A B I G A I L
H A A S
TEHLİKELİ KIZLAR Çeviren
Burcu Karatepe
.
Bu kitabın, hayal edebileceğimin çok daha ötesinde vahşi, karanlık ve belalı olması için bana yardım eden harika temsilcim Rebecca Friedman’a...
.
Gerçek, nadiren saftır fakat asla basit değildir. ―Oscar Wilde
.
ARUBA ACİL SERVİSİ 911 KONUŞMA DÖKÜMÜ - 20:45
TELSİZ MEMURU: Hallo, hoe gaat het ermee? KADIN 1: Merhaba? Merhaba? TELSİZ MEMURU: Acil durumunuz nedir? KADIN 1: Arkadaşımızı bulamıyoruz... Tüm gün ondan haber alamadık; telefonunu da açmıyor.
TELSİZ MEMURU: Ne kadar zamandır kayıp? KADIN 1: Hayır, o kayıp değil ama kapısı kilitli ve... (arkaplan sesleri) KADIN 2: Ona... kandan bahset.
KADIN 1: (boğuk sesler)... sen çeneni kapasana! (daha yüksek sesle) Bize göre... görünüşe göre yerde kan var. Birilerini gönderebilir misiniz?
TELSİZ MEMURU: Devriye gezen memurlardan birini size yönlendireceğim. Adresiniz nedir?
KADIN 1: Paradise Sahili’ndeki evlerden birindeyiz. (boğuk sesler) AK, adres ne? (arkaplan sesleri)
ERKEK: (anlaşılamayan konuşma) TELSİZ MEMURU: Hanımefendi? Orada mısınız? KADIN 1: Max balkonunun camının kırıldığını söylüyor... Arkadan girmeye çalışacakmış. (boğuk sesler) Chels, onu yeniden aramayı dene.
KADIN 2: Açmıyor. ERKEK: Bekle, duyuyorum... Sen de...? (anlaşılamayan konuşma)
TELSİZ MEMURU: Hanımefendi, bana nerede olduğunuzu söyleyin.
KADIN 1: Max oraya tırmanıyor. (boğuk sesler) Max? Orada mı?
9
(duraksama)
KADIN 2: (ağlama sesleri) Bundan hiç hoşlanmadım. Telefonunu öylece bırakmazdı. Onun nasıl olduğunu bilir... (çığlık)
KADIN 1: Aman Tanrım, o Max mi? Neler oluyor? Max, o orada mı?
ERKEK: Max, kapıyı aç! Max! (hareket sesleri) (çığlıklar)
KADIN 2: Aman Tanrım! KADIN 1: Elise! Hayır, hayır... (daha çok çığlık)
TELSİZ MEMURU: Hanımefendi, bana gördüğünüzü anlatın.
KADIN 1: Anlatamam... (hıçkırma sesleri) Kan. Her yerde kan var!
TELSİZ MEMURU: Yaralı olan kim? Siz iyi misiniz? ERKEK 2: Nefes almıyor! KADIN 1: (anlaşılamayan konuşma) Yapamam... O... KADIN 2: Ona yardım edin! ERKEK: Tate, onları dışarı çıkarsana! (boğuşma sesleri)
KADIN 2: Hayır! Bırak beni! (duraksama)
TELSİZ MEMURU: Hanımefendi? Orada mısınız? Hanımefendi?
KADIN 1: (hıçkırma sesleri) Öldü. Bıçak var ve... Ah Tanrım, ben yapamam... Öldü!
10
BOSTON GLOBE Yetkililerin de teyit ettiği üzere, Aruba’da genç bir kız ölü bulundu. Henüz ismi açıklanmayan kız, arkadaşlarıyla birlikte Oranjestad’ın tatil kasabasına bir haftalık tatil için gelmişti. Kurbanın cep telefonuna cevap vermemesi üzerine arkadaşları salı gecesi polisle irtibata geçti. Dedektifler cesedi, gençlerden birinin babasına ait olan lüks sahil evinde buldu. Yerel polis olayla ilgili bir açıklamada bulunmazken sorgu hâkimi Klaus Dekker, muhabirimize ölümün şüpheli olduğu ve bir cinayet soruşturmasının başlatıldığı bilgisini verdi.
11
ÖNCESİ
“Shotlar! Shotlar! Shotlar!” Ellerimizi yapış yapış olmuş ahşap masaya vururken hep beraber bağırıyorduk. Rastalı garson bardaklara yeniden parlak, neon mavi renkte bir içki doldurmaya başlamıştı. Adadaki ilk gecemizdi ve müzik, neredeyse düşünmemi engelleyecek kadar yüksek sesteydi; tüm sahil kulübünü sallayan, bardakları titreten ve kanın göğsümde gümbür gümbür atmasına neden olan Avrupalı bir dans-pop şarkısı çalıyordu. “Aruba, kaltaklar!” Elise shot bardağını havaya kaldırdı; ışıklar bardağını delip geçiyor, saçlarında altın rengi yansımalar yapıyordu. “Yaz tatili!” diye bağırdı grup hep bir ağızdan; içkiyi kafama dikerken acı-tatlı tadı ve o tanıdık yanmanın boğazımdan aşağı süzülmesi ürpermeme neden oldu. Melanie öğürerek yüzünü buruşturdu; Max ve AK havayı yumruklayarak uludu. Elise ise yeni bir shot almak için uzanmıştı bile; bu seferki yanında tuz ve misket limonu olan sek tekilaydı. 12
Tate, “Sakin olun kızlar,” dedi Elise’e doğru gülerek, bir kolunu benim omzuma atmıştı. Elise onu takmadı bile, bana doğru dönüp muzip bir sırıtmayla, “Şu bardakların dibini görelim bebeğim,” dedi. Sırıtarak elindeki tuzu silkelemek yerine benim boynuma döktü ve içkiyi içmeden önce eğilip tuzu köprücük kemiğim boyunca yaladı. Dokunuşu ürpermeme neden oldu ve onu şakacı bir havayla kendimden uzaklaştırdım. “Sarhoşsun.” “Ve senin de biraz gevşemen lazım!” Elise arkaya doğru yalpalarken sarı saçları omuzlarından geriye doğru uçuştu. “Tatile geldik. Parti zamanı!” Mel’i ve Chelsea’yi yakaladı ve beraber dans pistine doğru gitmeye başladılar; kalçaları gümbürdeyen basların etkisiyle sallanmaya başlamıştı bile. Dans etmeye ve kıvırtmaya başladılar, terli vücutların oluşturduğu kalabalığın arasında kayboldular. Grubun geri kalanına bakınmaya başladım. Chelsea’nın ikiz kardeşi Max ve AK, çoktan erkek erkeğe takılmak için bara gitmişti; İsveçli görünümlü iki sarışın kızla şanslarını deniyorlardı. Ya kızları daha iyi duyabilmek ya da dekoltelerini kesebilmek için Max’in sarı saçları ve AK’in siyah bukleleri öne doğru düşmüştü. Hangisini yapmaya çalıştıklarını tahmin etmeye bile çalışmayacaktım. Lamar oturma kabininin diğer tarafında iyice yayılmış oturuyordu; ışıklar koyu tenine mavinin değişik tonlarında vuruyordu. O da, dans pistinden gelip onu da dans etmesi için ikna etmeye çalışan Chelsea gibi şişesinin etiketini soyuyordu. Chelsea ayağa kalktı ve tepeden ona tıpkı bir kucak dansçısı gibi sırıtmaya başladı. Sonunda Lamar onu kalçasından yakaladı ve dans pistine doğru yöneldiler; Lamar’ın bir eli sahiplenici bir tavırla Chelsea’nin omzundaydı. Bense Tate’le birlikte yalnız bırakılmıştım. Daha da yaklaşıp onu öpmeye başladım ama omuzlarında bir gerginlik vardı. “Sorun ne?” 13
“Hiç.” Omuzlarını silkti. “Sanırım hâlâ finaller yüzünden stresliyim. Herkes Yale’in bana geri dönüş yapması için gereken zamanın...” “Sana geri dönüş yapacaklar,” dedim ona sakince. Uzanıp karmakarışık olmuş sarı saçlarını gözlerinden geriye attım. Elimi çekmedim ve yanağını hafifçe okşamaya başladım. “Seni kabul etmek zorundalar,” dedim sırıtarak. “Sen seçilmiş olansın. Yani sen bile kabul edilmeyeceksen biz ne yapalım? Ben Boston Devlet Üniversitesi’nde yerleri silerim artık.” Bir kahkaha attım ama Tate’in kafası hâlâ başka yerde gibiydi. “Sorun çıkmayacak,” diyerek onu rahatlatmaya çalıştım yeniden. “Sorun çıkacaksa bile şu an yapabileceğin hiçbir şey yok. En azından eğlenmeyi deneyebilirsin.” Tate içini çekip nihayet gülümsedi. “Haklısın. Özür dilerim.” Uzanıp alnıma bir öpücük kondurdu. “Sanırım şu stresi üstümden atmam gerek.” “Şu şansa bak ki onun için en doğru yerdeyiz.” Parmaklarımı onunkilerle birleştirdim. “Koca bir hafta, aile yok, kurallar yok...” Onu öpmek için uzandım ve bu sefer gergin değildi; sadece aramızdaki o tanıdık sıcaklık vardı ve Tate’in elleri tişörtümün eteğine uzandı ve... Aniden arkadan boynuma sarılan kollar beni geri çekti. Elise. Daha da sıkı sarılıp yanağımı öptü. “Neden hâlâ oturuyorsunuz?” Beni çekip ayağa kaldırdı. “Gelin! Dans edin!” Diğer eliyle de Tate’i çekti; bizi kalabalığın derinliklerine doğru iterken Tate’le birbirimize baktık. Şimdi çalan müzik, açık saçık sözleri olan bir hiphop şarkısıydı ve çok geçmeden etrafım tenle, terle, sıcaklıkla ve yavaş bir tempoyla atan kalabalıkla çevrelendi. Kendine has figürleriyle dans eden Elise beni hâlâ sıkı sıkı tutuyordu ve kısa süre sonra ben de onun gibi kendimi müziğe kaptırdım. Her partide, her dans pistinde, her kaçak depoda durum aynıydı: O ilk geldiğimdeki tuhaf ânı atlattıktan ve Elise moda girmem için 14
beni sürükledikten, beni kendimden uzaklaştırdıktan sonra hiçbir şeyin önemi kalmıyordu. Artık Anna olmuyordum, ben olmuyordum; şarkılar birbirine karışırken, önemli olan tek şey tempo ve bedenler ve de gümbürdeyen baslara dönüşürken çok daha fazlası oluyordum. Nefes nefese kendimi bıraktım, vücudumun kıvrılmasına, sallanmasına ve müziğin içime girmesine izin verdim. Tate beni iyice kendine doğru çekti ve şimdi üçümüzdük. Ben ve Elise ona yaslanmış dans ediyor, etrafında dönüyorduk. Yeşil flaşör ışıklar karanlığı delip geçiyordu. Aramızda kalan Tate gülüyordu ve eli, ona gülümseyerek bakan Elise’in kalçasında duruyordu. Işıklar yüzünün o güzel kıvrımlarını aydınlatıyordu ve birden bire göğsümde bir acıyla onu arzuladım. Benim. Elini Elise’in üzerinden çektim ve hiçbir şey demeden onu dans pistinin kenarına sürükledim. Sırtım sağlam bir yüzeyle, elleri kalçalarımla ve dudakları da dudaklarımla buluştu. Beni sertçe duvara bastırıp öpmek için eğildi. Kollarımı boynuna dolayıp onu daha da kendime çektim ve ağızlarımız açlıkla birbirimizin dilinde, teninde ve omuzlarında gezinirken onu sıkıca tuttum. Keşke sonsuza kadar böyle kalabilseydik: sarhoşluk ile ayıklık, et ile kan arasındaki ince çizgide ve özgür. Ardından müzik yeniden değişti; şimdi daha canlı ve neşeli bir şarkı çalıyordu ve biz de dans pistine geri döndük. Elise beni tutup çekiştirmeye başlayana kadar ne kadar dans ettik bilmiyordum. “Tuvalet molası!” diye bağırıp DJ kabinin yanındaki yerlerinden Chelsea ve Mel’i topladı. Tüm kızlar küçücük tuvalete doluştuk; dudak parlatıcılarını, rimelleri tezgâhın üzerine saçıp çatlamış aynanın önüne geçtik. “O halde kim çıplak yüzmeye var?” Elise zıplayıp lavabonun yanına oturdu ve bacaklarını sallamaya başladı. Muzır bir gülümsemeyle bana bakıyordu. “Ne dersin, Walden Pond’da yaptığımız gibi?” Güldüm. “Yaa evet, neredeyse hipotermiden ölüyorduk.” 15
Elise umursamaz bir havayla omuzlarını silkti. “O zaman Karayipler’de olmamız isabet olmuş.” “Ciddi değilsin, değil mi?” dedi Mel, küt kesilmiş kaküllerinin ardından gözlerini kırpıştırırken. “Dışarısı zifiri karanlık, boğulursun.” “Belki gelip beni kurtaracak yakışıklı bir Aruba cankurtaranı bulurum.” Elise dikkatle dudaklarını büzdü ve pembe rujundan bir kat daha sürdü. “Ya da seni küçük parçalara bölüp köpekbalıklarına atacak biri.” diye mırıldandı Mel. Giysin diye ısrar ettiğimiz eteğinin ucunu tutmuş aşağı çekmeye, çıplak baldırlarını biraz olsun örtmeye çalışıyordu. Onun böyle mızmızlanması sinirimi bozuyordu. Her zamanki Mel’di bu, herkes eğleniyor olsa da sürekli koruyucu bir tavır takınırdı. Her notu A olan geleceğin tıp öğrencisi, her şeyin sıkı bir plana göre işlemesini isterdi. Kendi planına. “Rahatlasana biraz,” deyip iç çektim. “Oda meselesine bozuk değilsin hâlâ, değil mi?” “Orası oda falan değil,” diye şikâyet etti Mel. “Daha ziyade kapanabilen yatağı olan bir tuvalet orası.” “AK ve kardeşimle aynı odayı paylaşabilirdin.” diye seslendi Chelsea tuvalet bölmesinden. Sifon çekildi ve uzun saçlarını parmaklarıyla tarayarak bölmeden çıktı. Aynadaki aksine doğru düzgün bakmamıştı bile, makyajsız yüzünde sadece çilleri belirgindi. Zaten aynaya bakmasına da gerek yoktu çünkü Chelsea’de o doğal, kumsal güzelliği denen şey vardı. Boston’ın soğuk kışlarında bile sanki az önce güneşin altında sörf yapmış gibi görünmeyi başarırdı. “Gerçi,” diye ekledi bir sırıtmayla, “o zaman şu erkeklerin donlarını sağa sola sokma meselesiyle karşı karşıya kalırdın.” “Onların sokmaya çalıştıkları tek şey o değil,” diye yapıştırdım. Elise kahkaha atıp bir beşlik çaktı. “Belki de izlemene izin verirler,” diye ekledi Mel. “Bir şeyler öğrenebilirsin.” 16
“La, la, la!” diye karşı çıktı Chelsea. “Kural neydi?” “Kardeşin ve seks hayatı hakkında konuşulmayacak.” diyerek içini çekti Elise. “Ya da seks hayatının olmamasından konuşulmayacak,” dedim sırıtarak ama Mel hâlâ somurtuyordu. Elise’e döndü. “Neden senin odanı paylaşamadığımızı anlamıyorum.” “Çünkü benim eğlenmek gibi bir planım var.” dedi Elise. “Belki de şu VIP kabinindeki koyu renk saçlı çocukla.” “Burada VIP kabini mi var?” diyerek güldü Chelsea, bir yandan su püskürten musluğun altında ellerini yıkamaya çalışıyordu. Bilekleri örgü bilezikler ve egzotik boncuklarla doluydu; bazıları kopmaya yüz tutmuştu. “Doğru düzgün akan suları bile yok.” Elise bir kat daha ruj sürdü. “Tatlı bir çocuk. Size diyorum bakın. Sanırım görmesi için onu eve getireceğim. Benim yatak odamın manzarasıyla...” deyip göz kırptı. “Elise!” diye isyan etti Mel, tam da ondan beklenildiği gibi, “Onu doğru düzgün tanımıyorsun bile. Tecavüzcü olabilir, katil ya da...” “Keyfimizi kaçırmasana,” diye araya girdim. Elise, “Bir içki içmen lazım senin,” diyerek bana katıldı. Zıplayıp ayağa kalktı ve kolunu Mel’inkine soktu; ilerlerken başını çevirip bana usanmış bir ifadeyle baktı. “İki içki hatta. Bir de şöyle buranın yerlisi, seksi birini bulalım sana.” “Ben..” “İlgilenmiyorsun, biliyoruz.” Elise onu tutup kulübe doğru yönlendirdi. Hep bir ağızdan bağırdık. “Sen öyle bir kız değilsin.” Melanie suratını astı. “Sanki bu kötü bir şeymiş gibi söylüyorsunuz.” Elise gözlerini devirip, “Hayır, sıkıcı bir şeymiş gibi söylüyoruz.” Dans pistine döndüğümüzde Elise gecenin avını işaret etti. 17
Yirmili yaşlarının başlarında gibi görünen çocuk birkaç arkadaşıyla köşede takılıyordu; sıkılmış ve umursamaz tavırları zengin çocuk diye bağırıyordu resmen. “Şirin, değil mi?” diyerek bana sırıttı ve çocukların olduğu tarafa işveli bir bakış attı; beni kendine doğru çekip başını omzuma koydu. Bir kahkaha attım. “Ben belayım yazıyor alnında resmen.” Kahkahama karşılık verip, “Tam da istediğim gibi,” dedi. Ardından kaybolmuştu bile, kalabalığı yararak çocukların olduğu tarafa gidiyordu. Onun ilerleyişini izledim. Dakikalar sonra grupla birlikte konuşuyor, kahkahalar atıyordu ve hedef çocuktan istediği ilgiyi görmüştü. Tate tekrar yanıma geldi. “Elise nerede?” dedi avaz avaz kendini duyurmaya çalışırken. Belirsiz bir şekilde omuzlarımı salladıysam da tam karşıya baktı ve onu, bacak bacak üstüne atmış, grupla birlikte otururken ve olası kurbanına bir şeyler anlatırken gördü. Saçları ışıklar altında mor ve kırmızı renklerde parlıyordu; eteğinin altındaki bacakları uzun ve bronz görünüyordu. Gülümseyerek onu iş üstünde izledim. Gerçekten harikaydı; hiçbir erkeğin ona karşı koyabileceğini sanmıyordum. “Bundan hoşlanmadım. Birlikte takılmalıyız,” dedi Tate kaşlarını çatarak. “Rahatlasana!” Kollarımı sıkıca ona sarıp dudaklarını dudaklarıma çektim. “Elise koca bir kız. Kendi başının çaresine bakabilir.”
18
DURUŞMA
“Ben yapmadım!” Ayağa fırladım; kelimeler, avukat odaya girdiği anda dudaklarım arasından fırlamış gibiydi. “Ben yapmadım,” dedim yeniden. Ellerimi, kendimi boğulmaktan kurtarabilirmişim gibi birbirine kenetlemiştim. “Tüm bunlar büyük bir hata.” Daha kelimeler ağzımdan çıkarken kulağa ne kadar klişe geldiğinin farkındaydım. Sanki küçükken annemle birlikte izlediğim ikinci sınıf dizilerden birinde kapana kısılmış gibiydim. Paniğimi bastırmaya, sakin ve aklı başında görünmeye çalıştım. “Bana inanıyorsunuz, değil mi? Doğruyu onlara göstermeniz gerek.” Oldukça belli olan bir gıdısı ve açık bir alnı olan avukatın ismi Ellingham’dı; Tate’in babasının New York’tan gönderdiği uluslararası bir hukuk danışmanıydı. Gardiyan kapıyı dışarıdan kapatana ve bizi küçük odada yalnız bırakana kadar ağzını açmadı. Ardından evrak çantasını yere sabitlenmiş olan masanın üstüne koydu ve nihayet bana baktı. 19
“Aslında bunun bir önemi yok, bugün değil.” Şaşkınlıkla ona bakakaldım. “Tabii ki önemi var! Söylediklerine göre... Söyledikleri şey...” Sesim yavaşça azaldı. “Bugünkü basit bir kefalet duruşması,” diye açıkladı ve çantasının kilidini açtı. Çanta deriydi ve pahalı olduğu belliydi. Onunla ilgili her şey pahalı gibi görünüyordu. Tertemiz gömleği, tasarımcı elinden çıkma takım elbisesi, önündeki kâğıtların üst satırlarını imzalamak için kullandığı fiyakalı dolmakalem. Hapishanede zorla kaşındıran bir kanvas tulum giydirmişlerdi bana ama babam duruşma için temiz kıyafetler getirmişti. Hayatımda, beyaz bir tişört giydiğim için hiç bu kadar mutlu olmamıştım; tenime değen yumuşak pamuklu kumaştaki koku, eski deterjanımızın kokusuna benziyordu. Evimizin kokusuna. “Bu duruşma senin davanı görmek için yapılmıyor,” diye uyardı beni Ellingham. “Oraya girip oturacaksın, ismini belirteceksin ve savunmanı yapacaksın. Şurayı imzala.” Kalemini bana uzattı. Bileklerimdeki kelepçelerden dolayı tuhaf hissederek imzaladım. “Bunları çıkarmalarını sağlayabilir misin?” diye sordum umutla. Bileklerimde kırmızı lekeler ve morluklar vardı ama yine de şanslıydım: İlk duruşmada ayaklarımda da prangalar vardı ve mahkeme salonuna sendeleyerek girerken, topuklu ayakkabılarıyla yürümeye çalışan sarhoş bir üniversite birinci sınıf öğrencisi gibi hissedip utanmıştım. Başını salladı. “Şimdi değil ama yargıç seni kefaletle bıraktığı anda serbestsin zaten.” “O zaman eve gidebiliriz.” Bir ağlama krizinin çok yakınlarda olduğunun farkındaydım ve elimden geldiğince bastırmaya çalıştım. Mahkeme salonunda zırlayıp duran kız olamazdım, bunun farkındaydım. Güçlü olmak zorundaydım. “Adayı terk edemezsin.” Ellingham bunu zaten biliyor ol20
malıymışım gibi baktı bana. “Kefaletle serbest bırakılmanın şartlarından biri bu. Duruşmaya kadar burada kalmalısın.” Hevesle başımı salladım. Hapishaneden çıksam yeterdi. Tutuklamadan beri herkesten ve her şeyden izole edilmiştim; beş gündür hiç de dost canlısı olmayan gardiyanlardan ve diğer mahkûmların uzaktan attığı bakışlardan başka hiçbir şey görmemiştim. Uyumak için fazlasıyla sıcaktı ve ben her geceyi, üstüne yünlü battaniye serilmiş olan yatağımda büzüşerek, tavandaki çatlakları sayarak ve uyanıp tüm bunların bir rüya olduğunu görmeyi bekleyerek geçirmiştim. Ama rüya değildi. Gardiyan kapıya vurdu ve içeri girdi; bize gitmemiz gerektiğini bildiren bir bakış attı. “Tate iyi mi?” diye sordum, Ellingham’ı penceresiz koridorda takip ederken. Gardiyan dikkatle her adımımı izliyordu, sanki biraz sonra kaçmaya çalışacakmışım gibi. “O da orada olacak mı?” “İkinizin davası birlikte görülecek.” Telefonuyla ilgilenmeye dönmüştü, benimle işi bitmişti bile. “Oradan çıkana kadar onunla ya da başka biriyle konuşma. Sadece ismin ve savunman.” Yeniden başımı salladım. Avukata iletmesi için birkaç kez bir şeyler söylemiştim: aşk sözcükleri ya da ufak espriler. Ama o Tate’den gelen bir şey iletmemişti. Bu yüzden ben de artık uğraşmayı bırakmıştım. Uyanık olduğum zamanlarda onunla mesajlaşmaya o kadar alışmıştım ki bazen mesaj sesini duyar gibi oluyordum; yerimden hafifçe sıçramama neden olan ve etrafta telefonumu aramama sebep olan o hafif vızıltı. Ama tabii ki öyle bir ses yoktu, Tate arayabiliyor olsaydı bile. O da benim gibi hapishanedeydi; bu kocaman yerleşimin başka bir kanadındaydı. Yedi gün. Beş aydır birbirimizden ayrı geçirdiğimiz en uzun süreydi bu. Aynı zamanda Elise’den ayrı geçirdiğim en uzun zamandı ama şimdi bunu düşünemezdim. *
*
21
*
Beni, üzerinde hiçbir şey yazmayan siyah bir kamyonetle naklettiler; iki yanımda, sanki hâlâ kaçmayı planlıyormuşum gibi iki gardiyan oturuyordu. Gülmek ve onlara bırakın polis gözetiminden kaçmak, beden eğitimi derslerinde kros koşularını bile doğru düzgün beceremediğimi söylemek istiyordum. Ayrıca nereye gidecektim ki? Ada iki yüz kilometre kareydi en fazla ve her tarafı plajlarla, yüksek katlı otellerle doluydu; fast food zincirlerinin ya da plaj barlarının işgal etmediği geri kalan her yer ise kaktüslerle sarıp sarmalanmıştı. Burası için tüm turizm websiteleri, Cennetten bir köşe, diyordu. Ellingham, kiralık lüks sedan arabasıyla bizden ayrı yol alıyordu. Kamyonetin önünde arabayı sürmekte olan sürücü, yerel bir Aruba radyo istasyonu dinliyordu; DJ, Amerikan pop ve rap şarkıları arasında Hollandaca bir şeyler söyleyip duruyordu. Adaya ilk geldiğimiz geceyi hatırlıyordum; Elise, Melanie, Chelsea ve ben, kulüpte dans ediyorduk. Cep telefonlarımızla fotoğraflar çekmiş ve hiç vakit kaybetmeden “En Süper Yaz Tatili” başlığıyla tüm sosyal medya hesaplarımızda paylaşmıştık. Birbirimizi etiketlemiş, fotoğrafların altına yorum yapmış ve tekrar tekrar paylaşmıştık; sadece geride bıraktığımız herkesin, ne kadar güzel vakit geçirdiğimizi görmesini istiyorduk. Davetli olmadıklarını bilmelerini istiyorduk. Gazetecilerin o fotoğrafları bulması ne kadar sürer, diye merak ettim bir anlığına. Belki de çoktan bulmuşlar ve bir gazetenin ilk sayfasına basmışlardı bile. Tam da “Bu Size Ders Olsun” türünde bir hikâyeyle birlikte.
“Tate!” Avukatın ne söylediğini biliyordum ama elimde değildi; gardiyan beni salona sokarken sanık masasında, başını öne eğmiş oturduğunu görmüştüm. “Tate!” Koridorda ona doğru koşmaya başladım. 22
“Hanımefendi!” Gardiyan beni yakalayıp durdurdu, “Koşmak yok. Beni prangaları takmak zorunda bırakmayın.” Durdum. “Hayır, lütfen. Özür dilerim, bir an düşünemedim.” Bir anlığına bana baktı, ardından kolumu tutan parmakları gevşedi ve bana, boş sandalyelerden birine geçmem için işaret etti. Sandalyeye yavaşça çöktüm, gözlerim hâlâ Tate’in üzerindeydi. Başını bile kaldırmamıştı, sadece orada durmuş yere bakıyordu. “Hey,” Fısıldamadan edemedim. “Sen iyi misin?” Avukat beni susturmaya çalıştı ama umurumda değildi. “Tate?” diye fısıldadım yeniden. “Bana bak.” Bana baktığında gözlerinde gördüğüm mağlup olmuş ifade, bileklerimdeki metal kelepçelerden ya da hapishanedeki ilk gecemde yanımdan geçen birinin kaburgama attığı yumruğun oluşturduğu morluktan daha çok acıtmıştı canımı. O güzelim mavi gözleri donuklaşmış ve ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu, her şeyiyle çökmüş ve içinde bir şeyler kırılmış görünüyordu. Altın çocuk Tate, geleceğin başkanı, Hillcrest Lisesi’nin kralı. Her zaman kendine güveni tam olan, ayrıcalıklarla ve başarıyla dolu dünyasında güvende olan, müdürün huysuz sekreterini bile bir gülümsemesiyle dize getiren Tate. Şimdi kaybolmuş bir çocuk gibi korkmuş ve yalnız görünen, sağ ayağı kontrolsüzce titreyen sevgilim, aşkım Tate. “Sana ne yaptılar?” diye sordum hemen, kendi uykusuz gecelerim aklımdan çıkmıştı. Gözleri yavaşça benden uzaklaştı ve yeniden yere bakmaya başladı. O sırada omzumda bir el hissettim ve arkama bakınca babamı gördüm. Bana dokunmak ister gibi öne uzandı ama bu kurallara aykırıydı ve avukat çabucak boğazını temizleyince elleri çaresizce kucağına düştü. “Her şey yoluna girecek,” dedi, neredeyse söylediğine inanmama neden olacak bir sesle. 23
Ama yüzü solgundu ve takım elbisesi, stresle baş etmeye çalışmakla geçen zamanların ardından üzerinde bol görünüyordu. Gülümsemek için kendini zorladı ve elini yeniden omzuma koydu. “Merak etme tatlım. Tüm bunlar çözülecek.” “Bay Chevalier.” Ellingham’ın ses tonu uyarır gibiydi. Babam çabucak elini omzumdan çekti. “Tabii ki, özür dilerim.” Yeniden zoraki ama iyimser bir şekilde bana gülümsedi; ben de ona aynı şekilde gülümsemek zorunda kaldım. “Teşekkürler baba,” diye mırıldandım o yerine geçerken. Tate’in ailesi de bizim arkamızdaki sırada oturuyordu. Yanlarında başkaları da vardı; fikir alış verişinde bulunurken başları öne eğilmişti; konuşurken evrak çantalarını, not defterlerini sallıyorlar ve endişeyle kaşlarını çatıyorlardı. Avukat, yerel danışman ya da asistanlardı belki de. Bay Dempsey, geldiğimiz yerde bir koruma fonu yönetiyordu, Bayan Dempsey ise Boston’ın sosyal faaliyetlerini yürütüyordu. Ne zaman onları görsem peşlerine takılmış bir sekreter ya da yardımcı bir asistan oluyordu. Şimdi ise bu kadar kalabalık olmaları içimi rahatlatmıştı. Bu işte yalnız değildim. Bu işi çözeceklerdi. “Saygıdeğer Yargıç von Koppel için ayağa kalkın.” Ellingham aramızdaki yerine geçti ve hepimiz yargıç içeriye girerken ayağa kalktık. Büyük bir mahkeme salonunda değildik; beyaza boyanmış bir binadaki sıradan bir konferans odasındaydık. Katlanan masa ve sandalyeleriyle, otellerde iş toplantıları için kullanılanlara benzer bir odaydı. Bir yanda bizim masamız, arkamızda ailelerimiz ve tanıdıklarımız oturuyorlardı; diğer tarafta ise polislerin oturduğu masa vardı. Yargıç önde duran masasının arkasındaki sandalyeye oturdu ve yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin ardından, hâlihazırda onu bekleyen kâğıtlara bir göz attı. Lacivert bir takım giymiş olan sarışın kadın kırklı yaşlarında olmalıydı. 24
“Kayıtlara işlenmesi için isimlerinizi ve savunmanızı belirtin,” dedi bize. Hareketli bir Hollanda aksanı vardı, neredeyse şarkı söylüyor gibiydi. Tate ve ben istediğini yaptık. Tate Dempsey. Anna Chevalier. Suçlu değil. Suçlu değil. Yargıç bir şeyler karaladı. “Müşterek sanıklar adına kefalet talebinde mi bulunuyorsunuz?” Ellingham ayağa fırladı. “Evet, sayın yargıç. Yaşları göz önüne alınarak ve ikinci derecede kanıtlarla gözaltında bulunduruldukları...” “İtiraz ediyorum!” Diğer masadan biri kalkmıştı. Ama Ellingham durmadı. “Bekleyen duruşmaları için sanıkların ailelerinin gözetiminde salıverilmelerini talep ediyoruz.” Yargıç bana ve Tate’e şüpheli bir bakış attı. Ben de gözlerimi kaçırmadan, sakladığım bir şey olmadığını kanıtlamak istercesine ona baktım. Ardından bakışlarını davacı masasına çevirdi. “Siz de itiraz ediyorsunuz, öyle mi?” “Evet, sayın yargıç.” Polis müfettişi, kısa ve canavar görünümlü bir adamdı; kel kafasından ışıklar yansıyordu. O bağırırken, ikna etmeye çalışırken ve ardından biraz daha bağırırken, benden düşünmesi bile korkunç olan bir suçun itirafını koparmaya çalışırken saatlerce o kel kafaya bakmıştım. O adamdan nefret ediyordum. “Suçun ciddiyeti ve sanıkların yabancı ülke vatandaşları olduğu göz önünde bulundurularak, gözaltında tutulmalarını ve kaçma riskinin önlenmesini talep ediyoruz. Bu insanlar kamu için büyük bir risktir.” Dönüp bana baktı ve ben de, bir kez daha kılımı bile kıpırdatmadan gözlerinin içine baktım. “Bu endişelere karşılık söyleyebileceğiniz bir şey var mı?” diye sordu yargıç, Ellingham’a. Arkamızda oturanlardan biri öne eğildi ve bir an için Ellingham’la birlikte alçak sesle bir şeyler konuştular. Ardından Ellingham geri çekildi. “Yanınıza gelebilir miyim?” 25
Yargıç başıyla onayladı; Ellingham ve polis müfettişi onun masasına gittiler. “Hey,” diye fısıldadım yeniden, dikkatler dağılmıştı ve bu fırsatı Tate’le konuşmak için kullanabilirdim. Koluna hafifçe dokundum ve o sıçrayıverdi. “Tay, sen iyi misin?” Başını kaldırdı ve yutkundu. “İyi olacağım,” dedi yumuşak bir sesle, gözleri benim üzerimdeydi. “Buradan çıkar çıkmaz.” Babamın da söylediği gibi, “Her şey yoluna girecek,” dedim. Başıyla onayladı. “Güçlü olmalı ve birbirimize sahip çıkmalıyız.” Yüzünde küçük bir gülümseme görünce içimdeki panik duygusu biraz olsun yatıştı. İyi olacaktık. Olmak zorundaydık. Ellingham’ın konuşması bitince aramızdaki yerine geri döndü. Yargıç birkaç kâğıdı inceledi. “Dempsey Ailesi’nin adada bir ev kiraladığını ve duruşma gününe kadar oğullarıyla birlikte burada kalacakları bilgisini aldım. Bu şartlar altında Bay Dempsey’nin kefaletini beş milyon dolar olarak belirliyor ve onu ailesinin gözetiminde serbest bırakıyorum.” Tate büyük bir rahatlamayla kendini bıraktı ve arkada oturan annesi ağlamaya başladı. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Şükürler olsun. “Ancak, Bayan Chevalier için olan endişelerim devam ediyor.” Yargıç bana baktı, gözlerinde buz gibi bir bakış vardı. “Ailesi bana herhangi bir garanti veremiyor, bu yüzden müfettiş ile aynı fikirdeyim. Kaçması muhtemel ve vahşi bir suç için yüksek bir cezayla yargılanıyor. Bu sebeple, Elise Warren’ın cinayet davası için Aruba Islah Merkezi’nde gözaltında tutulmasına karar verilmiştir. Duruşma ertelenmiştir.” Tokmağını vurdu. Anlamıyordum. Gardiyan beni ayağa kaldırırken Tate ailesi tarafından kucaklanıyordu. Ben şaşkın bir halde sürüklenirken dönüp bir 26
kez bile bana bakmadı. Gözlerini dikmiş bana bakan babamın yüzü ise çökmüş ve ağzı bir karış açık kalmıştı. Ona seslenmek için ağzımı açtım ama hiçbir ses çıkaramadım.
27