Yıldızlara Sarılı Kraliçe - Ön Okuma

Page 1


Yıldızlara Sarılı Kraliçe Özgün Adı | The Star-Touched Queen Roshani Chockshi Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Su Akaydın Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz 1. Baskı, Nisan 2017, İstanbul ISBN: 978-605-9585-40-8 Türkçe Çeviri © Boran Evren, 2016 © Yabancı Yayınları, 2017 © Roshani Chockshi, 2016 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eserin yayın hakları Onk Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.

YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652


Çeviren

Boran Evren


.


SÖZLÜK

Apsara: Dansıyla bilinen ve su ile bulutlarla özdeşleştirilen kutsal bir peri. Bhuts: Ölen birinin cenaze töreninin yanlış yapılmasından yaratılan, huzursuz bir hayalet.

Gandharvas: Genellikle, tanrıların huzurunda kutsal müzisyenler olarak resmedilen erkek doğa cinleri.

Pishacha: Ölülerin yakıldığı yerlere musallat olmalarıyla bilinen, et yiyen iblisler. Raca: Hint padişahının rütbesine verilen ad.

Raksha: Şeytani bir varlıktır fakat her zaman kötü niyetli hareket etmez. Soma: Tanrılara ölümsüzlüklerini veren altın nektar.

Swayamvara: Hintli kadınların bir listeden veya evlenmeye talip erkeklerden, gelecek eşlerini seçtikleri eski bir gelenek. Yakshini: Dünyanın hazinelerini koruyan ve genellikle perilerle özdeşleştirilen dişi mitolojik varlıklar.


.


KISIM BÄ°R

K AY I P P R E N S E S


.


·» 1 «·

KINLARINDA DUDAKLAR

B

harata’da gökyüzüne bakmak bir sırrı paylaşmak gibiydi. Mahrem bir şey yapıyormuşum gibi geliyordu, sanki yüzlerce dünyanın peçesinin ardına bakmışım gibi. Başımı kaldırdığımda –bir an için de olsa– gökyüzünün diğer herkesten sakladıklarını hayal edebiliyordum. Rüzgârların nerede gümüş dudaklarla esneyip kıvrılarak uykuya yattıklarını görebiliyordum. Ayın kendisini katlayıp hilallere ve yarım gülümsemelere dönüştürdüğünü görebiliyordum. Başımı kaldırdığımda gökyüzü kadar engin bir varoluşu hayal edebiliyordum. Tıpkı onun kadar sonsuz. Tıpkı onun kadar bilinmez. Fakat bugün hayallere dalacak zamanım yoktu. Görevim bakışlarımı ağır ağır hareme doğru ilerleyen cenaze ateşine sabitlemişti. Öksürüğümü bastırmaya çalıştım. Yoğun ve yanan kadife çiçeklerinin kokusuyla aşırı tatlılaşan kömürleşmiş tütsü dumanı ciğerlerimi doldurdu. Ateşin yanında ağıtçılar ağlayıp dövünüyor, saçlarını yolup yüzlerine kül sürüyordular. Etkileyici bir gösteriydi ama bıkkın bakan gözleri onları ele veriyordu. Şüphesiz parayla tutulmuştular. Babamın maiyetinde gerçek kederin yeri yoktu. 9


Fildişi bir paravan, haremi cenaze geçidinden ayırıyordu ama onu paravanın açıklıklarından birkaç defa görebildim. Beyaz şervani ceketini giymişti ve boynuna da çocuklarının doğum taşlarının dizili olduğu bir kolye takmıştı. Orada, boynunun kıvrımında, benim doğum taşlarım –bir avuç dolusu mat safir– hülyalı sabah ışığını yansıtıyordu. Babam başını solgun yüzlü bir nedimin kulağına eğmiş, alçak sesle bir şeyler söylüyordu. Ateşin ortasındaki ölü karısından bahsetmiyordu, büyük ihtimalle onun adını bile bilmiyordu; Padmavathi. Adı Padmavathi’ydi, yuvarlak bir yüzü vardı ve sabahları şarkı söyler, büyümekte olan karnına müşfik, gizli bir gülümsemeyle sevgisini dile getirirdi. Onun bir defa bile herhangi biri hakkında zalimce bir şey söylediğini duymamıştım. Benim hakkımda bile. Hayır, babam savaşı tartışıyordu. Savaşın devasa gölgesi, bazen gizlense de, bir an bile üstümüzden eksik olmuyordu. Her an oradaydı. Savaşı sadece birkaç olaydan biliyorum ama kasvetini her yerde görüyorum. Savaşı babamın yüzünde, çöken avurtlarında görüyorum. Savaşı nedimlerin her zaman kederle çatılmış kaşlarında görüyorum. Savaşı boş hazine sandıklarında, bezgin askerlerin içinde durup cenaze ateşlerine bekçilik ettikleri çadırlarda görüyorum. Sözlerini duyabilmek için öne eğilmemle birinin beni sertçe çekmesi bir oldu. Dhina Anne, “Çekil oradan,” diye tısladı. “Senin önde durman doğru değil.” Çenem kasıldı ama tek kelime etmeden geri çekildim. Babamın karılarına daha çok zehir vermeyi göze alamazdım. Dudaklarını ipekle kapamış olabilirler ama kelimeleri kınından çıkarılmış hançerler gibiler. Kraliyet hekimine göre Padmavathi doğum yaparken ölmüştü ama kimse ona inanmıyordu. Sarayın maiyetinin gözlerinde tek bir katil vardı... Ben.

10


Bharata’da kimse hayaletlere inanmazdı çünkü ölüler hemen yollarına devam ederlerdi. Hayatlar anında yeniden oluşturulur, ruhlar kılıflarından çıkarılıp bir kaplanın çizgili ihtişamına, sürme gözlü bir gopi’ye ya da kucağı mücevherlerle dolu bir Raca’ya doldurulurdu. Reankarnasyonun bir korkutma yöntemi mi yoksa umut dolu bir mesaj mı olduğuna hiçbir zaman karar verememişimdir. Bunu yap ki hamamböceği olarak dönmeyesin. Fakirlere sadaka verirsen bir sonraki hayatında zengin olacaksın. Her türlü iyiliği şüpheli hale getiriyordu. Yine de, ülkemde hayalet olmadığını bilmek rahatlatıcıydı. Canlı olduğum anlamına geliyordu. Diğer herkes için ben öleceği belli bir kızdım. Ama bir hayalet değildim. Yaşayıp ölmüş ve bu mekânı terk edip gidememiş birinin hayaletimsi izi değildim. Bu, hayatımı yaşamak için hâlâ bir şansım olduğu anlamına geliyordu. Cenaze geçidi bittiğinde güneş küçük adımlarla gökteki yolculuğuna daha yeni başlamıştı. Resmi beyanat biter bitmez ağıtçılar dağılmıştı ve Padvahmathi’nin naaşının başında nöbet tutan bir tek alevler kalmıştı. Bütün sarayda öğle çanı çaldığında kokular bile –duman, çiçek yaprakları, tuz ve yasemin– kaybolup gitmiş, rüzgâr tarafından kazınıp gölgesiz ölüler diyarına sürüklenmişti. Önümde, haremin salonları, bir yırtıcının gözleri kadar keskin bir ışıltıyla parlıyordu. Işık, küçük heykellerin kıvrımlı vücutlarına tutunuyor ve sakin havuzlardaki yansımaları sıyırıp geçiyordu. Uzaklarda, haremin büyük çifte kapısı esnermiş gibi bir rehavetle açılınca yumuşak öğlen sıcağı ağır ağır içeriye sızdı. Haremin sakinliğine asla güvenemezdim. Arkamda, haremdeki zevcelerin ve üvey kız kardeşlerimin kişisel odalarıyla yaşam alanları eriyip gölgelere karışmıştı. Bakıcılar, çocukları kraliyet yuvasında uykuya yatırmışlardı. Hocalar nişanlanmış prenseslerle müstakbel kocalarının ülkeleri ve şecereleri hakkında sıkıcı derslerine başlamışlardı.

11


Benim de bir randevum vardı. “Bu haftaki hocam”la. Zavallıcıklar. Uzun süre dayandıkları hiç olmuyordu ve gitmelerine benim mi yoksa onların mı karar vereceği tamamen kişisine bağlıydı. Öğrenmekten hoşlanmıyor değildim. Sadece bana öğrenmek istediklerimi öğretemiyorlardı. Benim gerçek çalışma mekânım erişemeyecekleri kadar yukarıdaydı. Kelimenin tam anlamıyla hem de. Dışarıda çanların gök gürlemesi gibi sesi, haremin duvarları boyunca süzüldü. Papağanlar kestirdikleri yerlerden kanatlarını çırpıp çığlık çığlığa fırlayarak dağıldılar. Sivri uçlu ayakkabılar, altın püsküller ve tedirgin seslerin o alışıldık hışırtısı alçak sesli bir mırıldanmaya dönüştü. Babamın bütün danışmanları duyurusunu dinlemek için taht odasına gidiyorlardı. Birkaç saniye sonra babam asi krallıklarla başa çıkmak için bulduğu çözümü duyuracaktı. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Babam hiçbir şeyi zamanında yapmasa da son derece yamandı. Saray hayatının saçma kurallarıyla zaman harcayacak değildi ve bu da taht odasına gitmek için kısıtlı bir vaktim olduğu anlamına geliyordu, üstelik daha son gönderdikleri hocayla uğraşmam gerekiyordu. Budalanın teki olması için dua ettim, hatta daha iyisi, batıl inançlı olması için. Babam bir defasında gerçek diplomasi dilinin kelimelerin arasındaki boşluklar olduğunu söylemişti. Politikanın anahtarının sessizlik olduğunu. Ben de sessizliğin aynı zamanda casusluğun anahtarı olduğunu öğrenmiştim. Gürültü yapabilecek her şeyi –altın bilezikler, sallanan küpeler– çıkarıp taştan oyma bir mina kuşunun arkasına sakladım. Haremin içinde yolunu bulmak bir bilmeceye adım atmak gibiydi. Nişlerindeki titrek gözlü, sırtlarını kıvırmış tanrı ve tanrıça heykelleri bir dansın unutulmuş hareketleriyle salonlara uzanıyorlardı. Işık, taze kan rengi çiçek desenli kristal tabaklardan kırılarak yansıyor ve titreşerek yanan diyaların dumanı, ay-

12


naların önünde yükselerek salonları sis ve çiçek yapraklarının bir karışımıyla dolduruyordu. Sivri köşelere dokundum. Taşın parmaklarımın altında verdiği histen, direnciyle bana kendi somutluğumu hatırlatan bir şeyler olmasından hoşlanıyordum. Son köşeyi dönerken harem zevcelerinin keskin kahkahası koridora taşıp kollarımı diken diken etti. Harem zevcelerinin alışkanlıkları hiç değişmezdi. Onlar hakkında hoşuma giden tek şey buydu. Bütün hayatım onların can sıkıntısının üstüne inşa edilmişti. Büyük ihtimalle istesem nabzım, dedikodu yapıp şüphelerini paylaştıkları saatlerle beraber atması için ayarlayabilirdim. Yanlarından koşup geçemeden bir isim beni olduğum yere mıhladı... kendi ismim. En azından duyduğumu düşündüm. Emin olamadım. Bir ayağımı diğerinin önüne koyup onları arkamda bırakmayı ne kadar istersem isteyeyim, yine de yapamadım. Nefesimi tutup geriye doğru bir adım attım ve kulağımı perdelere, elimden geldiği kadar yaklaştırdım. “Ne yazık,” dedi birisi, yıllar boyunca gül kokulu nargile içmenin verdiği buğulu sesiyle. Dhina Ana. Haremi demir bir yumrukla yönetiyordu. Raca’ya bir erkek evlat vermemiş olabilirdi ama asla solmayan bir özelliği vardı: Canlılık. Yedi gebelik, iki ölü doğum ve son üç yılda sekiz zevcenin canını alan terleme hastalığını sağ atlatmıştı. Sözü kanundu. “Nedir yazık olan?” Gülümsemesinin sahteliğini belli eden bir ses. Shastri Ana. Dhina Ana’dan sonra gelen ikinci önemli zevceydi. Genç zevcelerden biriydi ama kısa süre önce ikisi de oğlan ikizlere doğum yapmıştı. Dhina Ana’dan daha sinsiydi ama gerçek kötücüllüğün ihtirasından tamamen yoksundu. “Advithi’nin Padmavathi’yle aynı sonu paylaşmamış olması ne yazık.” Ellerimi yumruk yaparken tırnaklarımı avuçlarıma batırdım.

13


Advithi. Onu, anne diyebilecek kadar uzun süre tanımamıştım. Onun hakkında ismi ve diğer zevcelerle iyi geçinemediğine dair belli belirsiz bir söylenti dışında hiçbir şey bilmiyordum. Özellikle de Dhina Ana’yla. Bir zamanlar rakiplermiş. Ölümünden sonra bile Dhina Ana onu hiç affetmemiş. Bunun ötesinde zihnimde muğlak bir hayalden fazlası değildi. Bazen geceleri uyuyamadığımda onu hayal etmeye çalışırdım ama gözlerimin önüne hiçbir şey gelmezdi; ne saçının uzunluğunu görebilir ne de teninin kokusunu alabilirdim. O bir gizemdi ve bana bıraktığı yegâne şeyler bir gerdanlık bir de ismimdi. İçgüdüsel olarak parmaklarım son hediyesini buldu: İncilerle çevrelenmiş, yuvarlak kesimli bir safir. Dhina Ana hırıldadı ve konuşurken dişlerinin arasından üflediği dumanın kokusunu neredeyse alabiliyordum. “Genelde bir kadın çocuk doğururken öldüğünde çocuk da onunla birlikte gider.” Shastri Ana cıkcıklayıp onu azarladı. “Böyle şeyler söylemek iyi değildir hemşire.” Berrak bir ses, “Peki, neden iyi değilmiş?” diye araya girdi. Kim olduğunu çıkaramadım. Yeni gelmiş olmalıydı. “Bir çocuğun annesinden uzun yaşaması iyi bir şey olmalı. Padmavathi’nin oğlunun onunla beraber ölmüş olması çok yazık. Advithi kim ki...” Dhina Ana gök gürültüsü gibi bir sesle, “Kimdi,” diyerek onu düzeltince diğer zevce kekeleyerek sustu. “Raca’nın gözüne ilişen bir nedimeden başkası değildi. Mayavati onun kızı.” “O mu? Şu yıldız falı meşhur olan kız mı?” Başka bir zevce atlayarak muhabbete katıldı. “Padmavathi’yi onun öldürdüğü doğru mu?” Bharata hayaletlere inanmıyor olabilirdi ama yıldız falı tamamen farklı bir konuydu. Krallıkta insanların bütün hayatları hangi göksel eksene denk düştüklerine bakılarak yönlendiriliyordu. Fakat babam yıldız falına inanmıyormuş gibi

14


duruyordu. Kaderden şekillendirilebilir bir şeymiş gibi bahsediyordu, eğilip bükülebilir, herhangi bir bakış açısına göre yorumlanabilir ya da çözümlenebilir bir şeymiş gibi. Gerçi bu saray erkânının fikrini değiştirmiyordu. Yıldızlardaki anlamı gün ışığına çıkaran büyü ne olursa olsun, sonuçta yıldızların benim için öngördüğü, gölgelerle dolu ve paramparça bir hayattı ve zevceler bunu bana bir an bile unutturmuyordular. Bu yüzden yıldızlardan nefret ediyor ve gece göğüne lanet okuyordum. “Ha öldürmüş ha öldürmemiş,” dedi Dhina Ana önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi. “O kadar kötü bir kader ancak talihsizlik getirir.” “Doğru o halde, ha?” Tırnaklarımı avuçlarıma batırdım. Bu soruyu kendime kaç defa sormuştum? Kendimi bunun sadece harem zevcelerinin boş dedikodularından ve bir dizi talihsiz tesadüften ibaret olduğuna inandırmaya çalıştım ama bazen... o kadar emin olamıyordum. Shastri Ana, “Raca’nın ondan kurtulması lazım,” dedi. “Vebası başkasına da sıçramadan önce.” “Nasıl yapabilir ki?” diye burnundan soludu bir başkası. “Yıldız haritası öyle çıkmış biriyle kim evlenir ki? Gittiği her yere ölüm getiriyor.” Berrak sesi olan yeni zevce hevesinden tizleşen sesiyle, “Gölgesinin sabit olmadığını duydum,” dedi. Başka biri daha katıldı. “Bir hizmetçi bana yılanların ona itaat ettiğini söyledi.” Kendimi iterek duvardan uzaklaştım. Bütün bu söylentileri önceden duymuştum ve bir kez daha duymak istemiyordum. Sözcükleri, tenimin üstünde sürünen böcekler gibiydiler. Hakaretlerinden, kahkahalarından, gölgelerinden silkinip kurtulmak istiyordum. Ancak duman gibi yoğun kelimeler üstüme yapışıp damarlarımdaki kanı dışarı atarak kalbimi nefretle dolduruyorlardı. Uzaklarda ikinci gong çaldı. Ayaklarımı mermere vurarak

15


hızımı artırdım. Bahçelerden koşarak geçerken güneşin eğik ışınları tenime değdi ve aniden bir şeylerin yanlış olduğu duygusuna kapıldım. Sonrasında, ışık incir ağaçlarını deşerek geçip beni bir kaplan gibi çizgili yapana kadar ve bir yaprağın arşiv binalarına giden yola düşmüş gölgesini görene kadar ne olduğunu anlamadım. Gölgem. Gölgemi göremiyordum.

16


·» 2 «·

SESSİZLİK ÖĞRETİSİ

A

rşivler bal petekleri gibi bölmelere ayrılmışlardı ve ışık her birine yapışıp her cilt, resim, bilimsel çalışma ve şiiri, kaynayan tereyağından taze süzülmüş ghee’nin yumuşak altın rengine boyuyordu. Burayı sadece haftada bir ziyaret etmeye iznim vardı; kendisini kaçınılmaz biçimde korkutup kaçırmadan önce o haftaki hocamla buluşmak için. Arşiv odasından ne zaman çıksam kollarım parşömenle dolup taşıyor olurdu. Keşif hissini, bir şeyi yokluğunu keşfedene dek ne kadar çok istediğimi bilmemeyi seviyordum. Önceki hafta kendimi Bharata’nın halk hikâyelerinde kaybetmiştim. Yürürken bulutları yoğuran, çoktan yitip gitmiş kasırgaların biriktirdiği toz toprakla boğum boğum olmuş kadim bacaklarının her adımıyla yeri göğü inleten filler hakkında hikâyeler. Samimi gözleri ve yılankavi vücutlarıyla kıvrım kıvrım, her gülümsediklerinde yağ lekeleri kadar alacalı, kesilmemiş değerli taşlardan dişlerini sergileyen naga kadınları hakkında söylenceler. Bildiğimin altında, üstünde, yanında bir dünya hakkında efsaneler... Ağaçlarda yenebilen mücevherlerin yetiştiği ve teni koyu, kaderiyse kapkara bir kızın kimseye 17


tuhaf gelmeyeceği bir yerdi. Oranın gerçek olmasını o kadar çok istiyordum ki bazen Diğerdünya’yı görebildiğimi sanıyordum. Bazen, gözlerimi kapatıp ayak parmaklarımı yere bastırdığımda neredeyse başka bir ülkenin topraklarına battıklarını, göğün ikiye bölündüğü, yerinse kalpleri iyileştirebilen, kemikleri kaynatabilen, hayatları değiştirebilen bir büyüyle dopdolu bir rüyalar diyarı olduğunu hissedebiliyordum. Bu vedalaşmak istemediğim bir rüyaydı ama kendi başıma yaratabildiğim büyü ne kadarsa onunla idare etmek zorundaydım. Daha fazlasını okuyabilir, daha çok şey öğrenebilir, yeni rüyalar yaratabilirdim. Fakat işin en iyi kısmı o dilekleri kendime saklamak değildi. Öğrendiğim her şeyi üvey kız kardeşim Gauri’yle paylaşıyordum. Korkutup kaçıramadığım bir tek o vardı, kaçırmak istemediğim bir tek oydu. Gauri’yi düşünmek beni hep gülümsetiyordu. Ama o haftaki hocam gözüme iliştiği anda gülümsemem kayboldu. Krallığın tarihiyle ilgili bölümün iki sütununun arasında duruyordu. Arşiv odasının en sevdiğim yanı, içinde barındırdığı okunabilecek inanılmaz sayıdaki şeyin yanı sıra tavanıydı. Boştu, içinden sürünerek geçilecek kadar genişti ve babamın has odasına açıldığından benim için son derece kullanışlıydı. Hoca şans eseri hep saklandığım yerin tam altında duruyordu. En azından babamın duyurusu başlamamıştı. Saray erkânındakiler hâlâ kendi aralarında fısıldaşıyorlardı ve ağır adımlarının sesi kulağıma müzik gibi geliyordu. Ama o buluşmada neler konuşulduğunu duymak istiyorsam önce şu hocadan kurtulmalıydım. Hoca, “Dakiklik kadınlar söz konusu olduğunda bir meziyettir,” dedi. Dudağımı ısırıp irkilmemi durdurdum. Sesi yapış yapıştı. Sözcükler sanki bir urgana dönüşüp karanlıkta boynuna dolanacaklarmış gibi ağır ağır çıkıyorlardı ağzından. Bir adım geri-

18


lediğimdeyse bakışlarının sertleşip öfkeli bir ifade aldıklarını gördüm. İri kıyım ve uzundu. Yumuşak yanakları yokmuş kadar küçük bir çeneye ve kalın boynuna karışıp kayboluyordu. Parlak siyah gözleri yavaşça bütün vücudumu süzdü. Geçmişte hocalarımın hepsi birbirinin aynısı olmuşlardı: hafif tombul, hafif gergin. Her zaman batıl inançlı. Bu yeni hoca ise gözüme doğruca bakıyordu. İşte bu beklenmedik bir şeydi. Diğer hocalarımın hiçbiri doğruca gözlerime bakmamıştı. Bazı hocalarım arşiv odalarının karanlığına sığınıp titreyen elleriyle bir dizi notu bana uzatmışlardı. Tarih dersleri demişlerdi. Neden hep tarihle başlıyorlardı? Bana gerçekleşmemiş bir rüya gösterin. Bana artık değiştirilemeyecek yolları göstermeyin. Hoca boğazını temizledi. “Sana ne tarih, ne edebiyat ne de güzel konuşmayı öğretmeye niyetliyim. Sana sessizliği öğretmeyi hedefliyorum. Durağanlığı.” Bu defa yüzümü ekşittiğimi gizleme ihtiyacı bile duymadım. Bu defaki hocadan hoşlanmamıştım. Hocalar beni genelde kendi halime bırakırlardı. Hiç sesimi yükseltmem gerekmez, hiç suratımı asmama gerek olmazdı. Sözcüklere bile ihtiyacım olmazdı. Onları en çok korkutan şey bunlardan çok daha basit ve tatlıydı: Bir gülümseme. Gülümsediğim anda –gerçek bir gülümseme değil tabii ki, dişlerimi bir timsah gibi ağır ağır ortaya çıkarırken gözlerimde pratiğini çok yaptığım manik bir ışıltının belirmesi– hoca bi bahane uydurur, duvar boyunca yavaş adımlarla yan yan ilerler ve arşiv odalarından kaçardı. Kim, gölgeleri evcil hayvanıymış gibi gezdiren, yoktan yılan var eden ve kocası Ölüm’ün kendisini bu duvarların arasından kaçırmasını bekleyen bu kızın kendilerine gülümsemesini isterdi ki? Bunların hiçbirinin doğru olmamasını bir kenara koyalım. Gerçek büyü yapmaya en çok yaklaştığım ânın bir tepsi dolusu tatlıyı kimseye çaktırmadan yürüttüğüm zaman olmasını bir kenara koyalım. Gölgem her zaman kendisini düşüren

19


kişiden büyük olageldi. Ve bazen bunun faydaları da oluyordu. Ama bu hoca o kadar kolay boyun eğmeyecekti. Kulaklarımı zorlayıp başka nedimlerin ayak seslerini duymaya çalıştım ama etraf sessizdi. Toplantı her an başlayabilirdi ve ben de burada durmuş bana sessizliğin erdemini öğretmek isteyen bir aptalla kısılı kalmıştım. Ona sırıttım. ...ve o da bana sırıttı. “Yabancılara gülümsemek yakışıksız bir davranış Prenses.” Bana doğru bir adım attı. Gölgeler etrafına toplaşıp odadaki bal rengi ışığın önünü kestiler. Kokusunda yanlış bir şeyler vardı. Sanki başka birinin kokusunu ödünç almış gibi. Teni terle parlıyordu ve daha yakınıma geldiğinde gözlerinde kırmızı bir parıltı belirdi. Sanki göz çukurlarında için için yanan közler varmış gibiydi. Bir adım daha yaklaşıp, “Sana ders vermeme izin ver seni hoş şey,” dedi. “İnsanlar hep yanlış anlıyorlar, değil mi? Kapının önüne konan bir tas pirincin iblisleri uzak tutmaya yeteceğini düşünüyorlar. Yanlış. Senin bildiğin içi boş bir güç vaadinden ibaret. İzin ver sana güçsüzlük neymiş göstereyim.” Oda daha önce hiç bu kadar boş gelmemişti, sanki bir yankıyla çığlık arasında hapis kalmış gibiydim. Hiçbir şey duyamıyordum. Ne dallarının üstünde koşuşan papağanları ne de monoton bir sesle bu öğleden sonra yapılacak işlerin listesinin üstünden geçen saray noterini. Sessizlik bir siluetti, cismini çıkarabildiğim bir şey. Hocanın sözleri normal sesi aşan bir şekilde aklıma girip düşüncelerimi bulandırıyordu. “İzin ver sana iblislerle insanların âdetlerini öğreteyim.” Dizlerimin bağı çözüldü. Sesinde, susuzluğunu yıllardır dindirememiş ve az önce dışı gezegenler kadar kocaman, serin su damlalarıyla kaplı koca bir kadeh dolusu su görmüş birinin çaresizliği yankılanıyordu. Aniden üstüme çöken uykuyla

20


mücadele edip yukarıya baktığımda duvara düşmüş gölgesini gördüm; boynuzlu, kürklü göbeği yere doğru sarkmış, bir insan bir hayvan oluyor. Şeytan. Raksha. Aklımın bir köşesinde, gerçek olmadığını biliyordum. Gerçek olamazdı. Burası Baharata’nın sarayıydı, kemik çıkıntısı gibi bir şehir; sonradan hatırlanmış gibi iliştirilmiş. Buranın iblisleri faklıydı: saçları mücevher, kalpleri nefret dolu harem zevceleri, ağızları yalan dolu nedimler, beni sadece boynundaki renkli bir taş olarak tanıyan bir baba. Benim bildiğim canavarlar bunlardı. Benim dünyamda daha fazlasına yer yoktu. Üstüme çöken uyku kaybolup gitti. Silkinip kendime geldiğimde gülümsemem acı duman gibiydi, tüylerim öyle diken diken olmuştu ki tenim cama dönüşmüş gibi hissediyordum. Artık daha küçük görünüyordu. Ya da belki de ben büyümüştüm. Çevremdeki her şey kayıp gitti ve geriye sadece dünyayı yalayıp geçen bir alev, kış ekinoksunun kıyısı, ormanda bir su birikintisinde dönüp duran yıldızlar ve damarlarımda dolanan kadim bir şeyin düzenli atışları kalmıştı. “İnsanlarla iblislerin âdetleri beni ilgilendirmiyor,” diye tısladım. “Senin derslerin işime yaramaz.” Zihnimin hayal ettiği karanlıklar eriyip gitti. Papağanlar şarkı söylüyor, çeşmelerden su sesi geliyor ve uzaklarda bir nedim savaşlar hakkında tekdüze söylevine devam ediyordu. O kayıp saniyelerin arasına sıkıştırılan sesler genişleyip vahşi fısıltılara, boğuk seslere dönüşüyordu. Ben ne hayal ettim az önce? Hocanın duvara yapışmış gölgesini aradım, yere boylu boyunca serilmiş bir şey, ciltler ve çatlamış karolar boyunca uzayan, ince bir karanlık görmeyi bekliyordum ama orada hiçbir şey yoktu. “Sen,” diye başlayan tıslaması inleyerek bitti. Bir köşeye geriledi. “O sensin. Düşünmüştüm ki...” Cümlesini tamamlamadan sözcüklerinin kalanını yuttu. Kafası karışmış görünüyordu. Ona bakıp gözlerimi kırptıktan sonra silkinerek üstüme çöken uykunun son kırıntılarından kurtuldum. Kendimi sersem

21


gibi hissetsem de artık uykum yoktu. Az önce gölgeyle çizilmiş boynuzlar gördüğümü düşünmüştüm. Bir şeyin beni savunmak için içimden geçtiğini düşünmüştüm: kalın bir nota, bir gök gürültüsünün homurtusu, yaralı bir fırtına bulutunun arasından sızan gün ışığı huzmeleri. Ama bu doğru olamazdı. Önümdeki adam sadece... bir adamdı. Ve eğer başka bir şey söylediğini duyduysam, başka bir şeye dönüştüğünü gördüysem, bunlar çok uzakta kalmıştı ve hafızamın parmakları, imgeleri karıştırıp onları ışığa tutup güpegündüz bir kâbusa adım atıp atmadığımı merak etmek dışında bir şey yapamıyordu. Hoca titredi. Işığı boğup bana sessizlik hakkında nutuk çeken o sakin, iri kıyım figür gitmişti. Ya da o son anlarda başka bir şey mi söylemişti? Zayıflık ve iblisler hakkında bir şey? Hatırlayamıyordum. Bir masanın kenarını kavrayıp parmak eklemlerim bembeyaz olana dek sıktım. “Gitmem lazım,” dedi, yüzü bembeyazdı, sanki bütün kanı çekilmiş gibi. “Bilmiyordum, gerçekten de. Bilmiyordum. Senin başka biri olduğunu sandım.” Ona öylece baktım. Ne demek istiyordu? Kim olduğumu nasıl bilmeyebilirdi? Birilerinin ona bu öğleden sonra ders vereceği prensesten bahsetmiş olması gerekirdi. Ama zamanımı harcıyordum. O sadece gökyüzündeki uzak ışıkların telaffuz ettiği bir şöhretin korkuttuğu başka bir hocadan ibaretti. Yıldızlara lanet olsun. “Git,” dedim. “Divana bir dersi tamamladığımızı ama verdiğin başka sözler nedeniyle artık bana ders veremeyeceğini söyle. Anlıyor musun?” Başıyla onayladı, sanki her an ona vurabileceğimi düşünüyormuş gibi ellerini yüzüne kaldırmıştı. Ardından eğilip sarsak adımlarla geri geri yürüdü. Kapı pervazının altında durduğunda, bedeni gölgeler arasında kalmıştı, yüzü anlaşılmaz bir mürekkep lekesi gibiydi. Bir kez daha eğildi ve hemen ardından gitmiş olduğunu fark ettim. Gölge yok, koku yok, hiçbir şey yok. Odalar-

22


dan biri çıktığı anda sızarak içeriyi istila eden, gidenin ardında bıraktığı boşluğun alameti farikası o soğuk esinti bile yoktu. Ellerimle gözlerimi ovuşturup boynuzlu siluetlerin ve çakmak çakmak gözlerin gölgelerini sildim. Dünyanın bir an için yarılıp suyla yağ gibi ikiye bölündüğü hissini bir türlü üstümden atamıyordum. Dehşet verici bir darbeyle silkinerek kendimi o tuhaf sersemlikten kurtarmadan önce birkaç saniye geçti. Duyuru. Kalbim tekledi. Ne kadarını kaçırmıştım? Hocanın kaybolduğu yerdeki ışık huzmesine son bir bakış attım. Belki de normalden de batıl inançlıydı. Ne de olsa daha yeni bir cenaze töreni yapılmıştı. Hepsi bu. Hepsi bu. İki dünyanın gözlerimin önünde kesişmesinin –göz kamaştırıcı ve gerçekliğin tayfını sergilermiş gibi prizmatik– nasıl bir his verdiğini unutana kadar, tılsımlar kadar parlak bu kelimeleri içimden tekrar ettim. Kendimi yukarı çekip doğruca babamın has odasının çatısına ve kirişlerine çıkan raflara yaslanmış duran merdivene tırmandım. Avuçlarımın altındaki ahşap kabaydı, elime batıyordu. Basamakları iyice sıktım ve kıymıklar ellerime geçince gülümsedim. Buradaydım. Ben bir hayalet değildim. Hayaletlerin eline kıymık batmaz. Kalp atışlarım sakinleşince kirişlerin arasındaki boşluktan geçtim, ayaklarımı da içeri çekip tavanın içinde gözden kayboldum. İlk defa kirişlerin arasına girdiğimde kalbim o kadar hızlı atmıştı ki neredeyse nedimler, danışmanlar ve babam arasındaki tartışmaların bir kısmını kaçırıyordum. Kadınların has odaya girmelerine izin yoktur ve yakalanmak da ağır şekilde cezalandırılmak anlamına gelirdi. Zaman içinde gizlice has odanın üstüne çıkmak kolaylaşmıştı. Artık kirişlerin arasındaki boşluklarda yolumu kör bir kertenkele gibi kıvrıla büküle bulabiliyordum. Güven içinde ki-

23


rişlerin üstüne tüneyip dizlerimin üstüne kıvrıldım ve hep saklandığım yere sokuldum. Bu köşeye tünemiş onları dinleyerek kaç saat geçirdiğimi bilmiyordum. Burada, yukarıda, hepsini yönetiyormuşum taklidi yapabilirdim. Buradan hiçbir hocanın öğretmeyeceği şeyleri; iktidarın bir odadaki insanların üstüne nasıl yerleştiği, sözcüklerin nasıl da insanların ayaklarının etrafında karnı tok bir kedi gibi kıvrıldıklarını ya da uyarıda bulunmak için çatallı bir dil çıkardıklarını, dinleyicilerin nasıl tutsak alındığını öğrenebilirdim. Ve arşiv binasına tıkılmış kayıtların sonu gelmeyen satırlarında anlatılan hayatları ve tarihçeleri anlayabiliyordum. Has oda, babamın yabancı ülkelerden gelen elçileri ve mevki sahibi kişileri buyur ettiği yerdi. Savaş görüşmelerinin yapıldığı, hasadın tartışıldığı ve kararların verildiği yerdi. Krallığın kalbiydi ve tahtında da babam vardı. Arşivlere bakılırsa on yaşından beri yönetimdeydi. Kardeşleri varsa bile kayıtlarda onlardan hiç bahsedilmiyordu. Kendimi duvara yapıştırıp dinlemeye koyuldum. Başlarda kaçırdığım her ne idiyse nedimleri epey bir sarsmıştı. Saklandığım yerden bile bazı yüzler bembeyaz parlıyordu ve hava endişeyle yoğunlaşıp ekşimişti. Has odada en azından altı yıldır bütün şiddetiyle süren savaşa dair her türlü yadigâr vardı. Ezilmiş miğferler, demir kafatasları gibi duvarlara dizilmişti. Bu görüntü nedimleri tedirgin ediyordu. Bazıları ölülerin zırhlarının yanında oturmayı reddetmişlerdi ama babam ısrar etmişti. “Bize hizmet etmiş olanları asla unutmamalıyız.” Kirişlerin arasına her tırmandığımda miğferler hem çoğalmış hem de büyümüş gibi görünürdü gözüme. Artık duvarları tavandan yere kadar kaplıyorlardı. Her ne kadar üstlerindeki kan yıkanıp kazınmış olsa da varlıklarıyla has odaya musallat oluyorlardı. Gün ışığı metalin üstünden yansıyıp miğferlerin çevresinde bir hale oluşturduğundan, babam divanını hayaletlerin huzurunda toplamış gibi görünüyordu.

24


Kelleşmekte olan başını devasa bir pagrinin altında gizleyen bebek yüzlü danışman Ajeet, “Efendim, bu karara razı olamayız. Savaşı bitirmenin farklı bir yolu olmalı,” dedi. Durduğu yerde titriyordu. Sanki bir hançeri sapına kadar karnına saplamış gibi, küçük ellerini kaburgalarının hemen altında birleştirmişti. Raca’nın yüzündeki ani öfkeye bakılacak olursa çok da farklı bir şey yapmamıştı. “Daha hâlâ yeteri sayıda askerimiz var,” diye bağırdı. “Tıbbiyecilerimizin hünerleri de arttı. Bu savaşı daha en fazla birkaç yüz kişi daha kurban ederek bitirebiliriz.” Suratımı astım. Ajeet duvara asılı olan miğferleri göremiyor muydu? O zırhları doldurmuş olanlar insandı. Bir zamanlar kendi umutları, neşeleri ve hüzünleriyle dolup taşan kafalar. Krallık için “birkaç yüz kişi daha”dan ibaret olan şey başka birinin sevgilisi, kardeşi ya da oğlu olabilirdi. Ölüleri eylemsizlikle onurlandırmak doğru değildi. Raca sert bir sesle, “Kararıma rıza gösterebilirsin ve göstereceksin de,” dedi. Dert ve tasadan yıpranmış gibi görünüyordu, koyu renk gözleri öyle çökmüştü ki bir an için bir kurukafanın dipsiz çukurları gibi göründüler. “Ama asi krallıklar...” Babam haşin bir sesle, “Asi krallıklar da bizim istediklerimizin aynısını istiyorlar,” dedi. “Karınları doysun istiyorlar. Ocakları tütsün istiyorlar. Çocukları bir isim sahibi olacak kadar uzun yaşasın istiyorlar. Çaresiz oldukları için bizimle savaşıyorlar. Başka kim yakarmalarına yanıt verecek? On yıl sürecek bir kuraklık mı? Ekinlere kıran girmesi mi? Terleme hastalıkları mı?” “Ama haşmetmeap, onlar başkente sırt çevirdiler.” “Kesinlikle. Çaresizlikleri kaybedecek bir şeyleri olmadığı anlamına geliyor. Bu savaşın tek mağlupları biziz,” dedi. “Kenarlardan savaşamayız. Onları buraya getirmemiz lazım. Şimdi dediğimi yap ve bir swayamwara için gerekli hazırlıklara başla.”

25


Bir düğün mü? Sesinin tonu sırtımdan aşağıya buz gibi bir ürpermenin inmesine neden oldu. Ama evlilik yaşındaki bütün üvey kız kardeşlerim çoktan nişanlanmışlardı bile. Nişanlanmayan bir tek... “Asi krallıklar Prenses Mayavati’nin yıldız haritasını duyar duymaz düğünden vazgeçecekler,” dedi babamın başka bir danışmanı. Jayesh. Normalde ondan hoşlanırdım. Yumuşak bir dille konuşurdu, bakış açısı divanın kalanından çok daha liberaldi. Ama o anda ondan nefret ettim, dudaklarının arasından fırlayıp beni olduğum yere zincirleyen sözcükler yüzünden ondan nefret ettim. Ben de dahil herkes yıldızlarda okunan kaderimin bütün evlilik tekliflerini uzak tutmakta yeterli olacağını düşünmüştü. On altı yıl boyunca beni yarı yolda bırakmamıştı. Ama şimdi hayatımı evlenmeden hür yaşama ihtimali ortadan kalkmış, saniyeler içinde ayaklarımın altından çekilip alınmıştı. “Haşmetmeapları, saygısızlık etmek istemiyorum ama prensesin yıldız haritasının oldukça rahatsız edici bir evlilik öngördüğü söyleniyor. Onu ölüm ve yıkımla eşleştirecek bir evlilik. Teklifimizi hakaret olarak...” Raca elini kaldırdı. “Diplomaside dedikoduların yeri yoktur. Bizim görevimiz halkımıza karşı ve onların bir batıl inanç yüzünden zarar görmelerine izin verecek değilim. Düşmanımızı sarayımıza getirmemiz lazım. Bu savaşı sona erdirmeliyiz.” Savaşı sona erdirmek. Haklı olduğunu biliyordum. Ölüm her yerde, hepimizin üstünde, divanın rahat koltuklarına bile baskı kuruyordu. Jayesh eğilip selam verdikten sonra oturdu. Başka şeyler konuştuklarını biliyordum. Ayrıntıları ve günleri birbirlerine aktarıp hayatımı sanki kesilmeye hazır bir kurdeleymiş gibi aralarında ölçüp biçtiklerini. Tökezleyip kirişlerin arasındaki boşluğun arasından düşmemem bir mucizeydi. Babamı çoğu insandan daha iyi tanıyordum. Onu yıllarca izlemiştim.

26


Her planının arkasında her zaman on tanesi daha olurdu. Genelde sözcüklerinin arasındaki çatlakları bulabilir, onları eğip bükerek açar ve diplomasi, tatlı dil ve intikamdan oluşan katmanların altında ne yattığını görebilirdim. Ama şimdi olmuyordu. Sesi tekdüzeydi. Neredeyse ıstırap doluydu. Bir taşın katılığıyla konuşuyordu ve kalbim altında kırılıyordu. Raca, “Swayamvara birkaç gün içinde gerçekleşecek,” diye devam etti. “Asi liderler, misafir ve kızımın talipleri olarak karşılanacaklar. Yeni bir yıldız haritası çizin ve orijinaline dair her türlü kanıtı saklayın. İnandırıcı olmasına dikkat edin.” Başımdan ayaklarımın uçlarına kadar zangır zangır titredim. Uzaklardan saray noterinin gongunun sesi geldi ve duvarların arasından yankılandı. Kirişleri titretip kulaklarımı çınlattı. Ayakların sürtünme sesi geldi. Aşağıdakilerin tumturaklı ve sert sesleri birbirlerine karıştı ve has odada sadece sessizlik kalana dek yankılandı. Dizlerimi çeneme çekip sırtımı duvara bastırdım. Evlilik. Evlilik hakkında bildiğim tek şey harem zevcelerinden gördüklerimdi: Tek tesellisinin ipek kumaşlar ve dedikodu olduğu küçük hesaplar ve sıkıntı dolu bir hayat. Nişanlanmış üvey kız kardeşlerimi, yüzleri umut ve merakla ışıl ışıl, düşüncelere dalmış gördüğüm zamanlar oluyordu. Belki de Bharata’yı, kendilerini hoş kokulu kollarını açarak karşılayacak bir şehir ve hazırda sırf onlar için hazırlanmış bir gülümsemeyle onları bekleyen bir koca için arkada bıraktıklarını düşünüyorlardı. Ama zevcelerin hikâyelerini dinlemiştim ve ileride ne olduğunu biliyordum. Başka bir harem. Başka bir koca. Çabucak fil kemiğinden bir paravanın arkasına tıkılıp sonsuza dek süslü bir kafes deseniyle bozulan bir sahneye bakan başka bir kadın. Altımdaki boş odaya baktım. Hayal ettiğim yarınların hiçbiri bu değildi. Kendini kitaplara vermiş ihtiyar bir kadın olmanın ötesinde bir hayatım olamazdı hiçbir zaman ama bu da sabırsızlıkla beklediğim bir kaderdi; parşömenlerin arasında yaşayıp

27


sonu gelmeyen satırlar boyunca yazıyla dokunmuş damıtılmış evrenlerin içine gömülmek. Kimseye hesap vermemek. Şaşkınlığımın altına sıkıştırılmış başka bir keder daha vardı. Her ne kadar evlenmeyi hiç hayal etmemiş olsam da aşkı düşünmüştüm. Köşelerde ya da haremdeki bazı zevcelerin odalarından gelen boğuk seslerini duyduğum kaçamakları değil. Benim istediğim bir bağlantı kurmak, okyanuslar ve dünyaların ötesinden dahi aynı ritimle atan kalp atışımızı paylaşmak. Savaş yüzünden kurulmuş derme çatma bir koalisyon değil. Halk hikâyelerindeki prensi ya da selam verdiği gibi aşkını ilan eden süt tenli, bal gözlü genci istemiyordum. Zamana doymuş bir aşk istiyordum, geceden dokunmuş gibi gizemli ve iliğim kadar tanıdık bir aşk istiyordum. İmkânsızı istiyordum ve bu da aşk düşüncesini aklımdan çıkarmayı son derece kolaylaştırıyordu.

28


·» 3 «·

GÖZDE KIZLAR

B

ir şekilde kirişleri arkamda bırakıp merdivenden indim ve Bharata’nın arşivlerinin bal peteklerinden çıktım. Kimsenin beni görmesi ya da soru sorması umurumda değildi. Düştüm diyebilirdim. Yeni bir modayı deniyorum diyebilirdim. İstediğimi söyleyebilirdim çünkü Bharata beni çoktan bir kenara atmıştı bile. Bir tahtırevan beni başka bir kafese taşıyana dek babamın evinde vakit öldüren bir misafirden fazlası değildim. Hareme giden yolu yarılamıştım ki arkamdaki yoldan gelen sert ayak sesleri duydum. “Prenses Mayavati, Bharata Racası Ramchandra hemen bahçede huzuruna teşrif etmenizi buyuruyor.” Arkama dönmeden önce peçemi başıma çektim. Neden her muhafız ‘Raca Ramachandra’ diyordu ki? Sanki kendi babamın ismini bilmiyor muşum gibi. Ha, o, Raca’dan mı bahsediyordun? Ben de başka hükümdarlardan birinden bahsettiğini sanmıştım. Aptallar. “Şimdi mi?” Muhafız gözlerini kırptı. Gençti ve muğlak, akılda kalıcı olmayan bir yakışıklılığı vardı. Ona kendi ismini de Bharata’ya gelip swayamvarada bana talip olacak kurt sürüsüne dahil edip 29


etmeyeceğini sormak geldi içimden. Fark etmeden sırıtmış olmalıydım çünkü genç muhafız irkildiğini gizledi. Belki de üstüne bir lanet saldığımı düşünmüştür. “Evet, Prenses. Bahçede sizi bekliyor.” Bu yeni bir şeydi işte. Babam asla kimseyi beklemezdi. “Peki ya hayır dersem?” Muhafız geriye doğru bir adım attı. “Ben...“ “Endişelenme, sadece bir soruydu.” “Bu şey anlamına...“ “...yani diyorum ki,” dedim yavaşça, “seninle geleceğim. Yolu göster.” Topuklarının üstünde döndü ve bir an tereddüt ettikten sonra yoldan geldiği yöne doğru ilerlemeye başladı. İçim suçlulukla sızlıyordu. Sadece görevini yapıyordu. Haremdeki zevcelerin bazılarının gölgeme tükürmesi gibi açıkça hakaret sayılacak bir şey bile yapmamıştı. Özür dileme fikrini kafamda evirip çevirdim ama sonra vazgeçtim. Sözcüklerim ağzımdan çıkmıştı bir kere. Etrafımızda babamın sarayı, akşamın erken saatlerinin ışığıyla parlıyordu. Güneş batmış olmasına rağmen gökyüzü hâlâ koyu bir safran rengindeydi. Bulutların kenarında parlak bir kızıllık soyuluyor, ağaçların karmaşası arasında bir yerde solup gidiyordu. Etrafımdaki gümüş rengi yansıma havuzları son ışığı iştahla yutuyor ve yüzeyleri düz alevlerle yanıyordu. Bharata’nın bahçelerinin girişi, öyle zekice inşa edilmişlerdi ki sınırlarını belirleyen geçit ilk bakışta birbirlerine girmiş gül dallarına benziyordu. Daha yakından bakıldığında yaprakların altındaki ferforje demir çiçek gibi açıp kıvrıla büküle yukarıya tırmanarak ağaçları –incir ve neem, tatlı badem ve mayhoş misket limonu– destekleyip canlı kameriyelere dönüştürüyordu. Muhafız hızla, “Bir saniye Prenses,” dedi. “Haşmetmeaplarının veliaht prensle devlet meselelerini tartıştığı bir konuşmayı bitirmek üzere olduğu kanaatindeyim.”

30


Peçemin ardında bir kaşımı kaldırdım. Babam veliaht prensle bir şey tartışıyorsa bu ancak ihtişamlı hesap defteri hakkında olabilirdi. Muhafız cevap almayı beklemeden sakil duran bir hareketle selam verip oradan ayrıldı. Yalnız olduğumdan emin olduğum an yürüyüş yolundan çıkıp Raca’nın sert sesini takip ederek kendi başına duran bir grup ağaca geldim. Aralarındaki açıklığın ortasında üvey kardeşim, Raca’nın gölgesinde sinmiş duruyor, boynunu bükmüş ceketinin yenleriyle oynuyordu. Raca, “Bizi utandırmaya nasıl cüret edersin?” diye kükredi. “Benim hatam değildi, baba, o köylü bana saygısızlık etti...“ “Adam hapşırmış.” “Evet, ama ceketimin üstüne.” Üvey kardeşim Skanda aptalın tekiydi. Raca bilgeliği gözetirken Skanda serveti gözetiyordu. Raca dinlerken Skanda’ya aşağılayarak bakıyordu. Raca, “Bizimle diğer herkesin arasındaki farkı bilmek ister misin?” diye cevap talep etti. “Evet?” “Tam olarak hiçbir şey.” “Ama...“ Raca, “Solucanlar küllerimizle ziyafet çekerken kastımızı da rütbemizi de umursamazlar,” dedi. “Tebaan seni hatırlamayacak. Gözlerinin rengini hatırlamayacaklar, sevdiğin renkleri de karılarının güzelliğini de hatırlamayacaklar. Ama kendilerini nasıl hissettirdiğini hatırlayacaklar. Senin ölümsüzlüğün bu.” Bunu söyleyip koruluktan çıktı. Soluk soluğa, beni fark etmemiş olmasını dileyerek bahçenin yürüme yoluna koştum. Güneş artık sarayın arkasına geçip yolun üstündeki her şeyi pembemsi bir altın rengine bürümüştü. Raca yaklaşırken onu hep gördüğüm gibi gördüm: ışıl ışıl ve kusursuz. Ama yakınlaştıkça yeni ayrıntılar öne çıktı. Gözlerinin kenarlarında bitkinlikten kaynaklanan kırışıklıklar ve omuzlarında da daha önce olmayan bir düşüklük vardı. Göze

31


doğru gelmiyordu. Onu ilk defa görüyormuşum gibiydi ve gördüğüm yaşlılıktan beli bükülmüş, gitgide incelen ihtişam zırhı kuşanmış bir adamdı. Gözlerimiz buluştuğu an bakışlarımı kaçırdım. Onun bu halini görmek mahrem kalması gereken bir şeye denk gelmişim gibi hissetmeme neden oldu. Ya da belki de sadece bilmek istemediğim bir şeye. Önünde diz çöktüm ve saygımla hürmetimi belli etmek için âdet olduğu üzere ellerimi, parmaklarım ayaklarının ucuna belli belirsiz dokunacak kadar ileri uzattım. “Seni görmek güzel, kızım,” dedi. Babamı sesiyle, kelimeleriyle tanıyordum. Konuştuğu anda önceki bütün o tuhaflık unutulmuştu. Babam hoşa giden, diplomatik bir sesi olmasıyla tanınmazdı. Sesi gök gürültüsünün ağır ağır gelen sarsıntılarını andırıyordu ve uyku kadar derindi ama yine de bana tanıdıklığıyla tutunuyordu ve bir ninni gibi kendimi güvende hissetmemi sağlayınca, bir anlığına nedimleriyle yaptığı toplantının sahte olduğunu, beni yabancılarla evlendirmeye niyetinin olmadığını ve sonsuza dek burada kalacağımı söyleyeceğini sandım. Burası cennet sayılmazdı ama en azından bildiğim bir cehennemdi ve burayı, beni bekleyen nasıl bir yaban ülke olursa olsun oraya tercih ediyordum. Bütün bu yarım umut bir sonraki sözcükleriyle kayıp gitti. “Senin için eski kralların usulünde bir swayamvara düzenleyeceğiz,” dedi. “Kendi kocanı seçme şansın olacak Mayavati.” Sesi avluyu dolduruyordu. Soğuk soğuk terlediğim için avuçlarım yapış yapış olmuştu ve ustaca takındığım sakin tavır kaybolup gitti. Aklım panik içinde bir kaçış yolu arıyordu ama her şey fazla yakın, fazla kaygan ve en kötüsü umutsuzca erişemeyeceğim kadar uzak geliyordu. Bana beklentiyle baktı. “Evet, baba,” demeye zorladım kendimi. Suratımı buruşturdum, sesimdeki tersliği duyduğundan emindim. Beni azarlayacağını düşünüyordum ama o çenemi kaldırdı.

32


“Doğru kararı vereceğine güvendiğim bir tek sen varsın.” Kendimi onun elinden kurtarıp gözlerimin aniden dolmasını gizlemek istiyordum ama beni sımsıkı tutmuştu ve gözlerinden de aklımdan geçenleri bildiği okunuyordu. Çenemi bırakıp tatlı limon ağacının altındaki mermer banka oturdu. Kenara kayıp eliyle yanına oturmamı işaret etse de olduğum yerde durmaya devam ettim. Oturmak zorla evlendirilmeyi kabul etmek olacaktı. Ve ben de kabul etmiyordum. “Tırmanabildiğin andan itibaren hep has odanın kirişlerinin arasındaydın,” dedi tek nefeste. Başımı hızla ona çevirdim. Sesinde suçlama yoktu, sadece hüzünlü... ve sıcak bir şeyler vardı. Yüzüne baktım ama ıstırap ve yaşlılık dışında hatlarını mimleyen bir şey yoktu. “Nasıl...“ Yüzünde hafif bir gülümsemeyle, “Her hafta arşiv odasından kaçan hocaları fark etmemek zor,” dedi. “Ama seni hiç durdurmadım çünkü bilmeni istiyordum. Senin hükmetmenin ne kadar çapraşık bir şey olduğunu görmeni istedim.” Durduğunda göğsü inip kalktı, omuzları çok hafif düştü. “Belki de bunları görmene izin vererek elinden almak zorunda olduğum şey yüzünden beni affedeceğini düşündüm.” Ona öylece baktım. Birbirimizin yanında geçirdiğimiz en uzun süre buydu. Şu âna dek babamı resmi olarak sadece yılda bir defa yıllık Yaş Günü’mde görmüştüm. Bana hediye bıraktığı zamanlar bile olmuştu. O açıdan istisna olduğumdan da değil. Üvey kız kardeşlerime de küçük hediyeler veriyordu: Mücevherler ya da son moda ipekliler. Ama benim hediyelerim her zaman farklı olmuşlardı. Kokulu şiir tomarları ya da vedik yasalar üstüne yapılmış araştırmalar. Değerli şeyler. Beni evli olan üvey kız kardeşlerimin boğucu kaderinden kurtarmak istediği umuduna kapılmıştım ama nihayetinde farklı değildim. Ayağa kalkıp elini omzuma koydu. Tenimin üstünde kurşun gibi ağırdı.

33


“Gözdem olsa da kız evlat sadece bir kız evlattır.” İrkilmemi bastırdım. Sesinin sıcaklığı kaybolmuş, yerine çok daha iyi bildiğim o soğuk monoton ton gelmişti. “Her zaman bir oğlanın zekâsına sahip oldun Mayavati,” dedi. “Bir sonraki hayatında talihin yaver gider de cinsiyetin farklı olursa iyi bir hükümdar olabilirsin.” Muhafızlar, Raca’nın arkasına yayılıp bir yarım daire oluşturdular ve Raca bir kelime daha etmeden gitti. Akşamın sıcaklığına rağmen ürperdim. Sözcükleri beni bırakmıyordu. Her cümle kaçışı olmayan bir diken gibiydi. Bugün ikinci defa kendimi, nasıl geldiğimi hatırlamadığım bir yerde buldum. Haremin içine adım attığım anda telaşlı sesler yükselip çevremi sardılar. “Raca senden ne istedi?” İnlememi gizledim. Genç muhafız için hissettiğim bütün suçluluk kaybolmuştu. Dilini tutamamıştı. Belki onu daha da korkutmalıydım. Üvey kız kardeşim Parvati öne doğru bir adım attı, yeşim rengi gözleri aşırı güzel ve aşırı sıkılmış birinden beklenecek bütün o gizli kötücüllükle parlıyordu. “Kraliyet devadasisi mi olacaksın?” diye sordu. “Zaten kimse evleneceğini düşünmüyordu.” Yutkunarak kahkahamı bastırdım. Devadasi olup tapınağa adanmış bir hayat sürmeyi, unutulup gitmeye bin kere yeğlerdim. “Raca’nın seni evlatlıktan reddettiği doğru mu?” diye sordu zevcelerden biri. Konuşan zevcenin yüzüne bakmak için döndüm. Yeni gelmişti ya da en azından onu daha önce görmemiştim. İnce dudaklarının altından tavşan dişleri görünüyordu. Babamın onunla güzelliği ya da romantik ilgisi nedeniyle evlendiğini sanmıyordum. Zevcenin de benim gibi olup olmadığını merak ettim, politik gerekliliğin getirdiği bir gelin. Zevce bana öylece baktı, önce merakla, ardından utanarak.

34


“Evleniyorum,” dedim herkese. Bütün harem çığlıklarla yankılandı. “Kiminle?” diye sordu Jaya, “Yıldız haritana yakışacak bir canavarla mı?” “Raca’nın, senin duygularını incitmemek için yalan söylemediğinden emin misin?” diye ısrar etti bir diğeri. Kendime yol açarak aralarından geçip gitmeye kararlıydım, ta ki küçük bir ses dikkatimi çekene kadar. Gauri bana doğru koşarken kahverengi bukleleri kollarıyla bacaklarının her hareketiyle sağa sola sallanıyorlardı. Ona sarılıp yüzümü tatlı kokulu saçlarına gömdüm ve omuzlarını beni sadece onlar oraya bağlıyormuş gibi sımsıkı tuttum. “Beni bırakıyor musun?” diye sordu. Yanında diz çöküp yüzüne odaklandım ve yanaklarının pembeliğiyle gamzeli gülümsemesini ezberledim. Bakışlarıma karşılık verince ona yalan söylememin imkânsız olduğunu fark ettim. Ona başka bir seçeneğim olmadığını ve kendisine masal anlatıp kâbuslarını rüyaya çevirecek başka birini bulması gerektiğini söylemek istedim. Ama aklımdaki sözcüklerin etrafına duvarlar dikildi ve ben aralarından bir açıklama çekip çıkaramadan zevcelerden biri hızla yanımdan geçerek ve beni geriye itti. Başımı kaldırdığımda Dhina Ana’yı gördüm ve içgüdüsel olarak Gauri’yi yakınıma çektim. “Bu kızı kötü talihinle zehirleyeyim deme!” diye tıslayıp Gauri’yi benden çekti. Gauri karşı çıktı ama Dhina Ana aman vermiyordu. Yavaşça yerden kalktım. Sükûnet istiyordum, mağrurluk. Gauri’nin histeri ya da hiddete tanık olmasını istemiyordum. Dhina Ana’nın bakışları benimkilerle kesişti. Etrafımdaki kadınlardan oluşan hat bükülerek çarpık bir ayna gibi birleşti. Geleceği buradaydı –öfke ve kin yetiştirmek için kusursuz bir kafes. Arkama doğru sendeleyip salt irademin

35


gücüyle o kaderden kaçınabilirmişim gibi duvarlar boyunca küçük adımlarla ilerledim. Zevcelerin ve üvey kız kardeşlerimin sesleri çevremde dalga dalga yükseldi ama kelimelerini birbirilerinden ayırt edemiyordum. Benimle tek bir ağızdan konuşuyorlarmış gibiydi. Dhina Ana, “Nereye gidersen git, yanında sadece ölüm götüreceksin. Melanetini başka yere götür,” diye tükürdü. Altımdaki mermer soğuk ve kuruydu ama ayaklarım sanki suda duruyormuşum gibi kaydı, sanki boğulmanın eşiğindeymişim gibi. Çınlayan bir ses kulaklarımı doldurdu ve koşarak koridora çıktım. Hiddet topuklarımdan başıma kadar her yerimi titretirken yatak odamın kapısını açıp yere yığıldım. Odam bir zamanlar gün batımının ışığıyla pespembe parlıyordu ama şimdi duvarlar beni yutmak üzere olan kızıl alevlerin pırıltısını yansıtıyormuş gibiydi. Bharata benim kendisinden kurtulmak istediğim kadar benden kurtulmak istiyordu. Ama böyle olmamalıydı. Ülkeler arasında takas edilen bir parça arazi gibi değil. Bu özgürlük değildi. Gauri’nin yanında diz çöktüğümdeki yüzünü anımsadım. Fırsat bulsaydım söylemiş olacağım sözleri düşündüm; gitmek dışında bir seçeneğim yoktu. Belki bu ancak yarı yarıya doğruydu. Gitmek zorundaydım ama nasıl gittiğim tamamen benim yapacağım bir seçim olabilirdi. Pencereden dışarı önümde uzayıp giden sonsuz geceyi izledim. Bana bir seçenek bırakmadılarsa kendi seçeneğimi yaratmalıydım. Kaçacaktım.

36


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.