektiğini biliyordu. Artık kendi bölgesindeydi ve burayı çok iyi biliyordu. Karanlığını da biliyordu, aydınlığını da. Solunu da biliyordu, sağını da. Bu yerin her köşesinde fareler öldürmüştü ve kendini de o farelerden biri yapmaya hiç niyeti yoktu. O F.Y.Ş’ydi. Hiçbir tuzak ya da kötü kalpli 36
adam onu yakalamayacaktı. Yabani bir yaratık gibi, koştu, zıpladı ve emekledi. Tahtadan raflar, katlanmış beyaz çarşaflar ve battaniyelerle dolu çamaşır deposuna ulaştığında, odanın arka köşesinde en alt rafın altında, duvarda oluşmuş yarığın içine kıvrıldı. Adam deliği görseydi bile birinin içine girmesinin imkânsız olduğunu düşünürdü. Fakat Serafina bu yarığın çamaşırhanenin arkasına giden kestirme bir yol olduğunu biliyordu. Yarığın içinden çıkınca, kendini zengin insanların yatak çarşaflarının asılıp, kurutuldukları odada buldu. Dışarıda ay yükselmişti ve ışığı bodrumun pencerelerinden içeri sızıyordu. Havada süzülen yüzlerce çarşaf, tavandan aşağıya tıpkı hayaletler gibi sallanıyordu, gümüş ay ışığı onlara tüyler ürpertici bir parlama veriyordu. Asılı çarşafların arasından yavaşça geçmeye başladı, çarşafların ona yeterli saklanma olanağı sağlayıp sağlamadığını merak ediyordu. Fakat aklına kötü şeyler getirmemeye karar vererek ilerlemeye devam etti. İyi ya da kötü de olsa, kafasında bir fikir vardı. Bay Vanderbilt’in Biltmore’a son teknoloji ekipmanları taktırmakla övündüğünü biliyordu. Babası, çarşafların ve kıyafetlerin, metal tavan rayları üzerinde ilerleyip dar odalarda özel kurutma rafları üzerinde, buhar borularından yayılan ısı ile kurumasını sağlayan bir sistem inşa etmişti. En iyi saklanma yerini bulmayı kafasına koymuş olan Serafina kendini küçülterek makinaların dar oluklarından birine girdi. 37
Serafina doğduğunda, onun fiziksel bir takım farklılıkları vardı. İki ayağında da beş yerinde dört parmak vardı ve her ne kadar ona bakılınca fark edilmese de köprücük kemiklerinde sakatlık vardı, yani köprücük kemikleri diğer kemikleri ile doğru bir şekilde birleşmiyordu. Bu onun oldukça dar yerlere sığmasını sağlıyordu. Makinadaki boşluk birkaç santimden daha geniş değildi ama bir yere kafası sığdıktan sonra Serafina tüm vücudunu içinden geçirebiliyordu. Siyah Pelerinli Adam’ın onu bulamayacağını umduğu karanlık küçük noktaya kendini sıkıştırmıştı. Sessiz bir şekilde kıpırdamadan durmaya çalıştı ama ufak bir hayvan gibi nefes nefese kalmıştı ve şiddetle nefes alıyordu. Bitkin düşmüş, nefessiz kalmıştı ve aklının alamayacağı kadar çok korkmuştu. Sarı elbiseli kızın, pelerinin gölgelerle dolu kıvrımları tarafından yutulduğuna şahit olmuştu ve Siyah Pelerinli Adam’ın bir sonraki hedefinin kendisi olduğunu biliyordu. Serafina’nın tek umudu adamın kulakları sağır edecek kadar hızlı atan kalbini duymamasıydı. Adam’ın mutfağın dışındaki koridorda yavaşça yürüdüğünü duydu. Adam, Serafina’yı karanlıkta kaybetmişti ama bir odadan diğerine düzenli bir sistemle gidiyor, Serafina’yı arıyordu. Serafina, Adam’ın ana mutfakta döküm fırınların kapaklarını açtığını işitti. Eğer oraya saklanmış olsaydım şimdi ölmüş olurdum, diye düşündü. Sonra adamın bakır tencereleri karıştırdığını, tavan38
daki raflar arasında onu aradığını duydu. Eğer oraya saklanmış olsaydım, şimdi yine ölmüş olurdum, diye düşündü. “Korkulacak bir şey yok,” diye fısıldadı adam, Serafina’yı saklandığı yerden korkutup çıkarmak istiyordu. Serafina dinledi ve bekledi, bir tarla faresi gibi titriyordu. En sonunda Siyah Pelerinli Adam çamaşırhaneye geldi. Fareler ürkek ve kilit anlarda panikleyip hata yapan hayvanlardır. Adamın devamlı yer değiştirdiğini duydu, lavaboların altlarını karıştırıyor, dolap kapaklarını açıp, kapatıyordu. Kıpırdamadan dur, minik fare. Sadece kıpırdamadan dur, dedi Serafina kendi kendine. Saklandığı yerden o kadar çok çıkmak ve kaçmak istiyordu ki ama panikleyip kaçan farelerin, ölen aptal fareler olduğunu da biliyordu. Kendine durmadan tekrar etti; Aptal bir fare olma. Aptal bir fare olma. Sonra adam Serafina’nın olduğu kurutma alanına geldi ve odanın içinde ağır ağır hareket etti, hayalet görünümlü çarşafların üzerinde ellerini gezdiriyordu. Eğer oraya saklanmış olsaydım,... Adam şimdi Serafina’dan sadece birkaç adım ötedeydi, odayı inceliyordu. Adam, onu görememesine rağmen, Serafina’nın burada olduğunu hissediyor gibiydi. Serafina nefesini tuttu ve tamamen, tamamen ama tamamen hareketsiz durdu. 39