Atlas tarih (aralık 2017 ocak 2018)

Page 1



Sayı: 50 Aralık 2017 / Ocak 2018

İçindekiler

84 Kudüs’e 100. yıldönümünde veda Tuncay Yılmazer

34 – Amasyalı Strabon ve “Coğrafya”sı

Nezih Başgelen ile söyleşi Röportaj: Kansu Şarman

42 – Katalanlar

İstanbul’da

Akif Emre Öktem

50 – Toros Dağları’nda bir

Horasan ereni: Abdal Musa Haşim Şahin

58 – Osmanlı kuruluşunda Rum Abdalları Olgay Söyler

66 – Sarayda kadim bir

gelenek: Müneccimbaşılık

Hakan Kırkoğlu ile söyleşi Röportaj: Günce Akpamuk

74 – Az bilinen Osmanlı çalgısı: Mıskal

Semih-Diana Kalkanoğlu

78 – 19. yüzyılda

İstanbul kitapçıları Fatma Nur Uçar

94 – Mazlum Rasim’in Kuvvacı gazetesi Gazanfer İbar

Kapak Fotoğrafı: İngiliz generali Edmund Allenby otomobille Kudüs sokaklarında. FOTOĞRAF: GETTY IMAGES

ATLAS TARİH 3


106 112 100 100 - İstanbul’dan

Hemingway’e kalanlar Emrah Sayar

106 –Eski Adliye Sarayı böyle yok oldu

Cengiz Kahraman

112 –Bir zamanlar Sulukule Gökhan Akçura

118 – Sabahattin Ali’nin

dünyasına yolculuk

Sevengül Sönmez ile söyleşi Röportaj: Günce Akpamuk

126 – Cingöz Recai Şerlok Holmes’e karşı Erol Üyepazarcı

4 ATLAS TARİH

Bölümler 6 8 30

Editör Güncel Haber Dünyadan Haberler

32

Tablonun Sırları

bir osmanlı kentinin modernleşme adımları

19. yüzyılda izmir

Naz Vardar

Kader Elveren

130 Sinema

Mehmet Sindel

134 Arşivlerden

Erol Makzume

136 Kayıp Evrak

Feza Kürkçüoğlu

140 Kitap

Yeşim Pütgül

146 Karikatür

Can Barslan

40

“19. yüzyılda İzmir” albümü tüm okurlara dergiyle birlikte HEDİYE!



Editör

/ Kansu Şarman / ksarman@doganburda.com Yayıncı Doğan Burda Dergi Yayıncılık ve Pazarlama A.Ş. İcra Kurulu Başkanı Cem M. Başar

Atlas Tarih 50. sayısında

2

010yılının Haziran ayında yayımlanmaya başlayan Atlas Tarih, 50. sayısına ulaştı. Yaklaşık 8 yıllık sürede yazarlarımızın kaleminden, bir kısmı ilk kez yayımlanan, yüzlerce konu hazırladık; alanında uzman tarihçi ve araştırmacılarla röportajlar yaptık; özel sayılar çıkardık; dergiyle birlikte tarihi fotoğraf ve gravür albümleri verdik. Bu dönem içinde okurlarımızın ilgisi hiç azalmadan devam etti. Dergimizde yayımlanan makaleler ve görsel malzemeler pek çok tarih araştırmasında kaynak olarak kullanıldı. Atlas Tarih’e verdikleri destek için okurlarımıza, birbirinden değerli çalışmalarını paylaştıkları için hocalarımıza ve yazarlarımıza teşekkür ederiz. Yeni sayıda da Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü kapsamındaki dosyalarımıza devam ediyoruz. Dr. Tuncay Yılmazer, Filistin Cephesi hakkında yazdığı dört makalelik yazı serisini “Elveda Zeytindağı” başlıklı çalışmasıyla tamamlıyor. Kudüs 9 Aralık 1917 tarihi itibarıyla, 400 yıldır parçası olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun elinden çıktı. Yazısında bu muharebeleri anlatan Tuncay Yılmazer, General Allenby komutasındaki İngiliz birliklerinin Kudüs’ü ele geçirişinin detaylarını da kaleme aldı. Bir başka ilginç konu da Akdeniz’in diğer ucundaki İber Yarımadası’ndan. Son dönemde İspanya’dan bağımsızlığını kazanma tartışmasıyla gündeme gelen Katalanların 14. yüzyılda İstanbul’a gelerek Bizans imparatorunun emrinde Türklere, daha sonra da Türklerle birlikte Bizans’a karşı mücadelesinin hikâyesini Galatasaray Üniversitesi’nden Prof. Dr. Akif Emre Öktem kaleme aldı. Bu sayıda üç ayrı röportaj yer alıyor. Editörümüz Günce Akpamuk, ilk olarak Türkiye’nin unutulmayan romancısı Sabahattin Ali’nin yaşamın bilinmeyenlerini A’dan Z’ye Sabahattin Ali kitabının yazarı Sevengül Sönmez ile konuştu. Ardından Osmanlı’da müneccimbaşılık üzerine Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih yüksek lisans tezi hazırlayan astrolog / yazar Hakan Kırkoğlu ile Müneccimbaşı Halil Efendi ve verdiği ahkâmlarla ilgili söyleşi yaptı. Arkeolog ve yayıncı Nezih Başgelen ise Anadolu ve Akdeniz coğrafyasının ilk seyyahlarından Amasyalı Strabon’un biyografisini ve Geographica (Coğrafya) adlı eserinin ayrıntılarını anlattı. Bu sayıda Anadolu Abdalları üzerine de bir dosyamız var. Doç. Dr. Haşim Şahin “Toros Dağları’nda bir Horasan ereni: Abdal Musa”, Olgay Söyler de “Osmanlı’nın kuruluş döneminde Rum Abdalları” başlıklı makaleleriyle Anadolu’nun inanç ve gelenekler tarihinin farklı bir sayfasına ışık tuttular. 50. sayımızda ayrıca Gazanfer İbar ünlü yazar Ahmet Rasim’in oğlu Mazlum Rasim Can’ın öyküsünü, Erol Üyepazarcı Cingöz Recai’nin maceralarını, Gökhan Akçura bir zamanlar Sulukule’yi, Cengiz Kahraman 1933’teki Adliye Sarayı yangınını, Semih-Diana Kalkanoğlu az bilinen bir Osmanlı sazı mıskalın hikâyesini, Emrah Sayar Ernest Hemingway’ın İstanbul günlerini, Fatma Nur Uçar İstanbul’un ilk kitapçılarını anlattı. Feza Kürkçüoğlu Kayıp Evrak Bürosu, Mehmet Sindel Sinema Tarihi, Kader Elveren Tablonun Sırları, Erol Makzume Arşivlerden, Yeşim Pütgül Kitap sayfaları ve Can Barslan da Şakünüvis bölümüyle pek çok ayrı konuya değiniyor. Nice elli sayılarda buluşmak dileğiyle.

6 ATLAS TARİH

Yayın Direktörü Murat Köksal Yayın Yönetmeni (Sorumlu) Kansu Şarman Görsel Yönetmen Tolga Çoruh Editör Günce Akpamuk Sayfa Tasarım Bahadır Erşık Yayın Kurulu Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Nurhan Atasoy, Melih Şabanoğlu, Prof. Dr. Haluk Oral, Orhan Koloğlu, Mehmet Ö. Alkan, Erol Makzume, Cengiz Kahraman, Gazanfer İbar, Erol Üyepazarcı Marka Müdürü: Ayşegül Parlayan Ankara Temsilcisi: Erdal İpekeşen 0 312 207 00 71 - 95 www.atlastarih.com / bilgi@atlastarih.com

Yönetim Satış Direktörü: Mehmet Taşkın Finans Direktörü: Didem Kurucu Kurumsal İletişim Direktörü: Seren Urun

Rek lam

Grup Başkanı: Nisa Aslı Erten Çokça Satış Koordinatörü: Zeynep Rendeci Satış Müdürleri: Hatice Tarhan - Altuğ Selçuk - Burcu Acavut Reklam Teknik Ayfer Kaygun Buka - 0 212 336 5362 Şaban Yazır - 0 212 336 5361 Rezervasyon Tel: 0 212 336 53 00 - 57 - 59 Faks: 0 212 336 53 92 - 93 Ankara Reklam Tel: 0 312 207 00 72 - 73 Hedef Sayfalar: Reklam Satış Temsilcisi: Dilek Ünlü Tel: 0 212 336 53 70 Faks: 0 212 336 53 91

Uluslararası Reklam Satış Temsilcilerimiz ALMANYA: Julia Mund T +49 89 92 50 31 97, Julia.Mund@burda.com Michael Neuwirth T. +49 89 9250 3629, michael.neuwirth@burda.com İSVİÇRE: Goran Vukota T. +41 44 81 02 146, goran.vukota@burda.com FRANSA / LUKSEMBURG: Marion Badolle-Feick T. +33 1 72 71 25 24, marion.badolle-feick@burda.com İTALYA: Mariolina Siclari T. +39 02 91 32 34 66, mariolina.siclari@burda.com İNGİLTERE / İRLANDA: Jeannine Soeldner T. +44 20 3440 5832, jeannine.soeldner@burda.com ABD / KANADA / MEKSİKA: Salvatore Zammuto T. +1 212 884 48 24, salvatore.zammuto@burda.com

Yönetim Yeri

Trump Towers, Kule-2, Kat-21, 34387, Şişli- Mecidiyeköy, İstanbul Tel: 0 212 410 31 45 Faks: 0 212 410 33 88 Baskı: Bilnet Matbaacılık ve Yayıncılık A.Ş. Adres: Dudullu Organize San. Bölgesi 1.Cad. No:16 Ümraniye-İSTANBUL Tel: 444 44 03 Faks: Faks: (0216) 365 99 07 www.bilnet.net.tr Sertifika No: 31345 Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri A.Ş Tel: 0 212 449 6363 Yayın Türü: Yerel, Süreli © Atlas Tarih dergisi, Doğan Burda Dergi Yayıncılık ve Pazarlama A.Ş. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır. Atlas dergisinin isim ve yayın hakkı Doğan Burda Dergi Yayıncılık ve Pazarlama A.Ş’ye aittir. Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, harita, illüs trasyon ve konuların her hakkı sak lıdır. İzinsiz, kaynak gös terilerek dahi alıntı yapılamaz. DB Okur Hizmetleri Hattı: 0 212 478 0 300 okurhizmetleri@doganburda.com DB Abone Hizmetleri Hattı: 0 212 478 0 300 Faks: 0 212 410 35 12-13 abone@doganburda.com - www.doganburda.com pazar hariç her gün saat 9.00 - 22.00 arasında hizmet verilmektedir.



Güncel Haber

İş Bankası’nın kuruluşundan bu yana sürdürdüğü reklam faaliyetlerinin yer aldığı sergi, Türkiye’deki reklam sektörünün tarihsel gelişiminin anlaşılmasına da ışık tutuyor.

1924’ten günümüze reklamlar İş Bankası’nın kuruluşundan bu yana sürdürdüğü reklam faaliyetleri, Eminönü’ndeki müzesinde sergileniyor. 20 Ekim’de açılan “İş Bankası İftiharla Sunar”sergisi 25 Mart 2018’e kadar ziyaret edilebilecek. ürkiye’deki reklam sektörünün gelişimine de ışık tutacak olan İş Bankası İftiharla Sunar sergisi, ziyaretçileri bankanın 93 yıllık reklam yolculuğuna davet ediyor. Kronolojik olarak hazırlanan sergide 1924’ten bu yana Türkiye İş Bankası’nı bir marka haline getiren reklamlar yer alıyor. İş Bankası’na ait yüzlerce reklam filmi, ilan, afiş; eğlenceli ve bilgilendirici sergileme teknikleriyle sunuluyor. Ziyaretçileri öncelikle 1920’lerde kullanılan ilk reklam teknikleri, eski yazıdan yeni yazıya geçiş süreci, tasarruf bilincini yayma çabası, çizimler ve resimler karşılıyor. Bu bölümde ilk ku-

T

8 ATLAS TARİH

şak reklamcıların nadide örneklerinin yanı sıra 1930’ların alternatif reklam mecrası yaratma isteği dikkat çekiyor. Sonraki yıllarda reklam ajansına dönüşecek grafik stüdyoları ortaya çıkıyor ve reklam fotoğrafçılığının ilk örnekleri de sergide yer alıyor. Kentleşme, sanayileşme ve ekonomik güçlenme için İş Bankası’nın verdiği çağdaşlaşma mesajları ön plana çıkarken 1960’lı yıllarda reklamlarda karikatür kullanım örnekleri de ziyaretçilere sunuluyor. İş Bankası radyonun toplumda yayılmasına paralel olarak, Zeki Müren, Orhan Boran gibi isimlerin hazırladığı radyo programlarına da reklam ver-

meye başladı. Sergide Zeki Müren’e radyo programında okuması, ya da şarkı istemek için gönderilen mektuplar da yer alıyor. Ayrıca 1970’lerden itibaren TV’de oynamaya başlanan televizyon reklamlarını da izlemek mümkün. Sergi için özel tasarlanıp üretilen dijital zaman akışı paneli, kronolojik olarak ayrıştırılan yüzlerce İş Bankası reklam filminin yer aldığı bölüm araştırmacılar için de yeni bir veri kaynağı sunuyor. Sergide, Mustafa Kemal Atatürk temalı reklamların da bulunduğu “Atatürk’e Saygıyla” başlıklı özel bir bölüm yer alıyor. 450 reklam filmi, 400’e yakın basılı iş ve 60 kadar özgün nesnenin ziyaretçilerle buluştuğu sergi, 25 Mart 2018’e kadar pazartesi hariç her gün Eminönü’ndeki İş Bankası Müzesi’nde ücretsiz olarak ziyaret edilebilecek.


İş Bankası Kültür Yayınları’ndan iki yeni eser

Kırım Savaşı ve Osmanlılar Candan Badem Çev. Eşref Bengi Özbilen 504 s, 28 TL

Kırım Savaşı (1853-56) Avrupa tarihinde olduğu kadar Osmanlı tarihinde de belirleyici bir dönüm noktasıdır, ama çoğunlukla Avrupalıların bakış açısından incelenip analiz edilmiştir. Candan Badem’in daha önce kullanılmamış Osmanlı ve Rus arşiv kaynakları ile Batı dillerindeki mevcut literatürden derinlemesine faydalanarak yazdığı Kırım Savaşı ve Osmanlılar, bu savaşın Osmanlı devleti ile toplumu üzerindeki etkisine odaklanıyor. Savaşın mali, sosyal ve siyasi etkilerine dair yeni ve özgün görüşler ortaya koyan Badem, Osmanlıların hem aktör hem de kurban olarak öneminin altını çiziyor. Osmanlı ve Avrupa kamuoyunun durumu ile savaşın diplomatik, ekonomik ve siyasi sebeplerinin incelenmesinin yanı sıra, konuya dair oldukça hacimli literatürün eleştirel değerlendirilmesi de eserde yer alıyor.

Ankara-Bahçelievler kitabevimiz açıldı. Yukarı Bahçelievler Mah. Aşkabat Cad. No: 15 Çankaya / Ankara Tel: (0312) 222 63 38

Kostantiniye 1453 Michael Angold Çev. Zeynep Rona 304 s, 26 TL

Genç sultan II. Mehmed, tarihe “Fatih” unvanıyla geçip, iktidarının tüm dengelerini değiştirmesini sağlayacak bir güç elde ederken, bin yıllık Bizans İmparatorluğu, son imparatoru ile beraber yok olmuştur. Günümüzün en önde gelen Bizans tarihçilerinden Michael Angold, söz konusu radikal değişimlerin aslında fetihten önceye de uzanan izlerini sürerken, Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla doğan boşluğun çeşitli aktörler tarafından nasıl doldurulduğunu irdeliyor.

Kitabevlerimiz: ‹stanbul - Kadıköy, Tel: (0216) 348 97 84 Eminönü - Müze, Tel: (0212) 511 13 37 Caddebostan, Tel: (0216) 386 65 62 Beşiktaş, Tel: (0212) 258 77 43 Bakırköy, Tel: (0212) 571 20 32 Nişantaşı, Tel: (0212) 234 80 71 Taksim, Tel: (0212) 238 08 37 Ankara - Yenişehir, Tel: (0312) 430 33 66 Tunalı Hilmi, Tel: (0312) 324 10 73 • ‹zmir - Karşıyaka, Tel: (0232) 364 71 42 Diyarbak›r - Ofis, Tel: (0412) 228 42 16 • Eskişehir - Tepebaşı, Tel: (0222) 220 49 13 • Konya - Selçuklu, Tel: (0332) 351 16 07 Kayseri - Melikgazi, Tel: (0352) 222 56 92 • Manisa, Tel: (0236) 231 69 24 • Mersin, Tel: (0324) 238 18 14 Samsun - Çiftlik, Tel: (0362) 233 38 30 • Trabzon Merkez, Tel: (0462) 326 98 39

Kurucusu olduğumuz İş Bankası Kültür Yaynlar yeni kitaplarla büyümeye devam ediyor.


Güncel Haber

Türkiye’nin antikayla ilgili ilk e-ticaret portalı açıldı

İ

stanbul’daki antikacılarda bulunan antika, vintage mobilya ve sanat eserlerini 2014 yılından bu yana digital ortamda sergileyen Salonantik, şehrin başlıca antika, sanat ve müzayede evlerini tek katalogda topladı ve salonantik.com adresinden satış yapmaya başlayarak antikayla ilgili Türkiye’nin ilk e-ticaret portalı oldu. Yalnızca antikacıları ziyaret ederek görülebilen antika, mobilya ve sanat eserlerini 2014’ten bu yana digital platformda sergileyen Salonantik, Osmanlı eserlerinden Avrupa mobilyalarına ve sanat eserlerine kadar geniş bir ürün yelpazesinin meraklısına sunulduğu bir e-ticaret sitesi olarak da hizmet vermeye başladı. Pek çok seçkin antikacı üyeyi tek

Salonantik’in hazırladığı katalog, İstanbul’daki antikacılara dair bilgiler bulundurmasının yanı sıra antika ve sanat eseri alımı için de yol gösteriyor.

çatı altında toplayan Türkiye’nin ilk e-ticaret sitesi, aynı zamanda, İstanbul’da öne çıkan müzayedelerin duyuru ve tanıtımını da yapıyor. Uluslararası antika, müzayede ve sanat etkinlikleriyle ilgili güncel gelişmeleri Türkçe ve İngilizce olarak izleyicilerine sunuyor. Salonantik internet satışıyla aynı zamanda antika alanındaki basılı kaynak ihtiyacını gidermek üzere, yaklaşık 2 yıllık bir çalışma sonucunda İstanbul merkezli 55 antikacı, 43 sanat galerisi

ve 19 müzayede evinin bilgilerini içeren bir katalog oluşturdu. Türkçe-İngilizce ve İngilizce-Arapça olarak hazırlanan katalog, antikacılar, sanat galerileri ve müzayede evleriyle ilgili kapsamlı bilgiler, röportajlar, antika ve sanat eseri alımında yol gösterici yazılar içeriyor. Ayrıca kroki, iletişim bilgileri, galeri içerikleri de sıralanarak bir rehber niteliği kazanıyor. Fihrist kısmında ise antika ve sanat meraklıları için İstanbul’un müze ve saraylarının yanı sıra uluslararası antika - sanat fuarları ile ilgili listeler de yer alıyor. Katalog çeşitli kitapçılarda bulunuyor. Ayrıca Salonantik’in web sitesi üzerinden sipariş vermek de mümkün.

Neşet Ertaş, Madame Tussauds İstanbul’da ünyanın en ünlü balmumu müzesi Madame Tussauds, Türkiye’deki merkezine, beş yıl önce hayatını kaybeden Neşet Ertaş’ın balmumu heykelini de ekledi. Figür, 31 Ekim’de düzenlenen lansmanla yerini aldı. Lansmana Neşet Ertaş’ın ailesi ve Cengiz Özkan da katıldı. Özkan’ın seslendirdiği Neşet Ertaş türküleriyle duygu dolu anlar yaşandı.Neşet Ertaş’ın figürü 2016 yılında oluşturulmaya başlandı. Saç, kaş ve kirpikleri gerçek

D

10 ATLAS TARİH

saçların tek tek ekilmesi ile oluşturuldu. Heykelinin üzerindeki kıyafetler ailesi tarafından Madame Tussauds’ya hediye edildi ve kendi bağlaması bire bir kopyalanarak yeniden üretildi. Bağlamadaki tavrı ve türküleri konservatuarlarda ders olarak okutulan Neşet Ertaş’ın figürü bundan böyle Madame Tussauds İstanbul’da ziyaretçilerini bekliyor. Madame Tussauds İstanbul’da tarih, kültür sanat, spor ve eğlence dünyasından 60’a yakın figür yer alıyor.


Modernleşme tarihimizin seyir ve sinemayla gelen büyük dönüşümünü izlemek için... Sinemanın memleketteki ilk günleri, karmaşası, temaşası, şayia ve iştahı… Kalabalığı ve seyrekliği, ara durakları… Mekânlar, işletmeler, ilk gösterimler, isimler ve teferruatlar… Nezih Erdoğan, sinemanın İstanbul’daki ilk günlerini anlatıyor, arkeolojik bir kazıyı andıran titizlikle, sabır ve emek isteyen bir tutkuyla kayıp bir geçmişin izinden gidiyor. Sinemanın İstanbul’da İlk Yılları, modernleşme tarihimizin seyir ve sinemayla gelen büyük dönüşümünü resmediyor. Bir başvuru kitabından fazlası.

yfa 320 sa Tarih,

www.iletisim.com.tr

iletisim@iletisim.com.tr

facebook.com/iletisimbirikim

twitter.com/iletisimyayin

vimeo.com/iletisim

instagram.com/iletisimyayin


Güncel Haber

İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, kuruluşunun 10. yılında, Cumhuriyet döneminin en başarılı ve üretken mimarlarından biri olmasına rağmen neredeyse hiçbir tasarımı hayata geçmeyen Nazimi Yaver Yenal’ın 50 yıllık kariyerine şık tutan bir sergiye ev sahipliği yapıyor.

Y

resmettiği çok güçlü bir Nazimi Yaver Yenal portresi ziyaretçileri karşılıyor. Fatih, Alemdar Mahallesi’nde, 1904 yılında doğan Nazimi Yaver Yenal, klasik Osmanlı yapılarının arasında büyür. 1920’li senele-

BÜKE URAS ARŞIVI

Serginin girişinde yer alan İbrahim Çallı’nın Nazimi Yaver Yenal portresi (üstte). Yenal’ın akademide öğrenciyken yaptığı çizimlerden üslup üzerinde çalışıldığı anlaşılıyor (altta solda). Yenal’ın Almanya yıllarında yaptığı bir çizim (altta sağda).

12 ATLAS TARİH

TÜREL KOLEKSIYONU

alnızca mimar ve mimarlık tarihi meraklılarının değil tüm sanatseverlerin ilgisini çekecek olan Bir Kâğıt Mimarının Hayali Dünyası: Nazimi Yaver Yenal sergisi, Yenal’ın çizimleri üzerinden dönemin mimarlık eğitimi metotlarını, mimari anlayışlarını, ekonomik ve siyasi gelişmelerin tasarımlara etkisini inceleme fırsatı da sunuyor. Serginin küratörü ve Yenal arşivini devralarak uzun süre üzerinde çalışan Büke Uras, mimar Yenal’ın hayal gücüne dayanan dünyasını Atlas Tarih okurları için anlattı. Yenal’ın günümüze ulaşabilen 255 adet çiziminden oluşan arşivinden yola çıkılarak hazırlanan sergide, son derece kamusal ve görsel bir meslek olan mimarlığı bireyselleştiren, içselleştiren bir mimar olması itibariyle, İbrahim Çallı’nın

rin ilk yıllarında, bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane’de mimarlık okur. Serginin ilk bölümünde Sanayi-i Nefise dönemine ait on iki adet çizim yer alıyor. Bu çizimler, Osmanlı’nın ilk ve Cumhuriyet döneminde de uzun süre tek mimarlık eğitimi veren kurumundaki öğretim metodolojisini göstermesi açısından önemli. 1930’lu yıllardan itibaren mimarlık eğitiminde, modernizmle beraber biçimin fonksiyonu takip ettiği bir metot izlenirken, Nazimi’nin çizimlerinin de gösterdiği gibi, o dönem akademide üslup üzerinde çalışılmış. Çizim başlıkları işlevden çok üsluba göre düzenlenmiş. Bu anlayış Yenal’ı oldukça etkiliyor ve mimarlık kariyeri boyunca, sorunsuzca, farklı üsluplarda çalışmalar yapıyor. 1930’larda son derece modern, 1940’larda ise Anıtkabir yarışma projesi örneğinde gördüğümüz gibi son derece eklektik; Balkan Konferansı mobilyalarında art déco, Şişli Camii projesinde ise klasik Türk. Nazimi Yaver Yenal’ın yeteneği daha öğrencilik yıllarında dikkat çekmeye başlar. Cumhuriyet döneminin ilk mimari yarışması, 1925 senesinde, yeni başkent Ankara için açılır. Bürokratları şehre çekmek için burjuva bir konut tipolojisi istenen yarışmayı Nazimi’nin projesi kazanır. Ancak proje uygulanmaz. Cumhuriyet’in ilk mimari yarışmaları listesinde daha önce yer almayan bu yarışmanın sonucu-

BÜKE URAS ARŞIVI

Akademi’nin yetenekli çocuğu “Kâğıt mimarı” Nazimi Yaver Yenal


BÜKE URAS ARŞIVI

Nazimi Yaver Yenal, Türkiye’nin ilk dekorasyon yarışmasında da birinci oldu. Yarışma için 1933’te Yıldız Sarayı Şale Köşkü’nde düzenlenen Balkan Konferansı’na tasarladığı mobilyalar art-déco üslubundaydı (üstte). Yenal (sol başta oturuyor), Sedad Hakkı Eldem, Asım Mutlu, Feridun Akozan, Ahsen Yapanar, Maruf Önal ile mezunlar toplantısında (altta).

ANILARDA MIMARLIK, YAPI’DAN SEÇMELER 7, YEM YAYINLARI

nun yer aldığı Cumhuriyet gazetesi kupürü de sergide yer alıyor. Ardından Cumhuriyet döneminde İstanbul’da yapılan ilk mimari yarışmayı da, henüz 21 yaşındaki Nazimi kazanır. Birinci Dünya Savaşı’nda hasar gören Haydarpaşa Garı’nın çatısının tamiri için yapılan bu yarışmada, hocası Kemalettin Bey de ikinci olur. Ancak Nazimi’nin bu tasarımı da hayata geçmez. 1926 senesinde akademiden mezun olan Nazimi Yaver, hükümetin açtığı ilk eğitim bursuyla sırayla Paris ve Berlin’e gider. Nazimi’nin iç mimarlık tasarımlarında Paris’te o yıllarda oldukça gözde olan art déco görülse de, mimari çizimlerinde net bir şekilde modernizm hâkim. Modernist çizgi, Hans Poelzig’in atölye-okuluna devam ettiği Berlin yıllarında daha da olgunlaşır. Almanya’da o yıllarda inşa edilebilir, işlevsel tasarımlar hâkim. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal karışıklıklarla ilişkili olarak, prefabrikasyon, standardizasyon çabaları ve toplu konut inşası arayışları var. Yenal’ın çizimlerinde ise bu konulara dair hiçbir çalışma görmüyoruz. Nazimi Yaver Yenal 1932 senesinde Türkiye’ye dönerek Güzel Sanatlar Akademisi’nde çalışmaya başlar. 1969 senesinde emekli olana kadar aynı kurumda çalışmaya devam edecektir. Serginin bir bölümünde bu önemli döneme ait parçalar görüyoruz. 1930’da akademide Ernst Egli’nin mimarlık fakülte şefi olmasıyla, Paris Beaux-Arts kökenli eğitim metodolojisi tamamen değişir. Alman modernizmi hâkim anlayış olur. Nazimi, erken Cumhuriyet döneminde genç bir mimarda aranan tüm özellikleri taşıdığından kariyerinin önü açıktır; devletin gayrimüslim mimarlara tercih ettiği Türk kimliği, Osmanlı’nın kalfalarından farklı olarak mimarlık diploması olduğu için imza yetkisi ve dünyanın önde gelen mimarlarıyla tanışıklık. Ayrıca çizgisi, Atatürk’ün tercih ettiği mimari temsil dili olan modern üsluba oldukça yatkın. Ancak tüm bu olumlu kariyer koşullarına rağ-

men Nazimi bir “kâğıt mimarı” olmaya itiliyor. Sebeplerin başında, karakterinin payı büyük. Çok üretken bir mimar, ancak inşa eyleminden uzak kaldıkça kendisine alternatif bir mimari üretim mecrası yaratıyor: Mimari çizimler. Kendisi için çiziyor, paylaşmıyor. Ne müşteri, ne arsa, ne bütçe derdi yok ve bu serbestlik sayesinde mimaride sadece inandığını tasarlıyor. Sergide yer alan dikkat çekici çizimlerden biri de Anıtkabir projesi için hazırladığı tasarım. Anıtkabir proje yarışmasına katılan yaklaşık 50 kadar mimarın çizimleri korunamayarak günümüze ulaşmadığı için, Yenal’ın hazırladığı projeyi yarışmaya sunup sunmadığını bilmiyoruz. Ancak Yenal’ın çizimleri, yarışma şartnamesinde yer alan fizik-

sel ve psikolojik gereklilikleri oldukça iyi karşılıyor. Nazimi Yaver Yenal’ın iç mimari çalışmaları haricinde hayata geçirilebilen tek mimari tasarımı, 1945-1949 arasında inşa edilen Şişli Camii şadırvanı. Süsleme programının Yenal tarafından gerçekleştirildiği Şişli Camii, Cumhuriyet döneminde yapılan ilk anıtsal cami olması nedeniyle önemli. Bir Kâğıt Mimarının Hayali Dünyası: Nazimi Yaver Yenal sergisi, günümüze ulaşan fotoğraf ve çizimleri ziyaretçilerle buluşturuyor. Hem Nazimi Yaver Yenal’ın sanat hayatına, hem de Yenal üzerinden dönemin mimarlık düşüncesine dair fikir edinmek mümkün. Sergi, 4 Ekim 2017 – 3 Mart 2018 tarihleri arasında İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde ziyarete açık kalacak. ATLAS TARİH 13


Güncel Haber

Nereden bilirdik renkli Yunan heykellerini? Yıllar yılı o görkemli beyaz, mermer halleri uygarlıkların gözlerini kamaştırdı. Ancak modern tarama yöntemleri ve araştırmalar gösterdi ki antik dönem heykelleri renkli, hatta kimi altın kaplama idi. Şimdi bunları görebileceğiniz müzeler de var. l n NİLAY ÖRNEK

kadar görkemli, o kadar doğal ve hatta o kadar kusursuz görünüyorlar ki, insan onların o beyaz mermer hallerinden başka bir renkte yapıldıklarını düşünemiyor. Bu yüzden de olsa gerek, yüzyıllarca antik Roma, Yunan heykellerinin aslen rengârenk olabileceğine kimse ihtimal vermedi. Milyarlarca insan hâlâ da aksini düşünmüyor, bilmiyor. Ancak klasik dönem üzerine uzman Alman arkeolog Prof. Dr. Vinzenz Brinkmann ile yine kendisi gibi arkeolog olan eşi Dr. Ulrike Koch-Brinkmann, 20 yıllarını bu şüpheyle geçirip kızıl ötesi spektroskopi, ultraviyole tarama gibi modern yöntemler yardımıyla sonunda kanıtladılar: Antik Yunan heykelleri aslında renkli idi. Krallar, zenginler, asiller daha fazla renkle donatılıyor, hatta altın gibi elementlerle bezeli giysileriyle pırıl pırıl bağırıyorlardı. Yıllar yılı rüzgâr, ışık, yağmur gibi etkenler bu boyaları götürüp heykelleri bugünkü hallerine dönüştürdü. Brinkmann ve ekibi ise antik dönem heykellerinin aslında nasıl olduğunu gösterebilmek için birçok heykelin kopyası üzerinde renklendirme yaptı. Bu şekilde heykeli olan pek çok karakterin maddi durumları, statüsü bir yana, fiziksel özellikleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olunabiliyor. Ancak yüzyıllardır alıştığımız hallerinden çok farklı göründüklerinden olsa gerek, heykellerin bu hali çok az insana ‘daha hoş’ görünüyor. O renkler fazla geliyor! Danimarkalı boya firması Jotun’un

O

14 ATLAS TARİH

Türk basınından bir grup gazeteciye yeni renk çalışmalarını anlatmak için seçtiği yerlerden biri de Danimarka’nın başkenti Kopenhag’daki Ny Carlsberg Glyptotek adlı heykel müzesi idi. Glyptotek, renkli heykel araştırmaları ve gösterimi açısından önde gelen müzelerden. 2004 yılından beri bu yönde özel araştırma fonları var. Brinkmann çiftinin çalışmalarıyla daha önce büyük bir sergi de yapmış olan müzede, bugün de pek çok heykelin renkli versiyonu görülebiliyor. Türkiye’de, genellikle ‘çubuklu selfie’ çekmek isteyenlerden talep ettikleri 750 TL’yi aşan ücretle haber olan müzeyi, bizler, bu renk mevzuundaki ustalığı anlatan Dr. Rune Frederiksen ile gezdik. Özel koleksiyonlardan sorumlu Frederiksen’in verdiği bilgilerden en ilginci ise pek çok heykelde, örneğin müzedeki Artemis ile Iphigenia heykeli üzerinde mesela hâlâ altın kalıntılarının bulunması.

Sonradan renklendirilen Yunanistan’daki Aphaia Tapınağı’nın batı alınlığından Troyalı Okçu. Heykelin Aşil’i topuğundan vurarak öldüren Paris’i betimlediği düşünülüyor (üstte).



Güncel Haber

Sessiz filmler canlı müzikle buluşuyor Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri 14-17 Aralık 2017 tarihleri arasında Akbank Sanat, Fransız Kültür, Soho House İstanbul ve Bomontiada ALT’ta gerçekleşecek. Bu yıl dördüncüsü düzenlenen etkinliğin temasıysa dans. inemanın öncü örneklerini canlı müzikle bir araya getirerek seyirciye sunan Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri’nin bu yıl dördüncüsü düzenleniyor. Atlas dergisinin medya desteği verdiği, Kino İstanbul tarafından organize edilen sinema günleri 14-17 Aralık 2017 tarihleri arasında gerçekleşecek. Festivalin kurumsal ortağı İtalya’nın ünlü sinemateği Cineteca di Bologna ve Hollanda’nın saygın sinema müzesi EYE Filmmuseum olurken festival Goethe Institut İstanbul, Polonya Başkonsolosluğu, İtalyan Kültür Merkezi, İsviçre Başkonsolosluğu, Cinémathèque Française ve Filmoteka Narodowa’nın desteğiyle hayat buluyor. İstanbul Sessiz Sinema Günleri’nin bu yılki teması dans. İlk yıllarından beri kimi zaman sinemanın konusu, kimi zaman tamamlayıcısı olarak kullanılan dans izleyicilerde başka bir yer edindi. Sinemanın doğuşuna ilham kaynağı olan dansçı Loie Fuller’e afişiyle saygısını sunan festivalde birçok farklı ülkeden ve arşivden dans filmleri ve görüntülerine yer veriliyor. Aşkları ve özel hayatıyla bir döneme damga vuran Polonya asıllı Hollywood yıldızı Pola Negri’nin filmleri, Bestia: Polonyalı Dansçı (Bestia: Polish Dancer, 1917), Mania (Mania, 1918) ve İspanyol Dansçı (Spanish Dancer, 1923) filmiyle izleyiciyle buluşacak. İspanyol Dansçı, 2012’deki

S

16 ATLAS TARİH

restorasyondan sonra İstanbul’da ilk kez seyirciyle buluşacak. 2015’te iki farklı kopyadan derlenerek Kongre Kütüphanesi tarafından restore edilen, Lois Weber’in çektiği, ünlü Rus balerin Anna Pavlova’nın tek konulu filmi Porticili Dilsiz Kız da gösterimi yapılacak filmlerden. Diğer bir dikkat çekici film ise Tropiklerin Deniz Perisi (La Sirène des Tropiques, 1927). Lobster Films tarafından restore edilen film, 1950’lerde İstanbul’da da sahne almış Amerikalı dansçı Joséphine Baker’in ilk uzun metraj filmi olma özelliği taşıyor. Festivalde her sene yer alan “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Görüntüler” bölümünde bu yıl dans temalı kısalar ve 2016 yapımı bir belgesel de bulunuyor. Farklı

arşivlerden derlenen filmlerin bir kısmı daha önce hiç görülmemiş ve aralarında 1906’dan 1926 yılına uzanan programda Edirne’nin 1913 yılında Bulgar ve Sırp orduları tarafından kuşatılması, Sırbistan Kralı Peter’in 1910’daki İstanbul ziyareti, Sultan Mehmet Reşat’ın Üsküdar’daki görüntüleri bulunuyor. Belgesel dalında Oscar’a aday adayı olan, İngiliz kâşif ve siyasetçi Gertrude Bell’in yaşamına odaklanan Bağdat Mektupları (Letters From Baghdad, 2017) İsviçre Başkonsolosluğu’nun desteğiyle ve yönetmenlerinden Sabine Krayenbühl’ün katılımıyla Türkiye prömiyerini festivalde gerçekleştirecek. Filmlere eşlik edecek canlı müzik için festivalde; piyanist John Sweeney; piyano, keman ve akordeon virtüözü Günter Buchwald; vurmalı çalgılar ustası Frank Bockius; piyanist ve besteci Daniele Furlati yer alacak. Sessiz sinemayı elektronik müzikle birleştiren Carroll Catcher ve vurmalı enstrümanlarla tanınan Özün Usta da performans gösterecek.


Profesör Benjamin C. Fortna’nın, Kuşçubaşı’nın hatıraları ve sandukasından çıkan şahsi belgeler üzerinden yaptığı bu birinci sınıf çalışma, Kuşçubaşı hakkında bugüne kadar yazılan en detaylı ve güvenilir biyografi… Karpat, literatüre bir ilk olarak girmiş bu çalışmasında, Osmanlılarla ilgili araştırmaları şekillendirmekte olan dar görüşlülükten uzak durarak, Balkanlar ve Ortadoğu’daki müslim ve gayrimüslim tebaayı genel bir çerçeve içinde ele alıyor ve milliyetçi görüntülü ayaklanmaların sebebinin Osmanlı idari sistemi değil; aksine, geleneksel sistemin dağılması olduğunu ortaya koyuyor.

Askerî tarih alanında yaptığı çalışmalarla dikkatleri üzerine çeken araştırmacı/yazar Erhan Çifci bu eseriyle; muharebeyi hazırlayan fiziki/ sosyal koşulları, her iki tarafın savaşın seyrini değiştiren aktörlerini, savaşın safha safha, nasıl cereyan ettiğini ve sonuçlarını bir film senaryosu tadında anlatıyor.

Prof. Dr. Ali Akyıldız, bu kitapta Osmanlı tarihinin en esrarengiz konularının başında gelmesine ve üzerinde çok konuşulmasına rağmen hakkında çok az şey bilinen padişah haremindeki yaşamın ayrıntılarını, dışarıya tamamen kapalı olan bu dünyanın en nüfuzlu ve yetkili kadını olan valide sultan bağlamında ele alıyor.


Güncel Haber

2000 yıl sonra tekrar İstanbul’da: Roma İmparatorluğu’nun yol haritası Roma İmparatorluğu döneminde yol haritası olarak hazırladığı anlaşılan Tabula Peutingeriana’nın Türk edisyonu? Boyut Yayıncılık tarafından tıpkıbasım olarak gerçekleştirildi. Tabula Peutingeriana’nın bilinen en eski kopyası Avusturya Devlet Kütüphanesi’nde bulunuyor. Çizilen haritadaki yolların bir kısmı bugün Türkiye sınırları içerisinde varlığını sürdürüyor. ünyanın bilinen ilk yol haritası Roma İmparatorluğu döneminde hazırlanmıştı. İlk kopyalarının İS 1. ve 3. yüzyıllarda yapıldığı düşünülen Tabula Peutingeriana ’nın son halini 4. yüzyılda aldığı sanılıyor. 1265 yılında Rahip Colmar tarafından yapılan kopyası, 1508’de Augsburg Şansölyesi Conrad Peutinger’e takdim edilmişti. Bu nedenle harita Tabula Peutingeriana olarak adlandırılıyor. Haritanın 1911 yılında yeni basımı yapılırken İngiltere, Galler ve İspanya Yarımadası’nı gösteren kayıp parçası yeniden oluşturulmuştu. 2007 yılında UNESCO Dünya Kültür Belleği kayıtlarına alınan harita kamuya bir günlüğüne açılmıştı. Geçtiğimiz aylarda Boyut Yayıncılık tarafından ilk Türkçe edisyonu tıpkıbasım olarak yapılan haritaya, üst ve alt bantlarla kent açıklamaları eklendi. Osmanlı ve Türkiye coğrafyasına ilişkin açıklamalar yoğunlaştırıldı. 13. yüzyılda renkli eserleri ve haritaları çoğaltabilecek tecrübeli hattat ve nakkaşların çoğu Konstantinopolis’te bulunuyordu. Bu nedenle yol haritasının kopyasının Konstantinopolis’te

D

18 ATLAS TARİH

yapıldığı düşünülüyor. 12 parşömenin birleştirilmesiyle oluşturulan, yine Konstantinopolis’te çoğaltıldığı düşünülen haritanın bilinen en eski kopyası Avusturya’daki Viyana Devlet Kütüphanesi’nde bulunuyor. Coğrafyadan bağımsız, şematik bir yapısı bulununan harita, 34 santimetre eninde ve toplam yedi metreyi bulan bir rulo şeklinde. Roma İmparatorluğu’nda yapılmış ve toplam uzunluğu 100 bin kilometre üzerindeki yolları gösteren haritanın daha çok ticari amaçla hazırlandığı düşünülüyor. Mesafeler at üzerinde bir günlük yolculuğa göre oluşturulmuş şekilde. Haritada 555 yerleşim ve konaklama yerinin yanı sıra at değişimi yapılabilecek yerler de bulunuyor. Konaklama yapıları ikonlarla haritaya yerleştirilmiş ve 3500’ün üzerinde coğrafi isimlendirme

yapılmış durumda. Tabula Peutingeriana’nın Türkiye için özel bir önemi var- çünkü haritada bulunan bazı yollar halen Türkiye sınırları içinde. Ayrıca Roma’dan sonra dönemin en önemli şehirleri Konstantinopolis, Antiochia (Antakya), Nicomedia (İzmit) ve Nicea da (İznik) bugünkü Türkiye sınırları içinde yer alıyor. Boyut Yayıncılık’ın hazırladığı Türkçe edisyonda okurları aydınlatmak için eklenmiş bilgilere yer verildi. Türkçe edisyonda beş şehir için özel bir yer ayrılarak, şehirlerin kısaca tarihsel gelişimleri aktarıldı. Harita üzerinde kent isimlerinin yazılması ve belli kentlere kısa açıklamalar yapılmış olmasının yanı sıra haritanın arkasında çeşitli açıklamalar da bulunuyor. Kitapta önemli şehirler; nehir, dağ, orman gibi coğrafi yapıların sembolleri; limanlar ve deniz fenerleri de açıklanıyor. Türkçe baskıda Doğu Roma’nın devamı olarak görülen Osmanlı coğrafyasına da ayrı bir yer verilmiş. Osmanlı’da coğrafyacılık ve menzil coğrafyacıları üzerine notlar içeren kitapta Matrakçı Nasuh’un menzil tablolarından Piri Reis’in Akdeniz’in tüm limanlarını anlattığı Kitab-ı Bahriye’si ve Evliya Çelebi’nin coğrafi bilgileri de aktardığı Seyahatname’sine kadar kısa anlatımlar bulunuyor.



Güncel Haber

Beşiktaş’ta kurgan kültürüne ait mezarlar bulundu Ekim ayında Beşiktaş’taki metro çalışmaları sırasında bulunan iskeletler ve yakma usulünün uygulandığı mezarlar büyük yankı uyandırdı. Çalışmaların genişletilmesi İstanbul’un tarihi açısından ezber bozan bilgiler ortaya çıkarabilecek. l n NEZİH BAŞGELEN

aha önceleri Küçükçekmece Gölü yakınındaki Yarımburgaz Mağarası’nda, Büyük Çekmece - Eskice Sırtı ile Kilyos- Domuzdere’de tespit edilen buluntular ilk insanların dünyaya yayılımı sırasında İstanbul bölgesinin ne kadar önemli olduğunu bize göstermişti. İstanbul ve çevresinde Yenikapı, Fikirtepe, Pendik, Ayamama, Bathonea Küçükçekmece ve Ağaçlı’da bulunan tarihöncesi buluntular ise İstanbul’un avcı-toplayıcı dönemden itibaren ne denli ilginç yerleşimlere sahne olduğunu ortaya koymuştu. Buna karşılık İstanbul Boğazı kıyılarında bugüne kadar tarihöncesine ait herhangi bir yerleşime rastlanmamıştı. Bu açıdan Beşiktaş metro kazılarında ortaya çıkan ve çıkabilecek yerleşim kalıntıları büyük önem taşıyor. Beşiktaş metro kazısı ile ilgili olarak medyaya yansıyan fotoğraflarda görülen yuvarlak planlı taş dizileri, hocker pozisyonda iskeletler ve kremasyon urne (cesedin yakılması sonrasında arta kalan kemiklerin bir kaba konularak gömülmesi) değerlendirilmesi gereken ilginç bulgular. Bu ilginç buluntular Trakya’da daha önce kazısı yapılan kurgan kültürüne ait merkezlerde bulunanları andırmaktadır. Trakya’daki kurgan kültürü son tunç çağından ilk demir çağın başlarına kadar uzanan bir geçmişin izlerini taşıyor.

D

20 ATLAS TARİH

Beşiktaş’taki kazılarda, mezarların bazılarında kremasyon işlemiyle defin yapıldığı tespit edildi.

Bugüne kadar bu süreçin Trakya genelinde literatürde “Pseniçevo” olarak tanımlanan, ya da el yapımı, ip baskılı, siyah renkli açkılı çanak çömlek kullanımı ile özdeşleştirildiği görülmekteydi. Balkanlar’ın kuzeyinden genellikle de steplerden güneye indikleri öngörülen ve literatürde “kurgan göçü” olarak adlandırılan bu kültüre ait Trakya’dan yüzlerce yerleşim yeri bilinmekteydi. Türkiye Trakya’sında (Doğu Trakya) Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’ın kazdığı Kırklareli Taşlıcabayır mezar tepesi ile Silivri’de geçtiğimiz yıl kazılan kurgan tipi mezarda bulunanlar bu göç hareketinin İstanbul yakınlarına kadar geldiğini ortaya koymuştu. Anadolu’daki Frig kültürünün Balkan kökenli olduğu varsayımı ile 1200’lerdeki deniz kavimleri sorunsalına katkı sağlayabilecek ilginç bir mezarlık alanı alanı ile karşı karşıyayız. Bulgaristan’daki benzer örneklerin yakınında yer alan ve toplu maden buluntuları veren kutsal alanlar acaba Be-

şiktaş’ta nerede bulunuyordu ? Beşiktaş metro alanında dar bir alanda ortaya çıkan bu yoğunluk gerçekte tepelere ve vadi gerisine kadar ne kadar bir alanı kapsıyordu. Araştırmalar durdurulmaz ve bu soruları aydınlatabilmek için çalışma alanı genişletilebilinirse İstanbul’un tarihi açısından daha da ezberlerin bozulabileceği buluntularla karşılaşabileceğimizi rahatlıkla öngörebiliriz. Kazılan tabakalarda halen deniz seviyesinin altına inilmediği gözükmektedir. Daha alt tabakalarda da Yenikapı’daki gibi yerleşim izlerinin devam edip etmediğinin araştırılması da önemlidir. Beşiktaş metro kazısı buluntuları bize İstanbul’un kıyı kesimlerindeki bu tipteki temel kazılarında ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini bir kez daha gösterdi. Beşiktaş metro alanındaki kazıların İstanbul arkeoloji müzeleri ve ilgili uzmanlarca kesintisizce sürdürülmesi bize İstanbul Boğazı’nın bugüne kadar bilmediğimiz erken tarihini aydınlatacak bilgileri sağlayabilir. Bu kazılarda bulunanların etnik kökeniyle ilgili bilgiler için laboratuvar sonuçlarını beklemek durumundayız.


KLAUDIOS PTOLEMAIOS

KLAUDIOS

Geographike Hyphegesis TOPKAPI SARAYI MÜZESİ / İSTANBUL

El Yazmaları ve Mehmet II'nin (Fatih) Entellektüel Kişiliği Üzerine

COĞRAFYA EL KİTABI

PTOLEMAIOS

FAKSIMILE / TIPKI BASIM

İLBER ORTAYLI SUNUM A.M.CELAL ŞENGÖR KATKILARI İLE ALFRED STÜCKELBERGER FLORIAN MITTENHUBER ROBERT FUCHS

1300’lerin başında Konstantinopolis scriptoriumlarında hazırlanan en nadide el yazması... İlk küresel dünya haritası.

700 yıl sonra bilim dünyasıyla buluşuyor.

TÜRKİYE HARİTALARI

ZENGİNLEŞTİRİLMİŞ FAKSIMILE / TIPKI BASIM

BÜLENT ÖZÜKAN

682 cm uzunluğunda 48 cm yüksekliğinde tek parça harita. Roma ve Osmanlı İmparatorluklarının yolları ve menzilleri üzerine tarihe interaktif yolculuk. Roma, Konstantinopolis (İstanbul), Antiochia (Antakya), Nicomedia (İzmit), Nicea (İznik) ve Türkiye'den 168 yerleşim yeri.

İ K İ C İ LT Ö Z E L K U T U S U N D A

İ Ş B İ R L İ Ğ İ

Topkapı Palace Museum Universitât Bern Topkapı Sarayı Müzesi Bern Üniversitesi İstanbul, Türkiye Ptolemaios Araştırma Merkezi İsviçre

Russian State Library Rusya Devlet Kütüphanesi Moskova, Rusya

Austrian National Library Avusturya Devlet Kütüphanesi Viyana, Avusturya

Y A P I L A N

British Library / Birleşik Krallık Ulusal Kütüphanesi Londra, İngiltere

New York Public Library New York Halk Kütüphanesi New York, ABD

K U R U M

Bibliothèque Nationale de France Ulusal Kütüphane Paris, Fransa

V E

MERKEZİNDE ASIA MINOR’ÜN YER ALDIĞI 2000 YILLIK HARİTA KOLEKSİYONU • Antik çağ anlatımları

BÜLENT ÖZÜKAN

1927-29 ve 2003-2011 restorasyon öyküleri. Topkapı Sarayı Müzesi, İsviçre Bern Üniversitesi Ptolemaios Araştırma Merkezi ve Boyut Yayın Grubu işbirliğiyle.

10 Avrupa, 4 Afrika haritası. Anadolu, Ege, Akdeniz ve Kıbrıs dahil 12 Asya haritası.

PEUTINGERIANA OSMANLI VE TÜRKİYE COĞRAFYASINDAKİ İZLERİYLE ROMA YOLLARI

ARAŞTIRMA RAPORU

CODEX SERAGLIENSIS Gİ 57

TARİHTE

TABULA

• İslam coğrafyacıları • Kilise etkisindeki haritalar • Coğrafyanın dehası; Ptolemaios • Keşifler çağının destansı haritaları • Osmanlı-Rus savaşlarının cephe haritaları • Osmanlı paylaşılırken... • Cumhuriyet dönemi ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Ermenistan, Avusturya, Macaristan ve Rusya arşivlerindeki dijital belgelerle hazırlandı.

K U R U L U Ş L A R

Archivio Segreto Vaticano Vatikan Gizli Arşivleri Roma, İtalya

Yale University Yale Üniversitesi New Haven, ABD

Princeton University Princeton Üniversitesi New Jersey, ABD

University of Chicago Chicago Üniversitesi Chicago, ABD

Columbia University Columbia Üniversitesi New York, ABD

Ebat: 35x50 cm., el yapımı cilt, iplik dikişli, özel kutularında ve kişiye özel sertifikalarıyla.

Yayın Danışma Hattı

4 4 4 53 53

St. Petersburg State University St. Petersburg Devlet Üniversitesi Saint Petersburg, Russia


Güncel Haber

Dünyanın en kapsamlı Leonardo Da Vinci sergisi İstanbul’da eonardo Da Vinci’nin orijinal eskizlerinden yola çıkılarak yapılan 100 replikası, orijinal el yazması, tablo ve çizimlerin de dahil olduğu 200’e yakın eser Leonardo Da Vinci Expo: Dâhi İstanbul’da sergisiyle sanatseverlerle buluşuyor. Da Vinci’ye adanmış en önemli sergi olarak düşünülen uluslararası proje, Brugge’de yapığı prömiyerin ardından dünya turuna İstanbul’dan başlıyor. 14 Aralık’ta UNIQ Müze’de kapılarını açan sergi 7 Nisan 2018’e kadar devam edecek. Rönesans döneminin en büyük dâhisi Leonardo Da Vinci’ye adanan en önemli sergi olarak tasarlanan Leonardo Da Vinci Expo: Dâhi İstanbul’da sergisi,

L

Da Vinci’nin eserlerinden yola çıkarak hazırlandı. Sergide orijinal el yazması, tablo ve çizimleri de yer alıyor. Jean-Christophe Hubert’in küratörlüğünü yaptığı sergi Michelangelo, Albrecht Dürer, Giorgio Vasari, Donatello, Verrocchio, Giambologna, Raphael, Francesco Guardi ve Canaletto gibi Rönesans’ın diğer önemli sanatçıları ile Da Vinci’nin çağdaşlarının Da Vinci eserlerinden ilham alarak sunduğu örneklere ve orijinal

Osmanlı’da sanayileşme ve Levantenler eyoğlu Belediyesi’nin ev sahipliğinde, İstanbul Levanten Kültür Mirası Derneği, Londra Levanten Kültür Mirası Vakfı ve Kültür Kenti Vakfı’nın paydaşlığında düzenlenen II. Beyoğlu Levanten Konferansı 10-12 Kasım tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde yapıldı. Geçen yılki ilk konferansta, Levantenlerin 1453’ten bu yana Beyoğlu, Galata ve Pera’daki etkileri değerlendirilmiş, Osmanlı kültüründe Levantenlerin yaşamı, komşuluk ve etkileşim üzerinde sunumlar yapılmıştı. Bu yılki konferansta ise Levantenlerin Osmanlı sanayileşme ve modernleşme sürecinde

B

22 ATLAS TARİH

oynadıkları role ilişkin değerlendirmeler konu edildi. Beyoğlu’ndan Halep’e kadar Levantenlerin, finans, sigortacılık, ekonomi ve ticarete getirdikleri yenilikler tartışıldı. Konferansta sunulan bildiriler arasında Dr. Philip Mansel’in “Bir Levanten Şehri Olarak Halep”, Şafak Altun’un “Osmanlı Dönemi Bankaları”, Maria Bruckmann’ın “Ekonomik Faaliyette Levanten Kadınlar”, Prof. Zafer Toprak’ın “İstanbul’da Yeni Levantenlerin Yükselişi”, Behice Tezçakar Özdemir’in “Osmanlı İmparatorluğunda Siemens”, Engin Özendes’in “Bir Fotoğrafhane’nin Öyküsü: El Chark / Sébah&Joaillier / Foto Sabah” yer aldı.

belgelere de ışık tutuyor. Dünya çapında büyük ses getiren sergi, 10 yıllık bir çalışmanın sonucunda ortaya çıktı. Belçika ve Lüksemburg’dan mühendis, tarihçi, grafik sanatçıları ve zanaatkârlardan oluşan 22 kişilik bir ekip bu sergi için çalıştı. Sergide yer alan replikalar, orijinal tasarımlara bağlı kalınarak ahşap ve metalden yapıldı, tek bir vida dahi kullanılmadı. Bu çalışmaların bazıları orijinal boyutlarında yer alırken, bir kısmının boyutları 60 santimetre ila beş metre arasında değişen replikalardan oluşuyor. En önemli ve en büyük parça ise Da Vinci’nin Sultan II. Bayezid döneminde inşa etmek istediği Haliç Köprüsü’nün replikası. 1502’de dünyanın en büyük, en güzel köprüsünü inşa etmek isteyen Da Vinci, Sultan II. Bayezid’a bu talebiyle ilgili bir mektup göndermiş, ancak köprü inşa edilememişti. 2001’de, Norveç’te üstgeçit olarak inşa edilen köprü, küresel ısınmaya dikkat çekmek amaçlı buz maketleriyle de dünyanın çeşitli yerlerinde sergileniyor. Leonardo Da Vinci Expo: Dâhi İstanbul’da sergisi 7 Nisan 2018’e kadar ziyarete açık kalacak.



Güncel Haber

Kültürel miras olarak sinema: Lumière Film Festivali Auguste ve Louis Lumière Kardeşler’in sinematografı icat ettikleri ve ilk filmi çektikleri Lyon kenti her yıl Lumière Film Festivali’ne de ev sahipliği yapıyor. Lumière Kardeşler’in filmlerinin restorasyonu ve festivalin ortaya çıkış sürecini, Lumière Enstitüsü Başkanı Fransız yönetmen Bertrand Tavernier ile konuştuk. 20. yüzyılın başlarında cam plak ve pelikül başta olmak üzere çeşitli fotoğraf malzemeleri ürettikleri fabrikalarında çektikleri, mesai sonrası hangardan çıkan işçileri gösteren ve 1 dakikadan kısa süren Fabrikadan Çıkış filminin dekoru, günümüzde İlk Film Sokağı (Rue du Premier Film) üzerinde bulunup “İlk Film Hangarı” (Hangar du Premier

l n TUBA GÜLTEKİN ROCHE

ransa’nın Lyon şehrinde yer alan İlk Film Sokağı’nda olağanüstü bir hareketlilik hâkim. Yüzlerce kişinin toplandığı daracık sokakta, tarihi bir hangarın önünde film çekimi var. Çekilen geniş ve sabit planın amacı, aralarında dünya sinemasından ünlü isimlerin de olduğu kalabalık bir grubun hangardan çıkışını kaydetmek. Elinde megafonla platoda koşturarak oyuncularla yönetmen arasındaki koordinasyonu sağlayan yönetmen yardımcısı, Cannes Film Festivali’nin direktörü olarak tanıdığımız Thierry Frémaux. 8 K formatında çekim yapan yeni nesil kameranın arkasında durup teknik ekibi yöneten isim ise Hong Kong sinemasının usta yönetmeni Wong Kar-Wai. Auguste ve Louis Lumière Kardeşler’in sinema tarihinin ilk filmi olarak kayıtlara geçen Fabrikadan Çıkış yeniden çekiliyor. Bu filmin yapılmasındaki asıl amaç bu anı kaydetmenin ötesinde yüzyılın buluşlarından biri olan sinemayı Lumière Enstitüsü Başkanı, yönetmen Bertrand Tavernier, Lyon’daki Lumière Film bir kültürel miras olarak kutsamak. Festivali sırasında. Fabrikadan Çıkış’ın Wong Kar-Wai tarafından yeniden çekimi, sinemanın Film) olarak anılıyor. Festivali düzendoğum yeri Lyon’da dokuzuncusu dü- leyen Lumière Enstitüsü de bu hangarın zenlenen Lumière Film Festivali’nin bulunduğu araziyi kaplayacak biçimde, sinema tarihine göz kırpışının bir par- Lumière Kardeşler’in villası içinde yer çası. Sinematografın mucidi Lumière alıyor. İçeriği tamamen klasik filmlere Kardeşler’in 1888 yılı itibariyle yerleşip ve çoğunlukla restore edilmiş kopyalara FOTOĞRAF: TUBA GÜLTEKIN ROCHE

F

24 ATLAS TARİH

ayrılan festivalin başlıca konuğu olan Hong Kong’lu usta yönetmen Wong Kar-Wai, aynı zamanda bu yıl Lumière Ödülü’ne layık görülerek Lyon’a ödülünü almaya geldi. Bu yılın özel retrospektif seçkisi, Şeytan Ruhlu İnsanlar (Les Diaboliques, 1955), Dehşet Yolcuları (Le Salaire De La Peur, 1953) gibi unutulmaz filmlere imza atan, Fransız sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Henri-Georges Clouzot’ya ayrılırken gösterim programında 200’ün üzerinde klasik filme yer verildi. Dünyaca ünlü oyuncular Tilda Swilton ve Daniel Brühl ile festivalin onur konuğu Charles Aznavour gibi isimler de filmleri kültürel miras olarak kalıcılaştırmak amacıyla düzenlenen festivalin özel konukları arasındaydı. Geçtiğimiz yıllarda Clint Eastwood, Milos Forman, Gérard Depardieu, Ken Loach, Quentin Tarantino, Pedro Almodovar, Martin Scorsese ve Catherine Deneuve gibi usta yönetmen ve oyunculara sinema mirasına katkılarından ötürü Lumière Ödülü’nü layık gören festival ekibi, müze ve film arşivi olarak hizmet veren Lumière Enstitüsü’nü de yönetiyor. Festivalin nispeten kısa geçmişi, 1982’de sinema tarihinin ilk filmlerinin keşfedilmesiyle birlikte kurulan ve filmlerin ve seyir kültürünün korunmasına adanan Lumière Enstitüsü’nün yolculuğuyla kesişiyor. Lumière Kardeşler’in kapanan fabrikaları üzerinde kurulan, ‘’autochrome’’ tekniği gibi fotoğrafta çığır açan icatlarıyla fotoğraf plağı ve pelikül üretimine dair koleksiyonlarına ayrılan Fotoğraf Vakfı, sonrasında keşfedilen filmlerle birlikte Lumière Enstitüsü’ne doğru evrilmiş. Lumière Kardeşler’in çektiği,


FOTOĞRAF: TUBA GÜLTEKIN ROCHE

ya da bir kısmı Lumièreler’in dünyanın çeşitli yerlerine gönderdiği görüntü yönetmenleri tarafından çekilen filmler 1980’li yıllara kadar çeşitli mecralarda anonim olarak yayınlanmış.

İstanbul’u da çektiler Lumière Enstitüsü’nün kuruluş aşamasındaki en zorlu etaplardan biri olan fikri hakların devredilmesi sürecini enstitünün başkanı, Fransız yönetmen Bertrand Tavernier şu sözlerle anlatıyor: “O dönemde Fotoğraf Vakfı’nın kurucusu olan Bernard Chardère’in ilk işi filmlerin hak sahibini bulmak oldu. Bernard, kapanan Lumière fabrikalarını içindeki mallarla birlikte satın alan Ilford’un bir mektubunu buldu. Bu mallar arasında ilk filmlerin bobinleri de var. Mektuptan anlaşıldığı üzere bobinler Lumière Enstitüsü’ne aitti. Bunun üzerine CNC’ye (Centre National du Cinéma et de l’Image Animée) durumu bildirdik. CNC, tüm itirazlarımıza rağmen Tren’in Ciotat Garı’na Varışı filmi başta olmak üzere Lumière filmlerinin televizyonda izinsiz yayınlanmasına müsaade etti. Biz de bir bilir kişi raporu düzenlenmesini talep

ettik. Neticede filmlerin anonim olmadığına kanaat getirildi. Yasal sürecin sonunda aile, eser fikri haklarını, restorasyon ve dağıtımın vakıf statüsündeki enstitü tarafından yürütülmesi şartıyla, Fransız Devleti’ne devretti. Thierry Frémaux ile birlikte, CNC’nin desteğiyle 1400’ün üzerinde filmi restore ettirdik. Bir de tabii Lumièreler genellikle aynı planın birkaç tekrarını çekiyorlardı. Örneğin Akrobatlar filminin 7-8 kopyasını bulduk. İlk etapta 1480 filmin 1422’si restore edilmişti. Restorasyon esnasında keşfedilenler arasında meşhur kaydırma (travelling) hareketiyle o muazzam İstanbul Boğazı görüntüleri de var.” Tavernier, Lumièreler’in önde gelen görüntü yönetmenlerinden olan,

1800ler’in sonunda kamerasıyla dünyanın çeşitli bölgelerinde gezen Jean Alexandre Louis Promio’nun çektiği İstanbul görüntülerinin tek kopyası olduğundan söz ediyor. Promio’nun, öncesinde Venedik’te keşfettiği, sonra ise İstanbul Boğazı’nda ve Haliç’te yeniden denediği kaydırma hareketini, o dönemde ortalama 1 dakika çekim yapmaya izin veren peliküllerle mümkün olabildiğince çok görüntü elde etmek amacıyla kullandığını anlatıyor. Günümüzde “Lumière Kataloğu” olarak anılan ilk filmlerin restore edilmesiyle başlayan süreç, enstitünün sinema tarihinden klasiklerin gösterimine yer ayırmaya başlamasıyla devam etti. Tavernier’nin belirttiği gibi, Bolog-

FOTOĞRAF: TUBA GÜLTEKIN ROCHE

FOTOĞRAF: JEAN-LUC MÈGE

Festival sırasında soldan sağa: Charles Aznavour, Esther Wong, Wong Kar-Wai, Isabelle Adjani (altta solda). Lumière Enstitüsü yöneticileri Thierry Frémaux ile Bertrand Tavernier (altta sağda). İlk Film Hangarı, Lyon (üstte).

ATLAS TARİH 25


na Sinema Arşivi (Cineteca di Bologna) ve Martin Scorsese’nin liderliğinde yürütülen Dünya Sineması Projesi (World Cinema Project) gibi oluşumlarla başlayıp her gün büyümeye başlayan film restorasyonu sektörü, bu süreci besleyen bir faktör oldu. Bir festival düzenleyerek gösterimleri daha büyük bir kitleye ulaştırmaya karar veren ekip, bir müddet kültür politikasına karşı mücadele verdi. Çünkü kültür bakanlığı, enstitünün eski filmler göstermesini Tavernier’nin deyimiyle “geçmişe takılıp kalmak” olarak nitelendiriyordu. Festival düzenleme fikri belediyenin desteği alınana dek rafa kaldırıldı. Belediyenin onayının ardından CNC’nin de desteğini de alabilmek için daha büyük çaplı bir organizasyonun gerektiğini fark eden ekip, özgün yapıtlarıyla sinema tarihine büyük katkıda bulunan isimlere ödül takdim etmeye karar verdi. Lumière Film Festivali, doğası gereği programındaki filmlere ödül vermeyerek diğer film festivallerinden ayrılsa da, Tavernier’nin anlattığı üzere festival ekibinin omzundaki yük belki de diğer film festivallerininkinden daha ağır: “Lumière Ödülü’nün verileceği ismi Thierry (Frémaux), Maelle Arnaud ve ben, hep birlikte seçiyoruz. Her seferinde seçimlerimiz üzerine ağır eleştiriler alıyoruz. Örneğin “neden kadın sinemacı seçmiyorsunuz” diye soran oluyor. Halbuki Jane Campion’a ödül vermeyi istedik, ama Cannes’da jüri başkanlığı da yapmış olduğu için kabul etmedi. Bu soruları soranlar İda Lupino, ya da Jacqueline Audrey seçkisi yaptığımızda gelip filmleri izlemediler. İşin başka bir zor kısmı daha var. Hak ettiğini düşündüğüm kimi sinemacılar ise çok zorlayıcı, hatta başa çıkılamaz karakterleriyle tanınıyorlar. Şimdiye dek hiç Asyalı bir yönetmene ödül vermemiştik. Bu festival daha eski tarihlerde yapılsaydı, muhtemelen Kurosawa’ya,

26 ATLAS TARİH

FOTOĞRAF: TUBA GÜLTEKIN ROCHE

Güncel Haber

Lumière Enstitüsü / İlk Film Hangarı, Lyon (en üstte). İlk Film Hangarı’nda Fabrikadan Çıkış’ın yeniden canlandırılmasından bir kare (üstte).

Billy Wilder’a, Maria Monicelli’ye ve Ingmar Bergman’a da ödül verirdik’’. Fransız sinema tarihini kişisel deneyimleri üzerinden anlatarak hazırladığı 3,5 saatlik belgeseli “Voyages à Travers Le Cinéma Français”nin (Fransız Sineması’na Yolculuk) prömiyerini geçtiğimiz yıl Lumière Film Festivali’nde yapan Tavernier, bu yıl 52 dakikalık televizyon formatında hazırladığı, sekiz bölümlük belgesel serisini de festivalde tanıttı. Türkiye sinemasından unutamadığı isimlere ve klasik filmlere örnek verirken Ali Özgentürk’ü, Yılmaz Güney’in

‘’Yol’’ başta olmak üzere tüm filmlerini ve Tunç Başaran’ın Uçurtmayı Vurmasınlar filmini en başta anan Tavernier’nin günümüzde Türkiye’de film üretimi ve sinemanın temsili üzerine değerlendirmesi hayli çarpıcı: ‘’Eskiden çok iyi tanıdığım ve Paris’e geldiklerinde sıklıkla görüştüğüm sinemacılar vardı. Bana öyle geliyor ki, Türk sinemasında üretim Erdoğan’ın iktidara gelmesinden itibaren azalmaya başladı. Çok daha az sinemacı Paris’e gelir oldu. Türk sinemasını temsilen gelip, tartışmalara katılan isimler de azaldı.’’



Güncel Haber

“İki dirhem bir çekirdek” buradan gelir! Keçiboynuzu çekirdeği Çağlar boyu yediden yetmişe avuçtan avuca gezen kuruyemişlerin madde madde anlatıldığı Dünden Bugüne Kuruyemiş Ansiklopedisi, Raşit Çavaş’ın yayın yönetmenliğinde Overteam Yayınları tarafından geçtiğimiz Temmuz ayında çıktı. azen sırf keyiften, bazen enerji için, kiminin sağlık kaygısıyla, kiminin muhabbet aşkıyla elinden düşürmediği çerezler, ilk kez bu kadar kapsamlı bir şekilde ele alındı ve bir ansiklopedide toplandı. 550 maddelik ansiklopedi gösteriyor ki, kuruyemiş hiç de çerez bir konu değil. Raşit Çavaş’ın yayın yönetmenliğinde Overteam Yayınları tarafından yayımlanan Dünden Bugüne Kuruyemiş Ansiklopedisi ilk çağlardan günümüze kuruyemişin yolculuğunu kapsamlı bir şekilde ortaya koyuyor. Ansiklopedide yer alan Ahmet Uhri imzalı “keçiboynuzu” da keçiboynuzunun etimolojik kökeninden başlayıp tarihi yolculuğunda ekonomi ile kurduğu gizemli ilişkiyi anlatıyor: “Keçiboynuzu: Bir gram bal için bir kilo yenmesi gerektiği söylenen keçiboynuzu, bu deyimin yanı sıra ‘iki dirhem bir çekirdek’ deyimiyle de ilişkilidir. Ceratonia siliqua L. bilimsel adıyla vaftiz edilmiş olan bu bitkiye Anadolu’nun değişik yerlerinde harnup, ya da harup

B

28 ATLAS TARİH

da denir. Evcilleştirilmiş olanı Akdeniz ikliminin hâkim olduğu hemen her yerde yetişen keçiboynuzunun yabani atalarının kökeni ise Arabistan Yarımadası, Somali ve özellikle Umman civarı olup özellikle Mezopotamya uygarlıkları tarafından çok eski çağlardan beri bilinir ve tanınır... Keçiboynuzunun en önemli fiziksel niteliklerinden biri tohumlarının, yani çekirdeklerinin kuru haldeyken hep aynı ağırlıkta olmasıdır. Keçiboynuzunun artık insan için yabani olmayıp besin gereksinimi veya diğer açılardan kullanılmaya daha yatkın hale geldiği bu tarih ve biraz sonrası, yani İÖ 3500–3200 gibi bir tarih ise insanlık için yeni bir devrimin başladığı çağdır... Bu dönemde artan ticaret, mal değiş tokuşu, yani takas yoluyla, ya da

gümüş ve altın gibi değerli madenlerle yapılmaktadır... Bu durumda da üzerinde alıcı ve satıcının anlaşabileceği standart bir ağırlık, ya da ölçü biriminin gerekmiş olduğunu söylemek olasıdır. Bu ağırlık birimi ise Yakındoğu coğrafyasının neresine giderseniz gidin değişmeyecek bir birim olmalıdır... Bu da keçiboynuzu çekirdeklerinin kuruyken değişmeyen ağırlıklarıdır. Elbette erken yazılı kaynaklarda bunun kanıtı şimdiye dek bulunamamıştır. Ancak daha sonra aynı coğrafyada ortaya çıkacak Roma, Arap, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’da keçiboynuzu çekirdeklerinin bu iş için kullanıldığı bilinen bir olgudur. Ayrıca batı dillerine carob ve diğer yazılış biçimleriyle geçen bitkinin adı elmas ve altının ağırlığı ve ayarı için kullanılan kırat/karatın kökeninde yer almaktadır, ki Yunancada boynuz anlamına gelen keras ve keration keçiboynuzu için de kullanılır... ”




Dünyadan

Naz Vardar / nazvardar93@gmail.com

2000 YILLIK MUMYA GÖRÜNTÜLENDİ 1

3 boyutlu tarama ve bilgisayarlı tomografi tekniklerinin bir araya getirilmesiyle mumyalar üzerindeki araştırma yeni bir boyut kazandı. Yeni tekniğin kullanıldığı ilk kalıntı 2000 yıl önce mumyalandığı düşünülen 5 yaşındaki Mısırlı bir kız oldu. Araştırmacılar mumyanın yüzeyinin renkli detayını ve derinlikli görsellerini elde ederek sargıların içini, dokunmaya gerek kalmadan, görme şansı yakaladı. Özel tabletler sayesinde California’daki Rosicrucian Egyptian Museum’da sergilenen bu mumyanın görüntülerine ziyaretçiler de erişebilecek.

2

BÜYÜK GİZA PİRAMİDİ’NDEKİ GİZEMLİ BOŞLUK

Kahire’nin eteklerinde 4500 yıl önce inşa edilen Büyük Giza Piramidi’nin içinde büyük ve ne olduğu anlaşılamayan bir boşluk keşfedildi. Uluslararası bir araştırma ekibi, iki yılın sonunda kozmik ışın tekniğine dayanan görselleştirme yöntemiyle piramidin içini görüntüledi ve iç yapısını haritalandırma çalışması yaptı. Büyük galeriyi ve kraliçenin mezarını bağlayan bu boşluğun yaklaşık 50 metre uzunluğunda ve 8 metre yüksekliğinde olduğu tahmin ediliyor. Araştırmacılar daha önce hiçbir çalışmada bu tür bir yapıya rastlanılmadığını ve çalışmalarını sürdüreceklerini söylüyor.

30 ATLAS TARİH

1


ANNE FRANK’İ GESTAPO’YA İHBAR EDENLER ARANIYOR 3

İhbar edilmeleri üzerine 4 Ağustos 1944’te Amsterdam’da saklandıkları çatı katından toplama kampına götürülen 15 yaşındaki Anne Frank ve ailesinin hikâyesini aydınlatmak için çalışmalar başladı. Eski FBI ajanlarının önderliğinde kurulan bir ekip, Frank Ailesi’nin saklandığı yeri kimin ihbar ettiğini ortaya çıkarmak için araştırmalar yapıyor. Frank’ın günlüğündeki kanıtlar yeni teknolojiler ışığında tekrar değerlendiriliyor.

KADIN VİKİNGLERİN DE SAVAŞTIĞI KANITLANDI 4

İsveç’te, 10. yüzyıldan kalma ve 1880’lerde gün yüzüne çıkarılan bir mezardaki bedenin bugüne kadar erkek bir savaşçıya ait olduğu varsayılıyordu. Ancak geçtiğimiz günlerde yapılan DNA testi, bedenin bir kadına ait olduğunu kanıtladı. Kılıçlar, oklar ve iki atla birlikte gömülmüş olan bu kadının yüksek rütbeli bir Viking askeri olma ihtimalinin yüksek olduğunu belirtiliyor.

4

3 6

5

2

5

2400 YILLIK AT ARABASI

Çin’deki bir kazıda 2400 yıllık olduğu düşünülen at iskeletleri ve at arabası bulundu. Yeni buluntuların İÖ 770221 yıllarında varlığını sürdürmüş Zheng Devleti’nin soylu ailelerinden birine ait olduğu düşünülüyor. Soylu bir ailenin toplu mezarında yapılan bu kazıdan Şubat ayından beri dört at arabası ve 90 at iskeleti çıkartıldı. Uzmanlar bu kazının mezar kümesinde bulunan diğer çukurların en büyüğü olduğuna ve at sayısının 100’ü geçebileceğine işaret ediyor.

6

BİZANS GEMİSİ BOĞAZİÇİ’NDE

Yenikapı’daki Theodosius Limanı kazıları sırasında keşfedilen batık Yenikapı 12’nin replikası ilk defa seyre çıktı. Tuzla tersanesinden denize indirilen gemi, İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi’yle “tekrar” buluştu. Erken ortaçağdaki bir ticaret teknesine en yakın örnek olarak kabul edilen batığın replikası seyrin ardından İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde ziyarete açıldı. Yenikapı 12 batığı Bizans’ın en önemli limanlarından olan ve 9. yüzyılda kullanıldığı düşünülen Theodosius Limanı’nda 2007 yılında yapılan kazılar sırasında bulunmuştu. Batık gemi, üstü aniden kumla örtüldüğü için iyi korunmuş haldeydi. Geminin replikası

gerçeğinin biçimine, boyutlarına, ahşap türüne, birleşme şekillerine ve yerlerine sadık kalınarak yapıldı.

Noel Baba’nın mezarı mı keşfedildi?

Arkeologlar Antalya, Demre’deki Aziz Nikola Kilisesi’nin altında hiç dokunulmamış bir mezar keşfetti. Noel Baba’nın 4. yüzyılda Demre’de yaşadığı ve buraya gömüldüğü biliniyor. Fakat bugüne kadar kemiklerinin 1087 yılındaki Selçuklu işgalinden sonra tüccarlar tarafından İtalya’nın Bari şehrine götürüldüğü sanılıyordu. Kazı sırasında Bari’ye götürülen kemiklerin başka bir papaza ait olduğunu yazan kaynakların bulunmasıyla bu mezarın Noel Baba’ya ait olma ihtimalinin arttığı söyleniyor.

ATLAS TARİH 31


Tablonun sırları

/ Kader Elveren / kaderelveren@aol.com

Dansçıların ressamı Edgar Degas

Fotoğraf gerçekçiliğinin peşinde

32 ATLAS TARİH


ansçıların ressamı diye tanınan Edgar Degas’nın, bu unvanı taşıması boşuna değildir. Bu sayıda seçtiğimiz “Dans Dersi” tablosu için üç yıl boyunca eskiz çizdiğini ve her motifi düşünerek işlediğini bilmemiz yeterlidir. 1860 yılından ölümüne kadarki süreçte bıkıp usanmadan bu konuyu işlemiş ve resimde yakalamak istediği hareketliliği ve kadrajı balerinlerle somut hale getireceğini anlamıştı. Ressam, gravür sanatçısı, heykeltıraş ve fotoğraf sanatçısı Edgar Degas (18341917) Paris’te soylu ve zengin bir bankerin oğlu olarak doğmuş ve en iyi hocalardan ders almıştır. Güzel Sanatlar Akademisi’nde ünlü ressam Jean-Auguste-Dominique Ingres’nin öğrencisi olur ve uzun süre onun etkisinde kalır. Daha sonra İtalya’ya giderek Rönesans ressamlarının tablolarını kopya eder. İlk yaptığı tablolar yağlı boyadır ve klasik konuları işler. Sanatı önce Realist, sonra İzlenimcilik olarak kabul edilir. Paris’e dönüşünde zamanının gelişmelerine kayıtsız kalmaz. Fotoğrafın anı yakalama ustalığına hayran kalıp resimde bunu tuvallerine aktarmaya çalışır. Avrupa’da henüz tanınmaya başlayan Japon baskı resimlerini toplamaya başlar. Onlardaki birbirinden bağımsız figürlerin yerleştirilmesini inceler. İzlenimcilik akımının ressamlarını takip eder, ama onlar gibi ışık ve doğa için tabiatta dolaşmak yerine atölyesinde düşünerek resim yapar. Alt sınıfın sorunlarına kayıtsız kalmayıp tablolarına yansıtır. 19. yüzyılın Fransa’sındaki II. İmparatorluk ve III. Cumhuriyet döneminde, endüstri kalkınmasının yarattığı karışıklığa yakından tanık olur. Eğlence dünyasını kendisine konu olarak seçer ve 1500’e yakın tablosunda balerinlerin hayatlarını canlandırır. Hayatının sonuna doğru görme yeteneği azaldığından pastel boya ile resim yapar. İzlenimci akımına uyan resimlerine baktığımızda genelde bir konu veya semboller göremeyiz. Ama Degas modernlik yolunda ilerlerken sosyal içerikli bir konu üzerine yoğunlaşıp tablo karşısında sorular sormamıza sebep olur.

D

Dans dersindeki toplumsal yara

1

Genç balerinlerle dolu bu yer neresidir? Resmin yapıldığı 1873’te bir yangınla kül olan, Paris’in 9. Bölgesi’ndeki Le Pelletier Sokağı’ndaki İmparatorluk Operası’dır. Yerine iki sene sonra, şimdi Opera Garnier diye bildiğimiz, Opera binası yapılmıştır. Bu binalar Paris kültür hayatının ve yüksek sosyetesinin vazgeçilmez yerleriydi. Gençliğinden beri devamlı gittiği bu yerin eskizlerini hep kullanmıştır. Kendine dost olarak seçtiği müzisyenlerin yardımıyla kulislere girebilmiş ve provaları seyredebilmiştir.

Arkalarını dönmüş dansçılar ne yapıyor? Piyanonun üstüne oturmuş olan dansçı sırtını kaşımakta ve yanındaki ise serinlemek için yelpazesini sallamaktadır. Aralarında bulunan piyanist kadın küpesini düzeltmektedir. Alışılmışın dışında bir tiyatro sahnesi görülmektedir. İşte ressamımızın göstermek istediği şey de budur. Ancak kulislerde yapılacak hareketler ve iş sahneleri onu ilgilendirmektedir.

2

Neden gösterilen sahne bir fotoğraf makinesiyle çekilmiş gibidir? Tablonun tamamına baktığımızda böyle düşünebiliriz. Degas, makinenin yakaladığı hareketliliği resimde de yakalamaya çalışıyor. Dans konusu, kendi araştırmalarını gerçekleştirmek için sadece bir sebeptir. O yüzden kaçamak hareketlere ve vücutların duruşlarına odaklanır. Yorgun, sinirli, rahatlamış vücutların dillerini çözmüştür.

3

tozdan kayarak düşmesinin önlenmesi gereklidir. Ressamın parkeleri çizmek için tuvalin yarısını ayırdığını düşünürsek dansçılar için en önemli şeyin sağlam bir zemin olduğunu söyleyebiliriz. Tablodaki bu puslu atmosfer nereden geliyor? Ressam tarafından kullanılan beyaz boyanın diğer renklerle karıştırılıp, küçük dokunuşlarla tablonun her yerine dağılmasından. Kızların tütüleri, sağda olduğunu düşündüğümüz ve aynada aksini gördüğümüz bir pencereden gelen ışıkla yansıma yapıyor. İzlenimcilerin tekniğiyle canlı renklerle figürler arası bağlantı yapılmış. Sarı, yeşil, mavi kuşaklar gibi…

6

7

Tablo hangi toplumsal yaraya dokunuyor? Degas resimlerinde çalışan kesimi de incelediğinden, bu eserinde az bilinen bir toplumsal yaraya dokunmuştur. Tabloda fonda sırasını bekleyen kızların yanında görülen, anneleri diye kabul edilen siyah giyimli kadınlar vardır. Ne yazık ki çoğu bu mesleğe girebilmek ve zengin bir eş bulmak umuduyla 14 yaşından itibaren seçmelere gelirdi. Hatta Opera Garnier’de prova yapan balerinleri izlemek için bir balkon yapılmıştı. Âdet olduğu üzere zengin beyler bu balkondan onları seyreder ve kendilerine arkadaş seçerlerdi. Daha sonra tanışmak için kızın annesine haber yollanırdı. Sonradan yozlaşmış bir hal alan bu uygulamaya 1900 yıllarından sonra çıkarılan bir kanunla son verildi.

Tablonun merkezine yerleştirdiği adam kimdir? Bale Hocası Jules Perrot, eski bir dansçı ve Degas’nın dostudur. Tablonun en önemli figürüdür. Otoriter, dikkatli, dimdik, elinde dansçıların boyunu ölçmekte kullandığı sopasını tutarak duruyor. Onun dikliğini pekiştirmek için, yanan operanın yeşil mermer sütunlarını dekor olarak kullanmıştır. Herkesin bakışları ona çevrilmiş ve talimatlarını dinliyorlar. Hocanın duruşu, sahnedeki sertliği ve yapılan işin ciddiliğini sembolize ediyor. Aslında resim yapıldığı yıllarda Jules Perrot öleli 10 yıl olmuştur, ama Degas onun hatırasına duyduğu saygıdan ötürü resminde kullanmıştır.

4

Önde görülen bahçe süzgecinin sahnede ne işi var? Bu rastgele seçilmiş bir detay değil. Dans derslerinin vazgeçilmez aksesuarlarından biridir. Her dersten önce sahnenin bununla ıslatılması ve dansçıların

5

ATLAS TARİH 33


Strabon’un Amasya’daki Yeşilırmak kıyısındaki heykeli. FOTOĞRAF: ERDEM KIRIM

34 ATLAS TARİH


Antikçağda Anadolu hakkında eşsiz bir kaynak

Amasyalı Strabon ve Coğrafya’sı

Anadolu’nun tarihi coğrafyası ve arkeolojisi söz konusu olduğunda en önemli başvuru kaynaklarının başında Amasyalı Strabon’un Geographica (Coğrafya) adlı eseri gelir. Strabon kimdir, Türkçede ilk kez 1987’de yayımlanan eseri hak ettiği değeri görebiliyor mu? Bu soruları kitabın yayıncısı Nezih Başgelen’e sorduk. Röportaj: Kansu Şarman ATLAS TARİH 35


Arkeoloji ve Sanat Yayınları yayıncısı ve editörü arkeolog Nezih Başgelen, 1978’de kurduğu yayınevi ile Türkiye’de arkelojik çalışmalar, buluntular ve antikçağ sanat eserleri konusunda başvuru kitapları yayımlıyor (solda).

Strabon’un Geographica’sının 12, 13 ve 14’üncü kitaplarını kapsayan Antik Anadolu Coğrafyası ilk kez 1987 yılında basıldı. Daha sonra 1991, 1993, 2000 ve 2005 yılında yenilendi (sağda). İlk baskıda yer alan antik Anadolu coğrafyası haritası (yan sayfada).

trabon’un, yaşadığı dönemde Avrupa, Asya ve Afrika’nın bilinen önemli bir bölümü ile Doğu Anadolu’dan Sardunya Adası’na, Karadeniz kıyılarından Etiyopya’ya kadar seyahat ettiği yerlerle ilgili izlenimlerini ve not ettiği bilgileri içeriyor Geographica. Aslında toplam 17 kitaptan oluşuyor. İlk kez 1987 yılında Prof. Adnan Pekman tarafından 12’nci, 13’üncü ve 14’üncü kitapları, yani Anadolu ile ilgili bölümleri Türkçeye çevrilen Strabon’un Coğrafya’sı İS 1. yüzyıla kadar olan dönemki Anadolu coğrafyasının tarihinden ticaretine, jeolojik geçmişinden sosyolojik yapısına kadar pek çok ayrıntıyla dolu. Eseri, yayımlanış öyküsünü ve Amasyalı Strabon’un hikâyesini, yayıncı ve Arkeloji ve Sanat Yayınları’nın kurucusu arkeolog Nezih Başgelen ile konuştuk.

S

Öncelikle kendi coğrafyamız açısından bu kadar önemli bir eser neden bu kadar geç yayımlanmış, farkında mı olmadı Türkiye bu eserin? Antikçağdan günümüze ulaşabilen yazılı eserler, bugün, o devirlerle ilgili araştırmalarda önemli bir kaynak

36 ATLAS TARİH

“Strabon’a ek olarak verdiğimiz antik Anadolu haritası yüzünden soruşturma geçirdik.” niteliğindedir. Bir yerin tarihi söz konusu olduğunda başvurulması gereken vazgeçilmez temel eserlerdir. Bu antik kaynaklardan, ülkemizdeki araştırmalarda ve yayınlarda önemli ölçüde yararlanıldığı halde, ne yazık ki büyük çoğunluğu Türkçeye çevrilmemiştir. Oysa önemli bölümünün 15. ve 16. yüzyıllarda batı dillerine çevirilerinin yapılmış olduğu görülmektedir. Yabancı dillerdeki tercümelerini dahi, birkaç ihtisas kütüphanesi dışında bulmak oldukça zordur. Bu kütüphanelerde ise tam bir koleksiyon halinde tüm eserlerin olmadığı da dikkati çekmektedir. Öte yandan Batı Anadolu’da İÖ 6. ve 5. yüzyılda yaşamış “logographos”lar dünya tarih biliminin öncüleri kabul edilmektedir. Bunlar içinde en önemlilerden birisi İÖ 500’lerde yaşadığı bilinen Miletos’lu Hekataios’tur.


Tarih bilminin öncüsü kabul edilen Hekateios, Perihegesis ya da Perihodos Ges (Yeryüzünün Tasviri) adlı eserinde o günkü Akdeniz ve Karadeniz kıyılarındaki ülkeleri ele almıştır. Gerçek anlamda tarihçiliğin babası ise Halikarnassos’lu (Bodrum) Herodotos’tur. Onu takip eden Miletos’lu Dionysos, Mytilene’li Hellanikos, Lampsakos’lu Kharon ile İÖ 4. yüzyılda ilk kez 30 kitaplık dünya tarihini yazmış Kyme’li Ephoros da Anadolu kökenli tarihçilerdir. Yaşadığımız coğrafya ile ilgili temel kaynakların, temel kroniklerin çevirisi son yıllarda hızlanmasına rağmen hâlâ daha çok büyük bir boşluk içindeyiz. Strabon bunun uç örneklerinden birisidir, ama Stephanos Byzantinos’un Ethnika adlı eseri de en az Strabon kadar önemlidir. O da bize Strabon sonrasındaki Anadolu’nun en önemli bilgilerini veriyor ve hâlâ tercüme edilmedi. Strabon’un girişinde de belirttim, hangi antik kaynakları çevirmemiz lazım, bunların bizim ülkemizle ilgili önemi ne? Bunları öncelikli olarak bir program dahili içinde yapmamız lazım. Ne yazık ki üniversitelerimiz bu konuda 1940’larda başlayan o tercüme dönemini aynı yoğunlukla ve heyecanla sürdüremedi. Strabon

da bundan payını almış. Strabon’un diğer ciltleri, Akdeniz’i çepeçevre kuşatan Roma dünyasını anlatır. Bize çok önemli tarih, coğrafya, etnografya, yaşantılar, yani her disiplini ilgilendirecek bir ansiklopedi niteliğinde bilgi veriyor. O nedenle şöyle diyebiliriz; yaşadığımız coğrafyanın antik kaynakları, eskiçağ dilleri ve kültürleri açısından referans olacak eserlerin tercümelerinde ne yazık ki karnemiz pek parlak değil. Siz nasıl karar verdiniz 1987’da Strabon’un Geographica’sını basmaya? Nisan 1978’de Arkeoloji ve Sanat’ın ilk sayısını çıkardığımızda ülkemizde, bu tipte bir derginin ve bu bağlamda yayınların gerekli olduğuna inanıyorduk. Arkeoloji ve Sanat dergisi, yurdumuz toprakları üzerinde, bilinen ilk yerleşmelerden günümüze, bugün tüm insanlığın malı olan kültür değerlerini kapsamaktadır. İçinde yaşadığımız ve bir parçası olduğumuz, bu topraklar üzerinde değişik bir senteze ulaşan kendi kültürümüzün değerlerine de ağırlık verildi. Arkeoloji ve Sanat, yazmanın ve yayımlamanın bir görev ATLAS TARİH 37


Geographica’da uzun uzun anlatılan Ephesos, Strabon’un Roma’ya gitmeden önce gördüğü ve pek çok bölümde referans verdiği yerlerden (üstte). FOTOĞRAF: CÜNEYT OĞUZTÜZÜN

Strabon’un Amasya’dan sonra eğitim için bulunduğu Nysa’da (Sultanhisar) antik tiyatro (altta).

olduğu bilinciyle yayın yaşamına başlamıştır ve halen de sürdürmektedir. Ama aynı süreçte gördük ki o dönemde bu alanlarda epigrafi, nümizmatik, arkeoloji, sanat tarihi ve tarihi coğrafyasıyla ilgili Türkçe el kitapları yok. O dönemde bunları yayımlayabilmek için hocaların kapısını çaldık. O sırada Prof. Adnan Pekman hocamız da Strabon’un üstünde çalışıyordu. Gidip “hocam biz Strabon’un tüm Anadolu bölümlerini yayımlamak istiyoruz” dedik. Çok hoşuna gitti. Onun üzerine mevcut yaptıklarına eksik kalanları da ekledik. 12, 13 ve 14’üncü bölümleri bir araya getirerek Strabon’u öyle çıkardık. Büyük bir heyecanla da Strabon’daki antik Anadolu bölgelerini yansıtan bir harita koyduk. O dönem bu harita nedeniyle soruşturmaya bile uğradık ve hatta sökmek zorunda kaldık. Biraz Strabon’u konuşalım. Kimdir? Nasıl bir eğitim almış? İÖ 64 veya 63 yıllarında Amaseia (Amasya) kentinde doğan Strabon’un ataları Pontos kralları yanında önemli görevler almış olan kimselerdi. Bunlardan bir tanesi, Mithridates Eupator döneminde, kraldan sonra gelen yeri tutan Pontos Komana’sındaki “Ma” rahipliğine kadar yükselmiştir. Özellikle anne tarafından böyle soylu bir aileye bağlı olan Strabon, varlıklı bir aileden olduğu için iyi bir öğrenim yapabilmiş ve istediği kadar gezmek

38 ATLAS TARİH


Strabon, gittiği şehirlerin kuruluş öykülerinden, orada yetiştirdikleri ürüne kadar pek çok bilgiyi kitabına kaydetmiş. olanağına sahip olmuştur. Eserinde kenti Amaseia’dan şu biçimde söz etmekte: “… Benim şehrim; içinde İris (Yeşilırmak) Irmağı’nın aktığı geniş ve derin bir vadide kurulmuştur. Kişi emeği buraya hem şehir, hem kale özelliklerini çok iyi biçimde sağlamıştır. Çünkü burası çok yüksek ve sarp kaya olup dimdik ırmağa doğru iner ve ırmağın çevresinden şehrin kurulmuş olduğu yerde, kıyıda bir duvar ve her iki yanda da sivri tepelere doğru uzanan duvarlar vardır. Bu tepeler iki tane olup doğal bir biçimde görkemli bir kule gibi yükselmektedirler. Bu çevre içinde kralların hem sarayları, hem de mezar anıtları bulunur. Her ne kadar şimdi bir eyalet ise de Amaseia (Amasya) bir dönemler krallarındı.” Ailesi eğitim için onu önce Nysa’ya (Sultanhisar) gönderiyor. Geldiği Nysa kenti kamusal yapıları; agoraları, gymnasionu, tiyatrosu ve kütüphanesi ile Batı Anadolu’nun o dönem kültür yaşamında önemli bir kent. Özgün bilgi, yaratıcı fikirler adına ne üretildiyse Helenistik dönemde ortaya konmuş. Roma döneminde ise inanılmaz bir teknolojik gelişme var. Strabon bu geçiş döneminin bir yazarı. Strabon 17 kitaplık Geographumena ya da Geographika (Coğrafya) adlı anıtsal eserini İmparator Augustus zamanında Roma’da yazıyor. Strabon bu eserinde çok gezdiğinden söz ederek gezip gördüğü yerleri şöyle sıralamaktadır: Doğuda Armenia’ya, batıda Sardinia karşısındaki Tyrrhenia kıyılarına ve kuzeyde Eukseinos’a (Karadeniz), güneyde Aithiopia’ya kadar gitmistir. İtalya gezilerinde Brundisium-Roma, Roma-Neapolis-Puteoli ve Roma-Populonia yol boyunu izlediği ve her gelişinde Roma’da kaldığı anlaşılıyor. Güneyde Aithiopia sınırına kadar Nil Vadisi’ni gezmiş, doğuda Komana Aureia’da kısa bir süre bulunmuştur. Strabon coğrafyacılar arasında kendisinin çizmiş olduğu sınırları aşarak, daha

Strabon, Roma Devleti topraklarından sonra İskenderiye’de uzun bir süre kaldı. Bir dönem Öklides, Arkhimedes, Herofilos, Eratosthenes’in çalıştığı İskenderiye Kütüphanesi (üstte). fazla gezmiş bir kimsenin bulunamayacağını yazmakta, kendi eserini anıtsal bir heykel gibi görmekte ve 80 yaşından sonra, bir kimsenin böyle bir eser vermeye cesaret edemeyeceğini belitmektedir. Strabon’un ünlü coğrafya eserinin yanı sıra, Historika Hypomnemata (Tarihi Hatıralar) adlı 43 ciltlik bir de tarih eseri yazdığı bilinmektedir. Kartaca’nın yıkılmasından, Caesar’ın öldürülmesine kadarki dönemi kapsadığı bilinen bu eseri günümüze ulaşmamıştır. Bugün elimizde sadece, bu esere ait 19 parça bulunmaktadır. Strabon’un, yaşamının son yıllarını doğum yeri olan Amaseia’da geçirdiği ve en erken İS 21 yılında burada öldüğü kabul edilmektedir. Kitaplarında yaşadığı Roma dünyasında nerelerden bahsediyor? Gezdiği yerlerin sadece coğrafyasından değil oraların tarihinden, kahramanlarından, yaşanan olayları anlattığı da görülüyor. 17 kitaplık anıtsal eserinde Kitap I - II Coğrafyanın Tarihçesi ve Eski Coğrafyacılar; Kitap III – XI İspanya, Galya, Britanya, İtalya, Sicilya, Kuzey ve Doğu Avrupa, Kuzey Balkanlar, Hellas, Karadeniz, Hazar Denizi; Kitap XII - XIII - XIV Anadolu; Kitap XV - XVII Hindistan, ATLAS TARİH 39


İran, Mezopotamya, Arabistan, Mısır, Etiyopya ve Kuzey Afrika ile ilgilidir. Eserinde anlattığı kentlerin kurulma mitoslarından orada yetişen kişilere, ürünlere kadar her şeyi aktarıyor. Strabon tarihi coğrafya açısından gerçekten müthiş bir envanter, ama bu envanterin bugünkü karşılığını da iyi bilmemiz gerek. Augustus’un öğretmenlerinden Artemidoros’un etkisinde kalıyor. Stoacılığın görüşlerini benimsiyor. Onun Geographica’sını iyi anlamak için sağlam bir kütüphaneye sahip olmak lazım. Strabon konusunda ülkemizde Prof. Dr. Celal Şengör önemli bir araştırmacıdır. Strabon’a hayrandır. Strabon ile birlikte bütün antik kaynakları evinde topladığını biliyorum.

Geograhica‘nın 19’uncu yüzyılda yapılan baskılarında Strabon’u elinde yerküre haritası ile birlikte gösteren gravür (üstte). Strabon’un gittiği Aphrodisias antik kenti (altta).

Her başvurduğumuzda önceki okumalarda göze çarpmayan bir detay ile karşı karşıya kalıyoruz. Strabon’u okuduktan sonra anlattığı yerleri gezmek daha anlamlı olur değil mi? Ben de 1987’de kitabı redakte ederken okuduklarımla daha sonra eserde bahsedilen yerleri Anadolu’da yerinde gidip gördükten sonra anlattıklarına şimdi daha farklı bakıyorum. Strabon, eski çağdaki Anadolu’nun yalnızca coğrafyası üzerinde değil fakat her bölgeyi anlatırken oranın tarihçesinden de söz ettiği için, tarih hakkında da bilgi vermekte ve bu yönden de ayrı bir önem taşımaktadır. Bizim Evliya Çelebi’miz de bu açıdan çok önemli bir kaynak. Balkanlar’dan Afrika’nın içlerine kadar her taraf ile ilgili bilgi aktarımı var.

“Anadolu’da Romalılar’ı tamamlamak istiyoruz” Arkeoloji ve Sanat Yayınları’ndan bahsedelim. 40. yılınıza giriyorsunuz. Yılda üç sayı yayımlanan Arkeoloji ve Sanat dergisi var. Neler var şu anda yayınevinin tezgâhında? 40. yılda 40 tane eser yayımlamayı planlıyoruz. 40 tane ileride referans olarak herkesin kullanabileceği eser. Birisi, dünyada beş tane olan Ayasofya ile ilgili bir eserin Türkçesi. Kitabın yazarları, “bu muhteşem eseri günümüze taşıyan Türklere dünya uygarlığının vefa borcu vardır” diyorlar. Bunun gibi Anadolu’daki Romalıları tamamlamak istiyoruz. Bir nevi yayın enstitüsü gibi geceden gündüze çalışıyoruz, ama mesenlere, sponsorlara ihtiyacımız var. Yani bu eserleri toplumla buluşturmak, bu kitapları hayata geçirebilmek için Rönesans’a hayat veren mesenler gibi kişi ve kuruluşların desteğine ihtiyaçımız var. Bu destekleri bulur, bu projelerimizi hayata geçirebilirsem bir yıl sonra mutlaka okumamız gerek denilebilecek çok eser olacak. Yayınevi olarak amacımız arkeoloji, sanat tarihi ve diğer ilgili dallarda çalışanlara ve bu konulara ilgi duyanlara yayın olanağı sağlamak, yurdumuzun tarihi zenginliklerine ilişkin eserleri ülke kültürüne kazandırmak. Yayınların yeni eserlerle aksamadan devam etmesi ve yapılacak çevirilerle ülke arkeolojisine gerekli el kitaplarının kazandırılması en büyük dileğimiz.

40 ATLAS TARİH

FOTOĞRAF: CÜNEYT OĞUZTÜZÜN


Strabon, Grekçe dışında o dönem Roma coğrafyasında kullanılan pek çok dili anlıyor ve konuşabiliyordu. Strabon’un eserinin arkeoloji dünyasında da bu kadar ön planda olmasının nedeni nedir? Arkeologlar sahadaki geçmiş zaman izlerini, maddi kültür unsurlarını bulup onları tanımlayarak mesleklerini icra ediyorlar. Antik çağ kaynaklarındaki bilgilerle oradaki kalıntıları, yaşamı tanımlayabilmek daha rahat oluyor ve Strabon bize bunu sağlıyor. Anıtsal eseri bu açıdan Roma Barışı zamanındaki sınırların ortadan kalktığı bir dünyanın o dönemdeki bir nevi ansiklopedisi gibi. Neden Strabon, daha az biliniyor? Neden fark edilmemiş? Strabon eski çağda olasılıkla çok okunmamış daha ziyade Bizans döneminde keşfedilmiştir. Bu önemli kaynağın bilinen tarihi en eski basımı 1472’de Venedik’in ilk matbaacılarından Spira Kardeşler’den Vindelius’un Venedik’te bastığı nüshadır. Guarinus Veronensis Georgius Tiphernas tarafından Grekçeden tercüme edilmiştir. Yapıtının kopyaları ise azdır. Zamanımıza kadar gelen

Strabon 17 kitaplık Geographica adlı eserinde Anadolu, Yunanistan, Roma, Mısır gibi gezip gördüğü Akdeniz coğrafyasını anlatıyor (üstte).

ve bütün kopyaların bundan çıktığı anlaşılan ilk yazmadaki eksiklik ve yanlışlıklar aynen bütün kopyalarda da yinelenmiştir. G. Kramer’le (1884) başlayan modern baskılar, Paris (No. 1399), Vatican (No. 1329) ve Venedik (No 640) yazmalarına dayanmaktadır. Strabon batı kaynakları tarafından da geç fark edilmiştir. Anadolu’daki arkeolojik faaliyetlerin gelişmesinde Strabon’da yer alan referansların devreye girişinin de önemini görüyoruz. Strabon’un Anadolu’da gezdiği yerlerden jeopolitik konum ve arkeolojik buluntu açısından en zengin olan yer, ya da yerler neresidir? Anadolu’da Pyramos (Ceyhan) Irmağı’nı, Phrygia’da Hierapolis’i (Pamukkale), Karia’da Nysa’yı (Sultanhisar) ve İonia’da Ephesos’u (Selçuk) görmüş; Pontos bölgesini yakından tanımış; Sinope’ye (Sinop), Kyzikos’a (Erdek) ve Nikaia’ya (İznik) gitmiş; Kilikia ve Karia’da dolaşmış; Mylasa’ya (Milas), Alabanda’ya (Araphisar), Tralleis’e (Aydın) ve olasılıkla Synnada’ya (Şuhut), Magnesia’ya (Manisa), Smyrna (İzmir), Eukseinos (Karadeniz) kıyılarına ve Suriye’de Berytos’a (Beyrut) kadar gitmiştir. Amasya’dan çıkmış diğer ülkeleri de gezmiştir ama Anadolu coğrafyasına diğer yerlerden daha hâkim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Anadolu coğrafyası onun ülkesi. Peki Strabon’un tamamını siz mi yayınlayacaksınız? Şu anda İstanbul ve Thrakia bölümü çeviriliyor. Diğer bölümlerini de sırasıyla yayımlamak amacındayız. Bu arada Roma tarihinin kalan ciltleri tamamlanıyor. ATLAS TARİH 41


Bizans’a geldiler, Trakya’da devlet kurdular

Katalanlar İ Carbonero’nun tablosunda Katalan kumpanyasının Roger de Flor öncülüğünde İstanbul’a gelerek Bizans imparatoruna bağlılığını sunuşu.

Son dönemde İspanya’da bağımsızlık tartışması ile gündeme gelen Katalanlar, 14. yüzyılda Bizans imparatoru II. Paleologos’un çağrısıyla İstanbul’a gelmişlerdi. Önce Bizans’ın yanında Türklerle, sonra Türklerle beraber Bizans’a karşı savaşmış, bundan yüzlerce yıl önce Trakya’da bağımsız bir cumhuriyet kurmuşlardı. Akif Emre Öktem akifemreoktem@yahoo.com

42 ATLAS TARİH


r İstanbul’da

atalanlar 1 Ekim 2017 tarihli referandumda “Katalonya’nın, cumhuriyet biçiminde bağımsız bir devlet olmasını ister misiniz” sorusuna yüzde 92’lik bir çoğunlukla “evet” dediler. Ardından, 27 Ekim 2017’de Katalonya Parlamentosu bağımsızlık ilanında bulundu. Bu siyasi girişim bir gün başarıya ulaşırsa, hep başka krallıkların gölgesinde yaşamış Katalonya, ilk defa bağımsız bir devlete kavuşacak. Ama Katalanlar, bir zamanlar, memleketlerinden çok uzakta, bağımsız bir devlet kurmuşlardı. 14. yüzyılın başlarında kısa bir süre varlık bulan bu “askeri cumhuriyet”in toprakları, bugünkü Trakya’daydı.

K

Napoli Krallığı ile Sicilya üzerinde hak iddia eden Aragon Krallığı arasındaki savaş, 1302’de Caltabellotta Barışı’yla sona erince, Aragon için savaşan Katalan paralı askerler, işsiz kaldılar. Arapça, “akın, yağma” anlamında “mugavere” veya “akıncı(lar)” anlamında migvar/megavir kelimesinden türeyen ve “Almogavares”olarak anılan bu tecrübeli savaşçılara çok ihtiyacı olan biri vardı: Türk akınlarına karşı orduları artık aciz kalan Bizans imparatoru Andronikos Paleologos. “Katalan kumpanyası” adıyla bir tür askeri cumhuriyet biçiminde örgütlenen birliklerin başına geçerek imparatora hizmetlerini sunan, Roger de Flor isminde bir maceraperestti. İmparator II. Friedrich’in Alman ATLAS TARİH 43


kuşçubaşısının oğlu olan Rutger von Blum, Katalanların başına geçince “Roger de Flor” oluverdi. Sekiz yaşında, Tapınak Şövalyeleri’ne (Templier’ler) ait bir gemiye miço olarak giren Roger, denizciliği öğrenmişti. Tapınakçıların üstad-ı azamının dikkatini çeken Roger, bu tarikata kabul edilerek “birader” unvanını aldı. Ne var ki birader Roger, gerçek eğilimlerini hemen belli etti: 1291’de, Haçlıların son kalesi Akka düşerken gemisine sığınanlardan para sızdırmakla kalmayıp, tarikatın kasasındaki parayı da cebine attı. Tarikattan kovulan Roger, korsanlığa başlayarak Batı Akdeniz’de yağmalanmadık yer bırakmadı. Napoli Krallığı’na büyük zarar veren Roger’e, Sicilya kralı, amirallik unvanı ile beraber büyük mülkler verdi. İşte bu dönemde hizmetine aldığı Katalan birliklerinin komutanları Berenguer d’Entença, Ximenes de Arenos ve Berenguer de Rocafort, sonraki maceralarında Roger’in yanında yer alacaklardı. Soyduğu Tapınak Tarikatı’nın üstad-ı azamı, hâlâ onu mahkemeye çıkararak dinden çıkma suçuyla yaktırmak niyetindeydi. (Tapınak Tarikati yakında Papalık tarafından feshedilecek ve son üstad-ı azam Jacques de Molay, 1310’da yakılacaktı.) Roger kaçma yolları ararken 1302 barışı imzalandı. Sicilya kralı tarafından Katalan kumpanyasının başına geçirilen Roger, İstanbul’a imparator Andronikos’un hizmetine gönderildi. Roger daha İstanbul’a varmadan elçiler ona; kendisini (hiyerarşide imparatordan sonra altıncı derecede komutan) “megas dux” tayin eden altın mühürlü ve kırmızı mürekkeple imzalanmış imparatorluk fermanı ile bu unvanın alametleri olan asa, külah ve sancağı teslim ettiler. Cesaretlenen Roger, askerleri için Alan ya da Türk paralı askerler verilen ücretin iki katını taleple yetinmeyip, imparatorun yeğeninin “nikâhını” da istedi: Roger, imparatorun kız kardeşi Irene’nin, Bulgar kralından olan kızı, 16 yaşındaki Maria ile evlendirilecekti.

Katalan birliklerinin komutanları, Tapınak Şövalyeleri’nden kovulan korsan Roger’e katıldı.

Katalanlar İstanbul’da 1302 Eylül’ünde İstanbul limanına giren 36 kadırgadaki 6 ila 8 bin Almogavares savaşçısı, çoğunluktaki Katalanların yanısıra Aragon, Navarra, Gaskonya ve Sicilyalılardan oluşuyordu. Eşlerini, çocuklarını ve metreslerini de beraberlerinde getiren Katalanlar, iki elle tutulan uzun bir kılıç ve 3-4 kargı taşıyorlardı. Başlarında ağır çelik miğ-

44 ATLAS TARİH

fer, üzerlerinde örgü zırh, ayaklarında ise Katalan/Bask espadrilleri vardı. İstanbul ahalisini ürküten bu haydut kılıklı güruh, bir borç meselesinden sürtüşmeye başladıkları Cenevizlileri sokak ortasında kılıçtan geçirdiler. Andronikos’un, tahta ortak imparator oğlu IX. Michael, Katalanları acilen başkentten uzaklaştırarak Türklerin üzerine sevk etmek gerektiğini anladı.

Erdek’ten Pozantı’ya Anadolu harekâtı Katalanlar, 1303 yılının Ekim ayında, Erdek Yarımadası’nı karadan kuşatan Karesioğulları’nın askerlerini uykuda gafil avlayarak kuşatmayı kaldırdılar. Katalanlar, bu ilk saldırıda yaptıkları bir gözlemi hep hesaba katacaklardı: Türkler, okçulukta mutlak üstünlüğe sahipti. Bu yüzden, onların kirişleri geçirip yayları kurmasına fırsat vermeden erken davranmak lazımdı. Türkler, dilini hiç duymadıkları bu tuhaf giyimli adamlar karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdi. Katalanlar, Bizans imparatorluk sancağının yanı sıra “megas dux” Roger’in ve Sicilya ile Aragon krallıklarının bayraklarını taşıyordu. Müstakbel icraatlarının ilk emaresi olarak, Türk esirlerden on yaşın üzerindeki bütün erkekleri katlettiler. Bizanslılar, yağmurdan kaçarken doluya tutulduklarını çabucak anladılar: Erdek’te kışlayan Katalan ordusu, ahaliyi haraca kesti, yağma yaptı, kadınlara saldırdı, içki ve fuhuş âlemlerine daldı. Katalanlara Bizans ordusundan katılan Alan birlikleri ile çıkan arbedede, Alan komutanının oğlunun öldürülmesi, ileride trajik sonuçlara yol açacaktı. Baharla birlikte harekete geçen ordu, Alişiroğlu Yakup Bey’in komutasındaki Germiyanoğlu ve Aydınoğlu


birliklerince kuşatılan Philadelphia’yı (Alaşehir) kurtarmaya gitti. Yakınlarda bir meydan muharebesi kazanan Katalan/Bizans ordusu, kuşatmayı kaldırıp şehre girdi. Roger, Manisa’yı işgal ederek topladığı muazzam ganimeti güvenceye aldı. Türk kuşatması altındaki Tire’nin imdadına yetişen Roger’in birlikleri Ege kıyılarında Saruhanoğulları ve Aydınoğulları’na karşı zafer üstüne zafer kazandılar. Katalanların esrarengiz ve ürkütücü savaş narasını duymayan kalmadı: “Desperta, ferre!” (Uyan, demir!). Efes ve Birgi gibi büyük şehirler dahil olmak üzere her yeri yağmaladılar, paralarını sakladığı yerleri söyletmek için, rahip ve memur ayırt etmeksizin bütün ahaliyi işkenceden geçirdiler. Menteşe ve Karaman’a uzanan harekât, Kilikya’ya yöneldi. Kilikya Ermeni Krallığı, Türklere ve Bizans’a karşı müttefik olabilirdi. Ama Katalan akınının ivmesi, Kilikya kapılarında, Pozantı’da durdu. Türkler burada yine mağlup oldular, ama Katalanlarda da mecal bırakmadılar. 1304 sonbaharında Manisa’ya dönen Katalanları kötü bir sürpriz bekliyordu. Manisalılar, kentte bırakılan Katalan garnizonunu boğazlayarak ganimetlere el koymuştu. Şehri kuşatan Roger’e İstanbul’dan emir geldi: İmparator, kuşatmayı derhal kaldırıp Edirne’ye intikal ederek, Bulgar tahtına varis olan kayınbiraderlerini, isyan eden amcalarına karşı desteklemesini istiyordu. Roger, kuşatmayı

1303-1311 yılları arasında Katalan kumpanyasının sınırlarını gösteren harita (yan sayfada). 16’ncı yüzyılda tarihçi Onofrio Panvinio tarafından yapılan gravürde, 14. yüzyılda İstanbul ve At Meydanı (Hipodrom) (üstte).

gönülsüzce kaldırarak yola koyuldu. Katalan ordusu ile donanması kıyıdan birbirlerine refakat ederek adaları ve şehirleri yağmalamayı sürdürdü. Veraset savaşı hikâyesi doğruydu, ama Roger’in Edirne’ye çağrılmasının bir başka sebebi vardı. Anadolu’nun güneybatısında tam bir hâkimiyet sağlayan Roger, kendi krallığını kurmaya hazırlanıyordu. Acilen hâkimiyet alanından uzaklaştırılması lazımdı.

İmparator Michael’in tuzağı Roger, 1304 sonbaharında, 8000 kadar Katalanla beraber Çanakkale Boğazı’nı geçip Gelibolu’ya yerleşti. Yaşlı Andronikos’un davetine icabet ederek İstanbul’a gitti. Bulgar tahtına heves eden amca, Katalanların Trakya’ya geçtiğini duyunca savaşmaktan vaz geçmişti. Dolayısıyla imparator, Katalan ordusunu Anadolu’ya geri göndermek; Roger’i ise, seçkin savaşçılardan oluşan küçük bir birlikle Edirne ordusunda alıkoymak istiyordu. Askerlerini bölmek istemeyen Roger, teklifi reddettiği gibi, derhal maaşlarının ödenmesini istedi. Maaşların, ayarı bozuk altınla ödenmesi, huzursuzluğa yol açtı. ATLAS TARİH 45


Katalan kumpanyasına katılan Berenguer d’Entença, 1304 Noel’inde “megas dux” unvanını Roger’den devraldı. Gelibolu’ya çekilerek şehri tahkim eden Roger’in, isyana hazırlandığından, hatta Sicilya kralı ile beraber İstanbul’a saldıracağından şüphe ediliyordu. Andronikos, Roger’i kendi yanına çekebilmek için Bizans tarihinde ilk defa bir yabancıya “caisar” (kayser) unvanı verdi. Ayrıca, Bizans’ın elinde kalan bütün Anadolu eyaletlerini tımar olarak vermeyi teklif etti. İlişkiler hâlâ o kadar güvensiz ve gergindi ki, gemisiyle İstanbul limanına yanaşan d’Entença, rıhtıma çıkmak için imparatorun oğlunu gemide rehin almak istemişti. D’Entença, imparatorluk mutfağından gemisine gönderilen yemeklerin konulduğu altın ve gümüş kapları iade etmediği gibi, “en pis işlerde” kullandı, “megas dux” merasim elbisesinin kapüşonuyla denizden su çekti. Nihayet Roger, Anadolu’nun yöneticisi olmayı ve ordusunun bir kısmını Trakya’da bırakmayı kabul etti. Anadolu’ya geçmeden önce anlaşılmaz biçimde, Edirne’deki genç imparator Michael’e giderek saygılarını sunmak istedi. Ailesi onu vazgeçirmek için boşuna uğraştı. Roger,

kendisine kin beslediğini bildiği Michael’e meydan okuma amaçlı olarak ziyaret etmek istemiş olabilir. Ama 300 süvari ve bin kadar piyade ile Edirne’ye gitmek, intiharla eş anlamlıydı. Bizanslı tarihçi Pachymeres’e göre Roger, Edirne’deki ordu hakkında bilgi edinmek istemişti. Oysa bunun için pekâlâ casus kullanabilirdi. Üstelik, bu istihbarat ne işine yarayacaktı? Kendi ordusu çoktan Anadolu’ya geçmişti. Bir başka iddia, Roger’in zorla para sızdırmak için Edirne’ye gittiğiydi. ichael, Roger’e altı gün boyunca büyük misafirperverlik gösterdi. Bu arada, Bulgar sınırındaki Alan ve Türk birlikleri Edirne’ye sevk edildi. Yedinci gün, antikçağdan beri defalarca başarıyla uygulanan suikast senaryosu bir kez daha sahnelendi: Misafirlerin sarhoş edildiği son ziyafet esnasında çığlıklar atarak içeri giren Alan savaşçıların komutanı, Erdek’te oğlu Katalanlar tarafından öldürülen yaşlı Girkon idi. Roger, kılıcına davranmadan, Girkon’un kılıcı beline saplanmıştı bile. Ziyafete katılanlar, 37 yaşındaki Roger’in akıbetini paylaştılar. Sonra Edirne sokaklarında Katalan avı başladı. Türk ve Alan birlikleri, cebri yürüyüşle Gelibolu üzerine sevk edilirken İstanbul’daki bütün Katalanlar kılıçtan geçirildi. Gelibolu garnizonu, İstanbul’daki yaşlı imparatora savaş açmadan önce elçiler göndererek ihaneti yüzüne vurmak istedi. Andronikos cinayete dahlini inkâr etti ve yanlarına refakatçiler vererek elçileri Gelibolu’ya geri gönderdi. Ne

M

Roger’den yardım isteyen Bizans imparatoru Andronikos Paleologos (üstte, solda) iktidara gelir gelmez kendi parasını bastırmıştı (solda). Katalan komutan Ramon Muntaner’in tuttuğu hatıralar (sağda).

46 ATLAS TARİH


var ki; yolda refakatçilerinin de ihanetine uğrayan elçiler, Tekirdağ mezbahasında feci biçimde, kolları ve bacakları dört yöne çekilip parçalanarak idam edildiler.

Trakya’da görülmedik vahşet Katalanları dehşete düşürerek Bizans topraklarından kaçırmak isteyen Michael ve Andronikos, “Katalan intikamı”nın ne manaya geldiğini henüz bilmiyorlardı. Katalanlar, önce, Gelibolu Yarımadası’nın bütün ahalisini katlederek kendilerini emniyete aldılar. Donanmanın başına geçen d’Entença, Erdek ve Marmara Adası’ndan başlayarak bütün Marmara kıyılarına akınlar düzenleyip başkentin ikmal yollarını kesti, genç yaşlı demeden ahaliyi kazığa vurdu. Marmara Ereğlisi ateşe verildi. Katalan kumpanyasının meclisi toplanarak başkomutanlığa Berenguer de Rocafort’u seçti. Kumpanyanın artık bir mührü de vardı. Mühürde, savaşçı Aziz George tasvirinin etrafında “Sigillum felicis exercitus Francorum in Romania parti comorantis” (Rum diyarında/Bizans İmparatorluğu’nda ikamet eden mesut Frenk ordusunun mührü) yazıyordu. Ordunun dört sancağının üzerinde Aziz Pierre ve Aziz George’un tasvirleriyle, Aragon ve Sicilya armaları bulunuyordu. Katalan kumpanyası, artık iyi örgütlenmiş bir “silahlı cumhuriyet”e dönüşmüştü. Komutanlarını kendileri seçen ve kararları beraberce alan savaşçıların bir tür doğrudan demokrasi deneyimi gerçekleştirdikleri bile söylenebilir. Orduya her milletten sayısız maceraperest de katıldı. Bizanslı tarihçi Gregoras’a göre; üzerlerine yürüyen Bizans ordusundan ürken Katalanlar, Türklerden hemen yardım istemiş Gelibolu’ya getirtilen Türk savaşçıları bu “çokuluslu güç”te yerini almıştı. Gelibolu’dan huruç eden Katalanlar 1305 Temmuz ayında Tekirdağ yakınlarındaki Apros’ta Bizans ordusunu yendiler. Yüzünden yaralanan imparator Michael, canını zor kurtardı. Bizans ordusunda savaşan Alanlar ilk hücumdan sonra geri çekilmişlerdi. Bizans ordusundaki Hıristiyan Türkler de Malazgirt Muharebesi’nde olanları hatırlatır biçimde Katalan saflarına geçiverdiler. Kendilerine Turkopoulos (Yunanca: Türkoğlu) denilen bu kişiler, Ortodoks Hıristiyan Türk toplulukları olan Karamanlılar ve Gagavuzların kökenleri ile ilişkilendiriliyorlar. İspanyol tarihçiler ise onları, “Rum-Türkler” olarak adlandırıyor. Marmara’nın kuzey kıyılarındaki bütün şehirler ele geçirilerek yağmalandı. Sıra Tekirdağ’a gelince, Katalanların, vaktiyle elçilerine reva görülen idam biçimini bütün halka uygulayarak aldıkları korkunç intikamı Katalan macerasının hatıralarını kaleme alan komutan Muntaner, iftiharla anlatıyor. Karargâh, Tekirdağ’a taşındı. Hazine ve cephaneliğin bırakıldığı ve kocaman bir ganimet/köle

UNESCO Dünya Listesi’ne de giren Santiago de Compostela’nın Codex Calixtinus’unda Katalanlar, 12. yüzyıl.

pazarının kurulduğu Gelibolu ise kumpanyanın başkentine dönüştü. Muntaner’e şehrin komutanlığı ve kumpanyanın mührü emanet edildi. Muntaner, kendi ev halkı ve ordunun bütün yazıcılarıyla beraber şehre yerleşti, kumpanyanın kançılaryasını ve defterdarlığını üstlendi, bütün resmi kayıtları itinayla tuttu ve her yağmadan da beşte bir pay aldı. Kumpanyanın şöhretini duyan sayısız Katalan, Akdeniz’in öbür ucundan kalkıp geldi, ordunun saflarına katıldı. Ganimet beklentisiyle Katalanlara katılan Türklerin ardı arkası kesilmiyordu. Selçuklu hanedanına mensup olduğu söylenen İshak Melik isminde bir kişi, Muntaner’e elçi gönderip görüşme talep etti. Bir Katalan gemisiyle Gelibolu’ya getirilen Melik, Katalan komutanlarla mutabakata varınca üç bine yakın Türk savaşçı kumpanyaya katıldı. İlginç olan şuydu ki; Katalanların en sadık silah arkadaşları ve dostları, ganimetleri adilce paylaştıkları Türkler oldu. Karargâhlarını Ganos Dağı’nda kuran Turkopoulos’lar, Çorlu’ya uzanan akınlar yaptılar. Başka bir Türk akıncı gurubu, Gelibolu Yarımadası’ndaki Hexamilion Kalesi’nde mevzilendi. ATLAS TARİH 47


Katalanların hâkimiyet alanı, Eceabat’a, Vize’ye, Pınarhisar’a kadar uzandı. Selanik’ten İstanbul’a giden imparator Michael’in genç eşi, Katalanların eline düşmekten zor kurtuldu. Kara ordusu, zafer üzerine zafer kazanırken Katalan donanması, güneyde Rodos’a ve kuzeyde Karadeniz’in en uzak kıyılarına kadar akınlar yapıyordu. Katalanların en cüretkâr eylemleri, İstinye’deki imparatorluk tersanesinde bulunan 150 gemiyi ateşe vermeleri oldu. Bizans İmparatoru, Katalanlara karşı destek olmaları için Cenevizlilere, Tatarlara, Gürcülere yalvaracak olmuştu. Katalan komutanlardan d’Entença, Avrupa’ya giderek papa ve Fransa kralını ittifaka çağırdı.Ancak Katalan komutanlar arasında ihtilaf baş gösterdi. Katalan kumpanyası, 1308’de batıya doğru hareket etti. Yağmalanma sırası, Yunanistan’ın kuzeyine gelmişti. Selanik civarı, ardından Tesalya’yı tarumar eden Katalan akınlarından, Aynaroz manastırları da nasibini aldı. Katalanlar hızlarını alamayıp Atina’ya kadar indiler. Buradaki dukalığı ele geçirerek kurdukları devlet, Trakya’dakinden daha uzun ömürlü olacak, seksen yıla yakın yaşayacaktı. Katalanların Anadolu’dan çekilmesiyle beraber, Türkler kaybettikleri toprakları geri aldılar. Trakya’yı da terk

Anadolu’daki beylikleri ve Bizans’ı zayıflatan Katalanlar Osmanlı fetihlerine zemin hazırlamışlardı.

15. yüzyıldan kalma freskte Anadolu’da Türklerle savaşan ve Trakya’da devlet kuran Katalanlar görülüyor.

48 ATLAS TARİH

etmelerinin ardından, maceranın bilançosunu Muntaner veciz biçimde anlatıyor: “Kurtardığımız Anadolu kaybedildi ve bir yandan Türkler, bir yandan biz, Romania’yı (Bizans İmparatorluğu) tükettik”.

Katalan devletinden bugüne kalanlar İşe, “bu bir devlet miydi” sorusuyla başlamak gerekecek. 14. yüzyıl başlarında talihin cilvesiyle oluşan bir örgütlenmenin, modern devlet kuramının aradığı varlık şartlarını yerine getirip getirmediğini sorgulamak belki çok anlamlı değil. Ama şurası bir gerçek ki, Katalan kumpanyasının, şartların zorlamasıyla kurduğu siyasi varlık, devletin klasik üç unsurunu (belirli toprak parçasında yaşayan sabit insan topluluğu üzerinde sürekli ve etkili denetim icra eden siyasi otorite) kısa süreli de olsa, barındırmaktaydı. Roger’in öldürülmesinden hemen sonra Katalanlar, bütün yarımadayı kendi toprakları ilan etmişlerdi. Kendi bayrakları vardı. Bürokratik açıdan ileri derecede örgütlenmiş olan Katalan kumpanyası, vergi topluyor ve her türlü kamusal işlemi kayıt altına alıyordu. Başta Bizans olmak üzere diğer devletler/siyasi varlıklarla diplomatik ilişkiler yürütmüştü. Kalpazan Katalanlar, Bizans paralarını taklit ederek bile olsa kendi paralarını basmışlardı. Kumpanya, daha Trakya’da bağımsızlık kazanmadan önce “askeri bir cumhuriyet” biçiminde adlandırılmaktaydı. Buradaki cumhuriyeti, modern cumhuriyetten ziyade Latince anlamıyla “res publica” (kamusal şey) yani müşterek yönetilen “bir tür kamusal otorite” olarak algılamak lazım. Ama bu


husus, kumpanyanın daha sonra “bir tür devlet”e dönüştüğü olgusunu dışlamıyor. Kumpanyanın daima Aragon Krallığı’na sadakat beyanında bulunduğu ve bu krallığın bayrağını taşıdığı da doğruydu. Ama Aragon hanedanına mensup Sicilya kralı Fadrique, akrabası olan Majorca Adası’nın kralının oğlu Don Fernando’yu gönderip kumpanyanın başına geçirmek istediğinde, bu girişim Katalan komutanlar tarafından usturupluca bertaraf edildi. Kumpanya, savaşarak kazandığı topraklarını Aragon’a teslim etmek ve devletin temel özelliklerinden olan “bağımsızlığı” elden bırakmak niyetinde değildi. Kumpanyayla beraber anılan sistematik vahşet, “bu ne biçim devlet” sorusunu da akla getiriyor. Ama 14. yüzyıl başlarından söz ettiğimizi unutmamak lazım. 17. yüzyılda kumpanyanın tarihini yazan Moncada’ya göre bile, söz konusu vahşet, haşin savaşçıların hoşgörülmesi gereken taşkınlıklarından ibaretti. İlginç olan şu ki; Katalan vahşetinden haklı olarak şikâyet eden Bizanslı tarihçiler, Katalan elçilere Tekirdağ’da uygulanan korkunç idam biçimi karşısında sessiz kalıyorlar. atalanlardan kalan sözlü hatıra, ortaçağ standartlarını bile aşan bu vahşetle ilgili. Kumpanya’nın “icraatından” yüzyıllar sonra Yunancada, “şu senin yaptığını Katalanlar bile yapmaz” gibi deyimler, ya da “sana Katalanların intikamı musallat olsun” gibi beddualar yaşamaya devam etti. Tarihçiler, imparatorun davetiyle gelen Katalanların birkaç yılda yaptığı tahribatın, bütün Haçlı seferlerinin ve Türk akınlarının toplam tahribatından daha büyük olduğunu düşünüyorlar. Trakya’yı perişan ettikten sonra çekip giden Katalanlar, Türk tarihine nasıl belirleyici bir müdahalede bulunduklarının farkında değildiler herhalde. Osmanlı fetihlerinin önünü açmışlardı. Katalanların, Erdek’ten başlayıp Pozantı’da zor bela duran harekâtı, Batı ve Güney Anadolu’ya hâkim Türk beyliklerini mağlup ederek zayıflatmıştı. Katalan macerasıyla neredeyse eşzamanlı olarak tarih sahnesine çıkan Osmanlı Beyliği, topraklarını genişletmeye başlayınca mücadeleye giriştiği beyliklerin çoğu, Katalanlar tarafından yenilerek asker kaybetmiş ve ekonomik kaynakları talan ya da tahrip edilmişti. Katalanlardan asıl ölümcül darbeyi, onları davet etmiş olan Bizans yedi ve bir daha toparlanamadı. Yaşlı imparatorluk, Osmanlı akınlarına direnemeyecek kadar zayıflamış ve başka güçlere (veya dahili rakiplere) karşı Osmanlı’dan yardım dilenmeye muhtaç hale gelmişti. İnsanlarını ve kalelerini Katalanların yok ettiği Bizans Trakya’sında Osmanlı fütuhatı hızla ilerleyecekti.

K

19. yüzyılda yapılan bir İspanyol gravüründe Katalan lider Roger de Flor’un Edirne’de öldürülüşü anlatılıyor.

Ders kitaplarımızda, 1353’te Osmanlı Beyliği’nin Çimpe Kalesi’ni almasıyla beraber Türklerin Avrupa’ya ayak bastığı yazar. Oysa 11. yüzyıldan itibaren, Anadolu kökenli sayısız Türk savaşçısı, Bizans ordusunda paralı/destek birlik olarak hem Bizans’ın düşmanlarına karşı, hem de iç savaşlarda kılıç sallamıştı. Çimpe’den yarım asır önce binlerce Türk süvarisi Trakya’da Katalan saflarında at sürmekteydiler! 1308’de Katalan Kumpanyası Yunanistan’a yöneldiğinde Türkler ve Turkopoulos’lar da onlarla beraber gittiler ve savaştılar. Ancak, bu kalabalık Türk unsurun hiç olmazsa bir kısmının Trakya’ya yerleşerek Osmanlı fethine zemin sağladığı tahmin edilebilir. En azından, Türklerin Trakya’ya ayak basarak toprağa aşinalık kazandıkları noktasında şüphe olmasa gerek. Olup bitenleri, modern devlet ve savaş perspektifinden kavramak zor. Muharip vatandaşlardan kurulu ulusal ordular arasında cereyan eden modern savaşın aksine; ulus-devlet öncesi dönemde savaş profesyonel bir işti. Milliyeti, dini, imanı ve insafı pek yoktu. Şartlar gerektirdiğinde, en farklı ve uzak topluluklar arasında her türlü ittifak kurulur ve türdeş topluluklar da kendi içlerinde çatışıp bölünerek bu tür ittifaklar içinde yerlerini bulurlardı l ATLAS TARİH 49


Katalanların hâkimiyet alanı, Eceabat’a, Vize’ye, Pınarhisar’a kadar uzandı. Selanik’ten İstanbul’a giden imparator Michael’in genç eşi, Katalanların eline düşmekten zor kurtuldu. Kara ordusu, zafer üzerine zafer kazanırken Katalan donanması, güneyde Rodos’a ve kuzeyde Karadeniz’in en uzak kıyılarına kadar akınlar yapıyordu. Katalanların en cüretkâr eylemleri, İstinye’deki imparatorluk tersanesinde bulunan 150 gemiyi ateşe vermeleri oldu. Bizans İmparatoru, Katalanlara karşı destek olmaları için Cenevizlilere, Tatarlara, Gürcülere yalvaracak olmuştu. Katalan komutanlardan d’Entença, Avrupa’ya giderek papa ve Fransa kralını ittifaka çağırdı.Ancak Katalan komutanlar arasında ihtilaf baş gösterdi. Katalan kumpanyası, 1308’de batıya doğru hareket etti. Yağmalanma sırası, Yunanistan’ın kuzeyine gelmişti. Selanik civarı, ardından Tesalya’yı tarumar eden Katalan akınlarından, Aynaroz manastırları da nasibini aldı. Katalanlar hızlarını alamayıp Atina’ya kadar indiler. Buradaki dukalığı ele geçirerek kurdukları devlet, Trakya’dakinden daha uzun ömürlü olacak, seksen yıla yakın yaşayacaktı. Katalanların Anadolu’dan çekilmesiyle beraber, Türkler kaybettikleri toprakları geri aldılar. Trakya’yı da terk

Anadolu’daki beylikleri ve Bizans’ı zayıflatan Katalanlar Osmanlı fetihlerine zemin hazırlamışlardı.

15. yüzyıldan kalma freskte Anadolu’da Türklerle savaşan ve Trakya’da devlet kuran Katalanlar görülüyor.

48 ATLAS TARİH

etmelerinin ardından, maceranın bilançosunu Muntaner veciz biçimde anlatıyor: “Kurtardığımız Anadolu kaybedildi ve bir yandan Türkler, bir yandan biz, Romania’yı (Bizans İmparatorluğu) tükettik”.

Katalan devletinden bugüne kalanlar İşe, “bu bir devlet miydi” sorusuyla başlamak gerekecek. 14. yüzyıl başlarında talihin cilvesiyle oluşan bir örgütlenmenin, modern devlet kuramının aradığı varlık şartlarını yerine getirip getirmediğini sorgulamak belki çok anlamlı değil. Ama şurası bir gerçek ki, Katalan kumpanyasının, şartların zorlamasıyla kurduğu siyasi varlık, devletin klasik üç unsurunu (belirli toprak parçasında yaşayan sabit insan topluluğu üzerinde sürekli ve etkili denetim icra eden siyasi otorite) kısa süreli de olsa, barındırmaktaydı. Roger’in öldürülmesinden hemen sonra Katalanlar, bütün yarımadayı kendi toprakları ilan etmişlerdi. Kendi bayrakları vardı. Bürokratik açıdan ileri derecede örgütlenmiş olan Katalan kumpanyası, vergi topluyor ve her türlü kamusal işlemi kayıt altına alıyordu. Başta Bizans olmak üzere diğer devletler/siyasi varlıklarla diplomatik ilişkiler yürütmüştü. Kalpazan Katalanlar, Bizans paralarını taklit ederek bile olsa kendi paralarını basmışlardı. Kumpanya, daha Trakya’da bağımsızlık kazanmadan önce “askeri bir cumhuriyet” biçiminde adlandırılmaktaydı. Buradaki cumhuriyeti, modern cumhuriyetten ziyade Latince anlamıyla “res publica” (kamusal şey) yani müşterek yönetilen “bir tür kamusal otorite” olarak algılamak lazım. Ama bu


Kim ne bilür bizi nice soydanuz Ne zerrece oddan ne hod sudanuz Bizim meftunumuz marifet söyler Biz Horasan mülkündeki boydanuz Musa Tur’da durup münacat eyler Neslimiz sorarsan asıl Hoy’danız Abdal Musa oldum geldim cihana Arif anlar bizi nice soydanuz Abdal Musa

50 ATLAS TARİH


Toros Dağları’nda bir Horasan Ereni

ABDAL MUSA Hacı Bektaş-ı Veli’nin vefatından sonra onun postuna oturup proto-Bektaşiliğin temellerini atan Abdal Musa, Bursa kuşatmasında aşiret önderi olarak Osmanlı ordusuna katıldı. Sonraki yıllarda Orhan Gazi’nin dervişleri teftişe tabi tutması nedeniyle güneye giderek hayatının büyük kısmını Antalya Elmalı’da geçirdi. Doç. Dr. Haşim Şahin hasimsahin@gmail.com

smanlı erken döneminin en popüler şahsiyetleri arasında yer alan Türkmen şeyhi Abdal Musa, Abdalan-ı Rum adıyla bilinen dervişler zümresine mensuptu. Aslen Hoylu olan ve doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen Abdal Musa, bugün güçlü bir şekilde temsil edildiği Alevi/Bektaşi geleneğindeki yaygın inanca göre, Hz. Peygamber soyundan, Hacı Bektaş-ı Veli’nin amcası Haydar Ata’nın oğullarından Hasan Gazi’nin oğluydu. Hayatının erken dönemi detaylı bilinmemekle birlikte, menakıb türü eserlerde yer alan bilgilerden onun Anadolu’daki faaliyetlerine dair bazı fikirler edinebilmek mümkün. Hangi tarihte olduğu belli değilse de, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu yıllarda ilk önce Kırşehir’e gelen Abdal Musa, Hacı Bektaş-ı Veli dergâhında Kadıncık Ana’ya mürit olur. Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazade bu durumu şu şekilde dile getirmektedir: “Abdal Musa dirlerdi, bir derviş vardı, Hatun Ana’nın muhibbi idi. Ol zamanda şeyhlik ve müritlik iken zahir değildi, silsileden dahi fariğlerdi. Hatun Ana ol gazinin üzerine mezar itdi. Geldi bu Abdal Musa bunun üzerinde bir nice gün sakin oldu”. Bu bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla Abdal Musa, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ölümünden bir süre sonra Sulucakarahöyük’e gelerek bu sırada postnişin olan Kadıncık Ana’nın manevi himayesine girmişti. Burada onun Kadıncık Ana’dan Hacı

O

Abdal Musa’nın Elmalı’daki Tekkeköy türbesinin (solda) girişinde yer alan Abdal Musa’nın temsili resmi (üstte). FOTOĞRAFLAR: HAŞİM ŞAHİN

ATLAS TARİH 51


FOTOĞRAF: CÜNEYT OĞUZTÜZÜN

?????????????? ?????????????? ?????????????? ?????????????? ?????????????? ?????????????? ?????????????? ?????????????? ?????????????? ?????????????? ??????????????

Bursa kuşatmasında Abdal Musa sayesinde Bektaşilik-yeniçerilik yakınlaşmasının temeli kuruldu.

Elmalı’daki Abdal Musa tekkesine gelen herkes bu ağacı bilir. Bu ardıç ağacının dalllarına binlerce dileği taşıyan çaputlar bağlanırdı (en üstte). Gökbük Tahtacı Köyü (üstte).

52 ATLAS TARİH

Bektaş-ı Veli’nin yolunun adab ve erkânını öğrendiği, onun vefatından sonra Hacı Bektaş-ı Veli’nin postuna oturarak proto-Bektaşiliğin temellerini attığı söylenebilir.

Osmanlı topraklarında bir Horasan ereni Orhan Gazi’nin, Bizans’ın en önemli metropollerinden birisi olan Bursa’yı kuşattığı sırada Abdal Musa da diğer pek çok Türkmen dervişi gibi, kendisine bağlı bir aşiretin önderi olarak Osmanlı ordusundaki yerini almıştı. Bursa’nın fethi sırasında pek çok keramet gösterdiği zikredilse de, onu asıl önemli kılan yüzyıllar boyunca devam edecek olan Bektaşilik-yeniçerilik yakınlaşmasının temelini bu kuşatma sırasında atmış olmasıdır. Aşıkpaşazade’nin, yeniçerilerin giydiği başlıkla ile ilgili, “... ve bir yeniçeriden bir eski börk diledi, yeniçeri dahi verdi. Yeniçeri üsküfünü çıkardı bunun başına giydirdi” şeklindeki ifadesinden Abdal Musa’nın kuşatma sırasında başındaki serpuşu yeniçerilerden birisine giydirdiği, bu başlığın daha sonra yeniçerilerin Bektaşi tarikatına intisabıyla ilişkilendirildiği anlaşılmaktadır. Ahilik üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Mikail Bayram’a göre, bu başlık Anadolu Bacıları tarafından Kırşehir’deki Külahduzlar Mahallesi’nde imal edilen elif-i tac külahlardan birisiydi. Abdal Musa’nın, gerek Bursa’nın fethi esnasında, gerekse fetihten sonra Bursa’da yaşadığı dönemde mensubu olduğu Bektaşi,


ABDAL MUSA DERNEĞİ ARŞİVİ

dolayısıyla Vefai propagandası yaptığı, bu suretle kendi tarikatını yaymaya çalıştığı tahmin edilebilir. Abdal Musa, fetihte gösterdiği başarıları nedeniyle tıpkı dönemdaşı Geyikli Baba gibi Orhan Gazi’nin iltifatına mazhar olduysa da, bu durum çok uzun sürmedi. Orhan Gazi’nin Türkmen dervişlerini kontrol altına almak amacıyla yaptığı bir teftiş nedeniyle Osmanlı topraklarından ayrıldı. Abdal Musa’nın böylesi bir teftişe tabi tutulmasında etrafına toplanan dervişlerin fetih sırasında ve sonrasında yaptıkları ısrarcı propagandaların, kılık ve kıyafetlerinin, koyu Sünni anlayışla pek bağdaşmayan davranışlarının ve hepsinden de önemlisi bu müritler içerisinde kuvvetli bir kutbiyyet anlayışının etkili olduğu anlaşılmaktadır. Muhtemelen bu hal ve tavırlar hem padişah, hem de halk arasında bir tepkiye neden olmuştu. Kaynaklarda iki Vefai dervişi olarak Abdal Musa ile Geyikli Baba arasında geçtiği rivayet edilen bir menkıbe, şeyhin tasavvuf düşüncesine dair bazı fikirler vermektedir. Buna göre; “Şeyh Abdal Musa kıpkızıl kor olmuş bir ateşi pamuklu bir beze sararak Geyikli Baba’ya yollamış. Baba da ona bir kâse süt göndermiş. Aracı olan derviş Abdal Musa’nın buna şaştığını görünce, ‘süt göndermekte şaşılacak ne var ve sizin yaptığınızla ne ilgisi var’ diye sormuş. Abdal Musa cevaben; ‘onun bize yolladığı ceylan sütüdür. Yaban hayvanını evcilleştirmek bizim

Abdal Musa’nın, Orhan Gazi’nin dervişleri teftişe tabi tutmasından sonra yerleştiği, Antalya Elmalı’da bulunan türbesi.

ateşi tutmamızdan daha zordur’ demiştir.” Daha önceki devirlerde Ahmed Yesevi için de bir benzeri anlatılan bu menkıbe, Orhan Gazi dönemi dervişlerinin birbirleriyle ilişkilerinin sonraki devirlerde yazılan kaynaklardaki yansımasını göstermesi bakımından da önemlidir.

Gaza akınlarına da katıldı Bursa’dan ayrıldıktan sonra Abdal Musa’nın emrindeki Türkmenlerle birlikte Rumeli’de gaza akınlarına katıldığı, Rumeli’ne serçeşme (kumandan) olduğu, tahta kılıçla taşı ikiye böldüğü ve bütün Rumeli’yi İslama getirdiği yönünde bazı zayıf bilgiler yer alsa da, kaynakların çoğunda sırasıyla Manisa, Denizli, Aydın ve Fenike’ye uğradıktan sonra son olarak bugün kendi adıyla anılan tekkesinin bulunduğu Antalya Elmalı yakınlarındaki Genceli’ye (bugünkü Tekkeköy) yerleştiğinden söz edilir. Abdal Musa, Aydın’da yaşadığı dönemde Aydınoğlu Gazi Umur Bey ile yakın ilişkiler kurdu. Bazı kaynaklar, Bizanslılar ve Haçlılarla başarılı savaşlar yapan, kıyı şeridinde pek çok bölgeyi fetheden ve Aydınoğulları’nın en başarılı beylerinden olan Gazi Umur Bey’e gazilik unvanının Abdal Musa tarafından verildiğini, Umur Bey’in de karşılık olarak, onun için bir tekke yaptırdığını ve gelir olarak bazı köyler vakfettiğini yazarlar. Hayatına dair yazılan Vilayetname-i Abdal Musa isimli eserde söz edilen olaylar Elmalı’daki faaliyetlerini ATLAS TARİH 53


kabul ettirdiğine dair bazı menkıbelere yer verilir. Abdal Musa’nın misafir olduğu bir evde geçtiği rivayet edilen bu menkıbelerden birisi şu şekildedir: “Abdal Musa Sultan su istedi. Meğer bunların suları ırakdan gelür idi. Eve ıssı eyitdi: ‘Devletlü, geldün, yetişdün el-hamdüli’llah. Bize su’da himmet eyle, efendüm sultanum. Suyumuz ırakdan gelür’ didiler. Abdal Musa Sultan yumrugın yire urdı. Ol yirden bir âlâ su çıktı. İçtiler, kalktılar gittiler.”

Kaygusuz Abdal müridi oluyor

içermektedir. Onun Ege ve Akdeniz kıyılarında bir süre dolaştıktan sonra nihayet Teke vilayetine yerleşmeye karar verişinin başlıca nedeni eskiden beri gayrisünni Türk oymaklarının yoğun olarak yaşadığı bu bölgelerde görüşlerini daha rahat yayma imkânı bulabilmesidir. Söz konusu bu bölgelerde bugün Alevi-Tahtacı Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı ve Abdal Musa’ya büyük bir saygı besledikleri bilinmektedir. Abdal Musa, Tekeoğulları’nın hâkimiyeti altındaki bu bölgeye yerleşir yerleşmez, dervişlerin adeti olduğu üzere talebelerini yetiştireceği, fikirlerini yayacağı bir tekke kurdu. Onun kurduğu tekke kısa süre içerisinde bir cazibe merkezi haline geldi. Tekkeye gelip gidenlerin sayısı her geçen gün biraz daha arttı. Bununla birlikte Velayetname’de Abdal Musa’nın Tekkeköy’e geldiği zaman bölge halkı tarafından hemen kabul görmediği, gösterdiği bazı kerametler sayesinde kendisini

Abdal Musa’nın tekkesi ayende ve revendeye yani gelip geçen yolculara, açlara barınma ve yemek hizmeti sağlıyordu. Velayetname’de, onun gelip geçenleri doyurduğuna ve tekkesinin oldukça büyük olduğu anlaşılan mutfağında pişen yemeklerle bizzat ilgilendiğine dair pek çok menkıbeden söz edilir. Elmalı’daki tekkede faaliyet gösterdiği dönemde Kaygusuz Abdal’ın Abdal Musa’ya mürit oluşuna dair anlatılan menkıbe hayli meşhurdur. Rivayete göre, Hamidoğulları’nın Antalya şubesine bağlı olan Tekeoğulları’ndan Alaiye Beyi’nin oğlu olan genç şehzade Alaeddin Gaybi bir gün ava çıkar. Gölcük’e gelince dağın başında bir geyik görür ve hemen okunu atarak geyiği vurur. Ancak yaralı geyik hızla kaçmaya, Gaybi de onu kovalamaya başlar. Geyik, Yokoman Beli, Beyis Ovası, Öküz Gölü, Sabanca, Elmalı, Düden, Yazır istikametinden Tekkeköy’e varır. Takip ettiği geyiğin tekkenin kapısından içeri girdiğini gören Gaybi peşinden girip avı ister. Ancak müritler böyle bir avın olmadığını ve şeyhlerine sorması gerektiğini söylerler. Avının akıbetini öğrenmek üzere içeri giren Gaybi, Abdal Musa ile görüşürken, şeyh koltuğunun altındaki

Tekkeköy türbesinde Abdal Musa’nın olduğu rivayet edilen tahta bir kılıç bulunuyor.

54 ATLAS TARİH


aygusuz Abdal’ın Abdal Musa’ya intisab etmesi ve Abdal Musa’nın müritlerinin sayısının günden güne artmasına sinirlenen Alaiye Beyi bazı elçiler göndererek oğlunu geri ister. Ancak, Abdal Musa’ya gönderilen her elçinin ona mürit olup yanında kalması üzerine daha da çileden çıkar. Nihayet ordusunu toplayarak Abdal Musa’nın üzerine yürümeye çalışır. Alaiye Beyi, Abdal Musa’nın üzerine Kılağalı İsa adlı kumandanını gönderir. Fakat Kılağalı İsa, Abdal Musa’nın huzuruna gelip attan inerken Abdal Musa’nın kerametiyle ayağı üzengiye takılır ve kaçan atın arkasında sürüklenerek parça parça olur. Öfkelenen Alaiye Beyi Teke Beyi’nden yardım alarak Abdal Musa’nın üzerine asker gönderir ve onu yakmak için büyük bir ateş hazırlatır. Durumu fark eden Abdal Musa müritleriyle birlikte Teke Beyi’nin üzerine yürür. Taşlar ve ağaçlar da onunla birlikte yürürler. Böylece ateşin yanına varırlar, içine girip sema ederek ateşi söndürürler. Geri dönerlerken, dağdan kara bir canavar iner. Abdal Musa “işte Teke Beyi’nin ruhu” der. Bir derviş baltasıyla vurup canavarı öldürür. Bu arada Teke Beyi de attan düşerek başını taşa çarpıp ölür ve askerleri de dağılır. Durumu gören Alaiye Beyi oğlunun olağanüstü güçlere sahip şeyhin yanında kalmasına razı olur. Bu ve benzeri menkıbeler Abdal Musa’nın müritleri ve Velayetname yazarı nezdindeki itibarını ortaya koyan, şeyhin kudretinin sınırsızlığını ifade etmeye çalışan motifler olarak değerlendirilebilir. Bu şekilde hayatının önemli bir bölümünü Elmalı’daki tekkesinde geçiren Abdal Musa, muhtemelen 1380-1410 yılları arasına tekabül eden bir tarihte vefat ederek Tekkeköy’deki türbesine defnedildi. Türbede kendisine ait olduğu rivayet edilen bir hırka ve tahta bir kılıç vardır. Ayrıca iç kısımda, kapının yanında ikişerli sıralar halinde kız kardeşi Zeynep Hanım, annesi Ümmü Gülsüm, babası Seyyid Hasan Gazi ve talebesi Kaygusuz Abdal’ın mezarları vardır. Seyyid Hasan isimli birisinin oğlu olmasından ötürü soy olarak ehl-i beyte mensup olan Abdal Musa’da, Hazreti Ali ve ehl-i beyt sevgisi ön plandaydı. Çevresindeki insanlara ve müritlerine Hazreti Ali sevgisini işlemişti. Nasihatname isimli eserinde müritlerine Hazreti Peygamber ve Hazreti Ali evladına can ve gönülden dost olmalarını, onları sevmelerini ve daima salavat ile hatırlamalarını tavsiye ediyordu. Abdal Musa Bektaşi tarikatı içerisinde önemli bir yere sahiptir. Bektaşi geleneğinde Hacı Bektaş-ı Veli’den sonra

K

ABDAL MUSA DERNEĞİ ARŞİVİ

oku çıkararak gösterir. Bu olay üzerine Alaeddin Gaybi, Abdal Musa’nın müridi olur. Saçını sakalını tıraş ettirip elbiselerini değiştirir ve beylik mülkünden de vazgeçtiği için kendisine Kaygusuz Sultan adı verilir.

Her yıl haziran ayında Abdal Musa’yı anma etkinlikleri düzenlenir (en üstte). Beylik mülkünden vazgeçerek Abdal Musa’nın müridi olan Kaygusuz Abdal’ın ve Abdal Musa’nın babası Hasan Gazi’nin mezarları da Tekkeköy türbesinde (üstte). Abdal Musa türbesinin iç kısmından bir görünüm (yan sayfada).

“Pir-i Sani” (İkinci Pir) olarak tanınır. Tekkeköy’deki tekke Bektaşiliğin dört büyük tekkesinden biri olarak kabul edilir. Abdal Musa yalnız Bektaşilerin değil, Anadolu’daki Alevi zümrelerinin de takdis ettiği bir şahsiyetti. Günümüz Alevi geleneğinde Abdal Musa cemi, Abdal Musa kurbanı gibi bazı önemli ritüeller onun adını taşımaktadır. Bununla birlikte, Abdal Musa’nın ve müritlerinin yaşantılarında Kalenderi hayat tarzı açık bir şekilde görülür. Osmanlı dönemi Kalenderileri üzerine çok önemli bir eserin sahibi olan Ahmet Yaşar Ocak’ın verdiği bilgilere göre, Abdal Musa ve müritleri ellerinde “çomak” olarak tabir edilen bir çeşit ucu kıvrık asa ve “keşkül” taşıyorlardı. Velayetname’deki bazı ifadeler ondaki tenasüh (ruh göçümü) inancının varlığını da ortaya koymaktadır. Eserde geçen, “Ya Erenler, Genceli’de genç ay gibi doğam, adum Abdal Musa çağır duram” ibaresi bunun en güzel delilidir. Yine, Kaygusuz Abdal’la ilk karşılaşmaları sırasında geyik donuna girmesi, Teke Beyi’nin kendisini ortadan kaldırmak ATLAS TARİH 55


amacıyla yaktığı ateşin ona etki etmemesi, kendisinin Teke Beyi’nin yaktığı ateşe doğru giderken dağlarla, taşlarla birlikte hareket etmesi, misafir olduğu evde yerden su çıkarması, tahta kılıçla savaşması, Teke Beyi’nin üzerlerine geldiğini müritlerine bildirerek gaipten haber vermesi gibi pek çok motif kendisinde hâkim olan İslam öncesi Şamanlara mahsus bazı tavırlar olarak değerlendirilebilir. bdal Musa’nın, Orhan Gazi’nin teftişine uğrayıp Osmanlı ülkesinden ayrılmasının yanı sıra, en son yerleştiği yer olan Antalya Elmalı’da da bölgede hüküm süren Teke Beyi’ne karşı da son derece sert tavırlar takınması ve onunla mücadeleye girişmesi kendisinin iktidar muhalifi yapısını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Elmalı’ya yerleştiği andan itibaren iktidar zümreleri ile bir nevi nüfuz mücadelesine girişmiş, Alaiye Beyi’nin oğlu Alaeddin Gaybi’yi kendisine mürit yapıp babasıyla arasını açmıştır. Velayetname’de onun Alaiye Beyi’nin trajik ölümü ile ilişkilendirilmesi; tekkenin temeli kazılırken bulunan ve gayrimüslimlere ait olduğu gerekçesiyle Teke Beyi’ne teslim edilmeyen bir kazan altın dolayısıyla bey ile arasının açıldığı yönündeki bilgiler bu Türkmen babasının müritleri nezdinde yegâne otorite sahibi olarak kabul edildiklerinin açık bir ifadesidir. Velayetname’de beyin kendisini yola getirmek için gönderdiği adamlarını teker teker müridi haline getirdiği ve onunla bizzat asker toplamak suretiyle mücadeleye girişen

A

Abdal Musa’nın Elmalı’da hüküm süren Teke Beyi’ne karşı sert tavrı, muhalif yapısını ortaya koyar. beyin attan düşüp başını taşa çarpmak suretiyle trajik ölümü büyük bir coşkuyla anlatılır. Bu rivayetlerin gerçekliği şüpheli olmakla birlikte bahsedilen olaylar, Abdal Musa’nın merkezi iktidara yaklaşımı konusunda fikir sahibi olmayı kolaylaştırmaktadır. Abdal Musa, merkezi iktidara karşı daima soğuk davranmayı tercih etmiştir. Muhtemelen onun bu tarz bir tavır sergilemesinde Kalenderi dervişlerinin genel karakteristiği olan kutbiyyet telakkisinin önemli payı olmalıdır. Fatih döneminde yaşayan Otman Baba’nın şahsında da görüleceği gibi, bu dönemde kendisinin kutb olduğunu ileri süren kalendermeşrep dervişler, âlemin asıl nizamının kendileri tarafından sağlandığı gerekçesiyle merkezi iktidarın otoritesine karşı çıkmakta ve bu nedenle yaşadıkları dönemin hükümdarı ile sık sık sorun yaşamaktaydılar.

Abdal Musa’nın yolunu takip edenler Abdal Musa’nın en meşhur müridi büyük halk ozanı Kaygusuz Abdal’dı. 1341 yılında doğan Kaygusuz Abdal’ın kırk yıl Abdal Musa’ya hizmet ettiğine inanılır. O, şeyhinin yanında manevi eğitimini tamamladıktan sonra,

Abdal Musa tekke haziresi, Elmalı.

56 ATLAS TARİH


onun talimatıyla Mısır’a giderek 1397/98 yılında burada ilk Bektaşi tekkesini kurdu. Kaygusuz Abdal, Kahire’de bir mağarada kurduğu bu tekke nedeniyle bölge halkı arasında Abdullah el-Mağaravi adıyla tanınmıştı. Onun kurduğu bu tekke Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre, Hacı Bektaş, Necef ve Kerbela tekkelerinden sonra Bektaşilerin en önemli dördüncü tekkesi olup, Bektaşilikteki on iki posttan birisi olan Nakiyb Postu da Kaygusuz Abdal’a aittir. Bektaşilere göre lengeri, dört kapıya, kubbesi on iki imama işaret olmak üzere dört ve on iki dilimli beyaz keçeden yapılan tacı ilk kabul eden Kaygusuz Abdal’dır. Kaygusuz Abdal, Bektaşilerde tennure giyinmiş, eğninde haydari, boynunda teslim taşı, belinde kemer bulunan, niyaz durumunda, saçları ortadan ayrılmış, omuzlarına sarkmış, sakalı tıraşlı ve bıyıkları uzun bir şekilde tasvir edilmiştir. Kaygusuz Abdal, Abdal Musa’nın fikirlerinin daha geniş bir coğrafyaya yayılmasında en önemli isimlerden birisiydi. Kaygusuz Abdal, Sarayname adlı eserinde, insanoğlunun dünyaya gelişindeki temel maksadın Allah’a ibadet olduğunu söylemiş, ibadetin gereklerini ifade etmiş, dört kapı yani şeriat, tarikat, marifet ve hakikate ulaşma yollarını göstermiştir. Ona göre, insan yalancı dünyaya aldanmamaldır. Abdal Musa’nın bir diğer müridi ise aşçıbaşısı olduğu söylenen Budala Sultan’dı. Yine Finike ilçesine bağlı Limyra antik kenti yakınlarında yer alan Kâfi Baba, Elmalı ilçesine bağlı Özdemir Köyü’nde bulunan Kilerci Baba ve Korkuteli’nde Abdal Musa’nın kardeşi ve tekkenin oduncusu olduğu ifade edilen Baltası Gedik şeyhin diğer müritleriydi. Abdal Musa’nın ilk Tahtacı nüvelerinden birisi olan tekke, II. Mahmut’un Bektaşi tekkelerini kapatmasına kadar tarikatın en büyük tekkelerindendi. Zamanla tekkenin etrafı büyük bir vakıf arazisi ve köylerle çevrildi. Bölge halkı Osmanlı yönetiminin türbeye yaptığı vakıflar sayesinde müreffeh bir hayat sürdüğü gibi, bazı vergilerden de muaf tutuldu. Evliya Çelebi Abdal Musa Tekkesi’ni ziyaret ettiği dönemde geniş bağ ve bahçeler, bu bağ ve bahçelerin içinde de misafirhaneler, meydanlar, kiler, mutfak, fukara meydanı, mescit ve kütüphane gibi yapılarla karşılaşmıştı. Seyyahın geldiği sırada, oldukça zengin bir gelire sahip olduğu anlaşılan ve gelenlere hemen “baba çorbası ikram edilen” tekkenin mülkü olarak on binden fazla koyun, bin camuz, on katar devesi, yedi katar katırı, binden fazla sığır, yedi yüz kolon kısrağı ve yedi tane değirmen vardı. Vakıflarının fazlalığı ve vergiden muaf tutulması tekkenin Osmanlı döneminde oldukça rağbet gören tekkelerden birisi olduğunu göstermektedir. Osmanlı başkentine nazaran ücra sayılabilecek bir bölgede yer almasına rağmen

Abdal Musa sandukası.

kütüphanesinde yer alan kitapların çokluğu bu önemini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Suraiya Faroqhi’nin tespitine göre tekkenin kütüphanesinde on iki cilt Mushaf-ı Şerif, iki cilt Enam-ı Şerif, bunlardan başka, Makalat-ı Hacı Bektaş, Kütüb-i Nakıs-ı Radika, Mecnun-ı Leyla, Risale-i Mecnun, Sultan Virani, Destan-ı Ebu Müslim, Sart Cümlesi, Avamil-i Atik, Manzum Şerh-i Mesnevi, Tarih-i Battal Gazi, üç cild Divan-ı Fuzuli, Muhammediyye, Hüsrev-i Şirin ve Kütüb-ı Âşık Paşa gibi kitaplar bulunuyordu. Elmalı bölgesindeki merkez tekke olması dolayısıyla civardaki diğer tekkeler de Abdal Musa Tekkesi’ne bağlanmışlardı. Abdal Musa’nın etkisi günümüzde de devam etmektedir. Her yıl haziran ayında Abdal Musa’yı anma etkinlikleri düzenlenmekte, çok sayıda insan Abdal Musa türbesini ziyaret etmektedir l

Bibliyografya •

Abdal Musa Velâyetnâmesi, haz.: Abdurrahman Güzel, Ankara: TTK Yayınları, 1999.

Aşıkpaşazâde, Tarih, neşr., Âli Bey, İstanbul 1332.

Bayram, Mikail, Bâciyân-ı Rum, Konya: Gümüş Matbaası, 1987.

Faroqhi, Suraiya, Anadolu’da Bektaşilik, terc.: Nasuh Barın, İstanbul: Simurg, 2003.

Gölpınarlı, Abdülbaki, Alevi Bektaşi Nefesleri, İstanbul 1992.

Kaygusuz Abdal (Alâeddin Gaybi) Menâkıbnâmesi, haz.: Abdurrahman Güzel, Ankara 1999.

Kaygusuz Abdal, Saray-nâme, haz.: Abdurrahman Güzel, Ankara: Kültür Bakanlığı Y., 1989.

Ocak, Ahmet Yaşar, Babailer İsyanı, 2. Baskı, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1996.

Şahin, Haşim, Dervişler ve Sufi Çevreler, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2017.

ATLAS TARİH 57


Osmanlı’nın kuruluşunda Anadolu’da Dervişler

Rum Abdalları Duflos’un 1747 tarihli Moeurs et usages des turcs çizimde derviş.

58 ATLAS TARİH


14. yüzyıl, Anadolu ve Doğu Roma topraklarına Rum Diyarı dendiği zamanlar... Moğol Anadolu’yu işgal etmiş, Bizans savunma hatları neredeyse çökmüş, Selçuklu’nun hükmü kalmamış. Umutla yeni alevlenen bir kandil peşinde herkes. Türkmenler, Alpler, Gaziler, Bizanslı Tekfurlar, Hıristiyanlar ve Abdallar... Olgay Söyler olgaysoyler@gmail.com

ösedağ Savaşı’nda Moğollar önünde hâkimiyetini kaybeden Selçukluların yerine Moğol önünden kaçan Türkmen ve obalar uçlarda Türkmen beyliklerini kurdular. Selçuklu hükmünü kaybedince oluşan otorite boşluğunda Anadolu’nun batısına büyük göç dalgaları da başladı. Doğu Anadolu ile beraber Horasan, Harezm bölgelerinden Moğolların önüne çığlık ve kan ile kattığı kitleler Batı Anadolu uç bölgelerini doldurdular. Bu halk yığınları ile beraber fakih, ahi, şeyh, baba, dede ve abdal unvanlı sufiler de Anadolu’da göründü. Göründükleri uç Türkmen beyliklerinden biri de o sırada küçük bir beylik olan Osmanlı idi. Abdal terimi, bilindiği üzere bir sufi terimidir. Abdal terimini Rum Abdalları olarak ilk kullanan Âşıkpaşazade Derviş Ahmet’tir. Köprülü’nün başlattığı araştırmalar, yazdığı maddeler, monografiler ve yapılan başka araştırmalara göre Abdal terimi derviş manasına gelecek şekilde kullanılır olmuştu. Bu kullanım Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu’da muhalif sufi akımı Kalenderilere mensup zümreleri de kapsadı. Bu terimin kapsayıcılığı Ahmet Yesevi ile başlayıp Horasan erenleri olarak addedilen Haydarilik, Kalenderilik, Yesevilik, Vefailik tarikatlarına mensup dervişlerin 13. yüzyıl Anadolu’sunda farklı isimler altında teşkilatlanmasından başka bir şey değildi. Abdal tabir edilen önderler; İran ve Hint mistisizmi ile karışık panteist bazı öğretileri içinde barındıran, ama İslamı benimsemiş, bugün artık çok iyi bildiğimiz

K

ATLAS TARİH 59


Rum Abdalları erken dönem Osmanlı gazalarında orduyla birlikte savaşmış ve fetihlere katılmışlardı (sağda). Bursa’daki Geyikli Baba türbesi (en sağda).

halk İslamı denen, yani şehirlerde pek görülmeyen konargöçer arasında yaygın basit bir anlayışla öğretilerini sürdürüyor, farklı kılık kıyafetleri ile dikkat çekiyordu. Bu grupların aynı zamanda atalarının Şaman öğretilerini kolay unutamadığı da görülüyor. Bütün bu unsurları içlerinde barındıran Abdallar, 16. yüzyıla değin hatıralarını ve söylencelerini korumuşlar ve kuruluşa damga vurmuşlardır.

Abdallar bir yere bağlı değildi Kemalpaşazade’nin Tevahir-i Âli Osman eserindeki “Bursa’nın fethinden sonra burada nimet çoğalınca, ne kadar Abdal taifesi varsa hepsi hücum ettiler” açıklaması Rum Abdalların Osmanlı coğrafyasındaki varlığına değinir. Her ne kadar Bursa fethinden önce de Abdalların bazıları tarih sahnesinde yer alsa da (Geyikli Baba ve Abdal Musa Bursa’nın fethinde bulunan dervişlerden ikisidir) bu yapılan tanımlama, bazen 50-60 kişilik, bazen 150-200 kişilik dervişlerin gazalara katılmasında etken rollerini açıklar. Babai önderi Baba İlyas Horasani’nin neslinden Âşıkpaşazade’nin yaptığı dörtlü tasnif ile başlamıştı her şey. Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum’dan gayrı savaşçı grubu oluşturdu Abdalan-ı Rum. İslamın batini çehresini oluşturan serseri derviş gruplarını niteledikleri söylendi bazen, ama hiçbir zaman tarihten silinmediler. Genelde şehirli topluma muhalif inanç sistemlerini benimseyen bu grup, meczup davranışları sergilemekte ve dünya görüşlerini kılık kıyafetlerine de yansıtmaktaydı. Saçlarını, kaşlarını, kirpiklerini, sakal ve bazen (nitelendikleri sufi gruba göre) bıyıklarını kazıyan bu insanlar tam bir Kalenderi denilen, içlerinde Yesevi, Haydari, Vefai unsurlar barındıran çoğu zaman çıplak, edep yerleri örtülü, omuzlarında bir hayvan postu, fal ve dilencilikle geçinen, kimi zaman da bazı musiki aletleriyle “gürültü” yapan tiplerdi. Ellerinde nacak, bellerinde keşkül ile dolaşan gruplar olarak Vahidi gibi nice müellif kitaplarında Rum Abdalları diğer sufiler ile tasnife tabi tutuluyor, şehirli ahali çoğu zaman onlardan nefret ediyor, Selçuklu devlet erkânı ve valiler onları bela olarak görüyor, şehirli tasavvuf ehli onları insan yerine bile koymuyordu. Onlar ise bütün dünyevi nimetleri teperek sadece Allah’a kavuşmak için kendi özlerini arıyorlardı. Bunu yaparken bir avuç yiyecek ile orduları doyuruyor, yere vurdukları asa ile su çıkartıyor, tam bir kam geleneği olan güvercin, turna donuna

60 ATLAS TARİH

Abdallar, Osmanlı’nın kuruluş girip mekân değiştiriyor, dağları yürütüyor ve konuyla ilgili en önemli nokta olan tahta kılıç ile fetihler yapıyorlardı. Kuruluşta oynadıkları rol ne kadar görüldü ve ne kadar bilindi, halen tartışılmakta. Selçuklu döneminde Anadolu’da var olan Mevlevi, Rıfai, Kadiri gibi tarikat ve sufi grupları Osmanlı’nın kuruluşunda ne kadar yer aldı belirsiz. Şehirlerde yerleşmiş, bahşedilen zaviyelerde, kendi kurdukları tekkelerde vakıflardan, bağışlardan beslenen nispeten rahat yaşayan gruplar bu mücadeleye en azından kendileri hakkında konuşulacak kadar dahil olmamışlardı. Ama Abdallar böyle değildi, bir yere bağlı olmayarak yukarıda bahsedilen doktrinleri doğrultusunda seyahat ve keşküllerine doldurulan yiyecek ile hayatlarını idame ettirmeye çalışıyor, ellerinde nacak ile vahşi hayvan öldürüyor gerektiğinde dövüşüyor, fal bakıyor şehir ve

dön


ş

döneminde Osman ve Orhan gaziler için de meşrulaştırıcı rol oynadı. kasabalarda korkunç gürültüler eşliğinde naralar atıyor, nerede sabah orada akşam vakit geçiriyordu. Kemalpaşazade’nin belirttiği üzere Bizans sınırında bulunan ikbal ve bahşedilen yer, çift çubuk kendilerine cazip gelmiş ve Bitinya havalisini doldurmuşlardı; can alacak can vereceklerdi, ama şehir konforuna alışmış Bizans sınırında olmayı istemeyen diğer sufiler yerine kendilerine destek olan bu Abdalları kuruluş dönemi sultanları görmezden gelmeyecek, ilgi ve alaka gösterecekti. Abdalların, Osmanlı kuruluş döneminde Osman ve Orhan gaziler için de meşrulaştırıcı, yani ikballerini pekiştiren bir rol oynadıkları açıktır. Beyliğin savaşçı gücü Alp ve Nökerlerin babalara mürit olduğu yer yer görülmekteydi. Turgut Alp, Geyikli Baba bunun örneğidir. Yine Konur Alp veya Mihailoğulları gibi akıncı aileleri bu babalara müritlik yapmaktaydı. Ömer Lütfi Barkan’ın çok sayıda

makale ile aktardığı kolonileştirici derviş tipinin örneği olan bu insanlar Osman ve Orhan gaziler ve Sultan Murat gibi lider özellikli karizmatik kişiliklerin ardına takılmış yapılanmalarını zamanla ocağı hiç sönmeyen zaviyelere dönüştürmüş, baba çorbası dağıtmış, geleni geçeni konanı göçeni eksik olmamış, derbentlerde geçitlerde tekke kurmuş, nihayetinde Osmanlı’nın klasik çağında da yerlerini ulemaya bırakmışlardır. İlk Osmanlı kronikleri olan Neşri, Oruç, Âşıkpaşazade ve anonim tarihlerde zikredilen bu zümrenin, yukarıdaki isimlerden bir asır önce Elvan Çelebi, yani Baba İlyas’ın torunu tarafından Abdal diye anıldığı, her gittikleri yerde Türk diliyle fikirlerini yaydığı, aynı zamanda da üstlendikleri savaşçı derviş rollerini sürdürdüğü, sonunda da menakıp kitaplarını doldurduğu bakidir. Kaynakların bize aktarabildiği Rum Abdal taifesinATLAS TARİH 61


den Baba İlyas’a bağlanan geçmişi ile kilit rol oynayan önemli kişiliklerden biri Geyikli Baba’dır. Baba İlyas ve Vefaiye tarikatı bağlantılı Geyikli Baba, menkıbesine göre geyiği binek olarak veya geyikler ile gezdiğinden kendisine bu lakap verilmiş, yahut diğer anlamıyla Ahulu Baba olarak anılmıştır. Yalnız, Yunus Emre divanında, “Geyüklü’nün ol Hasan söz ayıtmış kendüden/Kudret dilidür söyler kendinün söz nesidür” beyiti ile adının Hasan olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı Beyliği arazisinde Rum Abdallarının en ünlülerinden olan İnegöl havalisine yerleşmiş bulunan Geyikli Baba’nın Orhan Gazi’nin kendisini tanıtmasını isteyen adamlarına; “Baba İlyas müridiyim, Seyyid Ebul Vefa tarikatındanım’’ diye cevap vermesi Abdal taifesinin hangi cereyanlarda olduğunu da açıklamaya yetmiştir. Zamanlama olarak elbette Baba İlyas müridi olma durumu mümkün değildir ancak bağlandıkları akideler açısından bu söylediği oldukça önem arz etmektedir; çünkü diğer Rum Abdalları gibi Babai hareketine mensup olduğunu ifade etmiş oluyordu. Bursa’nın fethine iştiraki konusu ise dervişleri ile beraber Kızılkilise adlı bir mıntıkada gerçekleştirdiği fetih Hilmi Ziya Ülken tarafından bir tahrir defteri satırları arasında bulunmuş, ödül olarak kendisine ve dervişlerine Orhan

62 ATLAS TARİH

Thomas Artus’un 1662 tarihli Histoire des Turcs (Türklerin Tarihi) adlı eserinde yer alan geyikli derviş tasviri (üstte, solda). Aynı eserde Orhan Gazi’nin resmi (üstte).

Gazi tarafından, “Baba meyhordur deyu iki yük arakı ve iki yük şarap yollamıştır” olarak geçen bölüm açıkça kimliğinin heterodoks bir derviş olduğunu göstermiştir. Zira “meyhor” sarhoş demektir. Ancak Baba’nın gönderilenleri bir kazanda yağ ve bal yaparak Orhan’a geri göndermesi de yine menkıbelerde kendine yer bulur. Orhan Gazi ile Geyikli Baba arasındaki ilişki bir süre daha devam etmiş, bu biraz arada olan Turgut Alp vasıtası ile olmuştur. Başlangıçta Orhan Gazi ile ilişki kurmak istemeyen Geyikli Baba sonunda razı olmuş, bu görüşmeden memnun kalan Orhan Gazi kendisine İnegöl çevresini vakıf olarak bağışlamak istemiştir, ancak Geyikli Baba buna razı olmamış bir alanı göstererek dervişleri için küçük bir araziyi zaviye kurmak için talep etmiştir. Diğer Türkmen şeyh ve Abdalları gibi meczup bir sufi olduğu anlaşılan Geyikli Baba’nın ahvali budur. Geyikli Baba nasıl Baba İlyas Horasani kimliği ile Vefaiye tarikatını temsil ederken kilit bir rol oynuyor ise, Rum Abdalları içinde diğer bir kilit rol Hacı Bektaş geleneğini temsil eden Abdal Musa’dır.


İstanbul henüz fethedilmeden adının geçmesi ve savaşçılığı dışında hekimlik yeteneğiyle dikkat çeken abdallardan biri Karaca Ahmet’tir. Musa Baba olarak da bilinen Abdal Musa’nın yeniçerilerin oluşum aşamasına adı karıştığı için Osmanlı kuruluşunda erken devirlerde damga vurması doğaldır. Bektaşiliğin oluşum aşaması da düşünüldüğünde Abdal Musa hakkında ilk araştırmayı ortaya koyan Fuat Köprülü’dür. Menkıbesi de bugün elimizde olan ve bunu yayınlayan Abdurrahman Güzel en iyi monografilerden birini ortaya koymuş, Abdal Musa’nın müridi Kaygusuz’un yazdığı onlarca dörtlükle beraber bize sunmuş, bu kaynaklarımızı çoğaltma açısından önem arz etmiştir. Kaynakların ışığında Orhan Gazi ve I. Murat devirlerinde yaşayan Abdal Musa; “Kim ne bilür bizi ne soydanuz / Ne bir zerre oddan ne hod sudanuz / Bizüm hususumuz marifet söyler / Biz Horasan mülkindeki Boy’danuz / Neslimüzi sorarsan asıl Hoy’danuz” diyerek Abdurrahman Güzel’e göre Horasan’dan Hoy aşiretinden, Ahmet Yaşar Ocak’a göre ise Geyikli Baba gibi Hoy’dandır. Âşıkpaşazade tarihinde Bursa fethinin arifesinde dervişleriyle gelip Bursa’nın alınmasında rol oynamıştır. O dönemde yeteri kadar saygın veya tanınmamış olan Abdal Musa için zamanla her şey değişmiş, Abdal Musa Velayetnamesi’nde Hacı Bektaş’ın yeniden doğmuş hali olarak gösterilmiştir. En başta en tanınmış müritlerinden olan halk şiirinin eşsiz eserlerini sunan Kaygusuz Abdal, Kul Hüseyin gibi nice Bektaşi şairleri tarafından kutsanmıştır. Anadolu Alevileri tarafından da önemli en büyük evliyalardan biri olarak kabul edilmiştir.

Kuruluş öyküsünde Kumral Abdal Osmanlı kuruluş tarihi açısından en sırlı ve önemli vazifelerden birini Şey Edebali gibi Kumral Abdal ifa eder. Zaten Âşıkpaşazade tarihinde onu Edebali’ye mürit gösterir ki onun Babai derviş zümresinden olma durumu ortaya çıkar. Tanrı’dan kut alma eski Türk devlet geleneğinde de karşımıza çıkan bir durumdu ve yine bir Türk devleti filizleniyor ve Osman Gazi kutlu bir rüya görüyordu; meşhur rüyayı ilk yorumlayan Kumral Abdal oluyordu. Kumral Dede (bazı kaynaklarda bu şekilde anılır) ona sultan olacağı müjdesini ilk veren kişiydi ve karşılığında mükâfat talep etmişti. Osman Gazi ona bir arazi bağışlamış, fakat okuma yazması olmadığı için ona kılıcını vermiştir. Nihayetinde müjde karşılığı olarak bazı köyleri ve Yenişehir civarında Ermeni Derbendi denilen bir bölgeyi Osman Gazi’den bağış olarak alan

Abdal Murad’ın oğlu Abdal Mehmed’in Bursa’daki türbesi.

Kumral Abdal burada zaviyesini inşa eder. Geyikli Baba veya Abdal Musa kadar popüler olmadığını gördüğümüz Kumral Abdal, Osman Gazi’nin geleceği için söyledikleriyle onun kılıcına sahip olmuş, Babai zümresine bağlı Edebali müridi savaşçı ve keramet sahibi bir Türkmen babasıdır.

Abdal Murad ve kılıcı Abdallar içerisinde, birçok tarihçi tarafından ilginç şekilde menkıbelere dev kılıcı ile konu olan Abdal Murad, Geyikli Baba’nın çağdaşıdır. Kırk müridi ile Buhara’dan geldiği anlatılır ve Bursa’nın fethinde pay sahibi dervişlerdendir. Orhan Gazi ve Sultan Murat zamanlarında Bursa yakınlarında bir tepe üstüne kurduğu mütevazı alanında münzevi bir hayat yaşadığı anlatılır. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde zaviye ve türbe alanının önemli bir ziyaret yeri olduğu; Horasan erenlerinden olup Bursa fethinde bulunduğu, meczup karakterli olduğunu belirttikten sonra, türbe içinde üç arşın gelen bir kılıcından bahseder ki, Sultan Ahmet uğur getirsin diye bir arşın kadarını kesip hazineye götürmüştür diye ziyareti noktalar.

Fetihten önce şehirde: Karaca Ahmet İstanbul gibi henüz fetih edilmemiş bir bölgede adının geçmesi, türbelerinden birinin burada olması ATLAS TARİH 63


Geyikli Baba, abdallar arasında Baba İlyas’a bağlanan geçmişi ile kritik rol oynayan önemli bir kişilikti.

ve savaşçılığı dışında hekimlik yeteneği itibariyle dikkat çeken Abdallardan biri de Karaca Ahmet’tir. Orhan Gazi devrinde yaşamış, rivayete göre Acem diyarında hükümdarlık yapan Süleyman El-Horosani’nin oğlu olarak sefa içinde bir hayat sürerken bir şekilde dervişliğe yönelmiş, Anadolu’ya gelerek Geyve Akhisar fethinde savaşmıştır. Menakıbname’si dışında ondan bahseden eserlerden biri Velayetname’dir. Burada Anadolu’nun gözcüsü ve Şeyh Nureddin’in müridi olduğunu öğrendiğimiz Karaca Ahmet’in elli yedi bin erenin bir arada olduğu bir sırada Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya güvercin donu altında geldiğini, bir süre hırkası altına sakladığı başıyla tüm ülkeyi keramet ile tarayıp daha sonra onunla karşılaşmasının anlatıldığı bölümler oldukça dikkat çekici ve ilginçtir. Saltıkname’de ise aslan üstüne binip yılanı kırbaç olarak kullanarak Hacı Bektaş’a doğru yaptığı yolculuk, Hacı Bektaş’ın “bizde cansızı yürütürüz” diyerek duvar üs-

tünde ona doğru gitmesi Orta Asya şaman motifi karışmış anlatılardandır. Saruhanoğulları’na ait bir vakfiyede Karaca Ahmet’in 1371 yılında hayatta olduğu belirtilmekte bu da Hacı Bektaş ile görüşmüş olmasına tarih açısından pek imkân vermemektedir. Osmanlı kuruluş döneminde Doğu Roma ordularıyla yapılan Palekanon Savaşı’ndan sonra Üsküdar’a gelerek bugün kendi adıyla anılan türbe ve mezarlıkların olduğu bölgeye yerleşen Karaca Ahmet tekkede hem mürit yetiştirmiş, hem de hasta tedavileri ile uğraşmıştır. Yerleştiği bölge Doğu Roma ile Osmanlı sınırları arasında tampon bölge işlevi görmüştür. Dönemin devlet ricalinden veya önemli konumda bulunan birisinin gözlerini iyileştirmesi ile kendisine vakıf olarak mülkler ihsan edilmiş, ünü günden güne artmıştır. Bu ün Gelibolulu Âli tarafından “Rum Abdallarının Kutb-ı Namdar”ı denmesi ile daha net anlaşılabilir. Sadece bu bölgede faaliyet göstermeyip Rumeli fetihlerinde de gördüğümüz Karaca Ahmet bu şöhret ve saygınlığı o yörede de edinmiş, Aziz George ile özdeşleştirilmiş, Hıristiyan ahali bu sayede İslam ile daha yakın temaslar kurabilmiştir. Rumeli fetihleri ve hasta tedavilerinden bir zaman sonra tekrar Anadolu faaliyeti başlamış Afyon’da kendi adıyla anılan bölgede hasta tedavilerine devam etmiştir. Bir süre sonra kendisini Manisa bölgesinde göreceğimiz Karaca Ahmet’in, Saruhan Bey’in Manisa ve Akhisar’ın fethine elli yedi bin mürit ile katıldığı şüpheli bir bilgi ile yer alsa da onun son Saruhan hükümdarı İshak Bey zamanında bu bölgede olduğu tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. Akhisar son yaşadığı bölge olarak kayıtlarda yer almaktadır. Manisa, Uşak, Afyon, Akhisar, Isparta, Kırşehir, Göynük, Makedonya ve Üsküdar’da adına türbe ve makamlar olan Karaca Ahmet özellikle akıl hastalarına iyi

Batı kaynaklı bir resimde dervişler tahta kılıçlarıyla bir tören sırasında.

64 ATLAS TARİH


gelen tedavi yöntemleriyle bilinir. “Karaca Ahmet ulu veli / Uslu olur gelen deli” beyiti, makamlarında halen geçerliliğini koruyan bir düsturdur. Mecdi Mehmet Efendi, Şakaik-i Numaniye ve Zeyilleri eserinde, 1371-1390 yılları arasında vefat ettiği sanılan Karaca Ahmet’in mezarının Akhisar’da olduğunu belirtmektedir. Ölümünden sonra hasta tedavilerinin üstlenilmesi işini oğlu Eşref ele almış, ayrıca bugün önemli ocaklardan biri olan Hıdır Abdal ocaklarına ismini veren bir oğlu daha olduğu da bir çok kaynakta yer almaktadır. I. Murat devrinin önemli bir sufi dervişi Postinpuş Baba’nın (Posta Sarınmış) adı, Kalenderiler gibi posta sarındığı için hangi zümreden olduğunun ipuçlarını verir. Abdal Murad’ın oğlu olduğu kabul edilen Abdal Mehmet, Orhan Gazi zamanında Bursa’nın fethine katılan Doğulu Baba, tıpkı diğerleri gibi yaptıkları ve menkıbeleriyle bize ulaşan bazı Anadolu Abdallarındandır. Şüphesiz ki diğer beyliklerden de yazılı kaynaklar bulunsa, daha nice Abdalın o mıntıkalarda faaliyetinden de bahsediyor olacaktık. Sonuç olarak; 13. yüzyıl sonu ve 14. yüzyılda, hatıraları silinene kadar geçen sürede Rum Abdalları önce Selçuklu Devleti’ni parçalamaya götüren Babailer akımı içinde yer almış, bu sosyal dini içerikli kıyam bastırıldıktan sonra da Anadolu’da artan nüfus baskısı ve toprak uygulamalarından kendi kendine yetemeyen insanları peşlerine takarak kendilerini batıya atmışlardır. Birçok Türkmen ile berabere Moğol önünden kaçarak Batı Anadolu’ya Bizans sınırlarına gelmişlerdir. Burada bulunan Karesi, Menteşe ve Aydınoğluları gibi beylikler içinde kendilerine yer bulmuşlar, ancak istikbali parlak Osmanlı Beyliği içinde daha fazla aktif olarak kuruluşa damga vurmuşlardır. Osmanlı’da o kadar fazla değer gördüler ki çoğu zaman vakıf edilen arazileri bu hükümdarlar kendi elleriyle verdi ve zaviyelerini kendileri yaptırdı. Ömer Lütfi Barkan’ın anlattığı iskân meselesi, yani kısaca bir bölgeyi devlet kadar olmasa da şenlendirme, ekip biçme, geleni geçeni doyurma gibi nedenler ile Osmanlı Beyliği onlara yurt oldu. Fuat Köprülü, Haşim Şahin, Ahmet Yaşar Ocak gibi isimler onlarca madde ve monografilerinde Abdalların organizasyonunu ve aksiyon hareketlerini anlattı. Kuruluş hükümdarlarının anlayışlı siyasetleri ile bu insanlar sadece Anadolu’da değil Balkan coğrafyasında da yayılışta önemli oldular. Bu, devletin gelişimine çok katkı sağladıklarını da göstermesi açısından önemlidir. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın eserinde belirttiği üzere her zaman işler yolunda gitmemiş zaman zaman bayrak

Bursa’da Abdal Musa, Musa Baba olarak biliniyor. Musa Baba Makamı (üstte).

ve sancakları alınmış, uygunsuz davranışları nedeniyle sürülmüşlerdir. Nihayetinde eski geleneklerinden kopamayan ve heterodoks bir din anlayışı içinde olmuş bu insanlar Osmanlı ve evveliyatında Selçukluları da kapsayacak şekilde Anadolu topraklarının en ilginç mistik gruplarından birini oluşturmuş olarak görevlerini tamamlamış, 15 ve 16. yüzyıllarda artık tamamen Bektaşilik içinde erimişlerdir l

Bibliografya • • • • • • • • • • • • • • • • •

Güzel, Abdurrahman ‘’Abdal Musa Velâyetnâmesi’’ TTK Yayınları Köprülü, Mehmet Fuat ‘’ Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu’’ Alfa Tarih Ülken, Hilmi Ziya” Anadolu Kültürü Üzerine Makaleler’’ Doğu Batı Yayınları Melikoff, İrene ‘’Uyur İdik Uyardılar’’ Demos Yayınları İnalcık, Halil ‘’Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak Kuruluş’’ Hayy Kitap Gölpınarlı, Abdülbaki’’ Yunus Emre Ve Tasavvuf’’ İnkılap yayınları Divitçioğlu, Sencer” Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu’’ Alfa Tarih Uzunçarşılı, İsmail Hakkı” Osmanlı Tarihi Cilt I’’ TTK Yayınları Ocak, Ahmet Yaşar ‘’ Babailer İsyanı” Dergah Yayınları Ocak, Ahmet Yaşar ‘’Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik Kalenderiler’’ Timaş Ocak, Ahmet Yaşar ‘’Osmanlı Sufiliğine Bakışlar’’ Timaş ‘’Osmanlı Devletinin Kuruluşu Efsaneler ve Gerçekler’’ Panel Bildirileri İmge Kitabevi ‘’Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi 2.Kitap’’ Hazırlayan; Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman YKY ‘’Âşıkpaşazâde Tarihi’’ Hazırlayan; Necdet Öztürk, Bilge Kültür Sanat Atsız, Nihal “ Aşıkpaşaoğlu Tarihi’’ Ötüken Yay. Şahin, Haşim ‘’DİA Karaca Ahmed maddesi”.

ATLAS TARİH 65


Osmanlı döneminde pek çok müderris, kadı, ve yönetici arasında astrolojiyle ilgilenenler vardı. (Osmanlı’da Tasvir Sanatları 1: Minyatür, Metin And, Türkiye İş Bankası, 2002)

66 ATLAS TARİH


Osmanlı’da müneccimler ve Müneccimbaşı Halil Efendi

Jüpiter ile Satürn

kavuşursa savaş yapılır mı?

Gökyüzünü gözlemleyerek yeryüzündeki olayları öngörme isteği Osmanlı’da da bir gelenek olarak devam ediyordu. Osmanlı’da müneccimlik, müneccimbaşılık ve ahkâm yazımını, konu üzerine bir yüksek lisans tezi hazırlayan astrolog ve yazar Hakan Kırkoğlu’yla konuştuk. Röportaj: Günce Akpamuk ezegenlerin hareketlerini, yıldızların doğup batışını gözlemlemek, matematiksel hesaplarlar yapmak; geleceği öngörmek için gökyüzünü incelemek ve yorumlamak eski çağlardan itibaren farklı toplumlarda, farklı şekillerde karşımıza çıkar. Hatta gök olaylarıyla dünyevi işlerin birbirine bağlı bir sistem olarak kabul edilmesi bir gelenek olarak medeniyetten medeniyete geçer. Savaşların sonuçlarını, imparatorun gücünü, bürokratların yükselişini, diğer devletlerle ilişkileri öngörmek için yüzyıllar boyunca siyasetle iç içe geçmiş olan astroloji, tabii ki Osmanlı’da da yaygındı. Danışman astrolog, yazar ve eğitmen Hakan Kırkoğlu’nun Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yüksek lisans yaparken yazdığı İlm-i Nücum (Astroloji) ve 18. yüzyılda Osmanlı Sarayındaki Rolü isimli tezi, geçtiğimiz Ekim ayında Sultan ve Müneccimi adıyla Doğan Kitap’tan çıktı. Kırkoğlu, Osmanlı’da astrolojinin yerini, müneccimbaşılarının nasıl sarayda yer edindiğini, tez konusu olan III. Mustafa döneminde müneccimbaşılık yapan Fethiyeli Halil Efendi üzerine sorularımızı yanıtladı.

G

Osmanlı’da müneccimler ve müneccimbaşılar üzerine yeterince çalışma yok. Siz ilm-i nücum hakkında çalışmaya nasıl başladınız? Ben lisansımda mühendislik, yüksek lisansımda ekonomi okudum, o bakış açısında her şey çok daha farklı.

Hakan Kırkoğlu.

2005’te çıkan Göklerin Bilgeliği kitabımda da astroloji tarihi ile ilgili çalıştım. O dönemde tarih yazımı, Osmanlıca dersleri aldım. Bu bana en azından nasıl bakmam gerektiğini gösterdi. Bu bizim kültür tarihimizde önemli bir konu olduğundan tezimde bu topraklarda neler olduğunu araştırmak istedim. Şimdiye kadar, yazılmış iki tez var. Salim Aydüz’ün kurumsal olarak müneccimliği anlattığı ve Gülçin Tunalı Koç’un müneccimbaşı Ankaravi hakkında hazırladığı. Benim yapmak istediğim de bir müneccimbaşının, Fethiyeli Halil Efendi’nin ahkâmları üzerine çalışmaktı. Dünyada da 1990’lardan beri ATLAS TARİH 67


Mezopotamya, Yunan, Mısır kaynaklarına bakıp astroloji anlamında geçmişte ne yapılıyordu, hangi teknikler kullanılıyordu sorusuları cevaplanmaya çalışılıyor. Fuat Köprülü’nün müneccim ahkâmlarıyla ilgili bir risalesi var, ahkâmların tarihsel kaynak olarak değeri olabilir mi diye sorguluyor. Onun dışında kimse çok fazla üzerinde durmamış. Halbuki Osmanlı dönemindeki müneccimbaşıları, ya da başka bir isimle de adlandırılıyor olabilir, kozmolojik bir sistem çizmişler. Her zaman, güç ve politikanın nereden devşirildiği, kozmik bir güç aranarak işleniyor. Fuat Köprülü kendi risalesinde ahkâmlar tarihsel kaynak olarak kullanılmalı mı diyor? Ahkâmlar doğru bir şekilde okunursa, bunların bir tarihsel kaynak olabileceğini söylüyor. Ahkâmlarda çok açık bir şekilde isimler yoktur ama defterdarlar, askerler, vezirler, hatta harem ve halka kadar inen gruplar anlatılır. Sonuçta ahkâmlara açık bir şekilde yazılmıyor olaylar, açıklanması gerek. Ben de bunu yapmayı denedim. Erken modern dönemde astroloji yapılıyor muydu? Astronomi ve astroloji erken modern dönemde bir

bütün olarak değerlendiriliyor. Ayrışmasının nedeni dini hassasiyetlerin gündeme gelmesi. Çünkü astroloji; yaratıcının iradesini bir ölçüde öngörmeye, sorgulamaya, neden-sonuç ilişkisi içinde incelemeye yol açıyor. Ama yöneticiler hep daha doğru öngörüde bulunmayı istedikleri için astroloji kullanılıyor. Mesela Semerkant’taki gözlem evindeki amaç daha doğru astrolojik öngörümler yapmak. Osmanlı’da o tür gözleme dayalı bir astronomi yok zaten. Pek çok müderris, kadı ve yöneticiler arasında astrolojiyle ilgilenen insanlar, yazarlar, çeviri yapanlar var. Osmanlı zihniyetinde bu çok daha eklektik bir yapı. Ama bilim tarihçileri bunu kabul etmiyor. Sert bir pozitivizm izleniyor. “Bunlar zaten hurafe”, “gözlemevlerinde astroloji değil de astronomi yapıyorlardı” deniliyor. Astroloji ve astronomi arasında birbirini eleştiren durumlar var, fakat bilimsel metotlardan kaynaklanan bir ayrışma yok aralarında. Dünyada da astrolojiye bakış böyle mi? Her dönemde toplumların tanrıları, tanrıçaları, rahipleri var. Animizmle alakalı olarak astral dinler var. İnsanlar göklere büyük bir kutsallık atfediyor, yıldızlara tapıyor. İşaretleri okuyor. Esasında bu hep ülkelerin geleceğinin

Müneccimbaşının iyi olacağını öngördüğü gün ve saatte görüşmek için elçiler bile bekletilirdi. Hakan Kırkoğlu’nun üzerine çalıştığı III. Mustafa döneminde Müneccimbaşı Fethiyeli Halil Efendi’nin yazdığı ahkâmlar.

68 ATLAS TARİH


garanti altına alınması için yapılan çalışmalar. Kuraklık mı olacak? Kral hayatta kalacak mı? Bu soruların cevabı aranıyor ve kozmik bir meşruiyet var. Bu meşruiyet astroloji içinde bir güç barındırıyor. Bu güç Avrupa’da da var. Astrolojinin en yükseldiği dönem mesela Rönesans. Yunan kültürünün tekrardan batıya intikali, Hermetik metinlerin çevrilmesi söz konusu. Marsilio Ficino, Medici ailesinin koruması altında Corpus Hermeticum’u çeviriyor. Yine Mediciler Nostradamus’a destek oluyor çalışmalarında. Yunan felsefesiyle, astronomi ve astroloji de geliyor. Danışmanlık mertebesi olarak kullanılan bu kişilere “matematicus“ deniyor. Newton da mesela başlı başına simyayla uğraşmış birisi. Galileo keza öyle. Kızının astroloji haritasına bakıp onu manastıra kapatmış bir adam. Bu insanların bir astrolog kimliği de var. “Kepler parasızlıktan harita bakıyordu” deniliyor. Alakası yok, Kepler’in zaten ilgisi var astrolojiye. Doğu toplumlarında da böyle. El-Bruni mesela aynı zamanda Gazneli Mahmut’un müneccimbaşısı. Astronomiye çok ilgisi var, ama astrolojiye de var. Astroloji Osmanlı’da nasıl konumlanıyor? Osmanlıöncesibutopraklardakimedeniyetlerdedemüneccimlervar.DolayısıylaOsmanlı’dagelenekselolarakastrolojiye bir ilgi var, dini otoritelerde bile. Mesela Gazali akli bilimler arasında görüyor astrolojiyi. Bu gelenek sayesinde müneccimler“birun”adahil,yanisarayındışçemberine.Osmanlı’da dadünyadaolduğugibi,astronomolarakkimliklendirdiğimiz kişiler astrologtu aynı zamanda. Müneccimbaşılar nasıl yetişiyor ve nasıl saraya giriyorlar? Medresede astronomi dersleri var, astroloji yok. Öğrenmek isteyenler özel eğitim alıyor, muvakkithanelerde öğreniyorlar bu işi. Özellikle sarayla bağlantılı müneccimlerde, babadan oğula geçen bir gelenek de görüyoruz. Avrupa’da eski üniversitelerde belli bir döneme kadar astroloji müfredatın içinde var. Osmanlı’da yok. Belki müneccimbaşılar da eğitim veriyor olabilir. Sarayda müneccim olmak için de şunu söyleyebilirim, sarayla bağlantısı olan müneccimler sarayda daha çabuk yer edinebiliyor. Bu nedenle saraya kehanetlerini yazıp gönderenler, takvim gönderenler var, saraya girmek için, dikkat çekmek için. Belli dönemlerde Salim Aydüz’ün belirttiğine göre sınavla müneccim alınıyor. Osmanlı’da müneccimbaşılığın kurumsallaşması da genel olarak II. Bayezid döneminde. Daha doğrusu öncesinde ahkâmlar Farsça yazılırken onun döneminden itibaren Osmanlı Türkçesiyle yazılmaya başlanıyor. Önceki dönemlerde, kayıtlarda üç müneccimbaşı ismi görüyoruz; Selman ve İshak bunlardan ikisi.

Galata’daki rasathanede gözlem ve ölçüm yapılıyor, Şehinşahname’den. (Osmanlı’da Tasvir Sanatları 1: Minyatür, Metin And, Türkiye İş Bankası, 2002)

Müneccimbaşının saraydaki görevi ve rolü ne? Takvim hazırlamak en önemlisi. Devletin düzeni ve hiyerarşisini anlatması açısından önemli bu takvimler. Bir vakanüvis gibi yer ediniyor. Çünkü bir kayıt yapıyorlar yazdıklarıyla ve resmiyete geçmiş oluyor. Takvim toplumsal hafızayı açıklayan bir alan. Tutulmalar, yeni aylar, dolunaylar, kozmik değişimleri takvimlerle anlatıyorlar. Bunun yanında ihtiyarat denilen; belirli devlet törenlerinin, şehzade sünnetlerinin, camilerin temellerinin atılmasının, kalyonun suya indirilmesinin, kılıç kuşanma töreninin yer aldığı pusulalar yazılıyor. Bu işleri hangi saatte yapmak uygunsa onu söylüyorlar, “Allah’ın iradesiyle” diyerek tabii. Bu nedenle, müneccimbaşının söylediklerine göre bazen elçileri bile bekletiyorlar, görüşmeyi onun söylediği tarihte yapmak için. III. Mustafa döneminde İstanbul’da olan mühendis Baron de Tott’un anlattığı bir örnek var. Bir duvar yapılacaksa, taş elinde bekliyor işçiler, tam müneccimbaşının söylediği saatte duvara koyuyorlar. Eşref saati nedir? Eşref saati, uygun saatti. Gezegenlerin güçlü olduğu saatler var. Bu saatleri belirleyip bu saatte bu işleri ATLAS TARİH 69


Halil Efendi 1762’deki Jüpiter-Satürn birleşiminden dolayı, savaşın önünde bir engel olduğunu söyler.

nememeleri kaydıyla bu tür işlere devam edebileceklerini söylüyor. Pratik uygulamalar olarak kullanılabilir ama İslamın içinde kaldığı sürece devam edebilir deniliyor. Zaten müneccimbaşı da ilmiye sınıfından, eğitim almış bir kişi. Her şeyin nasıl olması gerektiğini biliyor. Falcı gibi bir şey değil.

yapmanın daha hayırlı olduğunu söylüyor astrolog. Mesela bir kalyon denize indirilecek. Ben kontrol ettim, Jüpiter’in yay burcunda olduğu ve iyi yükselen burçta olduğu saati seçmiş müneccimbaşı. Jüpiter yolculuklarla alakalıdır. Her gezegenin sembolü olduğu bir şey var. Mesela sefere diyelim ki baharda gidilecekse, bahar dönemi haritasına baktığında yükselen burçta Satürn varsa, engelleyici olan bir şey olduğu için gidilmesin denilebilir.

Sadrazamın ya da diğer yönetici kesimden kişilerin de kendi müneccimleri var mı? Sadrazamın müneccimi yok, ama müneccimlerin hem askeriye, hem yönetici elitler üzerinde önemli bağlantıları, danışanı var.

Şeyhülislam, müftü gibi bir danışmanlık mekanizması da var. Fetvayla ahkâm karşı karşıya kalıyor mu? Şimdi bir tanesi örfi, sultanın getirdiği gücü temsil ediyor. O nedenle büyük bir çatışma yaşanmıyor. Mutlaka şeyhülislamın söylediklerinin büyük ağırlığı var. Müneccimlik devletin işleyişini sağlayan bir şey değil, sadece alışkanlık halini almış. Mesela Şeyhülislam Ebussuud Efendi fetvalarında kehanet sanatıyla uğraşanların şeri hükümleri çiğ-

Falname’de yer alan, engeli temsil eden gezegen, Zuhal (Satürn) çizimi (üstte). Metaliül Saade’de yer alan gezegenlerin gösterdiği meslek ve sanatlar (sağda). Falname’de yer alan burç ve gezegen çizimi (yan sayfada).

70 ATLAS TARİH

Bir sefer kararı, yolculuk kararı alınırken sultana itirazlar olabiliyor. Bu noktada müneccimbaşının söyledikleri dikkate alınıyor mu, divanda konuşuluyor mu? Benim çalıştığım yıllar olan III. Mustafa döneminde Ragıp Paşa savaş istemiyor, III. Mustafa halktan da beslenerek savaşa gitmek istiyor. Müneccimbaşı Fethiyeli Halil Efendi’nin ahkâmları arasında beş tane ahkâmdan ayrı elyazması buldum. O sayfalarda direkt olarak “savaşa gidelim mi” diye bir soru inceleniyor. 1762 yılında bir Jüpiter - Satürn birleşimi gerçekleşiyor, koç burcunda. Bu çok önemli bir durum astrolojik açıdan. Çünkü savaşlarla alakalı. Halil


Efendi başta savaşı öne çıkaran şeyler söylüyor ama sonra “burada bir engel vardır” diyor. Engelin kim olduğu belli: Ragıp Paşa. Ama orada asıl engel haritada görünen Jüpiter - Satürn kavuşumu. Jüpiter zaten veziriazamın temsilcisi ve Satürn de engeli temsil ediyor.

Halil Efendi padişahın akıl hocasıydı

Müneccimbaşıların suiistimal ettiği durumlar var mı, çıkar sağlamak için? Suiistimale açık. Müneccimbaşılar sarayda güçlü. 17’nci yüzyıldan bir müneccimbaşı olan Hüseyin Efendi bu gücünü kullanarak bir veziriazam atanmasını sağlamış mesela. Çok başarılı bir müneccim, ama bu görevi kendi çıkarları için kullanıyor, sonu da ölüm oluyor.

III. Mustafa döneminde çok büyük belirsizlikler, kendine özgü dinamikler, endişe, korku var. 40 yıl kadar kafeste kalıyor, kardeşi öldürülmüş ve hep bir zehirlenme tehlikesi var. III. Mustafa gizli ilimlerle ilgili bir karakter. Prusya Kralı Frederik’ten üç müneccim istediğini biliyoruz. İlerlemeyi, imparatorluğu yeniden düzene sokmayı ve ıslahat yapmayı istiyor. “Gezegenleri kullanırsam, gezegenlerin yörüngelerini iyi hesap edersem iyi kararlar veririm” diye naif bir bakışı olabilir. Anladığım kadarıyla, tılsımlar, büyüler ile uğraşan kişiler de sarayı çok fazla ziyaret ediyormuş, dolayısıyla kötü durumdan kurtulma arayışı var. Mesela Osmanlı – Rus Savaşı’nda, Focşani görüşmelerinde, Rus ordusunun gideceği yerlere bir takım muskalar gömmüşler. III. Mustafa’nın muska gömdürmeyle alakalı fermanı var. Bir de Fethiyeli Halil Efendi’yi bir akıl hocası, koruyucu gibi görüyor. Çünkü önceki dönemlerde de müneccimbaşı Halil Efendi. 26 yıl bu görevi yapıyor. Geçmişten gelen bir güven söz konusu. Bir kader birlikleri de var. İkisi de Rus Savaşı’na endeksli yaşarken önce Halil Efendi ölüyor, sonra III. Mustafa. Savaşın sonunu göremiyorlar. Ortak bir çöküşleri var.

Görevi kötüye kullandığı için mi öldürülüyor Hüseyin Efendi? Hüseyin Efendi çok başarılı bir astrolog. Sultan IV. Murat’ın ve Sultan İbrahim’in vefatını önceden bildiriyor. Tabii bunu ahkâmına şifreliyor, açıkça yazmıyor. Sonra toprak kazanılmasını da sağlıyor öngörüleriyle. Halk arasında da meşhur oluyor. Çok para kazanıyor, zengin oluyor. Büyük güç elde ediyor ve bir veziriazamın da atanmasını sağlıyor. Ama bu durum büyük bir düşmanlık da oluşturuyor, sonuçta saray içinde yaşanan şeyler bunlar. Ve bir yanlış hesaplamadan dolayı görevden alınıyor. Mısır’a

III. Mustafa döneminde müneccimbaşı neden çok önemli, Halil Efendi’yle araları neden iyi?

Fethiyeli Halil Efendi kimdi, nasıl yükseldi? Bir kere normal bir medrese eğitimi alıyor Halil Efendi. Müderrislik vasfı da olan birisi. Babası ilmiye sınıfından değil, saraya kıldan eşyalar, kumaş getiren muytablar kethüdasıydı. Saraya girişinde babasının etkisi

III. Mustafa.

olabilir. Hat hocası da saraya yakındı, bu da rol oynamış olabilir. Muhtemelen ikinci müneccim olmadan önce şakirt olarak sarayda görev yaptı. Müneccimbaşı Ahmet Hüseyin Efendi hekimbaşı olunca, 1746’da Halil Efendi müneccimbaşı oldu. Halil Efendi ilginç bir karakterdi. Mevleviydi, tasavvuf kitapları var. Bir sürü tarikatla ilişkisi vardı. İlmiye sınıfının, ya da şeyhülislamın çizdiği dini çerçevenin çok ötesinde, çok heterodoks bir yapı sonuçta astroloji. İçinde inançların da olduğu bir alan. Halil Efendi biraz sıra dışı bir insan. Kütüphanesinde medrese eğitimi için kitapları var. Fakat astroloji kitapları astronomi kitaplarından daha fazla. Kendi birkaç tane zici var, gezegen pozisyonlarını güncelleyen. Ama temize çekmiş belli ki, çok fazla bir gözlem yaptığını sanmıyorum. İlm-i ahkâm-ı nücumlarla ilgili bir tercümesi var. Yorum kitabı. Bunların dışında ahkâmları var.

ATLAS TARİH 71


sürülüyor, ama İstanbul’da kalıyor. Yardımcısıyla sonlarının iyi olmayacağını da öngörünce kaçmak istiyorlar, ama boğazdan botla karşıya geçerken Azep askerleri onları yakalayıp boğup suya atıyorlar. Peki müneccimbaşının söyledikleri tutmazsa ne yapılıyor? Hesap hatası yaptıklarında, bilgi yetersizliğinde görevden alınıyor, ya da emekli ediliyor. Sadece bir kişi öldürülüyor, Hüseyin Efendi. O da ilk başta sürgün ediliyor zaten. Sonuçta, karar verici bir merci değil müneccimbaşı, bir memur.

Ahkâmlarda güneş, padişahı temsil ederdi. Falname’de güneş (şems) bu şekilde çizilmişti (üstte). Fethiyeli Halil Efendi’nin yazdığı kalyon nüzulü için pusula (altta).

Astrologlar ne tür teknikler kullanıyor Osmanlı’da? Genel olarak gezegen konumlarını gösteren zicler, yani tablolar kullanılıyor. Kendileri ölçüm yapmıyorlar. Yani, bu tablolar müneccimbaşılar tarafından hazırlanmıyor, daha önceden hazırlanıyor. Ptolemaios’tan gelen bir model var, o kullanılıyor. Ondan sonraki yüzyıllarda Semerkant gözlemevinde, meşhur Uluğ Bey’in zecini, zic-i gürganiyi kullanıyorlar. Sürekli güncelliyorlar tabii ki. 18. yüzyılın başlarında Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi tarafından Fransa’ya ilk ziyaret yapılıyor, orada Cassini’nin tabloları verilince bizimkiler onları alıyorlar. Ancak 60 yıl sonra III. Mustafa döneminde gündeme geliyor. Daha sonra da değişik modellerle ziclerin yapıldığını biliyoruz. Bu haritaları bugün NASA yapıyor ama o zaman böyle bir şey olmadığı için astrolojik haritalar, yani zicler ve ahkâmlar hep yanlış tablolar üzerinden yapılıyor.

Beklenen şehzade ahkâmlarda yazıyordu Sultan I. Mahmut ile Sultan III. Osman, tahta vâris bırakamadan ölmüşlerdi. Halk, uzun zamandır bir veliahdın doğmasını beklemekteydi. Halil Efendi, zayiçede kış gündönümünde gezegenlerin dizilişine bakarak, III. Mustafa’nın zürriyetinin ve ikballerinin çoğaltılması için şansının arttığını görmüştü... Kış zayiçesindeki ilk kehaneti, gezegenlerin beşinci evde yığılmasını destekler. Halil Efendi’nin ikbal ve istilad (çocuk isteme) kelimelerini aynı cümlede kullanması doğacak çocuğu ifade eder, fakat bu aynı zamanda kısmetin artacağına da yorulabilir. Bir süre sonra, 14 Mart 1759’da III. Mustafa’nın ilk kızı Hibetullah dünyaya gelmişti.

72 ATLAS TARİH

Ahkâmlarda Osmanlı-Rus Savaşı 1763’te Ragıp Paşa’nın ölümünden sonra, Osmanlı dış politikası değişmeye başlamış, III. Mustafa’nın savaş yanlısı tutumu nedeniyle giderek daha iddialı bir havaya bürünmüştü. Halil Efendi’nin 1764 ahkâmında savaştan çok bahsetmemesinin sebebi, Rusya’yla sürtüşmenin artması, sarayda savaş istemeyenlerin güç kazanması olabilir. III. Mustafa’nın daha 1764’ten önce, özellikle Ragıp Paşa’nın 1763’teki ölümünden sonra savaşa meylettiğini hatırlarsak, Halil Efendi’nin söz konusu bölgelerdeki karışılıkları, Rusya’yla giderek artan gerilimi anarak savaş yanlısı tutuma destek çıktığını düşünebiliriz.


Nusretname’de yer alan, İstanbul üzerinde kuyruklu yıldız.

Ahkâmların sonunda Türklerin horoskopu olan 12 hayvanlı takvim de yer alırdı ve her yıl nevruz döneminde takdim edilirdi. Peki sadece yıldızlar üzerinden mi hesaplama yapılıyor, yoksa ilm-i kadem denilen yüz haritası, kıyafetnamelerden, rüyalardan da yararlanıyor mu müneccimbaşı? Onlar aslında kehanettir, astrolojide yaptıklarıysa öngörü. Yani öyle bir görevi yok müneccimin, ama özel hayatında ilgileniyordur. Mesela müneccimbaşı Halil Efendi’nin kütüphanesinde birçok ebced kitabı var. Bu alan çok geçirgen bir alan. Ama ilm-i nücumda belli bir okuma yapıyorsunuz, bir çeşit hesaplama altyapısı var. Ahkâmlarda neler var? Yıllık ahkâmlar genel olarak 12-13 varaktan oluşan elyazmaları. Aşağı yukarı aynı formatta yazılmış hepsi. Sultan güneş olarak temsil edilir. Onunla ilgili kısımları anlatırken güneşin yaptığı açılara, burca bakıyor, şans noktası mı var, zafer noktası mı var, Venüs noktası var mı diye bakılıyor. Sonra saat saat anlatılıyor gökyüzü hareketleri. Mesela “İstanbul’da güneşin hamelde, yani koç burcunda olduğu an, mizan, yani terazi burcu yükselmekteydi, ben de bundan şu şekilde bir yorum çıkarıyorum” diyerek yazmaya başlıyor. Padişah, veziriazam, şeyhülislam, askerler, defterdar, ya

da saraydaki memurlar, sonra tüccarlar, kâtipler ve harem sırayla yazılıyor. Sadrazam ve veziriazam Jüpiter’le anlatılır. Sonra da Osmanlı, ya da dünya coğrafyasıyla ilgili savaşlar da anlatılıyor. O nedenle tarihsel bir kaynak olarak kullanılabilir. Sonra çok kısa olarak, Türklerin astroloji takvimi olan 12 hayvanlı takvim de ekleniyor. Tutulma varsa onlar anlatılıyor. Sonra da kameri ay için, hicri ay için bu sefer muharremden başlayarak aylık yorumlar yapıyor. Yılı dört bölüm olarak görüyor. Öncü burç, teraziyle başlayıp bahardan itibaren yazıyor. Ahkâmlar nevruzda takdim ediliyor. Baharda verilmesinin sebebi, güneş koç burcuna geliyor ve bu her zaman kozmik anlamda bir başlangıç noktasıdır. Her yıl güneşin koç burcuna geldiği gün olan 20 mart, baharın başlangıcıdır. Bu çok önceden beri gelen bir gelenek. Nevruziye adı verilen bir para ve kaftan veriliyor ve bir törenle bu ahkâmlar sunuluyor. İlginç birkaç şey oldu araştırma yaparken. Bir yıl ahkâmında şeyhülislam yoktu ilginç şekilde. III. Mustafa döneminde başlayan Osmanlı-Rus Savaşı’nın hemen önceki yılının ahkâmı yoktu. O çok önemliydi bulamadık. İstanbul’da çok büyük bir deprem olmuş mesela o yılın ahkâmı da yok l ATLAS TARİH 73


Az bilinen bir Osmanlı çalgısı

Mıskal Eski bir müzik aleti olan mıskal, Osmanlı döneminde 18’inci yüzyıl sonlarına kadar hem saray müziğinde, hem de şehir eğlence müziğinde kullanılmıştı.

Semih-Diana Kalkanoğlu semihkalkanoglu@gmail.com

nlü yönetmen Sergio Leone’nin Bir Zamanlar Amerika’sını izleyenler hemen hatırlayacaktır. Romanyalı ünlü panflüt virtüözü George Zamfir’in nefesinden ustalıkla çıkan melodiler filme damgasını vurmuştu. Günümüzde insanlar panflütü antik Yunan kaynaklı müzik aleti olarak bilir. Oysa panflütün bir türevi olan çalgıya çok eski çağlardan bu yana birçok değişik coğrafyada rastlanıyor. Bu konudaki araştırmalara göre panflüt neolitik çağdan itibaren farklı boru sayılarıyla kullanılan bir müzik aleti. Çin’de, antik Yunan’da ve Roma coğrafyasında da görülüyor. Örneğin antik Yunan’da panflütün adının “syrinx” olduğu, Çobanların Tanrısı olan keçi ayaklı Pan tarafından icad edildiğine inanılıyordu. Dünyada ilk olarak 5 bin yıl önce Eskişehir’in antik Yazılıkaya kentinde bulunmuş. Antik duvarlarda mıskal rölyefleri yer alıyor. Osmanlı döneminde mıskal adıyla bilinen bu çalgı aynı dönemde İran ve Arap ülkelerinde de var. İran’da “muştak”, Arap coğrafyasında “şuaybiye” adıyla biliniyormuş. Mehmet Zeki Pakalın’ın Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Deyimleri Sözlüğü’nün “mıskal” maddesinde şunlar yazıyor: “Eski çalgılardan birinin adıdır. Buna “musikar” da denilirdi. İrili ufaklı 15 ve daha ziyade kamışın yanyana getirilmesi

Ü 74 ATLAS TARİH


Sultan III. Ahmet’in oğulları için 1720 yılında yapılan sünnet düğününde mıskal çalan müzisyenler, Surname-i Vehbi.

ATLAS TARİH 75


Saray dışında da popüler olan mıskal, Osmanlı’da müzikle tedavi için kullanılan sazlardan biriydi. ait boru, gagasında müzikal sesler çıkaran delikler olan bir kuş’, manalarına gelir. Kelime Türkçede tahrif ile önce musikal, sonra da mıskal şeklini aldı. İslam dünyasında mıskalın icadı ile ilgili bazı efsaneler vardır. Müziğin, Davut peygamberin, İdris peygamberin veya Nuh peygamberin oğullarından biri tarafından bulunduğuna inanılır.” apılan incelemelere göre Osmanlı döneminde kullanılan mıskalların boru sayısı 7 ila 23 arasında değişiyor. Türkiye’ye gelen Avrupalı seyyahlar mıskalı Greko-Romen panflütüne benzeterek, kamış sayısı hakkında bilgi vermişler. Ayrıca bu çalgının Osmanlı toplumunda çok saygın bir yerinin olduğunu anlatmışlar. Prof. Neşe Can bu konuda da makalesinde şu örnekleri veriyor: “Mıskal, Osmanlılarda hem saray müziğinde, hem de şehir eğlence müziğinde önem taşıyan ve rağbet gören bir çalgı olup, değişik dönemlerde çeşitli çalgı toplulukları arasında görülmektedir. Saraydaki fasıl topluluklarında yer alan sazlar zaman içinde değişiklik göstermekle beraber, mıskalın hemen her zaman bu topluluklardaki ud, kopuz, kemençe, kanun, ney, çeng, tambur, santur, çöğür, sinekeman ve daire gibi sazlarların yanındaki varlığı değişmez. Surnamelerin minyatürlerine göre 15. ve 18. yüzyıllar arasında kullanılan çalgılar arasında mıskal her zaman yer almıştır. Refik Ahmet Sevengil’e göre II. Bayezid zamanında saraya giren müzik, II. Selim ve özellikle III. Murat zamanlarında en parlak dönemlerini yaşamıştı ve III. Murat’ın dönemindeki sazlar arasında mıskal da bulunmaktaydı. Sultan IV. Murat’ın saltanat yıllarında küme fasıllarında yer alan çeng, keman, tambur, ney ve çöğür gibi sazlar arasında mıskal de yer almaktaydı. Bu dönemin en önemli çalgıları arasında bulunan mıskalin bir çok ünlü icacısı yetişmiştir. Bunların başında IV. Murat’ın musahibi olan ünlü tarihçi ve şair Solakzade gelmekteydi. Bu yüzyılda adını duyuran saray müzisyenleri arasında Solakzade dışında Hafız Mustafa Ağa ve Seyyit Ahmet Ağa adlı iki mıskal çalıcısı daha bulunmaktaydı. Mıskal, saraydaki hanımlar arasında da popüler bir çalgıydı. 1680 tarihli harc-ı hassa kâğıdına göre saraydaki cariyelerden biri için bir mıskal tamir ettirilmiş, aynı zamanda bu sazdan bir tane de satın alınmıştır. 1679’da Arap Neveser adlı bir cariyeye mıskal öğretmesi için Enderun’daki mıskal hocası

Y suretiyle yapılan bu çalgı ney gibi ağızla çalınırdı. Musikar çalanlara “musikari” dendiği gibi “mıskali” de denilirdi.” Türk müziği ve enstrümanları uzmanı Ethem Ruhi Üngör de, 2004 yılında I. Uluslararası Tarihte Anadolu Müziği ve Çalgıları Sempozyumu’nda sunduğu Türklerde Çalgılar adlı bildiride büyük musiki âlimi Abdülkadir Meragi’nin Came ül-Elhan, Makasid ül-Elhan, Lehniye, Fevaid-i Aşere, Şerh ül-Edvar eserlerindeki çalgılar bölümünde aralarında mıskalın da bulunduğu 40 kadar çalgıyı gösterdiğini belirtiyor. Üngör 16. yüzyılda Hünername’de ve 17. yüzyılda Evliya Çelebi Seyahatname’sinde de mıskal (musikar) isminin bulunduğu bilgisini veriyor. Evliya Çelebi 17. yüzyılın ortalarında İstanbul’daki mıskal icracısı ve yapımcılarından şöyle bahsediyor: “Musikar esnafı: Dükkan altı, nefer 15, Hz. Süleyman asrında Fisagores-i Tevhidi halifesi Musa, musikar yani miskali telif edüp saz-ı kadimdir. Bunun dahi envaından battal ve girift miskaller olur.” Bu çalgının Osmanlı ülkesinde kullanılış öyküsüne dair en detaylı araştırma Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Neşe Can’a ait. Prof. Can, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi’nde 2004 yılında yayımlanan “Unutulan sazımız mıskal” adlı makalesinde şu bilgileri veriyor: “Musikar kelimesi Farça olup, sözlük anlamı olarak ‘eşit olmayan kamışlardan yapılan üflemeli çalgı, Çobanlar Tanrısı Pan’a 76 ATLAS TARİH


İbrahim Çelebi’ye ve Arap cariyeye maaş ödenmekteydi. Mıskalın 1780’de III. Selim’in tahta çıkışından sonra saray müziğinden uzaklaştığı görülür.” Ancak Avrupalı seyyahların notlarından anlıyoruz ki mıskal saray dışında da toplum içinde popüler bir müzik aleti. İstanbul sokaklarında mıskal icracıları görülebiliyordu. Mıskal aynı zamanda müzikle tedavi amacıyla kullanılan sazlardan biri. Edirne’deki II. Bayezıt Külliyesi içinde bulunan şifahanede (bugün müze) hastaları tedavi eden müzisyenlerin içinde mıskal çalanlar da var. Lale Devri’ne kadar mehter alaylarında çok yaygın olarak kullanılmış. Osmanlı sefere giderken ordunun önünde yüzlerce müzisyenden oluşan mehter alayı içinde mıskal de çok kullanılırdı. Resmi mehterin dışında “esnaf mehterleri” adı verilen sivil halktan oluşan mehterde de kullanılan mıskal, 18. yüzyıldan itibaren hem saray müziğinde. hem de İstanbul’un eğlence müziğindeki etkisini kaybetmiş l

Bibliyografya • • • •

Neşe Can, “Unutulan Sazımız Mıskal” Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 24, Sayı 3, (2004) 193-20 M. Kemal Özergin, “17. Yüzyılda Osmanlı Ülkesinde Çalgılar, I-IV”, Türk Folklor Araştırmaları, Sayı: 262 265, 1971 Rauf Yekta, Türk Musikisi, çev. Orhan Nasuhioğlu, Pan Yayıncılık, s. 92, İstanbul, 1986 Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1982

Constantin Moscovich ve Şenyaylar Orkestrası.

Moldovalı panflütçü Moscovich Türkçe şarkıları yorumluyor on dönemde Moldovalı panflüt virtüözü Constantin Moscovich, konserlerinde ve albümlerinde Türkçe şarkılar da kullanarak mıskal çalgısının yeniden Türkçe şarkılarla buluşmasını sağlıyor. Sanatçının 2010 tarihli Best Of Cosnstantin Moscovich adlı albümünde Gülpembe, Kalenin bedenleri ve Sen gelmez oldun adlı üç Türkçe şarkıyı panflüt ile seslendiriyor. Sanatçının yeni projesi ise 1950’den bu yana Türkiye’de tanınmış, Türk sanat müziği, halk müziği ve hafif Türk müziği parçalarını 70 kişilik Moldova Ulusal Filarmoni Orkestrası eşliğinde panflüt ile Türkiye’de seslendirmek.

S

1720’de Haliç’te düzenlenen şenlikte sazcılar, Surname-i Vehbi (üstte). 1539’da yapılan Kanuni’nin oğullarının sünnet düğününde sarayda yapılan eğlencede mıskal çalanlar görülüyor, Süleymanname (sağda). Osmanlı’da çalgıcı kadınlar, mıskal sağdan ikinci sırada (yan sayfada).

ATLAS TARİH 77


Sultan II. Abdülhamit döneminde

İstanbul’un ilk kitapçıları İstanbul’un ilk kitapçıları nerede faaliyet gösteriyordu? Nasıl bir ortamda çalışıyorlardı? Günümüz anlayışıyla kitapçılık yapılan dönemler için Sultan II. Abdülhamit’in hüküm sürdüğü yılların sonlarına kadar gitmemiz gerekiyor. Fatma Nur Uçar fatmanurucar@icloud.com

78 ATLAS TARİH


19. yüzyılda çekilen fotoğrafta Beyoğlu’nda Sebah&Joaillier’nin fotoğraf stüdyosu ve sağ tarafta Otto Keil Kitapçısı görülüyor. CENGIZ KAHRAMAN KOLEKSIYONU

ATLAS TARİH 79


1930’lu yıllarda Babıâli’de bir kitapçı dükkânı: İkbal Kütüphanesi (50 Yıllık Yaşantımız, 1923-1933).

İ

stanbul’da ve taşrada II.Abdülhamit devrinde pek çok okul açılmış, batılılaşma kendini iyice hissettirmişti. Bu dönemden önce sahaflar, çoğu yazma eser olmak üzere, matbu, yani basılı eser de satmaktaydı. Ancak genelde matbu kitap satımı, tütüncü, sucu, eczacı gibi bu işle ilgisi olmayan kişiler tarafından yapılıyordu. Satılan matbu kitapların üzerinde nereden temin edilineceğine dair notlar bulunurdu. II. Meşrutiyet’in ilanı ile oluşan reform ortamı basım ve yayın dünyasına da yansımış ve açılan çok sayıda okulun etkisiyle artık tezgâhlarda satılan birkaç matbu kitap, halkın okuma ihtiyacını karşılayamaz hale gelmişti. Matbaalar yayıncılık alanını hareketlenmişti.

Kâr getireceğini düşünenler bu işle ilgili dükkânlar açarak kitap basıp satmaya başlamıştı. Bu ticari cesarete sahip olan kitapçıların çoğunun Kayserili olması dikkat çekiciydi. Osmanlı döneminde 19. yüzyılın sonlarına doğru matbu kitap satımını yapan kişiler için artık sahaftan çok “kitapçı” ismi kullanılmaya başlandı. Kitapçılar sadece kitap satmıyor; kitap ve mecmua yayımlıyor, hatta bu tür eserlerin basımı ile de ilgileniyorlardı. Ancak resmi olarak kitap alım satım işleri ile uğraşan kişiye “kütüphane imtiyaz sahibi” (Osmanlı’da yayınevi/kitapevinin karşılığı kütüphaneydi) deniliyordu. Başbakanlık Osmanlı arşivinde bulunan belgelerde ise bu kişilerden bahsederken halkın tanımına uygun olarak daha çok “kitapçı” tanımının kullanıldığı görülmektedir.

Babıâli Caddesi bu işin kalbiydi Peki bu kitapçılar İstanbul’da hangi semtlerde dükkân açıyor ve nasıl çalışıyordu? Kitapçılar Beyazıt, Eminönü (Fatih) ve Beyoğlu’nda yoğunlaşmıştı. Bu hat üzerinde de Babıâli Caddesi, Pera, Valide Han, Mercan Çarşı, Çakmakçılar Yokuşu, Hakkaklar Çarşısı, Uzun Çarşı, Yorgancılar Çarşısı, Serpuş Han, Zindan Han, Taksim Tünel, Azapkapı, Hacopulo Pasajı, Oriental Pasaj, Kadı Kumrulu Han, Değirmen Han, Yüksek Kaldırım gibi yerler tercih ediliyordu. Osmanlı’nın kalbi nasıl ki İstanbul ise, yayıncılığın kalbi de İstanbul’da Babıâli Caddesi’ydi.

Sultan için kitap getiriyordu: Otto Keil ultan Abdülhamit döneminde İstanbul’a ithal edilen Avrupa menşeli pek çok askeri kitabın içinde bir kitapçının mührüne rastlanır. Bu mühür Cadde-i Kebir (İstiklal Caddesi), Grande Rue de Pera’da Şark Pasajı’nın karşısındaki Rus elçiliğinin yanında 457 numaralı dükkânda kitapçılık yapan Otto Keil’a aitti. Kitapevinin ismi “Libraire International”di. İstanbul’daki Levantenlerden olan Alman/Avusturya asıllı kitapçı, Beyoğlu’nun diğer kitapçılarından farklı olarak II. Abdülhamit döneminde “Hazreti Şehriyarinin Kitapçısı” yani “Sultan’ın Kitapçısı” unvanını kullanmıştı ve

S

80 ATLAS TARİH

dükkânda Osmanlı arması asma hakkı vardı. Buna rağmen II. Abdülhamit döneminde sakıncalı kabul edilen pek çok kitabın da satışını yapmaktaydı. Uzun yıllar Pera’da hizmet veren Otto Keil, sattığı yasaklı kitaplara rağmen unvanını kullanmaya devam etmişti. 1920’lerde Alman kitapçı Adolphe Plathner burayı devralacak ve dükkân “Librairie de Pera” adıyla kitapçılık faaliyetini sürdürecekti. 19842013 yılları arasında dükkânın müdavimlerinden Uğur Güracar’ın sahipliğinde misyonuna uygun olarak faaliyetlerini sürdüren Librairie de Pera çeşitli müzayedelere de ev sahipliği yaptı.


İlk kitap kataloğunu o hazırladı: Kitapçı Arakel rmeni asıllı kitapçı Arakel Tozlıyan (sağda), 1875’te mesleğe atılmıştı. Babıâli Caddesi 46 numarada bir dükkânı vardı. Emin Nedret İşli’ye göre Babıâli’deki ilk kitapçıyı o açmıştı. Kaspar, Ohannes Ferid, Kirkor Faik gibi pek çok meslektaşının yaptığı gibi Arakel Efendi de işe gazete müvezziliği (dağıtıcılığı) ile başlamıştı. Memleketi olan Kayseri’den İstanbul’a geldiği vakit belli başlı bir kitapevi olmadığı halde Arakel Efendi, sadece kitapçılık yapmak istemiş, o zamanlarda var olan tütüncü ve tömbekici gibi kitapla alakası olmayan dükkânlarda kitap satma geleneğini kırarak dükkânını sadece kitaplara tahsis etmişti. Kitapçı Arakel’in bu tavrı modern kitapçılığımızın da başlangıcı sayılabilir. Arakel, dönemin en ünlü yazarlarının

E

kitaplarını alıp basan ve yayıncılık yapan ünlü bir kitapçıydı. Çalıştığı yazarlar arasında Muallim Naci, Namık Kemal, Ahmed Rasim, Halit Ziya (Uşaklıgil) ve Halide Edip (Adıvar) gibi çok ünlü yazarlar vardı. Bastığı kitapların kataloğunu da yayımlayan Arakel, kitapçılık tarihimizdeki ilk özel kitapçı kataloğunu yayımlayan sahaf olması açısından da bir ilkti. Hazırladığı katalogtaki kitapları dağıtabilmek için kendine ve dönemine göre oldukça geniş bir dağıtım örgütü kurmayı başarmıştı. Geniş Osmanlı topraklarında Erzurum’dan Selanik’e, Halep’ten Gümülcine’ye kadar 24 büyük vilayette ve sancakta kendisine bayiler bulmuş ve şubeler açmıştı. Arakel Efendi 1912 yılında ölünce oğlu Leon bir müddet işi sürdürecek, fakat 1914 yılında kitabevi kapanacaktı.

Babıâli, İstanbul’un ve hatta tüm ülkenin fikir ve sanat merkeziydi. En ünlü düşünür, yazar ve sanatçılarının buluşma noktasıydı. Sultan Mahmut Türbesi’nden, yani Divanyolu’ndan başlayıp valiliğin uç noktasına kadar olan kısma eskiden Mahmudiye Caddesi adı verilmekteydi. Valilikten aşağı ve Sirkeci’ye kadar olan kısma da hükümet orada bulunduğu için Babıâli denmekteydi. 1934 yılına gelindiğinde Babıâli Caddesi adı verilen yerin ismi değişti ve Ankara Caddesi haline geldi. Babıâli, II. Meşrutiyet öncesi ve sonrasında siyasi ve sosyal olayların baş gösterdiği bir yerdi. Siyasi özelliğinin yanı sıra İstanbul’un, yani tüm ülkenin fikir ve sanat merkeziydi. Ülkenin en ünlü düşünür, yazar, sanatçılarının güzergâhıydı. Beyazıt ve Eminönü bürokrat, edip, esnaf, öğrenci gibi zümrelerin yoğun olduğu bölgelerdi. Beyazıt’taki bazı sahaflar, Babıâli’nin önemi arttıkça buradaki canlılıktan nasibini almak için Babıâli’ye taşınmıştı. Önceleri Ermeni ve Azeri kökenli (İran Azerisi) olan bu kişileri daha sonra Türkler de takip etmişti. Yazar Sermet Muhtar Alus’un verdiği bilgiye göre, Babıâli’deki Tan Yurdu, Mihran’ın 1881’de açtığı matbaa ve Sabah gazetesinin binasıydı. Yeni Postahane’ye giden Eski Zabtiye Caddesi üzerinde Ahmet İhsan’ın Âlem Matbaası vardı. Biraz ileride Tüccarzade İbrahim

1890’lardan itibaren kitap ve dergi basan, Servet-i Fünun mecmuasını yayımlayan Alem Matbaası ile Ahmet İhsan ve Şürekası’nın mürettiphanesi (üstte).

ATLAS TARİH 81


Kitapçı Karabet Keşişyan.

Bir aile, üç kitapçı: Kayseryan

K

aspar, Kirkor Faik, Ohannes Ferid. Kayserili olan bu üç kardeşten en büyüğü Kaspar İstanbul’a ayak bastığında henüz 20 yaşındaydı. Kaspar, Köprübaşı’nda, Ohannes Beyazıt’ta, Kirkor ise Yedikule- Kazlıçeşme arasında gazete satıcılığı yapıyordu. Kitapçı Kaspar, 1888’de kendi kitapçısını yani Kaspar Kütüphanesi’ni kurmuştu. Kısa bir süre sonra da Babıâli Caddesi’nde kendi adını taşıyan matbaa ve mücellithanesini açtı. II. Abdülhamit döneminde yeni açılan okullarla

Kaspar Kayseryan.

öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla eğitim ve öğretime yönelik 500 kadar kitap yayımladı. Kaspar, bu kitapları kendi matbaasında bastı ve kendi mücellithanesinde ciltletti. Ancak bu yeni ticarethanesini sadece altı yıl kullanabildi. 1894’te 35 yaşında hayatını kaybetti. Kaspar, Osmanlılarda sadece matbu eser satan kitapçıların en kıdemlisi ve en gayretlisiydi. Ortanca kardeş Kirkor da ağabeyi Kaspar gibi bir süre gazete satıcılığı yaptıktan sonra Babıâli Caddesi’nde 44

82 ATLAS TARİH

numarada Asır Kütüphanesi’ni kurdu. Dükkânın bir kısmını matbaa için ayırmıştı. Hazine-i Fünun, Mecmua-i Lisan gibi dergiler ve Musavver Terakki gibi haftalık gazeteler yayımladı. 17 yıl kendi çıkardığı dergiler ve haftalık gazetede tarihle ilgili yazılar yazdı. Onu tanıyan ünlü yazar Ahmet Rasim Kirkor’u “... Esmer, üstüne şöyle böyle sakallı, kara kaş, kara göz, az tıknazca kısaca, yüzü güler, lisanı Kayseri şivesini andırır, ağa banili, sarıklı cübbeli değil, fesli eski redingot formalı kitapçı” olarak tanımlamıştı. Kirkor ismini kullanmayı çok tercih etmez daha çok Faik ismini kullanır, K. Faik şeklinde imza atardı. Kirkor Faik’e II. Abdülhamit tarafından rütbe ve nişan verilmişti. Kayseryanların en küçüğü olan Ohannes Ferid ise henüz 11 yaşında İstanbul’a gelmiş ve ağabeylerinden kitapçılığı öğrenmişti. Ağabeyleri gibi Babıâli’de kitapçılık ve yayıncılık yapan Ohannes Ferid’in Babıâli Caddesi 38 numarada bulunan kitabevinin ismi Vatan Kütüphanesi’ydi. 1887-1888’de Umran, 1888’de Muhit adlı fikir ve sanat dergilerini çıkarmıştı. Abdülhalim Memduh’un yazdığı ve Osmanlı’da ilk edebiyat tarihi eseri olarak kabul edilen Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye’yi 1888/1889’da o yayımlamıştı. Yazar Halit Ziya Uşaklıgil’in eserlerinden de basmıştı. 1890-1892’de ilk resimli dergilerden Musavver Cihan’ı çıkarmış, basın tarihimizde teknik yeniliklere çok önemli katkılarda bulunmuştu. II. Abdülhamit’e verdiği jurnalleri ile meşhurdu. 17 Mart 1912’de Ahali gazetesi ve 1913’te Çocuklar Âlemi ve Resimli Mektep Âlemi adlı dergileri çıkarmıştı.

İstanbul’un matbuat işi Beyazıt, Beyoğlu, Eminönü semtlerinde yoğunlaşmıştı.

Hilmi’nin Kütüphane-i İslam ve Askeri’si, Ebussuud Sokağı’nda sağdan üçüncü kapıda Ahmet Midhat’ın Kırkambar ismiyle kurduğu ve sonra kardeşi Mehmet Cevdet’e terk ettiği Tercüman-ı Hakikat matbaası, yine aynı sokakta Ahter ve Mahmud Bey (sonra Resimli Ay) matbaaları bulunuyordu. Ana cadde üzerinde Kanaat Kütüphanesi’nin yerinde Karabet’in Mektep Kütüphanesi; Babıâli Caddesi üzerindeki Reşit Efendi Hanı’nda Ahmet Cevdet’in İkdam matbaası ve idarehanesi bulunuyordu. Sırada Kaspar’ın matbaası ve Kanaatçi İlyas’ın (Bayar) hücre misali dükkâncığı vardı. Yine aynı cadde üzerindeki Orhan Bey Hanı’nda Baba Tahir’in Malûmat Matbaası ve idarehanesi, daha yukarıda Kitapçı Parsih, biraz ötede Kitapçı Arakel (Tozlıyan) ve köşe başında Kirkor’un Asır Matbaası ve Kütüphanesi vardı. Gayret Kütüphanesi sahibi Kitapçı Garbis (Fikri) bu dükkânda çıraklık yapmıştı. Nuri Efendi’nin günlük Saadet, Filip’in Tarik ve bir zamanki Ceride-i Havadis gazetelerinin matbaaları ve idarehaneleri caddeden sola kıvrılan ve Şengül Hamamı’na ulaşan Fatma Sultan Sokağı’ndaki Tomruk dairelerinde idi l

Bibliyografya • • • • •

Annuaire Oriental, Costantinople: Cervati Fréres & Cie. Baylav, Naşid: 1862-1962, İlk Türk Kitapçılarından Hacı Kasım Efendi, İstanbul: y.y., 1962. Birinci, Ali: Tarihin Gölgesinde/Meşahir-i Meçhuleden Birkaç Zat, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2002. İşli, Emin Nedret: Kütüphaneden Yayınevine Babıâli [Sergi Kataloğu], İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004. Seymen, Lütfü: “Erbab-ı Mütalaaya Hizmet: I. Meşrutiyet Kitapçılığı ve Arakel Tozlıyan Efendi’nin Mektupları”, Müteferrika: Dört Aylık Kitabiyat Dergisi, Güz 1993, s. 67- 75.


Mesleğine ömrünü verdi: Hacı Kasım Efendi

19.

yüzyılın ortalarından itibaren taşı toprağı altın denilen İstanbul’da kitapçılık mesleğine atılan güzide kitapçılar, aslında Cumhuriyet dönemindeki ilk yayınevlerinin de temellerini atmışlardı. Bu kişilerin çoğu çocuk yaşta başladığı kitapçılığı ölene kadar devam ettirdi. Hacı Kasım Efendi, İlyas Bayar, Tüccarzade İbrahim Hilmi gibi kitapçılar hem Osmanlı’da hem de Cumhuriyet döneminde kitapçılık yaptı. Yoksulluk, savaşlar, savaşın getirdiği buhran... Pek çok şey kitapçılık mesleğini bitirme noktasına getirdi, ancak çoğu kitapçı buna direnerek memleketin en zor zamanlarında kârsız satışlarla hizmet etti. Beyazıt, Beyoğlu ya da Eminönü... İstanbul’un herhangi bir yerinde kitapçılık yapan ve günümüz modern yayınevlerinin ilk temsilcileri olan bu kişiler kitaplarla dolup taşan küçücük dükkânlarıyla, en zor zamanlarında karanlığa koca bir ışık tuttular. Babıâli’nin ilk Müslüman kitapçıları arasında gösterilen İranlı, Azeri Türkü Hacı Kasım Efendi, 1862 yılında İran Azerbaycanı’ndan İstanbul’a gelmişti. Türkçe, Arapça ve Farsça bilen kitapçı, İstanbul’da 3- 4 ay kaldıktan sonra Beyazıt Hakkaklar Çarşısı’nda şimdiki sahafların bulunduğu yerde bir dükkânı kiralayıp orada kitapçılık yapmaya başladı. Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e kitapçılıkla uğraşan Hacı Kasım Efendi’nin kendi ifadelerinde dönemin yayın hayatı ile ilgili çarpıcı bilgilere yer vermişti. II. Abdülhamit döneminde yasaklanmış olan Namık Kemal’in “Cezmi”, “Vatan yahut Silistre” gibi eserlerini bir yolunu bulup müşterilerine ulaştırmıştı. Hacı Kasım Efendi, yıllarca yaptığı kitapçılık mesleğini evlatlarına da öğretmek istemiş, bunun için oğlu Naci Kasım’ı ve Hüseyin’i yanına almıştı. 1895’te Hakkaklar Çarşısı’nda 8 numaralı dükkânı satın alarak bu dükkânda büyük oğlu Naci Kasım ile beraber çalışmaya başladı. Naci Bey o vakitlerde 15-16 yaşlarında çalışkan bir gençti. Hacı Kasım Bey 1901’de bu dükkânı oğluna bırakarak kendi kütüphanesini Hakkaklar Kapısı dışında belediye malı olan büyük bir binada 1912 yılında kurdu. Daha sonra 1914 yılında Babıâli Caddesi’nde Vakit Matbaası’nın bulunduğu binayı bir Rum terziden kiraladı. Bu dükkânı 1926’da ikinci oğlu M. Hüseyin Tutya’ya teslim etti ve istirahate çekildi. 8 Nisan 1932’de 91 yaşında iken de vefat etti. Daha çok gayrimüslimlerin bulunduğu kitapçılık piyasasına küçük yaşında

girmiş olan kitapçı Hacı Kasım Efendi, 1862’de başladığı kitapçılık faaliyetlerini 1926’ya kadar götürmüş, dile kolay 64 yıl kitapçılıkla uğraşmıştı. Babalarının mesleğini tercih eden oğulları Naci Kasım ve Hüseyin onun engin tecrübelerini miras edinmişti. Büyük oğlu Naci Kasım [Açıkel] kitapçılıkta kendini ispat etti. Harf devriminden sonra, 1928’de yarısı Arap, yarısı Latin harfleriyle, sonra bütünü Latin harfleriyle ilk kitapları, onun yönettiği Maarif Kütüphanesi yayınladı. Çıkardığı “Saatli Maarif Takvimi” Türkiye çapında ün kazanıp ve tutuldu. Takvimler, Kuran-ı Kerim mealleri, dini kitaplar ve halk masalları, çocuk kitapları, divanlar, çeşitli lügatler ve ajandalar yayımlayan Maarif Kütüphanesi’ni uzun yıllar Naci Kasım’ın kızı Menije Kasım yönetti. Hacı

Kasım Efendi’nin küçük oğlu Hüseyin Tutya, Yeni Şark Kütüphanesi isimli kitapevinde Kurtuluş Savaşı yıllarında 20 formalık Anadolu’da Ordumuzun Zafer Kitabeleri, ağabeyi Naci Kasım’ın yazdığı 26 formalık Türk’ün Altın KitabıGazinin Hayatı isimli eserleri ve 1947 yılında ilk defa yardımcı okul kitabını basmış, 1974 yılına kadar da 500’ün üzerinde kitap yayınlama gayretini göstermişti. Hüseyin Tutya; 1960’larda Necip Fazıl’ın da yayıncısı olup Büyük Kapı, Halka’dan Parıltılar gibi kitapları Türk Neşriyat Yurdu’nda yayımlamıştı. İki kardeş birlikte de Yeni Şark ve Maarif Kütüphanesi ile Cemiyet Kütüphanesi adıyla iki kitabevi işletti. Hacı Kasım Efendi’nin 1862’de tesis ettiği kitapçılık oğullarına bıraktığı mirasla 1974’lere dek sürdü.

Hem Osmanlı, hem de Cumhuriyet döneminde kitapçılk yapan Hacı Kasım Efendi (en üstte). 1930’lu yıllarda Beyazıt’taki sahaflar çarşısı (üstte).

ATLAS TARİH 83


100’üncü yıldönümünde Kudüs’ün düşüşü

Elveda Zeytindağı! Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı için en büyük travmalardan biri Kudüs’ün kaybıdır. Britanya Başbakanı Lloyd George’un “Noel’e kadar Kudüs” direktifini bir an önce yerine getirmek isteyen General Allenby tüm gücünü Filistin Cephesi’nde Osmanlı ordusu karşısında uygulamaya koydu. 9 Aralık 1917’de Kudüs artık Osmanlı toprağı olmaktan çıkmıştı. Tuncay Yılmazer dryilmazer2003@gmail.com

84 84 ATLAS ATLASTARİH TARİH


11 Aralık 1917. General Allenby komutasındaki İngiliz kuvvetleri Kudüs’ün Yafa Kapısı’ndan kente giriyor.

smanlı askerlerini Deraa’dan Maan’a taşıyan tren görününce, yıllar sonra ünü tüm dünyaya yayılacak, filmleri çekilecek Bedevi kıyafeti içerisindeki genç İngiliz yüzbaşı patlayıcının kolunu son bir kez kontrol etti. Tren yaklaştı, yaklaştı. Arabistanlı Yüzbaşı Lawrence kola tüm gücüyle bastı. Ancak hiçbir şey olmamış, tren yavaş yavaş gözden kaybolmuştu. Lawrence Bilgeliğin Yedi Sütunu adlı eserinde trendeki subaylarının kendisini işaret ettiğini, o an ne yapacağını bilemediğini yazar. Muhtemelen şaşkın bir Bedevinin çalılıklar arasında ne aradığını soruyor olmalıydılar. Birkaç gün içerisindeki ikinci başarısızlıktı bu. 14 Kasım 1917‘de Lawrence bir İngiliz patlayıcı uzmanı arkadaşı, Bedevi Şeyhi Ali ve adamları, kendisine sonradan ihanet edecek olan Cezayirli Abdelkadir birkaç makineli tüfeği olan Hintli askerlerden oluşan küçük birliği ile Yermük vadisindeki demiryolu köprüsüne saldırmışlar, ancak Osmanlı askerleri tarafından son anda fark edilince köprüyü havaya uçuramamışlardı. Bu son derece önemli geçit Suriye’den Filistin’e intikal eden Osmanlı birliklerini taşıyan trenlerin Hicaz Demiryolu’ndan ayrıldığı noktaya yakındı. Planı Allenby’nin Kudüs’ü hedefleyen hareketinden önce Lawrence önermişti. Eğer demiryolu köprüsü zarar görseydi büyük bir harekâtın arifesinde takviyeye gelecek Osmanlı birliklerinin Filistin’e ulaşımını felç edeceği ortadaydı.

O

Allenby-Falkenhayn mücadelesi Sonrasında Küçük (Mersinli) Cemal Paşa’nın bulunduğu treni havaya uçurduğunu iddia eden Lawrence’in her anlattığına inanmak zorunda değiliz. Ancak İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Filistin harekâtını yürüten Mısır Seferi Kuvvetleri’nde Haziran 1917’nin sonunda göreve başlayan General Allenby’nin, Şerif Hüseyin’in Osmanlılara karşı ayaklanmasında orduyla iletişimi sağlayan bu İngiliz subayından beklentisi fazlaydı. Savaşı gayrinizami harp taktikleriyle desteklemek, İngilizlerin Ortadoğu cephesinde sonuna kadar kullandıkları bir yöntem olmuştu. Allenby, Filistin ovasında ilerlerken Lawrence Yermük Köprüsü’nü tahrip edemese de daha ileride yapacağı çok şeyler ATLAS TARİH 85


Savaşı’nda kaderleri kesişecek olan Fevzi (Çakmak), İsmet (İnönü), Refet (Bele), Ali Fuat (Cebesoy) ve Fahrettin (Altay) beyler de bulunuyordu. 31 Ekim 1917’deki Birüssebi saldırısı Osmanlı Yıldırım Orduları’nı merkez karargâhını Şam’dan Kudüs’e taşırken yakalamış, Falkenhayn Kudüs’e 5 Kasım’da, Gazze’nin boşaltılmasından bir gün önce ulaşmıştı. Birüssebi’yi savunan Albay İsmet Bey (İnönü) komutasındaki 3. Kolordu birliklerinin bir kısmı savunma hattının ortasında bulunan yaklaşık beş mil batıdaki Teleşşeria bölgesine geri çekilirken bir kısmı da El-Halil-Kudüs yolunu tutmuştu. 4 bin 400 kişilik garnizondan kurtulabilenler 1930 kişiydi. Gazze-Teleşşeria-Birüssebi hattını en doğu ucundan vuran General Allenby kuvvetlerini, Birüssebi’nin düştüğü belli olunca Kudüs’e daha yakın olan El-Halil yolunu değil de, tekrar batıya, daha kuvvetli Gaza tahkimatına yöneltmişti. Paradoksal şekilde Birüssebi saldırısından önce Osmanlı genel karargâhını yanıltmak için icra edilen Meinerhartzgen’in çanta düşürme hilesi de aslında gerçek hedef olan Gazze’yi gösteriyordu.

Gazze-Birüssebi hattının çöküşü

Kudüs’te Başkumandan vekili Enver Paşa’nın ziyareti. Cemal Paşa, General Falkenhayn ile diğer Osmanlı, Alman, Avusturyalı askeri erkan ve sivil idareciler bir arada (üstte).

vardı. 31 Ekim 1917’den Kudüs’ün düştüğü 9 Aralık 1917’ye kadar olan süreç daha önce Batı Cephesi’nde bulunmuş iki komutanın; önce genelkurmay başkanı sonra Verdun’daki Alman ordularının komutanı Erich von Falkenhayn ile daha önce Mons ve Arras cephelerinde bulunmuş Edmund Allenby’nin mücadelesiydi bir açıdan da. Her iki general Batı Cephesi tecrübelerini Filistin’de tatbik etmeye çalıştılar. En büyük fark Allenby’nin birliklerini çok iyi tanırken Falkenhayn’ın Osmanlı ordusunu tanımamasıydı. Birçok açıdan avantajlı olan ve siyasi olarak da gerekli desteği alan İngilizler Kudüs hedefine ulaşacaklardı. Falkenhayn ise astlarının uyarılarına rağmen geri çekilme aşamasında sürekli taarruz etmeyi düşünmüş, özellikle en iyi birliği olarak kabul ettiği Ali Fuat (Cebesoy) komutasındaki 20. Kolordu’yu ve Galiçya’dan birlikleri yeni yeni Filistin’e ulaşan Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen’i taarruz ettirmeye çalışmıştı. Filistin’i savunan Osmanlı birliklerin komutanları arasında ileride Kurtuluş

86 ATLAS TARİH

Gazze zaten karadan ve denizden birkaç gündür yoğun bombardımana tutuluyordu. Siper hatları ağır hasar görmüştü. Mathew Hughes Gazze bombardımanını Somme Muharebesi ile karşılaştırır. Şehre 15 bin bomba atılmış, Ortadoğu’nun en şiddetli bombardımanı gerçekleştirilmişti. Buradan nasıl olup da Osmanlı askerlerinin sağ çıkabildiğini anlamak güçtür. Allenby’nin nasıl davranacağını en iyi bilen kişi Yıldırım Orduları’nda hareket şubesinde görevli olan ve yıllar sonra da Almanya’nın Hitler’den önceki başbakanı olacak Franz von Papen’di. Papen daha önce Batı Cephesi’nde Arras’ta karşı karşıya geldiği Allenby’nin yoğun bombardımandan sonra hücuma kalkacağını öngörmüştü. Von Papen’e göre bir an önce şehir boşaltılmalıydı. Bunu bu bölgeden sorumlu kolordunun komutanı Refet Bele’ye söylemiş, Refet Bey ise Fransızca, “burada kalırım, burada ölürüm” diye karşılık vermişti. Duygusal anlarda söylenen sözlerin realiteyle çeliştiği örnekler çoktur. Irak ordusunda generalliğe yükselen, belli ki savaşa da katılmış olan Şükrü Mahmut Nedim Filistin Cephesi ile ilgili yazdığı kitapta Refet Paşa’yı İslam tarihinin kahramanlarından Halid bin Velid’e benzetir. Savaştan savaşa koşan, ama yatağında eceliyle ölen bir kahraman. En sonunda Gazze’nin boşaltılmasına karar verilecek, yaklaşık bin Osmanlı askerinin öldüğü ağır bombardıman ve tankların desteklediği saldırılar sonucunda 6 Kasım 1917 gecesi şehir terk edilecekti. Yaşamlarını kaybeden Osmanlı askerleri bugün Gazze’deki


General Allenby, Kudüs’ün 1917 Noel’ine kadar alınması yolundaki direktifi yerine getirirken, Batı Cephesi’ndeki tecrübelerini kullandı. İngiliz mezarlığında yatıyor. Gazze’nin terkedilmesi İngilizlere moral üstünlüğünü tamamen ele geçirme fırsatı verdi. Kendilerine 1917 yılı boyunca kan kusturan şehir boşaltılmıştı artık. Yeni savunma hattı şimdiki Gazze yönetiminin de İsrail ile kuzey sınırı olan Vadi Hesi’ydi. Ağır topçunun önemli bir kısmı kurtarılsa da bir İngiliz süvari alayı geri çekilen 53. Tümen birliklerinden bir kısmını ve Avusturya-Macaristan topçu bataryasını Huç (şimdi İsrail’in Siderot şehri) yakınlarında sıkıştırmış, çok sayıda top ele geçirmişti. Teleşeria’dan Ali Fuat Cebesoy komutasındaki 20. Kolordu’nun geri çekilmek zorunda kalmasıyla aylardır direnen savunma hattı tamamen boşaltılmış oldu. 8 Kasım’dan itibaren 7 ve 8. Ordu birlikleri birbirinden uzaklaşarak geri çekiliyorlardı. Allenby hiçbir şekilde ara vermeden her iki kanatta da Osmanlı birliklerinin nefes almalarına izin vermemiş, özellikle deniz tarafından ilerlemiş, Von Kress Paşa komutasındaki 8. Ordu birliklerine ağır kayıplar verdirmişti. Kasım ortalarına doğru ise genel planı belli olmuştu. İlerleme yönü olarak da Filistin’deki Osmanlı birliklerinin can damarı Birüssebi’den TeleşşeriaIrak-ul Menşiye- Vadi Sarar (İltisak istasyonu) Kudüs ve Remle’ye giden demiryolu hattı seçilmişti.

aşbakan David Llyod George’un “Noel’e kadar Kudüs” direktifini bir an önce yerine getirmek isteyen General Allenby Batı Cephesi’nde edindiği tecrübeleri ve alınan dersleri Filistin’de geri çekilen Osmanlı ordusu karşısında uygulamaya koymuştu. Trampet ateşi adı verilen sinir bozucu yoğun ağır topçu ateşi; piyadenin kalabalık kitleler halinde değil de, yaklaşık 10-15 kişilik, her birinin ayrı görevi olan gruplarla harekete geçmeleri; süvarilerin sürekli hareket halinde olup geri çekilenlere yaptığı baskınlar; Tine ya da Vadi Sarar (İltisak) istasyonlarındaki gibi özellikle haberleşme merkezlerine hava bombardımanıyla Osmanlı birlikleri arasındaki iletişimin felç edilmesi... Türk resmi tarihi hemen her gün meydana gelen çarpışmaları anlatır. İngilizler adeta nefes aldırmamış, Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilip organize olmasına asla izin vermemişlerdi. Susuzluk problemi özellikle süvarilerin ilerleyişini kısıtlasa da Allenby kurmaylarının dinlenme önerilerini dinlememişti. Ciddi bir çarpışma olmayan tek gün 17 Kasım 1917’dir.

B

Birinci Dünya Savaşı yıllarında uçaktan çekilen bir fotoğrafta Kudüs şehri (altta).

ATLAS TARİH 87


Açlık, susuzluk ve yorgunlukla savaş Ricat halinde olan bir ordu için en kritik durum yaşanan panik hali ile kıtaların dağılması, emir komuta zincirinin kaybolmasıdır. En büyük panik İngiliz uçaklarının bombardımanı sonucunda 9 Kasım’da Tine istasyonunda yaşandı. Von Kress Paşa yaşanan panik için Refet Bey’i suçlar. Çünkü Refet Bey, geri çekilen bazı atlı birlikleri İngiliz süvarisi zannetmiş, baskına uğradıklarını düşünmüştü. Kress anılarında, “soğukkanlı ve aklı başında bir askerde bu yanlış anlama izah edilebilir değildi” diye yazacaktı. Santralde bombalanmış karargâh bağlantısı kesilmişti. Panik içerisindeki yüzlerce asker Tine istasyonundaki trenlere doluşmaya çalışıyordu. Kamyonlar, toplar emir almadan geri çekiliyordu. Von Kress bombardıman sonrasını da anlatır: “Firarilerin geçtiği yolların perişan manzarası anlatılamayacak halde bulunuyordu. Her cinsten yollarda kalmış nakil vasıtaları, ölü hayvanlar, terkedilmiş mermi ve cephane sepetleri, yerlere atılmış dosyalar, hesaplar ve makbuzlar, yarı yanmış otomobiller, bırakılmış silahlar ve teçhizat!... Panik ve bunun neticeleri emrim altında bulunan birliklerin bir kısmının maneviyatını ve ruhi ahvalini, panikten evvelki çetin muharebelerden çok daha fazla sarsmış bulunuyordu.”

88 ATLAS TARİH

Ricat halindeki Osmanlı ordusunda, özellikle Tine istasyonunda, Balkan Savaşı’nı anımsatan panik yaşandı. Kudüs’te daha 9 Kasım akşamı İngilizlerin cepheyi yardıkları ve Kress ile diğer komutanları esir ettikleri haberi yayılmış, büyük heyecan, telaş ve şaşkınlığa yol açmıştı. asım 1917’deki Filistin mücadelesini bilinen kahramanlık öyküleriyle sembolize etmek mümkün değildir. Yafa-Kudüs’ün güneyi Osmanlı ordusu için ayakta kalma mücadelesi verilen bölgeydi. Balkan Savaşı’ndaki meşum olayların benzerleri zaman zaman bu hattın güneyinde de yaşandı. Açlık, yorgunluk ve hastalıklarla boğuşan Filistin Cephesi’ndeki Osmanlı ordusunun geri çekilmesi zaman zaman bozguna dönüşme eğilimine girse de, bu Asım (Gündüz), Hüseyin (Erkilet) gibi subay ve komutanların soğukkanlılığı sayesinde önlenmişti. Hüseyin Hüsnü Bey biraz daha duygusal ifadelerle ilk şoku atlatıp toparlanan birlikleri över: “Günlerce açlık, susuzluk ve yorgunlukla dayandılar. Kaybımız büyüktü. Fakat her galibiyet düşmana pahalıya mal edilmişti. Hiç kimse ölüm ve zorluklar karşısında tereddüt göstermedi.” 26. Tümen komutanı Fahrettin (Altay) Bey anılarında bu çarpışmalarda şehit düşen başarılı yedek subayı Ermeni kökenli Arşak Efendi’yi saygıyla anar. Özellikle 57. Alay, 77. Alay gibi Çanakkale gazisi birlikler ayakta kalabilmişler, ordunun bozgununu önlemişlerdir. Türk ve Alman komutanlar arasında da özellikle iletişim alanında zaman zaman gerginlikler de yaşanmıştı. Yıldırım karargâhının büyük oranda Almanlardan oluştuğunu unutmamak gerekli. Falkenhayn’ın kendi vatandaşı von Kress ile de arası iyi değildi. Kress’e göre ana sorun cephedeki kurmay heyetle Falkenhayn karargâhının tamamen farklı düşünmesiydi. “Von Falkenhayn ile benim aramda emirlerimiz altında bulunan Osmanlı kuvvetlerinin muharebe kuvvetleriyle manevra kabiliyetleri hakkında çok bariz ihtilaflar çıkmıştı” diyor. Falkenhayn ve ekibi daha Osmanlı ordusunu tanımadan taarruzun başlaması da büyük talihsizlikti. Komutanlar İngilizlerle teması kesip esaslı bir geri çekilmeyi, yeni takviyelerle birleşmeyi amaçlar iken Falkenhayn sürekli taarruzu düşünüyor, ancak bu sayede Allenby’nin birliklerini durdurabileceğini zannediyordu. Türk resmi tarihi bu konuda açık emir ver(e)meyen Harbiye Nazırı Enver Paşa’yı eleştirir: “Türk İstiklal Harbi’nde Atatürk nasıl ki

K


Kudüs üzerinde bir İngiliz uçağı (karşı sayfada). Kudüs yakınlarında Osmanlı sahra hastanesi. Hasta taşıyan develer ve üzerlerine konulmuş sedyeler görülüyor (üstte).

ordusunun Sakarya gerisine kadar çekilmesinde mahzur görmemiş, millet ve meclise karşı her türlü sorumluluğu üzerine alarak, ‘biz askerliğin gereğini duraksamaksızın yerine getirelim, sakıncalara mukavemet ederiz’ demişse burada Başkomutan Enver Paşa da aynı kararı vermeli ve sorumluluğu yüklenerek Yıldırım Ordular Grubu’na bir stratejik geri çekilme emri vermeliydi.” Allenby’nin Kasım ayı boyunca Filistin’deki ilerlemesine bakıldığında amacının daha çok 8. Ordu’nun sağ kanadını deniz yönünden kuşatarak ordunun Remle üzerinden geri çekiliş yolunu kesmek ve bütün Osmanlı kuvvetlerini doğuya, Kudüs Dağları’na atmak olduğu görülüyor. 8. Ordu sahil boyunca, 7. Ordu ise dağlık alandan Kudüs’e çekiliyordu. 12 Kasım’da Vadi Sarar’daki haberleşme merkezi bombalandı. 13 Kasım’da Remle ile Kudüs’e giden demiryolu hattının kesişim noktası, İltisak istasyonu, İngilizler tarafından akıl almaz bir şekilde sadece iki zırhlı araçla ele geçirilmişti. Geri çekilen Osmanlı birlikleri bazen umulmadık dayanma örneği gösteriyor, bazen de en kritik yerleri beklenmedik bir şekilde terk ediyorlardı. Özellikle Tine ve İltisak istasyonlarının kaybedilmesi ve çok daha önemlisi Kudüs’ün elden çıkması bunlara en güzel örnektir. Falkenhayn’ın stratejisi ve Kress’in faaliyetleri yenilgiyi önleyememişti. Falkenhayn özellikle 8.

Ordu’nun başarısızlığından sorumlu tuttuğu Von Kress Paşa’yı görevden almakta tereddüt etmedi. Cevat Paşa (Çobanlı) 1 Aralık’ta komutayı devraldı.

Kudüs hastalık ve açlıktan kırılıyordu Peki ya bu saldırının ana hedefi olan ve üç büyük dince de kutsal sayılan Kudüs‘te durum nasıldı? O dönemdeki nüfus sayımlarına göre 80 bin nüfusun yarısı Yahudi, geri kalan yarısı Hıristiyan ve Müslüman olan Kudüs şüphe yok ki Birinci Dünya Savaşı’nın en fazla etkilediği şehirlerden biriydi. Savaş halkı fakirleştirmiş, başta temel gıda olmak üzere fiyatlar almış başını gitmişti. Hastalık kol geziyordu. Savaşın başında 4. Ordu komutanı, Falkenhayn gelince Suriye ve Arabistan umum kumandanı olan Cemal Paşa’nın sert yönetimi tüm Suriye’de olduğu gibi Kudüs’ü de bunaltmıştı. Osmanlı ordusunda Kudüs menzil teşkilatında askerliğini yapan Kudüslü bir Arap olan İhsan et-Tercüman’ın Çekirge Yılı adıyla basılan günlüğü, Türkiye’de okuyucuyu rahatsız edecek ayrıntılarla doludur. İhsan’ın Cemal Paşa’ya öfkesi daha sonra Osmanlı hükümetine yönelecekti. Kudüs’teki içler acısı durumu anlatan söz konusu esere Arap milliyetçilerinin “Zeytindağı” denilse yeridir. Türkler Birinci Dünya Savaşı’nda Ortadoğu cephelerini “Arap ihaneti” olarak kodlarken Arapların Türk zulmü diye tanımlamalarına Tercüman’ın günlüğü örnektir. Gerçekleri öğrenmek için herhalde daha soğukkanlı değerlendirmelere ihtiyaç var. Ancak o dönemdeki genel anlayışa baktığımızda dini inancı ne olursa olsun şehrin ileri gelenlerinin İngiliz işgaline sıcak baktığı görülüyor. ATLAS TARİH 89


20. Kolordu komutanı Ali Fuat Bey, Kudüs’ü kendi birliklerinin savunması konusunda istekli değildi. Kudüs denildiğinde kaçınılmaz bir şekilde Haçlı Seferi çağrışımı gündeme geliyordu. Konunun hassasiyetini bilen İngilizler bu izlenimin en azından Müslümanlar açısından devlet politikası olarak algılanmaması için ellerinden gelen tüm imkanları kullandılar. Balfour Deklarasyonu’nun ilanı ve Sykes-Picot antlaşmalarının Bolşevikler tarafından açıklanmasına rağmen bunu nasıl başardıklarına hayret etmemek mümkün değil. Daha Kudüs düşmeden önce dışişleri bakanlığı içerisinde Mark Sykes’in başını çektiği bir ekip, Araplara yönelik bir propaganda birimi kurmuştu. Allenby şehre yaya girecekti ve tüm inançlara saygısını ifade edecekti. Tıpkı Bağdat’taki gibi şehri fethetmeye değil özgürleştirmeye geldiğini söylecekti. Şehirdeki başta Mescid-i Aksa ve Hz. Ömer Camii başta olmak üzere Müslümanlarca kutsal sayılan yerler, Müslüman Hintli askerlerce korunacaktı. Times gazetesi Allenby’yi Selahaddin Eyyübi’ye benzetmişti. Eski Ahit’te Daniel Kitabı’ndaki 12’nci ayette geçen “bekleyip 1335 güne ulaşana ne mutlu” ifadesi bazı Hıristiyan ve Müslümanlarca 1917’nin hicri yıl olarak karşılığı kabul edilmişti. Gerçi Allenby Kudüs’e

4. Ordu kumandanı Cemal Paşa (üstte). General Allenby ve askerleri Kudüs’e girdiğinde önceden planlandığı gibi davrandılar (sağda).

90 ATLAS TARİH

hicri takvimle 24 Safer 1336, Pazar günü girmişti, ama bu ihmal edilecekti. Keza “Nil’in suları Filistin’e ulaştığında bir nebi Kudüs’ü Türklerden kurtaracaktı.” Allenby-El Nebi’ye dönüştürülmüştü! Allenby her fırsatta ordusundaki Müslüman askerleri övüyordu. 13 Kasım’da Filistin’in kuzeyine giden demiryolu hattı ile Yafa-Kudüs demiryolunun kesiştiği son derece stratejik öneme sahip Vadi Sarar- İltisak istasyonu ele geçirilince iki Osmanlı ordusunun birbiriyle irtibatı kopmuştu. Allenby Kudüs’e batıdan saldırma yolunu seçecekti. Peki Kudüs nasıl savunulacaktı? H. Hüsnü Erkilet’e göre Falkenhayn Paşa Birüssebi’yi kaybeden İsmet Bey’e ve Gazze’yi kaybeden Refet Bey’e güven duymuyordu. Falkenhayn Birüssebi’nin kaybından Von Kress’i de sorumlu tutmuştu. Kudüs’ü savunabilecek en güvendiği komutan olarak Ali Fuat’ı (Cebesoy) görüyordu. Ancak Albay Ali Fuat Bey Kudüs’ün savunulmasının kendi birliklerine verilmesi konusunda istekli değildi. Kudüs için en kritik gelişmelerden biri Kasım ayının sonlarında şehrin kuzeyindeki Nablus yoluna hâkim ve İngiliz haritalarında Nebi Samuel diye geçen Hz. İsmail Tepesi’nin ele geçirilmesi oldu. Osmanlı kuvvetleri buraya tekrar tekrar saldırsalar da geri püskürtüldüler. Caminin ve türbenin Osmanlı bombardımanında zarar görmesini İngilizler propagandalarında kullanacaklardı. Allenby özellikle Kudüs-Nablus yolunu keserek şehri ele geçirmeyi planlıyordu. Fahri Belen asıl hedef Kudüs olduğu halde buraya üç tümenle taarruz eden İngilizlerin, üç piya-


de ve bir süvari tümenini Osmanlı’nın 8. Ordu karşısında bulundurmasının ve ihtiyatları bölge gerisinde toplamasının nedeninin bilinmediğini yazar. Belen’e göre Allenby Kudüs’e taarruz ederken soldan gelecek bir karşı taarruza lüzumundan fazla değer vererek ihtiyatlı hareket etmiştir. Bunun nedeni İngilizlerin yeni bir Kutülamare faciası yaşamak istememeleri olmalı. Nitekim 1 Aralık’ta Çanakkale gazisi 19. Tümen’in hücum taburunun karşı saldırısı Filistin’deki Osmanlı birliklerinin iyi teçhizatlandırılıp motive edildiğinde neler başarabildiğine güzel bir örnektir. Eğer Kudüs savunması daha ayrıntılı hazırlanmış olsaydı, bu savunma İngilizleri başarısızlığa götürebilirdi.

Şehir birlikler gelmeden boşaltıldı Kudüs tahkimatı kuzeyden güneye tek hat olarak düzenlenmişti. Kudüs’ün beş kilometre kuzeyinden başlıyor, şehrin beş kilometre batısından geçiyor, demiryolundan sonra güneye kıvrılarak Beytüllahim kuzeyinde El Halil’den gelen yolda bitiyordu. Yaklaşık 20 kilometrelik hattı iki zayıf tümen 26 ve 53’üncü tümenler tutacaklardı. Kudüs’ü savunan 26. Tümen’den Dramalı Sami Bey günlüğüne aylardan beri mektup gelmeyen ailesinden aldığı sürpriz haberi yazdı. “7 Aralık 1917’de bugün canımın sıkıntısından gazel ve şarkılar yazmakta iken mini mini yavrucuğumun ayağı basılmış olan 16 Kasım 1917 tarihli mektupları aldım, ki son derece sevindim. Cenab-ı Hak benim gibi cümlesini sevindirsin. Amin.” Sami Bey arkadaşları ile Kudüs içerisinde gezdiklerini, Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettiklerini de ekleyecekti günlüğüne. Ancak Dramalı Sami Bey’in bu sevinçli satırlarının aksine artık sona geliniyordu. İngilizlerin 60’ncı tümeni Beyti İksa ve Ayn Karim mevzilerini, 8 Aralık 1917 sabahı saat 5.15’te sisli ve yağmurlu bir havada baskın yaparak ele geçirdi. Savunma hattını yarmış olan İngilizler Kudüs’e üç kilometre kadar yaklaşsalar da takviyeleri olmadığından taarruzlarını ilerletmediler. Kazandıkları mevzileri tahkim etmekle meşguldüler. Kudüs’ü savunanların burada mukavemete devam etmesi gerekiyordu. Ama bu gerçekleşmedi. Aynı günün akşamı Albay Ali Fuad Bey’e Falkenhayn durumu sormuş, Ali Fuad Bey zaten savunmayı pek istemediği şehri boşaltacağını bildirmişti. Fahri Belen “dayanılsaydı 10 gün içerisinde yeni birlikler gelecekti” diye yazıyor. Gerçekten de geride n Filistin Cephesi’ne yönlendirilen 1. Tümen, 2. Süvari Tugayı, Alman Asya Kolu gibi takviye birlikler yoldaydı. Şevket Süreyya Aydemir, Ali Fuat Cebesoy’un sorumluluğu almak istememesinden olsa gerek, yıllar sonra kendisine çizimlerle Kudüs’ün nasıl kaybedildiğini anlattığını yazar. Cemal Paşa da anılarında Kudüs’ün kaybından birinci derece sorumlu tuttuğu Falkenhayn Paşa’ya öfke kusar.

Filistin’den ayrılan Avusturya birlikleri, 1916 (en üstte). 9 Aralık 1917’de Yafa Kapısı’ndan Kudüs’e giren İngilizler (üstte).

Biraz soğukkanlı değerlendirmeye ihtiyacımız olduğu açık. Objektif olarak baktığımızda Kudüs’ün kaybından sadece Alman generalin sorumlu olmadığı anlaşılıyor. 20. Kolordu komutanının Kudüs’ü muhafaza edemeyeceğine dair tutumu hiç beklenmiyordu. Falkenhayn Kudüs’e taarruza işaret eden hiçbir emarenin önceden farkına varılamadığı, kolordunun kendisine daha önce verdiği raporda Kudüs batısında keşif kollarından başka tesirli mesafede mühim bir düşman kuvvetinin bulunmadığını bildirdiğini baskına uğramanın nedenleri arasında göstermiştir. Falkenhayn’ın “Kudüs’ü savunamaz mıyız” sorusuna 7. Ordu komutanı Fevzi Çakmak’ın verdiği olumsuz yanıt Türk resmi tarihine yansımıştır. Zaten Fevzi Paşa günlüğünde de Kudüs’ün boşaltılması emrini kendisinin verdiğini yazar. Sonuç Kudüs’teki 401 yıllık Osmanlı hâkimiyeti birkaç İngiliz tugayının sisten faydalanarak yaptığı baskınla, yeterince bir savunma yapılmadan sona ermiş, Kudüs’ü savunan birlikler 8 Aralık 1917 gecesi Kudüs’ü tamamen terk etmişlerdi. ATLAS TARİH 91


Şehrin mutasarrıfı İzzet Bey teslim belgesini belediye başkanı El-Hüseyni’ye vermiş, özellikle kutsal yerlerin zarar görmemesi için bu kararın alındığını belirtmişti. 9 Aralık 1917 sabahı Hüseyin ve beraberindeki şehrin ileri gelenlerinden bir heyetin surlar dışında şehrin sembolik anahtarını ve teslim belgesini teslim edecek makam aramaya çıktılar. İlk karşılaştıkları kişiler 20. Londra Taburu’nun aşçılarıydı; arkadaşlarına hazırlayacakları kahvaltı için yumurta arıyorlardı! Yumurta daha önemli olsa gerek ki müzakereye yanaşmadılar. Grup daha sonra iki çavuşla karşılaşmış, onların yönlendirdiği bir binbaşı, daha sonra da bir albaya meram anlatılana kadar bir hayli zaman geçmiş ve sonunda 60. Tümen komutanı Shea, Allenby adına şehri teslim almıştı. Böylesine tarihi önemi haiz bir şehir için ne trajikomik bir teslim!

Kudüs için yeni dönem Kudüs’ün İngilizler tarafından ele geçirilmesinin Birinci Dünya Savaşı’nın sembolik yönü en fazla olaylardan biri olduğu tahmin edilebilir. İtalyanların Caperotto’daki yenilgisi, Çarlık Rusya’sının çöküşü, Almanların Cambria’daki General Allenby, heyeti ile şehrin ileri gelenleri okunacak deklarasyon için Kudüs’te kalenin (Davut Kulesi) önünde (altta solda). Allenby ve İngiliz kuvvetlerinin harekatını gösteren harita (altta sağda).

92 ATLAS TARİH

Kudüs’teki Osmanlı hakimiyeti yeterince savunma yapılmadan 8 Aralık 1917 gecesi sona erdi. taarruzları gibi İtilaf devletlerini olumsuz etkileyen olaylarla aynı dönemde gerçekleşmiş ve İngilizlerin morallerini yükseltmişti. Batı Cephesi’nde General Haig komutasındaki İngiliz-Kanada-Anzak ordusu adı daha önce pek bilinmeyen Passchendaele adlı Belçika köyünü dört kilometre ilerleyip dört ayda ele geçirebilirken İngiliz Mısır Seferi Kuvvetleri aynı sürede neredeyse Filistin’in yarısını Kudüs dahil işgal etmişti. Başta çok daha dikkatli dil kullanılırken Kudüs düşünce özellikle İngiliz gazeteleri “Haçlı” ifadelerini daha sık gündeme getirmişlerdi. Allenby ilk Haçlı Seferi’nde Kudüs’ü alan Godfroi Boullion’a benzetildi. Aslan Yürekli Richard’ın Kudüs’e bir tepeden bakan “rüyam gerçek oldu” karikatürleri yayınlanmıştı. Daily Telegraph Allenby’yi “Richard’ın yapamadığını yaptı” diye övdü. Allenby’nin de inançlı bir Hıristiyan olduğu adına Kutsal Kitap’ta geçen Megiddo ifadesini sonradan eklettiği biliniyor. 11 Aralık 1917 günü General Allenby Yafa Kapısı’ndan daha önce planlandığı gibi yaya olarak aralarında Arabis-


tanlı Lawrence, Ronald Storrs, Fransız temsilci George Picot gibi Ortadoğu’nun kaderinde rol oynayan kişilerin de bulunduğu maiyetiyle birlikte halkın sevinç gösterileri arasında Kudüs’e girerken Kudüslü Wasıf Cevheriyye günlüğüne şu notları düşüyordu: “Doğrusunu söylemek gerekirse ailemiz için neşeli bir tatildi. Çünkü Britanyalılar gelmiş ve Arap halkı zalim Türklerin kâbusundan kurtulmuştu. Hele ki savaş sırasında çektiğimiz acılardan, yaşadığımız kıtlıklar, hastalıklar ve bilhassa ülkenin dört bir yanına yayılmış tifüsten sonra daha iyi bir gelecek için hepimizin umutları vardı.” Aynı günün akşamı verilen kutlama yemeğinde Kudüs’ün sivil idaresinin Fransızlara kalması gerektiğini söyleyen ünlü Sykes-Picot Anlaşması’nın mimarlarından George Picot’ya Allenby sinirlenecek, şehrin kendi askeri valileri tarafından yönetileceğini öfkeyle belirtecekti. Fransızlardan nefret eden Lawrence bunu büyük bir keyifle anlatır. Tarihçi Roberto Mazza’nın belirttiğine göre Alman ve Avusturya basını Kudüs’ün kaybının askeri açıdan önemsizliğini vurgulamıştı. Frankfurter Zeitung İngiliz ordusunun askeri başarısının hiçbir siyasi değeri olmadığını yazarken Neue Freie Presse, “üzüntü verici olsa da mücadelenin seyrini değiştirmeyecek” şeklinde moral verici bir yorum yapmıştı. Osmanlı basını ise sessiz kalmayı tercih etmişti.

Osmanlı’yı sona yaklaştıran adım Kasım 1917 aslında özellikle Filistin Cephesi’nde Osmanlı İmparatorluğu için sonun başlangıcıydı. Bu ayda ne gibi olumsuz gelişmeler olabileceği cephedeki Türk ve Alman üst düzey komutanlar tarafından çok daha önceden rapor edilse de Enver Paşa yönetimindeki Osmanlı genelkurmayı gerekli tedbirleri zamanında almamış, Filistin önlerine dayanan Allenby komutasındaki Britanya ordusuna bağlı Mısır Seferi Kuvvetleri’nin 31 Ekim 1917’de Birüssebi üzerindeki saldırısı durdurulamamıştı. Osmanlı Yıldırım Ordular Grubu’nun kuruluşunun; Galiçya ve Romanya’daki birliklerin ve Alman Asya Kolordusu’nun intikalinin çok gecikmesinin yanında Falkenhayn Paşa ile Cemal Paşa arasındaki kriz ve giderek artan firar olaylarının da hezimette payı olsa gerektir. Hataların sonucu da Kudüs’ün elden çıkmasına yol açan süreçtir. Birüssebi Muharebesi’nin gerçekleştiği 31 Ekim 1917 ile Kudüs’ün düştüğü tarih olan 9 Aralık 1917’ye kadar olan sürede Osmanlı tarafı 23 bin (ölü, yaralı, esir, kayıp), İngilizler ise 18 bin askerini kaybetmişti. İşin diğer acı bir yönü de Filistin’de ölen binlerce Osmanlı askerinin “gözden ırak olan” misali müstakil bir şehitliklerinin olmamasıdır l

Kudüs’ün düşüşüyle ilgili efsaneler Arap bir tarihçi “Kudüs tarihinden efsaneleri çıkarın, geriye bir şey kalmaz” demiş. Gerçekten de Kudüs’ün kaybıyla ilgili efsaneler günümüzde bile ağızdan ağıza dolaşıyor. “Mehmet Akif Viyana’da kiliseden çan sesleri duymuş” İddiaya göre ünlü şair Mehmet Akif Viyana’da kiliselerden çan sesleri duymuş, halkın sevinçle düşmanları İngiltere’nin Kudüs’ün Osmanlılardan alışını kutladıklarını öğrenmişti. Mithat Cemal Kuntay’ın anılarında yer alan Akif’in milliyetçiliği konusunda bir diyalogdan yola çıkarak örnek verme amacını taşıyan bu iddia tetkike muhtaç. Öncelikle Mehmet Akif Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’ya ve Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak Arabistan’a gitmişti. Safahat’ında da bunu şiirleriyle anlatıyor. 1917 Aralık ayında Viyana’da olması söz konusu değil. Akif gibi bir şairin böyle bir olayı manzum hale dökmemesi zaten düşünülemezdi. İkincisi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun özellikle topçu birliklerinin Filistin’de olduğu ve Osmanlı askeriyle birlikte çarpıştığı hatırlanmalı. Avusturyalı askeri ateşe J. Pomiankowski’nin de anlattığı gibi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bölgedeki Katoliklerin hamisi olarak savaş sonrasına dair planları vardı. Kudüs’ün düşmesine, hele hele Protestan bir ülkenin eline geçmesine devlet politikası olarak Avusturyalıların sevinmesi söz konusu değildi.

“Kudüs’ü Alman komutanlar savaşmadan teslim ettiler” “Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” ifadesinin başka bir versiyonu olan bu iddia da asılsız. Bunda belki de Von Papen’in anılarında Falkenhayn’ı Kudüs’ü boşaltmaya ikna etmeye çalışmasının, ancak Falkenhayn’ın “ben Verdun’den sonra böyle bir yenilgiyi kabullenemem” demesinin de rolü olsa gerektir. Türk resmi tarihi raporları incelendiğinde Kudüs’ün boşaltılmasına en fazla Falkenhayn’ın karşı olduğu ortaya çıkıyor. 14 Kasım’da Enver Paşa ile görüşme yapılmış, Kudüs’ün tarihi önemi dolayısıyla gerekirse şehrin boşaltılabileceği gündeme gelmişti. 20. Kolordu komutanı Ali Fuat Bey (Cebesoy) ve 7. Ordu komutanı Fevzi Paşa’nın (Çakmak) Kudüs’ü savunma sorumluluğunu pek almak istemedikleri anlaşılıyor. Ali Fuat Bey muhtemelen yeni bir Yanya kuşatması yaşamak istemiyordu. Fahri Belen ve Hüseyin Hüsnü (Erkilet) bu gerçeği teslim etmektedirler. Zaten Fevzi Paşa günlüğünde Kudüs’ün boşaltılma emrini kendisinin verdiğini yazar.

“Allenby Selahaddin’in mezarını tekmeledi!” İddia o ki General Allenby Kudüs’e girince Selahaddin Eyyubi’nin mezarına gidip sandukasını tekmelemiş, “Kalk Selahaddin, ben geldim! demiş. Bu uydurmanın yakın zamana kadar ülkenin bazı akademisyenleri tarafından bile seslendirilmesi hayret vericidir. Britanya Hükümeti’nin Haçlı Seferi çağrışımlarının resmi olarak gündeme gelmemesi için nasıl uğraştığını anlatmıştık. Allenby’nin şehrin içerisinde nasıl davranacağı en ince ayrıntısına kadar planlıydı. Çok daha önemlisi Selahaddin Eyyubi’nin mezarı Kudüs’te değil, Şam’dadır!

ATLAS TARİH 93


Sivas Kongresi’nin toplu fotoğrafında meşhur gazeteci Ahmet Rasim’in oğlu Mazlum Rasim’in de bulunduğunu pek az kişi bilir. Mazlum Rasim Bey, Sivas Kongresi’nin güvenliğinden sorumlu olmanın yanı sıra Kayseri’de yayımladığı Adana’ya Doğru gazetesiyle Milli Mücadele’ye destek veren isimlerden biriydi. Gazanfer İbar gazanfer.ibar@gmail.com

94 ATLAS TARİH


Sivas Kongresi’ne katılanlar ve Heyeti Temsiliye, Sivas Lisesi binasının önünde. Ön sıra soldan sağa; Rauf Bey, Şeyh Hacı Fevzi, Mustafa Kemal, Kadı Hasbi Efendi, Bekir Sami Bey, Ahmet Rüstem Bey, Hüsrev Sami Bey, Mazhar Müfit Bey. Arka sırada Hami Danişmend, Recep Zühtü, Ruşen Eşref, Hüsrev Gerede, Nizamettin Bey, Küçük Ethem ve Muzaffer Kılıç görülüyor. Daire içinde görülen ise yazar Ahmet Rasim’in oğlu Mazlum Rasim (Can) Bey’dir.

Ahmet Rasim’in oğlu Mazlum Rasim’in Kuvvacı gazetesi

Adana’ya Doğru

ATLAS TARİH 95


M

azlum Rasim Can ünlü yazarlarımızdan Ahmet Rasim’in oğludur. Böyle ünlü bir edibin oğlu olması ve Milli Mücadele’de Mustafa Kemal’in yanında önemli görevler yapmasına karşın tarihin karanlık sayfalarında unutulmuş bir kişidir. Ancak eski siyah beyaz fotoğraflar tarihin en önemli tanıklıklarıdır. Nitekim Sivas Kongresi’nin solgun fotoğrafları kendisini hatırlamamıza vesile oldu. Mazlum Rasim Bey’i Sivas Kongresi sırasında Mustafa Kemal’in yanında, onun muhafızı ve yakın hizmetlerinde bulunan şahıs olarak görmekteyiz. Sivas Kongresi güvenliğinden Mazlum Rasim sorumluydu. Kayseri delegeleri, biraz geç kalmış olarak kongreye katıldıklarında, onları alıp Atatürk’e takdim eden Mazlum Rasim olmuştu. Mazlum Rasim Bey eczacılık tahsili yapmış, Milli Mücadele yıllarında askerliğini, Kayseri İdadisi’nde yedek subay (ihtiyat zabiti) olarak yerine getirmiş ve “Ulumu Tabiiye” (fizik) öğretmenliği yapmıştı, dolayısıyla Kay-

Mustafa Kemal’e suikastin planlandığı Sivas Kongresi’nin güvenliğini Mazlum Rasim sağladı. seri’yi gayet iyi biliyordu. Sivas’a gelmeden önce 1918 yılında Konya’da emniyet müdürlüğü yaptığına dair bilgiler de vardır. Mazlum Rasim’in Sivas Kongresi’nin güvenliğinden sorumlu olduğu görevin hassasiyeti, İngilizlerin ve İstanbul hükümetinin kongreyi dağıtmak, Mustafa Kemal’i yakalamak veya ortadan kaldırmak için giriştikleri hareketten anlaşılabilir. Çünkü sadrazam Damat Ferit Paşa, bu amaçla eski Harput valisi Ali Galip Bey’i Sivas valisi olarak atamış ve ondan Malatya’da toplayacağı kuvvetlerle Sivas’ta Mustafa Kemal ve yanındakileri tutuklamasını ve İstanbul’a göndermesini istemişti. Aynı dönemde İngiliz istihbarat subayı binbaşı Edward W. C. Noel de Kürt aşiretlerinden topladığı bir grup ile Malatya’ya geldi. Binbaşı Noel’in elinde dahiliye nazırı Adil Bey’in verdiği, postanelerden şifreli telgraf gönderme yetkisi de bulunuyordu. Sivas’ta bu gelişmeleri takip eden Mustafa Kemal İngiliz binbaşı Noel ve Ali Galip Bey’in yakalanması için Kılıç Ali ve Hüsrev beyleri görevlendirdi. Bu durum üzerine Ali Galip, yanına Malatya mutasarrıfı Halil Rahmi’yi de alarak Halep’e kaçtı. Binbaşı Noel de 10 Eylül 1919’da Malatya’yı terk ederek Halep’e gitti.

Savaştan dönen yedek subaylar Sivas Kongresi’nin tamamlanmasının ardından Mustafa Kemal’in direktifleriyle, Kayseri’ye dönen Mazlum Rasim, İhtiyat Zabitan Teavün Cemiyeti başkanlığına seçildi. Kendisi bize bu olayı şöyle anlatıyor: “Sivas Kongresi hitama erip de Temsil Heyeti seçildiği günün ferdasında her sabah mutat ziyaretlerimin sonunu Mustafa Kemal Paşa’ya yaparak veda ettim. ‘Niçin ayrılıyorsunuz’, dediler. ‘Heyeti Temsiliye seçildi, murahhaslar mıntıkalarına avdete başladılar, ben de Kayseri’ye giderek hizmete başlamak istiyorum’ diye arz ettim. ‘Kayseri benim feyz aldığım mıntıkadır. İlk memuriyetim burada başlamıştır. İdadi muallimi olarak hizmet etmiştim. Talebelerim oradadırlar. Halen de ihtiyat zabitidirler. Muhiti iyi tanırım. Hizmet için de en iyi saha benim için orasıdır’ 22 Aralık 1919 tarihli Adana’ya Doğru gazetesinde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kayseri’ye gelişi ve Sivas Kongresi hazırlıklarıyla ilgili bir haber yer alıyor (solda).

96 ATLAS TARİH


Heyeti Temsiliye’yi Kayseri’de süvari birliği karşıladı dana’ya Doğru gazetesinin ilk sayısında yer alan başlıklardan “Heyeti Temsiliye Kayseri’de” şu bilgilerle başlıyordu: “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi evvelki gün (saat) alaturka on iki raddelerinde Kayserimize teşrif etmişlerdir. Halk saat sekizden itibaren Sivas yolu üzerinde fevc fevc (gurup gurup) toplanmaya başlamıştı. Memurin-i devlet, cihet-i askeriye, bilumum İslam ve Hıristiyan mektep talebeleri, sırasıyla gelerek mahalli mahsusalarında yerlerini aldılar. Bu sırada sayıları yüz elliyi mütecaviz Kayseri milli süvari kuvvetleri Heyet-i Temsiliye’yi Kumalı Hanı’ndan istikbal için hareket etmişlerdi. Kayserimizin hamiyetkâr esnaf cemiyetleri saf saf müstakbelin (geleceklerin) hizalarında bulunmakta idiler. Bilhassa Debbağiler Cemiyeti (tabak esnafı) kendilerine mahsus olan ve yerlerine ait bulunan mukaddes bayraklarıyla gelmişler ve tekbir alarak kurbanlık getirmişlerdi. En başta memleketimizin ulemalarından Hacı Kasım Efendi Hazretleri’yle ulema-yı muhterem sair bulunuyorlardı. Karşı hizada cihet-i askeriye, müteakiben elliyi aşan İhtiyat Zabitan Cemiyeti, Müdafaa-i Hukuk Heyeti Merkeziyesi, eşraf-ı belde, matbuat erkânı, Hıristiyan muteberatı safları teşekkül etmişlerdi. Şehirden Çifte

A

Kümbetler’e kadar karşılama merasimine gelen ahali on bini mütecavizdi. Şehre girilecek mahalden hükümet dairesine kadar sokaklar al bayraklarımızla tezyin edilmiş ve evlerin damları kız erkek çoluk-çocuklarla hıncahınç dolmuştu.” Bu hazırlıkların yaşandığı Kayseri’ye giden Mustafa Kemal ve arkadaşları (Rauf (Orbay) Bey, Ahmet Rüstem Bey, Mazhar Müfit (Kansu) Bey, Hüsrev (Gerede) Bey, Hakkı (Behiç) Bey) şehre on kilometre uzakta, Çifte Kümbetler

diye maruzatımı yaptım. Muvafık (uygun) buldular. O gün Ruşen Eşref ile hareket ettik. Kayseri’ye muvasalat ettiğim (vardığım) gün, Ahmet Hilmi Kalaç ile buluştuk. Onun evinde barındım. Adana’ya Doğru diye bir gazete çıkarmayı beraberce kararlaştırdık. O da Erciyes gazetesini çıkarmakta idi. Talebelerim olan gençler beni İhtiyat Zabitan Cemiyeti riyasetine getirdiler.” İhtiyat Zabitan Teavün Cemiyeti Kayseri’de harpten dönen ihtiyat zabitleri tarafından kurulmuştu. Cemiyetin ilk başkanı Osman Coşkun idi. Keçikapı’da merkezi bulunan cemiyette sık sık toplantılar yapılır, memleket meseleleri görüşülürdü. Cemiyetin elliye yakın üyesi bulunuyordu.

Adana’ya Doğru’da Milli Mücadele İhtiyat Zabitan Teavün Cemiyeti reisi Mazlum Rasim, 1919 yılı Ekim ayında Sivas’tan Kayseri’ye geldi ve haftalık olarak yayımlanan Adana’ya Doğru gazetesini çıkarmaya

mevkiinde karşılandı. Heyet Mazlum Rasim Bey’in başkanlığındaki İhtiyat Zabitan Cemiyeti’ni de ziyaret etti. Mazlum Rasim Bey ve Mustafa Kemal Paşa burada birer konuşma yaptılar ayrıca Heyeti Temsiliye üyeleri ve Kayseri ileri gelenleri ile birlikte fotoğraf çektirdiler. Heyeti Temsiliye Kayseri’de iki gece kaldı. Daha sonra Ankara’ya uğurlandı.

(Fotoğrafta, Heyeti Temsiliye, Ankara’ya giderken iki gece kaldığı Kayseri’de görülüyor.)

başladı. Gazete güney bölgesindeki Fransız kuvvetleri ve onlara bağlı Ermeni çetelerin faaliyetlerine karşı halkı uyarıcı propaganda yayınlarında bulunmak amacını taşıyordu. Gazete isim olarak Balıkesir’de çıkan İzmir’e Doğru ve İstanbul’a Doğru gazetelerini hatırlatıyordu (Atlas Tarih, Şubat-Mart 2017, Sayı 45). Gazetenin Milli Mücadele dönemindeki faaliyetlerini, Kayseri’nin ilk gazetelerinden Erciyes’i çıkaran Ahmet Hilmi Kalaç (1888-1966) 1960 yılında yayımladığı Kendi Kitabım adlı eserinde şöyle anlatıyor: “Ekim ayının içinde Mazlum Rasim Sivas’tan Kayseri’ye geldi. Her gün beraber bulunuyor, beraber çalışıyorduk. Keçikapı’da İhtiyat Zabitleri Cemiyeti’nin bir merkezi vardı. Burada sık sık toplantılar oluyor, memleket işleri görüşülüyordu. Mazlum da yedek subaydı. Kayseri İdadisi’nde muallimliği zamanından genç zabitleri tanıyor, sempatilerini kazanmış bulunuyordu. O da bir gazete çıkarmaya karar verdi. ATLAS TARİH 97


Gazetesine Adana’ya Doğru ismi verildi. Vilayet matbaası birkaç nüsha bastıktan sonra, nasıl bir hava esti bilmiyorum, Adana’ya Doğru gazetesini çıkarmaya, teşkilatın müsait olmadığını söyledi. Burada o vaktin karakteristik bir hadisesini zikredeyim: Mazlum gazetesini çıkarmak için matbaaya geldiği zaman, matbaa müdürü muallim Halis Zeki ile karşılaşır. Müdür, Adana’ya Doğru gazetesini basamayacaklarını söyler. Mazlum derhal tabancasını gösterir. ‘Ya gazete çıkacak, veya bu tabanca beyninizde patlayacak’ der. Silah oyununu hiç sevmeyen rahmetli Halis, can havli ile dışarıya fırlar, soluğu polis komiserliğinde alır. Matbaaya gelmek üzere o sırada Kapıaltı’ndan

98 ATLAS TARİH

Tarih 13 Eylül 1337 (1921). Kayseri halkı Sakarya Zaferi’nin kazanılmasının ardından yapılan töreni ve konuşmaları dinliyor (üstte). Milli Mücadele yıllarında Kayseri (altta). Ahmet Rasim ve oğlu Mazlum (karşı sayfada üstte).

polis dairesinin önünden geçiyordum. Meseleye muttali olunca, Halis Bey’in ağabeysi olan komiser muavini Kemal Bey’i gördüm. O da Mazlum’u yakından tanırdı. Beraber matbaaya geldik, iki tarafı teskin ettik. Meseleye bir şaka mahiyeti vererek orada kapattık. Mazlum’un azmi kırılmadı. Gazeteyi şapoğrafla teksirinde, genç yedek subayların yardım ve gayretleri büyük olmuştur.” Kayseri Basın Tarihi (1910-1960) adlı kitabın yazarı Ali Rıza Önder, 1964 yılında Kalaç’ı Ankara’daki evinde ziyaret ederek Adana’ya Doğru gazetesinin kaç sayı çıktığını sordu. Kalaç bu soruyu, “Vilayet Basımevi’de basılanların iki, şapoğrafla basılanların ise dört sayı olduğunu sanıyorum” şeklinde cevapladı. 1966 yılında Önder bu kez Mazlum Rasim’e gazetenin sayılarının kendisinde bulunup bulunmadığını sordu, ancak cevap olumsuzdu: “Adana’ya Doğru gazetesini evvela matbaada neşretmeye başladık. Neşriyatımızın hedefi, Adana’daki Fransız işgal kuvvetleriyle birleşmiş olan müntakim Ermenilere karşı yazılar yazıyordum. Vaktin mutasarrıfı olan ebleh bir mutasarrıf matbaada gazetemin neşrini men etti. Bu hadise üzerine mücadele ettim. Nihayet askeri dairenin


şapoğrafını İhtiyat Zabitan Cemiyeti’ne alarak gençler gazetemin neşrine hizmetkâr oldular. Bu neşriyattan elde tek nüsha dahi bulamadım.” Milli Kütüphane’de gazetenin sadece 22 Birinci Kanun 1335 tarihli birinci sayısı mevcut. Künye bilgileri şöyle: Cumartesi günleri neşrolunur Türk gazetesi. Sahib-i İmtiyaz ve Muharriri: Mazlum Rasim. Müdür-i Mesul: Mazlum. Kayseri (Haftalık). Bir yaprak ve iki sahifeden ibaret gazetenin mevcut ilk sayısında “İslam İmparatorluğunun İstikbali”, “Kayserimizde”, “Haçin’de Ermeni Fransız Mezalimi”, “Heyeti Temsiliye Kayseri’de”, “Gülek Boğazı’ndaki Mezalim”, “Adana Ahvali” ve “Aldanıyor muyuz” başlıklı haber ve makaleler yer alıyordu. “Aldanıyor muyuz” adlı uzunca makaleyi Ahmet Hilmi Bey yazmıştı. Bu makalede Haçin’den (Saimbeyli) bahisle Türk olmayan unsurların tarihi hata içinde olduklarınden bahsediliyordu. Gazete özel muhabirinin güneyden gönderdiği mektuba istinaden “Adana Ahvali” başlığı altındaki yazıda da durumun gün geçtikçe kötüye gittiğini bildiliriyor ve şöyle devam ediyordu: “…Her gün otuz kişi en adi bahanelerle kurşuna dizilmektedir… Gün geçmiyor ki, beş on Müslüman şüphe üzerine tevkif ve idam edilmesin.” “Haçin’de Ermeni Fransız Mezalimi” başlıklı yazıda da “Haçin’de ika edilen mezalim daha şedidane ve sefilanedir” denilerek Fransız askerlerinin yaptığı taşkınlıklar anlatılıyordu.

Mazlum Rasim Kuvayı Milliye’de Mazlum Rasim, Kuvayı Milliye’ye katılışını Ali Rıza Önder’e 1966 yılında yazdığı bir mektupta şöyle anlatıyor: “Maraş müdafaası başladığı sırada da Develi tarikiyle Haçin mıntıkasına geçerek Kuvayı Milliye harekâtına binnefs katılarak evvela Haçin’i, müteakiben de Şar denilen Ermeni köyünü muhasara ederek hizmette bulundum.” Mazlum Rasim’in cephede, arkadaşı İhtiyat Zabitan Cemiyeti ilk başkanı Osman Coşkun ile beraber bizzat silahla mücadele ettiğini biliyoruz. Osman Coşkun daha sonra Saimbeyli kaymakamı ve 1932 yılında Kayseri milletvekili olacaktı. Hatıratında Mazlum Rasim’le ilgili şunları yazıyordu: “Mazlum Bey, ünlü edebiyatçı ve yazar Ahmet Rasim Bey’in oğludur. Eczacılık Okulu’ndan mezundur. Kayseri Lisesi’nde hocalık yapmıştır. Kendisi de ihtiyat zabitidir. Umumi Harp’te Rauf Bey’in komutasında İran Sefer Gücü’ne katılmıştı.” Aynı hatırattan devamla Mazlum Bey Kilikya Cephesi’nde komutana şunları söylüyordu: “Uygun göreceğiniz ve emredeceğiniz bir vazifeyi kıvançla kabul edeceğim. Vazife vermezseniz bir silah edinerek çetelerin arasına karışacağım. (Kayseri’ye) Dönmeyeceğim. Benim hiçbir

“Babamın muharrir olması yüzünden ailece neler çektik?” Mazlum Rasim Can, babası Ahmet Rasim’in yüzünden ailesiyle zor günler geçirmiş. 1926 tarihli Resimli Perşembe dergisinde çocukluk yıllarında Beyoğlu sokaklarında babasını aradığı günü şöyle anlatıyor: “Galata’daki bakkala uğradım, yok. Bir rivayet adada imiş. Yüksek Kaldırım’dan çıkarak rast geldiğim birahanelere girip çıktım. Zove’yi (Posta Sokağı’ndaki Alman meyhanesi) duyardım. Alman Birahanesi diye soruştura soruştura onu da buldum.. Rasim Bey’in oğluyum diye dikkatle baktı, oturttu. Düşünmeye başladı. Çok yorulmuştum. Yani bu oturuştan memnundum, tabanlarım yanıyor, buram buram ter döküyordum. Mendilim simsiyahtı. Onu da utana utana çıkarıp başımı çevirir gibi yaparak siliniyordum. Karnımın aç olup olmadığını sordu: içimden Allah taksiratımı affeder inşallah diyerek aç değilim diye bir de yemin ettim. Hakikaten de tıkanmıştım. Açlık diye bir şey duymuyordum. Buraya gelinceye kadar az çeşme suyu içmemiştim. Kalktım “Adiyö” deyip fırladım, Beyoğlu sokaklarında kararsız şaşkın bir şekilde kalmıştım. Ne yapacaktım. Ümitlerim sönmüş gibiydi. Bir kere izini bulabilsem, hiç olmazsa birkaç gün evvel ‘şurada görmüştüm’ diyen biri bulunsa diye aklımdan büyük türlü hayaller geçiyordu. Acaba kaçtı mı? Annemin bu sözü içimi kemiriyor. Deliriyor gibiyim, şu tarafa doğru gitsem Allah büyüktür. Belki babama rast gelirim diyorum ve gidiyorum. Taksim’e kadar yürümüşüm Ne olur? Ona benzeyen birini görsem.”

yerle bağlantım yoktur. Evsiz bir adam olduğumu siz de bilirsiniz.” Mazlum Bey’in üzerinde koyu gri renk elbise vardı. Üstüne aynı renge yakın ince bir pardösü giymişti. Üşüdüğü belliydi. Pardösünün yakasını kaldırmıştı. Mazlum Bey çetecilerin başına verildi. Mağara nahiyesinin Kayarcık Köyü’ne karargâh kurdu. Mazlum Rasim cumhuriyet kurulduktan sonra bir süre Kızılay Müfettişliği yaptı. Can soyadını aldı. Hayatının son yıllarında ise Adapazarı’nda Merkez Eczanesi mesul müdürü olarak çalıştı. Ancak kaç yılında öldüğü ve mezarının nerede olduğu konusunda maalesef hiçbir bilgiye sahip değiliz. Adapazarı Valiliği ve Merkez Eczanesi üzerinden yapılan çalışmalar bugüne kadar sonuçsuz kalmış görünüyor l

Bibliyografya • • • • • • •

Ali Rıza Önder, Kayseri Basın Tarihi (1910-1960), Kayseri İşçi Kredi Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1972. Ahmet Hilmi Kalaç, Kendi Kitabım, Yeni Matbaa, Kayseri 1960. Zübeyir Kars, Milli Mücadelede Kayseri, Kültür Bakanlığı, Ankara 1993. Ömer Çelebi, Atatürk Kayseri’de, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1973. Osman Coşkun, İkinci Ergenekon, Gita Yayınları, Kayseri 1966. Selahattin Tansel, “Mondros’tan Mudanya’ya Kadar” Kemal Arıburnu, Sivas Kongresi,”Samsun’dan Ankara’ya Kadar Olaylar ve Anılarla”

ATLAS TARİH 99


İstanbul’dan Hemingway’e kalanlar 100 ATLAS TARİH


Büyük Taarruz’un zaferle sonuçlanmasının ardından hem Avrupa, hem de Amerika’da Türkiye’deki gelişmeler merak konusu oluyordu. 29 Eylül 1922 günü İstanbul’a gelen yazar Ernest Hemingway de, gözlemlerini The Toronto Daily Star gazetesinde yayımlayacaktı. Emrah Sayar emrahsayar3@gmail.com

Ernest Hemingway’in (sağda), The Toronto Daily Star gazetesi muhabiri olarak geldiği yıllarda İstanbul ve ilk gününde geçtiği Galata Köprüsü (solda).

Ağustos 1922 Cumartesi günü başlayan Büyük Taarruz, 30 Ağustos Çarşamba günü Türk ordusunun kesin zaferiyle sonuçlanmıştı. Anadolu topraklarında kazanılan askeri başarı bölge coğrafyasını yakından ilgilendirdiği kadar tüm dünyanın gözlerini derinlemesine bu büyük başarıya çevrilmesini sağlamıştı. Harp sahasında yakalanan kazanımların somutlaştırılması diplomatik arenada da gösterilecek başarılı politikaya bağlıydı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti’nin yayın organı

26

ATLAS TARİH 101


ödüllü yazarlardan biri olan Ernest Hemingway, 62 yıllık yaşamı boyunca ortaya koyduğu eserleriyle birçok insanın yaşamına konuk oldu ve olmaya da devam ediyor. Basit, sade ve direkt tümceleri ile kendine has bir karakter ortaya koyan Hemingway’in bu üslubu erken yaşlarda tanıştığı muhabir kimliğinden kendisine kalan bir tarzdı. Dönemin edebiyatında kullanılan uzun tümcelerin aksine, kısa ve öz cümle anlatımları ile farklı yazı dilini benimseyen Hemingway, sadece yazılarıyla değil, sansasyonel yaşamıyla da adından söz ettirmekteydi. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerikalı yazar Gertrude Stein tarafından dillendirilen ve Hemingway tarafından popülerleştirilen bir kavram olan “kayıp kuşağın” (lost generation) temsilcisi olarak kendini tanımlıyordu yazar. İlk eşi olan Elizabeth Hadley Richardson ile 1921 yılında Paris’e taşınmıştı. Paris’te kaldığı dönem içerisinde kayıp kuşağın önde gelen temsilcileri olan Ezra Pound, Picasso ve James Joyce ile birlikte geçirdiği dönem Hemingway’in yazar olarak gelişiminin merkezini oluşturmuştu.

İstanbul’a doğru yola çıkıyor Ernest Hemingway’in 9 Ekim 1922 tarihinde The Toronto Daily Star gazetesinde yayımlanan yazısı (üstte). Yazarın külliyatı ve Amerika’da dört ayrı müzeye dağılmış arşivi kapsamında yapılan çalışmalarda Hemingway’in İstanbul’da çekilmiş hiçbir fotoğrafına rastlanmadı.

olan ve Milli Mücadele’nin sözcüsü olması bakımından önemli bir yere sahip Hâkimiyet-i Milliye gazetesi kazanılan bu büyük başarıyı manşetinden okuyucularına aktarıyordu. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin önemli yazarlarından Ruşen Eşref, 30 Ağustos tarihinde kaleme aldığı kıvanç dolu yazısının başlığını “Vatan Gülüyor” diye atıyordu. Günlük ve haftalık olarak yayımlanan, Milli Mücadele’yi destekleyen veya desteklemeyen ülkemizdeki yayın organları gibi uluslararası basın kuruluşları da gelişmeleri yakından takip etmekteydi. Amerikalı gazeteci ve yazar Ernest Hemingway hem Anadolu’daki durumu kavrayabilmek, hem de Türk-Yunan Savaşı’nın gidişatına ilişkin gelişmeleri çalışanı olduğu Kanada merkezli Toronto Daily Star gazetesine ve uluslararası haber ajansına kaleme almak amacıyla İstanbul’a doğru yola çıkıyordu. Toronto Daily Star gazetesini temsilen İstanbul’a geliyor olması muhabir kimliği sayesinde Hemingway’e rahat hareket etme imkânı sağlıyor, resmi makamlarla ve resmi toplantılarda bulunabilmesine kapı aralıyordu. Bu dönemde İstanbul İtilaf Devletleri tarafından işgal altındaydı. Kaleme aldığı roman ve kısa öykülerle ünü tüm dünyayı saran, 20. yüzyıla damgasını vurmuş en önemli Nobel

102 ATLAS TARİH

Hemingway, İstanbul’a doğru yola çıkmadan önce 24 Eylül akşamında Paris’te yakın arkadaşları ile birlikte boks maçını izlemeye gitti. Ertesi sabah ise Simplon Orient Express ile uzun yolculuğu başladı. Bu yolculuk boyunca elinden kitabını eksik etmiyor, trenin restoran bölümünde de bolca vakit geçiriyordu. Tren, Milano Garı’nda bir mola verdi. Ardından yola koyularak 27 Eylül tarihinde Sofya şehrine ulaştı. Hemingway, Sofya tren garından yakın arkadaşı yazar Gertrude Stein’a çektiği telgrafta Yunanistan Kralı I. Constantine’in tahtan çekildiğini bildirdi. Yazarın ileriki zaman diliminde kaleme alacağı öykü ve romanlarında önemli bir yere sahip olacak olan İstanbul ziyareti Paris’teki Gare de l’Est tren garından kalkan Simplon Orient Express’in, 29 Eylül 1922 Cuma günü Sirkeci Garı’na öğle saatlerinde varması ile başladı. Simplon Orient Express, yolcularını A noktasından B noktasına dönemin şartları çerçevesinde mümkün olan en kısa zamanda taşımanın yanında konuklarına bölge coğrafyasının kültürel mirasını yakından gözlemleme imkânı da sunuyordu. Hemingway bu yolculuk öncesi Avrupa’da yayımlanan süreli yayınlardan dönemin Anadolu coğrafyasına ilişkin haberleri yakından takip ediyordu. Paris’te birlikte zaman geçirdiği “kayıp nesil” olarak adlandırılan kuşağın temsilcileri ile birlikte Anadolu’nun geleceği üzerine fikir üretiyor ve uzun sohbetlerde bulunuyordu. Hemingway gibi kayıp neslin önemli karakterlerinden biri olan Amerikalı yazar John Roderigo Dos Passos, daha önce İstanbul’u ziyaret etmişti. Passos İzmir’i Yunanlıların


yaktığını ileri sürüyor, Hemingway ise Türklerin şehri ateşe verdiklerini söylüyordu. Uzun İstanbul yolculuğu öncesi ilk eşi Elizabeth Hadley Richardson, Hemingway’i Paris’ten yolcu etmesine karşın, yazarın İstanbul’a gitmesini hiç istemiyordu. Hemingway ve eşi Hadley yolculuk öncesi bu konu hakkında uzun tartışmalar yaşamalarına karşın Hemingway geri adım atmadı ve İstanbul’daki görevini yerine getirmek üzere yola koyuldu. İstanbul ve Trakya bölgesinde yaşayacağı tecrübe, yaşamına başka perspektifte bakış açıları kazandıracak ve gözlemlerde bulunmasına imkân sağlayacaktı. Bu dönemdeki gazetecilik deneyimini ileriki zaman diliminde savaş muhabiri unvanı ile tanımlayacaktı. Hemingway’in İstanbul ziyareti aynı zamanda Mustafa Kemal’in İtilaf Devletleri temsilcileri ile görüşmeyi kabul ettiği tarihe denk geliyordu. Ernest Hemingway, 29 Eylül 1922 Cuma günü Sirkeci Garı’na varmasının ardından Galata Köprüsü üzerinden Yüksekkaldırım’ı takip ederek kalacağı Hotel de Londres’a yerleşti. Bu dönemde Galata Köprüsü’nden geçişler ücretli idi ve bu geçiş ücreti konusunu editörüne yazdığı ve harcamalarının yer aldığı mektupta da dile getiriyordu. Harcamaların yer aldığı bu mektuplarda sadece bir defa

Galata Köprüsü geçiş ücreti yer alıyordu. Bu da şunu gösteriyordu ki, Hemingway sadece bir defa Galata Köprüsü’nden geçmişti. Bu dönemde Galata Köprüsü’nden yayalar 5 para karşılığında, sırtı yüklü insanlar 10 para, at arabaları ise 100 para karşılığında aldıkları köprü müruriyesi şehremanetiyle iki yaka arasında geçiş yapabiliyorlardı. Ücretler, köprünün karaya yakın kısımlarında ayakta duran beyaz üniformalı memurlar tarafından alınıyordu. İstanbul’un kalbi Pera’da atıyor, ticari koşuşturmaya bağlı olarak Karaköy ve Eminönü civarının yoğunluğu gözden kaçmıyordu. Şehrin çok kültürlü yaşamına tanık olmak

Hemingway, Sirkeci Garı’na varmasının ardından Galata Köprüsü üzerinden geçip oteline yerleşti.

Ernest Hemingway dönemin çok renkli gece hayatında da boy gösteriyordu (altta). İstanbul’un sosyal hayatının yoğun olduğu Pera, Tünel Meydanı (altta sağda).

hiç de zor bir olgu değildi. Sokaklarda ticari müesseseler başta olmak üzere çok dilli ticarethane tabelaları gözden kaçmıyordu. İstanbul’da konakladığı 17 gecenin bir bölümünü Hotel de Londres’da geçiren Hemingway, muhabiri olduğu The Toronto Daily Star gazetesinin yazı işleri müdürü John Bone’ye yazmış olduğu mektupta Hotel de Londres’da yaşadığı haşere sorunu nedeniyle başka bir otele geçtiğini ve Montréal Oteli’nde kaldığını belirtiyordu. Hemingway’in başta özellikle Hotel de Londres’u seçmesinin en önemli sebebi otelin İngiliz Sefareti ile aynı cadde üzerinde yer alıyor olması ve o tarihlerde sefaretinde gerçekleştirilen

ATLAS TARİH 103


bilgilendirme toplantılarına yakın olabilmekti. Hemingway biyografisinde Pera bölgesinin önemini ve kendisi için stratejik konumunu 17 Temmuz 1923’te arkadaşı William Horne’a yazdığı mektupta şu şekilde anlatıyordu: “Raporlamalar, şehrin Pera bölgesiyle sınırlıydı ve düzenli brifingler İngilizler tarafından veriliyordu. Sansür memurları tek telgraf ofisini düzensiz kontrol altında tutuyorlardı. Haber telgrafının onaylanıp onaylanmayacağını öngöremiyorsunuz.”

Şehrin sosyal hayatı Pera’da Gözlem ve haber peşinde geçirdiği zamanların dışında İstanbul’da edindiği arkadaşlarıyla da bol bol zaman geçiren Hemingway, Pera’nın dönemin ünlü buluşma adresi Café de Luxembourg’a da giderek şehrin sosyal yaşamını yakından izliyor, İstanbul’da edindiği arkadaşları ile birlikte vakit geçiriyordu. Burada arkadaşlık kurduğu insanların başında işgal kuvvetlerinde görevli İngiliz subaylar gelmekteydi. En yakınlık duyduğu kişi ise İngiliz subay Charles Swe-

eny’di. Pera bölgesinde Tepebaşı’nda (Rue des Petits-Champs) kaldığı Hotel de Londres’daki odasından Müslüman mezarlığını, Galata ve Haliç’i görebiliyordu. Birkaç blok ilerisinde Avrupa ülkelerinin büyükelçilikleri, Şark Telgraf Ofisi (The Eastern Telegraph Office) bulunuyordu. Tuttuğu notlarda Pera bölgesinde sadece Café de Luxembourg ve McGill Kitapevi’nde İngilizce yayınlara ulaşabildiğini yazmaktaydı. Hemingway, Tünel Meydanı’na yakın konumda bulunan McGill Kitapevi’nden bazı günler tünel hattını kullanarak Karaköy’e iniyordu. Burada bulunan Fransız Postanesi’nden mektuplarını postalıyor ve merkez döviz bürosundan Osmanlı parası alıyordu. Yazarın yazılarında dikkat çektiği önemli bir husus şehrin kirli ve bakımsız olduğuydu. Rusya’daki savaştan kaçarak İstanbul’un dört bir yanına dağılan Rus mültecilerin yaşamlarına da yakından tanık olma fırsatı yakalayan Hemingway, daha sonra kaleme alacağı yazılarında da

Yazar, İstanbul’a yayılan Rus mültecilerin durumlarına da tanık oldu. Hemingway ve ilk eşi Elizabeth Hadley (üstte). 1920’li yıllarda İstiklal Caddesi (altta solda). Seyyahların eserlerinde bolca yer alan, İstanbul sosyal yaşamının ayrılmaz parçası sokak köpekleri (altta sağda).

104 ATLAS TARİH


bu durumdan bahsetmekteydi. Hemingway, John Bone’a 27 Ekim 1922 tarihinde kaleme aldığı mektubunda İstanbul’da yaptığı harcamalarına ilişkin şunları söylüyordu: “ İstanbul’a 29 Eylül, öğleden sonra ulaştım. Bundan sonra harcamalarımı Türk Pound’u üzerinden hesaplayacağım ki Türk Pound’unu ortalama 7 Frank olarak satın alıyorum. 100 kuruş, 1 Türk Pound’una denk geliyor. Ltq. olarak sembolize ediliyor.” O dönemde Türk lirası batı ülkelerinde pound olarak anılıyordu ve pound kelimesinin Latince karşılığı ise liraydı. Aynı mektupta 5 Ekim tarihinde arkadaşları ile birlikte Yeşilköy’de uçak meydanını ziyaret ettiğini ve burada bir yemeğe katıldığını yazmaktaydı. Hemingway, arkadaşları ile birlikte Boğaz gezilerine de çıkmaktaydı. Kimi zamanlar sabahlara kadar süren âlemlerin ardından İstanbul Boğazı üzerinden doğan güneşi seyrediyorlardı.

Gürültülü, sıcak, tepelik, kirli ve güzel İstanbul ile ilgili ilk yazısı The Toronto Daily Star gazetesinin 30 Eylül 1922 Cumartesi günkü nüshasında “British Strong Enough to Save Constantinople” (“İngilizler İstanbul’u savunabilecek kadar güçlü”) başlığıyla yayımlandı. Yazı şöyle devam ediyordu: “İstanbul; gürültülü, sıcak, tepelik, kirli ve güzel. Şehir üniformalılar ve söylentilerle dolu. İngiliz birlikleri Kemalist birliklerin saldırısını önleyecek yeterli sayıya ulaştı. İzmir’in akıbetinden dolayı şehirdeki yabancılar endişeli. Ani bir durumda yabancılar şehri terk edebilmek için haftalar sonrasının trenlerinde

yer ayırtıyorlar.” Gazeteye kısa bir yazı kaleme alan Hemingway, İstanbul’daki İngiliz asker sayısının artırıldığından ve şehirdeki yabancıların gergin bekleyişinden bahsetmekteydi. Kendine not düştüğü günlüğünde 3 Ekim tarihli yazısında şunu söylemekteydi: “İngiliz ve Amerikan gemileri İzmir’den 260 bin mülteciyi tahliye ediyor.” Hemingway, 9 Ekim 1922 tarihinde yayınlanan yazısında ise TBMM Hükümeti İstanbul Temsilcisi olan Hamit Hasancan ile yaptığı görüşmeyi aktardı. Hamit Bey ile yaptığı görüşmede Kanada’nın Mustafa Kemal ve askerlerinin İstanbul’a girdiği vakit Hıristiyanların uğrayabileceği katliamdan kaygı duyduğunu belirten Hemingway şu cevabı alır: “Hıristiyanların korkacağı ne var? Silahlandırıldılar ve Türkler silahsızlandırıldı. Katliam olmayacak. Şu anda Trakya’da Türklere katliam yapanlar Hıristiyan Yunanlar. Bu yüzden insanlarımızı korumak için Trakya’yı zapt etmeliyiz.” İstanbul’da edindiği arkadaşları ile Pera bölgesinde bolca vakit geçiren Hemingway, İstanbul’un gündelik hayatına ilişkin notlar da tutmaktaydı. İstanbul’un gece hayatını da yakından gözlemleme imkânı bulan Hemingway, 13 Ekim günü sıtma hastalığının belirtisi olan yüksek ateş sebebiyle Karaköy’de bulunan İngiliz Hastanesi’ne gitti. Bir süre burada tetkikleri yapılan Hemingway neyse ki kötü bir hastalıkla karşı karşıya kalmadı ve çalışmalarına geri döndü.

Bıldırcın avının ardından Edirne yolunda Trakya bölgesinde yaşananları canlı tanıklıkla görebilmek ve Edirne yolculuğu öncesi arkadaşları ile ava çıkabilmek amacıyla 14 Ekim günü Hemingway, Tekirdağ’a bağlı Muratlı kazasına hareket etti. Hayatı boyunca av sporlarıyla yakından ilgilenen yazar, yolculuk ettiği kişiler ile birlikte Muratlı’da bıldırcın avına katıldı ve ardından 17 Ekim tarihinde Edirne’ye hareket etti. Edirne’ye gece 11’de ulaşan Hemingway, istasyondaki görevlilerin yönlendirmesiyle kalabileceği tek yer olan Madame Marie Hotel’e yerleşti. Daha sonraki yazılarında Edirne’de ve yol boyunca tanık olduğu perişan koşulları ve sosyal yaşamı da yansıttı. Hemingway, 14 Kasım 1922 tarihli son yazı olan “Trakya’dan mülteciler” ile birlikte Türk-Yunan Savaşı’nı ve sonrasında yaşananları konu edindiği toplam 20 yazı kaleme aldı. 27 Ekim 1922 günü yazı işleri müdürü John Bone’a yazdığı mektupta 18 Ekim tarihinde Sırbistan vizesini aldığını bildirdi. Aynı gün Bulgaristan üzerinden Sırbistan’a ve oradan Trieste’ye geçtiğini, burada uzan zamandır uzak kaldığı muhteşem bir yemek yediğini ve ardından trenle 21 Ekim tarihinde Paris’e ve eşi Hadley’e döndüğünü yazdı l ATLAS TARİH 105


Cumhuriyet döneminde Adliye Sarayı olarak kullanılan Sultanahmet’teki Darülfünun binası, 3 Aralık 1933 Pazar akşamı göz göre göre yandı. Cengiz Kahraman cengizkah@yahoo.com

Sultanahmet’teki Adliye Sarayı (sağda, Ayasofya’nın önünde yer alıyor), 3 Aralık 1933 akşamı geçirdiği yangın sırasında (üstte). FOTOĞRAFLAR: CENGIZ KAHRAMAN KOLEKSIYONU

106 ATLAS TARİH


Osmanlı’dan Cumhuriyet’e dans ve müziğin insanları

Bir zamanlar

Sulukule 1970’li yıllarda Sulukule’de Romanlar. CENGİZ KAHRAMAN ARŞİVİ

112 ATLAS TARİH


Romanlar, Osmanlı döneminde de çalgı ve danstan para kazanır, belli mahallelerde yaşardı. Semtler hızlı kentleşmeyle yavaş yavaş yok olsa da Sulukule, 1950’lerde hâlâ gözde eğlence yerlerindendi; binalar yol yapımı için yıkılana, eğlence evleri kapatılana kadar. Gökhan Akçura gakcura@gmail.com

İ

stanbul’un ünlü Roman semtlerinden Sulukule artık yok. Sivil toplum kuruluşları, sanatçılar, müzisyenler, mimarlar, sosyologlar, şehir plancıları, akademisyenler, gönüllüler harekete geçti ve “40 Gün 40 Gece Sulukule” etkinlikleri yapıldı. Sulukule’nin sakinleri seslerini duyurmaya çalıştılar. Ama bir şey değişmedi, evler yıkıldı ve yerinde “mutena bir semt” yaratıldı. Sulukuleliler ise uzaklarda, pek uzaklarda yapılan apart-

manlara gönderildi. Peki bu büyük kültürün tarihi neydi? Geniş kullanımıyla Çingenelerin, kendilerinin deyimiyle Romanların yazılı tarihi yoktur. Bu nedenle araştırmacılar kaynak bulmakta oldukça zorlanırlar. Sulukule’nin tarihi ne kadar eskiye uzanır sorusuna da cevap vermek bu nedenle oldukça zor. Bilineceği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan çeşitli halklar arasında, toplum dışı bir yapı gösteren Romanların büyük bölümü gezici (göçebe), bir

ATLAS TARİH 113


bölümü ise yerleşikti. İstanbul’da belirli semtlerde yerleşen Romanların, kent içi bilinen tarihleri Fatih dönemine kadar uzanır. Evliya Çelebi Seyahatname’si, Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’a yerleştirilen topluluklar arasında “Balat’lı Çingeneler”i de sayar. Daha sonraki dönemlere ait çeşitli kaynaklar ise, kentte eskiden beri Roman mahallesi olarak bilinen semtler olarak Kasımpaşa’da Çürüklük, Üsküdar’da Selamsız, Büyükdere’de Çayırboyu, Ayvansaray’da Lonca ve Surdibi’ndeki Sulukule’yi sayarlar. Özellikle Lonca ve Sulukule, diğerleri arasında iyice öne çıkarlar. u iki Roman mahallesinin ortak özellikleri, geçimlerini eskiden beri musiki ve dans ile sağlamalarıdır. Yine Evliya Çelebi’ye dayanarak, İstanbul Romanlarının bu özelliklerinin en azından 17’nci yüzyıla kadar uzandığını söyleyebiliriz. Seyahatname’nin birinci cildinde, önemli bir şenlik, kutlama ve düğün olduğunda çalan ve oynayan “hanendeler, çalgıcılar, rakkaslar, güldürücüler, taklitcilerle şehir oğlanlarından” söz eder. Evliya Çelebi’nin anlatımına göre bu “oyuncu kolları” on iki tanedir. Bunları bazıları Çingenelerden oluşur. Örneğin “Pehlivan Parpul Kolu 300 neferden ibaret olup bunların ekser efradı Balat Şah mahallesinde veled-i zina Çingenelerdir.” Ahmet Kolu da Balat’ta oturan 300 neferden oluşur. Yine 300 kişiden oluşan Servi Kolu ise Çingene, Rum, Yahudi ve Ermenilerden oluşur ki “herbiri yetmiş

B

ağı yırtmış rind-i cihanlardır”. Baba Nazlı Kolu’nda ise 200 nefer Çingene şehir oğlanı vardır. Rakkaslarından Çaker Şah, Şeker Şah, Sülün Şah adlı gulamlar padişah katında da meşhurdurlar. Diğer kollar ise kuruldukları mevkilere göre Rum, Ermeni ya da Yahudilerden oluşur. Bu alanda Çingenelerin üstünlüğü diğer topululuklar tarafından kıskanılır. Bu oyuncu kollarının düğünlere katılması, kendi içinde değişim geçirerek de olsa çok yakın zamanlara kadar sürmüştür. Çengi örgütlenmesinin son tanıklarından biri olan (Balıkhane Nazırı) Ali Rıza Bey, 1922 yılında yayımlanan yazılarında kol geleneğinin sürdüğü dönemi anlatır. Çengi kollarının temin edildiği başlıca yer olarak Tahtakale Kadın Hamamı’nı ve Roman mahallelerini gösteren Ali Rıza Bey eğlencenin nasıl gerçekleştiğini de anlatır. Eğlence evine önde kolbaşı hanım ve muavini, ardında feraceli çengiler, en arkada ise sazları elinde sıracılar, hizmetçiler ve yardakçılar olmak üzere sıraya düzülüp giderler. Düğün evinde alt katta bir oda çengilere ayrılır. O zamanın usulüyle makyaj yapılır; rastıklar, sürmeler çekilir. Oyunun oynanacağı odada misafirler çevreye oturur. Önce kolbaşı hanım, ardından maiyeti iki eliyle temenna yaparak, diğerleri de çalparalarla onlara katılarak ortada devir yapılır. Buna “ağır ezgi” denir. Kollar yukarı kalkmış ve beden doğal durumunda gayet ağır bir danstır bu. İkinci fasla, parmaklara zil takarak çıkılır. Bu fasıldan itibaren kolbaşı hanım ve muavini oyuna çıkmazlar, raksı oyuncubaşı idare Osmanlı’nın son dönemlerinde Rumeli Hisarı’nda Romanlar (solda). 1960’lı yıllarda İstanbul’daki Roman mahallelerindeki evler (altta).

114 ATLAS TARİH


Osmanlı’da “oyuncu kolları” arasında musiki ve dansla geçimini sağlayan Romanlar da bulunurdu.

eder. Göbek atmalar, topuktan çatmalar, hoplamalar, kendini atmalar, omuzdan titremeler hep bu fasıldan itibaren icra edilir. Sıracıların “Bir hoca âlim var, ya kime / Allıya pulluya ya hey” diyerek yaptıkları pohpohlar oyuncuları kızıştırır. Üçüncü fasıl tavşan raksıdır. Kadifeden erkek şalvarı, dar camedan ve fes giyip bellerine şal kuşanmış çengiler parmaklarında zille oynarlar. Dördüncü fasılda raks yoktur. Çengilerin güzel seslileri sıracıların yanına oturup hanendelik ederler. Bu fasılda istenirse “Kalyoncu” ve “Hamam oyunu” gibi taklitli oyunlar çıkarılır.

Çengi kollarından Sulukule evlerine Osmanlı dönemi İstanbul’unun iki ünlü Roman semtinin Ayvansaray’daki Lonca ve Sulukule olduğunu söylemiştik. Bu iki semt arasında sürekli çekişme olduğu gibi, eğlencelere yönelik bir dayanışmanın da söz konusu olduğunu biliyoruz. Bu konudaki en iyi kaynak Osman Cemal Kaygılı’nın Çingeneler romanıdır. 1917-1918 yıllarında İstanbul Romanlarını anlatan bu romanda anlatıldığına göre, her ne kadar dans ve musikide Sulukule ün yapmışsa da, Ayvansaraylılar aynı işi daha kibar ve sanatsal yaparlarmış. Sermet Muhtar Alus da hemen hemen aynı dönemleri anlatırken Sulukule’nin Lonca ile yarışamazsa da gene de namlı olduğunu söyler ve şöyle devam eder: “Zurnazenler, narazenler yetiştirmiştir. Kırk yıl evvelin [yazı 1939 tarihli] Yakomi’si, Şişman Ahmed’i çoktan göçtüler. Arap Mehmed, Üsküdarlı ve Selamsızlı idi; fakat hâlâ piyasada olan, incesaz fasıllarını bile erbabça idare

Sulukule ün yapmışsa da müzik ve dansı Ayvansaraylılar daha kibar ve sanatsal yapardı. eden zurnacı Emin, Çakır İbrahim burdadır.” Ayvansaray ve Sulukule’nin eğlence yaşamını belirlediği bu yıllar uzun sürmedi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında son demlerini yaşamaya başladı. Giderek kozmopolitleşen yaşam ve hızlı kentleşme, birçok “eski İstanbul” geleneği gibi onu da yok etmeye başladı. Bugün Ayvansaray’da Lonca adı, sadece bir cadde ve semti anlatıyor çevresindekilere. Oysa bu isim, “çalgıcılar loncası”nın o bölgedeki tüm yaşamı belirlediğini gösteriyordu. Sulukule ise Ayvansaray kadar kolay yok olmadı. Geleneklerinden kopsa da, yakın yıllara kadar yaşamını sürdürdü. Çingeneler romanının yazarı Osman Cemal Kaygılı, 1931 yılında bir gazete için hazırladığı bir dizide önce Sulukule adının kökenini açıklıyor: “Esasen kale dibinde bulunan bu mevkiideki yüksek kale burçlarından birinin dibinden yaz kış bir su akar ve bu su akar ve bu su Bayrampaşa kırlarından gelerek, Sulukule, Yenibahçe tarikiyle Aksaray’a kadar gelip oradan Marmara’ya dökülür. İşte bunun için oraya ‘Sulukule’ denir.” Kaygılı semtin dans ve eğlence yaşamı üstünde pek durmasa da, müzisyenleri hakkında bilgiler veriyor. Eskiden bu müzisyenlerin içinde nota bilen hemen hiç kimse olmadığına işaret eden ATLAS TARİH 115


Sulukule’deki Romanların hayatı çeşitli kitap ve filmlere de konu oldu. Çingene Aşkı filminin çekimleri sırasında Sulukule (solda). Sulukule’de bir Roman düğünü (altta).

Kaygılı, şöyle devam ediyor: “Hepsi de pratik beste yaparlar, pratik çalarlar ve pratik okurlardı; fakat bugün zekâları ve çalışkanlıkları sayesinde içlerinde nota bilmeyen çalgıcı hiç kalmamış olduğu gibi alafranga çalmaya özenen ve başlayanlar da vardı. 1937 yılında ise semtimizi Yarımay dergisinin muhabiri Feridun Kandemir ziyaret eder. Sulukule’nin tek kahvesinde semt sakinleri, “Biz Sulukuleliler üç iş biliriz” diyerek açıklarlar: “İskemleci, çalgıcı ve tavukçuyuz. İskemle yaparız rahat otursunlar diye. Tavuk satarız, tatlı yesinler diye. Çalgı çalarız zevk sefa etsinler diye...Kadınlarımız da kışın kırlardan ebegümeci, hindiba; dağlardan kocayemişi; yazın da lavanta çiçeği toplar, şehirde satarlar; bazıları da hanendedir.” Musiki bahsini biraz açarlar: “Sulukule’den mükemmel sekiz, on takım çıkar... Ve biz taa Ankara’ya kadar saz takımı göndeririz. İstanbul’da düğün olsun da Sulukule’nin orada bir sesi olmasın, bu görülmüş şey değildir!”

Sosyete pek meraklıydı Eğlence evleriyle ilgili ilk bilgiyi, kırklı yılların “natüralist” popüler yazarı Turan Aziz Beler’in Beyoğlu Piliçleri adlı kitabında buluyoruz. “Bir Sulukule Gecesi” başlıklı bölümde şöyle anlatılır: “Bir oda açtılar. Dekoru fakir, fakat içi pek temiz olup levanta kokuyor. Perdeler kar beyazdır. Minder setleri içleri eski kıtık ile dolu sert yastıklarla misafirlere hazırlandı. İçki sofraları meze tabaklar ile doluyor, fakat çatal değmeden yine kaldırılıp misafirlerin hesabına yazılıyordu. Zaten bu tabaklar kimbilir kaç sofrayı günlerden beri süslemişler ve yine çatal değmeden kaldırılmış-

116 ATLAS TARİH

lardı. Saz takımı kadın ve kızlardan ibaretti. Musiki aletleri de keman, klarnet, tef ve dümbelekti. Ahenk başlayınca ortaya dört tane pek genç kız geldi. Parmaklarına zilleri takmışlar; hayrete değer bir çiftetelliye başladılar. Gayet kıvrak ve cidden zarif pozlarda oynuyorlardı. Saz heyeti cuşa gelmiş Çingenelerin kendilerine has usullerle çaldıkları çiftetelliye kıvrak nağmeler uydurup ilave ederlerken, oyuncu küçük kızlar da parmaklarındaki zilleri şıngır şıngır öttürerek, omuzları titreterek, hoplayıp göbekler atarak kendilerinden geçiyorlardı. (...) Bu esmer gözlü kızlar oynuyorlar, göbek atıyorlar ve hatta vücutlarını ‘à la Folie Bergère’ misafirlere açıyorlar; fakat kıllarına bile el sürdürmüyorlar, dokundurtmuyorlardı.” Ellili yılların başında ise sosyetenin Sulukule eğlencelerine pek meraklı olduğunu, Cumhuriyet gazetesinin Pazar İlâvesi’nde Kâzım Kip imzalı bir yazı sayesinde öğreniyoruz. “Sulukule’de bir gece eğlencesi” başlıklı yazıda, şık hanım ve beylerin bir Yeşilköy dönüşü geç vakitte uğradıkları Sulukule macerası anlatılıyor. Otomobil içeri giremediği için, sur dibinden yürüyerek mahalleye gelen meraklıları, mahalle adına Rıza Bey karşılar. Meclis petrol lambaları getirilerek sokak ortasına kurulur. Rıza gider zurnasını alır, kızlar dansa kalkar. Kâzım Kip şöyle anlatıyor: ”Zurnanın tiz sesi, teflerin çıngıraklı gürültüsü arasında iki Çingene güzeli meydanın ortasına atılıverdi. Biri önde, diğeri arkada, zilli elleri havada, bir tur yaptılar. Sonra ortaya geldiler. Ellerini iki yana açıp parmaklarındaki zilleri


ahenkle vurarak oynamaya başladılar.” Yazarımız, danstaki gögüs ve kalça titretmelerine odaklanarak yazısını sürdürür. Oyuncu kızlar gösteriye seyirci erkeklerin önünde devam ederek, onların terli alınlarına paralar yapıştırmalarını sağlarlar. Ama saat iyice ilerlemiş, sabah olmak üzeredir. Gecenin nasıl bittiği ise şöyle anlatılır: “Serin sonbahar gecesinde, oyuncu kızların saçları şakaklarına, bol şalvarları kalçalarına, bacaklarına yapışıyordu. Saatler farkına varmadan çabucak geçmişti. Yavaş yavaş kalktık. Şafak sökerken Sulukule’nin geceki romantik görünüşü kayboluyordu. Mahalle sakinleri bizi surların dibindeki kapıya kadar getirdiler. Oyuncu kızlar da elleri kalçalarında, ağızlarında birer sakız bizimle yürüdüler. Geldiğimiz yoldan caddeye çıktık. Dönüşte hanımlar, ‘fena değildi,’ demekle iktifa ettiler. Erkekler ise tekrar gelmeleri için onları iknaya çalışıyorlardı.”

Sulukule nasıl yok oldu? Gelelim semtin gittikçe daha kötüye giden tarihine. Sulukulelilerin “ne olacak” konulu ilk endişeleri 1957 yılında Vatan Caddesi’nin yapımı sırasında ortaya çıktı. Edirnekapı-Topkapı asfaltına çıkacak bu yol için, 29 ev ve sur duvarlarının bir bölümü yıkıldı. 1966 yılında ikinci bir yıkımla alanları iyice daraldı. 1980’lerde ise semt sakinleri Turizm Bakanlığı’na başvurdu. Planlama bürosu bir “Gösteri Evleri Projesi” hazırlasa da, bu girişim de havada kaldı. 1990’ların başında Sulukulelilerin deyimiyle “Hortum Süleyman Operasyonu” hışmı ile eğlence evleri kapatıldı. Sulukule bundan sonra gitgide kimliğini kaybetti. 13 Aralık 2006 tarihinde çıkarılan bir kamulaştırma kararı ile Sulukule’nin bütünüyle ortadan kaldırılması baş-

Tarih boyunca çalgı ve dansla özdeşleşen Romanlar, Sulukule’de müzik aletleriyle (üstte).

Semtin hâlâ devam eden yok oluşu Vatan Caddesi’nin yapımıyla başladı. latıldı. Sulukuleliler ve Mimarlar Odası yürütmenin durdurulması talebiyle dava açtılar. Bu süreç devam ederken henüz onaylı bir yenileme projesi de ortada yokken, bazı evlerin yıkımına başladı. Sivil toplum kuruluşları, sanatçılar, müzisyenler, mimarlar, sosyologlar, şehir plancıları, akademisyenler, gönüllüler Sulukule’nin yokedilişine karşı çıkmak için harekete geçtiler. “40 Gün 40 Gece Sulukule” etkinlikleri yapıldı… Sulukule Platformu kuruldu. Ama tüm çabalar yeterli olamadı. Ve sonunda Sulukule yokoluşun girdabına terkedildi. “Yeni” Sulukule mahallesinin temelleri ise ancak 2010 yılında atılabildi. Yıkılan 300 ev yerine yapılan 640 adet “Osmanlı Konakları”na ise günü gününe yaşayan Sulukule romanlarının parasının yetmeyeceği belliydi. Onlara 40 kilometre ötede, Taşoluk’da yapılan evler gösterildi. Yok olan İstanbul’un tarihi kadar eski bir kültürdü, eski bir mahalle idi l

Bibliyografya • • • • • •

Balıkhane Nazırı Ali Bey Sermet Muhtar Alus, İstanbul Kazan Ben Kepçe, İletişim Yayınları, İstanbul 1995 Osman Cemal Kaygılı, Köşe Bucak İstanbul, İstanbul 2003, s. 190-91 Feridun K., “Kim Demiş ki Yeryüzünde Ebedî Saadet Yokmuş...” Yarımay, 15 Mart 1937 Ulunay, “Sulu Kule,” Milliyet, 4 Mart 1965 Turan Aziz Beler, Beyoğlu Piliçleri, İstanbul 1946, s. 261-62

ATLAS TARİH 117


Nazilerin yaktığı kitaplar onun evinden çıktı

Sabahattin Ali’nin dünyasına yolculuk Bir dönemin entelektüel dünyasının kilit isimlerinden olan, davaları, defalarca kapatılan dergileri, toplatılan kitapları ve ölümüyle anılan Sabahattin Ali, son yıllarda Kürk Mantolu Madonna romanına gösterilen olağandışı ilgiyle daha da gündemde. A’dan Z’ye Sabahattin Ali kitabının yazarı Sevengül Sönmez’le Ali’nin hayatını, düşünsel dünyasını ve artan popülaritesinin nedenlerini konuştuk. Röportaj: Günce Akpamuk FOTOĞRAF VE BELGELER: SABAHATTIN ALI ARŞIVI

118 ATLAS TARİH


ATLAS TARÄ°H 119


İşine geri dönebilmek için yazdığı “Benim Aşkım” şiirini, kitabına almadı. Sabahattin Ali hem Osmanlı’nın son dönemine, hem de Cumhuriyet’in ilk yıllarına tanık olmuş biri. Cumhuriyet yıllarında görüş ve düşünceleri, yönetime bakışı nasıl? Sadece Sabahattin Ali’nin değil, o kuşaktan, özellikle hayatının bir dönemini yurt dışında geçirmiş, herkesin kafası karışık bence. Cumhuriyet’in ilke ve devrimlerinin geri kalmışlığı, cehaleti ve yoksulluğu gidereceğini düşünüyor, bir yandan da toplumun bunlara uyum sağlamasının zor olacağını. Bu noktada Sabahattin Ali’nin ikilemde kaldığı zamanlar var, özellikle yöneticilerin tutumları dolayısıyla pek de bir şeyin değişmeyeceğini düşünüyor kimi zaman.

Sabahattin Ali adına Konya’da düzenlenen 22 Aralık 1932 tarihli tevkif belgesi.

oplatıldı ve tekrar basılmak için yıllarca bekledi Sabahattin Ali’nin kitapları. 1980’lere geldiğimizde ise sol kesimin sembolü oldu. Bir dönemin tabu ismi, son yıllarda herkes tarafından bilinmeye, özellikle Kürk Mantolu Madonna ile her evin kütüphanesinde yerini almaya başladı. Ancak Sabahattin Ali tabii ki bundan çok daha fazlasıydı. Hayatı, hakkında açılan davalarda suçsuzluğunu anlatmaya çalışmakla, kapatılan dergilerinin yerine yenilerini açmakla, kısacası baskıya direnmekle geçti ve direnişi hayatına mal oldu. Yıllardır Sabahattin Ali üzerine, kendi deyimiyle bir edebiyat arkeoloğu gibi çalışan Sevengül Sönmez’in A’dan Z’ye Sabahattin Ali kitabının yeni baskısı geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Sönmez’le yazarın hayatını, dava süreçlerini, öldürülüşünü, dönemin Ankara’sında yaşadıkları sosyal hayatı ve ailesiyle ilişkisini konuştuk.

T 120 ATLAS TARİH

Nihal Atsız, aralarının bozulmaya başladığı bir dönemde “Sabahattin Ali Almanya’ya gitmeden önce milliyetçiydi” diyor ve döndükten sonra da komünizme doğru kaydığından şikâyet ediyor. Bu çevredeki insanların düşünsel ayrılıkları çok belirgin mi? Milliyetçi çok iddialı bir söylem olabilir, ama dönemin ruhu gereği milliyetperver biri olduğunu söylemek doğru. Almanya’ya gittiğinde yıl 1928’di. Henüz çok genç olduğu bir yaş ve dönem de Cumhuriyet’in yeşertilmeye çalışıldığı bir dönem. Yozgat’ta öğretmenlik yaptığı yıllarda ve öncesindeki sürede İstanbul’a geldiğinde İstanbul Darülmuallimin’de okuyan Pertev Naili Boratav, Nihal Atsız ve Enver Necati’yle birlikte okulun yatakhanesinde kalarak vakit geçiriyor. Birlikte pek çok şey konuşuyor ve tartışıyorlar. Anadolu’ya yönelik, toplumsal konular, Türkçeyi ve Türkiye’yi yaşatma ve geliştirmekle ilgili ne yapabileceklerini… Bu düşünceleri ve hassasiyetleri milliyetçilikle birlikte düşünmek de mümkün. Bu arkadaş grubundaki Pertev Naili Boratav daha sonra DTCF’den uzaklaştırılan akademisyenlerden biri oluyor. Oradaki en güçlü figür bence Orhan Şaik Gökyay’dı. Sabahattin Ali’nin çok yakın arkadaşı ve Devlet Konservatvuarı’nın müdürü. Ankara’da da birlikte çok zaman geçiriyorlar. Sabahattin Ali ile Nihal Atsız’ın araları bozulup da dava açıldığında Gökyay dava sırasında Atsız’ı evinde ağırlıyor. “Sen bu adamı neden evine aldın” dediklerinde de “ne yapacaktım, arkadaşım” diyor. Bugün baktığımızda keskin kutuplar gibi görünen bazı durumlar, o gün bir biçimde bir potada eriyor.


FOTOĞRAF: GÖKHAN TAN

Davalardan biraz bahsedelim. Atatürk’e hakaretten de, komünizm propagandası yapmaktan da, insanları askerlikten soğutmaktan da yargılanıyor. Hükümetle arası ne zaman açılıyor, ne zaman dikkat çekmeye başlıyor Sabahattin Ali? 1930’ların başında, Sabahattin Ali Almanya’dan dönünce Aydın’da öğretmen olarak çalışmaya başlıyor ve kısa bir zaman sonra öğrencilere komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle üç ay tutuklu kalıyor, ama beraat ediyor. Ardından Konya’ya gönderiliyor. Atatürk’e hakaret davası açılmasının, daha doğrusu bu iftiranın atılmasının altında yatan farklı nedenler var. Sabahattin Ali, Cemal Kutay’ın yayımladığı Yeni Anadolu gazetesinde Kuyucaklı Yusuf’u tefrika etmeye başlıyor. Aralarında teliften dolayı bir tartışma çıkıyor ve Sabahattin Ali yazmayı bırakıyor. Bunun üzerine Cemal Kutay karalamaya başlıyor. Aralarında sorun olan ikinci bir konu da Konya Muallimleri Tasarruf Sandığı. Bu tasarruf sandıklarını bugünkü sendikalara benzetebiliriz. Bu sandıklar hakkında gazetede birtakım olumsuz yazılar çıkmaya başlıyor ve Sabahattin Ali de bu olumsuz yazıları eleştiren başka yazılar yazıyor. Hakkını arayan, telifini isteyen bir figür haline geliyor Konya bozkırında. Sonrasında Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesi onu sorgusuz bir infaza götürüyor. Hakaret iddiası Sabahattin Ali’nin bir gece bir arkadaş toplantısında okuduğu bir şiirle ilgili olarak, olaydan üç ay sonra ortaya atılıyor. Bu insanlar kim? Kimse sormuyor. Bu hakaret davası ve bir yıl tutukluluk Sabahattin Ali’yi sorgulamaya itiyor. Tutukluluk sonrası işine geri dönebilmesi için Atatürk’ü

Sabahattin Ali’nin mektuplarını da kitaplaştıran Sevengül Sönmez (üstte) yaptığı çalışmaları A’dan Z’ye Sabahattin Ali kitabında topladı.

öven bir şiir yazması gerekiyor. Bana kalırsa bu noktadaki en güçlü tepkisi “Benim Aşkım” adlı bu şiiri daha sonra yayımladığı şiir kitabına almamış olması. 1940’lardan itibaren mi üzerindeki baskı artıyor? Sabahattin Ali 1945’te, Atsız davasıyla beraber görevden alınıyor. 1945’te Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki Behice Boran, Pertev Naili Boratav’ın da görevine son veriliyor. Adımlar, Görüşler gibi dergiler kapatılıyor. Tercüme Bürosu’ndaki faaliyetler askıya alınıyor. 1946’da Hasan Âli Yücel bakanlık görevinden istifa ediyor. Köy

Sabahattin Ali, kızı Filiz Ali’yle.

ATLAS TARİH 121


Sabahattin Ali gibi devletin önemli kurumlarında çalışmış bir yazarın bile öldürülebiliyor olması insanlarda korku yarattı. enstitülerinin kapatılmasına yönelik olumsuz propagandaya başlanıyor. Sabahattin Ali de daha önceden değer verilen, ciddiye alınan bir muhalifken şimdi ötekileştirilen ve dışarı itilen bir muhalif oluyor. Artık Ankara’da yaşamanın imkânı olmadığından İstanbul’a geliyor. Aziz Nesin de o tarihlerde dergi çıkarmaya çalışıyor. Sabahattin Ali’nin ekonomik desteğiyle bu dergiyi birlikte çıkarma kararı alıyorlar. İkisinin de CHP’nin yönetimdeki yanlışlarını, DP’nin iktidara gelme sürecini, Türkiye ile ABD ilişkilerini eleştiren bir çizgisi var. Zor şartlar altında yayımladıkları Markopaşa çok ciddi bir karşılık ve yankı buluyor halkta. Büyük gazetelerin 50 bin civarında sattığı bir Türkiye’de Markopaşa’nın birinci baskısı 38 bin satılıyor. Zaten dört sayı sonra kapanmalar başlıyor, o kadar yankı bulunca. Yine de Nazım Hikmet’in davalarının sonuçsuz kalana kadar Sabahattin Ali umudunu yitirmiyor. Serteller anılarında bahseder, “beni de Nazım gibi çürütecekler” diyor ve bunu dediği andan itibaren artık umudunu kaybediyor. Sabahattin Ali’nin ölümü ancak cinayetten yaklaşık 9 ay sonra gazetelerde ilan edildi. 12 Ocak 1949 tarihli Tan gazetesinde Ali’nin ölüm haberi yer alıyor.

Peki Sabahattin Ali daha 1930’larda komünizm propagandası yapıyor diye dava ediliyor, Sovyet yazarları okuyor ve seviyor, Sovyetler’e yakınlığı var. Fakat örgütlü değil ve yurtdışı bağlantısı da yok değil mi? Buna rağmen neden baskı görüyor? Örgütlü birisi değil. Zaten Sabahattin Ali’yi bu süreçte bu kadar zorlayan şeylerden bir tanesi de bu. Sabahattin Ali çok zeki ve güçlü bir adam. Hep birkaç adım önde gidiyor. Çok coşkulu ve bu durum insanlarda her zaman bir temkinlilik yaratıyordu. O günün politik arenasında tehlikeli biri olarak görülüyor. Bu noktada Markopaşa’nın muhalefetini iyi anlamak gerekiyor. Rıfat Ilgaz ve Mim Uykusuz da kadroda ve birlikte halkın sesine kulak veren

122 ATLAS TARİH

ve temsilcisi olan bir muhalefet yapılıyor dergide. Mesela Falih Rıfkı Atay o dönemde milletvekili ve zengin. Yaptığı bir açıklamada apartmanlarından aldığı kirayla zor geçindiğini söyleyince Markopaşa’cılar bu durumu eleştiren yazılar yazıyorlar. Var olan tüm mevkileri, iktidarı eleştirerek sıradanlaştırmaya çalışıyorlar. İktidarın onlar üzerinde sürekli baskısı var. Onlar da direnmeye devam ediyorlar. Bizim bugün yapamadığımız şeyi yapıyorlar. O yüzden onlarla uğraşıyorlar. Komünizm propagandasından, okuyanların sosyalist olacağı korkusundan değil. Devlet de komünizmi tam olarak tanımlayamıyordu o günlerde. Herhangi biri Nazım Hikmet’le yazışmışsa komünist sayılıyordu. Ve bu da milli bir mesele haline geliyordu. Sabahattin Ali cinayetini üstlenen adam, milli duyguları galeyana gelip bir kızıl komünisti öldürmüş oluyor. Hrant Dink’i öldüren kişiden hiçbir farkı yok bugün bakıldığında. Ölümünü konuşalım biraz öyleyse. “Milli Teşkilat işkence sırasında öldürdü, emri Nihat Erim verdi” deniliyor. Sizin araştırıp gördüklerinizden çıkarttığınız bir sonuç var mı? Cinayetin işlendiği iddia edilen yerle cesedin bulunduğu yer birbirlerinden farklı. Cinayeti üstlenen Ali Ertekin çok büyük gelgitler yaşıyor. Bir celsede “ben öldürmedim” diyor, sonra “öldürdüm, itiraf ediyorum” deyip ağlıyor. Üçüncü celsede “beni deli doktoruna götürün” diyor. Yani bu adama birileri bir şeyler yaptırıyormuş gibi geliyor. Bu kaçışı bilen birkaç kişi var, bunlardan biri de Rasih Nuri İleri. Gitmeden evvel Sabahattin Ali bir kart gösteriyor Rasih Nuri’ye ve diyor ki: “Ben gideceğim, beni taşıyacak olan kişiler hapishanede tanıştığım berber Hasan Tural ve Ali Ertekin. Sınırı geçemezsem imzamın yanına bir nokta koyarım. Kartı Ali Ertekin bu berbere getirir. Böylece başıma ne geldiğini anlarsınız” diyor. Sonuçta berbere ulaşan kart noktasız. Yani bence Sabahattin Ali bir yere kadar geldi ve ona da dendi ki; “şimdi sınırı geçiyorsun”. O da kartı verdi, kart Rasih Nuri’ye ulaştı. Bu nedenle arkadaşları kaçabildi zannediyorlar. Onu götürdükleri yer de bir ihtimalle sınır karakoluydu. Ali Ertekin’e oraya kadar götür dediler. Rasih Nuri de aynı şeyi söylüyor. Kaçmaya çalışan birini silahla öldürürsün. Sabahattin Ali’nin dışarıda bir bağlantısı olduğu düşünülüyordu. Bu yüzden işkence etmiş olmalılar. “Nihat Erim emri verdi” denmesi de o dönem milletvekili olduğu içindir.


Samet Ağaoğlu’nun siyaset günlüklerinde yazdığı yazılar bunu düşündürtüyor. Kaçtıktan sonraki asıl planını biliyor muyuz? Kaçacağından kimin haberi vardı? Sanırım Fransa’ya ulaşmaya çalışacaktı çünkü Bedri Rahmi, Sabahattin Eyüboğlu’na yazdığı bir mektupta “Sabahattin Fransa’ya gelecekmiş” diyor. O dönemde çevresindeki kişiler gideceğini biliyordu, çok da gizli bir şey değildi. Uzun süre sonra ortaya çıkıyor ölümü, öyle değil mi? Nisan 1948’de kaçıyor, 12 Ocak 1949’da gazetelerde ölüm haberi yer alıyor. Yani dokuz ay sonra. Bir ceset bulunuyor, çoban olduğu zannediliyor ilk başta. Bu arada Bulgaristan’a adam kaçıran bir çete yakalanıyor ve yakalananlardan biri Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü söylüyor. Bunun üzerine bulunan cesedin Sabahattin Ali’ye ait olabileceği düşünülerek otopsi yapılıyor. Peki “Türkiye’de aydınlar öldürülüyor” algısı Sabahattin Ali öldükten sonra mı oluştu? Bunu ben de düşünüyorum, ölümler üst üste geldikçe bu sonuç çıkıyor. Çalışırken çevremdekilere “Sabahattin Ali’yi neden öldürdüler” diye sordum. İnsanları korkutmak adına diye düşünüyorlar. Serteller’in Türkiye’den gitmek istemeleri de bundan sonra oluyor. Yani “Sabahattin Ali bile öldürülüyorsa” noktasına geliyor durum. Çünkü söz sahibi, beş kitap yazmış, devletin önemli kurumlarında; konservatuvarda, tercüme bürosunda çalışmış, Ankara bürokrasisinin göbeğinde çok önemli adamlarla birlikte hareket etmiş bir isim. Sabahattin Ali ölümünden sonra bir tabuydu. Kitapları toplatılmıştı, basılmıyordu, sonraki yıllarda okuyanlar belli bir kesimi işaret ediyordu. Yaklaşık

Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Mim Uykusuz ve Rıfat Ilgaz’ın çıkarttığı Markopaşa, muhalefeti kara mizahla yapıyor, iktidarı sıradanlaştırıyordu. Markopaşa defalarca kapatma cezası almış, sorumluları cezalandırılmıştı. 17 Mart 1947 tarihli Markopaşa.

son on yıldır Sabahattin Ali kitapları çok yaygın, özellikle Kürk Mantolu Madonna. Neden? Sabahattin Ali’nin eserlerinin bazıları hakkında toplatma kararı vardı. Ölümünün ardından 1965’e kadar yayımlanmıyor kitapları. Sonra Aliye Hanım, Yaşar Nabi’ye “Siz Sabahattin’in eski arkadaşısınız, bu kitapları yayınlayın” diye rica ediyor. “Sırça Köşk” öyküsünü çıkararak yayımlıyorlar. Sonra da çeşitli yayınevleri devam ediyor. 1970’li yıllarda, 1980’lerde “Hapishane Şarkısı”nın

Sabahattin Ali: “Milli bir sosyalist partisi kurmak lazım gelir” ihat Erim’in 2005 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan Günlükler 1925-1979 adıyla yayımlanan günlüklerinde Sabahattin Ali’ye dair de bazı notlar yer alıyor. 20 Ocak 1947 tarihinde, Erim günlüğüne şunları not ediyor: “Akşam Çankaya’da yemeğe çağrıldım. Reşat Şemsettin de vardı. Başka kimse yoku. Sabahattin Ali’nin çıkardığı Markopaşa ile üniversite talebesinin çıkardığı Alay mizah gazetelerini okudum. Markopaşa, İnönü’yü pek güldürdü...”

N

Diğer bir not da Ekim 1947’de Sabahattin Ali’nin İsmet İnönü’ye yazdığı bir mektuba ilişkin. Erim 2 Ekim tarihinde şunları yazıyor: “... Öğle yemeğine beni alıkoydu. Bahçede dolaştık. Hasan Âli’yi de çağırdı. Onunla davası hakkında konuştu. Sabahattin Ali, İnönü’ye bir mektup yazmış. Sosyalist Partisi kurmak istiyormuş. İnönü bundan bahsetti...” Sabahattin Ali’nin mektubuna dair notlar 3 Ekim’de de devam ediyor: “Öğleden sonra İnönü çağırdı. Sabahattin

Ali’nin mektubunu verdi. Okudum. Komünizmle mücadele etmek için mutedil bir milli sosyalist partisi kurmak lazım geldiğini ve bu işi yapacağını, İnönü’ye bağlı olduğunu yazıyor. İnönü kalem-i mahsus müdürü imzası ile cevap veriyor. ‘Devlet reisi, vatandaşların kanuni haklarını kullanmaktaki takdirlerine karışmaktan kaçınır’ diyor.

Günlükler 1925-1979, Nihat erim, YKY, 2005 kitabından alınmıştır.

ATLAS TARİH 123


O, bir aşk romanı yazarı olmaktan fazlasıydı. Aydınlık bir dünya için uğraşmış ve bedelini hayatıyla ödemişti. bestelenmiş biçimi “Başın Öne Eğilmesin” nakaratıyla bütün sol toplantılarda bir tür marş gibi söylendi. Uğur Mumcu cenazesinde insanların Sabahattin Ali kitapları taşıdığını hatırlıyorum. Her zaman sol görüşün sahiplendiği, yaşamından ve eserlerinden çok politik kimliğinin öne çıkarıldığını görüyoruz. Sabahattin Ali’nin kitapları Yapı Kredi Yayınları’na geldikten sonra, yani 2002-2003’ten sonra başka bilgileri bir araya getirdik. Sabahattin Ali’nin Almanya’daki öğrenciliği, öğretmenliği, çevirmenliğini de anlatan çalışmalar yaptık. Sabahattin Ali’nin bilinmeyenlerine ışık tuttuk. Sabahattin Ali’yi bence en ilginç kılan özelliklerinden biri de fotoğrafa duyduğu merak. Almanya’dan dönerken yanında bir fotoğraf makinesi getiriyor. Gezdiği yerlerin, arkadaşlarının, ailesinin fotoğraflarını çekiyor. 1939’da Sivas civarında geziler yapıyor, bu gezilerle ilgili gezi notları tutuyor. Hem fotoğraflar, hem bu gezi notları 11 Ocak’ta açacağımız “Sabahattin Ali’nin Kentleri” sergisinde ilk kez görülecek. Geçtiğimiz süre içinde Sabahattin Ali’yle ilgili genel algıda önemli değişiklikler oldu bana kalırsa. “Komünistliğinden korkularak öldürülen adam” yerine “ya-

A’dan Z’ye Sabahattin Ali kitabı, genişletilmiş olan ikinci baskısını geçtiğimiz aylarda Yapı Kredi Yayınları’ndan yaptı.

124 ATLAS TARİH

şasaydı çok büyük işler yapabilirdi” diye düşünmeye başlayan büyük bir kitle oluştu. Bu algının oluşmasında Yapı Kredi Yayınları’nın ve elbette kızı Filiz Ali’nin büyük emeği var. Sabahattin Ali üzerinde ne kadar zamandır çalışıyorsunuz? Düşünce dünyanızda nasıl bir etkisi oldu Sabahattin Ali çalışmanın? Uzun zamandır… Benim açımdan ilk başta Sait Faik arşivini çalıştığım dönemde Sabahattin Ali’nin evrakının da tasnif edilmesi işi olarak başladı. Fakat ben Sabahattin Ali’yle ilgili malzemeleri tanımlamaya gittiğimde, karşıma o kadar büyük bir hazine çıktı ki… Carl Ebert, Ruhi Su, Aybar ailesi, Dino’lar, Pertev Naili Boratav, Behice Boran ve daha pek çok kişi. Cumhuriyet Türkiye’sinin kültür ve sanat politikalarının inşasında Sabahattin Ali ve arkadaşlarının yerini fark etmeye başladım. Benim için mesela Ankara o haliyle çok büyük bir merak konusu haline geldi. Öte taraftan o dönem Sabahattin Ali’nin edebiyat tartışmaları içindeki yeri, soruşturmalara verdiği yanıtlar, daha büyük bir edebiyat ve sanat anlayışının habercisi oldu. “Edebiyat nasıl bir şeydir”, “sanat ne olmalıdır” gibi yazıları üzerinde düşünmeye başladım. Dolayısıyla bu çalışma benim 1930’lar ve 1940’lara külliyen bakmamı sağlayan bir süreç oldu. Bu parçaları bulurken ve birleştirirken “edebiyat arkeolojisi” olarak tanımladığım çalışma alanı içinde önemli keşifler yaptım. Bu dönemin Sabahattin Ali başta olmak üzere, pek çok sanatçı ve edebiyatçının kişisel arşivi aracılığıyla aydınlatılması ve yazılması gerektiğini düşünüyorum l


Ankara kültür başkentiydi Bu kuşağın Ankara’sı bu camianın insanları için önemli yer teşkil ediyor. Nasıl bir Ankara ve nasıl bir entelektüel ortam görüyoruz? Sabahattin Ali 1933’te 10. yıl affıyla hapisten çıkıp Ankara’ya geliyor ve Ankara’da yaşamaya başlıyor. 1937’de kızı doğuyor. Ankara o sırada gerçek anlamda ülkenin kültür başkenti. Opera, bale, tiyatro o yıllarda kuruluyor ve insanlar kültür işleri için teşvik ediliyor. Bu sırada Nazilerden kaçan entelektüel Almanlar da geliyor Ankara’ya. Nurullah Ataç, Orhan Veli, Abidin Dino gibi isimlerin hepsi Ankara’da. Kısacası Ankara kültür ve sanat açısından bir cennet. Atatürk Bulvarı’ndaki Kutlu Pastanesi, Özen Pastanesi insanların akşamları bir araya gelip sohbet ettikleri mekânlar. Okumaya, yazmaya, sinemaya, tiyatroya, konserlere açılmış bir dünya oluşturuluyor. Kızıl komünistlerden biri olarak varsayılan Emin Türk’le yakın arkadaşlar, Almanca kitaplar konusunda da sıkı dostlar… Ama söz konusu çeviri olduğu zaman ters düşüyorlar, birbirlerinin boğazını sıkıyorlar çocuk gibi. Bir gün Abidin Dino’yla evde otururken bir konu hakkında tartışma çıkıyor aralarında ve o sorunun cevabını bulabilecekleri kitap Dino’larda olduğu için kar kış dinlemeden gece yarısında Karanfil Sokak’tan çıkıp Tunalı’daki eve gidiyorlar. Kültürün değişeceğine, farklı bir coğrafya yaratacaklarına inanmış bir yaşantıları var. Dünya dillerinde okudukları eserleri Türkçeye kazandırmaya çalışıyorlar. Sabahattin Ali’nin öldürülmesinden sonra eşi büyük ekonomik zorluklar yaşıyor ve kitaplarını satmak zorunda kalıyor. Ankara’da yaşayan Almanlar bu kitaplara talip oluyorlar. Eve gelip kitaplara baktıklarında bunların Nazi Almanya’sında pek çoğu yakılmış olan kitaplar olduğunu fark ediyorlar. Türkiye’de kimse Stefan Zweig’ı bilmezken, hatta Zweig hayattayken Sabahattin Ali’nin en çok okuduğu yazarlardan birisidir. 1945 Almanya’sında bir tane Zweig kitabı yokken 1948 Ankara’sında Sabahattin Ali’nin kitapları içindeki Zweig eserlerini yine Almanlar alıyor.

Markopaşa’nın yayımlanması için harcıyor. İlk birkaç sayı çok sattığı için para kazanıyorlar. Ama sonra giderek yoksullaşıp parasız kalıyor.

Belli dönemlerde ayrı düşüyorlar, birlikte yaşayamıyorlar ama ailesiyle ilişkisi nasıldı? Sabahattin Ali’nin eşiyle ve kızıyla arası her zaman iyi olmuştur. Aliye Hanım’la evlenmeye karar verdiği ilk andan itibaren bugün bile hasretini çektiğimiz eşit dünya düzeni içinde yaşamak istiyor. “Birlikte Almanca öğreneceğiz, birlikte kitaplar okuyacağız, sen pişireceksin ben yıkayacağım, sen doğuracaksın ben bakacağım” diyen bir adam var karşımızda. Kızına da zaten derin bir muhabbet duyuyor. Baba figürü çok güçlü bir figür burada. İnsanlar zili çalıp da Filiz’i uyandırmasınlar diye “Zile basmayın kızım uyuyor” yazıyor mesela. Kitapçıya gittiklerinde bütün parasını çocuğunun alacağı kitaplara ayırıyor.

Sabahattin Ali’nin kütüphanesinde yer alan kitaplar, o öldürüldükten sonra listelenerek paraya ihtiyacı olan ailesi tarafından satışa çıkarıldı (üstte). Soldan sağa: Niyazi Ağırnaslı, Behice Boran, Filiz Ali, Aliye Ali ve Sabahattin Ali; Atatürk Orman Çiftliği’nde, 1942 (altta).

?????????????? ?????????????? ?????????????? ?????????????? ????????????

Maddi sıkıntılar çekiyorlar mı? Sabahattin Ali, görevinden atılana kadar devlet memurluğu yapıyor. Kendilerinin diktikleri kıyafetlerle, memleketten gıdasını getiren, maaşıyla kitap gazete alan tipik bir memur ailesi olarak yaşıyorlar. İstanbul’a geldiğinde ise var olan parasını

ATLAS TARİH 125


126 ATLAS TARÄ°H


Türk polisiye edebiyatının en tanınmış kahramanı

Cingöz Recai Şerlok Holmes’e karşı Yakın zamanda üçüncü kez beyazperdeye uyarlanan Peyami Safa’nın kibar hırsız Cingöz Recai karakteri, 1920’lerden itibaren okurun büyük ilgisini çekmişti. Ama Cingöz Recai’nin en sevilen maceraları ünlü dedektif Şerlok Holmes’e karşı verdiği mücadeleydi. Erol Üyepazarcı euyepazarci@gmail.com

eyami Safa’nın, Server Bedi takma adıyla kaleme aldığı polisiye öykü ve romanlarının kahramanları içinde en başat figür olan Cingöz Recai hiç şüphesiz Türk polisiye edebiyatının en tanınmış kahramanıdır. Yazarımız 1924’te ilk Cingöz Recai öykülerini kaleme aldığı zaman 25 yaşındadır. Kendi adıyla yayımlanan birkaç romanı vardır ve gazetelerde sevilen ve tutulan bir köşe yazarı olmak üzeredir. Ancak tam bir bohem hayatı yaşamaktadır. Fikret Adil’in Asmalı Mesçit 74 adlı anı kitabında ayrıntılı olarak anlattığı gibi Necip Fazıl Kısakürek, Mahmut Yesari, Eşref Şefik, Nizamettin Nazif, ressamlar İbrahim Çallı ve Elif Naci, müzisyen Mesut Cemil hep birlikte gerçek bohemliğin bütün koşullarını yerine getirerek yaşamaktadırlar. Fikret Adil’in anlatışıyla “üzerinde hiç çalışmadıkları yayımlanmamış eserlerinden söz eden dejenere ve çanak yalayıcı” sahte bohemlerle alakaları yoktur. Her şeye

P

karşın bu bohem hayatını sürdürebilmek için de paraya ihtiyaç vardır. İşte bu durumda Peyami Safa, annesi Server Bedia’nın adından hareketle Server Bedi takma adıyla kendi ifadesiyle piyasa romanları yazmaya başlar. Bu romanlar bağlamında o günlerde çok sevilen ve

tutulan Maurice Leblanc’ın ünlü kahramanı Arsène Lupin’e benzeyen bir kahraman yaratır: Cingöz Recai. 1924’te Cingöz Recai’nin Harikulade Sergüzeştleri adı altında on kitaplık bir seri polisiye öykü kaleme aldı. Öyküler okuyucu katında çok tutuldu ve üst üste yeni baskıları yapıldı. Yazarımız bir yıl sonra Cingöz Recai Kibar Serseri başlığıyla yine on kitaplık bir seri daha yazdı; bu da okuyucularca çok sevildi ve tekrar, tekrar basıldı. Server Bedi, Cingöz Recai’yi ilk dizinin sonunda hapisten kaçırıp Amerika’ya göndermiş, ikinci dizide Amerika’dan geri döndürüp, çeşitli maceralardan sonra ezeli düşmanı Serhafiye Mehmet Rıza’ya yakalatıp hapise attırmış ve öykülere noktayı koymuştu. Büyük olasılıkla o delidolu günlerinde kahramanınŞerlok Holmes’e karşı Cingöz Recai serisinden Gece Tuzağı (yan sayfada). Serinin eski harfli Türkçe yayımlanmış maceralarından Ateşten Gözler (solda).

ATLAS TARİH 127


Cingöz Recai, zenginden alır fakire verir, iyi İngilizce konuşur, çapkındır. Zorunlu olmadıkça ateş etmez.

Cingöz Recai’nin yeni harflerle basılan ilk macerası (üstte). Cingöz Recai’nin yaratıcısı Peyami Safa (sağda). GÖRSELLER: EROL ÜYEPAZARCI ARŞİVİ

128 ATLAS TARİH

dan sıkılmıştı ve tıpkı Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’ü öldürüp ondan kurtulmak istemesi gibi o da Cingöz Recai’den kurtulmak istemişti. Server Bedi’nin Cingöz Recai serüvenlerini bitirmek istemesi, tıpkı Conan Doyle’un Sherlock Holmes’i öldürüp sonra da okuyucuların isteğiyle diriltmesi gibi bir sonuç doğurdu. Cingöz Recai tutkunu okuyucuların isteklerine cevap vermek zorunda kalan Server Bedi, ilk önce onun tamamen benzeri Cıva Necati tiplemesini yaratmış; sonra bununla da yetinmeyerek yeni tipler bulmuştur. Bu yeni tiplerin ikisi Cingöz Recai paralelinde serüvenler yaşayan Çekirge Zehra ve Tilki Leman adlı iki kadın kahramandı. Ama bütün bu çabaları okuyucu katındaki Cingöz Recai sevgisinin yerini tutamadı. Bu durumda da ilk kahramanına dönmek zorunda kaldı. Bunun ilk işaretini, Cıva Necati dizisi için yazdığı Madam Çiviciyan’ın Gerdanlığı isimli öyküsünde kitabın üstündeki Cıva Necati’nin Harikulade Maceraları yazısındaki Cıva Necati sözcüklerinin üstünü çizip karalayarak Cingöz Recai yazdırarak verdi. Artık Cıva Necati ölmüş, gerçek kahramanımız Cingöz Recai hakkı olan yerine dönmüştü. Yazarımız Latin harflerinin kabulünden önce 1928 yılında kahramanının

en ilginç serüvenlerinden birini kaleme aldı; 15 öyküden oluşan bu dizinin adı Sherlock Holmes’e Karşı Cingöz Recai idi. Dizide, Cingöz Recai’nin amansız rakibi Serhafiye Mehmet Rıza’nın daveti üzerine İstanbul’a gelen Sherlock Holmes ve Doktor Watson ile kahramanımızın mücadeleleri söz konusu edilmekteydi. En özgün ve okuyucularca çok sevilen bu dizi Cingöz Recai’nin ününe ün kattı.

Arsen Lüpen ile birlikte Peyami Safa edebi değerinin yüksek olduğunu düşündüğü romanlarından kazandığı paranın çok fazlasını Cingöz Recai öykülerinden kazanıyordu. Bu durumu çarpıcı bir şekilde şu anekdot ortaya koyar. Bohem yaşamında en yakın arkadaşı Necip Fazıl’ın o günlerde belirli bir evi yoktur. Kendisi gibi bekâr olan arkadaşı Peyami Safa’nın evinde kalmaktadır. Yani ikisi de bir anlamda Cingöz Recai sayesinde bir dam altı bulabilmişlerdir. Bu durumu Necip Fazıl şu sözleriyle sarakaya alır: “Bana soruyorlar: -Nerede yatıp kalkıyorsun? -Peyami Safa’nın evinde. -O nerede kalıyor? -Cingöz Recai’nin evinde.” Hatta ünlü şairimiz arkadaşının polisiye romanlardan kazandığı üne ve paraya imrenecek 1928 yılında, hem de kendi adıyla Meşum Yakut adında bir polisiye roman kalema alacaktır. Ama şairimizin egosu çok yüksek olduğundan polisiye romanın en zor alt türü olan; giriş ve çıkışı belli bir kapalı odada işlenen cinayeti konu alan Amerikalıların “closed room mystery” dedikleri “kapalı oda muamması“ yazmaya kalkar ve çok başarısız bir roman ortaya çıkar. Necip Fazıl bu romanından sonraları hiç söz etmeyecektir. Peyami Safa ölümüne kadar Cingöz Recai öyküleri yazacaktır. 1930’larda bu satırların yazarının en başarılı Cingöz Recai serüveni olarak beğendiği Arsen Lüpen İstanbul’da–Cingöz Recai ile


Birlikte ve Karşı Karşıya’yı yazacak ve belirli aralıklarla roman formatında kahramanının maceralarını evvela gazetelerde tefrika ettirecek, sonra da kitap olarak yayımlayacaktır. Cingöz Recai öyküleri hiç şüphe yok ki yerli bir Arsène Lupin uyarlamasıdır, ama yerli renklere iyi uyarlanmıştır. Cingöz Recai de Lupin gibi iyi bir ailenin iyi eğitim almış çocuğudur; çok iyi İngilizce bilir, çapkındır. Öldürmeyi sevmez, zevk için hırsızlık yapar, zenginlerden çaldığını fakirlerle paylaşır

Modern Robin Hood Kahramanımız toplumun büyük kesiminin hoşlanmadığı kişileri soyar. II. Abdülhamit döneminin mürtekip paşaları, İstanbul’un sayılı zenginlerinden olup ecnebilerden başka insanların dostluğuna önem vermeyen ve ecnebilere öykünen snoblar, para için adam öldürenler, o dönemlerde ticarete egemen olan azınlıklara mensup zenginler kurbanlarının önemli bir bölümünü oluşturur. Cingöz Recai bu bağlamda kötülerin malını alıp fakirlere dağıtan bir “iyi haydut” tiplemesidir. Kendi anlatımıyla, “parasını alacağım adam bir hain olmalıdır. Namuslu adamların parasına elimi sürmem” der. Adamları da aynı kanaattedir: “Allah ustaya [Cingöz Recai’ye] zeval vermesin; fakir fukara onun sayesinde ekmek yiyor. Cingöz Recai’nin adı hırsıza çıkmıştır ama o, helal mala dokunmaz. Nerede haram mal varsa onu bulur; hep hayra sarf eder. İyiliği çok sever”. Recai, tıpkı öykündüğü Lupin gibi psikolojik doyum

Cingöz Recai’nin romanları Yeşilçam tarafından birkaç kez sinemaya uyarlandı. Bunlardan ilki 1954 yapımı Beyaz Cehennem’di. Cingöz Recai’yi Turhan Seyfioğlu canlandırdı (üstte). Cingöz Recai’nin Sherlock Holmes’e verdiği ziyafetin anlatıldığı 15. sayı (altta).

için; topluma ve onu kişiliğinde temsil eden baş düşmanı sertaharri Mehmet Rıza’ya meydan okuma ve alay etme için sonunda hiçbir maddi kazanç olmayan soygunlar da yapar. Sportmendir, hep hareket halinde, yerinde duramayan bir yaratılıştadır, teknolojinin son ilerlemelerinden yararlanır; iyi makyaj yapar ve bunaldığı, yahut hayal kurmak istediği zamanlar bu kez Sherlock Holmes gibi keman çalar. Kadınlara düşkündür. Çok zarif ve çapkın olduğundan kadınlar katında daima başarılıdır, ama karısı Mebruke’yi de çok sever. Öldürmeyi hiç sevmez; ancak çok zorunlu olduğu durumlarda; kendi canını ve baş düşmanı da olsa takdir ettiği Mehmet Rıza’nın canını kurtarmak için ölümü zaten hak etmiş kötülere ateş edebilir. Cingöz Recai öykülerinde kahramanımızla sürekli çekişen sertaharri Mehmet Rıza, Lupin’in benzer komiser Ganimard’ından çok daha zekidir. Server Bedi onu, olumlu bir yaklaşımla ve sempati ile tasvir etmiştir. Cingöz’e kızsa da gerektiğinde onunla işbirliği yapmaktan çekinmez, ama dürüst bir adamdır; işbirliği yaparken bile, iş biter bitmez onu tutuklamanın

yollarını arayacağını açıkça söyler. Cingöz ile Sherlock Holmes yaşadıkları 14 macerada birbirlerini takdir edecekler, beş aydan fazla İstanbul’da kalan Holmes, artık kentimizden ayrılırken Cingöz’ün yeni bir marifetini işitecek ve Şark Bankası Müdir-i Umumisi Papazyan Efendi’yi kurtarmak isterken yeni bir tuzağa düşecektir. Ancak bu kez Cingöz Recai Holmes’e bir veda ziyafeti hazırlamıştır ve Papazyan’a yapılan saldırı bu işin maskesidir. Sonuç olarak Cingöz Recai öykülerinin kurgusu ve içerdiği entrika nitelikli ve ilginçtir. Bazı öykülerinde özgün Lupin öykülerindeki ortalama düzeyi bile aşan incelikler vardır. Mesela Düşman Şakası isimli öyküde Recai’nin Mehmet Rıza’nın evinden gözü gibi sakındığı kıymetli antika biblolarını çalıp yine aynı evdeki yazları kullanılmayan büyük sobanın içine saklaması ve Mehmet Rıza ile antikaları geri vermek için sıkı, sıkıya pazarlık yapıp onu öfkeden kudurtması ve sonra da ünlü kahkahasını patlatıp antikaların yerini söylemesiyle sonuçlanan cüretli eylemi kanımızca Leblanc’ı bile kıskandıracak kadar başarılı bir hikâyedir l ATLAS TARİH 129


Sinema

/ Mehmet Sindel / msindel@gmail.com

Tartışılan kadın yönetmen: Leni Riefenstahl

Hitlerin lanetli gözdesi Hitler’in lanetlenmiş gözdesi, tarihin en önemli belgesellerinden ikisine imza atan Leni Riefenstahl; sinema tarihinin kuşkusuz en yetenekli, en güçlü ve en karizmatik kadın yönetmeniydi.

902 yazında Berlin’de orta sınıfa mensup katı, disiplinli bir işadamı baba ve sanatsever bir annenin ilk çocuğu olarak hayata gözlerini açar. İlk gençliğinde dansa duyduğu tutkuyla geçen Leni’nin sinema kariyeri, bir gün istasyonda tren beklerken gözü tesadüfen Kaderin Zirvesi adlı filmin afişine gözü ilişince başlar. Son derece popüler olan dağ filmleri türünün basit bir örneğidir söz konusu film. Yönetmeni, meşhur Dr. Arnold Fanck’tir. Filmden son derce etkilenen Leni, bütün yaşamı boyunca sergileyeceği azim, kararlılık ve cüret ile önce türün en büyük erkek yıldızı Luis Trenker’i, sonra da yönetmen Fanck’i bir sonraki projelerinde başrolü kendisine vermeye ikna eder. Birkaç yıl içerisinde

1

130 ATLAS TARİH

dublör nedir bilinmeyen o devirlerde, çıplak ayaklarını kayalıklarda yaralayıp buz gibi sularda yüzerken önemli ölçüde hastalanacak ve dirayetle göğüs gerdiği bu fiziksel zorluklar sonucunda, canlılığı ve çekiciliğiyle orta derecede bir yıldız seviyesine erişecektir. Partilerde ve film endüstrisinin sosyal çevrelerinde bolca arz-ı endam ederken ünlü Mavi Melek filmindeki efsanevi Lola karakterini canlandırmak için, kendisi sonradan reddetse de, Marlène Dietrich ile düşmanlığa dönüşecek bir rekabete girer. Rolün Dietrich’e gitmesi sinemanın tarihinin kaderini belirleyecektir. Oyuncukla yetinmeyen Riefenstahl, senaryo yazarı ve sinema kuramcısı Marksist sinemacı Bela Balasz’in yardımlarıyla

kotardığı Mavi Işık filminde hem oyuncu hem de yönetmenliğe soyunur. Çocuksu bir peri masalı olan filmde Leni, bir dağ zirvesinden yayılan gizemli bir mavi ışığın sırrını öğrenmek için yanıp tutuşan güzel Çingene kızı Junta rolünü oynar. Film 1932 yılında gösterime çıktığında farklı eleştiriler alır. Olumsuz eleştirilere Leni’nin tepkisi çok sert olacaktır: “Bizim düşünce yapımızı anlamayan bu Yahudiler film eleştirmenliği yaptığı sürece ben başarılı olamam!” Trajik bir fantezi olan Mavi Işık filmindeki yabancılaşma ve özleme dair verdiği alegorik mesajı filmi izlediğinde onunla paylaşan bir hayalperest ve mitoman daha vardır: Nazilerin lideri olarak Reich şansölyeliğine giden meşum yolunda yürümekte olan Adolf Hitler. 1932’de Berlin’de Hitler’i bir mitingde dinlediğinde, karizmasından büyülenir ve ona tanışmak için bir mektup yazar, ne de olsa daha önce sinema dünyasındaki tüm kilit isimlere de böyle yapmıştır ve işe yaramıştır. Bilmediği ise bu sırada zaten Hitler’in onun dansına ve filmlerine hayran olduğudur. Kuzey Denizi kıyısında bir balıkçı köyündeki ilk tanışmalarında Hitler, “biz iktidara geldiğimizde filmlerimizi sen çekeceksin“ der, o günlerde elinden Kavgam (Mein Kampf) düşmeyen genç yönetmene. Böylece rejimin propaganda bakanı Josef Goebbels ve sadece binaları ve arenaları değil, Hitler’in devasa törenlerini de tasarlamakla sorumlu Albert Speer ile birlikte Nazi markasının yaratılmasından


sorumlu üçüncü kişi olma görevini, kendisine bakılırsa gönülsüzce ve mecburen üslenir Riefenstahl.

Leni Riefenstahl’ın (üstte), 1936 yılında Berlin’de gerçekleşen olimpiyatlarda çektiği görüntülerden hazırladığı belgesel Olympia’nın afişi (yan sayfada solda) ve yine görüntülerde yer alan olimpiyat şampiyonu Jesse Owens (yan sayfada sağda).

u sırada Goebbels ona âşık olur ve yıllardır ona taptığını söyleyerek ayaklarına kapanıp metresi olması için yalvarır ama Leni, Nazilerin en kuvvetli ikinci adamı olan Goebbels’e karşılık vermediği gibi, onu tersler. Zaten hayatına giren çok sayıdaki erkekten onu mutlu edenler hep alçakgönüllü, maceraperest ve eğlenceli olanlar olmuştur. Hitler ona Nazi sinemasının yaratılması ve yönetilmesinde Goebbels’in yardımcılığını önerse de ikisi arasında geçenleri Hitler’e açıklamaya çekinerek reddettiğinde Hitler, düş kırıklığına uğrar. Amazon kraliçesi Penthesilea hakkında tarihi bir epik çekmeye soyunur. Propaganda

bakanlığından alınan izinler sonrası çekimler Libya’da başlamak üzereyken Hitler Polonya’ya girer ve proje iptal olur. Leni ve ekibi Polonya cephesine savaşı belgelemek için gönderilirler ama varır varmaz şahit olduğu küçük çaplı bir katliam sonrası Leni savaş muhabirliğine dair tüm hayallerini bırakarak ülkesine geri döner. Ancak söz konusu katliam esnasında çekilmiş fotoğrafta Leni’nin dehşet içindeki yüzü de görünecek ve foto yüzünden ileride savaş suçuna ortak olmakla suçlanacaktır. 1933 yılında çektiği İnancın Zaferi (Der Sieg Des Glaubens), kısa film Özgürlük Günü (Tag der Freiheit) ve 1934’te görkemli Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin miting

B

belgeseli olarak çektiği İradenin Zaferi (Triumph des Willens) kötü şöhretli Nurnberg üçlemesini oluşturur. İradenin Zaferi, başta Leni olmak üzere birçok eleştirmen tarafından “belgesel” olarak, bazılarınca da “kötücül bir propaganda filmi” olarak adlandırılır. Tartışma götürmeyecek olan ise 16 kameraman, 16 kamera asistanı, 9 hava fotoğrafçısı, 29 aktüalite kameramanı, 17 kişilik ışık ekibi, 13 kişilik ses ekibi ve en önemlisi onun emrindeki bir milyon Naziyi beyaz trençkotu içinde emirler yağdırarak koşuşturan Riefenstahl’ın yenilikçi ve görkemli teknik başarısıdır. Bir hafta süren uzun çekimlerin ardından ortaya çıkan; yaklaşık 128 bin metre filmlik, olası her

ATLAS TARİH 131


Sinema

Hitler henüz tanışmadan Leni Riefenstahl’a hayranlık duyuyordu. Tanıştıktan hemen sonra da onunla çalışmalara başladı (solda). Çekimler sırasında Riefenstahl (altta).

açıdan çekilmiş 80 saatlik miting görüntüsü olur. Filmde Führer mutlu kullarıyla buluşmak üzere cennetten aşağı süzülen bir Tanrı gibi gösterilir. Hummalı bir kurgu çalışmasının sonunda 1935 Mart’ında düzenlenen galada film müthiş bir sansasyon yaratır ve sonrasında III. Reich’ın bayrak filmi olurken, Venedik Film Festivali’nde de en iyi belgesel ödülünü kazanır. Riefenstahl’ın bir sonraki projesi 1936 Berlin Olimpiyatları’nı filme almaktır. 1936 olimpiyatlarının Berlin’e verilmesi kararı Naziler iktidara gelmeden önce alınmıştır.

132 ATLAS TARİH

Naziler gücü ele geçirdiklerinde olimpiyatı Berlin’e kazandıran olimpiyat komitesi başkanı dahil olmak üzere Yahudi spor yöneticileri ve atletler oyunlardan men edilir. Diğer ülkelerden siyahi atletleri Berlin’e getirmemeleri istenir. Olimpiyatların Berlin’den alınması konusundaki talepler ise karşılıksız kalır. 1938 yılında gösterime giren, kimi eleştirmenlere göre gelmiş geçmiş en başarılı belgesel olan “Ulusların Festivali” ve “Güzelliğin Festivali” adında iki bölümden oluşan toplam 4 saatlik bu dev belgesel Olympia, spor haberciliği açısından

bugün bile etkisini hissettiren bir standart oluşturur. Ne tür önemli anlar yaşanacağını bilmemesine rağmen insanın mücadelesini merkeze koyarak kırılan rekorları ve önemli rekabetlere dair görüntüleri başarıyla yakalar. tadyuma yerleştirdiği kameramanların bazıları hakemlerin; tribüne yerleştirdiği kameramanların bazıları da “şeref tribünündeki” Nazi elitlerinin görüşünü engellediği için SS’lerin hışmına uğrar. Ancak bu gerilimden “sizi Hitler’e şikâyet ederim” diyen Leni galip çıkar. Üstelik bu kez Herman Goering de, Goebbels’in keyfi daha da kaçsın diye, Leni’nin yanındadır. Olympia’nin galası 1938’de Hitler’in 49. yaş gününde, onun huzurunda yapılır. Hitler, seyircilerle sporcular arasındaki etkileşimi ve heyecanı yansıtmakta çok başarılı olan bu filmi ayakta alkışlar. Bu alkışlara başta Fransızlar olmak üzere Avrupalı seyircilerin büyük bölümü de katılır. Üstelik Hitler’in göründüğü sahneler de alkış devam eder. Filmin Amerika turnesi sırasında korkunç Yahudi pogromu Kristal Gece “Kristallnacht” gerçekleşince Amerika’daki anti-Nazi duygular zirve yapar ve filme protestolar yoğunlaşır. Hitler’in olduğu sahnelerin çıkartıldığı birkaç gösteri sonrası ise sanatsal olarak alkışlanır. Özellikle Alman sporcuları yüceltmekten imtina eden, bu anlamda ünlü Amerikalı siyahi atlet Jesse Ovens’in Hitler’i stattan kaçıran zaferini kutlamaktan kaçınmayan Olympia’nın, Yunan Tanrılarına da sıkça gönderme yaptığı “mükemmel bedenin kutsanması” yaklaşımı, haksız sayılmayacak bir “faşizmin estetiği” eleştirisini de günümüze kadar alır. Bu anlamda iki belgesel başyapıtının birine Nazizm, diğerine ise faşizm propagandası diyenlere Leni’nin tek yanıtı “ben olanı gösterdim, propaganda yapmadım” olur. 1944’te bir binbaşıyla evlenen Leni, aynı yıl içinde babasının ve Rusya Cephesi’nde de erkek kardeşinin ölümüyle sarsılır. Kardeşinin ölüm günü kaderin bir cilvesi olarak

S


Yaptığı film ve belgesellerle önemli çalışmalara imza atsa da Hitler ve Nazilere yakınlığıyla bilinen ve hayatının sonuna kadar Nazi yanlısı olmakla suçlanan yönetmen Leni Riefenstahl çekimler sırasında (üstte).

Hitler’e başarısız suikast girişiminin yapıldığı gündür. Riefenstahl’ın bir sonraki ve son film projesi, senaryosunu 1934 yılında yazmaya başladığı, çekimleri 1940’ta başlayan ve savaş sonrası Fransız hükümetinin tek kopyasına el koyması dahil her aşamasında sayısız sorunlarla karşılaştığı için dünyanın en uzun süren yapımı rekoruna sahip olan Tiefland olur. 1954 yılında tamamlanan film, protestolar arasında gösterime girer. Tartışılan başka bir konu ise Maxglan Toplama Kampı’ndan figüran olmaları için getirilip filmin bitiminden sonra Auschwitz Toplama Kampı’nda katledilmeye gönderilen Çingene çocukların korkunç öyküsü olur. Leni yaşamı boyunca, bu çocukların nasıl temin edildiğini ve nasıl katledildiğini bilmediğini, çekimler sırasında onlara çok iyi davranıldığını iddia eder. Tiefland, başta usta yönetmen Vittoria de Sica olmak üzere birçok eleştirmen tarafından beğenilse de Leni’yi hiçbir zaman tatmin etmeyecektir. Savaş sonrasında değişik müttefik ülkelerin mahkemelerinde yargılansa da hiçbir zaman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’ne üyesi olmadığı ve hiçbir savaş suçuna iştirak etmediği için her seferinde yasalar karşısında aklanır. Bununla beraber toplumun ve basının hayatı boyunca sürecek

ağır saldırılarına maruz kalır. Riefenstahl’ın hayatı savaştan sonra da renkli ve beklenmedik olaylarla geçer. Sinemadan fotoğraf sanatına kayarken Afrika’ya olan hayranlığı onu Sudan’daki Nubya kabilelerini görüntülemeye sevk eder. Burada bir helikopter kazasından sağ kurtulur. Yönetmeni, ünlü yazar Susan Sontag bu sefer ari ırk değilse de güçlü ve sağlıklı siyahi ırk üzerinden “faşist estetiğe” sahip olmakla suçlayacaktır. 72 yaşında dalgıçlık sertifikası aldıktan sonra dünyanın en yaşlı sualtı fotoğrafçısı unvanını kazanır. Kitaplar yayınlar ve sağlığı nedeniyle Fassbinder’in Quelle filmindeki görüntü yönetmenliği teklifini reddetmesine rağmen, 99 yaşında dünyanın en yaşlı belgeselcisi unvanını alır. Mercanlara dair bir sualtı belgeseli çeker. Andy Warhol gibi sanat ikonları, Coppola ve Spielberg gibi yönetmenler, eserlerine olan hayranlıklarını dile getirirken o Mick-Bianca Jagger çiftinin düğün fotoğrafını çekmek gibi işlerle uğraşmaktadır. Riefenstahl 2003 yılında Almanya’daki evinde tam 101 yaşında hayata gözlerini yumar ve geriye asla cevaplanmamış “gerçekte ne kadarını biliyordu” sorusu kalır. Filmleri hemen hiçbir zaman bir bütün

olarak gösterilmez. Sayısız belgeselde onun görüntüleri çalınarak kullanılır, sinema tarihinde ve özellikle kadınların sinemadaki rolüne dair araştırmalarda bir dipnota indirgenir. Belki de bütün günahların sırtına yüklendiği ve tüm günahkârların onun sayesinde aklandığı şeytani bir Jeanne d’Arc’tır; Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi üyesi değilken Hitler’in idealize ettiği dört Alman kadınından biri olan, üst rütbelerle samimi dostluğu varken politikayla alakası olmayan, kardeşini cephede korumaktan aciz, Hitler’in gözdesiyken siyahi Owens’i olimpiyat filminden çıkartmayacak kadar dediğim dedik ve dik kafalı, İradenin Zaferi’ni çekmekten dolayı pişman, ama kamuoyu önünde özür dilemeyecek kadar inatçı olan Leni Riefenstahl l

Bibliyografya • • • • • •

Leni Riefenstahl,A memoir, Picador, 1987 A portrait of Leni Riefenstahl, Audrey Salkeld, 1997Pimlico Empire dergisi, Aralık 2007 sayısı Leni Riefenstahl’s Gypsy Question Revisited : The Gypsy extras in Tiefland- Susan Tegel , Historical Journal of Film Radio and Television March 2006 Filming Nazi Flag : Leni Riefenstahl and the Cinema of National Arousal- Tom Saunders, Quarterly Review of Film and Video, 2016 Nazi Pin - Up Girl - Budd Schulberg, The Saturday Evening Post Leni Riefenstahl and German expressionism: research in visual culturel studiesusing the trans- disciplanary semantic spaces of specialized dictionaries - Yukihiko Yoshida, Technoetic Arts, Volume 6 Number 3, 2008 Büyük yönetmenlerin gizli hayatları - Robert Schnakenberg, Domingo Yayınları, 2014

ATLAS TARİH 133


Arşivlerden

/ Erol Makzume / erolmakzume@makzume.com

Ressam Fausto Zonaro tasarladı:

İstanbul’un yelpazesi Lady Maria Montgomery Currie, eşi İngiltere Büyükelçisi Baron Currie’nin 1895 yılında verdiği bir davette, misafirlerin imzalarını yelpaze formunda bir parşömende topladı ve saray ressamı Fausto Zonaro’dan boşlukları İstanbul’un en pitoresk ve tanınmış köşeleri ile resmetmesini istedi. Sekiz gün çalışan Zonaro, yelpaze tasarımını dört değişik İstanbul manzarası ile bezedi. anatçı Fausto Zonaro (18541929) 1891 yılında oryantalist bir tutkuyla İstanbul’a geldi. İlk yılında Yüksekkaldırım Caddesi’nde Zellich Kitabevi’nin vitrininde tablolarını sergiledi. Kısa sürede kitabevinin sahibi André Zellich’in yardımıyla şehirde kordiplomatiğin ve batılı seçkin sınıfın ilgisini çekerek eserlerini satmaya başladı. İlk

S

altın lirasını kazanınca “bu yabancı ülkede sanatımla kazandığım ilk altının üzerimdeki etkisini anlatamam” demişti. Geçim sıkıntısını kısmen atlatabilen Zonaro, eşiyle Pera’daki tek odalı evden Taksim’e, daha geniş ve ferah bir apartmana taşınabilmişti. Henüz saray ressamı olmadığı yıllarda, Rusya büyükelçisi Aleksander Nelidov (1838-1910) ve eşi ile tanıştı. Bayan Nelidov

İstanbul’da resim dersi almak isteyen diplomat dostlarını bir araya getirerek Zonaro’dan bir resim akademisi oluşturmasını istedi. Projeyi uygulamaya sokması için Rus büyükelçiliği binasında sanatçıya özel bir oda tahsis edildi. Osmanlı Hariciye Nezareti’nden Yusuf Bey, Nadine de Rodevitch, Kontes Vitalis, Rus büyükelçilik baştercümanının erkek kardeşi Maikof, Belçika büyükelçisinin kızı Matmazel Dudzeele, Barones Wenspeir ve ev sahibesi Bayan Nelidov, Zonaro’nun ilk öğrencileri arasında idi. Büyükelçi Nelidov, beş yıl sonra, 1896’da Zonaro’yu Sultan II. Abdülhamit’e tanıştıran ve saray ressamı

Ali Sami’nin (Aközer) objektifinden; tuvali, şövalyesi ve fırçasıyla Fausto Zorano (solda).Zonaro’nun yağlıboya portresi 1909 (üstte).

134 ATLAS TARİH


(Ressam-ı Hazriyet-i Şehriyari) olmasını sağlayacak kişiydi. 1891-1895 yılları arasında, sosyetede sevilen ve takdir edilen bir sanatçı konumuna gelen Zonaro, şehirdeki tüm kabul ve kutlamalara katılmaya başladı. Birleşik Krallık büyükelçisi Baron Philip Currie (1834-1906), onu Kraliçe Victoria’nın kutlamalarına davet ettiğinde “büyüleyici çalışmalarınıza ihtiyacımız var!” dedi. Kendisini birkaç gün sonra atölyesinde ziyaret ederek on iki çalışmasını satın aldı ve yeni tablo siparişleri verdi. Currie’nin kızını düğünü vesilesiyle resmettiği, bugün Pera Müze’sinde sergilenen “İngiliz Sefiri’nin Kızı Tahtırevla Taşınırken” ve “Piyale Paşa Camii” tabloları büyükelçinin siparişleri arasındaydı. Baron Currie’nin, 1895 yılında İstanbul’daki yabancı diplomatik misyona, İngiliz elçiliği personeline ve büyükelçilik maiyet gemisi HMS Imogène subaylarına verdiği bir davette, eşi Lady Maria Montgomery Currie, misafirlerin imzalarını yelpaze formunda bir parşömende topladı. Zonaro’dan boşlukları İstanbul’un en pitoresk ve tanınmış köşeleri ile resmetmesini istedi. Sanatçı yelpaze üzerinde sekiz gün çalıştıktan sonra, dört değişik İstanbul manzarası ile bezediği yelpaze tasarımını değerli kılıfına yerleştirerek Lady Montgomery’e iade etti. Otuz yedi imzanın bulunduğu parşömende çok sayıda önemli diplomatın imzası yer almakla birlikte, dikkati çeken isimler arasında, altı süper gücün; İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, İtalya ve Rusya büyükelçilerinin imzaları başı çekiyor. Alman tarihçi-yazar Rothberger’e göre bu büyükelçiler sadece kendi ülkelerini değil, Avrupa’nın müşterek amaçlarını da temsil ediyor sayılırlardı. Ayrıca güçleri, yüksek derecede tecrübeli ve saygın olmalarından kaynaklanıyordu; her birinin

Yelpaze’de imzaları bulunan altı süper gücün büyükelçileri: Baron Anton SaurmaJelitsch (Almanya), Tommaso Catalani (İtalya), Paul Cambon (Fransa), Alexandr Nelidov (Rusya), Baron Henrich von Calice (Avusturya-Macaristan), Baron Philip Henry Cruddie (İngiltere).

kendi hükümeti üzerinde kişisel etkinliği bulunuyordu. Rothberger yelpazede imzaları bulunan İspanya, Hollanda ve İsveç temsilcileri için ise “az güçlü ülkeler süper güçlerin temsilcileri önünde eğilmek zorunda kalıyor” diyordu. Yelpazede imzası bulunan Baron Arthur William Harry Ponsonby (1871-1946), henüz 24 yaşındayken ilk diplomatik görevine İstanbul büyükelçiliğinde başladı. Babası Sir Henry Ponsonby, Kraliçe Victoria’nın özel sekreteri iken 1871’de Windsor Kalesi’inde dünyaya gelmişti. 1882-1887 yıllarında Kraliçe Victoria’nın nedimeliğini yaptı. İstanbul’dan sonra uzun yıllar başbakanlık ve bakanlıklarda önemli görevler üstlendi ve İngiltere’de parlamentoya seçildi. Kraliçe Victoria hakkında biyografik bir kitap yazan Arthur Ponsonby önemli bir İngiliz siyaset insanı idi. İngiltere büyükelçiliğine bağlı, boğazda demirli olan, HMS Imogène maiyet gemisinin kumandanı ve iki yardımcı subayının da Baron Currie’nin davetine icabet ettiğini, imzalardan anlıyoruz.

Imogène maiyet gemisi tayfasından oluşan futbol takımı, İstanbul’da İngiliz asıllı James La Fontaine ve Henry Pears’in müşterek çabalarıyla kurulan İstanbul Futbol Ligi’nin 1904-1905’teki ilk sezonunda, Moda, Kadıköy ve Rum Elpis takımlarının da yer aldığı, dört takımlı ligde şampiyon olmuştu. Imogène FC, 1909’a kadar bu ligde yer alarak futbolun İstanbul’da yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştı. İstanbul Futbol Ligi’ne 1906-1907 sezonunda katılan Galatasaray, ilk resmi maçını 25 Kasım 1906’da Imogène FC’ye karşı oynamış ve 1-1 berabere kalmıştı. Currie’nin davetinde dikkat çeken diğer bir konu, yelpazede hiçbir Osmanlı yetkilinin imzasının bulunmamasıdır. Bunu, Osmanlı vatandaşlarının Sultan II. Abdülhamit’in Osmanlı’nın en büyük düşmanı olarak kabul ettiği İngiltere’yle yakın ilişkilerde bulunmaktan özenle kaçınması şeklinde yorumlayabiliriz. Yelpaze tasarımı, 1895 yılında İstanbul kordiplomatiğinin imzaları ve Zonaro’nun İstanbul betimlemeleri ile nadir bir tarihi belgedir.

ATLAS TARİH 135


Kayıp Evrak Bürosu

/ Feza Kürkçüoğlu / fkurkcuoglu@gmail.com

Moda tarihinden bir sayfa: Kadınların pijama tutkusu irinci Dünya Savaşı’nın ardından önce Avrupa’ya sonra da Amerika’ya yayılan ve hızla moda olan pijamanın 1930’larda günümüzden farklı bir biçimde kullanıldığını biliyor muydunuz? İngilizlerin Hindistan’dan 1870’lerde Avrupa’ya getirdikleri pijama önce erkekler tarafından sonra da kadınlar tarafından giyilmeye başlamış. Kışın sıcak, yazın serin tutan rahat bir uyku için üretilen pijama, 1930’lu yıllarda özellikle kadınlar tarafından rahat bir giysi olarak günün hemen her saati kullanılır olmuş. O yıllardaki pijama modasını Aka Gündüz, 6 Şubat 1940 tarihli Yedigün dergisine yazdığı yazıdan aktaralım: “Biz aşağı yukarı harbin ortalarına kadar pijama nedir bilmezdik. Sade biz mi? Avrupa’nın birçok yerlerinde de pijama kullanılmazdı. Hatta Fransa’da bile pek seyrekti. Gerçi bizde de Paris’i görmüşlerden bazıları bunu kullanırlar idiyse de milyonlara karşı üçün, beşin hesabı mı olur? (…) Orta ve kenar Avrupa’ya gidiş geliş arttı. Ve nasıl türediyse birdenbire pijama türedi ve göz açıp kapayıncaya kadar üredi. Önceleri bir hayret, bir hayret! Pantolondan ceketten gecelik olur mu? Bununla nasıl yatağa girilir? Fakat ne yaparsın, moda zenginlik modası. (…) Teklifli teklifsiz misafirleri pijama ile bahçede, sokakta dolaşanlar görüldü. Pijamayı,

B

136 ATLAS TARİH

ince kumaştan yapılmış olmaktan başka bir farkı bulunmayan kostüm sananlar oldu. Vapur seferlerinde pijamalarını kuşanıp akşam yemeği için salona gelenler, güvertede piyasa edenler türedi. Yataklı vagondan yemekli vagona pijama ile geçenlere rastlandı.” Aka Gündüz’ün sözünü ettiği pijamanın “farklı” kullanımına iki örnek verelim. İlki 29 Ocak 1929 tarihli Akşam gazetesinden “Pijamalı çay modası” başlıklı haber: “Berlin’de son günler zarfında tanıdıklarını sabah kahvaltısında davet etmek moda olmuştur. Berlin’in garbinde Şarlottenburk’ta oturan kibarlar, pazar günleri dostlarını saat onda İngiliz usulü kahvaltıya davet etmektedirler. Davetlilerin ve ev sahiplerinin, kadın, er-

kek pijama giymeleri şarttır. Bu davetler için giyilen pijamalar ipekliden, kadifeden, kürklerle müzeyyen, altın ve elmasla işlenmiştir. Pijama ile sabah kahvaltısı çok rağbet görmüştür.”İkincisi ise yine Akşam gazetesinde 18 Aralık 1931’de yayınlanan “Pijamalı gelin” başlıklı haber: “Bu yaz Avrupa’da pijama çok moda idi. Deniz banyolarıyla meşhur olan şehirlerde, bilhassa Fransa’nın cenubunda Juan les Pins’de kadınlar sabahtan akşama kadar pijama ile dolaşıyorlardı. (…) Şimdi Amerika’dan gelen haberler pijamanın orada birden bire moda olduğunu bildiriyor. Kadınlar suvarelere, hatta balolara pijama ile gitmeye başlamışlardır. İşin en garibi bazı gençler nikâh dairesine pijama ile gidiyorlar. Başlarında gelin duvağı olan bu kızlar beyaz pijama ile çok garip görünmektedirler.”


1930’lardan bir ilan: “Dershanelere, mekteplere mühim bir tavsiye” eni Türkçe harfleri bilmeyen vatandaşlara okuma yazma öğretmek üzere 1 Ocak 1929 tarihinde resmi açılışı yapılan Millet Mektepleri gündüz ve gece olarak eğitim verdi. Geceleri gaz lambasının aydınlattığı dershanelerde eğitim veren Millet Mektepleri eğitim tarihimizin önemli köşe taşlarından biri oldu. Ülkemizde 1900’lü yıllardan itibaren gece evlerde, kahvelerde ve sokaklarda aydınlanma aracı olarak kullanılan gaz lambaları, fenerleri; büyük şehirler elektrik ile aydınlatılmaya başladıktan sonra da mahallelerde, köylerde uzun yıllar boyunca geceleri aydınlatmaya devam etti… Rafine edilmiş petrolden elde edilen yağın yakılmasıyla aydınlatma için kullanılan lambalar petrol lambası ya da gaz lambası

Y

adıyla anılır. Bir fitil yardımı ile çalışan bu lambanın tarihi 9. yüzyılda El-Razi’ye kadar uzanır. 1850’lerde Ignacy Lukasiewicz ve Robert Edwin Dietz’in tasarımlarıyla çağdaş gaz lambaları yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. 19. yüzyılın sonlarında radyum elementinin keşfi ile birlikte radyum

lambaları aydınlatma araçlarından biri olmuşsa da uzun yıllar boyunca kullanılmaz. 1929’da verilen bir ilan yeni açılan Millet Mektepleri’nde de kullanılan gaz lambalarından, fenerlerden biri olan “Radyum Lambaları”nı tanıtır. Galata’da bulunan “Radium Lambası Ticarethanesi” tarafından Ocak 1929’da verilen ilan şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti’nin asri terekkiyatına [çağdaş ilerleyişine] en büyük delil olan Latin hurufatiyle [harfleriyle] Türkçe yazmak ve okumak üzere Türkiye dahilinde her yerde gece dershaneleri açılmış olduğunu ve muhterem halkımızın da kemali aşkla [son derece isteyerek] tedrisata devam etmekte olduğunu ve öteden beri rağbeti ammeye mazhar Radiyom lambalarımızın dahi mezkûr [adı geçen] gece dershanelerinde diğer markalara tercihen istimal edildiğini [kullanıldığını] görmekle müftehiriz [övünmekteyiz].” Toptancılara yarı fiyatına satılan 300 mumluk radyum lambaların perakende fiyatı 15 lira olup, mekteplere “resmi bir vesika ibraz etmeleri şartı” ile indirimli satış yapılır…

Halis şekerden tahin helvası ış aylarının geleneksel tatlarından biri olan helvanın, Osmanlı mutfağında, özellikle saray mutfağında özel bir yeri vardır. Dilimize Arapça “tatlı” sözcüğünden giren helva, Balkanlar ve Ortadoğu’da yaygın olarak tüketilen bir yiyecek olarak öne çıkar. Birçok çeşidi bulunan helvanın un helvası, irmik helvası, keten helvası, ayva helvası, acı helva, kabak helvası gibi çeşitleri evlerde hazırlanırken, tahin helvası, koz helvası, kâğıt helvası, yaz helvası gibi helvalar da imalâthanelerde yapılırdı. Önceleri mahalle bakkallarının ve sokak satıcılarının sattığı tahin helvası, Birinci Dünya Savaşı sırasında çokça tüketilmeye başlamış, savaş sonrasında da yıldızı parlayarak ve elbette fiyatı da artarak şekerci vitrinlerini süsler olmuştur. Dönemin yazarları helvanın en âlâsının Eminönü

K

Mısır Çarşısı Ketenciler Kapısı civarındaki helvacı dükkânlarında satıldığını yazarlar. Refik Halid Karay, 1918 yılında yayınlanan “Ago Paşa’nın Hatıratı” kitabında tahin helvasını şu satırlarla anlatır: “Yarım okka kestirdim. Bıçak kıtırdayarak sol tarafını ayırdı. Adeta özlemiştim, parmaklarımı uzattım, ufak bir parçasını ağzıma attım. Bilmem anladınız mı, tahin helvasından bahsediyorum; tahin helvası çıktı; kışa girdik demektir. Artık bundan sonra, akşam üzerleri ellerimizdeki paketlerin birisinde mutlaka helva bulunacak, İstanbul halkı, altı ay helvacı dükkânlarının baş müşterisi olacaktır. Ya muşamba siperleri altında tahin helvası baş üstünde gezdirilecek, seller akar, karlar dökülür ve fırtınalar inlerken, helvacılar semt semt dolaşacak ve bu lezzetli gıdayı ta kapımıza kadar getirecekti. (…)

Mübareğin mermer üstündeki manzarası çok hoştu… Ezilmesi keyifli idi… Taşınması ve evde taksimi de kolaydı. Sonra besleyici, çeşnili idi de… Çocuklar hazzediyordu, büyükler hoş buluyordu. Sabahleyin aç karnına yenebildiği gibi yemek üstüne de yakışıyordu. İlle taze, yumuşak bir ekmeğin arasında değme tatlılardan hoş kaçıyordu. İstanbul tahin helvasını kesesine, dimağına, midesine, bünyesine yakıştırmıştı.”

ATLAS TARİH 137


Kayıp Evrak Bürosu

“Büyük Postahane”de on beş dakika… eknolojinin, “akıllı” araçların hayatımıza yavaş yavaş girmesi ile birlikte eski alışkanlıklarımız da aynı hızla hayatımızdan çıktı. Mesela mektup yollamak, almak; telgraf yollamak, almak; paket yollamak, almak gibi… Postahaneler yine var, ama artık daha çok para havalesi ve paket gönderileri için kullanılmakta. Bir zamanlar gişelerinde uzun kuyruklar oluşan postahaneler yok artık. Onlardan biri Sirkeci’deki Büyük Postahane idi. Hâlâ yapıldığı amaca uygun olarak kullanılan yapı, 1909 yılında mimar Vedat Tek tarafından inşa edilmiştir. I. Milli Mimari Dönemi’nin öncü yapılarından biri kabul edilen Posta Telgraf Nezareti binası, büyüklüğü nedeniyle “Büyük Postahane” olarak anılmıştır.Yüz yılı aşkın bir süredir hizmet vermekte olan postanenin görkemli günlerinden kalma bir yazıyı, Hikmet Feridun Es’in, 8 Mart 1932 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan “Büyük Postahane’de 15 dakika…” başlıklı yazısından bir bölümü birlikte okuyalım: “Tramvay istasyonlarından sonra ‹stanbul’un en şayan-ı dikkat yerlerinden biri de büyük postanedir. ‹nsan

T

yarım saat, hatta bir saat kendini Büyük Postahane’de mükemmelen eğlendirebilir. Her gün binlerce kişinin uğrak yeri olduğu için Büyük Postahane’nin içi ve dışı adeta pazar yerine dönmüş… Bu pazar postahane binasının dış merdivenlerinden başlıyor ve içeriye gişelerin yanlarına kadar uzanıyor. Dışarıda merdivenlerin yanında artist kart postalları, meşhur ediplerin fotoğraflarını, aşıkane kartlar satanlar, zarf kâğıtçı, leke sabunu, jilet, tıraş sabunu, kol düğmesi ve saire ile dolu

işportadan bonmarşeler, “Ne alırsan 10 kuruş… Tüccarı top attı… 10 kuruş…” diye avaz avaz feryat edenler… Daha ilerde 45 kuruşa müstamel plaklar… Merdivenlerden biraz yukarı çıkın makineden tütüncü… Otomatik acem… Para deliğinden 27 kuruş attınız mı size bir paket Türk Ocağı fırlatıyor… 20 kuruş atarsanız yeni çıkan yaldızlı Yalova… Daha içeri gişelerin yanına girin. Bir kundura boyacısı… ‹ki de arzuhalci. Dışarıdaki pazar kolunu ta buraya kadar uzatmış.”

Büyük Postahane’de mektup yazmaya giden bir fedakâr!.. Karikatür sanatımızın usta ismi Ramiz, 19 Şubat 1930’da Akşam gazetesinde yayınlanan karikatüründe o yıllarda İstanbul’un en kalabalık postanesi olan Büyük Postahane’yi konu edinir. Kalabalık, gişe önlerinde uzun kuyruklar olan, temizlik ve bakıma muhtaç olan postane için de önerilerde bulunur… İzah: 1- Postane holünde basacak temiz bir yer açmak için!.. 2- Okunabilir, temiz bir satır yazı yazabilmek için!.. 3- Maazallah; halkın istifadesine arzedilen hokka kalemden istifade ettikten sonra ellerini temizlemek için!.. 4-Taahhütlü mektup veya havale gişeleri önünde geçecek intizar [bekleme] saatlerinde tenavül [yemek yeme] için!.. 5- Uzun müddet ayakta kalıp bitap düşmemek için!.. 6- Yağmurlu günlerde tavandan damlayan sulardan tahaffuz [korunma] için!..

138 ATLAS TARİH


Markiz Pastanesi, tea-room, restoran mönüsü eyoğlu tarihinde önemli bir gün; 21 Ocak 1980’de ünlü Markiz Pastanesi kapandı. Sanatçıların, yazarların, politikacıların buluşma yeri olan Markiz, bir döneme damgasını vuran bir mekân olarak edebiyatımızda, yakın tarihimizde yer alır. 1940’da Avedis Ohanyan Çakır tarafından açılan Markiz Pastanesi’nin yerinde daha önceleri 1850’li yıllarda açılan tarihi Lebon Pastanesi bulunuyordu. Lebon karşı sıradaki yeni yerine taşınınca Markiz Pastanesi 1980’de kapanıncaya dek İstanbul’un en ünlü ve en nezih mekânı olmuştu. Müdavimleri kadar pastane içinde yer alan ve 1920’de getirilen J. A. Arnoux imzalı “Sonbahar” ve “İlkbahar” adlı art nouveau fayans panolardan başka Mazhar Resmol’un art deco vitrayları önce Lebon’un, ardından da Markiz’in adeta simgesi olacaktı. Müdavimleri arasında Abdülhak Ha-

B

mid, Abdülhak Şinasi, Hamdullah Suphi, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yunus Nadi, Salah Birsel, Çelik Gülersoy, Burhan Felek, Haldun Taner gibi birçok ünlü ismin bulunduğu Markiz Pastanesi binası 1970’lerin ortasında bir oto yedek parçacısı tarafından satın alınır. 1980 yılında kapanan Markiz Pastanesi, 2003’te Richmond Otel’in pastaneyi yine Markiz ismiyle açmasına dek kapalı kalır. Yeni Markiz ise 2007’de kapanır… Eski bir “Markiz Pasta ve Şekerleme, Tea-Room, Restoran” mönüsünden sayfaları birlikte çevirelim. Sıcak, soğuk meşrubatlar, kokteyller ve aperatifler, pasta-sandviçler, dondurmalar ve büfe sayfalarından oluşan mönü oldukça zengin. “Sıcak Meşrubat” sayfasında çay, kahve gibi sıcak içecekler arasında kafe frank, kafe viyenua, sütlü şokala; “Soğuk Meşrubat” sayfasında meşrubatlar, limonatalar arasında kafe glase, buzlu kafe

frank, frenküzümü şerbeti; “Pasta-Sandviç” sayfasında turtalar, börekler arasında kruasan, pötifur, markiz usulü börek, sandviç kaşer-gravyer, sandviç havyarlı; “Büfe” sayfasında omletler, peynirler arasında graviyer-kaşer-Hollanda, roquefort, siyah havyar, krem şarlot gibi içecek ve yiyecekler dikkat çekmekte. Son olarak mönünün son sayfasında uyarılar yer almakta: “Yemek ve şarap için hususi listeyi isteyiniz”, “tastikli tarifemizi her an görebilirsiniz”, “her çeşit Tekel sigaraları bulunur.”

Bir zamanlar yılbaşı izlenimleri: Kim nerede, kiminle? ir zamanlar büyük otellerin balo salonları, gazinolar ve gece kulüplerinde düzenlenen yılbaşı eğlenceleri ertesi gün gazetelerde, o hafta da dergilerde konu edinilirdi. Televizyonun, internetin, sosyal medyanın olmadığı, gazete ve dergilerde paparazzi fotoğraflarının yayınlanmadığı o zamanlarda “yılbaşını nasıl geçirdiler” başlıklı yazılar yayınlanırdı. Toplumsal yaşam içinde öne çıkan sanatçı, yazar, politikacı ve elbette sosyeteye mensup kişilerin “o gece”, “nerede”, “kiminle” ve “ne yaptığı” konu edinilirdi. Cemiyet hayatımızın dedikodularını yazanlar arasında en ünlüsü “Fitne Fücur” müstear ismiyle yazan dublaj sanatçısı, çevirmen, yazar Adalet Cimcoz idi. Dönemin popüler dergilerinden biri olan Salon dergisinin 1 Ocak 1948 tarihli

B

sayısında “Fitne Fücur” imzasıyla yayınlanan yazıdan bir bölümü birlikte okuyalım: “1947’yi de gönderdik. Size bu yılbaşından fazla havadis veremeyeceğim. Bu işi ciddi gazetelerimiz yaptı. Biraz Parkoteli’ne, biraz da Pavyon’a göz atalım

isterseniz. Kadınlarımız 1948’e yarı çıplak girdiler. Bu yeni moda bizim tombul, mülahham (etli) bayanlarımızın hepsine yakışmamış. Bir tramvay kalabalığı arz eden lokallerde dans ederken açık sırtlara değen ellerimiz nemleniyor, ‘Banvit’, ‘Je Revienne’ ve buna mümasil ağır kokular sabaha kadar yerini nevi şahsına münhasır ‘Femme’ kokularına bırakıyordu. Bu çıplaklık hiç mi kimseye yakışmamıştı diyeceksiniz, yakışmıştı tabii. Bilfarz Parkoteli’nde gördüğüm Bayan Mualla, Robert Pike’nin bir tuvaletini giymişti, fil dişi omuzlarını ve sırtını açık bırakan bu gece elbisesi akşamın en güzel kadınına, güzelliğine bir kat daha yardım etmiş, dirseklerine geçen siyah uzun kolluklar kibar halini bir kat daha aksantüe etmişti. Parkoteli’ndeki en güzel, en şık ve en zarif kadın muhakkak ki Bayan Fatma Tatari’nin giydiği payet işlemeli tuvaletti.”

ATLAS TARİH 139


Kitaplık

/ Yeşim Pütgül / yputgul@hotmail.com

Savaştılar, kondular, göçtüler... İslam öncesi Türk tarihi uzmanı Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, tarihle coğrafyayı harmanlandığı kitabında, Sibirya’dan Orta Asya’ya, Çin’in derinliklerinden Hazar Denizi’ne kadar geniş bir coğrafyada Türklerin izini sürüyor. GÖKBÖRÜ’NÜN İZİNDE, AHMET TAŞAĞIL, KRONİK KİTAP, EYLÜL 2017

on yıllarda, bir coğrafyanın ancak insanoğlunun oradaki macerasıyla anlam kazandığını savunan tarihçilerimizin yazdıkları gezi kitapları daha çok yayımlanır oldu. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl da aynı düşüncenin savunucularından. İslam öncesi Türk tarihi ve Orta Asya Tarihi alanlarında uzman olan Prof. Taşağıl, 20 yıldır Eski Türklerin adım attığı her yere gitmiş ve araştırmalar yapmış bir bilim adamı. “Bir tarihçi için araştırdığı konuların geçtiği coğrafi alanları gezmek son derece anlamlı ve önemlidir. Böylece ne, neden, nasıl sorularına daha sağlıklı cevaplar verir ve analizler yapar” diyen Taşağıl, bu amaçla Sibirya, Moğolistan, Çin, Türkistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan’a yolculuk yapmış. Adım adım bu bölgelerdeki Türk varlığının izini süren Taşağıl, Gökbörü’nün İzinde kitabında, yaptığı yolculukları adeta bir seyahatname tadında okuyucuyla paylaşıyor.

S

Sibirya’daki Türk kültürü Kitap, Sibirya ile başlıyor. Taşağıl, “sibir” kelimesinin 5. yüzyılın ikinci yarısı ile 6. yüzyılın ilk yarısında bölgeden çıkarak Kafkaslar’ın kuzeyinde devlet kuran Sabar Türklerinden geldiği yönündeki iddialara değindikten sonra Türk kültürüne ait en eski eserlerin Sibirya’nın Hakasya bölgesindeki müzede toplandığını belirtiyor. Eski Türkçe yazılı anıtların çoğunun burada bulunduğunu belirten Taşağıl, Altay Dağları’nda başta Altay Kiji denilen topluluk olmak üzere Tölengitler, Kazaklar ve Şorlar gibi Türk kökenli toplulukların halen yaşadığını belirtiyor. Kitabın ikinci bölü-

140 ATLAS TARİH - OCAK / ŞUBAT 2017

münde Moğolistan anlatılıyor. İslam öncesine ait en zengin Türk arkeolojik eserlerinin Moğolistan’da bulunduğunu belirten Taşağıl, Mandıl Hayrhan adlı Üç Tepsi Dağı’nın, Tayhır Çuluu Anıtı’nın, Hanüy Vadisi’ndeki Geyikli Taş ile Kerek sur alanının ve Bayan Ölgiy’deki anıtların görülmesi gerektiğini belirtiyor. Cengiz Han ve Moğolların ortaya çıkışına ilişkin ayrıntıları da okurlarla paylaşan Taşağıl, “Moğolistan’da Türk yazıtları denildiğinde akla Kül Tekin, Bilge Kağan ve Tonyukuk yazıtları gelse de bölgede irili ufaklı çok sayıda yazıt bulunuyor” diyor.

İç Moğolistan ve Çin Seddi “Kuzey ve Orta Çin” başlığı altında anlatılan üçüncü bölümse, neredeyse bağımsız Dış Moğolistan kadar bir alana sahip olan; Çinlilerin “Neymıngu” adını verdikleri İç Moğolistan’la başlıyor. İç Moğolistan’ın İS 10. yüzyıla kadar Türk kökenli halkların yurdu olduğunu belirten Taşağıl, bölgedeki Çin Seddi’nin Türkler, Moğollar ve Mançuları önlemek amacıyla ya-

pıldığını; tarihi eser olarak çok büyük değeri olmasına karşın savunma anlamında pek işlevi olmadığını belirtiyor. Doğu Türkistan’ın Hun İmparatorluğu zamanında Türk egemenliğine girdiğini belirten Taşağıl, bu bölümde yazın 43 kışın ise eksi 32 dereceyi bulan bir ısı farkı yaşanan Kumul şehrinin, içinde İÖ 4 bin yılına uzanan mumyalar bulunan Urumçi Müzesi’nin, Kaşgarlı Mahmud ve Satuk Buğra Han türbelerinin görülmesini öneriyor. Kitabın beşinci bölümü olan Kırgızistan, Bişkek’le başlıyor. Nevaket, Suyab, Burana ve Narın ziyaretlerinin ardından Göktürkler döneminden kalma çok sayıda kurgan, heykel ve balbal bulunan Taşrabat; Karahanlı Devleti’ne başkentlik yapmış Özkent şehrini anlatılıyor, ardından Isık Göl’e geliyor sıra. Taşağıl’a göre bu bölge, doğu Türklüğü ile batı Türklüğünün kaynaşma yeri olması nedeniyle çok önemli.

Oğuzların yurdu Kazakistan Altıncı bölümde “Oğuzların Yurdu” olarak anılan Kazakistan, yedinci bölümde ise Türk dünyasının Türkiye’den sonra en kalabalık devleti olan ve eski Turan diyarı olarak anılan Özbekistan anlatılıyor. Fergana bölgesinin Karluk kökenli Türkler, Taşkent ve Semerkand gibi orta bölgenin Kıpçak kökenli Türkler, Harezm bölgesinin ise Oğuz kökenli Türklerden oluştuğunu belirten Taşağıl, okurların eksikliğini hissetmemesi için henüz gitmediği Türkmenistan ve Afganistan’a da kısa da olsa yer vermiş kitabında. Gezilen bölgelerdeki Türk varlıklarının fotoğraflarına da yer verilen kitabın arka kısmına konulan harita, okuyucunun Taşağıl’ın gezilerini bire bir takip etmesini sağlıyor.


“Fetih, aslında geç kalmış bir olaydı” KONSTANTINIYE 1453, MICHAEL ANGOLD, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, EYLÜL 201

B gold, İş Bankası etiketiyle raflarda

izans Tarihi uzmanı Michael An-

yerini alan kitabı Kostantiniye 1453 Fetih/Düşüş’te İstanbul’un fethini kısaca bu sözlerle özetliyor. Angold, bin yıllık Bizans İmparatorluğu’nun yok olmasına yol açan; bir taraf için “fetih”, diğer taraf içinse “düşüş” olarak algılanan bu olayın, zaten kabul edilmiş bir gerçek olan Osmanlı üstünlüğüne daha net bir tanım kazandırdığını belirtiyor. Savaşın bir tarafında ikinci kez çıktığı tahtta kendini kudretli bir sadrazama karşı kanıtlamak zorunda olan ve bu nedenle, “ya ben bu şehri alırım, ya da şehir ölü ya da diri beni alır” diyen II. Mehmet vardır. Diğer tarafta ise taç giymeden önce evlenmesi

zorunlu olduğu halde tüm prensesler tarafından reddedilen, (hatta biri zorlandığı takdirde rahibe olacağını söylemiş), bir imparator olan Konstantin. Angold’a göre bu olay, imparatorun parlak bir istikbali olmayacağının göstergesi. İktidar boş kalmaz Ancak kitap, kentin nasıl düştüğüne değil, Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla doğan boşluğun nasıl doldurulduğuna odaklanmış. Fetihten sonra sadece Osmanlı’daki değil; batıdaki, Yunanistan’daki ve Rusya’daki tepkileri de inceleyen Angold, Bizans’ın klasik antikçağ koruyuculuğunun batıya geçerken, emperyal kaderini Osmanlıların devraldığını belirtiyor; Bizans’ın siyasal ideolojisini yeniden biçimlendirmenin de Ruslara kaldığını vurguluyor.

Tarihe farklı bir pencereden bakmak DÜNYA TARİHİNİN YAPISI, KOJİN KARATANİ, METİS YAYINLARI, OCAK 2017

M

arksizm, üretim araçlarına kimin sahip olduğu sorusunun yanıtıyla şekillenir. Üretim tarzlarını ekonomik altyapı; siyaset, din ve kültürü ise ideolojik üstyapı olarak açıklar. Japon düşünür, edebiyat eleştirmeni ve felsefeci Kojin Karatani ise Dünya Tarihinin Yapısı adlı kitabında ekonomiyi üretim değil, mübadele tarzlarına göre tanımlıyor ve dünya tarihini bu perspektifle yeniden yazmaya soyunuyor. Bunu yaparken de Marx’ın yanı sıra Kant ve Hegel’in düşünce sistemine uzanıyor.

Modern toplumsal formasyonları anlamak için Sermaye-Ulus-Devlet üçlü sistemini çözümlemek gerektiğini belirten Karatani’ye göre bu üçlü sistemi aşmanın en iyi yolu, Kant’ın ebedi barış konusundaki yazılarından geçiyor. Tarihçilerden okumaya alışkın olduğumuz türden bir dünya tarihi yazmadığını belirten Karatani, “Amacım, çeşitli mübadele tarzları arasındaki ilişkilerin eleştirisini yapmak. Yani dünya tarihinde meydana gelmiş üç büyük değişimi yapısal olarak açıklamak. Böylece dördüncü bir büyük değişimin; bir dünya cumhuriyetine geçişin peşine düşebiliriz “ diyor. Dünya Tarihinin Yapısı, işte bu teorik yolculuğun kitabı. ATLAS TARİH 141


Kitaplık

Kurt gibi dişlek, horoz gibi işlek ol! Nimet Elif Uluğ, İslamiyet öncesinden Tanzimat’a uzanan dönemi ele alan araştırmasında, Osmanlı toplumunun büyü, fal ve muskalardan nasıl ve neden medet umduğu sorusunu peşine düşmüş. OSMANLI’DA BATIL İTİKATLAR VE BÜYÜ, NİMET ELİF ULUĞ, DOĞAN KİTAP, EYLÜL 2017

nce malumu ilan etmek gerek: Osmanlı toplumunda fal, büyü, tılsım veya rüya okuma gibi batıl itikatlar son derece yaygındı. Nimet Elif Uluğ’un araştırması, dinlerin batıl saydığı bu uygulamaları Osmanlı toplumunun nasıl içselleştirdiğine ve gündelik hayatta büyünün nasıl toplumsal bir kabul gördüğüne odaklanıyor. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki batıl itikatların ve büyünün toplumsal tarihini yazmaya soyunan Uluğ, bunu yapmak için öncelikle İslamiyet öncesine uzanmış ve İslamiyetin kendinden önceki inanışlardan nasıl etkilendiğini; toplumun Şamanizm, Animizm, Manihaizm, Budizm, Hinduizm; hatta Musevi, Hıristiyan öğretilerini tek bir potada nasıl erittiğini ortaya koymuş. Örneğin Osmanlı toplumunun İstanbul ayazmalarının kutsallığına olan inanışının Ortodoks Hıristiyan kültüründen kaynaklandığını belirten Uluğ; bununla birlikte bu inanışın kökeninde Türklerin Orta Asya’dan beraberlerinde getirdikleri “kutlu pınar” kültünün de bulunduğu belirtiliyor. Uluğ’a göre İslamın kabulü öncesinde Türk toplumunda faaliyet gösteren Şamanlar, Budist ve Manihaist rahipler Türklerin kitleler halinde İslamiyeti kabul etmesiyle birlikte mesleklerini kaybetme endişesine düşmüş ve bu nedenle İslamın kabulüne karşı koymak istemiş, bunu başaramayınca da hurafelerden yararlanmaya çalışmış. Eski hurafelere Kuran’dan ayetler

Ö

142 ATLAS TARİH

katan Şamanların batıl inançları İslami bir kılıfa soktuklarını vurgulayan Uluğ, zamanla bu Şamanların dini işlevlerini derviş, âşık ve şeyhlerin; hekimlik işlevlerini ocakçı, emci ve kırık çıkıkçıların; ölmüşlerden haber verme ve geleceği şekillendirme işlevini ise falcı, büyücü ve cincilerin üstlendiğini belirtiyor. Osmanlı toplumunun neden batıl inançlara ihtiyaç duyduğu ve neden büyüye başvurduğu sorusunun peşine düşen Uluğ, “İslam dünyası fal ve büyü gibi ezoterik ilimlerin varlığını doğrular ama aynı zamanda bunları kesin bir dille yasaklar. Kuran-ı Kerim’de şeytan, iblis, cin ve ifrit gibi yaratıkların Allah tarafından yaratıldığının kabul edilmesi, din ile hurafe arasındaki çizgileri belirsizleştirmekle kalmayıp ayrımları da silikleştirir” saptamasını yapıyor. Ayrıca ilk bakışta masum bir batıl inanç gibi görünen bazı uygulamaların aslında koruyucu birer büyü olduğunu belirtiyor.

Büyü yaptıran sultanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun İslamiyetin Sünni, hatta Sünni İslamın Hanefi yorumunu benimsemiş olmasına karşın başta Osmanlı sultanları olmak üzere bütün devlet adamlarının batıl itikatlar ve büyücülük söz konusu olduğunda ikili bir tavır sergilediğini de belirten Uluğ, “Bir yandan hurafeler içinde yaşayan topluma çeşitli dönemlerde çeşitli yasaklar getirmişler, bir yandan da bu yasaklara kendileri bile pek itibar etmemişler” diyor. “Osmanlı yasağı üç gün

sürer” deyişini de hatırlatan Uluğ, bu kuralın batıl itikatlar ve büyü konusunda kesinlikle geçerli olduğunu vurguluyor. Bu uygulamalara verilen ilk örnek, Osmanlı sultanları için yapılan ve halen Topkapı Sarayı’nda bulunan tılsımlı gömlekler. Sarayın büyü ve sihirden azade olmadığını gösteren tek olgu tılsımlı gömlekler değil elbette. Örneğin Rusya ile 1772 tarihinde yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması sırasında bir ay süren müzakerelerden sonuç alınmayınca büyüye başvurulduğunu belirten Uluğ, bu amaçla yapılan muskanın halen Topkapı Sarayı’nda bulunduğunu vurguluyor. Tanzimat’la birlikte başlayan batılılaşma hareketinin edebiyattaki yansımaları, kitabın en eğlenceli bölümü. Ahmet Mithat Efendi, Halide Edip Adıvar ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarından örnekler veren Uluğ, özellikle Gürpınar’ın batıl itikatları mizahi bir biçimle ele alarak halkı eğitme misyonunu üstlendiğini belirtiyor. Romanlarında büyücülerden medet uman kişilere sıklıkla yer veren Gürpınar’ın Muhabbet Tılsımı kitabında bir aşk muskası şöyle tarif ediliyor: “Bir muşambanın içinde iri bir azı dişi, horoz mahmuzu, buğday, şeker, bir çil altın ile ‘kurt gibi dişlek ol, horoz gibi işlek ol’ sözleriyle başlayan birkaç satırlık yazı bulunan bir kâğıt.”


19. yüzyılda Anadolu yollarında HEINRICH BARTH SEYAHATNAMESI, HEİNRİCH BARTH, KİTAP YAYINEVİ, EKİM 2017

itap Yayınevi’nin “Sahaftan Seçmeler” dizisi çerçevesinde yayımladığı Trabzon’dan Üsküdar’a Yolculuk-1858 alt başlıklı kitap, Heinrich Barth’ın 1858 yılında Andreas David Mordtmann ile birlikte Trabzon’dan Üsküdar’a yaptığı yolculuğun hikâyesi. İstanbul’dan Trabzon’a gemiyle giden, bundan sonraki yolculuklarını ise atla yapan ikili, Şebinkarahisar, Tokat, Turhal, Amasya, Alacahöyük, Boğazköy, Yazılıkaya, Yozgat, Kayseri, Ürgüp, Göreme, Uçhisar, Nevşehir, Gülşehir, Kırşehir, Kırıkkale, Sivrihisar, Seyitgazi, Yazılıkaya, Eskişehir ve Bilecik’ten geçerek Üsküdar’a ulaşmış. Yolculuk boyunca köy evlerinde konaklayan, köylülerle sohbet

K

İki savaş, iki anlaşma

eden ikili, antik kalıntıların çizimlerini de yapmış. Kitap, 19 yüzyılda Anadolu’da halkın nasıl yaşadığını merak edenler içen ayrıntılı bir tasvir içeriyor.

AKTOPRAKLIK, NECMİ KARUL, EGE YAYINLARI, KASIM 2017

Kore’den tek hüzünlü hikâyemiz “Ayla” değil

VENEDIKLÜ ILE DAHI SULH OLUNA, GÜNER DOĞAN, İLETİŞİM YAYINLARI, 2017

KORE, AHMET EREN,

KEMALYERİ, NAİM BABÜROĞLU, ASİ KİTAP, EKİM 2017

DESTEK YAYINLARI,

üner Doğan’ın 17. ve 18. yüzyıllar arasında Osmanlı-Venedik ilişkilerine odaklanan çalışması, Akdeniz’de çok uzun süre birbirine rakip olmuş, çatışmış, iki devletin birbiriyle ilişkilerinin en heyecanlı kısmını ele alıyor. Venedik Cumhuriyeti, Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren en fazla mücadele ettiği devletlerden biri. Ancak Venedik, Avrupa’nın baskısıyla Osmanlı’ya savaş açtığında bile ilişkiler el altından devam etmiş. Sadece Osmanlı değil Venedik arşivlerine de dayandırılan kitapta, iki devlet arasında iki savaş, iki antlaşma ve iki sınır çizimi gerçekleştirilen dönem incelenmiş. Sadece iktisadi, ticari, siyasi ilişkiler değil; diplomatik mücadelenin analizi de yapılmış.

G

TEMMUZ 2017

T

ürkiye’nin Oscar adayı “Ayla” filmi sayesinde 1952’de anavatanlarından birlerce kilometre uzaktaki bir ülkeye yardıma gönderilen askerlerimizin hüzünlü hikâyelerini yeniden hatırladık. Ayla, o uzak diyarlarda yaşanan tek hikâye değil elbette. Teğmen Ahmet Eren’in Bir Türk Subayının Cephe Günlüğü alt başlıklı kitabı Kore 1952-1953, günü gününe yazılmış anı defteri aracılığıyla o döneme ilişkin olayları daha farklı bir yetkinlikle tanıtıyor bizlere. Küçük oğlunu kucağına aldığı yıl Kore emri gelen ve ailesini geride bırakıp bir bilinmeze doğru yola çıkan Ahmet Eren’in günlüğünü, oğlu Mehmet Zeki Eren kitaba dönüştürmüş.

EKMEK ASLANIN AĞZINDA, DERLEYEN: SURAİYA FAROQHİ, KÜY, EKİM 2017

ATLAS TARİH 143


Kitaplık

İnsanlık kadar eski, bir o kadar yaratıcı! GÖZE GÖZ, MİTCHEL P. ROTH, CAN YAYINLARI, AĞUSTOS 2017

rganize suç, terörizm ve seri cinayetlerle ilgili pek çok çalışması olan Mitchel. P. Roth, Göze Göz kitabında bu iki kavramın farklı coğrafyalarda ve farklı zaman dilimlerinde izini sürerek evrensel bir tarihini yazmaya gayret göstermiş. Zaman ve mekâna bağlı olarak suçun tanımının nasıl değiştiğini, bazı davranış biçimlerinin zamanla suç olmaktan çıktığını; ya da belli bir kültürde veya bir dönemde suç kabul edilen bir olgunun bir başkasında nasıl normale dönüştüğünü ayrıntılı bir biçimde ele almış. 21. yüzyılda dünyanın pek çok ülkesinde suç kavramının farklılık gösterdiğini belirten Roth bu durumu, kimi ülkede idamın yasak olmasına karşın ABD’de

O

eyaletler arasında bile bir fikir birliği olmamasıyla; ya da günümüzde kimi ülkelerde uyuşturucunun serbest olmasına karşın kimilerinde alkolün bile yasak olması gibi örneklerle açıklıyor.

Cezalandırma yöntemleri Ceza konusunda da suçun çeşidi kadar çok seçenek söz konusu: Organ kesmeden giyotine, taşa tutmadan, çarmıha germeye, diri diri yakmaktan, vahşi hayvanların önüne atmaya, karın deşmekten kemik kırmaya kadar pek çok cezalandırma yöntemi yer alıyor kitapta. Hammurabi Kanunları’na da Roma hukukuna da, şeriata da, Anglosakson hukuk geleneğine de yer verilen kitapta, insanlık tarihi kadar eski olan suç ve ceza kavramlarının günümüzün dijital dünyasına uzanan serüveni anlatılıyor.

“Muktedir olmanın şartı siyasetin sizi seçmesidir” KAMIL KIRIKOĞLU INÖNÜ VE ECEVIT’I ANLATIYOR, TANJU CILIZOĞLU, TARİHÇİ KİTABEVİ, EKİM 2017

144 ATLAS TARİH

âmil Kırıkoğlu, aslında tıp doktoru olmasına karşın 1956 yılında İsmet İnönü’nün davetiyle CHP’ye katılmış, milletvekili ve genel sekreterlik yapmış, 1979’daki vefatına kadar siyasetin içinde var olmuş. İnönü’nün son, Ecevit’in ilk genel sekreteri olan Kırıkoğlu, CHP’deki o sancılı değişimin de önemli aktörlerinden biri. 1956’dan 1960 darbesine, oradan 1971 muhtırasına ve1980 darbesine uzanan yıllar içerisinde siyasetten kopmayan Kırıkoğlu, CHP’li olmasına karşın 12 Mart’ın anarşist ilan ettiği birini evinde saklayacak kadar korkusuz bir siyasetçi. Sakladığı kişi, yakın arkadaşı İhsan Çandar’ın oğlu, gazeteci Cengiz Çandar. Aranırken bir ay Kırıkoğlu’nun evinde yaşayan Cengiz Çandar, siyasetçinin ölümünden ancak altı yıl sonra açıklayabildiği o günleri şöyle anlatıyor: “Kâmil Kırıkoğlu,

K

CHP genel sekreteri sıfatını taşıdığı bir dönemde 12 Mart rejiminin arananlar listesinde hatırı sayılır bir yer işgal eden beni evinde saklamak yürekliliğini ve cüretini göstermiş, bunları yaparken siyasi hayatını riske atmaktan çekinmemiştir.”

Geçmişi bilmek Tanju Cılızoğlu, daha önce Kırık Politika - Anılarla Kamil Kırıkoğlu adıyla yayımlanan kitabın dördüncü baskısının önsözünde, tekrar yayımlanma gerekçesini şöyle açıklıyor: “Siz siyaseti seçebilirsiniz ama siyaset iklimine dayanmanız, siyasetin sizi seçmesidir. Tarih, bu kural işlemeden iktidar olanların muktedir olamadığını kanıtlar. Bir siyasi partinin herhangi bir kademesinde görev alıyorsanız geçmişi ve dönemin siyasi aktörlerini tanımak zorundasınız.”


Katolik bir Ermeni’nin 1915’e ilişkin tanıklığı

Çöl koşullarında umudu diri tutmak

ANKARA VUKUATI, SİMON ARAKELYAN,

SAHRA 1911, AYŞE ÖVÜR,

ARAS YAYINEVİ, AĞUSTOS 2017

REMZİ KİTABEVİ, 2017

A

nkaralı bir Katolik Ermeni olan Simon Arakelyan’ın 1915’te yaşanan tehcir ve katliamlar sırasında hayatta kalmasının hikâyesini aktaran Ankara Vukuatı: Menfilik Hatıralarım, 122 günlük dehşetli bir yolculuğun kronolojisi. Reji İdaresi’nde memur olan Arakelyan’ın hatıratı, resmi tarih anlatısına göre tehcir ve katliamlara uğramayan Katolik Ermenilerin 1915’te neler yaşadıkları, tehcirin koşulları, gasp edilen mülkler ve 1917 Ankara Yangını konularına ışık tutuyor. 1921’de Ermeni harfleriyle Türkçe olarak yayımlanan kitap, Murat Cankara’nın editörlüğünde ve çeviri yazısıyla ilk kez Latin harfleriyle basıldı. Ayrıca kitap, Arakelyan’ın cümlelerini kendi ağzından okumak isteyenler için orijinal metnin transliterasyonunu da içeriyor.

ahra 1911, uzman bir arkeolog olan Ayşe Övür’ün ilk romanı. Kitap, Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının büyük güçlerce ufalandığı, topraklarında sömürgeciliğin hızla filizlenmeye başladığı bir dönemi eksen alıyor. Ülkesi için hâlâ umudu olan Doktor Seferbey’in Gönen’den Sahra Çölü’ne, imparatorluğu kurtarmak üzere savaşmaya gitmesinin öyküsü Sahra 1911. Bu yolculuktan 11 yıl sonra Kurtuluş Savaşı’nı kazanacak bir ulusun dönüşümüne ve ruh haline ilişkin saptamalar yapan Ayşe Övür’ün romanı, doğal atmosferiyle farklı ve ilgi çekici bir tarihsel serüven.

S

2 bin yıllık tarihsel hata ANADOLU YAHUDILERI, SİREN BORA, GÖZLEM GAZETECİLİK, 2017

T

arihçi Siren Bora, Ege’de Yahudi İzleri alt başlıklı çalışmasını, Anadolu’daki Yahudi varlığının 1492’de İspanya’dan kovularak Osmanlı topraklarına sığınan Seferadlarla başladığı algısını yıkmak üzere yazmış. Aslında bir akademisyen olmasına karşın bu kez Anadolu Yahudilerinin tarihinin öyküsünü yazdığını belirten Bora, çalışmasını arkeolojik araştırmalara

dayandırmış. Yahudilerin İÖ 6. yüzyıldan itibaren bu topraklara yerleştiklerini, o dönemden bu yana Anadolu’nun bozulmadan kalan en eski toplulukları arasında yerini aldığını belirten Bora, Yahudiliğin ise Anadolu’da kesintisiz devam eden en eski din niteliğini kazandığını belirtiyor. “1492 yılında Anadolu’ya gelen Yahudiler 500 yıldır konuğumuzdur” saptamasının 2 bin yıllık hata payı içerdiğini belirten Bora’nın bu savı, kitapta yer alan arkeolojik buluntularla destekleniyor.

LENİN, HAZIRLAYAN: GREGORİ ZLOBİN / EVGENİ VİTKOVSKİ, YORDAM KİTAP, KASIM 2017

DOKTOR HİKMET KIVILCIMLI ADANMIŞ BİR HAYAT, ŞENOL ÇARIK, ASİ KİTAP, EKİM 2017

MODERN AVRUPA HALKLARI TARİHİ, WİLLİAM A. PELZ, KOLEKTİF KİTAP, KASIM 2017

ATLAS TARİH 145


Şakanüvis

146 ATLAS TARİH

/ Can Barslan / can.barslan@gmail.com



Dün฀başımıza฀gelenlerin฀gerçeğini฀aydınlatmadan฀ bugün฀başımıza฀gelenleri฀anlayamayız.

İnsanlık฀tarihinin฀en฀büyük฀maceralarından฀biri...

Çeviren ve Yayıma Hazırlayan: Ahmet Aydoğan • 400 sayfa

Çeviren: Furkan Akderin • 208 sayfa

Osmanlı döneminde İstanbul’da büyükelçilik görevi üstlenen Joseph von Hammer'ın doğu kaynaklarından beslenerek hazırladığı ve Ahmet Aydoğan’ın çevirip, derlediği bu kitap, gizli cemiyetlerin zayıf hükümetlerde tehlikeli hatta ölümcül tesirinin canlı bir tablosunu ortaya koyup dinin dizginsiz ihtirasın emellerine korkunç yataklığının ikna edici tasvirini sunmaktadır.

İÖ 401 yılında Pers Kralı Artakserkses’in kardeşi Kyros, ağabeyine karşı savaşmak için aralarında Yunan ücretli askerlerin de bulunduğu bir ordu toplar. Savaşta Kyros’un hayatını kaybetmesinden sonra Yunan askerleri bilmedikleri topraklarda, dört bir yanları düşmanlarla çevrili bir şekilde kalırlar. On Binlerin Dönüşü adı ile de bilinen Anabasis, Babil’den başlayıp Karadeniz’e ve oradan Yunanistan’a dönen bu ordunun hikâyesidir.

Bir฀dehanın฀bilim฀serüvenini฀merak฀edenler฀için.

Çeviren: Volkan Yazman • 408 sayfa

Çeviren: Can Evren Topaktaş • 416 sayfa

Birçok bilim kitabı ödülünün sahibi bu eser, Einstein’ın dehasının yirminci yüzyılın en şaşırtıcı bilimsel keşfine nasıl nüfuz ettiğini canlı bir anlatımla sergiliyor ve kuantum teorisinin tarihini eksiksiz şekilde aktarıyor.

“Britanya tarihini, ilk aşamalarından bugüne değin kusursuz biçimde aktaran bir eser.” —William Gibson, Oxford Üniversitesi

www.sayyayincilik.com฀/฀www.saykitap.com Tel.: (0212) 512 21 58 • e-posta: dagitim@saykitap.com

www.facebook.com/sayyayinlari

www.twitter.com/sayyayinlari

Çeviren: Ekin Duru • 240 sayfa

www.instagram.com/sayyayincilik



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.