Yazan Tarih Dergisi Sayı 4 KIŞ 2018

Page 1

1


————————————————

Bizden Size———————————————–——— KIŞ 2018

TARİHİN GİZEMLİ SERÜVENİNE YOLCULUK: EZOTERİZM Hayat sürprizlerle doludur. Bu sürprizlerin ne zaman ortaya çıkacağını ve insana ne getireceğini kestiremiyoruz. Yaşanılacak birçok şeyin olduğunu ve olacağını, bugünün bittiği gibi yarının da geleceğinin farkındayız. Fakat anı önemli kılmanın yolunu veyahut yarının dünyasının bizi bugünle hatırlaması için kalemimizi oynatmamız gerektiğini ya hatırlamıyor ya da hatırlamak istemiyoruz. Çünkü yazmanın geleceğe “Umut” olduğunu, bunun içinde “Azim” gerektiğini unutuyoruz. Hatta biraz daha ileri gidersek; sözlerin, kelimelerin gücünden bihaber değiliz. Kelimelerdir yaşamı anlamlı kılan ilahi kudretin kaynağı. Bunun farkında olan ve okumanın yanında sözlerin sihrine kendini kaptırıp yazan bireylerin olması tek temennimizdir. Yazan Tarih Dergisi ekibi olarak azmin ve umudun ışığında dördüncü sayımız olan “Tarihin Gizemli Serüvenine Yolculuk: Ezoterizm” ile size hizmet vermeye devam ediyoruz. Tarih denilince, yazılı ve sözlü olarak pek çok olay çıkar karşımıza. Ancak bunlar arasında öyle ilgi çekici olanları var ki hemen hemen çoğu insanın merakına hitap etmektedir. Tarih bu yönünü gizemli olaylardan almaktadır. Çocukluğumuzda hatırımızda kalan “Anka kuşu”, asırlardır anlattıkça gençleşen “ Dede Korkut Masalları’nın” önemi de bu nedenledir. Dergi ekibi olarak amacımız bu sayıda tarihte yaşanmış, kimilerin nefretle andığı kimilerin de efsaneye çevirdiği konuların gizemli yönlerini açığa çıkarmaktır. Bu sayımızın bir diğer amacı da, gizemli konuların ele alınmasından ziyade yanlış anlatılan ve yazılan olayların bir kez daha gözden geçirmenize olanak sağlamak ve bizler ile aynı kaderi paylaşan öğrenci kardeşlerimize ilham kaynağı olmaktır. Çünkü yazı sadece kâğıda dökülen mürekkep damlaları değil, insanın iradesini kuvvetlendiren kutsal bir olgudur. Vesselam...

Tarih Yazıldığı Sürece Var Olur!

Genel Yayın Yönetmeni MAZLUM ŞAHİN DEMİR

Yazı İşleri Müdürü MUHAMMED OFLAS

Editör CİHAT YATCI ÖZCAN EVRENSEL

Editör Yardımcıları EBRU ALAN LEYLA ÖZİŞÇİ NURSEL ABUL

Sosyal Medya Sorumlusu MURAT GENÇ

Dergipark Sorumlusu SİNAN ERGİNOĞUZ

Grafik-Tasarım MAZLUM ŞAHİN DEMİR

Danışma Kurulu Yrd. Doç. Dr. ABDURRAHİM TUFANTOZ

Doç. Dr. CAVİD QASİMOV

İletişim yazantarih@gmail.com

Dağıtım yazantarih@gmail.com Dergipark Academia İssuu SAYI:4 KIŞ 2018

Editör Cihat Yatçı

Abonelik Ücretsiz e-dergimize abone olmak için iletişim adreslerimize başvuru yapabilirsiniz.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 2


————————————————

İ Ç İ N D E K İ L E R

İçindekiler———————————————–———

17

5

13

39

33

36

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 3


————————————————

İ Ç İ N D E K İ L E R

İçindekiler———————————————–———

8

44 60

56

49

62 63 64

MİZAH OKU! AYIN SORUSU

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 4


Tarihin Öteki Yüzü ———————————————–—

——————————————–——

YOK OLUŞ YILI mış. Sicilya’ya 1347 yılının Ekim ayında gelen bir Ceneviz kadırgası hastalığı Akdeniz’e taşıdı. Başka bir Ceneviz kadırgası hastalığı, 1348’in Ocak ayında Venedik’e bulaştırdı. Piza’ya yanaşan bir Ceneviz gemisi, vebayı kuzeydeki kentlere yaydı. İtalya’ya sokulmayan bir Ceneviz gemisi ise Fransa’da Marsilya limanına girip vebayı Fransızlara bulaştırdı. Hastalık İspanya, Portekiz ve İngiltere’ye de sıçradı. Almanya ve İskandinav ülkelerine de ulaşan salgın 1349’da Norveç’te görüldü. 1351’de de Rusya’yı etkisi altına aldı. Böylece XIV. yüzyılın ortalarına doğru yaklaşık 3/1’nin hayatına mal olmasıyla sonuçlanmıştır2. Ancak bu kötü durum Avrupa halkı üzerinde derin izler bırakmıştır.

“Ey, böylesine sonsuz bir belâ yaşamayacak ve tanklığımıza masal gözüyle bakacak olan gelecek mutlu nesiller.1” Bir yok oluş yılı olarak da nitelendirebildiğimiz bulaşıcı hastalıklardan biri olan veba Ortaçağ’da etkisini yoğun bir şekilde göstermiştir. Öyle ki vebadan dolayı ölümler hızla artmış ve bazı şehirlerin haritadan silinmesine sebep olmuştur. Bizde bu makalemizde vebaya neden olan etmenlerin ve etkilerin üzerinde duracağız. Veba: Antik çağlardan beri tanınan bir bulaşıcı hastalıktır. Ortaçağ’da ki vebanın (1347) bir diğer adı ise kara ölümdür. Bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık olarak da bilinmektedir. İnsanlara farelerden bulaştığı düşünülen bu hastalık aslında pirelerden yayılır. Fareler ise taşıyıcı olarak bu hastalığın kurbanı olur. Hastalık sırasında çok miktarda fare ölümleri gerçekleşmiştir. Ölü fareler ile temasta bulunan insanların pire ısırması sonucunda tespit edilmiştir. Veba sadece insanları öldürmemiş ve bulaştığı hayvanlarında ölümüne sebep olmuştur. Aynı zamanda veba hastalığı bu şekilde Avrupa nüfusunun büyük bir kısmını yok etmiştir.

1347 kara ölümün ülke üzerindeki ekonomik etkilerine baktığımızda çıktıkları veya geçtikleri ülkelerin ticari düzenini sekteye uğrattıklarını söyleyebiliriz. Aynı zamanda iktisadi hayatı da büyük ölçüde etkilemiştir. Salgının sebep olduğu insan kayıpları ve göçler dolayısıyla da iş ve çalışma hayatında duraksama meydana gelmiştir. Tarım ve hayvancılık yeterli derecede yapılamamıştır3. Hatta bir süre krallığın özel mülkiyetinde dahi topraklar işlenmemiştir. Veba sonrasında ise topraklarda, zanaat işlerinde ve değirmenlerde çalışanların sayısında düşüş yaşanmıştır. Buna paralel olarak hayatta kalmayı başaranlarında maaşları büyük bir oranda artmıştır. Ayrıca halk vebadan kurtulduktan sonra bu salgına yeme alışkanlıklarının sebep olduğunu düşünmüşler. Yeni yeme alışkanlıklarını oluşturmaya

Bu salgının ise başta Çin’de ortaya çıktığı görünür. Daha sonra İpek Yolu’nu işleyerek 1346’da Kırım’a ve 1347’de Avrupa’ya ulaştığı kabul edilir. Veba, gemilerdeki farelerin üzerinde yaşayan pireler tarafından liman kentlerine taşın-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 5


Tarihin Öteki Yüzü ———————————————–—

——————————————–——

başlamışlardır. Bunların dışında da birçok malın fiyatında salgın dolayısıyla fiyatların düştüğünü görüyoruz. Bunlar arasında ise; tabut, mum, tıbbi ilaç vb. gibi hastalıkla ilgili olan mallar bulunmaktadır. Aynı zamanda hastalıkla doğrudan ilişkili olan doktor, cerrah, noter ve mezar kazıcılarının da maaşları artmıştır. Böylece daha kalıcı değişiklikler gelir ve statü ilişkilerinde ortaya çıkmıştır4.

Vebanın ekonomik etkisi olduğu kadar sosyal ve dinî etkisi de halk üzerinde olmuştur. İnsanlar geçici veya daimi olarak göç etmişlerdir. Bunun sebebi ise salgından korunmanın yolu olarak başka yerlere gitmesi gerektikleri konusunda görüşlerin yayılmasıdır5. Öyle ki veba salgınıyla beraber insanlar birbirlerinden kaçmaya başladı. Daha da önemlisi anne çocuğundan kaçar hale geldi. Bu durumu ise en iyi şekilde göz önüne seren Siena vebasının tanınmış vakanüvislerinden Agnolodi Tura şu şekilde yazmıştır:

Bunun üzerine bazı din görevlileri kilisenin eski otoritesini tekrar tesis edebilmek için harekete geçmiştir. Bu bakımdan İngiltere’nin Başpiskoposu William Zouche, hem kilisenin yıkılan imajını düzeltmek hem de yeniden güçlüyüm demek için bir mektup yazmıştır. Önemli olan başpiskoposunun mektubundaki görüşler ise şu şekildedir:

Bu hastalık nefesle ve görmekle geçiyor sanıldığından baba çocuğu, karı kocayı; bir birader diğerini terk etti. Para ya da dostluk için ölüleri gömecek kimse bulunamıyordu… Siena’da birçok yerde büyük çukurlar kazılıyor ve dev ölü yığınlarıyla dolduruluyordu… Ve ben şişko denen, Agnolo di Tura beş çocuğumu kendi ellerimle gömdüm, bunu birçok kimse de yaptı. Ayrıca şehrin her yerinde, toprakla çok az örtüldüğü için köpeklerin çıkarıp vücutlarını yediği birçok ölü vardı.6”

“İnsanın yeryüzündeki savaşından beri merak edilmedi, dünyanın sefalet olaylarının ortasında şu ana kadar her şey yürüyordu ancak şimdi her şey değişti. Yüce Tanrı onların (insanların) gücü sevmelerine bazen sorunluda olsa izin veriyorken onların güçleri muhteşem olduğu anda manevi etkisi ile güçlerini zayıflatıyordu. Bunu yapanın kim olduğunu kimse bilmiyordu ancak şimdi halk biliyor, nasıl büyük bir ölüm, hastalık ve hava ile bulaşan enfeksiyon dünyanın çeşitli bölgelerini tehdit ediyor özellikle İngiltere’yi ve buna kesinlikle insanların günahları neden oldu, onlar iyi zaman geçirirken bunların en yüksek verenin (Tanrının) hediyesi olduğunu unuttular. Böylece insanın kaçınılmaz kaderi olarak, acımasız ölüm kimsenin yedeksiz olduğu gerçeğiyle şimdi tehdit ediyor bizi, kutsal kurtarıcı yüksek merhamet gösterdiği sürece insanlar haklı olarak onun hızlıca geri döneceğini yalnızca umut ediyor. Onun merhamet adaletinin ağır basacağını ve onun cömert affedici, günahkârların tövbesine yürekten sevinen, o alçak gönüllülükle onu çağıran ve dua edenlere merhamet eden Yüce Tanrı’dır, ancak O

Salgının diğer sonuçlarından biri de yüksek ölüm oranlarından dolayı hızla boşalan kilise görevlilerinin yerini zaman geçmeden doldurma zorunluluğuydu7. Çünkü krallara taç giydirmekten, insanları aforoz etmeye kadar hayatın akışı içerisinde kilise tek dokunulmaz otoriteydi. Ancak bu salgınla beraber kilisedeki rahipler, rahibeler ve birçok din adamı da hayatını kaybetmiştir. Böylece vebanın Tanrı’nın gazabı olduğuna inanan toplumlar kiliseye akın ettiklerinde kilisedeki din adamlarının da öldüklerini görünce buranında kendilerine çare olmayacağını düşünmeye başlamışlardır.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 6


Tarihin Öteki Yüzü ———————————————–—

——————————————–—— öfkeyle geri döndü ve hastalığı insanlar arasında yaydı, muhteşem gücü ile o tüm insanlığı kurtarmalıdır. Bu nedenle, biz bu olayla (kara ölüm) mücadele etmek için harekete geçmeliyiz. Dindar topluluk ile her Çarşamba ve Cuma katedral ile kilisemizde yapılacak olan dualarda, diğer toplantı ve yerel cemaat kiliselerinde bizim şehrimizdeki her kutsal yer ve başpiskoposluk bölgesinde ayin ve ciddi bir ilahi ile veba ve salgın hatalığın yatıştırılması için kitleler halinde her gün özel bir dua etmeliyiz. Kilisenin müritlerinin yanında efendiler ve kralda duaya katılmalı, İngiltere’nin tüm insan ve bölgeleri de buna iştirak etmelidir. Böylece kurtarıcı (Tanrı) sabit yalvarınca kendi suretinde insanlığı kurtarmak için geri dönecektir ve biz, Yüce Tanrı’nın merhametine güvenmeliyiz, layık olmalıyız. Bakire Meryem’e dualar etmeliyiz. Yüce elçiler Paul, Peter’e ve en kutsal itirafçı William ve tüm Azizlerine Yüce Tanrı tarafından 40 günlük kefaletleri kabul edildikleri için bizim bütün başpiskoposlarımız ve piskoposlarımızın hoşgörüsüne sığınarak günahlarımızın affedilmesi için günah çıkarmalıyız. Onlar (Azizler) nasıl pişman olup af diledilerse bizde onlar için ve affedilmek için sürekli topluluklar halinde dua etmeliyiz. Sizler dayanıklı olmalısınız. Bu düşünceler hızlı şekilde her piskoposluk ritüellerini etkileyerek onların (din adamlarının) içlerine yerleşecek ve kurumlarında sabitlenecektir sonsuza dek.8”

Veba salgınının ülkede yarattığı bir diğer etki de Tanrı’nın gazabının yanında Yahudilerin kara ölümle sorumlu tutulmasıdır. Böylece Avrupa da her fırsatta Yahudilere saldırılmıştır. Almanya’da ortaya çıkan Flagellant hareketi yani kendilerine verdikleri isimle, kendini kırbaçlayanlar, vebanın Tanrı’nın günahlar için gönderdiği bir ceza olduğuna inanarak hareket etmişlerdir. Kadınlı erkekli 50-300 kişi arasında değişen gruplar halinde şehir şehir gezmişler kendilerini kırbaçlayarak, İsa’nın döneceği güne hazırlamaktadırlar. Bu topluluk daha sonra yaygın bir şekilde faaliyet göstermiştir. Yahudilere katliam yapma, diri diri yakma hareketinde bulunmuşlardır. Yahudilere yaptıkları zulümler artınca Papa VI. Clement bazı fikirleri de aldıktan sonra bu topluluğa karşı önlem alınmasını ve ruhanî otoritece yapılanın doğru olmadığını söyleyerek Yahudi halkını koruma altına almıştır9.

Bunun yanında kilisede görev yapan din görevlilerinin bir kısmının hayatını kaybetmesi ve bir kısmının da kaçmasıyla yeni görevliler kiliseye alınmıştır. Kiliseye yeni alınan görevliler ise mevcut şartların gerektirdiği gibi alınmamıştır. Eğitimsiz, acemi ve kalifiyesiz kişiler mecburluktan alınmıştır. Bunlarında çeşitli usulsüzlüklerde ve gerektiği gibi davranmamalarıyla halkın kiliseye olan güvenini sarsmış ve kiliseye karşı şüphe duyulmaya, eleştirilere başlanmıştır. Bu durumlar ise veba salgınından sonra doğacak olan Protestanlık mezhebine giden yolu tetiklemiştir.

DİPNOTLAR 7 Tarık Tolga Gümüş, “ Avrupa’da Kara Ölüm ve Dönem Kronikleri”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, XX/1, Çukurova 2011, 151. 8 T. Karaimamoğlu, 599. 9 S. Martin, 58. ; Ö. Genç, 143; T. Karaimamoğlu, 603.

1 Sean Martin, Orta Çağ’da Veba Kara Ölüm, Çev: Cumhur Atay, İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2011, 7. 2 Ömür Ceylan, “Ölümün Unutulan Adı Veba”, Çukurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmaları Dergisi, I/1, Çukurova 2006, 1. 3 Ferda Şamil Arık, “Selçuklular Zamanında Anadolu’da Veba Salgınları”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, XV/26, Ankara 1991, 32. 4 F. Ş. Arık, 32. ; Özlem Genç, “Kara Ölüm: 1348 Veba Salgını ve Ortaçağ Avrupa’sına Etkileri”, Tarih Okulu Dergisi, X, İzmir 2011, 140.; Tolgahan Karaimamoğlu, “Kara Ölüm Veba Salgını ve Ortaçağ İngiltere’sine Etkileri”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 37, Elazığ 2016, 594. 5 F. Ş. Arık, 33. 6 S. Martin, 39.

Ebru Alan YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 7


Manevîyatın Tohumları ——————————————

——————————————–——

İSLÂM’IN MİSTİK BOYUTU: TASAVVUF Genel tabiriyle mistisizm özel manada ise tasavvuf, zamanla toplumların zarurî unsurlarından oluşmuştur. Şimdiye kadar kimsenin bu kavramları tam olarak açıklama iddiasında bulunmamasının sebebi her yaşayanın yaşadığı tecrübeye göre bu terimlere açıklık getirme çabasından kaynaklanmaktadır. Tasavvuf için kimisi, insanın kendi ruhunu incelemesi yöntemidir der, kimisi ise kısaca ahlaktır, ruh temizliğidir, gönül terbiyesidir demektedir. Burada amacımız tasavvufu anlatmak değildir. Sadece manevî boyutuna kısa bir bakış açısı sağlamaktır.

rum. Bilindiği üzere Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettiğinde devesinin çöktüğü yere bir mescid inşa ettirmişti. Mescid-i Nebevî olarak bilinen bu yapının güneye bakan duvar boyunca “Suffa” diye anılan gölgelik bulunmaktaydı. Burası fakir, kimsesiz ve barınacak yeri olmayan Müslümanlar için yapılmıştı. Burada kalanlara da “Ashab-ı Suffa” denilirdi2. Ashab-ı Suffa’yı kimsesiz muhacirler, bekârlar, yeni Müslüman olup Medine’ye göç eden sahabeler oluşturmaktaydı. Onların iaşesinden evlenmesine kadar bütün ihtiyaçlarıyla bizzat Hz. Muhammed ilgilenirdi. Ensardan zengin olanlarını da yardım etmeye teşvik ederdi. Bunun yanında Suffa’da kalmış sahabelerden bazıları çalışır, bazıları ibadet eder ve bazıları da ilim öğrenir, eğitim işlerinde Peygambere yardımcı olurlardı. Burada “Suffa” kelimesi sufi kelimesi ile aynı türden olduğu ya da bu kelimeden türetildiği söylenmektedir. Sufînin de yün manasına gelen “suf” kelimesinden geldiği konusunda birçok İslâm âlimi birleşmiştir. Hz. Peygamberin yün elbise giydiğini, yünlü elbiseyi sevdiğini, zahitlerin de bunu benimsediğini, dolaysıyla onlara “yün elbise giyen” anlamında “sufi” denildiğini gibi rivayetler de mevcuttur3. Ayrıca sufînin, sûfaneden4 geldiğini ileri sürenler de vardır5.

Tasavvuf kelimesinin nereden geldiği ve tanımının ne olduğu hakkında birçok görüş vardır. Yukarıda değindiğim gibi bu yeni akımın bir hal ilmi oluşu, onu anlamak için herkesin kendisi bu tecrübeyi yaşaması gerekli görülmesi, bu ilmin tanımının tam olarak yapılamamasının en büyük etkenlerinden olmuştur1. Buna rağmen tarih boyunca âlimler tarafından tasavvuf hakkında birçok şey söylenmiştir. Ayrıca bu yeni oluşum düyevî hayattan soyutlanmak istediği ve bütün meşguliyetlerini uhrevî hayat için harcadıklarından dolayı bazı esrarengiz ve düşünsel mana ile kavrayamacağımız olaylar vuku bulmuştur. Ayrıca birçok dinde kendisine yer edinen ve bazı konularda İslâm’ı da etkileyen Mistisizm’in de olaya dâhil olması ve Tasavvuf ile sağlam bir ilişki kurması bu akımı daha da gizemli kılacaktır.

Şüphesiz ki Tasavvuf, ortaya çıktığı ilk günden bu yana İslâm dini içerisinde önemli yer tutmuştur. Bunun yanı sıra İslâmî kanunlara göre şekillenen, Allah korkusunu kalpte taşımak ve bunun sonucu olarak günah ve tüm kötülüklerden arınıp dünyevi hayattan uzaklaşmayı amaç edinen bir gelenek

Tasavvufun sırlar dünyasına girmeden önce biraz kökeni ve tanımından bahsetmek istiyo-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 8


Manevîyatın Tohumları ——————————————

——————————————–——

olması bunun en büyük kanıtıdır. Bunun yanı sıra insan sevgisi, iyilik mücadelesi, takva meselesi gibi üzerinden durulan birçok konuyu içerisinde barındırmaktadır. Bu konuda önemli bir âlim olan Niyâzî-i Mısrî’nın güzel ahlakın iman, amel, ihlâs, zikir, ihsan, tevazu, öğüt, tasavvuf6 ile olacağını söylemesi bu akımın dinî açıdan ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Hz. Muhammed vefat ettiğin de kendisine inananlara iki kaynak bırakmıştı. Bunlardan ilki Kur’an ikincisi sünnetti. Müslümanlar karşılaştıkları sorunlarda bunlara bakarak yol izliyordu. Lâkin daha sonraları kurulan Emevî Devleti (661-750) bu inançtan uzaklaşıp İslâm dinini kendi menfaatleri doğrultusunda yaşadılar. İslâm’ın öngördüğü devlet yapısı ve yönetiminden uzaklaşıp Arapların asil sınıfına dayanan bir yapı oluşturmaya başladılar7. Bu dönemde çoğalan fetihler gelişen siyasal ve ekonomik faaliyetler sonucunda ele geçirilen ganimetler halkı para ve dünya malına sevketti. O döneme kadar devam eden “her şey din içindir” fikri değişmiş yerine “her şey devlet içindir” gelmiştir. Buna cephe alan Müslümanlardan bazıları inandıkları temiz akideyi aynen sürdürmek ve Allah’ın ilahi kanunlarının dışına çıkmaksızın İslâm’a özgü yeni bir inanış biçimi ortaya koydular. Bu inanış biçimi dünyayı bir cenk meydanı olarak belleyen, İslâm dininin yayılması için canlarını gözünü kırpmadan feda eden bir gelenek haline gelmiştir. Bu savlarını da İslâm dininin kutsal kitabı Kur’an’a, Hz Muhammed’in Hadisleri ve Sünnet-i Seniyye’ye göre uyarlayan bir anlayış haline geldiler. “Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz8.” Bu Ayet-i Kerimeden takva sahibi olmanın ehmiyetini, dünyayı bir cihad meydanı olarak görmeyi ve Allaha ulaşma yolları gibi ilahi kanunlar çıkarılmış ve bu kanun çerçevesin de hareket edilmiştir. Böylece Tasavvufun ilk ayağını oluşturacak zühd akımı ortaya çıkacaktır. İslam Tasavvufu ilk asırlardan itibaren ortaya çıkan zühd hareketiyle kök salmaya başlamıştır. Bu dönemde zühd yolunu tutanlar, dünya ve dünya nimetlerinden yüz çevirmeyi, dinî hususlara titizlikle ve harfiyen uyumaya çalışıyorlardı. Zahidlerin amacı Allah’ın rızasını kazanmak, onun azabından kurtulmaktı. Özellikle Allah korkusu, cehennem korkusu, ölüm korkusu ve günah korkusu ilk zahitleri derinden etkilemişti.

radan dönüşeceği Tasavvufun temel ilkelerinden birisi başta da dediğimiz gibi dünya malına ehmiyet vermeyen ve kendisini bu dünyanın vereceği zevklerden uzak tutan bir düşünce haline gelmesidir. Bunun en büyük âlimler arasında İbrahim b. Edhem’i örnek gösterebiliriz. Bilindiği üzere o dönem itibariyle Belh’in önde gelen simâlarındandır. Kimi tarihçiler Belh’den olmadığını vurgulasa da büyük bir kitle bu bilgiyi doğrulamaktadır. Bazılarında Belhli İbrahim Edhem9 olarak geçmektedir. Doğumu hakkında kayda değer bir bilgi olmamakla birlikte, 71610 tarihi olması muhtemeldir. Ama ölümü hakkında bazı kaynaklar 776-77711 bazıları ise 77812 tarihlerini vermektedir. Babası Belh sultanıydı. İbrahim b. Edhem başa geçtiğinde birkaç olay başından geçmiştir. “Bir gece tahtı üzerinde uyuya kalmıştı. Gece yansı olunca, sanki dama biri çıkmış gibi tavan sallandı. İbrahim bağırdı: - Kim o? - Tanıdık biriyim, devemi kaybettim, burada onu arıyorum. - Hey şaşkın! Ne diye damda deve arıyorsun, damda deve ne gezer? - Ama ey gafil! Sen Allah'ı altın taht üzerinde ve atlas elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acaib?13” Bu olaydan sonra manâ âleminde umut aramaya başladı. Başka bir olayda İbrahim Bin Edhem hazretleri bir gün ava giderken bir ses işitmiştir. "Ey İbrahim! Sen bunun için mi yaratıldın veya bununla mı memur edildin” diye bu ses den sonra hayatının değiştiği ve daha sonra Mekke’ye geldiği bildirilmektedir14. Feridüddin Attar bu yolculuğun on dört yıl sürdüğünü ileri sürmektedir. Bu yolculuğun garip ve muazzam tarafı İbrahim Edhem iki rekât namaz kıldıktan sonra bir adım gitmekteydi15. Bütün mülkünü bırakmış ve kendini bu yola adamıştır16. Ayrıca bahsedilen sesin ne olduğu ya da böyle bir şeyin olma ihtimalini bugün düşünüp ve yorumlamak pek doğru olmayacaktır. Çünkü o dönem için kullandığımız kaynak ve ya kaynaklar bunlara ışık tutmaktadır. Bu konuda ki genel kanım Sûfi dünyasın da oluşan bu olayların ya da dönemin ve bugünün İslâmî kaynaklarında “kerâmet” olarak geçen bu hadiselerin Tasavvuf’un mistik boyutuna verip öyle anlamak gerekmektedir. İbrahim b. Edhem temel amacı salih bir kul olup tüm dünya lezzetlerinden uzak durmaktı. Yine Küşeyrî’ye göre İbrahim b. Edhem salih kişi derecesine gelmek için şu altı çetin yolu geçmek gerektiği söylemektedir. Bunlardan birincisi, ni-

Gerek bu akım gerek de bu akımın son-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 9


Manevîyatın Tohumları ——————————————

——————————————–——

met kapısını kapayıp şiddet (sıkıntı) kapısını açmaktır. İkincisi, izzet kapısını kapayıp zillet kapısını açmak, üçüncüsü rahat ve huzur kapısını kapayıp zillet kapısını açmak, dördüncüsü uyku kapısını kapayıp, uyumamak kapısını açmak, beşincisi, zenginlik kapısını kapayıp, fakirlik kapısını açmak, altıncısı emel kapısını kapayıp, ölüme hazırlık kapısını açmaktır17. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki bazı kaynaklara göre İbrahim b. Edhem, kendi döneminde ki zahidlerin önderi olarak da bilinmektedir. Tasavvuf adı altında birçok âlimden bahsetmek mümkündür. Benim burada İbrahim b. Edhem’i örnek göstermemde ki temel maksat gerek bu akımın oluşumunun ilk evresinde yaşamış olması gerek de dönemi ve döneminden sonra gelecek olan âlimleri derinden etkilemesidir.

düzeyde olduğunu göstermektedir. Ayrıca bilinmeyen birçok kavram ortaya çıkmıştır. Mesela zühdün hayata olan bakış açısı sonucu “masiva” denilen ve Allah’tan başka her şey anlamında kullanılan yeni terimler ortaya çıkmıştır19. İbn’ül Arabî hazretleri ise masiva hakkında şöyle demektedir: "Marifet; ondan başkasını (masivayı) Onunla düşünmen, sonra masivayı Onda yok etmen, böylece Onun ve senin zarf olmanızdır.20” Yine Arabî hazretleri Masiva’nın kalbden uzaklaşması gerektiğini savunur21.

Günümüzde Tasavvuf denilince ilk önce ya tarikatlar ya da dar çaplı düşüncelere sığdırılmış birkaç cümle akla gelmektedir. Bu yüzden tasavvufî din anlayışının yaygınlığı ve gizemi ilk bakışta fark edilmeyebilir. Fakat tasavvufun oluşma devrelerini iyi kavramanın ve bu dönemdeki önemli şahsiyetlerin hayatlarını, yaşadıkları dönemlerin özelliklerini bilmenin bu düşünceleri savunan kimselerin bakış açısını tekrar gözden geçireceği kanısındayım.

Tasavvufu gizemli kılan ana etmenlerden bir tanesi de şüphesiz ki Mistisizm ile olan ilişkisidir. Mistisizm insan ruhu ile varlığın esası arasında birleşme imkânına inanmaktır22. Geniş anlamıyla belirli belirsiz, ulu ve mantığı aşar gibi görünen bir şeyi ifade eder. Düşünürlere göre ise mistisizm, 'vasıtasız'; içten doğma "bir" duygunun, benliğin dünyasının ruhu, mutlak denilen kendisinden daha büyük bir şeyle birleşmesi halinin belirdiği iç durumdur. Başka bir deyimle, insan ruhunun, yaratılışın temel ilkesiyle samimi ve aracısız birleşmesi, kutsal ruhun vasıtasız olarak anlaşılması demektir23. Yahudilikte mistik anlayış “ kabalizm” adı altında değerlendirilmektedir. Ayrıca buna binaen İlm’i ledün ve çileye büyük önem verilmektedir24. Yahudiliği takip eden Hıristiyanlık ise tamamen mistik unsurlardan oluşur. Nitekim Hz. İsa ve Pavlus’un söylemleri tamamen mistik betimlemelerden oluşur. Ancak İslâm dini anlayışı itibariyle gizem ve sırlar bakımından ağır basan bir din değildir. Daha açık bir ifadeyle zahir ve batına, beden ve ruha, insan ve kâinata müşterek değer atfeden bir dindir25.

Tasavvuf gerek oluşum gerek de yaşayış bakımından oldukça esrarengiz bir akımdır. Bu konuda İbrahim b. Edhem örneğini vermem tesadüfî değildir. Bu konuya yeni bir bakış açısıyla bakmak adına Jean Chevalier’ in eserinde yazdıklarını aynen aktarmak istiyorum. “Görüşleri sırasında Tanrı'yla doğrudan konuşmaları, Tanrı'nın kalbi ile insanın kalbi arasındaki bu birlik, her türlü örtünün kaldırılmasından sonraki bu görüş umudu, peygamberlerinkinden daha üstün sayılan açığa vurulmuş tasavvufi hal aforoz edilmek için yeterliydi. İbn Edhem Suriye'ye sürgün edildi ve orada öldü. Yüz elli yıl sonra bir Hallac-ı Mansur öğrettiği ve yaşadığı bu öğreti yüzünden çarmıh eziyetine çarptırılacaktır.18“ Burada çıkaracağımız temel hususlar bulunmaktadır. Evet, İslâm’da ne Tanrının kalbi ne de aforoz denilen kavramlar bulunmaktadır. Burada ele alınması gereken ana tema her iki âliminde dönemlerinde anlaşılamadığı ve bu sebeple yargılandığı kanısıdır.

Mistisizm ve tasavvuf kelimeleri, kendilerine yüklenen anlamlar itibariyle çoğu kez bir arada kullanılan kavramlar olmuşlardır. İslam mistisizmi, sufizm, tasavvuf gibi ifadeler genellikle yan yana ve birbirinin yerine geçen ifadeler şeklinde ele alınmıştır26. Mistik ya da mistisizm kelimeleri genel bir

XIII. yüzyılın en büyük İslâm âlimlerinden olan Muyhiddin Arabî hazretleri kendilerini anlamayanların yazdıklarını okumalarını söylemesi bahsettiğimiz mistik boyutun ne kadar ileri

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 10


Manevîyatın Tohumları ——————————————

——————————————–——

anlam taşımakta ve gerçeği arayanların ve gizemcilerin arayışlarında önemli manalara işaret eder olmuşlardır.

Sonuç İnsan ne kadar bilgili olursa olsun tek başına bir yere gelmesi oldukça zordur. Bunun için belli kişi veya zümre ile yapılan ilişki bazı hususlarda bize yarar sağlayacaktır. Nitekim Tasavvufun ilk dönemlerinde zümreleşme bakımından fazla bir ilgi alaka yokken daha sonraki yıllarda uhrevî hayattan uzaklaşan ve kendini dünya hayatına adayanların sayısı hızla artmaya başladı. Buna muteakib bu çevre de bildikleri temiz akideyi korumaya çalışan ve bunun için çabalayanlar yeni zümrelerin oluşumuyla sonuçlanmıştır.

Kimilerine göre de Grekçede “akıl ve hikmet" anlamına gelen "Sophia" sözcüğünden türetilmiştir27. Terim olarak ise, insanı ahlâken yüceltme, rûhî saâdete erdirme, özündeki hakîkati kavratma, görünen dünyanın üstünde ve ötesinde görünmeyenin şuûruna erdirme çabası şeklinde ifade edilmiştir. Tasavvuf ile mistisizm çoğu zaman karıştırılmakla birlikte, aralarında bir takım farklar vardır. Bunlardan bazıları şu şekilde izah edilebilir. Tasavvuf, insana rûhî bir yükselme sağladığı hâlde, mistisizmde gelip geçici hazlar vardır. Mistisizm'de ıstırap önem taşıdığı hâlde tasavvufta ıstırabın özel bir yeri yoktur. Tasavvufta terbiye metotları bireylerin karakter yapılarına göre farklılık arz ettiği hâlde, mistisizmde bu farklılık ve zenginlik bulunmamaktadır. Kişilerin meşreplerine ve sahip olduğu kapasiteye göre farklı usul ve yöntemler uygulanabilmektedir. Tasavvufta mânevî yükseliş için kişisel çaba esas olduğu hâlde mistisizmde bu şekilde değildir. Mistik, sadece vecd ehli olduğu hâlde, sûfî, Sâllikten derûnîliğe önem verir28. Tasavvufta zikir ve şeyh ile birlikte bulunmak (sohbet) esastır. Mistisizmde böyle bir esas yoktur. Mistik hayatta bilgi umumi ve karanlık olduğu gibi aşk da umumidir ve fark gözetmez29.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 11


Manevîyatın Tohumları ——————————————

——————————————–——

Hicretin birinci yılından sonra yavaş yavaş beliren Zühd anlayışı dönemin İslâm topluluğunun bazı kısımlarda delâlete düştüğünü ve Peygamber döneminde ki din anlayışının yaşanmadığını ileri sürmüştür. Bunun sonucu olarak inandıkları temiz akideyi korunması ve yaygınlaşması adına kendi hayatlarından vazgeçme derecesine kadar gelmiş dava bildikleri bu yolda sonuna kadar yürümüşlerdir. Ancak bu davaları çok sonra anlaşılmıştır. Ferîdûddin Attar, Beyazıd-ı Bistâmî’nin şöyle dediğini bildirir: “Bizim gibi bir gülün açması için, bir gül bahçesinin üzerinden ikiyüz senenin geçmesi lazım gelir.30”

Hayat sermayesinin tamamını Allah yoluna harcayan bu kullar. Gizem yüklü olması gayet normaldir. Çünkü kendisine verilen haklarının hepsini kullandığı tek yol olarak bunu göstermişlerdir. Ayrıca Tasavvufun ilk dönemden bu yana Mistisizm ile olan ilişkilerinin olması da bu akımı esrarengiz kılacaktır.

DİPNOTLAR 1 Edhem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Ve Deyimler Sözlüğü, İstanbul: Ağaç Kitapevi Yayınları, 2009, 262.

14 el- Kuşeyrî, Tasavvufun İlkeleri (Risâle), I, Çev: Tahsin Yazıcı, İstanbul: Kervan Kitapçılık Yayınları, 1978, 46. 15 F. Attar, 113.

2 Âdem Apak, Ana Hatları İle İslâm Tarihi, I, İstanbul: Ensar Yayınları, 2016, 238; Muhammad Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, Çev: Salih Tuğ, Ankara: Yeni Şafak Yayınları, 2003, 179.

16 Nurettin Albayrak, “İbrahim b. Edhem”, DİA, XXI, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2000, 295. 17 Kuşeyrî, 180-181. 18 J. Chevalier, 27 19 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1994, 29.

3 Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, İstanbul: Radikal Yayınları 1992, 6; E. Cebecioğlu, 262.

20 Muhyiddin İbn’ul Arabî, Resâilu İbn – El Arabî, I, Çev: Vahdettin İnce, İstanbul: Kitsan Yayınları, 2004, 78.

4 Sûfane: bakliyat cinsinden bir bitkidir ( Süleyman Ateş, 6).

21 Muhyiddin İbn’ul Arabî, Resâilu İbn – El Arabî, II, Çev: Vahdettin İnce, İstanbul: Kitsan Yayınları, 2004, 149.

5 S. Ateş, 6

22 Peyami Safa, Mistisizm, İstanbul: Bâbıâli Yayınevi, 1961, 7.

6 Niyâzî-i Mısrî, Mawâidu'l İrfan, Çev: Süleyman Ateş, İstanbul: Emel Matbaa, 1971, 43.

23 Henri Serouya, Mistisizm (Misticisme, Gizemcilik, Tasavvuf), Çev: Nihal Önol, İstanbul: Varlık Yayınları, 1967, 8.

7 Hakkı Dursun Yıldız, Abbâsiler, DİA, I, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1988, 31.

24 Ömer Yılmaz, Geçmişten Günümüze Tasavvuf Ve Tarikatlar, Ankara: Akçağ Yayınları, 2017, 25.

8 Kur’an-ı Kerim, Mâide, 35. 9 Abdu'l-Bârî En-Nedvî, Kur'ân ve Sünnet Işığında Tasavvuf ve Hayat, Çev: Mustafa Ateş, İstanbul: İrfan Yayıncılık: 1996, 111. 10 Jean Chevalier, Sûfîlik, Çev: Ahmet Kotil, İstanbul: İletişim Yayınları, 1993, 26.

25 Ö. Yılmaz, 25-26. 26 Ö.Yılmaz, 30. 27 P. Safa, 8. 28 Ö. Yılmaz, 31.

11 Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, Çev: Tahsin Yazıcı, İstanbul: Hürriyet Yayınları, 1973, 79. 12 Reşat Öngören, “İbrahim b. Edhem”, DİA, XXI, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2000, 293.

29 P. Safa, 20. 30 F. Attar, 198.

13 Feridüddin Attar, Tezkiretü' l- Evliya, Çev: Süleyman Uludağ, Bursa: İlim ve Kültür Yayınları, 1984, 144-145.

Cihat Yatçı YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 12


——————————————–——

Ortaçağın İzinde———————————————–———

SELÇUKLU DÜNYASINDA EZOTERİK DÜŞÜNCELER: BABAÎ İSYANI imparatorluğu kurmak istediğini, bunu başarabilmek için de müslüman hüviyeti altına gizlenerek Müslümanlık ve Hıristiyanlık karışımı farklı bir inanç ortaya çıkardığını yazmaktadır. Sadece Hüseyin Hüsameddin'de yer alan bu bilgi diğer kaynaklarda yer almamakla birlikte delile ihtiyacı vardır ve bu bilgi tarafımızca bir ihtimal olmaktan öteye geçmez.

Her şeyden önce Babaî ayaklanması olarak bilinen bu isyanın gerçek liderinin kim olduğu konusuna bakılmalıdır. Fuat Köprülü, Hüseyin Hüsameddin ve Osman Turan başta olmak üzere bir çok tarihçi İbn Bîbî’nin eserine dayanarak bu isyanın liderinin Baba İshak olduğu konusunda hemfikirdirler. İbn Bibi’den bize ulaşan bilgiler ışığında Baba İshak, her zaman isyanın lideri olarak görülmüştür. İsyanı asıl planlayan ve Baba İshak’ın da şeyhi olan Baba İlyas pek zikredilmemiştir. Fakat Baba İlyas’ın torunu olan Elvan Çelebi’nin eseri bu isyanın lideri olarak Baba İshak’la beraber Baba İlyas’ı da zikretmektedir.

İsyanının Sebepleri Yerleşik olsun göçebe olsun Selçuklu Devleti sınırlarında yaşayan halka devlet tarafından toprak dağıtılırdı. Halk da buna karşılık bu toprağı sürerek devlete öşür ve haraç denilen vergileri verirdi. Böylece hem devlet toprağın sürülmesini sağlayıp vergi alıyordu hem de Türkmenler geçimlerini sağlayıp hayvanlarına otlak bulmuş oluyorlardı.

Bu algıya sebep olan ise isyanda Baba İshak’ın adının ön plana çıkmış olmasıdır. Kâtip Çelebi başta olmak üzere elimizdeki kaynaklar Baba İshak'ın, Baba İlyas'ın önde gelen halifesi olduğunu, 1240 yılında gerçekleşen ve Türkmen ayaklanması olarak bilinen Babaî İsyanı'nın hem başlatılması hem de isyanın yürütülmesi ve diğer tüm faaliyetlerde bir Türkmen şeyhi olan Baba İshak'ın adını zikretmektedir.

1192 yılında II. Kılıçarslan’ın ölümüyle başlayan saltanat mücadelesi devletin en parlak döneminden düşüş dönemine hızlı bir iniş yapmıştır. Bu mücadelelerle beraber devlet maliyesi özellikle de toprak sistemi bozulmuştur. Bu bozulma sonucu toprak aristokratları denilen toprak sahipleri ortaya çıktı ve bu toprak sahipleri devlet ile Türkmenler arasında aracı görevi üstlenmeye başladılar. Böylece Türkmenlerin toprak üzerindeki hakları bu aristokratların merhametine kalmıştır.

Baba İlyas’ın menşei ve hayatı hakkında pek bir bilgimiz olmamakla beraber asıl adı Şeyh Ebü’l-Bekâ Baba İlyas-ı Horasanî olup Elvan Çelebi’ye göre Dede Garkın adındaki bir Türkmen şeyhinin müridi iken Amasya yakınlarında bulunan Çat köyüne gelip yerleşmiştir. Köye geliş tarihi bilinmeyen Baba İlyas burada kendine bir zaviye yaptırmıştır. Baba İlyas, Çat köyünde halka yaptığı yardımlardan dolayı onların sevgisini kazanmıştır. Köylüler şeyhin üstün bir şahsiyet olduğuna inanmıştır. Ayrıca onun sihirbazlık yaptığına dair kaynaklarda bir takım yazılar mevcuttur. İşte bundan dolayıdır ki şeyhin kerametleri tartışmasız kabul edilmiş ve kendisine mehdî gözüyle bakılmıştır. Bu da isyana farklı bir boyut kazandıracaktır.

Bu kaos ortamında geçimini sağlamak için zorluklarla mücadele eden yerleşik halkın yanında bir de Moğollardan kaçan göçebelerin olması durumu daha da zorlaştırmıştır. Devletin güçlü olduğu dönemlerde bu göçler herhangi bir sorun teşkil etmezken XIII. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra bu durum devleti büyük bir ayak bağı olmuştur. Sonuç olarak bu isyanın ana sebeplerinden biri toprak sisteminin bozulması ve Anadolu’nun aldığı yoğun göçtür. Ayrıca göçebe Türkmenlerle yerleşik Türkmenler arasında da anlaşmazlıklar mevcuttu. Kültür, düşünce, inanç ve yaşayış tarzları farklı olan, bununla birlikte soydaş olan göçmen ve yerleşik Türkmenler birbirlerine karşı kin ve nefret besliyorlardı. Bunun en büyük göstergesi ise yerleşikler göçmenlere karşı “akılsız Türkler” ve

Baba İshak'ın hayatına bakacak olursak; bu konu hakkında hiçbir bilgimiz olmamakla birlikte Hüseyin Hüsameddin, Babaîler isyanının lideri olarak karşımıza çıkan Baba İshak'ın asıl adının İzak olduğunu söyler. Ayrıca Trabzon'daki Komnenos hanedanına mensup bir Rum mühtedisi olduğunu ve hatta Amasya'da bir Rum

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 13


——————————————–——

Ortaçağın İzinde———————————————–———

“zorba Türkler” gibi kelimeler kullanırken göçmenler de buna karşılık yerleşiklere “tembel” diyorlardı.

Bu anlaşmazlığın en büyük sebebi de yerleşiklerle göçmenlerin toprak ve otlak paylaşımında ortak bir nokta bulamamasıdır. Daha önceleri bu ortak noktayı bulan dirayetli sultanların yerine güçsüz sultanların gelmesi bu anlaşmazlığın artamasına sebep olmuştur. 1237 yılında genç yaşta hükümdarlık tahtına oturan II. Gıyaseddin’in devlet işlerini idare etmeyip bu işi Saadeddin Köpek’e devretmesi de işlerin daha fazla karışmasına sebebiyet vermiştir. Yerleşik ve göçmenler arasındaki en büyük sorun dine bakış açılarıdır. Yerleşik Türkmenler şehirleştikleri için İslâmı medreselerden öğrenmiş ve Sünnî inanca tabi olmuşlardır. Göçebe Türkmenler ise önce İranlılardan sonra da mistik Türklerden öğrendikleri inançlarını harmanlamış ve ortaya farklı bir tasavvufî inanç çıkarmışlardır. Bu inançları Sünnî anlayıştan uzak ve heterodoks denilen inanca yakınlık arz eder. Baba İlyas, heterodoks inanca sahip ve maddî sıkıntılar yaşayan bu Türkmenler arasında isyana yeteri kadar taraftar bulmakta zorluk çekmemiş olsa gerektir.

İlyas’la aynı inançlara sahiptiler. Bu nedenle bu isyanın yayılıp başlamasına katkıda bulunmuşlardır. Baba İlyas aldığı desteklere güvendiğinden olsa gerek isyan faaliyetlerini hızlandırmıştır. İsyanın ilk başladığı yerlere bakarsak buraların gelişigüzel seçilmediğini görmek mümkündür. Özellikle hem göçmenlerin hem de köylü Türkmenlerin yaşadığı yerler seçilmiştir. İlk faaliyet merkezi Amasya olmak üzere Tokat, Çorum, Sivas ve Bozok (Yozgat) seçilmiştir. Bu seçim Baba İlyas’ın Anadolu yapısını ne kadar yakından tanıdığının en büyük örneğini teşkil eder. Baba İlyas daha sonra Adıyaman, Maraş, Kefersûd, Malatya ve Elbistanı da içine alacak kadar geniş bir alanı isyan bölgesi olarak seçmiş ve burdaki Türkmenleri isyan etmeye ikna etmiştir. Bu bölgeler yerleşik hayat yaşayan fertleri de içinde barındırmakla beraber daha çok Türkmenleri bünyesinde bulunduran karmaşık bir yapıya sahiptir. Ayrıca buralarda Baba İlyas’ın işlerini yürüten halifesi Baba İshak’tan söz etmeden isyanı tam anlamıyla anlatmış olamayız. İsyanın önderi olan Baba İlyas’tan bile daha sıkça adını duyduğumuz Baba İshak diğer halifelere göre daha aktiftir.

İsyanın Başlaması Türkmenlerin yaşadığı olumsuz yaşam şartlarından haberdar olan Baba İlyas, bunu kendi lehine kullanmayı bilmiş, bir peygamber ve kurtarıcı sıfatıyla ortaya çıkmıştır. Baba İlyas, devlet adamlarının kötü yönetimine, sultanın içki ve eğlenceyle ilgilenerek halkı unuttuğuna ve bu sebeple de halkın sefalet içerisinde yaşadığına işaret ederek kendisinin Allah tarafından gönderildiğini halk arasında yayarak Türkmenleri etrafında toplamayı başarmıştır.

Baba İshak buraları kontrolü eline alarak halkı isyana teşvik etmiştir. İsyanın gidişatına bakılırsa bunda başarılı olmuştur. Baba İshak’ın bunları yaparken büyücülüğe başvurduğunu kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bundan sonraki süreçte Türkmenler isyanı gerçekleştirmek adına her şeylerini satarak silah temin etmişlerdir. Türkmenlerin gayreti Baba İshak’ın buradaki görevini başarıyla tamamladını gösterir.

Baba İlyas’ın kısa bir sürede bu kadar Türkmeni etrafında toplamasında şüphesiz halk arasında tutulan tarikatların büyük bir rolü vardır. Bu tarikatlar arasında Baba İlyas’ın fikirlerine yakınlıklarıyla bilinen Vefaî, Kalenderî, Yesevî ve Haydarî tarikatları da vardır. Bu tarikatlara mensup ve halk arasında sevilen babalar ve dervişler Baba

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 14


——————————————–——

Ortaçağın İzinde———————————————–———

Selçuklu Devleti bu isyan hazırlıklarını hisseder hissetmez hemen Baba İlyas’ın kaldığı yer olan Çat köyü üzerine yürüyerek isyanın başlamadan evvel bastırmaya çalışmış ancak Baba İlyas üzerine gelen Selçuklu kuvvetlerinden haberdar olup hemen Amasya Kalesi’ne kaçarak orada saklanmıştır. Tüm bunlar yaşanırken Baba İshak isyan hazırlıklarını tamamlamış ve isyanın hangi tarihte yapılacağına dair Baba İlyas’tan haber beklemekteydi. Baba İshak şeyhinin başına gelenleri öğrendiğinde devletin bir vergi memurunun kendisine haksızlık yaptığını ileri sürerek isyanı başlatmıştır. İsyanın başladığını duyan Türkmenler hemen silahlanıp isyana iştirak etmişlerdir.

Bazı kaynaklar Baba İlyas’ın Allah tarafından göğe yükseldiğini, bazı kaynaklar Selçuklular tarafından öldürüldüğünü ve başka bazı kaynaklarda ise Baba İlyas’ın yaralı bir şekilde yakalanarak idam edildiğini kaydetmektedir. Ahmet Yaşar Ocak ise Baba İshak’ın Selçuklu komutanı Hacı Mübârizeddin Armağanşah tarafından öldürüldüğünü yazmaktadır. Baba Resul’un öldürülmesinden sonra Amasya’ya gelen Baba İshak ve onun emrindeki Babaîler, peygamberlerinin öldüğüne inanmayıp onun Allah tarafından kendi katına alındığını ve onun kutsal bir varlık olduğunu iddia etmişlerdir. Kadın-erkek hep bir ağızdan “Baba Resulullah!” diye bağırarak Selçuklu askerlerine saldırmışlar ve bu saldırı sonunda Hacı Mübârizeddin öldürülmüştür. Bu zaferin verdiği ruh haliyle Babaîler, başkent Konya üzerine yürümüş ve yolda hemen hemen her yeri yağmalamışlardır.

İsyan ilk olarak Kefersûd’un ele geçirilmesiyle başlamıştır. Daha sonra sırasıyla Adıyaman, Gerger ve Kâhta alınmıştır. Bu isyan ilk olarak Türkmenlerle başlamış fakat yapılan yağmalardan faydalanmak isteyen çapulcular ve Baba İlyas’ın peygamberliğini kabul etmediklerinden öldürülme korkusuyla isyana katılan diğer unsurların da katılımıyla kısa bir sürede büyük bir halk yığınına dönüşmüştür. Bu kalabalık daha sonra Malatya üzerine yürüyerek orada bulunan Selçuklu kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bu bozgun sonrası daha da cesaretlenen Baba İshak peygamberliğine inandığı şeyhini kurtarmak üzere Amasya’ya doğru yola çıktı. Bu olayların asıl müsebbibi Baba İlyas ise Amasya Kalesi’nde can verdi. Baba İlyas’ın nasıl öldüğüne dair kaynaklar farklı rivayetler vermektedir.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 15


——————————————–——

Ortaçağın İzinde———————————————–———

Nihayet Malya ovasına gelen Türkmenler, Emir Necmeddin komutasındaki Selçuklu ordusuyla karşılaştılar. Fakat Selçuklu askerleri gerek Türkmenlerin inançlarından gelen cesaretleri gerekse de onların savaş konusundaki pratikliğinden korkmuşlar ve bir türlü savaşmaya yanaşmamışlardır. Emir Necmeddin ise ordunun korkusunu gidermek adına ordunun önüne çelik zırhlı Frank askerleri koymuştur. Aylardır yenmeye alışan Babaîler, Selçuklular karşısında büyük bir bozguna uğramış, kadın ve çocuklar hariç Babaîlerin tamamı kılıçtan geçirilmiştir.

Bu isyan bir konar-göçer ayaklanmasıdır ki isyanın asıl gücünü oluşturanlar da bunlardır. Bozulmuş olan devlet idaresine karşı çıkartılmış bir isyan olup herhangi bir siyasî otorite boyunduruğuna girmek istemeyen bir topluluğun isyanıdır. Ayrıca bu isyanın mistik ve tasavvufî yönü de unutulmamalıdır. Fakat bu, isyanın dinî bir isyan olduğu anlamında değildir. Babaî isyanı kötü şartlarla mücadele etmek zorunda kalan Türkmenlerin siyasî bir amaç doğrultusunda saltanatı ele geçirme arzusu neticesi ortaya çıkmıştır. Baba İlyas ve onun halifeleri de Türkmenlerde bulunan bu zaafı çok iyi bir şekilde kullanmıştır. Bu olay hakkında kaynaklar kısıtlı olduğu için ne söylersek söyleyelim yine de eksik kalacaktır. Zaten bu çalışma kesin bilgiler içerdiğine dair bir iddia da gütmüyor. Yalnız gerçek olan bir nokta var ki o da şudur: Bu isyan, zayıflamakta olan Selçuklu Devletinin daha hızlı çökmesinde büyük rol oynamış ve Moğollara Anadolu’yu istilâ etme cesareti vermiştir.

Sonuç Bugüne kadar bu konu hakkında birçok şey yazılıp çizilmiş ve bu isyanın sosyal boyutu irdelenmeye çalışılmıştır. Bu isyanla ilgili birçok yorum yapılmıştır. Yorumlardan birine göre bu isyan bir köylü isyanıdır. Bu tezi savunanlar bu isyanı ortaçağ Avrupasında yaşanan feodalizme benzetmişlerdir. Fakat isyanın aslına bakarak isyanın unsurlarından olan köylü ikinci planda kalmaktadır. İsyanın aslını oluşturan kesim ise göçebelerdir. Yani isyanı bir köylü ayaklanması olarak göstermek zannımızca doğru değildir.

KAYNAKÇA Gölpınarlı, Abdulbaki, “Yunus Emre ve Tasavvuf”, İstanbul: İnkılap Yayınevi, 2008. Köprülü, M. Fuat, “Türk Edebiyarında İlk Mutasavvıflar”, Ankara: Alfa Yayınları, 2016. Ocak, A. Yaşar, “Baba İshak”, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, IV, İstanbul: İSAM, 2001, 369. -------------------, “Babaîlik”, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, IV, İstanbul: İSAM, 2001, 373-374. --------------------, Babaîler İsyanı, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1980. Turan, Osman, “Selçuklular Zamanında Türkiye”, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2013. “Kültür ve Tarih Ansiklopedisi”, I, Ankara: Serhat Yayınevi, 2004.

Esra Aladağ YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 16


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

İSLÂM’DA OLUŞAN İLK FARKLILAŞMA: HARİCÎLER Hâricîlik, siyasî ve dinî konularda aşırıya kaçan görüş ve faaliyetleriyle tanınan bir fırkadır. Bunların ilk temsilcileri Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra ilk başlarda Hz. Ali’nin yanında durup dönemin Şam Valisi Muaviye ile savaşında yanında yer aldılar. Ancak savaş esnasında yapılan tahkim olayı ile birlikte görüşlerini değiştirdiler. “Allah’tan başka hüküm verecek yoktur1 ve Hüküm sadece Allah’a aittir2” ayetleriyle Hz. Ali başta olmak üzere tahkim olayını destekleyen kişilere karşı cephe alıp savaşmaya başladılar3. Bununla birlikte Hâricîlik, İslâm düşünce tarihinde meydana gelen ilk dinî-siyasî fırka oldu4. Hâricîliğin İsmi Meselesi Hâricî, “çıkmak, itaatten ayrılıp isyan etmek” anlamındaki hurûc kökünden “ayrılan, isyan eden” anlamındaki hâric kelimesine nispet ekinin ilâve edilmesiyle olur. Topluluk içinde hâriciyye veya havâric kelimesi kullanılır5. Oluşan topluluğun adı konusunda birçok görüş vardır. Havâric ismi daha çok “haktan, dinden, insanlardan, Hz. Ali’den ayrılan ve yönetime karşı çıkarak isyan eden” anlamlarında kullanılır6. Ama ilk mezhep tarihçilerden olan Şehristanî ise Müslüman toplumun, imamlığı üzerinde birleşip mevcut imama karşı çıkan kimseye Hâricî denir7 diyor. “Hâricî” adı kınamak, kötülemek anlamında kullanıldığı için fırka mensupları tarafından ilk başlarda kullanılmamıştır. Ancak bu adın daha sonra kendileriyle bütünleşince Hâricî kelimesine güzel anlam yükleyip kendi istekleriyle kullanmaya başladılar8. Bu nedenle çalışmalara başladılar.

Ve “Kâfirlerin arasından çıkarak Allah’a ve Peygamberine hicret edenler9” ayetindeki bahsedilen “Hâricî” olduklarını ileri sürüp güzel anlamlandırmaya çalıştılar. Ancak Hâricîler kendilerine sözlük anlamı “satan, satıcı” anlamına gelen “şârî/şurât” ismini kullanamaya özen gösterdiler10. Hâricîliğin Doğuşu ve Gelişimi Hâricîliğin doğuşunu bazıları Sıffın Savaşı, tahkim olayı ve Hz. Ali’den ayrılma ile başlatır11. Bazıları ise doğuşu Hz. Osman devrindeki gelişmeler özellikle son altı yılı ve bunun neticesinde Hz. Osman’ın Medine’deki evinde öldürülmesi, Hâricîliğin ilk eylemi olarak değerlendirir12. Hz. Ali Cemel Savaşı’ndan sonra Kûfe’ye gidip ülkeyi buradan yönetmeye başladı. Şam valisi Muaviye’yi kendisine tekrar biat etmesi için çağırdı. Muaviye, Hz. Osman’ın öldürüldüğü ve katillerin cezalandırılması gerektiğini söyledi13. Ayrıca Şamlıların de desteğini alarak biat çağrısı kabul etmedi14. Böylece savaş kaçılmaz oldu. Hz. Ali komutasındaki Irak ordusu ile Muaviye komutasındaki Şam ordusu 657 yılında Sıffin’de karşı karşıya geldi. Hemen savaş yapmayıp görüşmelerle sorunun giderilmesini istediler15. Nitekim Muaviye biat etmekten kaçındı ve savaş meydana geldi. 28 Temmuz 637 yılında savaş üstünlüğü Hz. Ali’ye geçti. Bunu gören Amr b. Âs’ın teklifiyle Şam kuvvetleri yanlarında bulunan Kur’an sayfalarını havaya kaldırdı ve Irak kuvvetlerini Kur’an hükmüne çağırdı16. Bu olay Hz. Ali’nin bedevî kökenli olup Kur’an’ın zahirine dayanan kesimler tarafından etkili oldu17.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 17


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

man’ın mazlum olarak öldürüldüğünü söylediler ama kimin halife olacağı hakkında bir sonuç çıkmadı. Bunu duyan Hz. Ali, Kûfe halkına hitap etti. Taraflarca tayin edilen hakemlerin Kur’an ve sünnete uymadıklarını keyiflerince hareket ettiklerini ve Şamlılara karşı savaş hazırlıklarına başlamalarını söyledi. Hâricîlere de mektup yollayıp Şamlılara karşı savaşa davet etti. Ancak onlar bunu kişisel çıkar olarak istediğini söyleyerek savaşı reddettiler27. Hâricîler her geçen gün davranışlarını sertleştirmeye başladılar. Nitekim Basra’dan çıkıp Nehveran’a giden Hâricîler, Abdullah b. Habbâb b. Eret’in oğluna rastladılar. Ama sırf görüşlerine uymadığı için onu ve hamile karısını yanlarına götürdüler. Yolda giderken konakladıkları bir yerde hurma ağacından bir hurma yere düştü. Hâricîlerden birisi yerden alıp onu yedi. Bunun üzerine arkadaşı “Sen bu hurmayı hakkın olarak bedelini ödemeden yedin.” dedi. Arkadaşı hemen hurmayı ağzından attı28. Yola devam ederken bir domuza rastladılar ve birisi hemen kılıcına davranıp onu öldürdü. Bunun üzerine arkadaşı ona “Bu senin yaptığın yeryüzünde fesat çıkarmaktır.” dedi. Domuzu öldüren kişi hemen sahibini bulup onu razı etti29. Abdullah b. Habbâb b. Eret bunu görünce Hâricîlerin kendisine dokunmayacağını zannetti. Nitekim Hâricîler onu hemen yatırıp boğazını kestiler ve kanını dereye akıttılar. Hamile karısının da karnını deşip hem çocuğu hem de onu öldürdüler30. Ayrıca Hz. Ali ve Muaviye’yi tekfir etmeyenlerin kâfir olduğunu ve bu sebeple öldürülmesi gerektiğini savundular. Bunun neticesinde Hz. Ali, Hâricîlerin üzerine gitmeye karar verdi. 17 Temmuz 658 Nehrevan’da gerçekleşen savaşta Hâricîlerin neredeyse tamamı öldürüldü. Savaştan kurtulup Nuhayle’ye çekilip Hâricîler geri dönmeyi reddedince kılıçtan geçirildiler. Ancak savaştan kaçmayı başaran bir takım Hâricîler, Hz. Ali’yi savaş meydanında öldüremeyeceklerini anlayıp suikast yapmayı hedeflediler31. Hz. Ali’nin Öldürülmesi Hâricî olan Abdurrahman b. Mülcem el-Murâdî, Burek b. Abdullah b. et-Temimî ve Amr b. etTemimî es-Sa’di bir araya gelerek Müslümanların durumunu başlarından bulunan kişilerin faaliyetlerini kötülediler. Bu arada Nehveran’da ölen Hâricî arkadaşları da hatırlayıp dua ettiler32. Müslümanların rahat nefes almaları için bu başların öldürülmesini

Hz. Ali ise ordusuna savaşa devam etmelerini, bu olaya kanmamalarını, Muaviye, Amr b. Âs, Habîb b. Mesleme ve birkaç ileri geleni kişileri sayıp bunları çok iyi tanıdığını ve kötü niyetli olduklarını söyledi. Bunların Kur’an dostu olmadıkları, savaşı kazanmak için mushafları hile olarak kaldırdıklarını söyleyerek ordusunu ikna etmeye çalıştı18. Ama Eş’as b. Kays önderliğinde bir grup “Biz Kur’an’a karşı savaşmayız” deyip bu olayın çözülmesi için hakemlere bırakılması ve hakemlerin verecekleri karara uyması için Hz. Ali’yi tahkim olayına zorladılar. Ama Hâricî olanların bazıları, Hz. Ali gibi savaşın devam etmesini isteyenler ve halifenin komutanlarından olan Eşter’in emrinde mücadeleyi sürdürenlerde olabilir. Bu nedenle ilk Hâricîlerin tamamının aynı kararı verdiklerini belirlemek zordur19. Şam tarafından Amr b. Âs, Irak tarafından Hz. Ali itiraz etmesine rağmen20 Ebu Mûsâ elEş’ari hakem olarak seçildi21. Tahkim olayından sonra hakemlerin verdikleri karara karşı çıktılar. “Hüküm yalnız Allah’a aittir22.” sloganıyla hakemlerin kararını saymayacaklarını bildirdiler. Hz. Ali’yi tahkime zorlayan bu topluluk daha sonra Halifeden tövbe ederek tahkimi reddetmesini söylediler23. Ama Halife verdiği sözden dönemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine tahkimi kabul edenler Hz. Ali’nin ordusundan ayrıldılar ve Harura denilen yere gittikleri için bunlara Harûrîler denildi24. İlk Hâricîlerin tamamı bedevî Araplardı25. Diğer yandan Hz. Ali’den ayrılıp Harâra’da toplanan 12.000 Hâricî kendilerine askerî kumandan için Şebes b. Rıb’i et-Temîmî, imam olarak da Abdullah b. Kevva’yı seçtiler26. Bunlar işlerini şura yoluyla halledeceklerini, biatın sadece Allah’a olduğunu söyleyip iyiliği emredip kötülüğe karşı olacaklarını söylediler. Hz. Ali onları ikna etmek için Abdullah b. Abbas’ı gönderdi ama ikna etmeyi başaramadı. Hz. Ali bizzat karargâhlarına gelerek niçin ayrıldıklarını ve yaptıklarının yanlış olduğunu söyledi. Görüşme sonucunda İbn Kevva ve 6.000 kişi Halife’nin tahkimden caydığını sanarak Kûfe’ye gelseler de Hz. Ali’nin tahkimden caymadığını öğrendiklerinde bazıları geri döndüler. Bunlar Emîr olarakta Abdullah b. Vehb er-Râsibî seçtiler. Kûfe’den gizlice ayrılıp Bağdat ve Vâsıt arasında olan Nehrevan şehrinde toplandılar. Tahkim olayını gerçekleştiren hakemler Ezruh (Dûmetü’l-Cendel)’ta toplandılar. Hz. Os-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 18


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

söylediler. İbn Mülcem, Hz. Ali’yi, el-Burek b. Abdullah Muaviye’yi, Amr b. Bekr ise Amr b. Âs’ı Cuma gecesi öldüreceklerini kararlaştırdılar33. Bu üç Hâricîden Amr b. Bekr zehirli kılıç alıp Amr b. Âs için Mısır’a, el-Burek b. Abdullah Muaviye için Şam’a, İbn Mülcem ise Hz Ali için Kûfe’ye geldi34. En sonunda Hz. Ali Cuma namazı için evden çıkıp camiye gittiği sırada İbn Mülcem arkasından onu bıçakladı. Bunun üzerine Hz. Ali yere yığıldı ama henüz ölmemişti ve kendisini bıçaklayan adamın yakalanması için etrafında bağırdı. Böylece İbn Mülcem yakalandı. Hz. Ali’nin huzuruna getirildi. Eğer ben ölürsem sende kısas olarak benim gibi öldürüleceksin eğer ölmez sağ kalır isem o zaman senin hakkındaki hükmü vereceğim35.” dedi. Ama 24 Ocak 661’te ise vefat etti36. Hz. Ali’nin ölmesiyle İbn Mülcem, Hz. Hasan’ın huzuruna getirildi ve öldürüldü37. Nehrevan ve Nuhayl’den itibaren Hz. Ali’nin vefat etmesine kadar iki yılı aşkın sürede bazı küçük mahallî isyanlar çıkardılar ama bunlar sonuçsuz kaldı38. Ayrıca Hz. Ali döneminde isyan eden Hâricîlere örnek olarak Eş’as b. Kays, Mesûd el-Fedekî ve Zeyd b. Husayn et-Ta’î isyanlarıdır39. Emevîler Döneminde Hâricîler ve İcraatları Hz. Ali’nin vefat etmesiyle hilafeti ele geçiren Muaviye’ye karşı Hâricî ayaklanmaları sıkça meydana geldi. Bu ayaklanmalar özellikle Hz. Hasan’ın halifeliği Muaviye’ye bırakmasıyla hız kazandı. Yoğun olarak Hâricî faaliyetleri özellikle Basra ve Kûfe başta olmak üzere Irak ve çevresidir. Kûfe bölgesinde gerçekleştirilen pek çok ayaklanma Emevîler tarafından sert biçimde bastırıldı. Bu sert tutumlar karşısında Kûfe’de Hâricîliğin bittiği denilebilir40. Basra Hâricîliği ise Hz. Ali ile yapılan Nehveran savaşından kurtulan ve kendilerine askerî kumandan seçtikleri Mi’sar b. Fedekî et-Temimî tarafından kuruldu. Ancak Emevîlerin Basra valisi Ziyad b. Ubeydullah döneminde Hâricîlere çok sert davranmasıyla birlikte toparlanmalarına izin vermedi41. Hâricîler, Nehrevan'da ölen Abdullah b. Vehb er-Râsibî'den beri ilk defa şûra yoluyla kendilerine bir halife seçerek Müstevrid b. Ullefe etTeymî’ye biat ettiler. 662 ve 663 yılında yeni bir ayaklanmaya karar verdiler. Müstevrid'in de hayatını kaybettiği bu isyandan çok az sayıda Haricî kurtulabildi.

Hâricîler, Muaviye’den sonra oğlu olan Yezid döneminde de rahat durmadılar. Nitekim 10 Ocak 680 yılında Kerbela vak’asından sonra Hz. Hüseyin şehit edildi. Bu netice de Abdullah b. Zübeyr hilafette söz sahibi olduğunu belirterek silahlı mücadeleye girdi (683). İbn Zübeyr ve etrafındakilerin isyanı neticesinde Yezid’in kumandanı Müslim b. Ukbe’yi Mekke’ye saldırıp Kâbe‘nin yakılması için emir verdi (31 Ekim 683). Bu emir neticesinde Müslüman dünyasında huzursuzluk daha da arttı. Ayrıca Hâricîler, liderleri Nâfi b. Ezrak ile birlikte Abdullah b. Zübeyr’e hilafet davası için yardım etti. Hatta onunla birlikte Şam kuvvetlerine karşı savaştılar. Ancak İbn Zübeyr’in Hz. Osman ve Hz. Ali hakkındaki görüşlerini öğrenince ondan ayrıldılar42. Hâricîlerin Emevîler döneminde en büyük ayaklanmalarından birisi 684 yılında Basra’da oldu. Nâfi b. Erzak, Ehvaz’a çekildi ve bütün Hâricîlere mektup yollayıp kendisine katılmalarını istedi. Hâricî olan Abdullah b. Saffar ve Abdullah b. İyaz, bu çağrıya kayıtsız kalıp Basra’da kaldılar. Bunun neticesinde İbn Ezrak onları tekfir ilan etti. Ancak Emevîler tarafından 685’te İbn Ezrak ve yandaşları yakalanıp öldürüldü (684-685). Böylece Ezârika kolu dağıldı. Hâricîler Emevîler döneminde çıkan çoğu isyana destek verdi ve bazen de kendileri isyan etti. Ama Emevîlerin sert politikası karşısında istedikleri başarıya ulaşamadılar. Abbasîler Döneminde Hâricîler ve İcraatları Abbasî döneminde Hâricî faaliyetleri durgunluk kazanmıştı. Nitekim bazı ayaklanmalar ger-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 19


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

çekleştirseler de, Abbasî yöneticileri yerinde yaptıkları müdahalelerle fırsat vermemişti. Diğer yandan Hâricîlerin İbâzîyye kolundan Benî Rüstem, Tâhert’te Rüstemîler Devleti kurmayı başardı43. Ama Abbasîler devletine ciddi bir tehlike arz etmedi. İbâzîyye ise Basra, Yemen, Uman, Kuzey Afrika ve Hadramut ile Mağrib’de hâlâ şuan da varlığı sürdüren tek Hâricî olma özelliği taşımaktadır44. Hâricîlerin Kurduğu Fırkalar Hz. Ali’den ayrılıp yeni bir topluluk oluşturan ve çekirdeğine “Muhakkime” ya da “Muhakkime-i ûlâ” söylenmektedir45. Bunlar, Sıffın Savaşı esnasında tahkim olayıyla birlikte Harura’da toplandıkları nedeniyle Harûriyye ismi verildi. Böylece ilk Hâricî topluluk oluşturuldu. Artık zamanla bunlar gelişip yeni fırkalar oluşturmaya başladılar. Bu fırkalar da kendi içinde alt başlıklara bölünmüştür. A- Ezârika Hâricîler arasında ilk görüş ayrılığı çıkaran Nâfi b. Ezrak oldu46. Bu fırkanın görüşlerine göre Cemel ve Sıffın savaşlarına katılanlar ve tahkim olayını kabul edenler kâfir ve ebedî cehennemliktirler47. İbn Ezrak’ın yanında bulunan bazı ileri gelen Hâricîler; Abdullah b. El-Mâhur ve kardeşleri Zübeyr ile Osman, Salih b. Mihrâk, Ubeyde b. Hilâl ile kardeşi Muharrir, Atiyye b. el-Esved elHanefî, Sahr b. et-Temimî, gibi kişileri sayabiliriz. İbn Ezrak’ın yanında bulunanların sayısı 30.000 kişiyi bulmuştu48. Ayrıca kendileri gibi düşünen ama yaptıklarını yapmayan Hâricîler de kâfirdir. Kendileri ile savaşan düşmanın kadınlarını ve çocuklarını öldürmek caizdir49. Bir kişiyi taşlayıp öldürmek yoktur. Mezhebini veya inanışını gizlemek haramdır. Kibirli olanlar ebediyen cehennemliktir ve kebire edenler büyük günah işler50. Kendi döneminde en güçlü fırkadır. Hâricî fırkaların içinde en sert, devrimci ve aşırı fikirleri savunandır 51. Ama Nâfi b. Ezrak’ın öldürülmesinden sonra başa Katarî b. el-Fücâe geçti. Bir dönem faaliyetlerine devam etmişlerse de kısa dönem içinde yok olmayı engelleyemediler. B- Necedât Necde b. Âmir el-Hanefî etrafından toplanan Hâricîlerin oluşturduğu fırkadır. Ezârika görüşlerine sert bir tepki olunca Necde, İbn Ezrak’ın aşıya kaçan görüşlerini eleştirdi. İbn Âmir’e göre

İbn Ezrak, Allah’ın izin vermediği ve Müslümanların hiç göremediği işleri yapmayı zorunlu hale getirmişti. Bu yüzden onun görüş ve eylemlerini sapkın olarak görüp ona inanan insanların doğru yoldan çıktığını söylüyordu52. Necde, kendilerine uymayan Hâricîleri tekfir ilan eden Nâfi b. Ezrak’tan ayrılıp bazı görüşlerini eleştirmişti. Bununla birlikte Hâricîlerin üstünde çok durdukları iman ve küfre yeni bir açıklama getirdi ve küfür kavramını “küfrü ni’met” ve “küfrü din” şeklinde ikiye ayırdı. Aslında bu ayrım Kur’an ile örtüşüyordu. Zira nimet küfrü, kazanılan nimet ve iyiliğe karşı nankörlük etmek, küfür din ise inançsızlık anlamına gelmektedir ve bu Kur’an’da aynı anlamı ifade ediyordu53. Bununla birlikte Hâricîler arasında şiddet eğilimlerini yumuşatmayı başardı. Etrafındakilere tehlike anında inanç ve mezhebini saklayabileceklerini söyledi. Kendileri ile muhalif olmayan Müslümanların kanını dökmek haramdı ve kendileri dışında olanlarla münasebet kurabilirlerdi. Necde, Yemame tarafına gitti. Kısa dönemde büyük başarılar elde etti. Ama kendisinin ölmesiyle taraftarları bir varlık göstermedi. C- Sufriyye Abdullah b. Esfar et-Temîmî’ye nispet edilen fırkadır. Zira bunlara göre günah işleyenler müşriktir ama kadın ve çocukları öldürmek caiz değildir. Aslında bu fırkanın ortaya çıkmasında Ezârika görüşlerinin önemli bir rolü vardır. Nitekim Nâfi’nin aşırı görüşleri Basra’da Hâricîlerin önde gelenlerinden olan Abdullah b. Saffar ile Abdullah b. İbâd arasında görüş artılıklarına neden oldu. İbn İbâd, Basra’da bulunanların müşrik olmadığını, Nimet ve hükümler karşısında nankör olduğunu savunup kendi döneminde müşriklerle Hz. Peygamber dönemi müşriklerinin karşılaştırılmamasını savunuyordu. Ona göre Basra halkı kendileriyle savaştıkları zaman mal ve canlarının helal olduğunu normal bir zamanda ise haram olduğunu söylüyordu. Es-Saffâr ise bu konuyu farklı yorumlayıp İbn Ezrak’ın görüşlerine kısmen katılıyordu. Ona göre Basra’da birlikte yaşadıkları topluluk ile Hz. Peygamber dönemi müşrikleri ile aynıdır. İbn Ezrak’tan farkı ise muhaliflerin kadın ve çocukların öldürülmemesini savunuyordu. Yani İbn Ezrak’ın görüşlerini yumuşatarak daha senek bir tarzda olayları değerlendiriyordular. Sufriyye fırkasını Emevîler döneminde yaptığı isyanlar vardı. Salih b. Müserrih Musul bölgesinde çıkardığı isyan en önemli isyanlarıydı.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 20


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

Emevîlerin zayıfladığı esnada daha çok Kuzey Afrika’da faaliyet gösterdiler. Fas’ın Sicilmase bölgesinde devlet kurmayı başardılar. D- Acâride Abdulkerim b. Acred’in etrafında toplanan kesimdir. Bu fırkanın görüşü, kâfirlerin çocukları hakkında büluğ çağına gelip İslâm’ı kabul edip veya etmedikleri sabit olmadan hüküm verilmeyecektir. Ayrıca Hâricîlerin ikâmet ettikleri yerden başka bir yere hicret ettikler farz değil fazilet olduğunu savunurlar. Hicret etmeyenlerin ise çok büyük bir günah işlemedikleri sürece mümin sayılırdı. Daha çok Horasan’da yayıldı. Bu fırka kendi içinde de birçok gruba ayrıldı54. E- İbâziyye Adını kurucusu Abdullah b. İbâz’dan alan ve günümüze kadar ulaşan Hâricî fırkasıdır. Daha çok Kuzey Afrika ve Uman’da yayıldı. İbâzîler kendileri için Muhakkime-i Ulâ ve Abdullah b. Vehb er-Rasibî’ye nispetle Vehbiyye adının yanı sıra Ehlü’l-İmân ve’l-İstikâme, Ehlü’d-Devle, Ehlü’l-Adl ve’l-İstikâme ve Cemâ’atu’l-Müslimin isimlerini de kullanırlar. Fırkanın Görüşleri Hâricîliğin sert ve katı tutumunu yumuşatarak İslâm’ın emir ve yasaklarını bütünlük içinde ele alıp ve bunu başaran Hâricî fırkasıdır55. En önemli görüşleri ise küfür ve iman görüşleri üstünde durmaktır. Fırka mensuplarına göre iman inanç esaslarının yanı sıra ameli de ele aldıkları için iman ve amel bir bütün olarak ele alınmalıdır56. Allah’ın yasak ve emirlerini terk edenlerin imanları da yoktur. Onlar Allah’ın yarattıklarının sıfatıyla anımsayanların Allah’ı tam tanımadığını ve hataya düştüğünü savunurlar. a- Siyasî İmamların kesin olarak Kureyş’ten olmasını reddeder. İmamların vasiyet veya tayinle değil seçimle geleceğini temel ilkesi haline getirmişlerdir. Seçim için gerekli olan biattır. İki basamak şeklindedir: İlki mevcut imamından sonra gelecek olan imamın seçilmesi için şura toplanır ve çıkan karar halka sunulur ve onayları alınır. İkincisi ise eğer halk kendi istekleriyle biat etmişse seçilen kişi imam olmaz “melik” veya “sultan” olur57. İmamın en önemli görevi Kur’an’ı hükümleriyle anan ince ayrıntısına kadar yerine getirip adaleti sağlar. Kur’an ile birlikte ilk iki halifenin dönemlerine

bakılır ama hakem olaylarına başvurulmamasını savunurlar. İmam gerektiğinde kişiyi görevinden uzaklaştırabilir. Ama eğer kendisi Kur’an’dan ayrılır ve sapkınlığa düşerse azledilebilir. Aynı anda İslâm coğrafyasında birden fazla imam olabilir. Fırkanın siyasî görüşleri bu şekildedir. b- İtikadî Kur’an gerek inanç gerekse normal hayat için yegâne devlet düzenleyicisidir. Devlet Kur’an esaslarıyla halkı yönetmelidir. İbâzîyye, kendileri dışındaki muhalifleri ve Müslümanları müşrik olarak tanımlamıyor. İbâzîyye, Hâricî olmayan diğer Müslümanların miraslarını helal, onların şahitliği kabul edilebilir ve evlenebilirler. Onları nimeti inkâr eden kâfirler olarak tanımlayıp çocukların ve kadınların hayatlarına dokunmuyorlar. Bu dünyada ve ahirette Allah’ın görülmesinin mümkün olmadığı savunurlar. İmam başta olmak üzere bütün İbâzîler “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” yani kötülükten sakındırmak ve iyiliği emrederler. Günahkâr olan kişi için şefaatin mümkün olmayacağını söylerler. Sonuç Sonuç olarak çoğu kaynağın belirttiği gibi Hâricîler, Sıffın Savaşı’nda tahkimle Hz. Ali’den ayrılan topluluktur. Başta tahkim olayını destekleyen ama daha sonra hakemlerin kararlarına itiraz edip yok sayıp Hz. Ali’den tahkimi kabul etmemesini söylediler. Ama Hz. Ali sözünden dönmeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine ordudan ayrıldılar. Harura denilen yerde toplanan ve buna nispetle kendilerine Harûrîler denildi. Böylece İslâmiyet’te ilk siyasîdinî fırka oluşmuş oldu. Daha sonra Hâricîler kendilerine taraftar buldu ve hem Hz. Ali’yi hem Muavi-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 21


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

ye’yi hem de tahkimi kabul edenlere kâfir dediler. “Hüküm sadece Allah’a aittir58, Allah’tan başka hüküm verecek yoktur59.” parolasıyla hem fikirlerini geliştirmek hem de daha fazla alana yayılmak istediler. Hz. Ali, Emevîler ve Abbasîler dönemlerinde birçok isyan çıkardılar. Neticede Hâricîler de kendi aralarında fırkalara ayrıldılar. Hâricîler devlette kurmayı ve günümüze kadar ulaşmayı başardılar. Günümüzde Uman başta olmak üzere Zengibar, Hadramut, Tunus, Cezayir, Libya ve Batı Sahra’da yaşamaktalar60.

Hâricîler, çok güzel konuşur ve ikna ederlerdi. Genellikle soğukkanlı kimse olup hemen sinirlenmez ve heyecanlanmazlardı. Mücadele etmeyi, şiir ve edebî metinleri okumayı severlerdi, Tartışma usûlunü de çok iyi kullanırlardı. Ayrıca keskin zekâları, atılganlıkları ve hazır cevaplıklarıyla da bilinirdi61.

DİPNOTLAR 1 En’âm 6/57. 2 Yusuf 12/40, 67. 3 Halil İbrahim Bulut, İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara: DİB Yayınları, 2016, 147. 4 H. İ. Bulut, 147. 5 Ethem Ruhi Fığlalı, “Hârîciler”, DİA, XVI, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1997, 169; H. İ. Bulut, 147; Mehmet Dalkılıç, Yönetim, İman-Küfür ve Kader Meseleleri Etrafında Oluşan İlk Mezhepler, İslâm Mezhepleri Tarihi, Eskişehir: AÖF Yayınları, 2010, 43. 6 E. R. Fığlalı, 169; H. İ. Bulut, 148. 7 Eş- Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal, Çev: Muharrem Tan, İstanbul: Işık Akademi Yayınları, 2006, 103. 8 H. İ. Bulut, 150. 9 Nisâ 4/100 10 H. İ. Bulut, 148; Ahmet Pekkirişçi, Hâricîler ve Vehhâbilerin ve Ortaya çıktıkları Dönemlerin Ortak Özellikleri (Basılmamış Yüksek Lisan Tezi), Konya 2011, 36. 11 Harun Yıldız, Kendi Kaynakları Işığında Hâricîliğin Doğuşu ve Gelişimi, Ankara: Araştırma Yayınları, 2010, 71; Adnan Demircan, Hz. Ali’nin İktidar Yıllarında İslâm Toplumunda Siyaset, Muş Alparslan ÜSBD, I, Muş 2013, 189. 12 W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev: Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara: Sarkaç Yayınları, 1981, 11. 13 L. Veccia Vaglıeri, Ali-Muâviye Mücâdelesi ve Hâricî Ayrılmasının Îbâdî Kaynaklarının İncelenmesi, Çev: Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara: AÜİF Yayınları 1973, 148; A. Pekkirişçi, 57. 14 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, III, Çev: M. Beşir Eryarsoy, İstanbul: Bahar Yayınları, 1985, 284-285; H. İ. Bulut, 152; et-Taberî, Taberi Tarihi, IV, Çev: Faruk Gürtunca, İstanbul: Sağlam Yayınları, 2000, 36-37. 15 A. Pekkirişçi, 59. 16 İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, VII, Çev: Mehmet Keskin, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1995, 439; Kenan Ayar, “Haricîlerin Hz. Ali’den Ayrılış Süreci”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VIII, Samsun 2008, 50; İbnü’l-Esîr, 321; et-Taberî, IV, 45; M. Dalkılıç, 44; İbrahim Sarıçam, İslâm Öncesinden Abbassilere Kadar Emevî-Haşimî İlişkileri, Ankara: TDV Yayınları, 2015, 273; Neşet Çağatay- İbrahim Agâh Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara: Atatürk Üniversitesi Basımevi, 1985, 12-13; A. Pekkirişçi, 60; Ahmet Akbulut, Hâricîliğin Siyasi Görüşlerinin İtikadileşmesi, AÜİFDY, Ankara 1990, 336; Muhammed Kafafî, Abû Sa’id Muhammed b. Sa’,d al-Azdî al-Kalhâtî’ye göre Hâricîliğin Doğuşu, Çev: Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara Üniversitesi İFD, XVIII, Ankara 1970, 182. 17 H. İ. Bulut, 153. Muharrem Akoğlu, “Hâricîliğin Ortaya Çıkmasında Etkili Olan Sosyo-Kültürel Faktörler”, EÜSBED, IX, Kayseri 2000, 518; M. Dalkılıç, 44. 18 İbnü’l-Esîr, III, 321; et-Taberî, IV, 45; M. Dalkılıç, 44. 19 K. Ayar, 58. 20 H. İ. Bulut, 154; K. Ayar, 59. 21 İbnü’l-Esîr, III, 324; et-Taberî, IV, 45; İbn Kesir, VII, 444; A Akbulut, 336. 22 Yusuf 12/40, 67. 23 Mehmet Kenan Şahin, Hârici Kelâm Doktrini ve Ebû Hanîfe, CÜİFD, XIV, 2010 Sivas, 401. 24 H. İ. Bulut, 154; M. Dalkılıç, 44; İ. Sarıçam, 247. 25 W. M. Watt, 106, W. A. Akbulut, 343. 26 İbnü’l-Esîr, III, 332; K. Ayar, 76; M. Dalkılıç, 44; N. Çağatay- İ. A. Çubukçu, 15; A. Pekkirişçi, 64. 27 İbnü’l-Esîr, III, 346. 28 İbnü’l-Esîr, III, 350; İbn Kesir, VII, 462.

29 İbnü’l-Esîr, III, 350; İbn Kesir, VII, 461-462. 30 İbnü’l-Esîr, III, 350; İbn Kesir, VII, 462; N. Çağatay- İ. A. Çubukçu, 24. 31 H. İ. Bulut, 157; M. Dalkılıç, 45. 32 İbnü’l-Esîr, III, 398. 33 İbnü’l-Esîr, III, 398; et-Taberî, IV, 66; Bahriye Üçok, İslâm Tarihi Emevîler-Abbasîler, Ankara: AÜİF Yayınları, 1968, 25. 34 et-Taberî, IV, 67. 35 İbnü’l-Esîr, III, 400; et-Taberî, IV, 70. 36 İbnü’l-Esîr, III, 397. 37 İbnü’l-Esîr, III, 402; et-Taberî, IV, 71. 38 E. R. Fığlalı, DİA, VI, 170-171; E. R. Fığlalı, İbadiyyenin Doğuşu ve Görüşleri (Basılmış Doktora Tezi), Ankara: AÜİFY, 1972, 69. 39 eş- Şehristanî, 27. 40 H. İ. Bulut, 158. 41 E. R. Fığlalı, İbadiyyenin Doğuşu ve Görüşleri (Basılmış Doktora Tezi), 71. 42 E. R. Fığlalı, DİA, VI, 171; İbnü’l-Esîr, IV, 155. 43 H. İ. Bulut, 158; E. R. Fığlalı, DİA, VI, 171; M. Dalkılıç, 46. 44 H. İ. Bulut, 160. 45 H. İ. Bulut, 160. 46 Ebû’l-Hasen el-Eş’ari, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve Ihtilafu’l-Musallîn, Çev: Mehmet Dalkılıç-Ömer Aydın, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005, 102. 47 eş- Şehristanî, 111. 48 eş- Şehristanî, 110. 49 Ebû’l-Hasen el-Eş’ari, 103. 50 Ebû’l-Hasen el-Eş’ari, 103. 51 H. Yıldız, 107. 52 H. Yıldız, 127; H. İ. Bulut, 160. 53 H. İ. Bulut, 162; H. Yıldız, 127. 54 Mustafa Öz, Acâride, DİA, I, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1998, 318-319. 55 Orhan Ateş, Bir İbâdî Çocuk İlmihali, “Telkînü’s-Sibyân, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, II, 2009, 78. 56 M. Dalkılıç, 49. 57 H. İ. Bulut, 172. 58 Yusuf 12/40, 67. 59 En’âm 6/57. 60 H. İ. Bulut, 175; M. Dalkılıç, 48. 61 Yasin Kahyaoğlu, Hâricîlerde Münazara ve Muhavere Örnekleri, Harran Üniversitesi İFD, XXI, Şanlıurfa 2014, 126.

Özcan Evrensel YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 22


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

AVRUPA’NIN KARANLIK EZOTERİK YÖNÜ: CADI AVI şeytan korkusuyla erken modern döneme taşındı, korundu ve büyütüldüğü görülmektedir2.

Cadı kelimesi çok anlamlıdır; bilinen en eski kelime anlamı Eski Yüksek Almanca (Althochdeutsch) “hagazussa” kelimesinden gelmektedir. Buna anlamca en yakın olan kelimeler “tunripa”, “zunrite” ve “waliderse”dır; bu sözcükler farklı bölgelerde “çit üzerine binen/ çıkan” anlamına gelir. Tüm bu kelimelerin değişmeceli karşılığı çocukları öldüren, insan yiyen, geceleri dolaşan dişi hayalettir. Bu hayaletin zarar veren sihir/büyü (maleficium) ile ilgisi yoktur, kısmen insana benzeyen bir varlıktır. Avrupa’nın kuzeyinde ve Almanca konuşulan bölgelerden halk dilinde “cadı” kelimesi tüm diğer büyücü-demon tanımlarını kapsayacak bir üst anlama sahip olduğunu söyleniyor1.

İnsanlık tarihi incelendiğinde toplu öldürmelerin gerçekleştirildiği katliamlar yaşanmıştır. Cadı avı ya da cadı avcılığı da çok kişinin ölümüne neden olan katliamlar arasında sayılabilmektedir. Tarihin seyrinde özellikle Ortaçağın karanlık dönemlerine atfedilen “cadı avcılığı” ya da “cadıların yok edilmelerine” yönelik olayların, aslında Yeniçağa (14501750) geçişte gerçekleştiğini belirtmek gerekir. Özellikle Reform Dönemi (1517) sonrası, Katolik kilisesinin bölünmesiyle batıl inanç yeniden hortlamış, dini açıdan dayanaksız kalan insanlar din ötesi güçlerden medet ummaya başlamıştır. Cadıların varlığı çok eskiye dayansa da, yok edilmesi gereken bir düşman olarak algılanmaları daha sonraki dönemlere rastlar. En karanlık batıl inançların bile ötesinde sayılabilecek sapkın teolojik düşünce ile beslenen cadı avı, Avrupa’nın en karanlık dönemi olarak tarihe geçer. Hâlbuki cadı avlarının gerçekleştiği bu zamanda Amerika keşfedilmiş, Rene Descartes, Francis Bacon, Galileo Galilei yaşamıştır. Cadıların özellikle kadınlarla ilişkilendirildiğinin altı çizilmelidir. Kadınların, cadı, dolayısıyla düşman olduklarını destekleyen görüşler arasında özellikle “haşeratı yok etme” veya “köküne kadar kurutma” deyimleri sıkça kullanılmıştır. Kadının, bu şekilde “düşman”, “kötü” ve “yok edilmesi gereken” olarak ötekileştirilmesi ve kadına yönelik, uygulanan şiddet dolu yöntemler daha sonra Yahudilere veya farklı etnik ve dini gruplara da aynı şekilde

Avrupa toplumunun temellerini sarsan yeni bir paranoyada gizlidir. 1000-1400 yılları arasında Avrupa’nın toplumsal ve politik çizgisinde büyük bir değişim yaşandı. İşgalci Müslüman orduların tehdidi, Doğu Ortodoks Kilisesi ile yaşanan ayrım, heretikliğin yükselişi ve Kara Ölüm’ün yıkıcı etkileri bir araya gelerek Avrupalı zihninde toplumsal, ruhsal ve politik hayatın pek çok yanında radikal değişikliklere neden olacak yeni bir kuşatılmışlık hissi yarattı. Ortaçağ Avrupa’sı kendini saldırı altında hissetti ve sonraki dönemler komplo teorileriyle dolup taştı. Yahudiler, cüzamlılar, heretikler ve kâfirler Avrupa Hristiyanlığını bizzat Şeytan tarafından kurgulanan acımasız bir komployla yıkmaya çalışan yeni iç düşmanlar olarak görüldü. Zamanla cadı figürü topluma karşı çalışan bu gizli şeytanın nihai sembolü olarak yeşermeye başladı. Ortaçağların paranoyası derinlere yerleşmiş bir

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 23


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

yaklaşılmasına zemin hazırlanmıştır3.

Cadılık ve feminizm her iki olgunun da oluşmasında ataerkilliğin oynadığı rol bellidir. Cadılığın tarihi, feminizmin tarihinden daha eskidir. Feministlik ve cadılık, ikisi de kadınlara ait geleneksel roller olan annelik, eşlik, ev kadınlığı, öğretmenlik, vb. rollerinden farklı olarak, patriyarkaya karşı duruş içeren hareketlerdir. Aralarında, kadıncı olmak (feminizm) ve kadınca olmak (cadılık) ayrımı vardır. Feminizm toplumcu, değişimci, bilimsel temelleri olan ve dışa dönük savaşımcı bir ideolojidir. Cadılık bireysel, savunmacı, doğacı bilgiye/bilgeliğe dayanan ve gizli/mistik bir var oluş biçimidir. Cadılık feminizmin ayrıntısındadır ve şeytan ayrıntıda gizlidir!

Cadı, bir büyücü ve şeytanın karısı, ürkütücü varlık olarak binlerce yıl boyunca insanları korkutmaya ve hayal gücünü ele geçirmeye hala devam etmektedir. O bir gölgedir. O kontrolden çıkmış bir kadındır. Cadılar hayal gücümüzün birer ürünüdür. Mitolojilerde ve efsanelerde cadılar kadar korkulan ve nefret edilen başka bir varlık yoktur. Cadı avlama çağı olarak da adlandırılan XIV. asırdan VII. asra kadar dört yüzyıl boyunca Almanya’dan İngiltere’ye tüm Avrupa’da yüz binlerce kadın yakılmıştır. Bu yıllarda Protestan ve Katolik kiliseleri, büyücü kadınları politik, din ve cinsel tehlike olarak görmüşlerdir. Özellikle kırsal alanlarda bilinçlenen, feodal düzene ve kiliseye başkaldıran kadınlar hedef seçilmiştir. Yaşlı, genç hatta bebek kadınlar İşkence gördüler, cadı oldukları için yok edildiler. Feodal düzenin krallarına hizmet eden kilise veba, açlık ve yoksullukla mücadele ederken bilinçlenen kadınları kendisine neden düşman seçilmiştir.

Cadılığın araştırılması, üç bilim alanından yola çıkılarak yapılabilir: Tarih, Antropoloji ve Toplumbilim. Bir tarih/mikro tarih çalışması olarak, geniş ölçekli tarihsel çalışmaların dışında bırakılmış, ihmal edilmiş olay ve inançların tarihsel kurgusu ile bilgi alanına dahil edilmesi yaklaşımıyla arşivlere başvurulabilir. Ginzbourg’a cadılık söz konusu olduğunda, tarihçilerin çekingen davrandığını belirterek, “Cadılık araştırmaları tarihten çok ve yanı sıra antropoloji tarafından araştırılmalı, kültürel bağlamından koparılmadan incelenmelidir4” der ve “tarihçilerde, ortaçağ ya da erken modern Avrupa’sının cadılık inançlarını yargıçların basmakalıplarının ötesinde yeniden kuracak kadar kanıt var mıdır?5” diye sorar. Toplumbilim boyutunda da, cadılık/cadıcılık ve cadı avcılığı, anaerkillikten ataerkil sisteme geçişte sosyal değişme ve toplumsal anlamda aşılanmış/öğrenilen, cinsiyete özgü bir tutum olarak incelenmeyi gerektiği söylenmekledir6.

Cadılar, “Korkunun Kadınları”dır. Cadılık, korkutulan ve bir karşıt tepki olarak korkunun gücünü ele geçirmek için bilerek korkunçlaşan kadınlara biçilen tarihsel/toplumsal bir roldür. Saf haliyle, doğal bir savunma güdüsü iken, giderek düşünen yapıya dönüşen ve tuhaf çekiciliğine kapıldığımız korkutucu maskelerin arkasına saklanarak oynanan bu rol, bir kadın kimliğine, cadılığa/cadıcılığa dönüşmüştür. Ve onunla savaşacak olan karşıtını, cadı avcılığını yaratmıştır.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 24


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

XIV. yüzyılda bütün Avrupa, kara ölüm denen veba ile boğuşmaktaydı. Salgın hastalık bütün kıtaya yayılırken köylerdeki bütün insanlar özellikle çocuklar ölmektedir. Kara ölümle ile birlikte korkuya dayalı histeriye bağlı büyük ve kudretli şeytanın yeryüzüne geldiğine dair söylentiler yayılmıştı. Yaşanan kötü kaderin şeytanın işi olduğuna inandılar. Kilise durumdan faydalandı engizisyon mahkemeleri kurdu. Kilise her zaman feodal sistemin devamlılığına katkı vermiştir. Bu mahkemelerin görevi şeytanın günahkârlarını yeryüzünde yok etmekti. XIV. yüzyılın sonunda, büyü, günahlar içerisinde en kötüsü olarak görüldü. Çünkü ruhunuzu şeytana sattığınızın bir işareti idi. Öyle ki yaratılan korku cadıların uçabildiği inancını yaygınlaştırdı. XVI. yüzyılda yaşayan Alman fizikçi Yuhan Veyer, cadıların kullandığı natura adlı bir ilacın insanlarda halisülasyonlara neden olduğunu iddia etmiştir. Cadıların uçtuğu inancı böylece yaygın söylenti olarak yayıldı. Cadıların şeytanla bir anlaşma yaptıkları, geceleri büyülü toplantılarda şeytana taptıkları düşünülürdü. Uçarak gittikleri bu toplantılarda ahlak dışı olaylarda gerçekleşmekteydi. Ahlaksız, gizemli bir topluluktan bahsedilirdi. Bu sebat günlerinde ölü bebeklerden korkunç ziyafet düzenlendiğine inanılırdı. Bu toplantılara karanlığın prensi şeytanın katılmasıyla doruk noktasına ulaşılır ve şeytan cadılarla cinsel ilişkide bulunurdu.

pişiren, ebelik yapan, hastalıkta şifalı otlarla insanları tedavi eden kadınlar ve geliştirdikleri beceriler onlardan da çok kuşku duyulmasına neden oldu. Cadı olmak ile suçlanan bir kadın yakalandığında dehşet başlıyordu. 1600’lü yılların sonunda binlerce insan yargılanmak üzere enginizyon mahkemelerine çıkarılıyordu. Suçlananlar çırılçıplak soyulup inceleniyordu. Şeytana ait izler bulmak üzere uzun iğneler ile acımasızca işkence ediliyordu. Gariplik olarak ben ya da doğum lekesi yeterli olmaktaydı. Delil bulunduktan sonra itirafta bulunması gerekiyordu, aksi takdirde öldürülemezdi. En korkunç en gelişmiş işkence metotları suçlarını itiraf ettirmek amacıyla tapınak şövalyeleri için geliştirilmişti. Tapınak şövalyelerinin XIV. yüzyılda ortadan kaybolmasıyla, büyücü bilge kadınlara yönelik yeniden benzer işkenceler kilise tarafından başlatılmıştır. Bu işkencelerin üç ayrı seviyesi vardı ve üçüncü seviye insanlara ölümü getiren işkenceleri içeriyordu. Parmak ve bacakları döndürmek için yapılan aletler, baş için kullanılan mengeleler, çivili koltuk gibi dayanılmaz acı veren pek çok korkunç, vahşi işkence aletleri o yıllarda geliştirilmiştir. Hatta işkence altında olan cadıların çok tehlikeli olduğu düşünülürdü. Cadıların gözlerine bakılmazdı, sahip oldukları şeytani güçlerden korkulurdu. Onların gözüne bakarsanız acıyabilirdiniz. Getirilen açıklama ise cadının sizi büyülediği biçimindeydi. Gerçek ise acıma ve merhamet etme ihtimalini ortadan kaldırmaktaydı. İşkence acımasızca artarak devam ettirilirdiğnde, en sonunda ne istenirse söylenirdi. Bu gittikçe büyüyen bir girdabı andırıyordu. Cadı olduğuna inanılan birkaç kadın ile başlıyor, sonunda düzinelerce kadının yok edildiği bir vahşete dönüşüyordu. Mahkeme tarafından uydurulan iğrenç fantezilere dayalı acı dolu ve korkunç işkencelerden korkanların itiraf edeceği umuluyordu. Kader günü geldiğinde suçlu bir vagona konuyor, dar sokaklardan geçirilerek köy meydanına getiriliyordu. Burada bir kazığa bağlanıyordu. Avrupa’da binlerce kadın yakılarak öldürülürdü. Nedeni ise içindeki şeytan ancak ve ancak yakılarak yok edilebilirdi. Cadı dönemi denen iki yüzyıl boyunca Fransa ve Almanya’nın köylerinde çok korkunç katliamlar gerçekleşti.

1486 yılında cadıların belirlenmesi ve yok edilmesinde cadı avcılarına yardımcı olacak bir kitap yazıldı. Kitaba “Cadı Baltası” (Malleus Maleficarum-malius malafikarum) adı verildi. Domininkan meshebinden iki Alman keşiş (Heinrich Kramer ve James Sprenger) tarafından yazılan kitap o devrin en yaygın inanışını yansıtıyordu. Bu kitaba göre kadınlar, şeytan için kolay bir avdı. Kadının bedeni, şehvet ve büyü birlikte ilişkilendirildi. Cadıların nasıl tanınacağı ve nasıl yakalanacağı anlatılıyordu. Bu kitapta yazılanlar iki yüzyıl boyunca cadı avcılarına rehberlik etti. Acımasızlık ve zulüm içeren bu kitap İncil’den sonra en çok okunan kitaptı. Aslında kurbanlar o kötü günlerde topluma yardımcı olmaya çalışan kadınlardı. Köylüler başlarına gelen felaketlerin sorumlusu olarak büyüyü ve kendilerine zarar veren cadının kadın olduğuna inandırıldı. Yemeği

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 25


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

Avrupa’da cadı avı sadece büyücülükte kalmayan zamanla özellikle kadınlara yönelik saldırgan bir tutumu yansıtan bir katliam olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Doğurgan ve üreten yeteneklere sahip olan kadın; haksızlığı baş eğemezdi. Bin bir cefa ile ürettiklerinin ve doğurduklarının bir hiç uğruna heba olmasına tahammül gösteremezdi. İngiltere’de cadıların idam edilmesi 1566 yılında yasallaşmıştır; bu konudaki uygulama, Chelmasford’da Agnes Waterhouse’un ve kızının idamıdır. Cadı avlama alevleri sonunda Amerika’ya da sıçramıştır. 1692 yılında Mashacuset’teki Salem cadı mahkemeleri sırasında yaşananlar ilginçtir. Yaklaşık 200 kişi cadı olmakla suçlandı. 14 kadın ve 5 erkek darağacında asıldı. Şehre Salem adı (Jerusalem) Kudüs isminden dolayı verilmiştir. Salem 20 yıl boyunca Kızılderi savaşlarına sahne olmuştu. XVII. yüzyılda Salem’de yaşayanlar dini ayrılıklar yüzünden parçalanmıştı. Puritan mezhebine inananlar yeryüzüne inmiş bir melek olarak gördükleri şeytan da dâhil olmak üzere, tanrının ve melekleri bulunduğu görünmez bir dünyanın varlığına inanıyorlardı.

Nefret duygularının esiri olanların saldırganlık güdüleri sürekli beslenir. Bunun sonucu olarak hayali kaprislere ve ihtiras taşkınlıklarına girişirler. Gözleri ile etrafındakileri ateşlendirir, ses tonu ve el hareketleri ile sinirleri oynatırlar. Rakip gördüklerini düşman olarak algılayıp giriştikleri çatışmayı savaşa dönüştürmeyi alışkanlık haline getirirler. Sayıklama karşısında humma, öfke karşısında kudurma ne ise hayaller görerek kendinden geçen, rüyaları gerçek, düşündüklerini de keramet sananlar, bütün suçları kendileri gibi düşünmemekten ibaret olanları darağacına hiç çekinmeden gönderen yargıç gibidirler. Nasıl bir kindarlıktır ki rakip gördükleri ve istemedikleri insanların yaşam hakkını yok etmeyi kendilerinde bir hak olarak görürler. Ne yazık ki geri dönüşü olmayan ya da geri döndürmeye cesareti olmayan insanlar nedense hep çatışarak alırlar hınçlarını. Böyle yapmakla içlerindeki ateşi söndürdüklerini sanırlar ve anlayamazlar ki, oluşan durumların getirisi yıkıma atmaktır yaptıkları.

DİPNOTLAR 1 Yücel Aksan, “1450-1750 Yılları Arasında Avrupa’da Cadılık”, Tarih İncelemeleri Dergisi, XXVIII/2, 2013, 354. 2 Onur Kutlu Şentürk, “Cadılığın Tarihi”, Tarih Okulu Dergisi, VII, Mayıs-Ağustos 2010, 209. 3 Yücel Aksan, 355-356. 4 Carlos Ginzburg, Efsaneler, Amblemler ve İzler, Çev: Mehmet Moralı, İstanbul: Kırmızı Yayınları, 2007, 309. 5 C. Ginzburg, 310. 6 Suna Arslan Karaküçük, “Korkunun Kadınları: Cadılar Ve Cadıcılık”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, XIII/2, Güz 2010, 44-46.

Leyla Özişçi YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 26


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

TARİHİN SESSİZ ŞAHİTLERİ: CELLÂTLAR da idam kararlarını bazen hâkimlerin uyguladığı tespit edilmiştir. Fransa’da XVIII. yüzyıldan itibaren “yüksek adaletin infazcısı” sıfatıyla merkezde ve eyaletlerde cellâtlar bulundurulur, her idam için bunlara belirli ücretler ödenirdi. İslâm dünyasında da ölüm cezalarının infazı için çeşitli kimseler görevlendirilmiştir. Asr-ı Saâdet’te ölüme mahkûm olanların bizzat Hz. Peygamber’in emriyle boyunlarının vurulduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber’in huzurunda sahabeden Ali b. Ebû Tâlib, Zübeyr b. Avvâm, Mikdad b. Amr, Muhammed b. Mesleme, Dahhâk b. Süfyan ve Âsım b. Sâbit’in ölüm cezalarını yerine getirdiklerini, bunlardan bazılarının bu işi birçok defa yaptığı görülmektedir. Selçuklularda bu görevin genellikle candar ve emîr-i hares tarafından yapıldığı bilinmektedir2.

İnsanoğlu var olduğu süreçten bu yana sürekli birbirini öldürmek için mücadele etmiştir. Olaylar kimi zaman bir eşya için olurken kimi zaman hırs, kibir ve nefret gibi duygular yüzünden olmuştur. İlk insan olan Adem’in (a.s) oğulları Habil ile Kabil arasında olan olaydan bu yana yeryüzünde kan durmamıştır. Bu kan kıyamet kopana dek sürecektir. Devletler yeryüzünde dünyanın dört bir tarafında kurulmuştur. Bu devletlerin kendilerine ait anayasaları vardır. Bu yasalara aykırı davrananlar çeşitli yöntemlerle cezalandırmıştır. Bu cezalar bazen hapis, sürgün gibi cezalar olurken bazen de mahkûmlar ölüm cezalarına çarpıştırılmışlardır. Bu cezanın uygulayıcısına ise devletler nezdinde farklı isimler verilmiştir. Genel itibari ile kroniklerde cellât olarak literatüre geçmiştir. Tarihin sessiz şahitleri olan bu kişileri yakından tanımak için tarihe kısa bir yolculuk yapalım.

Osmanlı Devleti’nde cellâtlığın bir kuruluş olarak ne zaman ortaya çıktığı ve nereye bağlı olduğu bilinmemekle birlikte XV. yüzyıldan itibaren infaz için cellâtların kullanıldığı anlaşılmaktadır. Cellâtlar o dönem Hırvat ve Çingeneler arasından seçilirdi. XVI. yüzyılda padişahın koruma hizmetinde bulunan dilsizlerin ileri gelen devlet adamları ve hanedan mensuplarının idamlarını infaz ettikleri ve bunların da cellât olarak adlandırıldıkları görülmektedir. Teşkilâttaki yerleri tam olarak belirlenemeyen cellâtların bostancıbaşı ve çavuşbaşının emri altında çalıştıkları, esas teşkilât sarayda olmakla birlikte taşrada da cellâtların bulunduğu bilinmektedir. Cellâtlar subaşı, asesbaşı ve İstanbul’da muzhır ağanın elemanı olarak da görev yaparlardı. Sarayda

Arapça “kırbaçlamak” manasına gelen celd mastarından mübalağalı ism-i fail olan cellât, “kırbaçlayan, çeşitli eziyetler uygulayan” anlamına gelmekle birlikte daha çok ölüm cezalarını infaz edenler için kullanılmıştır. Cellâtlığın bir görev olarak ne zaman ortaya çıktığı tespit edilmemekle beraber eski çağlardan beri var olduğu bilinmektedir1. Eski Roma’da ölüm cezalarını önceleri halk yerine getirirken daha sonra bu iş için özel görevliler tayin edilmiştir. Avrupa ülkelerinde infaz görevinin değişik kişiler tarafından ifade edildiği, mesela Ortaçağlarda Almanya ve Rusya-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 27


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

cellâtbaşının emrinde birçok cellât, bunların da yamak ve şakirtleri bulunurdu. “Üstâdân-ı Dîvân-ı Hümayun”, “meydan-ı siyaset ustaları”, “cemâat-ı celladan adlarıyla anılan cellâtlar, Topkapı Sarayı’nda ayrı bir bölük teşkil ederlerdi. Bunların sayısı XVII. yüzyılda beş iken XVIII. yüzyılda yetmişe kadar çıkmıştır. Cellâtların idam hükmünü infazı, mahkûmun statüsü ve seviyesine göre farklı olurdu. Padişah, valide sultan ve şehzadeler hanedan mensubu olduklarından eski Türk geleneğine göre kanlarının yere akması uygun görülmez, yay ve kementle boğularak öldürülürlerdi. İdam hükmünün tebliği ve infazında bazen bir veya birkaç devlet erkânı da hazır bulunurdu3.

selâm yakınında sağdaki çeşme önünde veya Dîvân Meydanı’nda yapılırdı. “Cellât Çeşmesi” adıyla bilinen bu çeşmenin ve ibret taşının ürpertici bir şöhreti vardı. Boyunları vurulan suçluların başları ibret için bu taş üzerine konulur ya da kesilen başa tanin (kısmi mumyalama) uygulanarak şehrin merkezinde dolaştırılır ki ibret-i âlem olsun bir daha böyle bir şey olmasın diye insanlara ders verilirdi4. Cellâtlar vazifelerini yerine getirdikten sonra bu çeşmede kılıçlarını yıkayarak temizlerlerdi. İstanbul’da saray dışında idam hükümleri daha çok Yedikule Zindanı’nda devlet adamları önce burada hapsedilir, daha sonra çavuşbaşı veya bostancının nezaretinde birkaç cellât tarafından idam hükmü yerine getirilirdi. Fatih Sultan Mehmed dönemi vezirlerinden Mahmud Paşa (1474), aynı şekilde Sadrazam Ferhad Paşa (1595) ve II. Osman burada öldürülmüşlerdir5.

Devlet erkânı ve siyasî mahkûmların cezası kendi evlerinde, hapsedildikleri yerde veya sarayda infaz edilirdi. İdam emrini alan bostancıbaşı veya çavuş görevli cellâtlarla birlikte giderek emri hürmetle bildirir, mahkûm abdest alıp namaz kılmasına, son arzusunun yerine getirilmesine müsaade ederdi. Bu seviyedeki mahkûmlar çok defa metanetle karşılar, hatta cellâtla latife yaptıkları bile olurdu. 1683 Viyana bozgunundan sorumlu tutularak Belgrat’ta kementle boğulan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa infazdan önce namazını kılmış, vücudunun toprağa düşmesi için bulunduğu odanın kilimlerini toplatmış ve cellâda sanatını maharetle icra etmesini söylemişti.

Taşra’da gerçekleştirilecek idamlar için ya payitahttan cellât götürülür ya da Beylerbeyi veya kadıdan cellât istenirdi. Taşrada idam edilen siyasî mahkûmların kesik başları İstanbul’a getirilir ve Bab-ı Hümâyun önünde teşhir edilirdi. Âdi suçlardan mahkûm olanlar, sabıkalı hırsızlar şehrin belli yerlerinde ve özellikle suç işledikleri yerde, bazen soydukları ev veya dükkânın kapısı önünde asılırlardı. Yapılan suçların, suçların işlediği yerlerde cezalandırılması burada yapılacak başka suçları engellemek amacıyladır. Askerî ocaklardan idama mahkûm olanların ölüm cezaları cellâtlar tarafından değil

Saraydaki infazlar birinci avluda Babüs-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 28


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

ocak içerisinde asesbaşının nezaretinde ifa edilirdi.

Osmanlı sarayında cellât bulundurulması âdeti Tanzimat dönemine kadar devam etmiş, Sultan Abdülmecid bu uygulamaya son vermiştir. Bundan sonra infazlar ücretle tutulan kimselere yaptırılmıştır. Türk toplumunda cellâtlara ve yaptıkları işe daima menfi gözle bakılmıştır. Ölümlerinde cesetleri normal mezarlıklara defnedilmeyerek cellât mezarlığında toprağa verilmiştir. İstanbul Eyüp’te Piyer Loti Kahvesi’nin arkasında cellât mezarı bulunmaktadır. Mezar taşları siyah rengindedir. Cellâtlar, tarihin arka sayfalarında unutulmaya yüz tutmuştur7. Halk onlara farklı gözlerle bakmıştır. Öldüklerinde bile mezarları halkla aynı yere değil de şehrin dışında ücra bir köşeye defnedilmişlerdir. Devletin nizamını sağlamak için kendilerine verilen emirleri hiç sorgulamadan ve kuşku duymadan yerine getiren bu insanların halk arasında farklı şekilde görülmesi insanda kafa karışıklığına yol açıyordu. İlk insandan son insana kadar daima cellâtlar var olacaktır. Tarihsel süreç içerisinde kimi zaman yay kimi zaman kement ve kılıçla yapılan bu iş günümüzde biyolojik silahlarla yapılmaktadır.

İdam edilen kimselerin mücevherleri dışındaki eşyaları genellikle cellâtlara ait olurdu. Bu tür eşya biriktirilerek yılda bir iki defa pazara götürülür, “cellât mezadı” adıyla topluca satışa çıkarılır, bedeli cellâtlar arasında paylaşılırdı. Cellât mezadında bazen çok değerli şeyler bulunur, fakat uğursuzluk getireceği inancıyla alıcısı az olduğundan bunlar genellikle değerinin çok altında fiyatla satılırdı. Cellâtlar idamın şekline göre farklı aletler kullanılırdı. Bunların başında kılıç, çeşitli kementler, kiriş, yay, balta gibi malzemeleri kullanmaktadırlar6.

DİPNOTLAR 1 Ece Yüksel, Osmanlı Cellatları, İstanbul: Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 80; Şemseddin Sâmi, Kamus-ı Türki, İstanbul: Çağrı Yayınları, 2006, 478. 2 Mehmet İpşirli, “Cellât”, DİA, XII, İstanbul: TDV Yayınları, 1993, 270. 3 Esra Özdemir, “Osmanlının Sevilmeyen Yüzü; Cellatlar”, Halaskar Dergisi, XI, 2016, 6; Abdulkadir Özcan, “Asesbaşı”, DİA, III, İstanbul: TDV Yayınları, 1991, 464; Ahmet Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl, Ankara: Phoenix Yayınları, 2007, 103.

4 Reşad Ekrem Koçu, “Osmanlı Tarihinde Cellatlar”, Hayat Tarih Mecmuası, XI/2, İstanbul 1971, 22; Ali Yıldırım, Darağacında Kan Sesleri, Ankara: Doruk Yayınları, 1997, 72. 5 Yavuz Bahadıroğlu, Osmanlı’da Şehzade Katli, İstanbul: Nesil Yayınları, 2014, 103-104. 6 Ali Yıldırım, Osmanlı Engizisyonu, Ankara: Piramit Yayınları, 2004, 259-260. R. E. Koçu, 22. 7 Necdet İşli, “Eyüp Mezarlığı”, DİA, XII, İstanbul: TDV Yayınları, 1993, 7; R. E. Koçu, 23.

Muhammed Oflas YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 29


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

OSMANLI’NIN MESİHİ SABATAY SEVİ VE HAYATI Sabatay Sevi’nin doğum yeri ile ilgili farklı bilgiler bulunmaktadır. Bazı kaynaklara göre Edirne’de doğduğu, bazı kaynaklara göre ise İzmir’de doğduğu söylenir. Sabatay Sevi 1626 yılının Temmuz ayında İzmir’de doğdu. İspanyol Yahudilerindeni olan bir ailedendi. Babası, Türkler arasında “Kara Menteş” diye tanınan Mordehay Sevi idi. Ve buraya Mora’dan gelmişti. Üç erkek kardeşten en küçüğü olan Sabatay, okumaya bilhassa dini kitaplara meraklı olduğu için İssak d’Alba adlı bir hahamın yanına verildi. Bu sırada on beş yaşında idi.

Sabatay’ın babası Mordahay Sivi veya Sevi zengin bir tüccardı. Avrupalı tarihçiler onun Moral’ı olduğunu söylemişlerdir. Ancak Yahudi kaynaklarına göre Edirneli olduğu kesindir. Mordahay Sevi halk arasında meşhur bir sarraf olarak bilinirdi2. Sabatay Sevi’nin Mesihlik İlânı Tarihler 1648’i gösteriyordu. Kabalistler’in yaptıkları hesaba göre Mesih, bu yıl gelecekti. Yıl neredeyse geçmek üzere olduğu halde Mesih henüz ortaya çıkmamıştı. Sabatay Sevi, bundan etkilendi. Mesihlik iddiasında bulunan birisi ortaya çıkmadığına göre Mesih kendisi olabilirdi. Daha sonra, 1648’de Polonya’da Yahudi katliamlarının yaşanması olayı da Sevi’yi etkiledi. Olayın feci hikâyelerinin her tarafa yayılması Mesih’in artık geleceği düşüncesini uyandırdı.

Sabatay, Tevrat’ı ve Talmud’u okudu. Dini kitaplardaki ibarelerin mecazî ve kabalistik manalarını keşif hususunda maharet sahibi oldu. Zeki, bilgili ve yakışıklıydı; güzel konuşurdu1. 1626 yılına gelindiğinde Vatan Gazetesinin 11 Kanun-i Sani 1924 günkü nüshasında yer alan “Bir Tarih Müdekkiki” imzasıyla yazılan “Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi” adıyla on gün boyunca yayınlanan yazı dizisinin ilk bölümüne göre, Edirne’de Sabatay Sevi isminde bir Yahudi çocuğu dünyaya gelmişti.

Mesih’in kendisi olabileceği düşüncesine kapılan Sabatay Sevi, öğrencilerine ve kendisini ziyarete gelenlere Mesih olduğunu ima etmeye başladı. İzmirli Hahamların sert tepkisiyle karşılaştı. Hatta onu ölümle tehdit ettiler. Bunun üzerine Sevi, İzmir’i terk etmek zorunda kaldı. Mora, Atina, Selanik ve İstanbul hattını takip ederek Mesihliğini ilân için geziye çıktı. Mora ve Atina’da ilgi görmedi. Selanik’te geniş bir Kabalist çevresi bulunduğu için burada iyi karşılandı. Şehrin hahamları ise ona tepki gösterip ölümle tehdit ettiler. 1650’de İstanbul’a gelen Sevi, cahil Yahudiler nezdinde itibar gördü ise

“Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi” adlı yazı dizinde Edirne’de doğduğu belirtilen Sabatay Sevi‘nin doğum yeri konusunda da tarihçiler arasında ihtilaf çıkmış, Vatan Gazetesi’ndeki yazı dizisi haricindeki kaynaklar Sabatay Sevi’nin İzmir’de doğmuş olduğunu söylemişlerdir.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 30


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

de hahamlar onu reddettiler. İzmirli hahamlar daha önce, Sevi’den uzak durmaları için İstanbul hahamlarına haber yollamıştır. Sevi İzmir’e döndü.

hemen, kendisine Polonyalı bir kız ile evleneceğinin, gaybdan bildirildiğini söyledi. Bu hadise, kendilerine bir kurtarıcı bekleyen Yahudilerin arasında bir mucize sayıldı. Sabatay adam göndererek Sara’yı aldırdı. Kahire’de evlendiler5.

Sevi, Mesihlik iddiasından vazgeçmek istemiyor, Mesih olmak ateşi ile yanıp tutuşuyordu. 1648 fırsatından faydalanamamıştı. Bari 1666 fırsatını kaçırmamalı idi. Bu sefer Mesihliği’ni Filistin’de ilân etmeyi plânladı. Rivayetlere göre, “Beklenen kurtarıcı Mesih”, Filistin’de ortaya çıkacak, dünyadaki Yahudileri buraya çağıracaktı. Plânını gerçekleştirmek için İzmir’den yola çıktı. Mısır, Gazze yolunu takiple Filistin’e geldi. Bu seyahatinde bile Mesihliği’ni ilânda mütereddit ve çekingen idi. Tam bu sırada hayatına Sara isimli bir Yahudi kız ile Nathan isimli bir Yahudi kahinin girmesi, Mesihlik ilânı düşüncesini büsbütün kamçıladı3.

Sabatay Sevi daha sonra İzmir’e dönerek burada taşkınlıklarına başlayacak etrafında çok sayıda mürit toplayacak ve hatta bazı kaynaklara göre dünyayı otuz sekiz krallığa bölerek her birine kendi yakınlarını yerleştirmeyi planlıyordu. Osmanlı Devleti bu dönemde Girit Seferiyle uğraşmaktaydı aynı zamanda ülkede çeşitli ayaklanmalar mevcut olduğundan Osmanlı Devleti bu konuyu pek takip edememişti. Fakat Sabatay Sevi’nin faaliyetleri sınırı aşınca bu durum Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’ya bildirildi. Bunun üzerine İzmir’den İstanbul’a gönderilmesi emri verildi. İstanbul’a gelen Sevi, yaptığı bütün faaliyetlerini inkâr etmişti. Burada Çavuşbaşı’ndan mükemmel bir dayak yiyerek zincire vurularak neticeler açıklana kadar hepse mahkûm edildi. Fakat burada yoğun ziyaretlerin olması ve onu çıkarmaya çalışan bazı taraftarların faaliyetleri sonucu Sabatay Sevi, hapisten çıkartılarak Çanakkale‘ye sürüldü ve buradaki Kum kaleye (Aydos) hapsedildi.

Talih Kuşu Sevi, Sara ve Nathan’ın nüfuzundan faydalanmak istemişti. Nathan, Gazze’de yaşıyordu. Sevi’nin yaşamı, Gazzeli Nathan’ı duyduktan sonra önemli bir değişiklik kaydetti. Kulağına gelen söylentilere göre, Gazze’de oturan Nathan adında bir kişi insanların ruhunu arındırıyor ve ona gelenleri mutluluğa eriştiriyordu. Sevi, Gazze’ye gitti ve Nathanla görüştü. Nathan onu tedavi etmeye girişeceğine, Sevi’yi Mesih olduğunu ilân etti. Sevi’ye inananlar mümin, ona karşı koyanlar Kafir idiler. Gazzeli teolog onun henüz pek çekingenlikle ileri sürdüğü Mesihliğine tanıklık etti. Nathan, cezbeye gelen ve hayaller gören İlkçağ nebileri gibi biriydi.4”

Mucize Bekleniyor Sabatay Sevi’nin Kum Kale’de mahcuz bulunduğu yere de pek çok ziyaretçiler gelmeye başlamıştı. Bunlar gardiyanları da kandırdıklarından, ziyaretlerine ses çıkarılmıyordu. Fakat Çanakkale’ye bu kadar fazla Yahudi’nin gelmesi, şehirde yiyecek kıtlığına ve pahalılığa sebep oldu. Yerli halktan bir heyet Edirne sarayına giderek, şikâyette bulundular. Diğer tarafta, ikinci sahte Mesih Kohen de rakibini şikâyet etmiş, Sabatay’ın siyasî düşünceleri bulunduğunu ve devlet kurma fikrinde olduğunu ihbar etmişti. Artık bu işe son vermek gerektiğine karar veren Osmanlı makamları, harekete geçtiler ve Sabatay tekrar Edirne sarayına götürüldü. Sabatay’ın müritleri ise Mesih’in bir mucize göstererek ortalığı birbirine katmasını bekliyorlardı6.

Sabatay Sevi daha sonra zeki, güzel ve serseri bir Polonyalı Yahudi kızı olan Sara, başından birçok maceralar geçtikten sonra Amsterdam’a kardeşi Samuel’in yanına gelmişti. İzmir’de yakışıklı bir gencin Mesihlik iddiasında olduğunu duyunca, meşhur ve yüksek bir kadın olmak hülyası ile bir rüya hikâyesi uydurarak Yahudiler arasında yaydı. Buna göre, rüyasında kendisine görünen bir nur, onun, yakında çıkacak olan Mesih’le evleneceğini söylemişti.

Mesih Müslüman Oluyor Sabatay sarayda Sadrazam kaymakamı Mustafa Paşa, Şeyhülislam Minkarizade Yahya Efendi

Bir zaman sonra bu haber Sabatay’ın kulağına gelince, böyle bir fırsatı kaçırmamak için o da

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 31


——————————————–——

Kapak Dosyası ———————————————–———

ve sultanın imamı vaiz Vani Mehmed Efendi’den müteşekkil bir heyetin huzuruna çıkarıldı. Padişah yandaki odada, kafes arkasından konuşmayı dinliyordu. Sabatay’a Mesihlik iddiası, paylaştırdığı krallıklar ve hakkında dolaşan öteki rivayetler soruldu. O, hepsini inkâr etti. Bunun üzerine tercüman vasıtasıyla Sabatay’a şöyle söylendi: Mesih olduğunu iddia ediyorsun. O halde mucizeni göster. Bunun için seni soyup nişan dikeceğiz. En maharetli okçular atacaklar. Eğer oklar vücuduna işlemezse, o zaman sultan da senin Mesihliğini kabul edecek.

Sabatay’ın SonYılları

Sabatay taraftarları yani Dönmeler sözde tamamen Müslüman olunca, hükümet onların peşini bıraktı. Sabatay da bu suretle, hareketlerinde serbest kalmış oldu. Bundan sonra yeni zümrenin itikat ve ibadetlerini tanzimi ile uğraştı. Bunları bir araya getiren on sekiz emri ve bayram günlerinin listesini tertip etti. On sekiz emirden, on altı ve on yedincisi Dönmelerin en mühim özelliklerini belirler7. Mesih’in Ölümü Sabatay, müritlerini toplayarak yine ayinler yaptırdığının haber alınması üzerine, Arnavutluktaki Berat kasabasında Ülgün’e sürüldü. Kendisinin ihtida ettirdiği yeni Müslümanları, tekrar Museviliğe döndürdüğü iddia ediliyordu. Yahudi âdeti üzere yaptırdığı ayinler ihbar edilmişti. Bu ihbarın kendisini ortadan kaldırmak isteyen Yahudi teşkilatı tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Sabatay, Ülgün’de küçük bir cemaat ile beş yıl yaşadı. Burada Selanikli Yoheved ile evlendi. Karısı da Ayşe Hanım adını aldı.

Bunu Sabatay, yine, böyle bir iddiası olmadığını, o sözleri başkalarının uydurduğunu söyledi. Ölümle burun buruna geldiğini anlamıştı. Başındaki Yahudi şapkasını yere atarak, üzerine tükürdü ve kelime-i şahadet getirip Müslüman oldu. Böylece canını kurtarmış oluyordu. Kendisine Mehmed Efendi adı verildi. Sabatay Sevi’nin bu şekilde önce Mesihlik iddia etmesi ve Sonra İslâmiyet’i kabul ederek dönmesi hadisesi, Osmanlı tarihlerine, zamanın vakaları arasında kaydolunduğu gibi, yabancı tarihçilerin ve hatıralarını kaleme alan elçi ve seyyahların eserlerinde de yer almıştır.

Haham, sahte Mesih Sabatay Sevi veya sahte Müslüman Mehmed Efendi 17 Eylül 1675’ de öldü. Öldüğünde elli yaşında idi. Bir nehir kenarına gömüldü. Fakat mensupları Mesihliği, onun halifelerinin şahıslarında yaşattılar. Kendisine inananlar hala deniz ve ırmak kenarlarında Sabatay Sevi, seni bekliyoruz diye seslenirler8.

DİPNOTLAR 1 M. Ertuğrul Düzdağ, Yakın Tarihimizde Dönmelik ve Dönmeler, İstanbul: İz Yayınları, 31. 2 Ahmet Almaz, Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi Dönmeler ve Dönmelerin Hakikatı, İstanbul: Kültür Yayıncılık ve Dağıtım, 33. 3 Süleyman Kocabaş, Türkiye’de Gizli Tarih II Dönmelik ve Dönmeler, İstanbul: Vatan Yayınları, 13. 4 S. Kocabaş, 14.

5 6 7 8

M. E. Düzdağ, 33. M. E.l Düzdağ, 36. M. E. Düzdağ, 40. M. E. Düzdağ, 40.

Murat Genç Ardahan Üniversitesi Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 32


Bilim Tarihi ———————————————–———

——————————————–——

KARANLIKTA KAYBOLAN AYDINLIK Batının kendini merkeze koyarak yapmış olduğu “karanlık çağ” nitelendirmesi İslâm medeniyetinin aydınlık çağının da üstünü çarşaf gibi örtmekle beraber kara delik misali içine çekmiştir. Bu durumda, yeterli gelmiş olmayacak ki yapılan buluşların büyük çoğunluğunu kendileri yapmış gibi göstermekten de utanmamışlardır. Buna sebebiyet veren durumların sayısı göz ardı edilemeyecek derecede fazladır. Bir parıltının yok oluşuna göz yumup bunu heyecanla izlemek sorgulanması gereken bir durum olsa gerek.

cebir çalışmalarının en büyük yardımcısı oldu. Bu kitapla beraber daha önce kullanılmamış olan yerine koyma kavramı da ilk defa kullanılmış oldu. Harezmî kendine ait yöntemle cebir sorularını çözerken “x” i kullanmadı, bunun yerine şey nitelendirmesini yaptı. Harezmî’nin döneminde sayılar uzunluk olarak adlandırıldığı için O negatif sayıları kullanmadı. Harezmî keşfetmiş olduğu yeni yollarla adından çok uzun yıllar söz ettirmeyi başararak kendinden sonra gelecek olan bilim adamlarına tünelin ucundaki aydınlığı göstermiş oldu.

İslâm medeniyetine bilim Abbasiler döneminde girmiştir. Bu dönemde devrin önemli bilim merkezi olan “Darü’l-Hikme” kurulmuştur. Bu medrese ileride kendini gösterecek olan masmavi gökyüzünün gerektirdiği parlayan güneştir. İslâm medeniyetinin en büyük gelişmelerine sahne olan aynı zamanda bilimin gelişmesine önemli katkılar sağlayan bu dönemde en büyük yardımcı şüphesiz yapılan çeviriler oldu. Bu çeviriler sayesinde en zor ve karmaşık bilim dallarından biri olan matematik, içinde bulunduğu çıkmazdan kurtuldu. Matematik alanında gelişme gösteren bilim adamları özellikle trigonometri, aritmetik, cebir gibi matematiğin vazgeçilmezlerini yeni buluşlarla taçlandırdılar.

Banu Musa (Musa’nın Oğulları) (800-875) Bağdat’ta doğmuş olan Ahmed, Hasan, Muhammed kardeşler Darü’l-Hikme’de Harezmî’nin yanında yetiştiler. Bu üç kardeş matematiğe olan ilgileri sayesinde hemen fark edildiler .Bağdat’ta bulunan Beytü’l-Hikme’de görev yaptılar. Matematik, mekanik, geometri, tıp ve fizikle de uğraştılar. Üç kardeşin ortak adıyla bilinen en tanınmış eserleri Düzlem ve Küresel Yüzeyde Şekillerin Ölçülmesi adlı geometri kitabıdır. Bu kitapta birçok geometrik şeklin hacminin nasıl hesaplanacağını vermiş aynı zamanda şekillerin alanlarının hesaplanmasından da bahsetmişlerdir. Musa oğulları üçgenin kenarlarını kullanarak alan bağıntısını A=√p(p-a)(p-b)(p-c) şeklinde formülleştirdiler. Üçkardeş yapmış oldukları çalışmalarla bilim dünyasını canlandırdılar ve adlarından söz ettirmeyi başardılar.

Muhammed b. Musa el-Harezmî (780-850) Horasan’da doğup daha sonra ailesiyle birlikte Bağdat’a göç eden Harezmî çalışkanlığıyla kısa sürede adından söz ettirmeyi başardı. Harezmî matematiğin yanında coğrafya ve astronomiyle de ilgilendi ve “Sindhind” adıyla bilinen ilk astronomi kitabını yazdı. Bunun yanında el-Kitab Fî Hisab el-Cebr Ve’l-Mukabâlah adlı kitabı cebir alanında verilmiş olan en önemli eserlerden biridir. Harezmî kendine ait bir çözüm yöntemi geliştirerek o zamanın önemli problemi olan miras problemlerini cebir sayesinde çözdü. Aynı zamanda esnafa dört işlemi içeren aritmetiği öğreterek de onları büyük çıkmazdan çıkardı. Harezmî sayesinde matematik ilk defa cebir kavramıyla ve algoritma kavramlarıyla karşılaştı. Algoritma kavramı ise Harezmî’nin isminin Arapça söylemi olan el-Khvarizm’den gelmektedir. El-Kitab Fî Hisab el-Cebr Ve’lMukabalah Rönesans döneminde yapılacak olan

Sabit Bin Kurrâ (836-901) İslâm medeniyetinin gelişmesine öncülük yapan çevirileriyle adından söz ettiren Kurrâ Arapça,Yunanca, Süryanice dillerini tercüme yapabilecek derecede biliyordu. Matematik, tıp, astronomi, felsefe, mantık, alanlarında çalışma göstermiş, aynı zamanda birçok önemli eseri Arapçaya çevirerek günümüze ulaşmasını sağladı. Bu eserlerin en önemlisi Arşimet’in çalışmalarını Arapçaya çevirmesi olmuştur. Eğer bu çeviriyi yapmamış olsaydı Arşimet’in eserleri tahrip olacak ve günümüze ulaşamayacaktı. Kurrâ bu çalışmalarını Musa kardeşlerden büyüğü olan Muhammed’in onu Bağdat’a götürmesiyle yapmıştır. Büyük önem arz eden Kitabü’l-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 33


Bilim Tarihi ———————————————–———

——————————————–——

Mu’tâyât en önemli geometri kitaplarından biridir. Orta Çağ’da imdada yetişen kitapların başında gelir. Ayrıca yazmış olduğu Hipotezler Kitabı da Orta Çağ’da büyük rağbet görmüştür. “Türk Öklid’i (Sabit Bin Kurrâ), Batı’ya öğretmenlik yapan, Batı’nın kendisine ayrı bir şeref mevkii ayırdığı kişidir.”(Sigrid Hunke) “Sabit bin Kurrâ’nın eserleri olmasaydı, Yunanca bilmediklerinden dolayı, hiç kimsenin hikmete dair kitaplardan faydalanamayacağı söylenirdi; nitekim tercüme etmediği her kitap öylece kalmış ve kimse onlardan istifade edememiştir.”(Kâtip Çelebi) Ebu’l-Vefa (940-998) İran doğumlu olan Ebu’l-Vefa daha sonra Bağdat’a göç etmiştir. Darü’l-Hikme’de eğitim gören Ebu’l-Vefa matematikle beraber astronomiyle de uğraştı. Trigonometrik cetveller hazırlayan Ebu’l-Vefa bu sayede trigonometrinin gelişmesi yolunda çok önemli bir adım attı. Bugün kullanmış olduğumuz sinüs, kosinüs terimleri ilk defa bu dönemde kullanıldı. Kendinden önce gelen bilim adamları gibi Ebu’l-Vefa da Euclid’in, Diophantus’un ve Ptolemy’nin eserlerini inceledi ve bu incelemelerini “Kitabab Ma Yaktacu İleyh el-Küttab Ve’l-Ummal Min İlmi’l-Hisab” adlı kitabında topladı. Ebu’l-Vefa yapmış olduğu çözümleri sayılarla değil, sözel ifadelerle açıkladı. Bugün kullanmış olduğumuz çoğu trigonometrik ifadelere ilk defa Ebu’l-Vefa’nın eserlerinde rastlıyoruz. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir: Sin2x=2sinx.cosx cotx=1/tanx

Trigonometrik ifadelerden yararlanarak dünyanın çevresini hesaplamıştır. Sinüs teoreminin keşfini yapmıştır. Dünya ve güneşle ilgili çalışmaları oldukça fazladır. Ömer Hayyâm (1048-1131) Günümüze eserlerinin bir kısmının ulaştığı büyük cevher Nişabur’da doğmuştur. Daha sonra bazı problemler dolayısıyla İsfâhan’a giden Hayyâm orada kurulan rasathanede Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın müneccim başı olarak çalışmaya başladı. Matematiğin yanında edebiyat ve astronomiye de ilgisi oldukça fazlaydı. Yapmış olduğu matematiksel çalışmaların yanında yazmış olduğu rubailerle de adından söz ettirmeyi başardı. Celâlî takvimini hazırladı. Aynı zamanda üçüncü dereceden 13 farklı denklem buldu. Binom açılımını keşfeden ve kullanan ilk bilim adamıdır. Pascal üçgeni olarak bilinen öğretide aslında Hayyâm’ın öğretisidir.

tanx=sinx/cosx secx=√1+tan^2x

Dik olmayan üçgenler için genel sinüs teoremini ilk uygulayan bilim insanı oldu. Yapmış olduğu tüm çalışmalarla matematik dünyasına yeni bir bakış açısı kazandırdı. Birunî (973-1052)

“Cebir’in bilinmeyene ulaşmak yolunda bir numara olduğunu düşünenler çok hata ederler. Cebirle geometrinin birbirinden farklı görünen yüzleri sizi yanıltmasın. Cebir, geometrik gerçeklerin ispatlanması yöntemidir.”

Aral gölünün güneyinde Gazne’de doğdu. Birunî matematiğin yanında tıp, felsefe, coğrafya, tarih, astronomi gibi bilimlerle de ilgilendi. Astronomiyle adını duyuran Birunî’nin bu başarısı trigonometri bilgisinden kaynaklanmaktadır.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 34


Bilim Tarihi ———————————————–———

——————————————–——

Şerâfeddin el-Tusî (1135-1213)

Nasireddin el-Tusî (1201-1274)

İran’ın Tus şehrinde doğmuştur. Şam, Halep, Musul ve Bağdat’ta matematik eğitimi gördü. Önemli bir cebir kitabının bulunmasının yanında, maksimum kavramını kullanarak bulunacak olan ifadenin en yüksek değerinin türevini sıfır yapan yerde aranılması gerektiğini keşfetti. Bazı yerlerde bu türevin keşfi olarak alınmıştır.

Horasan’ın Tus şehrinde doğdu. Mantık, ahlak, felsefe, astronomi ve matematik kitapları yazmıştır. Trigonometrinin babası olarak bilinir. Trigonometriyle ilgili yapmış olduğu çalışmadan sonra trigonometri astronominin bir aracı olmaktan çıkıp matematikle özelleşmiştir. Geriye bırakmış olduğu eserleri kendisinden sonra gelen matematikçilerin yol göstericisi olmuştur.

Kübra Alan YYÜ Eğitim Fak. İlk Öğretim Matematik Öğretmenliği Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 35


——————————————–——

Kültür Mozaiği ———————————————–———

OSMANLI’DA SİKKE BASIMI VE DAĞITIMI Gerek müzelerde gerekse para koleksiyonlarında bazen yamuk şekli bozuk madeni paralar görürüz. Çoğunluğumuz da buna pek anlam veremez. Bazen de öyle sikkelerle karşılaşırız ki üzerinde ki işçiliğe hayran kalırız. Peki bu sikkeler nasıl darp edilmiş ve nasıl kullanılmış gelin buna hep beraber bakalım.

kaynaklanmaktadır. Zamanla iç içe iki kalıp usulü kullanılmıştır. Bu teknikte alt kalıp sabitleştirilmiş, üst kalıpta alt kalıbın içine silindirik bir biçimde yerleştirildikten sonra çekiç darbesiyle para darp olunmuştur. Bu teknikte para kenarlarında denge sağlanabilinmiştir. 1687 (H. 1299) senesinde mekanik işlemle para darbına başlanmıştır. Sikke Basımında Görevliler

Paraların Darbı (Basımı)

Darphâne Amili

İlk önce hangi madenden darp edilecekse o maden eritilip çubuk ve şerit haline getirildikten sonra nukre ve pul adı verilen küçük parçalara bölünürdü. Bu küçük parçalar ısıtılarak tavlanıp iki kalıp arasında çekiçle vurulmak suretiyle para haline getirilirdi. Bu kalıplar iki parçadan meydana gelip her biri diğerine benzeyen silindirik veya konik iki demir parçasından ibaretti. Bu demir parçaları sikkecibaşı tarafından darp edilecek paranın iki yüzünün tersi kalıplara kazılmak suretiyle işlenirdi.Bu kalıbın alt kısmına darp edilecek paranın yazısı, üst tarafa konulan parça üzerine de sultan ismi veya tuğrası kazınırdı. İki kalıp arasına tavlanarak konulan parçanın kaymasını önlemek amacıyla kalıplar üzerine noktalar ve dişler oyulurdu. Bu demir kalıplar sonra su verilerek sertleştirilirdi. Bu teknikte darbenin iki kalıba dikey bir eksen üzerinden vurulması gerekirdi.

Darphanenin işletmesinden birinci derece sorumlu yetkili olup görev ve yetkileri padişah fermanıyla belirlenirdi. Darphâne amili merkezden gündelikle (ulufeli) tayin edilen güvenilir kişi olup aynı zamanda “darphâne emini” olarak belirlenir ve göreve başladığında resmi sıfatı olarak darphâne amili olarak adlandırılırdı. Emin başında bulunduğu darphâne işletmesinin yıllık gelirini belli bir rakamın altına düşürmemesini kabul eder ve yanına defter tutturacağı bir kâtibi de alırdı. Bu şekilde ki tayine “Ber vech-i emanet”denilirdi. Gündelikle işi yükümlenen darphâne emininin en yüksek kâr düzeyini kabullenmesi halinde “ber vech-i iltizamı emanet” tayin denilirdi ki genellikle bu tarz atamalar devlete daha fazla gelir sağlanacağı düşünüldüğünden tercih edilirdi. Darphânenin iltizam suretiyle işletilmeleri bir nevi taahhüt işi olup başşehirde veya darphânenin bulunduğu kadılıkta işletme istekliler arasında artırmaya çıkarılmakta ve işletmeye en çok kar sağlayacağını taahhüt eden kişiye bu görev verilmekteydi. Mültezim dediğimiz ve işletmeyi üzerine alacak kişi veya kişiler (bazı hallerde işletme 3-4 kişiye ihale edilebilmektedir) geliri artıracak önerilerini detaylarıyla bildirir, önerilerin uygunluğu halin-

Ancak çekiç darbesi ve el becerisiyle yapılan bu işte bunu sağlamak mümkün olmadığından paraların yüzeylerinde düzgünlük sağlanamadığı gibi para kenarları da merkezlenememiştir. Sikkelerde ki bu şekil bozuklukları darbe tekniğinden

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 36


——————————————–——

Kültür Mozaiği ———————————————–———

de öneri, padişah fermanıyla onaylanmaktadır. Amil yanındaki kâtip ve yardımcıları gündelikle çalıştırırdı. Mültezimin ödemeyi kabul ve taahhüt etmiş olduğu akçeyi garanti etmesi için mültezimin belirli bir mal varlığını teminat akçesi olarak göstermesi ve kadılık defterine kaydının yaptırılması şarttı. Darphâne Emini

Geliri fazla darphânelerde, darphâne amilinin görev ve yetkilerini kötüye kullanmasını önlemek amacıyla darphâneye, darphâne emini olarak gönderilirdi. Bu emin, darphâne amilinin haricinde ayrıca defter tutarak hazine gelirlerinin başka kaynaklara aktarılmasını önlerdi. Darphâne Mevkûfat Emini Şu veya bu sebepten darphanenin iltizama verilememesi veya amilin görevini göremeyecek duruma düşmesi halinde yeni amilin tayinine kadar geçecek süre içinde işi yükümlenen kişidir.

yassıyalıcı, kimi sarraf, kimi dideban, kimide perdahçıdır.

Darphâne Sahib-i Ayarı

Sikkeciler

Darphânenin teknik yönetmeni olup görev yetkileri belirlenerek, ehliyetli kişiler arasında seçilerek göreve atanırdı. Darphânenin üstatlarının, sarraflarının ve kalcılarının amiri olup darphânede hilesiz ve halis sikke çıkmasından sorumlu kişidir. Dilediğini işe alıp çıkarma yetkisi ile görevini sürdürürdü.

Sikke kesen kişilerdir. Ayrıca kısamcı (bölüm bölüm ayırıp veren kişi) kelpenciye (ısıtılmış malı kerpetenle tutup işleyen kişi) tuğracı (tuğrayı basan kişi) sikkedar (sikke basan kişi) vezzam (tartan kişi) hakkak (yazıları kalıba kazıyan kişi) gibi tabirlerde kullanılmıştır.

Kalcılar Madeni döküp çubuk haline getiren kişiler olarak ekip halinde çalışırlardı. Eskiden darphânelerin eritme dairelerinde kefçe denilirdi. Potaya verilen isim kefçe olduğundan bu isimle adlandırılmıştır. Isıtma esnasında maddenin bir kısmı yandığında -Harkun-nar olduğundandarphâne geleneğine göre “noksan-ı kefçe” adı altında bir fire hakkı tanınır, fazlasını bu kısımdan sorumlu kişi tazmin etmekle yükümlüydü.

Darphânenin yüzlerce kişinin çalıştığı bir yer olup buranın güvenlik görevlileri simsarları, kâtipleri, imamı, müezzini vs.siyle büyük bir işletmedir. Evliya Çelebi, İstanbul darphânesinde takriben bin kişinin çalıştığını söylemektedir. O zaman paranın çekiç gücüyle basıldığı ve simkeş esnafının da darphâne işletmesine dahil olduğunu göz önünde bulundurarak bunu doğru olduğunu kabul etmemiz yanlış olmaz. Yine Evliya Çelebi’nin ifadesinden anlaşıldığına göre, sikkeci esnafı Hıristiyan, kalcı esnafı Yahudi, kehleciler ise Müslümanlardan meydana gelmektedir.

Kehleciler Çekilmiş teli parça parça kesen kişiler olup bunların kimi dolapçı, kimi telci, kimi haddeci, kimi cilacı, kimi sebiheci, kimi vezneci, kimi

Fatih ve II. Bayezid zamanında bakır paralar Anadolu ve Rumeli pullarını mukataasını tutan iki mültezim tarafından basılıp dağıtılırdı. Anadolu pulları genellikle Bursa’da basılırdı. Bütün pulların basım ve dağıtımının Bursa’dan yapılması mümkün olmadığından aynı mültezim başka şehirlerde de pul basım ve dağıtımını yapabildiği gibi ikinci bir mültezime de bu işi ihale edebilirdi. Nitekim aynı devir-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 37


——————————————–——

Kültür Mozaiği ———————————————–———

de Kastamonu ve Konya’da da pul darbedilmiştir. Kastamonu darphânesi, Küre bakır madenine yakın olduğundan daha kolay ve ucuz bakır temin edilebiliniyordu. Rumeliye sevk edilen paraların Kostantiniye veya Edirne’de basılılıp dağıtıldığı kuvvetle muhtemeldir. Diyarbakır, Halep ve Bağdat şehirlerinde de kanunî esaslara uygun pul darp ettirilerek dağıtılmıştır. Bakır Paranın Dağıtımı

Bakır paranın dağıtımı bir çeşit vergi dağıtımı bir çeşit vergi tahsilâtıdır. Nitekim bu dağıtım tarh, teklif ve salgun gibi vergi adlarıyla belirlenmiştir. Gerçek değeri ile itibari değeri arasında büyük bir fark bulunduğundan hiç kimse kendi gönül rızasıyla bu parayı almayacağı için genellikle parayı bozmaya giden sarraflar, harraççılar ve mahsus kullar yanlarına yardımcı olarak bir muhafız alarak pulları bozmaya giderlerdi. Bir haraççı vergi tahsiline giderken yanına almakla mükellef olduğu bakır paraları götürmemesi halinde hazinenin uğrayacağı zararı tazmin etmekle sorumlu tutulacağı gibi, ayrıca para götürülmeyen yere ertesi sene iki yıllık birden götürmekle yükümlüydü.

Genellikle pul dağıtımı yapmaya giden sarraflar veya aynı işi yapmakla görevli kişiler nerede kime ne kadar pul vermesi gerektiği belirlendiğinden bu görevleri karşılığı %20 ila %40 arasında değişen sarrafiye ücretini ettikleri paradan peşin olarak alırlardı. Bazı hallerde haraççıların bu görevi yani iş olarak ücretsiz yerine getirmesi de istenilebilirdi.

Ehli Suka (Çarşının ileri gelen belirli kişileri) dağıtılan pullar zaman zaman esnafın biz tekalif-i örfiyeden muafız şeklinde ki muhalefetiyle karşılaşıldığında kadılıklara gönderilen emirlerde bu tür muhalefetin olmaması tembih edilmektedir. Bursa kadı sicillerinde rastlanılan hüccet kayıtlarına göre Bursa’dan nereye, ne zaman ve hangi çeşit mangır (bakır para) gönderildiği ve sarraflara verilen sarrafiye miktarları veya yüzdeleri gösterilmiştir. Pul dağıtımı bir nevi tekalif-i örfiye tarhıdır ve genelde bu tarh şu şekilde cereyan ediyordu. Her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafında vücuh ve memleketin ileri gelenleri ve kadı marifetiyle iki taksitte alınmak üzere tevzi defterleri tanzim edilir ve bu defterler şeri sicil defterlerine kaydolunurdu. Tahminimiz pul tevziinde de global olarak böyle bir yöntemin uygulanmış olmasıdır. Bakır para tarh olmayan yörelerde onu karşılayacak başka bir vergileme yöntemi uygulandığında muhakkaktır.

Osman Hezer Nümizmat

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 38


Dinler Tarihi ———————————————–———

——————————————–——

KUDÜS MESELESİ’NİN EZOTERİK ARKA PLÂNI: KİTAB-I MUKADDES IŞIĞINDA EVANJELİZM VE YERUŞALİM Monoteist dinler açısından mühim bir konumu olan Kudüs yakın gündemimizde tekrar kendine yer buldu. Tabi olayın ardında siyasî meseleler olduğunu söyleyenler de bulunmakla beraber, biz ise siyasî meselelerin çoğunu göz ardı edip olayın kaynağına inmek istiyoruz. Kudüs’ün Kitab-ı Mukaddes’teki ismi olan Yeruşalim’den yola çıkarak bu olayı aydınlatmak istiyoruz. Ayrıca Evanjelist tarafların desteğini sağlamak isteyen Trump’un da Evanjelizm düşüncesine Kitab-ı Mukaddes gözünde bakıp bu noktada ise genel olarak Kitab-ı Mukaddes çizgisinde kalmaya özen göstereceğiz.

“Kardeşler, bilgiçliğe kapılmamanız için şu sırdan habersiz kalmanızı istemem: İsrailliler’den bir bölümünün yüreği, öteki uluslardan kurtulacakların sayısı tamamlanıncaya dek duyarsız kalacaktır. Sonunda bütün İsrail kurtulacaktır. Yazılmış olduğu gibi: ‘Kurtarıcı Siyon’dan gelecek, Yakup’un soyundan tanrısızlığı uzaklaştıracak.2” Pavlus’un kullandığı kaynak ise Yeşaya kitabında geçer: “Rab diyor ki, ‘Kurtarıcı Siyon’a, Yakup soyundan olup başkaldırmaktan vazgeçenlere gelecek.3” Aslında bu ayetler bir bakıma Mesih’in Siyon’a yani Yeruşalim’e geleceğini ifade eder. Yahudi teolojisine göre Mesih görkemli bir şekilde geleceğinden dolayı ve aynı zamanda onun yolunu İlyas hazırlayacağından onun hala gelmediğini iddia ederler. Ve Yahudiler hala Mesih’i beklemektedirler. Hıristiyan teolojisinde ise Mesih gelmiş tebliğini yapmış, Vaftizci Yahya (Yuhanna) onun yolunu hazırlamıştır. Aynı zamanda o üç yıl boyunca tebliğini yaptıktan sonra ölüp dirilmiş ve göğe alınmıştır. Fakat onun ikinci gelişi de olacaktır. Bu ise görkemli şekilde olacak ve Mesih Yeruşalim’e gelecektir. Bu durumun hangi vaziyette olacağı Vahiy bölümünde belirtilir.

Kitabı Mukaddes’te Kudüs (Yeruşalim-Siyon) Kitab-ı Mukaddes’te 500’den fazla ayette Yeruşalim lafzı bulunur. Aynı zamanda 171 ayette Siyon kelimesi vardır. Siyonizm, Filistin’de Yahudiler için yeniden bir vatan kurulmasına destek veren uluslararası Yahudi siyasi hareketidir. Eski Ahid’de ise İsrail diyarı manasında kullanılır. Bunlardan biri ise şu şekildedir: “Sonra Kuzu’nun Siyon Dağı’nda durduğunu gördüm. O’nunla birlikte 144.000 kişi vardı. Alınlarında kendisinin ve Babası’nın adları yazılıydı.1” Bu ayetin çeşitli yorumları olmasına rağmen genel olarak buradaki ifade Yahudiler için kullanılır. Çünkü Pavlus, Romalılara yazdığı mektupta şu ifadelere yer veriyor:

Yeruşalim sınırları içerisinde Beytel denilen bir bölge bulunur ki burası Yahudiler için önemlidir. Beytel, ‘Tanrı’nın evi’ manasına gelir ve bu yer daha önceleri Luz adıyla tanınırdı4. Yeruşalim’in kuzeyinde 19 kilometre uzaklığında bulunan Beyt’in olduğu sanılır.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 39


Dinler Tarihi ———————————————–———

——————————————–——

Harran’dan ayrılan İbrahim bu yerin doğusunda çadırını kurdu. Mısır’dan dönünce yeniden bu yere gitti5. ‘Tanrı’nın evi’ diye tanınması, Tanrı’nın kendisini evden kaçan Yakup’a düşünde açıklamasına dayanır. Yerden dikilip başı göklere eren merdivenin başında duran Rab Yakup’la ve İbrahim’le yaptığı antlaşmayı pekiştirdikten sonra Yakup’la beraber olacağına söz verir. Yakup “Bu yer ne görkemli!” dedi. “Bu başka bir şey değil, ancak Tanrı’nın evidir ve bu göklerin kapısıdır.”6 “O yerin adını Beyt-el koydu.”7 Yakup’a Paddan-aram’da görünen Rab kendisine “Ben Beyt-el’in Tanrısı’yım” der8. Oraya gidip bir sunak kurarak kendisine tapınmasını buyurdu9. Yakup orada kurduğu mezbaha El-Beyt-el (Beyt-el’in Tanrısı) adını verdi. Beyt-el Yusuf oğullarıyla Benyamin soyuna verilen toprakların sınırındaydı10. Yusuf soyu Beytel’i açtılar çünkü “Rab onlarla beraberdi.11” Benyamin soyunu cezalandırmak için birleşen halk Tanrı’dan sormak için Beyt-el’e gitti “çünkü Tanrı’nın antlaşma sandığı o günlerde oradaydı.12” İsrail’i yargılayan Samuel peygamber “yıldan yıla gidip sırayla Beyt-el’i, Gilgal’ı ve Mitspa’yı dolaşırdı.13” Genel itibari bu örneklerle açıkladığımız Beyt-el’in bir sırrı da Yakup’da yatar. Çünkü Tanrı ile güreştikten sonra İsrail adını alan Yakup, Tanrı ile burada karşılaşmış idi. Bu açıdan baktığımızda buranın İsrailoğulları için önemini kavrayabiliriz.

olan Saul (Pavlus) da Şam yolunda Mesih inanlısı olup bu öğrencilere katıldı. “Göksel egemenliğin bu Müjdesi bütün uluslara tanıklık olmak üzere dünyanın her yerinde duyurulacak. İşte o zaman son gelecektir.15” Bu ayeti kendilerine mesken edinen Evanjelistler, kendi çabaları ile kıyameti getireceklerine inanıyorlar. Nitekim onlara göre bu ayet ışığında herkes müjdeyi yani İsa’nın tebliğini duyduğunda son gelecektir. Ayrıca Evanjelistlere göre müjdeyi Avrupa duymuş ve duymama noktasında özellikle Ortadoğu kalmıştır. Ondan dolayı misyonerlik okullarını Ortadoğu ve buranın kalbi olan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yoğunlaştırmışlardır. Özellikle Tanzimat dönemi sonrası Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde Misyonerlik okullarının yoğunluğu bilinmektedir. Tamamen Evanjelizm düşüncesine çalışan bu okullar -özellikle Amerikan misyonerlik okullarıayrıca kargaşaya mahal vererek dönem itibari ile Ermenileri Türklere karşı kışkırtmışlardır. Bu durum ise Tehcir Yasası’nın çıkarılmasına yol açıp günümüze kadar çözülemeyen Ermeni meselesine sebep vermiştir. Yukarıdaki iki ayeti sadece görüp ona göre faaliyet yürüten Evanjelistleri maceraperest olarak nitelendirebiliriz. Çünkü günümüzde bile ülkemizde bulunan ve diğer ülkelerde faaliyet yürüten misyonerlik hareketleri çoğunluk olarak bu zümreden kaynaklanmaktadır. Maceraperestler Ortadoğu’da cirit atarken Avrupalı ülkelerdeki ve ABD’deki misyonerler ise ekonomik fon olarak onları desteklemektedirler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bir konuşmasına konuk olan Andrew Brunson’u da bu noktada değerlendirebiliriz. İzmir Diriliş Kilisesi baş pastörü (papaz) olan Brunson tutuklanarak hapishanede bulunmaktadır. Bizzat Amerika başkanı Trump tarafından iadesi istenmiş ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ise ona karşılık bazı kimselerin iadesini talep etmiştir. Bu durum Evanjelistlerin Trump gözünde ne kadar değerli olduğunu göstermektedir.

Evanjelizm’in Yeni Ahid Dayanakları “On bir öğrenci Celile’ye, İsa’nın kendilerine bildirdiği dağa gittiler. İsa’yı gördükleri zaman O’na tapındılar. Ama bazıları kuşku içindeydi. İsa yanlarına gelip kendilerine şunları söyledi: ‘Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana verildi. Bu nedenle gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin; onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin; size buyurduğum her şeye uymayı onları öğretin onlara öğretin. İşte ben, dünyanın sonuna dek her an sizinle birlikteyim.14” İsa’nın bu sözlerinden sonra 11 öğrenci (Yahuda ise İsa’yı ihbar ettiğinden dolayı öğrencilikten atılmıştı) pentikost günü sonrası tüm dünyaya yayıldılar. İsa’nın öğrencilerinden olmayan ve Hıristiyanlara zulmetmekte sınır tanımayan hatta ilk Hıristiyan şehidi olan İstefanos’a taş atanlardan biri

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 40


Dinler Tarihi ———————————————–———

——————————————–——

Ejderha, Fahişe ve Armageddon

“Büyük ejderha –İblis ya da Şeytan denen, bütün dünyayı saptıran o eski yılan- melekleriyle birlikte yeryüzüne atıldı.16” “Bunun üzerine ejderha kadına öfkelendi. Kadının soyundan geriye kalanlarla, Tanrı’nın buyruklarını yerine getirip İsa’ya tanıklıklarını sürdürenlerle savaşmaya gitti.17” Kadın, sıkıntı döneminin ikinci yarısında (3,5 yıl) zulüm çeken sadık İsrailliler’i simgelemektedir. Sıkıntı zamanındaki sadık İsrailliler, Mesih Karşıtı’nın (Deccal) dinini reddeden ve Tanrı’dan korkan Yahudiler olacaktır18. “Kutsallarla savaşıp onları yenmesine izin verildi. Canavar her oymak, her halk, her dil, her ulus üzerinde yetkili kılındı. Yeryüzünde yaşayan ve dünya kurulalı beri boğazlanmış Kuzu’nun yaşam kitabına adı yazılmamış olan herkes ona tapacak.19”

Babil adının kökeni, sahte dini, büyücülüğü, astrolojiyi ve Tanrı’ya isyanı simgeleyen Babel sözcüğüdür. Ayrıca Heredotos’un Tarih adlı yapıtında şunlar yazar: “Fakat Bayblonialıların çok kötü bir gelenekleri de vardır. Her kadın hayatında bir defa da olsa Aphrodite Tapınağı’nda oturup yabancı bir erkekle sevişmelidir. Aslında parası olan kadınlar kalabalığın arasına karışmazlar. Arabayla tapınağa gidip hizmetçileriyle beraber yabancı erkeği beklerler. Ancak çoğunluk şöyle yapar: Aphrodite Tapınağı’nda başlarında kurdeleler olan kadınlar oturur. Erkekler etrafta dolaşırlar. Birisi çıkar, başka birisi gelir. İstedikleri kadınları seçerler. İçeride olan kadın yanına bir erkek gelip dışarıda kendisiyle sevişmek için dizleri üzerine çöküp para vermedikçe kadın dışarı çıkamaz. Adam parayı verirken şöyle demelidir: “Senin şahsında Mylitta’yı çağırıyorum”. Mylitta, Aphrodite’nin Assur dilindeki karşılığıdır. Kadının adamı kabul etmeme gibi bir şansı yoktur. Bu, dinen yasaktır. Çünkü verilen para kutsaldır. Kadın kendisine para atan ilk adamla gider.23” Yukarıdaki ayet ışığında bizzat gelecek dönemler de bu tür iğrençliklerin yaşanılacağına vurgu yapılmaktadır. Eş değiştirme partilerini vs. bu gruba dahil edebiliriz. “Sonra bir meleğin gökten indiğini gördüm. Elinde

Mesih karşıtı, kendisini tanrı ilan edecek ve cinlerin doğaüstü güçlerine sahip olacak20. Bu nedenle ona tapınılacak. “Küçük büyük, zengin yoksul, özgür köle, herkesin sağ eline ya da alnına bir işaret vurduruyordu. Öyle ki, bu işareti, yani canavarın adını ya da adını simgeleyen sayıyı taşımayan ne bir şey satın alabilsin, ne de satabilsin.21” Mesih karşıtı, dünyanın bütün ekonomik denetimini eline almaya çalışacak. Bütün insanlar ona tapınmaya zorlanacak, mal satın almak ya da satmak için ellerine ve alınlarına işaret vurulacak; bu işaret Mesih Karşıtı’nın yaydığı dünya dinine bağlı olanları belirtecektir. İşareti almayı reddedenler öldürülmek üzere bir araya toplanacaklar. Ayrıca Bitcoin piyasası bizzat bu ayet ışığında çıkarılmış olabilir. Çünkü Bitcoin’in amacı da bütün ekonomik denetimin tek elden yönetilmesini öngörüyor. “Kadın, mor ve kırmızı giysilere bürünmüş, altınlar, değerli taşlar, incilerle süslenmişti. Elinde iğrenç şeylerle, fuhşunun çirkeflikleriyle dolu altın bir kâse vardı. Alnına şu gizemli ad yazılmıştı: Büyük Babil, Dünya Fahişelerinin ve İğrençliklerinin Anası.22”

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 41


Dinler Tarihi ———————————————–———

——————————————–——

dipsiz derinliklerin anahtarı ve büyük bir zincir vardı. Melek ejderhayı yakalayıp bin yıl için bağladı.24” “Bundan sonra yeni bir gökle yeni bir yeryüzü gördüm. Çünkü önceki gökle yeryüzü ortadan kalkmıştı. Deniz de yoktu artık. Kutsal kentin, yeni Yeruşalim’in gökten, Tanrı’nın yanından indiğini gördüm. Güvey için hazırlanmış süslü bir gelin gibiydi.25” Yukarıdaki ayetlerin de vurgu yaptığı gibi Mesih inanlıları kıyametin bu şekilde gerçekleşeceğine inanırlar. Bu sebepten ötürü Evanjelist gibi aşırı mezhepler İsa’nın gelişini hızlandırmak için kendi çabalarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bunu Bitcoin, misyonerlik faaliyetleri ve Yeruşalim’in İsrail başkenti olması gibi nitelendirebiliriz. Yahudi ve Evanjelist İşbirliği

İsrailoğulları’nın bütün oymaklarından 144.000 kişi mühürlenmişti. Yahuda oymağından 12.000 kişi mühürlenmişti. Ruben oymağından 12.000, Gad oymağından 12.000, Aşer oymağından 12.000, Naftali oymağından 12.000, Manaşşe oymağından 12.000, Şimon oymağından 12.000, Levi oymağından 12.000, İssakar oymağından 12.000, Zevulun oymağından 12.000, Yusuf oymağından 12.000, Benyamin oymağından 12.000 kişi mühürlenmişti.26”

Evanjelizm, genel anlamıyla İnciller hakkında vaaz vermektir. İsa üzerinde yoğunlaşan bu vaazların amacı Hıristiyan olmayanları bu dine davet etmektir. Evanjelizmin sözlük anlamı, kutsal kitaba yönelmektir. Kelimenin kaynağı Yunancada iyi haber veya müjde anlamına gelen Evangeliondur. Ancak bugün için Evanjelizm, Amerika’daki Hıristiyan toplumunun en tutucu ve radikal kanadını ifade eder. Evanjelizm, ilk kez Protestan Reformu sırasında Luther ve onun bağlıları için kullanıldı. Ancak bugün için Evanjelizm, Amerika’daki Hıristiyan toplumunun tutucu kanadını ifade etmektedir. Yahudilere ve Siyonizm’e olan ilginç bağlılıkları ise Evanjelistleri Hıristiyan dini içinde oldukça farklı bir yere oturtuyor. Evanjelistler, Eski Ahid’in; Yahudilerin Mesih’in gelişi ile birlikte bir dünya egemenliğine ulaşacakları gibi kehanetlerini tamamen kabul ederler. Bu konuda kendilerine düşen en büyük misyonun ise Yahudilerin egemenliğine destek olmak olduğunu düşünürler. Bu bakımdan bir nevi Hıristiyanlık ve Yahudiliğin karışımından meydana gelen ve Protestanlığın bir alt mezhebi olan Evanjelistlere ‘Siyonist Hıristiyanlar’ da denmektedir.

“Rab’bin büyük ve korkunç günü gelmeden önce güneş kararacak, ay kan rengine dönecek. O zaman Rab’bi adıyla çağıran herkes kurtulacak. Rab’bin dediği gibi, Siyon Dağı’nda ve Yeruşalim’de kurtulup sağ kalanlar arasında Rab’bin çağıracağı kimseler olacak.27” Eski ve Yeni Ahid’den verdiğimiz iki örnek ışığında Yahudi ve Hıristiyanların vizyonlarının birlikteliğini görebiliriz. Nitekim Pavlus’un da ifade ettiği gibi İsrail kurtulacaktır. Ayrıca son gün yani kıyamet, Yeruşalim’e Mesih’in gelmesiyle son bulacaktır. Hatta yukarıda ki Vahiy bölümünde belirttiğimiz gibi Hıristiyanlar yeni bir gök ve yer olarak Yeruşalim’i kabul ederler.

“Mühürlenmiş olanların sayısını işittim.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 42


Dinler Tarihi ———————————————–———

——————————————–——

Sonuç

Tanrı evlatlarının ordusu Kudüs’te toplanacaktır. Ve bu büyük savaş (Armageddon) Kudüs’te olacaktır. İbranicede Megiddo Tepesi manasına gelen Armageddon ismini Kudüs’ün güneyinde bulunan Megiddo Ovası’ndan alır. Bu ovada gerçekleşecek savaşı Mesih’in ordusu kazanacak ve iblis 1000 sene boyunca zincirlenmiş olarak kalacaktır. Daha sonra ise kurtulup son faaliyetlerini yapacak ve son gelecektir. Bundan ötürü Trump ve Yahudiler Kudüs’ün başkent olmasını destekleyip bu süreci hızlandırmak

Amerika başkanı Trump’un Kudüs kararının sonrası ele aldığımız bu makalede Kudüs’ün neden Hıristiyan ve Yahudilerin ortak noktası olduğunu anlatmaya çalıştık. Bu doğrultuda hem Evanjelistler hem de Yahudiler gereken malumatı Kitab-ı Mukaddes’ten alıyor diyebiliriz. Çünkü Kitab-ı Mukaddes ışığında misyonerlik faaliyetleri olmakta ve Mesih’in erken gelmesi için çabalar harcanmaktadır. Ayrıca Kudüs’ün İsrail başkenti olması da bu doğrultuda alınmış bir karardır. Çünkü Mesih Karşıtı geldiğinde Yahudiler ile savaşacaktır.

istemektedirler.

DİPNOTLAR 1 Vahiy 14:1 2 Romalılar 11:25-26 3 Yeşaya 59:20 4 Yaratılış 28:19 5 Yaratılış 12:8, 13:3 6 Yaratılış 28:17 7 Yaratılış 28:19 8 Yaratılış 31:13 9 Yaratılış 35:1 10 Yeşu 16:1-2, 18:11-13 11 Hakimler 1:22-25 12 Hakimler 20:18-28 13 1. Samuel 7:15-16

14 Matta 28:16-20 15 Matta 24:14 16 Vahiy 12:9 17 Vahiy 12:17 18 Yeni Yaşam Açıklamalı Kutsal Kitap, İstanbul: Yeni Yaşam Yayınları, 2009, 1827. 19 Vahiy 13:7-8 20 2. Selanikliler 2:4 21 Vahiy 13:16-17 22 Vahiy 17:4-5 23 Herodotos, Tarih, Çev: Furkan Akderin, İstanbul: Alfa Yayınları, 2007, 111-112. 24 Vahiy 20:1-2 25 Vahiy 21:1-2 26 Vahiy 7:4-8 27 Yoel 2:31-32

Mazlum Şahin Demir YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 43


Şu Bizim Osmanlı ———————————————–——

——————————————–——

SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN HAFİYE TEŞKİLATI VE JURNALLERİ Sultan II. Abdülhamid’in annesi, 22 Eylül 1842’de Sultan Abdülmecid’in Çerkez asıllı cariyesi Tirimüjgan Hanım’dır1. Annesi 1853 yılında verenden ölünce sarayın nüfuzlu kadınlarından Perestu Hanım’ın himayesinde büyüdü. Atletik bir yapıya sahipti ve orta boyluydu. Osmanlı padişahlarının otuz dördüncüsü ve 112. İslâm halifesidir2.

Doğal ilaçları kullanmayı tercih eren biriydi ve kimyasal ilaçları çok da itimat etmemiştir. Sultan Kahve ve sigara içerdi. Kötü sayılabilecek tek alışkanlığı sigaraydı. Onun Saltanat yıllarının bir kısmında etkili olan Mithat Paşa’yla karma eğitim konusunda karşı karşıya geldiler. Paşa Müslüman ve Hıristiyan çocukları beraber okumasını söylüyordu. Sultan da ortanın henüz buna hazır olmadığını bunun iki dine mensup halkı birbirinden uzaklaştıracağını söylüyordu3.

Eğitim hayatında ise, Gerdankıran Ömer Efendiden Türkçe, Saffet Paşa ve Ali Mahvi Efendiden Farsça, bir Vakanüvis olan Lütfi Efendiden Osmanlı Tarihi; Fransız Gardet, Ethem ve Kemal Paşalardan Fransızca, İtalyan Gatelli ve Lombardi gibi şahıslardan musiki ve Ferid ve Şerif Efendilerden üst düzey bir Arapça öğrenmiştir. Sonraki yıllarda ise normal düzeyde Arnavutça ve Çerkezce de öğrendi. Oldukça zeki olan II. Abdülhamid, bir kez gördüğü birini bir daha unutmaz verdiği emirlerde hep hatırlardı. Merhametli ve yalnızlığı seven biri olmasına rağmen sinirli bir yapısı da vardı. Sultan Abdülhamid yaşadığı olaylar neticesinde kuşkucu bir yapıya sahipti. Özellikle siyasî hayatında yaşadığı olaylar bu yönünü daha da kuvvetlendirmiştir. Kendisi ben meraklıyım şeklinde bunu ifade etmiştir. Sultanın yaşadığı Yıldız suikasti ve Ali Suavi olayları onun bu özelliğinin daha da artmasına neden oldu. Kızı Ayşe Sultan da hatıralarında babasının marangozluğa olan merakını dedesinden aldığını ve geceleri kitap okutturduğu için aleyhtarlarının arkasından konuştuğunu söylemiştir ve babasının dinî itikatlara tam uyan birisi olduğunu ve Süleymaniye Camisi’nde olan sergilerde alışveriş yaptığını anlatır. Borç ve krediye çok karşıydı. Ayrıca savaş taraftarı da değildi.

Abdülhamid Han, şehzadeliğinde de amcası ve abisiyle 1867 yılında başta Fransa olmak üzere Avusturya, İngiltere ve Almanya gibi Avrupa ülkelerine bir seyahat gerçekleştirdi. O dönemde Sultan V. Murad veliaht sıfatıyla seyahate katıldı. Şehzadeliğinde Avrupa’yı tanıyan ve taht yıllarında da bunu iyi kullanan Abdülhamid, Fransa’yı eğlence, İngiltere’yi her ne kadar siyasetteki etkileri olsa da bir servet ve sanayi memleketi olarak tanıdı. Bu ülkelerden askeri disiplininden dolayı Almanya’yı beğendi4. Saltanatı öncesinde tahtta bulunan amcası Sultan Abdülaziz öldürülerek intihar ettiği süsü verildi. Ancak kendisinden önce V. Murad 21 Eylül 1840 yılında tahta çıktı. V. Murad, Abdülhamid’den iki yaş büyüktür ve üvey kardeşidir. Annesinin adı Şekefza’dır ve amcasının ölümünden hemen sonra sadarete gelen Murad Han Osmanlı padişahlarının otuz üçüncüsüdür ve oğlu Selahaddin’le beraber Osmanoğulları arasındaki mason olan tek padişahtır. İngiltere seyahatinde Prens Edward’la görüşüp yurda dönüşünde mason olmuş ardından daha başta mu’tad hilafına on sekizinci derece verilmişti. Gençliğini sefahatle geçiren V. Murad, sadece 93 gün

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 44


Şu Bizim Osmanlı ———————————————–——

——————————————–——

saltanatta kalabilmiştir. Psikolojisinin içki yüzünden bozulduğundan bahsedilir. Hüseyin Avni Paşa’nın Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilişinde başrolü oynayan kişidir ve bunu dış devletlerin onayı ile yapmıştır. Bu şahsa yardımcı diğer paşalar ise Mütercim Rüşdü Paşa, Mithat Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Harbiye Nazırı Süleyman Paşa ve Bahriye Nazırı Ahmed Paşa’dır. Darbe 31 Mayıs 1876’dan bir gün öne çekilerek Sultan Abdülaziz katledilmiştir. V. Murad saraya gelen askerleri amcasının gönderdiğini zannederek çok korkmuş ve bu onun psikolojik bunalımının başlangıcı olmuştur. Cuma selamlığında kan istemem saltanat istemem diye bağıran, kendini sarayı havuzuna atan ve ata ters binmeye çalışan V. Murad tüm çabalara rağmen düzelmeyince darbeciler istemeyerek de olsa idareyi Sultan Abdülhamid Han’a vermek zorunda kaldılar. Bu şekilde tahta geçen Sultan Abdülhamid 31 Ağustos 1876 yılında otuz dört yaşında tahta çıktı. Belli bir muhalif kesime rağmen yinede tahta çıkmıştı. Çünkü bu darbe çapulcuları onun kıvrak zekâsının farkındaydı ve kontrollerinden çıkacağından korkuyorlardı. Ayrıca Sultan Abdülhamid, V. Murad gibi Genç Osmanlıları da desteklemiyordu ve masonluğa da karşıydı. Abdülhamid’in saltanata geçmesinde Damad Celâleddin Paşa ve serasker Redif Paşa’nın büyük etkisi vardır. Üç gün üç gece şenlikten sora Abdülhamid Han saltanat kayığıyla Dolmabahçe Sarayı’na geçti. Sultan Abdülaziz’in ölümü, Çerkez Hasan Efendi’nin Hüseyin Avni Paşa’yı öldürmesi ve V. Murad’ın cinnet geçirmesi halkı bunalttığından Sultan Abdülhamid’in kılıç alayına katılımı çok fazla olmuştur. Eğitimde, 1869 Maârif-i Umûmiye nizamnamesinin ilânına kadar, mevcut Maârif Teşkilâtı herhangi bir değişikliğe uğramadan devam etmiştir. 1879'da Maârif Teşkilâtında yapılan değişiklikte Maârif Nezâreti bünyesinde "Mekâtib-i Sıbyaniye Dâiresi"nin kurulması, artık devletin ilköğretim meselesi ciddi olarak ele alındığını göstermektedir5. I. Meşrutiyet (23 Aralık 1876)

onun ikinci saltanatıydı. 1876 Kanuni Esasî’nin çalışmalarını Server Paşa bakanlığındaki bir heyet yürüttü. Tasarıyı Mithat Paşa hazırladığından bunda diğer devletlerin de desteğini almak istemiştir. Kanuni Esasî’ye, Mithat Paşa’nın koydurduğu söylenen meşhur 113. Maddeyle kendine muhalif olanları sürgüne göndermeyi amaçlamıştır. Meclisi Mebusan’ın açılışında bizzat Sultan Abdülhamid de bulunmuştur. Yanında kardeşleri veliaht Reşad ve şehzade Kemaleddin Efendi de hazır bulunmuştur ve böylece 19 Mart 1877’de meclis açıldı. İlk meclisin açıldığı bu bina Cumhuriyet döneminde yanmıştı. Meclisi Mebusan çalışmalarını ancak on ay yirmi gün sürdürmüş ve Sultan Abdülhamid, Rusya’yla yapılacak savaşta tarihte Hicri 1293’e denk geldiği için 93 Harbi diye anılan 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı bahane ederek 13 Şubat 1878’de Kanuni Esasî’nin verdiği yetkiyle meclisi süresiz kapatmış ve I. Meşrutiyet böylece son bulmuştur. Savaş arifesinde toplanmak istenen Tersane Konferansı Mithat Paşa’nın gafil davranışı ve engellemeleriyle toplanamamış ve yabancı temsilcilerde yurttan ayrılmışlardır. Sultan Abdülhamid’in bu kadar kuşkucu oluşunun bir nedeni de yapılan Yıldız suikastıdır. bombalar çok gizli yerlere saklanıyordu7 ve Sultan Abdulhamid kıl payı kurtulmuştur. Ermenilerin komitecilik faaliyetlerini iyice kısan Sultan onların nefretini iyiden iyiye kazanmış ve suikast kararı alınmasına neden olmuştur. Bu hedefleri İttihatçılarla da uyuşuyordu8. Bunlar yetmezmiş gibi İngiltere, İtalya, AvusturyaMacaristan, Almanya, Rusya ve Fransa arasında 31 Mart 1877’de Londra Protokolü imzalandı ve Rusya Osmanlı’ya 24 Nisan 1877’de savaş ilân etti. Osmanlı Devleti 25 Ağustos’ta Gedik Muharebesi’ni kazanmış ancak Rusya’da belli başarılarla Anadolu’ya doğru ilerlemeye başlamıştır. Ahmed Muhtar Paşa ve Plevne kahramanı Gazi Osman paşaların başını çektiği fedakârlıklara rağmen ordunun üst kademelerince yapılan stratejik hatalar, şiddetli soğuklar nedeniyle bu muharebe totalde kaybedilmiş ve milletimiz için çok zor günler başlamıştır. 3 Mart 1878’de Ayestefanos Antlaşması imzalanmak zorunda kalındı. Rusya’nın İstanbul’a asker çıkarmak istemesi üzerine İngiltere’de aynını yapmak istemiştir ve Sultan Abdülhamid bu çekişmeden yararlanarak her iki teşebbüsü de önlemiştir. Sultan bunun

Sultan Abdülhamid, kılıç töreninden sonra saray erkânıyla Yıldız Sarayı’nda yemek yedi ve itilafları unutup devlet meselelerine yönelmek gerektiğini söyledi. Sadaret makamındaki Rüşdü Paşa’nın istifasıyla yerine Mithat Paşa geldi6 ve bu

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 45


Şu Bizim Osmanlı ———————————————–——

——————————————–——

leriyle bilinen XIV. Avcı Taburu’nun İstanbul’a yerleştirildi. Ardından cephane yağma edilerek sokağa çıkılarak sabaha karşı şeriat isteriz11 diye slogan atarak Yeni Camii önüne gelmişler ve burada onlara halktan ve çok sayıda medrese talebesinin de katılımıyla Ayasofya meydanında Karargâh kurdular. Sadaret değişikliği olup Hüseyin Hilmi Paşa’nın yerine Tevfik Paşa geldiyse de buda bir işe yaramadı. Bu gelişmeler üzerine Selanik’ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki hareket ordusu duruma el koydu. Bu şekilde tahttan indirilen Sultan Abdülhamid’in yerine veliaht Mehmed Reşat, V. Mehmed olarak 1909 yılında tahta çıkarıldı ve böylece meşhur 31 Mart vakası da gerçekleşmiş ve başta İngilizler olmak üzere Osmanlı düşmanlarının emelleri gerçekleşti12.

üzerine Mithat Paşa’yı 5 Mart 1877 yılında sürgün ettirmiştir ve daha sonra yurt dışına çıkan Paşa, İngilizlerle yakınlaşmıştır. Birkaç ay yurt dışında kalan Mithat Paşa 6 Mayıs 1884’te Taif’e sürülmüş ve bir süre sonra da burada öldürülmüştür. Bu arada Galata Bankerleriyle Galataport İhalesi yapıldı ve 7. Maddeyle kırk yıl süreyle satış hakkı elde ediyorlardı9. 1880 yılına doğru on yıl süreyle gelir kaynaklarının idaresini üstlenmeyi teklif ettiler. Kabul elden bu görüşme sonucu 22 Kasım 1890’de antlaşmaya konu oluşturan gelir sayısı altı olduğu için Rüsumu Sitte olarak anılan kurum kuruldu. Daha sonra bunun ileri safhası diyebileceğimiz Muharrem Kararnamesi imzalandı10 ve bu, Duyunu Umumiye’nin önünü açacak kararları istemeyerek de olsa kabulüne mecbur kalındı. Olaylar, daha sonra Fransızlar Tunus’u, İngiltere Kıbrıs ve Mısır’ı işgâlleri ile devam etti. Sultan Abdülhamid, devletin kurtuluşunu İslâmiyet’in tekrar eskisi gibi halka içselleştirilmesiyle olacağını düşündüğünden İslâmcılık doğrultusunda hareket etti. Ancak tüm çabalarına rağmen Avrupa’ya eğitim için gönderdiği ve kendisi ve devlete bağlı olacaklarını düşündüğü gençlik kendisine karşı olan ve Jön Türkler adıyla bir gruplaşmayla karşılaştı. Birçok eğitim kurumu onun döneminde açıldı. Ancak Avrupa’yı yanlış yorumlayan bu gençlik sonradan birçok kesimi de pişman edecek 31 Mart Olayı’na çanak tutmuşlardır. Baskılara daha fazla dayanamayan Sultan Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de II. Meşruiyeti ilân etti. Temeli çok önceden yapılanmış olan ve siyasete İttihad ve Terakki olarak adım atan oluşum ve yabancı güçlerin de etkileriyle irtica olduğu bahane edildi. 13 Nisan 1909’da başlanan hazırlıklar dinî hassasiyet-

SULTAN II. ABDÜLHAMİD VE JURNALLERİ İstihbarat, Hafiye ve Jurnal Kelimelerinin Anlamları İstihbarat; Arapça kökenli bir kelimedir ve haber alma veya bilgi alma anlamındadır ve daha birçok anlamı da vardır. Hafiye de Arapça hafa13 gizlilik kökünden türemiş ve başkaları hakkında bilgi toplayan, casusluk terimlerini karşılayan bir kelimedir. Jurnal ise bu hafiyelerce düzenlenen raporlardır. Hafiyelere Jurnalciler de denilmiştir. Kurumun asıl adı Yıldız İstihbarat Teşkilâtı’dır. Amcası Sultan Abdülaziz’in öldürülmesi, kardeşi Murad’ın ruhsal hastalığı ve devletin o karmaşık hali Sultan Abdülhamid’i bir takım gizli önlemler almaya sevk etti. Her ne kadar Hüseyin Avni Paşa14 ölse ve Mithat Paşa uzaklaştırılsa da Meşruti-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 46


Şu Bizim Osmanlı ———————————————–——

——————————————–——

yet yanlılarının sayısı çok fazlaydı. Bunun üzerine sultan merkezi idareyi Babıâli’den Yıldız Sarayı’na taşıdı. Devlet idaresini idare edenlerin birbirleriyle işbirliği yapmasını önlemek istemiştir. Kendisine yapılan suikast girişimi ve Ali Suavî olayı da jurnallerin oluşum olayını hızlandıran etkenler oldular. Bu amaçla muazzam bir hafiye teşkilâtı kurularak kardeşi Murad’dan sadrazamından nazırlara ve tüm Osmanlı halkı ve hatta sarayın kendine yakın kısmı da dâhil herkes sıkı bir takibe alınmıştır. Rivayetlere göre bazı hafiyelerin bile peşine hafiye takılmıştır.

padişaha sunulmuştur. Jurnalciler ve haklarında jurnal verilenlerden bazı kişilerin adları şöyledir: Serasker Rıza Paşa, Kabasakal Çerkez Mehmet Paşa, Mustafa Haşim Paşa, Ebulhüda’nın oğlu Hasan, Fehim Paşa, Beyoğlu Mutasarrıfı Hamdi Bey, Paris Sfiri Münir Paşa, Şehremini Rıdvan Paşa, Hilal Rifat Paşa, Sultan Reşat, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Mahmud Paşa, Yusuf İzzeddin Efendi ve V. Murad. Hafiyeler haberleri sultana sadık görünmek15 ve altın ve mertebe için hemen ve eksiksiz ulaştırıyordu. Bazı Hafiyelerin Listesi: Birinci Sınıf Hafiyelerin Listesi: İzzet Paşa, Münir Paşa, Faik Bey, Celâl Paşa, Zeki Paşa, Memduh Paşa, Selim ve Necip Melhame, Nazif Sururi, Mehmed Ali, Cemil Molla, İbriktar Kâmil Ağa, Gâlip, Ahmed Ratip Paşa, Reşid Paşa, Tatar Şakir Paşa, Recep Paşa’dır.

Haberler iki koldan Yıldız Sarayı’na akıyordu. İlki bu iş için seçilen kişiler, ikinci grup ise padişahtan bir mevki vs. bekleyenlerin gönderdikleri haberlerden oluşuyordu. Bunlardan vezirler, nazırlar; vali ve mutasavvıflardan, din adamlarından, serbest meslekten olanlar kişilerden gelen malumatlar bu dairede önemli yer tuttu. Buradaki amaçlardan birisi de padişahın kendi aleyhinde veya lehindeki düşünceleri öğrenmek istemesiydi. 31 Mart olayı ile uzaklaştırılan sultanın şahsi evrakları da dâhil tüm evrak arşivi kontrol altına alındı ve jurnal konusu o dönemin münakaşa konusu oldu. Gazetecilerin jurnallerle ilgili haberleri hükümet teşkilâtını endişeye düşürdü. En sonunda bu evraklar şimdilerde üniversite binası olan seraskerlik binasının yanına getirilerek yakıldı. Sultan ve hanedan için olan vesikalar, sadrazam ve memurlar için yazılanlar, şeyhülislâm aleyhinde ve halktan kişiler için yazılan vesikalar hazırlanıp

İkini Sınıf Hafiyelerin Listesi: Hüseyin Bedreddin Bey, Hamdi Bey, Kemal Bey, Said Bey, Muhtar Bey, Yusuf Şetvan Bey, İzzet Bey, Agâh Bey, Kadri Bey, Andon Göceyan Efendi, Bekir Sıtkı Efendi, Basurcu Agâh Paşa, Bahri Paşa, Bilal Bey, Baba Tahir, Tüysüz Tayyar, Ata Bey, Hakkı Bey, Ziya Bey, Cemal Bey, Saadeddin Paşa, Cemal Paşa, Salahi Bey, Tahir Paşa’dır. Üçüncü Sınıf Hafiyelerin Listesi: Bunlar Saray kısmına jurnal veren kişilerdir16. Bunlar, İzzet Paşa Avanesi, Münir Paşa, Tahsin Paşa, Faik Bey, Ebulhüda, Makdül fehim Paşa, İsmail Paşa, Şifre Katibi Asım Bey, Şefik Paşa, İbrikdar Kâmil Ağa, Hamdi Bey Avaneleri, Vasıf ve Mehmed Paşalar Avanesi, Fotografi Sami Paşa ve Eczacı Refik Paşa Avaneleri.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 47


Şu Bizim Osmanlı ———————————————–——

——————————————–——

DİPNOTLAR 1 Yılmaz Eyüboğlu, II. Abdülhamid ve Dönemi Sempozyum Bildirileri 22 Mayıs 1992, İstanbul: Seha Neşriyat, 1992, 11. 2 Mustafa Müftüoğlu, Her Yönüyle Sultan İkinci Abdülhamid, İstanbul: Çile Yayınları, 1985, 9. 3 Michael de Grece, II. Abdülhamid Yıldız Sürgünü, Çev: Derman Bayladı, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1955, 119. 4 M. Müftüoğlu, Abdülhamid Kızıl Sultan mı?, İstanbul: Saha Neşriyat, 1989, 21. 5 Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, Ankara: TTK, 1991, 67. 6 Ziya Nur Aksun, II. Abdülhamid Han, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2010, 39. 7 Murat Sertoğlu, Kızıl Sultan Abdülhamid’e Yapılan Suikast, İstanbul: Güven Yayınevi, 1955, 18. 8 Fahri Maden, II. Abdülhamid Dönemi, İstanbul: Tarihçi Yayınları, 2014, 107.

9 Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, İstanbul: Timaş Yayınları, 2006, 257. 10 Cezmi Eraslan, Doğruları ve Yanlışlarıyla Sultan II. Abdülhamid, İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996, 15. 11 Şadiye Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid Saray ve Sürgün Yılları, Ankara: Timaş Yayınları, 2009. 12 M. Müftüoğlu, 31 Mart Vak’ası İrtica mı? İngiliz Oyunu mu?, İstanbul: Risale Yayınları, 1975, 12. 13 Emre Gör, II. Abdülhamid’in Hafiye Teşkilâtı, ve Teşkilat Hakkında Bir Risale Örneği: “Hafiyelerin Listesi”, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2015, 19. 14 Faiz Demiroğlu, Sultan Abdülhamid’e Verilen Jurnaller (50 Yıldır Neşredilmeyen Vesikalar), İstanbul: 1955, 7. 15 İlknur Haydaroğlu, “II. Abdülhamid’in Hafiye Teşkilatı Hakkında Bir Risale”, AÜDTC Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi, 2005, 115. 16 E. Gör, 201.

Sinan Erginoğuz YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 48


Cumhuriyet Tarihi ———————————————–——

——————————————–——

TÜRK İSTİHBARAT TARİHİNDE BİR MİHENK: TEŞKİLAT- I MAHSUSA Osmanlı Devleti’ne Batı merkezli fikir ve hareketlerin girmesi Batılılaşma ile olmuştur. Eğitimini geliştirmek amacıyla Avrupa’ya giden Osmanlı aydınları, Batının özgürlük, eşitlik gibi fikirlerinden etkilenmişlerdir. Avrupa’daki gelişmelerin hürriyet ve eşitlik neticesinde meydana geldiği düşüncesinden hareketle, Batılı fikir ve değerlerin Osmanlı’ya getirilmesi için büyük çaba sarf etmişlerdir. Osmanlı’nın da bu tür fikirlerle gelişeceği inancına sahip olmuşlardır. Bu fikirleri benimseyenler, Osmanlı’nın öteden beri Batılılaşma siyaseti takip etmesine karşın, ciddi manada bir gelişme yakalayamamasının arka planında, Batılı manada fikir hareketlerinin tam manasıyla Osmanlı’da yerleşmemesinin yattığını ileri sürmüşlerdir. Batıya her ne surette olursa olsun gidenler, Batının eşitlikhürriyet gibi fikirlerini benimsemişler ve bu fikirlerin Osmanlı Devleti’ne girmesini sağlamışlardır. Bu fikirleri ise basın ve neşriyat yoluyla yaymışlardır1.

etkilenmenin bir neticesi olarak Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin (Askeri Tıp Okulu) öğrencileri tarafından “İttihad-i Osmani” (1887) adında ve liderleri de İbrahim Temo2 ileride İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüşecek olan gizli bir örgüt İstanbul Demirkapı’da kurulmuştur. Kurucuları İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükûti ve Çerkez Mehmet Reşit’tir. İbrahim Temo’ya inanmak gerekirse İttihat ve Terakki 21 Mayıs 1889’da kurulmuştur3. Tam bir gizlilik içerisinde hareket eden öğrencilerin faaliyetleri ilk zamanlar, ders aralarında ayaküstü konuşmalar şeklinde olmuş, daha sonraları ise Hatab Kıraathanesi İçtimaları ve Edirnekapı dışındaki bir kahvehanede yaptıkları toplantılar ile çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Faaliyetleri daha çok 1860’larda başlayan Birinci Jön Türk hareketinin temsilcilerinin yazılarını okumak ve bunları yaymak şeklindedir. Örgütün düşüncelerinin temelinde ise ülkenin kötü gidişatını durdurmak adına Meşrutiyet’ in yeniden ilân edilmesi ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi bulunmaktadır. Bu bağlamda örgüt, sadece öğrencilerden değil kısa zamanda Abdülhamid’e muhalif olan aydın kesimden de üyeler kazanmış, bunların katılımıyla şubeler açmaya başlamış ve faaliyet alanını genişletmiştir.

İTTİHAT VE TERAKKİ Mekteb-i Tıbbiye öğrencilerinin Abdülhamid istibdadına karşı kurdukları gizli cemiyetin kuruluşunu 1865 yılında kurucuları arasında Ziya ve Namık Kemal Beylerin de bulunduğu “İttifak-ı Hamiyet” adlı gizli örgüte kadar götürebiliriz. Bu örgütün hemen akabinde 1867 yılında Mısır Prensi Mustafa Fazıl Paşa’nın Paris’te “Genç Türkiye Partisi” adı altında kurduğu örgüt, Namık Kemal, Ziya Bey ve Ali Suavi’nin katılımıyla “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” adını almıştır.

1889’da İttihad-i Osmani Cemiyeti mensupları Paris’te bulunan Ahmet Rıza Bey ile temas kurmuş ve onun telkinleri ile cemiyetin adını “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak değiştirmişlerdir4. 1895 yılında cemiyetin ilk tüzüğü hazırlanmıştır. Toplam beş başlık altında otuz dokuz maddeden oluşan tüzükte İttihat ve Terakki’nin amacı, teşkilat yapısı, idari işlemlerin yapıldığı Meclis-i İdare’nin vazifeleri, üyelerin cemiyete katılma koşulları ve sorumlulukları belirlenmiştir. Tüzükte göze çarpan maddelerden bazıları şöyledir:

Oldukça kısa süren I. Meşrutiyet denemesinden sonra II. Abdülhamid tarafından baskıcı bir yönetimin kurulması, birçok Osmanlı aydın ve fikir insanının faaliyetlerini yurt dışında devam ettirmelerine neden olmuştur. Fakat bu insanlar, görüş ve düşünceleri ile özellikle batılı tarzda eğitim veren Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye öğrencilerini etkilemişlerdir. İlk olarak bu okulların öğrencilerinin etkilenmesinin sebebi ise bu okullarda yabancı dil (özellikle Fransızca) eğitimi verilmesidir ki aldıkları dil eğitimi sayesinde yurtdışında faaliyet gösteren aydınların yazılarını ve posta yolu ile elde ettikleri gazeteleri okuyabiliyor olmalarıdır. İşte bu

Cemiyetin, mevcut Osmanlı hükümetinin adalet, eşitlik, özgürlük ve temel hakları ihlal eden tutum ve idaresine karşı Osmanlı vatandaşlarını uyarmak maksadıyla bilcümle kadın ve erkek Osmanlı vatandaşlarından teşekkül olunduğu birinci maddede ifade edilmiştir. Keza cemiyetin, genel menfaatlerini gerçekleştirmek maksadıyla çalışacağı ve Osmanlı vatandaşları arasında ırk, cinsiyet, din ve

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 49


Cumhuriyet Tarihi———————————————–——

——————————————–——

mezhep farkı gözetilmediği ikinci maddede belirtilmiştir. Cemiyet, görevlerini yerine getirmesine engel olacak yahut cemiyeti tehlikeye atacak kişileri üçüncü madde ile “vatan düşmanı” olarak kabul etmiştir. Bir diğer maddede İttihat ve Terakki olarak, Osmanlı sülalesinin tahtta ve hilafette kalmalarına karşı bir tutum içerisinde olmadıkları fakat kanuna aykırı davranışlarda bulunmaları, Meşrutiyet idaresini kabul etmemeleri, temel hak ve özgürlükleri korumamaları hallerinde haklarında lazım gelen kanunî muamelelerin uygulanacağını ifade etmişlerdir (Madde 4). Cemiyetin teşkilat yapısı ve idaresi başlığı altında olan maddelerde ise (Madde 6–10) cemiyetin merkezinin İstanbul olduğu ve idare heyetinin dört üye ve bir başkandan oluştuğu belirtilmektedir. Üyeler ile ilgili olan maddeler (Madde 25–39) “üyelerin hakları, vazifeleri ve cemiyete giriş şartları” başlığı altında düzenlenmiştir. Üye olabilmek için gerekli nitelikler (Osmanlı olmak, akil ve reşit olmak, iyi ahlak sahibi olmak, casusluk gibi suçları işlememiş olmak vb.) yirmi beşinci madde ile düzenlenmiştir. Gizliliğe verilen önem, tüzüğün otuz birinci maddesinde “Cemiyetin bildirileri ve işlemleri gizli tutulacaktır” ifadesiyle vurgulanmıştır. Maddelerden bir diğeri de cemiyete üye kadınların, erkeklerle aynı haklara sahip ve aynı görevleri yerine getirmekle sorumlu olduklarını belirten otuz yedinci maddesidir5.

mıştır. Manastır’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmiş, 1908 ayaklanmasının liderlerinden biri olarak ün yapmıştır. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra merkez komitesi üyesi olmuş, 1909 yılında ataşemiliter olarak Berlin’de bulunmuştur. Libya’da ve Balkanlar’da savaşmıştır. Liva komutanlığına terfi etmiş, 1914 yılında Harbiye Nazırı olmuştur. Sarıkamış’ta kumandan olarak Rusların karşısında savaş vermiştir (1915). 1918’de Osmanlı ordusunun savaştan yenik çıkması üzerine, bazı ittihatçı liderlerle beraber yurt dışına kaçmıştır. Türkistan’da Bolşeviklere karşı savaşırken ölmüştür. Enver Paşa’nın naşı 74 yıl sonra Türkistan’da bulunduğu yerden alınarak 1996 yılında Hürriyet-i Ebedi Tepesi’ne defnedilmiştir. Enver Paşa okul sıralarındaki arkadaşları arasında dürüst, sakin, geçimli, çalışkan, ciddi, mazbut ve sözünde durur bir arkadaş, öğretmenleri tarafından gelecek vaat etmeyen, ihtiyatlı, çekingen bir öğrencidir. İsmet İnönü’ye göre; vasıflı, fedakâr, kahraman, şahsi ahlakı örnek denecek kadar temiz, az konuşan birisidir. Atatürk’e göre ise zamanın en kuvvetli adamıdır6. Teşkilatın Kuruluşu ve Örgütlenişi I. Dünya Savaşı’ndan önce ve özellikle savaş sırasında Osmanlı Devleti’ne karşı düşman tarafından çok yoğun biçimde casusluk faaliyetleri gözlenmektedir. Başta İngilizler olmak üzere Ruslar, Fransızlar, Balkan Devletleri ve Almanlar Osmanlı topraklarında bu yönde faaliyette bulunmuşlardır. Bu devletler Osmanlı içerisinde kendilerine casusluk yapacak kişileri bulmakta zorluk çekmemişlerdir. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Sırplar, Bulgarlar, Ulahlar, Araplar ve bazı Arnavutlar düşman istihbarat teşkilatlarınca satın alınarak bu devletler tarafın-

TEŞKİLAT- I MAHSUSA Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kurucusu Enver Paşa Enver Paşa İstanbul’da küçük bir devlet memurunun oğlu olarak 1880 tarihinde doğmuştur. 1902 yılında Harbiye’yi bitirerek 3. orduya atan-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 50


Cumhuriyet Tarihi———————————————–——

——————————————–——

dan da kullanılmıştır. Nitekim gelişen olaylar karşısında kuvvetli bir istihbarat teşkilatına ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir uzantısı olarak I. Dünya Savaşı başlamadan kısa bir süre önce Enver Paşa başkanlığında Teşkilat-ı Mahsusa kurulmuştur7. Fakat bu konuda çeşitli görüşler de vardır.

Bu teşkilat Rusya’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye karşı çalışmıştır. Bu üç devletin kontrolündeki bölgelerde farklı ideolojik çağrılar yapmışlardır. I. Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa’nın çeşitli faaliyetlerde bulunması amaçlanmıştır. Bunlar: 1. Yıkıcı faaliyetlere karşı mücadele etmek, imparatorluk içindeki ayrılıkçı ve milliyetçi grupların düşmanla ilişkilerini engellemek

Teşkilat- Mahsusa’nın kuruluşunu, meşrutiyet öncesi dönemlere dayandıran görüşler olmasına karşın, bunlar akademik seviyede kabul görmüş değildir. Bununla birlikte, 1911 yılından itibaren önce Trablusgarp’ta ve ardından Balkan Savaşları’nda faaliyet gösteren Teşkilat-ı Mahsusa ile benzeri misyon, kadro ve eylem biçimine sahip olan oluşumların varlığı bilinmektedir.

2. Ajanları, İngiltere ve Fransız sömürgelerine ve Osmanlı İmparatorluğu’nun düşman işgaline uğrayabilecek yerlerine yerleştirmek 3. Rus-Ermeni işbirliği ve planlarını önlemek, Rusya’da Müslüman Türkleri ayaklandırmak

Konu ile ilgili olarak arşiv belgelerine dayanılarak yapılan çalışmaların sonucuna göre Teşkilat-ı Mahsusa, 30 Kasım 1913 tarihinde özelde Batı Trakya, genelde ise Balkanlar’la ilgili olarak kurulmuş; daha sonra Harbiye Nezareti bünyesine alınarak resmi bir kurum haline getirilmiştir8.

4. Çeşitli askeri harekâtlar yapmak (baskın, sabotaj, düşman haberleşme hatlarının tahribi gibi11. TEŞKİLAT- I MAHSUSA’NIN FAALİYETLERİ Teşkilat-ı Mahsusa’nın Bingazi’deki Faaliyetleri

Teşkilat-ı Mahsusa’ya isim veren kişi Miralay Rasim Bey olmuştur. Teşkilat-ı Mahsusa, Enver Paşa ile çalışma arkadaşı Süleyman Askerî’nin idare ettiği ve İttihat Terakki’nin Batı Trakya’ya ilişkin kararlarını uygulamakla görevli bir örgütün büyüyüp gelişmesiyle meydana gelmiştir. Söz konusu örgütte Eşref Salim, Sami Kuşçubaşı, Çerkez Reşit ve Hüsrev Sami’de bulunmuşlardır. Kuruluş döneminde görevi üstlenen ilk başkan, Süleyman Askerî Bey’dir. Daha sonra sırası ile Halil Bey, Kızanlıklı Cevad Bey ve Tunuslu Ali Başhamba bu görevi yürütmüşlerdir9.

Trablusgarp

ve

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kuzey Afrika’daki faaliyetleri İtalyanlara karşıdır. İtalya birliğini kurduktan sonra hammadde kaynaklarına pazar aramak için sömürgeci hareketlere başlamış, Dalmaçya kıyılarında girişeceği herhangi bir askerî harekâtta karşısına batılı güçler çıkacağından gözünü başka topraklara dikmiştir. Bunlar arasında Trablusgarp ve Bingazi vardır12. İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali ile burada direniş örgütleri kurulmaya başlamıştır. İtalyan ordusunun karaya çıkması ile beraber şehirdeki Araplar, ülkenin iç bölgelerindeki Bedevîler ve Sünusiye Tarikatı İtalyanlara karşı örgütlenmiştir. Buradaki direnişi üçe ayırabiliriz.

İttihat Terakki’nin yönetimi ele almasından sonra bu örgüt Sadrazama bağlı olarak çalışmıştır. Bu bağlantı idari bağlantıdan ileri gitmemiş ve örgüt çalışmalarında bütünüyle bağımsız hareket etmiştir. Örgüt başkanı sadece Sadrazam ve Harbiye Nazırına bilgi vermiştir.

1. İtalya’nın işgalinden Uşi Anlaşmasına kadar (1911-1912) Fedai Zabıtan,

Teşkilatı Mahsusa’nın dayandığı politikalar açık seçik tanımlanamamıştır. Teşkilatın ajanları geleneksel Osmanlıcılık fikrine bağlı gibi görünseler de, teşkilat Panislâmizm ve Pantürkizm fikirlerine dayanmışlardır10.

2. Fedai Zabıtan’dan kalanların ve Sünusi Tarikatı’nın İtalya’ya karşı elde bulunan topraklarda tutunma hareketi (1912-1915),

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 51


Cumhuriyet Tarihi———————————————–——

——————————————–——

3. Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetleri (1912-1915). Bizi ilgilendiren bölüm Teşkilat-ı Mahsusa’nın burada yaptığı faaliyetlerdir.

1915 yılı yazında Osmanlı Devleti ve İtalya birbirleriyle resmi olarak savaşa girmişlerdir. Bölgede İtalyanlara karşı bir takım direniş hareketleri yapılmış çoğunluğu da başarı kazanmıştır. Savaş bütün hızı ile tüm cephelerde devam ederken Enver Paşa bölgeye silah ve cephane yetiştirmeye, personel takviyesi yapmaya çalışmıştır. Trablusgarp için ilk Teşkilat-ı Mahsusa grubu İstanbul’da 1914 yılının Ağustos ayında Süleyman el-Bârunî komutasında oluşturulmuştur. Kendisi Trablusgarp’ın Cebeli Garbi dağlık bölgesine hâkim olan İbâdî dinî mezhebi lideriydi ki, 1911 ve 1912 yılları arasında ilk İtalyan saldırılarına karşı geniş çaplı direnişe önderlik etmişti. 1914 yılının Eylül ayının başlarında ilk önce Mısır’a giderek Kahire ve İskenderiye’de İngilizlere karşı yerel başkaldırıya ön ayak olmaya başlamış olan bir Panislâmcı grubu organize eden diğer Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarına katılmıştı13.

zata sahip İngiliz birlikleri karşısında, ilk başlarda başarı sağlanmışsa da sonuç üzücü olmuş, 4. Ordunun Kanal harekâtı başarı ile sonuçlanamamıştır. Bunun yanında İngilizlerin sömürgelerinden Mısır’a getirtilerek Avrupa cephelerine gönderilmek istenen otuz beş bin asker burada oyalanmıştı. İngilizlere ekonomik olarak da büyük bir darbe vurulmuş, çöl demiryollarına, çöl arabalarına ve daha birçok hesapta olmayan işlere para harcamak zorunda kalmışlardır. Ayrıca Teşkilat-ı Mahsusa, Mısır’da bir ayaklanma çıkarmaya da çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Teşkilat- ı Mahsusa’nın yoğun çabalarına rağmen Mısırlıların çoğu hareketsiz kalmış ya da İngilizlerin yanında yer almışlardır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın Mısır’da başarılı olamayışının nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Mısır’daki Faaliyetleri Teşkilat- ı Mahsusa’nın Kuzey Afrika’da kalan son Osmanlı topraklarını kurtarmak amacı ile giriştiği faaliyetler başarıya ulaşamamıştır. Bunun başında da Teşkilat-ı Mahsusa’nın karşısında İngiltere, İtalya ve Fransa gibi büyük güçlerin bulunması gelmektedir. Devrin en büyük askeri güçlerine sahip devletlerin karşısında bir avuç vatansever çaba sarf etmişse de başarılı olamamıştır. Burası Arabistan, Suriye ve boğazlarda bulunan Osmanlı ordusuna yönelik saldırılar için son bir dayanak ve İslâm birliği hareketinin batıya ve güneye yayılmasının önünde önemli bir engeldi. Bu yüzden Mısır, İngiltere için öneminin yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın da ana hedefi haline gelmiştir14.

1.İngiltere’nin karşı tedbirleri, teşkilatın umduğundan daha etkili olması, 2.Teşkilatın İslâm birliği fikrinin Mısır’da daha büyük bir yankı yapacağını düşünmesi fakat yanılması, 3.Mısırlıların İngiliz yönetimine duyduğu tepkinin, Osmanlı Devleti’ne yakınlık duyuyor gibi algılanmış olması, 4.Kanal cephesinde kazanılacak zaferin Mısırlıları Osmanlının yanında yer almaya iteceği düşünülmüş fakat cephe Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır15.

I. Dünya Savaşı’nda Cemal Paşa komutasındaki 4. Ordunun Kanal Harekâtı’nı desteklemek ve İngiliz kuvvetlerini iki taraftan sıkıştırıp imha etmeye yönelik bir plan yapılmıştır. Nuri Paşa emrindeki Teşkilat-ı Mahsusa ve Sünusi birlikleri batıdan Mısır’a saldırarak Cemal Paşa’nın işlerini kolaylaştıracaklardır. Ancak modern silah ve teçhi-

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Irak’taki Faaliyetleri İngilizler, Kasım 1914 yılından itibaren ha-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 52


Cumhuriyet Tarihi———————————————–——

——————————————–——

rekete geçmişlerdir. İngiltere’nin 22 Kasım 1914’te Basra’yı ele geçirmesi İstanbul’da büyük endişe yaratmış ve Irak’ta az bulunan Osmanlı kuvvetlerine yeni takviyeler gönderilmesini gerektirmiştir. Enver Paşa Teşkilat-ı Mahsusa’nın ikinci adamı olan Süleyman Askerî Bey’i Irak’a göndermiştir. Enver Paşa, Trablusgarp ve Bingazi tecrübelerine güvenerek Irak’ta da mücahitlerle iş görülebileceğini düşünmüştür16.

yük beklentilerinden birisi, Panislâmizm propagandası ile halife ve Müslümanların dostu sıfatını kullanarak düşmanlarını yeneceğini düşünmesidir. Durum böyleyken Almanya’nın Hint Müslümanlarını bundan ayrı tutması düşünülemezdi. I. Dünya Savaşı’na Osmanlı’nın girmesiyle Cihad-ı Ekber ilân edilmiştir19. Hindistan’da İngiliz idaresini çökertmek için, hem Türkler hem de Almanlar gönüllü işbirliği içine girmişlerdir. I. Dünya Savaşı’nda birtakım hareketlerde bulunmak için Alman Genelkurmayı ile Enver Paşa tarafından teşkil edilen ve amacı; İran, Afganistan ve Hindistan’da İngiliz aleyhine ihtilâller çıkarmak olan “Rauf Bey Müfrezesi” hazırlanmıştır20.

Teşkilat-ı Mahsusa’dan Süleyman Askerî’nin görevi; İngilizlerin kuzeye doğru ilerlemesini durdurmak, Bedevî, düzensiz hareketlerden ve yeni silâhaltına alınmış kuvvetlerden oluşan bir orduyu Basra’ya göndermekti. Süleyman Askerî’nin ilk işi düzenli bir ordu oluşturabilmek olmuştur. Teşkilatı Mahsusa’nın düzensiz birlikleri toplama gayreti, karışık ve ince pazarlıklara dayanmalıydı. Ancak bu tam olarak hesap edilememiş, Süleyman Askerî Trablusgarp’taki kadar Irak’ta başarılı olamamıştır. İstikrarsız, sorumsuz aşiret mensuplarıyla ilgili Teşkilat-ı Mahsusa’nın yaptığı hesap doğru çıkmamıştır. Ayrıca, Araplar disiplinsiz ve yağmaya girişme eğilimindeydiler. Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının Irak’ta Arapları toplama ve İngilizlere karşı kullanma planları başarısız olmuştur. Zaten gayri nizami bir ordunun, batılı subayların orduları karşısında başarılı olması çok zordu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın cihat propagandası İngilizler tarafından cömertçe verilen altınların yerini tutamamış, aşiret mensupları kimin parası çok ise o tarafa geçmişlerdir. Şunu da belirtmek gerekir ki birçok aşiret Osmanlı Devleti’ni İngiltere kadar uzak ve yabancı görmüştü17.

Hindistan’a birçok Teşkilat-ı Mahsusa ajanı gönderilmiştir. Ancak bu ajanların daha İstanbul’dan ayrılmadan İngilizler tarafından belirlenmiş olması, İngiltere’nin Hindistan üzerinde aldığı tedbirleri göstermektedir. Teşkilat-ı Mahsusa’nın eksik kalan bir yönü ise bu örgütün istihbarat tecrübesinden yoksun sivil ve askerî şahıslardan oluşmasıdır. Almanlarla gerçekleştirilmeye çalışılan bu harekât daha başlarda Türk-Alman çekişmesine dönüşmüş hatta silahlı çatışmalara bile varmıştır. Böylesi bir ortamda kurulan Rauf Bey Müfrezesi bir seneyi aşkın bir süre faaliyette bulunmuş ancak başarı gösterememiştir21. Hindistan’a ulaşımın zorluğu Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetlerini bir hayli zorlaştırmıştır. Karayolu ile İran ve Afganistan üzerinden Hindistan’a gidebilmek çok zor da olsa mümkün olabilmiş, deniz yolu ile ulaşım adeta olanaksız olmuştur. Afganistan Emîri Habibullah ise her türlü, çağrı, teklif, vaat ve ısrara rağmen Türk ajanlarının sınırdaki faaliyetlerine göz yummakla beraber İngiliz isteği doğrultusunda yansızlığını sürdürmüştür. Savaşın Alman-Türk ittifakının aleyhine sonuçlanması özgürlük yanlısı Hintlilerin amaçlarına ulaşmasını engellemiştir22.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Hindistan’daki Faaliyetleri XIX. yüzyıldan itibaren Hindistan’ın İngiliz sömürgesi olmaya başlamasıyla birlikte ve 1836’da İngilizcenin resmî dil oluşuyla siyasî egemenliklerinden başka kültürel varlıklarını da kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan Hindistan Müslümanları güvenebilecekleri bir psikolojik merkez aramaya başlamışlar ve bu da Osmanlı Devleti’ne olan bağlılıklarını artıracaktır18.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Lübnan ve Suriye’deki Faaliyetleri İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Arap ihtilâlcı faaliyetleriyle ilgilenmesi Trablusgarp Sava-

Almanya’nın I. Dünya Savaşı başlamasından sonra Osmanlı’yı da yanına almasında en bü-

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 53


Cumhuriyet Tarihi———————————————–——

——————————————–——

vaşı’ndan bile önce başlamıştır. Osmanlı parlamentosundaki Arap mebuslarından bazılarının faaliyetleri nedeniyle İttihat Terakki, Halep, Şam, Beyrut, Kahire, Kudüs, Derne ve Sana’da hücreler oluşturulmuş, Arap kökenli İttihatçılar buralara gönderilmişlerdir.

Bu mektupların amacı halife ve Türk çatısı altında Ruslara karşı birleşmeyi sağlamak olmuştur24. Erzurum’da Teşkilat-ı Mahsusa Eylül 1914 ortalarına doğru yani Osmanlı Devleti’nin Savaşa girmesinden 1,5 ay sonra çete teşkilatını tamamlamış, harekete hazır duruma gelmiştir. Ancak Rus ordusunun ani saldırısı karşısında bu çetelerden umulan fayda görülmemiş, çeteler o civar halkından oluşturulduğu için çoğu kendi ailesini kurtarma derdine düşmüştür. Ayrıca Teşkilat-ı Mahsusa mahkûm olanları hapishanelerden çıkartarak subaylar komutasında çeteler oluşturmuş, bu yolla mahkûm taburları kurmuştur.

Teşkilat-ı Mahsusa, Arap milliyetçiliğini körükleyen hareketleri sıkı bir gözetim altına almıştır. Osmanlı topraklarında alabildiğince çoğalan yabancı konsolosluklar, dostluk kuruluşları, kültürel ve edebi cemiyetler, yabancı hastaneler, yardım ocakları, öğrenim kurumaları bu gözetimlere tâbi tutulmuştur. Araplar ise Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetlerini Arap özgürlük ve bağımsızlık ateşini söndürmeyi amaçlayan İttihat Terakki’nin düşmanca komploları olarak değerlendirmişlerdir23.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu kuruluşlarına karşılık Ruslar da kendi içlerinde “Milli Teşkilat” adı altında Ermeni ve Gürcü taburları kurmuşlardır. Ruslarla savaş başladıktan sonra özellikle Kafkas cephesinde teşkilatın faaliyeti Ruslarla çarpışmalar yapmak ve Rus hücumlarını durdurmaktan ibaret olmuştur. Fakat Teşkilat-ı Mahsusa’nın aldığı bütün tedbirlere rağmen Osmanlı Devleti orduları Kafkasya’da yenilmiştir25.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Rusya’ya Karşı Faaliyetleri İttihat ve Terakki, I.Dünya Savaşı’nda seferberliğin ilân edilmesinden sonra Teşkilat-ı Mahsusa üyelerini çeşitli bölgelerde görevlendirmiştir. Bunlardan bazıları Erzurum’a gönderilen Bahaddin Şakir ile Ömer Naci’dir. Bahaddin Şakir zor koşullar altında teşkilatını geliştirmeye, askerî gücünü arttırmaya çalışmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa elemanları Rusya içinden aldıkları bilgileri Bahaddin Şakir’e ulaştırmışlardır. Ancak Ermeniler de Rus Konsolosluğunun istihbaratına büyük yardım etmişlerdir. Erzurum’da Bahaddin Şakir, Van’da Ömer Naci Kafkasya ve İran Müslümanlarına birçok vaatlerde bulunan mektuplar yayınlamışlardır.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Sona Ermesi I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Mondoros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte Harbiye Nazırı Müşir İzzet Paşa’nın emriyle Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilga çalışmaları başlatılmıştır. Bu daireye, Kurmay Albay Hasan Tosun Bey memur edilmiştir. Hasan Tosun Bey, 15 Kasım 1918 tarihinde görevini bitirmiştir. Böylece, Teşkilat-ı Mahsusa faaliyetleri sona ermiştir26.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 54


Cumhuriyet Tarihi———————————————–——

——————————————–——

DİPNOTLAR 13 F. Rezzan Ünalp, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’ya Yönelik Faaliyetleri”, T.C. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2010, 84- 85. 14 Gönül Güneş, “Teşkilat-ı Mahsusa ve Birinci Dünya Savaşı Yıllarındaki Faaliyetleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XXIX/85, Mart 2013, 117. 15 G. Güneş, 118-119. 16 Serdar Sakin, “Birinci Dünya Savaşı’nda Irak Cephesinde Osmanlı Devleti ile İngiltere Arasındaki Çarpışmalar (1915)”, Akademik Bakış Dergisi, VII, İstanbul 2010, 138. 17 G. Güneş, 120. 18 Vahdet Keleşyılmaz, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Hindistan Misyonu, Ankara: ATAM Yayınları, 1999, 7. 19 V. Keleşyılmaz, 36. 20 Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, İstanbul: Doğan Yayınları, 2008, 179. 21 G. Güneş, 124. 22 V. Keleşyılmaz, 149- 150. 23 G. Güneş, 121-122. 24 G. Güneş, 125-126. 25 G. Güneş, 127. 26 C. N. Gürel, 110.

1 Taner Aslan, “İttihâd-ı Osmanî’den Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne”, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, XLVII, Ankara 2008, 79. 2 Durdu Mehmet Burak, “Osmanlı Devleti’nde Jön Türk Hareketinin Başlaması ve Etkileri”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, XIV, Ankara 2003, 197. 3 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, Ankara: TTK, 2011, 514; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, I, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1988, 19- 20. 4 Satılmış Gökbayır, “Gizli Bir Cemiyetten İktidara: Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 Seçimleri Siyasi Programı”, Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, III, Çankırı 2012, 64. 5 S. Gökbayır, 65- 66. 6 M. Şükrü Hanioğlu, “Enver Paşa”, DİA, XI, Ankara 1995, 261264. 7 Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, İstanbul: Ararat Yayınları, 1969, 115- 116. 8 Vahdet Keleşyılmaz, “Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kuruluşu Başkanları ve Mustafa Kemal”, Türkler, XIII, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, 316; M. Ş. Hanioğlu, 568. 9 Cemal Necip Gürel, İttihat ve Terakki ve Paramiliter Yan Kuruluşları, T.C. Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Enstitüsü, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İzmir 2009, 98; Eray Göç, “Türk İstihbaratının Tarihsel Gelişimi”, Çankırı Karatekin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, III/2, Çankırı 2013, 94. 10 Hamit Pehlivanlı, “Teşkilat-ı Mahsusa Türk Modern İstihbaratçılığının Başlangıcı mı?”, Osmanlı Ansiklopedisi, VI, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, 287. 11 Hamit Pehlivanlı, “Osmanlılarda İstihbaratçılık”, Türkler, XIII, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, 662. 12 İsrafil Kurtcephe, Türk-İtalyan İlişkileri (1911- 1916), Ankara: TTK, 1995, 9- 10.

Yunus Özdurgun YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü T.C. Tarihi Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 55


——————————————–——

Kitap Tanıtımı ———————————————–———

ORTAÇAĞ TÜRK DEVLETLERİNDE SUÇ VE CEZA “Uzaklaştırma” cezası iki türlü şekilde uygulanırdı. Bunlardan ilki suçlunun bulunduğu yerden sürülerek başka bir yerde yaşamak zorunda bırakılmasıdır. İkinci türü ise suçlunun görevinden el çektirmesi şeklinde olurdu. “Zorunlu İkamet” de hafif cezalardan biridir. “Köleleştirme” Ortaçağ boyunca kölelik geçerli bir cezaydı. Köle ticareti oldukça yaygındı. Toplu isyanlarda, isyanların bastırılmasından sonra ele geçirilen esirler, özgürlüklerinin ellerinden alınması şeklinde cezalandırılırdı.

Eser 260 sayfa, önsöz, giriş, ve üç bölümden oluşmaktadır. Eseri kaleme alan Cüneyt Kanat’tır. Küre Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Eserin giriş kısmında, Daimiens adında birinin 2 Mart 1757’de Paris kilisesinin önünde suçunu herkesin önünde itiraf etmeye mahkum edilmesi sonucunda verilen cezaların en ince ayrıntısına kadar planlanan canice bir olayı örnek vererek esere başlanmıştır. Eserde olayın geçtiği tarihten çok daha erken bir dönem olan Ortaçağ incelenmesine rağmen böyle bir vahşetle karşılaşmıyoruz.

Birinci bölümün sonlarına doğru en ağır ceza yöntemi olan “Ölüm Cezaları” ile karşılaşıyoruz. Çok değişik şekillerde uygulanırdı. Eğer yaşam sona eriyorsa bunun nasıl olduğu çokta önemli değildir demenin ne kadar yanlış olduğu, öldürme biçimleri arasındaki acı çekme farklılıkları ortaya koyulduğunda daha iyi anlaşılıyor.

Eserin ilk bölümünde “Cezalandırma Yöntemleri” ile karşılaşıyoruz. Ortaçağ Türk devletlerinde, hangi suça hangi cezanın verileceği tam olarak belirlenmemiştir. İlk bölümde suçlara göre bir cezalandırma değil de daha çok genele olarak cezaları kendi içerisinde gruplandırmaya çalışmıştır.

Türk devletlerinde en fazla kullanılan öldürme yöntemlerinden biri kılıçla suçlunun kafasını kesmekti. Suçlu ayakta ya da diz çöker vaziyette iken boynuna vurulan keskin ve sert bir kılıç darbesiyle kafası koparılırdı. Bir başka yaygın yöntem ise “Asarak Öldürme” idi. Hanedan üyesinin kanını akıtmamak için de hanedan mensuplarına uygulan infaz şekli “Boğarak Öldürme” idi.

Cezaların en hafifi, uyarı cezasıdır. Hakaret şeklinde olsa da Türk devletlerinde yaygın olarak uygulanmaktadır. Hata yapan kişi önce bir kenara çekilir ve tehdit edilerek uyarılır. Diğer cezalar arasındaki en hafif ceza yöntemi budur. Uyarı cezasından sonra gelen ceza türü para cezasıdır. Bu ceza türünün Selçuklularda çok yaygın olduğunu, Timurlularda ise dayak cezasıyla eş değer olduğu görülmektedir. Para cezası üç farklı şekilde gruplanıyor: 1- Nakdî Ödeme 2- Yağmalatma 3Müsadere.

“Ortadan İkiye Bölerek Öldürme, Çarmıha Gererek Öldürme, Ateşte Yakarak Öldürme, Derisini Yüzerek Öldürme, Aç Bırakarak Öldürme, Dayak Atarak Öldürme, Kaynar Kazana Atarak Öldürme, Kazığa Oturtarak Öldürme, Diri Diri Gömerek Öldürme, Okla Vurularak Öldürme, Uçuruma Atarak Öldürme, Zehirli Hançer ile Öldürme” gibi çeşitli öldürme yöntemleri vardı.

Belli suçlar karşılığında, suçlunun hürriyetinin kısıtlanmasını hedefleyen çeşitli cezaî uygulamalar vardı ki bunlar dört gruba ayrılmıştır. İlk grupta “Hapis” cezası yer almaktadır. Bu ceza Ortaçağ Türk devletlerinde hemen hemen hepsinde uygulanmıştır. Hapishane olarak kullanılan mekânlar çoğunlukla ıssız ve ücra köşelerdeki kaleler idi. Oldukça sağlıksız beslenmelerinden dolayı bu durumdan olumsuz etkileniyorlardı. Kaynakların yetersizliğinden hapishaneler hakkında pek bir bilgiye rastlanmıyor. Hapishanelere ilişkin en doyurucu bilgi, Memlûk Devleti’nin hapishanelere dair olan kaynaklarında rastlıyoruz. “Uzaklaştırma, Zorunlu İkamet ve Köleleştirme” de diğer ceza yöntemleridir.

Ölüm cezaları içerisinde en fazla acı veren ceza hiç şüphesiz “Derisini Yüzerek Öldürme” şekli idi. Diri diri derisi yüzüldükten sonra içerisi samanla doldurulur ve ortaya çıkan kukla benzeri nesne şehirde ibret alınsın diye teşhir edilirdi. Bazen de derisi yüzüldükten sonra kolu bacağı gibi herhangi bir uzvu kesilip boynuna asılarak şehir de dolaştırılırdı.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 56


——————————————–——

Kitap Tanıtımı ———————————————–———

Yazar eserinin ikinci bölümüne “ Askerî Anlamda ve Devlete Karşı İşlenen Suçlar ve Cezalar” a yer vermiştir. (syf:59).

İsyanlar hükümdarların kişisel otoritesini ve iktidarını tehdit ettiği kadar, devletin geleceğine yönelik bir tehdit olarak da kabul edilirdi. Bu yüzden de hükümdarın, kendisine ve devlete karşı isyan edenleri en ağır cezalandırması doğal karşılanan bir uygulamaydı. Ortaçağ Türk devletlerinde, isyan devlete karşı işlenen en önemli suçlardan birisiydi. İsyan etmek, hükümdarın otoritesine başkaldırmak, onu tanımamak anlamına geliyordu. Bu durumda isyan edenlerin en ağır şekilde cezalandırılması gerekiyordu. Ortaçağ Türk devletlerindeki isyanları üç gruba ayırabiliriz; hanedan mensuplarının çoğunlukla tahtta hak iddia etmeleri sebebiyle ortaya çıkan isyanlar, devlet görevlilerinin, emirlerin ve komutanların isyanı ve son olarak halktan kişilerin isyanı. Mısır Fâtımî halifesi kışkırtmış, Yinal’a yardım edecekleri sözünü vermişlerdi. Başlangıçta Yinal’ın asker sayısı Tuğrul Bey’in asker sayısından fazlaymış. Ancak Tuğrul Bey, Rey önlerinde savaşa tutuşmadan önce yeğeni Alparslan ve kardeşleri Yakutî ile Kavurd’dan yardım istedi. Tuğrul Bey zaferle döndü. Kardeşi Yinal’i bu sefer affetmedi ve yayının kirişi ile öldürme emrini verdi.

Hanedan Mensuplarının İsyanı (syf 61): Hanedan mensuplarının isyanlarında hükümdarlar mümkün olduğu kadar hoşgörülü olmaya çalışırlardı. Türk devlet geleneğinde devlet hanedan üyelerinin ortak malıdır. Bu inanca göre her hanedan üyesinin temelde devlet üzerinde hak iddia etmesi doğaldır. Bu hak iddia edişler her ne kadar isyan olarak nitelendirilirse de inanç gereği hoşgörü ile karşılanmaya çalışılmıştır. Bu kurala en fazla sahip çıkan ve bunu bir anlamda kanunlaştıran Timur’dur.

Devlet Görevlilerinin, Emîrlerin, Komutanların ya da Tâbi Hükümdarların İsyanı (syf 71): Selçukluların veziri Nizâmülmülk’e göre hükümdara çok yakın olmak ya da saray, yani devlet için çalışmak bir kimseyi diğerlerinden farklı kılmaz. Her kim olursa olsun hükümdarın emrine kayıtsız şartsız uymak zorundadır. Uymazsa kendisine mutlaka ona uygun bir ceza verilecektir. Verilen bu ceza diğerlerine örnek olacak ve başkalarının suç işlemesini engelleyecektir.

Bu konuda en az sorun yaşayan Memlûkler idi. Çünkü bu devlet hanedan olmadığı için hanedana mensup olmak ve buna bağlı olarak tahtta hak iddia etmek söz konusu olamazdı. Selçuklu devletlerinde ise devleti bir hanedan yönettiği için tahtta hak iddia etme sıklıkla yaşanırdır. 1059 yılında Tuğrul Bey’in kardeşi Yinal tahtta hak iddia ederek isyan etmiştir. Tuğrul Bey’in tamda kendisine büyük problemler çıkaran Arslan Besâsîri ile Musul hâkimi Kureyş’in peşine düştüğü sırada bir isyanla karşılaşması çok can sıkıcıydı. Bu Yinal’in ilk isyanı değildi ancak Tuğrul Bey kardeşini hep affetmişti. Bu sefer kardeşini Arslan Besâsîri, Musul hâkimi Kureyş ve

Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, veziri Amîdülmülk’ü güzelliğine hayran kaldığı bir kadını kendisine istemesi göreviyle dünür olarak göndermişti. Ancak hükümdarına istemek üzere gittiği kadına gönlünü kaptıran vezir, kadınla kendisi evlenmiş. Bu durumu öğrenen sultan hemen onu yakalatıp ceza olarak hadım etmiş ancak görevinden uzaklaştırmamıştı.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 57


——————————————–——

Kitap Tanıtımı ———————————————–———

askerleriyle girdiğinde Ermenilerden pek çok kişi ölmüştü. Bununla ilgili Urfalı Mateos şöyle diyor: “Asil ve güzel kadınlar esir olarak İran’a götürdüler. Nur gibi erkek çocuklar ve dilber kızlar da anneleriyle beraber götürdüler. Birçok aziz papazlar ateşle mahvedildi, bunların bazıları da derileri yüzdürülmek suretiyle ve korkunç işkencelerle öldürüldü.” (syf 114-115)

Bazen iftira atmak yoluyla da görevliler asi olarak suçlanabiliyordu. Böyle bir durum III. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanında 1271-1272 yıllarında yaşandı. Vezir Sâhib Fahreddin Ali o sırada Selçuklu devlet erkânı tarafından dışlanmıştı. Bu yüzden onun azledilmesi için bahane aramaya başladılar. Sonra da Sultan İzeddin’in Kırım’dan getirilmesi için ona armağan olarak altın bir maşrapa göndermesini ileri sürerek asi suçlamasından bulundular. Moğol Emîrlerinin de yardımıyla onu vezirlik makamından uzaklaştırdılar.

Selçuklu sultanları bazen koşullar gereği itaatsizlik suçunu cezasız bırakabiliyorlardı. Melik Kavurd, Kirman Selçukluları Devleti’ni kurduktan sonra sınırlarını genişletmeye çalışmıştı. Fars üzerine sefer düzenlendi. Kavurd önce Şiraz’a doğru ilerledi. Gelmeden önce Şiraz halkına teslim olmaları için mektup gönderdi. Ancak halk teslim olmadı. Üç gün boyunca Kavurd’a teslim olmayan halk sonunda teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar ve bu durumu Kavurd’a bildirdiler. Şehrin bu şekilde ele geçirilmesinden sonra, sultan şehri cezalandırmadı.

Halktan Kişilerin ya da Halkın İsyanı (syf 90): Ortaçağ Türk Devletlerinde devlete, hükümdara ya da Emîrlere karşı düzenlenen isyanlar asla hoş karşılanmamış ve mutlaka cezalandırılmıştır. Eğer bu isyan halk arasında ya da askerler arasında ortaya çıkarsa yine cezasız kalmamıştır. 1122 yılında, daha önce esir düşen Harput’taki tutsak Franklar ile bazı Ermeniler kendi aralarında birleşip harekete geçtiler. Burada tutsak bulunan II. Baodouin’i kurtardılar ve isyan ettiler. Harput’taki bu gelişmeyi Halep bölgesindeyken haber alan Belek Gâzi, oraya gidip şehri kuşatarak ele geçirdi. Kont II. Baodouin, Galeran’ın hayatını bağışladıktan sonra onları Harran’a götürüp hapsetti. Kendisine ihanet edenleri affetmedi. Ermeni ve Franklardan bazılarını asarak, bazılarını diri diri derisini yüzdürerek bazılarını ise kılıçla ortadan ikiye böldürerek öldürttü.

“Suikast, Yağma, Yol Kesme, Görevi İhmal, Savaştan Kaçma-Düşman Saflarına Geçme, SultanaDevlet Büyüklerine Saygısızlık, Halka Zulüm Yapma, Hanedan Mensuplarını Yanlış İşlere Sevk Etme, Elçi Katli, Elçilerin Haddini Aşması, Suçlunun Affını Talep Edip Araya Girmek, Baba Katili Olmak” gibi birçok olaylar vuku bulmuştur. Ortaçağ Türk devletlerinde “Askerî Anlamda ve Devlete Karşı” işlenen hiçbir suç cezasız kalmamıştır. Yazar eserin son bölümünde “Sosyal İçerikli Suçlar”ı ele almıştır. (syf 209)

Ortaçağ Türk devletlerinde emre itaat etmeme, hükümdarın ya da onun emirlerini uygulayan bir görevlinin isteklerini görmezden gelip kendi bildiğini okuma en büyük suçlardan biriydi ve cezası çoğunlukla ağır olurdu. Özellikle fetih amaçlı seferlerde, fethedilecek kalenin veya şehrin sorumluları, itaatkâr davranıp direnmeden kaleyi veya şehri teslim ederlerse fazla zarar görmezlerdi. Ancak direnirlerse ve mağlup olurlarsa yaptıkları asla cezasız kalmaz yağmalama ve katliam hemen hemen kaçınılmaz olurdu. halkı

Hırsızlık-Gasp: Ortaçağ Türk devletlerinde hırsızlık suçunu işleyenler çoğunlukla ağır şekilde cezalandırılmıştır. Bununla ilgili kaynaklara yansıyan örnekler ise tarih yazarlarının kurgulama yeteneklerinden oldukça büyük bir pay almıştır. Hırsızlık suçunun şer’î hukuka göre daha hafif bir cezası olmasına rağmen çoğunlukla hükümdarın müdahalesi ile ve örfî hukuka göre çok ağır ve hemen hemen her seferinde ölümle cezalandırılmıştır. Hırsızlık olayını ele alan farklı iki yazar farklı şekillerde bahsettiği için kaynaklar güvenirliliğini kaybediyor.

Büyük Selçuklular zamanında, Alparslan, kendisine itaat etmeyen Ani şehrine

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 58


——————————————–——

Kitap Tanıtımı ———————————————–———

Dine Karşı İşlenen Suçlar: Bu konu başlık altında ele alınmak istenen, şer’î kurallara uyulmaması sonucu ortaya çıkan suçlara ya da ibadetle ilgili eksikliklere verilen cezalar değildir. Müslümanların ya da gayrimüslimlerin uyması gereken İslâmiyet’in kurallarına karşı girişilen her türlü direniş suç olarak algılanır ve birçoğu ölümle cezalandırılırdı.

“Zina-Tecavüz-Livata-Sübyancılık-Taciz, Vergi Ödememe- Serveti Saklama, Kalpazanlık, Cinayet, Esnaf Hataları, İftira Atmak, Nankörlük, Ahde Vefasızlık, Alkol Kullanma, Dedikodu” gibi işlenen suçlar da cezasız kalmamıştır. Ortaçağ’da suçların en büyüğü o dönemdeki en etkili güç olarak kabul edilen hükümdara ve dolayısıyla devlete karşı işlenen suçlar oluşturmaktaydı. Bu suçlar hanedan mensupları tarafından işlendiğinde hafif şekilde geçiştirilirdi. Bu konuda en fazla cezalandırma türü ise göze mil çekilmesiydi.

Büyük Selçuklu zamanında Bâtınîler çok büyük problemler çıkarmışlardır. Devlete karşı düzenledikleri suikastlarla inanılmaz bir terör estirmişlerdir. Selçuklu Sultanı Berkyaruk, kardeşi Muhammed Tapar saltanat iddiasıyla ortaya çıkınca ona karşı uzun süre mücadele etmek zorunda kaldı. İlk savaşta kaybetse de ikinci savaştan zaferle ayrıldı. Kendi askerleri arasında Bâtınîlerin sayısı arttı ve orduyu etkilemeye başladılar. Kendilerine karşı koyanları ise öldürmekle tehdit ediyorlardı. Bundan dolayı üst rütbeliler elbiselerinin altına zırh giyerek dolaşıyorlardı. Ayrıca sultana başvuruda bulunarak bir suikast ihtimaline karşı huzura silahla çıkmakla izni almışlardı. Halk sultanı bile Bâtınîlik ile suçlamaya başlamış idi. Bâtınîler, Muhammed Tapar’ı destekleyenleri öldürüyor fakat Berkyaruk‘un adamlarına dokunmuyorlardı. Berkyaruk halkın kendisini Bâtınîlik ile suçladığını duyunca, bu inanca mensup olanların yakalatarak öldürülmesini emretti. Daha sonra askerler Bâtınî katliamına giriştiler. Yakalanan Bâtınîler ceza olarak hemen yakalandıkları yede öldürüldü.

Topluma karşı işlenen sosyal suçlar da asla cezasız kalmazdı. Ahlâksızlık olarak kabul edilen suçların cezaları çoğu zaman çok ağır olur. Bu tür suçları işleyenler halkın önünde cezalandırılırdı. Affı olmayan bir başka suç ise dine karşı işlenenlerdir. Müslüman Türk devletlerinin hükümdarları bu konuda çok hassas davranmışlardır. Cezalar çoğunlukla şer’î hukuka göre değil, örfî hukuka göre verilmiştir. Bazı cezaların yaptırımı Ortaçağ Türk devletlerinde farklı şekillerde olabiliyordu. Yani bir devlette çok ağır ya da onur kırıcı olarak kabul edilen herhangi bir ceza bir diğerinde aynı etkiyi göstermeyebiliyordu.

Nursel Abul YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 59


——————————————–——

Kitap Tanıtımı ———————————————–———

BİR ORTAÇAĞ ŞAİRİNİN KALEMİNDEN SELÇUKLULAR İBNÜ’L-VERDİ TERCÜME VE NOTLAR: MUSTAFA ALİCAN Mustafa Alican’ın Bir Ortaçağ Şairinin Kaleminden Selçuklular İbnü’l-Verdi Tercüme ve Notlar adlı kitabını tanıtacağız.

isteyecek ne yazık ki bu durum İbrahim Yinal’ın öldürülmesine kadar son bulmayacaktır. Tuğrul Bey döneminde Türklerin akın akın Müslüman oluşu kaynak neticesinde belgelenmiştir. Tuğrul Bey’in Abbasî ve Fâtımî halifeleriyle olan ilişkileri ve ilişkiler neticesindeki savaş, siyasi evlilikler ve diplomasi ile sonuçlanan hadiseler bunun yanı sıra Tuğrul Bey’in Gazneliler ile ilişkileri neticesindeki gelişmeler, Ermeniya ve Rum bölgesine yapılan fetihler yazar tarafından eserde çarpıcı bir şekilde yansıtılmıştır.

Kitabı tanıtmadan önce kitabın künyesi hakkında bilgi verecek olursak: Mustafa Alican, Bir Ortaçağ Şairinin Kaleminden Selçuklular İbnü’l-Verdi Tercüme ve Notlar, Kronik Kitap Yayıncılık, İstanbul 2017, sf.134. Eserin son kısmında dizin yer almaktadır. Eserin adından da anlaşılacağı üzere bu kitap, İslâm tarihçisi ve aynı zamanda Arapçanın önemli bir şairi olan İbnü’l-Verdi’nin Tarih adlı eserinin Selçuklularla ilgili tercümesidir. İbnü’lVerdi kitabında Tuğrul Bey, Sultan Alparslan, Sultan Melikşah, Sultan Sencer, Büyük Selçuklu Devleti’nin son yılları ve Moğol istilâsına dair kıymetli bilgiler vermektedir.

Sultan Alparslan Devri (s.34-38) başlıklı kısımda Alparslan’ın kardeşi Süleyman ile yaşanan hükümdarlık çekişmeleri neticesinde Süleyman’ın ölümü, vezir Nizamülmülk’ün etkili devlet adamı olma yolundaki ilk başarıları ve Bizans ile yaşanan gelişmeler anlatılmaktadır. Nizâmiye Medreselerinin kuruluşu ve Malazgirt mücadelesiyle Anadolu’ya açılan kapılar eserde etkili bir şekilde yer almıştır.

Eser önsöz ve 2 bölümden oluşmaktadır. Eserin birinci bölümünde (s.11-18 ), İbnü’l Verdi ve onun çalışmalarına dair bilgilerin yanı sıra Tarih adlı eseri hakkında bilgiler verilmiştir. Eserin İkinci bölümünde (s.21-117), Selçuklu Devleti’nin kuruluşu, gelişimi ve yıkılışı hakkındaki bilgilerle beraber Selçuklu Devleti’ne dair bazı kayıtlar ve Moğol istilâsı hakkında bilgiler sunulmuştur.

Selçuklular’ın Büyük Sultanı Melikşah (s.38-46) başlıklı kısımda Melikşah’ın kardeşi Kavurd ile arasındaki siyasi çekişmeleri ve sonrasındaki Anadolu’ya yapılacak olan fetih hareketleri anlatılmaktadır. Devlet idaresini Nizâmülmülk’e veren Melikşah sonrasında devlet adamları ve beylerin kontrolünü elde tutmak amacıyla sık sık stratejik olarak başka bir beyi destekleyerek beyleri denetim altında tutacaktır. Bir yandan Atsız diğer yandan Tutuş sonrasında Süleyman Bey’i destekleyerek büyümelerini engelleyecektir. Melikşah’ın devlet otoritesi ve zekasının yanı sıra Nizâmülmülk’ün etkili devlet adamlığı ve Melikşah ile arasının bozulma nedenleri gibi konular eserde akıcı bir şekilde anlatılmaktadır.

Kitabın ana konusunu incelediğimizde Selçuklu Devleti’nin devlet olma sürecindeki gelişmeleri, devletin büyümesi ve yıkılışı anlatılmaktadır. Asıl olarak devlet olma süreci, yurt edinme, İslâmlaşma süreci, İslâm öncesi milli değerleri koruma, yeni değerler oluşturma, siyasi iç çekişmeler, halifeliğe geçiş ile yaşanan problemler, halife ile hükümdar arasındaki çekişmeler gibi konular kitapta kronolojik bir biçimde akıcı bir şekilde dönemin tarihine ışık tutmuştur.

Sultan Berkyaruk (s.47-56) başlıklı kısımda Terken Hatun’un etkisiyle hükümdar olan Berkyaruk’un ülke içindeki siyasi iç çekişmelerine ve taht kavgalarına şahit olacağız bu iç çekişmeler devletin parçalanmasına zemin hazırlayacaktır. Bunun yanında Anadolu içlerine yapılan çeşitli seferler ve Franklarla olan mücadeleler anlatılmaktadır.

Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu (s.21-25) başlıklı kısımda Selçuk Bey’i Cend bölgesine geçişiyle beraber kâfir olan Türklerle yapılan savaşı anlatılmaktadır. Ölümü sonrasında oğlu Tuğrul ve Davud Bey (Çağrı Bey)‘in Karahanlılar ve Gazneliler ile olan ilişkileri yer almaktadır. Selçuklu Devleti’nin ilk fetih hareketleri gözler önüne serilmiştir.

Bâtınîler ve Bâtınîye’ye Mensup Olan İsmâilîlere Dair (s.57-61) başlıklı kısımda Hasan elSabbah’ın etkili zekası ile büyük devlet adamlarını, beyleri suikast edişi anlatılmaktadır. Selçuklu Devleti’nde yaşanan iç kargaşa devletin sarsılmasına neden olan olaylar etkili bir biçimde yansıtılmıştır.

İlk Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey (s.26-33) devletin otoritesini sağlamak için kardeşi İbrahim Yinal ile arasındaki siyasi çekişmelere son vermek

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 60


——————————————–——

Kitap Tanıtımı ———————————————–———

Berkyaruk’un oğlu Melikşah’ı çok küçük yaşta veliaht tayin etmesi devlet otoritesinin tehlikede olduğunu göstermiştir.

Muhammed Tapar Dönemi (s.62-75) başlıklı kısımda Melikşah’ın veziri vasıtasıyla hükümdarlığın Muhammed Tapar’ın eline geçtiğini görüyoruz. Bâtınîler ve Franklar üzerine yapılan seferlerin dışında devlet adamalarının siyasi çekişmelerine şahit oluyoruz. Selçukluların Son Büyük Sultanı Sultan Sencer (s.76-95) başlıklı kısımda Gazneliler ve Karahanlılar Devleti ile olan ilişkiler yer almaktadır. Sencer başkenti taşıyıp devlet için çeşitli önlemler almak istese de Karahitay yenilgisi ve Katvan Savaşı hezimeti ile bunu başaramamıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nin Sonu (s.96-99) başlıklı kısımda Oğuzlara esir düşen Sencer sonrasında ülkede istikrarsızlık artacak ve yaşanan siyasi boşluk sebebiyle devlet yıkılacaktır. Sultan Sencer Sonrası (s.100-108) başlıklı kısımda devletin parçalandığını görüyoruz. Selçuklu izleri parçalar halinde yeni kurulan devletlerin siyasi hadiselerinde yer alacaktır. Eserin bu kısmında yıkılış sonrasındaki bazı siyasi gelişmeler, içsel bunalım ve hükümdar değişiklikleri yer almaktadır. Yaşanan iktidar sıkıntısı sonraki aşamalarda çözüme ulaşacak mı? Nasıl ulaşacak bütün bu soruların cevabını eseri okuduğunuzda daha net bir şekilde anlamanız mümkün olacaktır.

lışmıştır. Yazar dönemin tüm siyasi gelişmeleri hakkındaki bilgileri net bir şekilde yansıtabilmiştir. Sonuç olarak; bu Tercüme eser Selçuklu Devleti’nin siyasî tarihini idrak etmek, yaşamak, anlamak ve anlamlandırmak için doyurucu bir kitap niteliğindedir. İbnül-Verdi’nin ana kaynağı ışığında Mustafa Alican’ın titizlikle çalıştığı bu tercüme eseri okumanızı tavsiye ederim. Sevgilerle.

Türkiye Selçuklularına Dair Bazı Kalıntılar (s.109-116) başlıklı kısımda Selçuklu devletinin kuruluşu gelişimi ve yıkılışı hakkındaki çeşitli siyasi gelişmeler olay örgüsü şeklinde sırasıyla yer almıştır. Moğol istilâsı Sonrasında Selçuklu Devleti (s.117-120) başlıklı son kısımda Türkiye Selçuklu Devleti’nin tamamen yıkıldığını görmekteyiz. Eser hakkındaki bazı ipuçlarına değindikten sonra kitap hakkında asıl söylemek istediğim noktaya gelelim. Hicri ve Miladi takvim ışığında, akıcı bir anlatımla, Büyük Selçuklu Devleti’nin genel siyasî tarihinin anlatıldığı bu eseri muazzam olarak değerlendirmek mümkündür. Yazar İbnü’l-Verdi’nin eserini yalnızca birebir tercüme etmekle kalmamış eserin okunmasını kolaylaştıracak şekilde akıcı ve sade bir dil kullanarak eser üzerinde titizlikle ça-

Neslihan Eroğlu Ardahan Üniversitesi Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 61


Mizah ———————————————–———

——————————————–——

Papaz ve Zangoç’un Fıkrası

Ben Haram Yemem

Kilisenin birinde zangoç çanların altında dikiliyormuş. Papaz sinirle zangocun 2 m ötesine gelmiş ve – “Yine kutsal şarabı içtin değil mi?” diye bağırarak sormuş. Zangoç – “Ya dediğin hiçbir şey duyulmuyor. Bağır bağır!” demiş yandan yandan bakarak. Papaz iyice sinirlenmiş – “2 metreden nasıl duyulmuyor?” demiş. Zangoç hala – “Dediğin duyulmuyor. İstersen sonra konuşalım.” diyormuş. Papaz artık o kadar çok sinirlenmiş ki neredeyse zangocun üzerine üzerine yürüyecekmiş. – “Nasıl duymuyorsun be adam?” diye kükremiş. Sonunda zangoç – “İstersen yer değiştirelim. O zaman belki duyulur.” demiş ve yer değiştirmişler. Zangoç – “Şimdi sen söyle bakalım. Geçen ay toplanan hayır parasına ne oldu?” diyerek papaza bakmış. Papaz – “Zangoççum valla sen çok haklısın. Gerçekten de 2 metreden duyulmuyormuş.”

Peder bir gün kahvede oturuyormuş. Derken yan masaya kerhaneden (genelev) yeni gelen iki köylü oturmuş başlamışlar konuşmaya. Köylüler yeni geldikleri kerhaneden bahsediyorlarmış. Joe: – Benim becerdiğim karı süperdi karpuz gibi memeleri vardı süper bi şeydi. Köylü Brad: – Sen benimkini görseydin o kadar güzeldi ki az kalsın cihazım kırılacaktı. Tabii rahip bunları duyunca kudurmuş mutlaka görmek lazım diye düşünüp bi off çekmiş ve kahveden dışarı adım atar atmaz koşmuş kerhaneye. Koş koş sonunda yetişmiş. Kapıyı çalmış karşısına fıstık çıkmış. Girmiş içeri konuşmaya başlamışlar fiyat konusunda pürüz çıkmış. Kaltak Cristin: – Fiyatım 50 tl dir. Peder Calo: – Bende 20 tl var ama! Kaltak Cristin: – O zaman sende yarım koyarsın demiş. Yatağa gitmişler başlamışlar sevişmeye kadın birden kudurmuş peder süper sex yapıyor demiş ki; Kaltak Cristin: – Boşver yarım koymayı gir sonuna kadar.. Peder Calo: – Ben haram yemem paramın yettiği kadar koyarım demiş.

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 62


——————————————–——

Oku! ———————————————–———

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 63


———————————————–———

Ayıın Sorusu ———————————————–——— Ayın Sorusu uygulamasında ilk üç doğru cevaba kitap hediyemiz olacaktır. Bu sayıdaki hediyemiz Cüneyt Kanat’ın “Ortaçağ Türk Devletlerinde Suç ve Ceza” adlı kitabı olacaktır. Cevabınızı yerleşim adresinizle beraber aşağıda bulunan iletişim adreslerine gönderebilirsiniz. İLETİŞİM ADRESLERİ yazantarih@gmail.com BU SAYININ SORUSU Osmanlı İmparatorluğu Cellâtların Neden Dilsiz Olması Gerektiğine Özen Göstermiştir?

Yazan Tarih Sayı: 4 KIŞ 2018 64


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.