KİTABA DAİR… Elinizdeki bu eser sadece bir hatırat değil, bir şehrin tarihini anlatan bir inceleme de değil. Bu kitapta daha çok bir şehrin köyüyle, kasabasıyla, yaylasıyla velhasıl bütün coğrafyasıyla ruhumda meydana getirdiği tesiri, hatıraları, özlemleri ve tasvirleri bulacaksınız. Her şehir kendisini biraz gizler. Bir şehri tanımak isterseniz ansiklopedilere bakarsınız, kartpostallardan yararlanırsınız. Fakat bunlar size bir şehrin biraz tarihini, biraz coğrafyasını vermekten öteye geçemez. Bir şehri tanımanın kestirme yolu o şehrin insanlarıyla, coğrafyasıyla iç içe olmanız, hüzünlerini sevinçlerini beraber yaşamanızdır. İnsanların yüzündeki hatlardan o şehri okuyabilirsiniz. Şimdilerde “nostalji” denilen daussıla duygusuyla kaleme aldığım bu satırlarda biraz tarih, biraz coğrafya, biraz biyografi, biraz hatırat bulacaksınız ama hepsinden çok Gümüşhane bulacaksınız. İnsanlar daha fazla doğduğu yerlere alâka duyarlar. İnsanın çocukluğunu geçirdiği ve her köşesinde bir anısı saklı olan yaşadığı yere ilgi duyması gayet tabiî. Çünkü oranın havasını teneffüs etmiş, suyunu içmiş, ekmeğini yemiştir. Aşklarını, sevinçlerini, elemlerini o coğrafya ile paylaşmıştır. Bütün sevdikleri, yakınları hatta geçmişi de oradadır. Belki de bu sebeple sıla-i rahim tavsiye edilmiştir. Vatan bence hatıralardır. O bölgede neşv-ü nema bulan kültürdür. Eser, bazı yerel dergi ve gazetelerde çıkan yazılardan ve bunlara eklenmiş yayınlanmamış çalışmalardan oluşuyor. Hatta Gümüşhane ile ilgili bazı iktibasları da ihtiva ediyor. Bu kitap,
Niyazi KARABULUT
Gümüşhane kitapları arasında kendisine bir yer bulabilirse kendisini bahtiyar sayacaktır. Doğduğum ve hayatımın uzun bir bölümünü geçirdiğim bu şehirde birçok güzellikler yaşadım. Gümüşhane dışında kaldığım yıllarda ise bu güzelliklerin hasretiyle günlerimi geçirdim. Bu kitapla hayatıma bu güzellikleri bahşeden Allahu Tealaya şükür, suyunu içip, havasını teneffüs ettiğim bu coğrafyaya vefa borcu ve bu güzellikleri gelecek nesillere aktarmak, çağdaşlarımla paylaşmak vazifesini de ifâ etmiş bulunuyorum. Bütün bu güzellikleri gelecek nesillere aktaramayacak olmanın endişesini taşıyorum. Endişelerimin yersiz olması umuduyla... Kitabın hazırlanması sürecinde olumlu tenkitleriyle beni motive eden ve kitabın müsveddesini inceleyerek düşüncelerime açılım kazandıran bütün arkadaşlarıma teşekkürü bir vazife biliyorum. Bu eseri Gümüşhane’yi seven ve Gümüşhane güzelliklerini bizimle paylaşan bütün insanlara ithaf ediyorum.
6
Hüzünler Şehri
HÜZÜNLER ŞEHRİ Ne tarihi, ne de coğrafyası değil konumuz. Fakat gümüş renkli bir tarihin hoyrat bir coğrafyadan eriyip gitmesi kayıtsız kalamayacağımız bir durum. Devr-i kadimden beri çağlayarak akıyor Harşit Çayı ve onunla beraber gözyaşları da seyelan ediyor Gümüşhanelinin yüzünde. Çünkü o çilekeştir, gam kasavet yurdudur. Hüznün otağ kurduğu küçük bir Anadolu şehridir Gümüşhane. Sarp coğrafyası, kıt kanaat kaynaklarıyla bir gelin mahcubiyetini kendinde taşıyor gibi. Gümüşhane’yi en iyi anlatacak, Gümüşhane’deki hayatı en güzel şekilde ifade edecek iki kelime… Hüzünler Şehri. Gümüşhane’nin talihine uygun düşer diye karlı bir kış gününde kaleme aldığım bu yazıyı bu şehrin hüzünler yaşamış bir evladı olarak yazıyorum. Vadiler arasında kendisine bulabildiği küçük bir alanda çilesini doldurmakta, gama, kedere, kahırlara, teessürlere beşiklik yapmaktadır. Bu şehir harpler, darplar görmüştür. Yaşamıştır seferberlik yıllarını. Kıtlığın ve yokluğun gölgesi düşmüştür ufuklarına. Bu yüzden hüzünler şehridir Gümüşhane.
7
Niyazi KARABULUT
Nice evlatlarını göç vermiştir, atmıştır yâd ellere. Anadolu’nun dört bir köşesine hicret edilmiştir buradan. Bu yüzden hüzünler şehridir Gümüşhane. Nice gençler okuyup adam olmak için Gümüşhane’yi arkada bırakıp gurbete atılmış; fakat okuyup adam olan delikanlılarını da bir daha görememiştir bu şehir. Bu yüzden hüzünler şehridir Gümüşhane. Bülbülleri yanık öter, türküleri buram buram hasret kokar, mektupları ayrılık gözyaşlarıyla yazılmıştır. Köyleri ıssızdır, sessizdir, kimsesizdir. Bu yüzden hüzünler şehridir Gümüşhane. Analar asker yolu beklemektedir, kızlar, gelinler gurbet yolu... Dut dibine yaslanan kızları hüzün kotarmaktadır bu yüzden. Elma bahçelerinde hüzün türküleri terennüm edilmektedir. Askere giden evlatları geri dönmemiştir; Çanakkale’de, Sarıkamış’ta ve vatanın daha birçok yerinde sayısız Gümüşhane evladı yatmaktadır. Bu yüzden şehitler diyarıdır Gümüşhane. Kuzu seslerinin yankılandığı dağlarda kuzgun sesleri, karabaş, karakaçan, kırat çoktan öteli. Harmanları boş, ambarları zahiresiz, tarlaları ekinsizdir. Bahçelerinde güller solmaya yüz tutmuştur. Minareleri yıkılmış, mescitleri hak ile yeksan olmuştur. Ve Gümüşhane, Gümüşhane olalı ismine layık bir ilgi görmemiştir. Bu yüzden hüzünler şehridir GÜMÜŞHANE.
8
Hüzünler Şehri
VATAN İnsanlar özgür olmak isterler. Çünkü bireysel özde özgün olma isteği vardır. Günümüzde egemen sistemlerin ürettiği “kimlik bunalımı” ile saptırılıp “kimlik kargaşası” haline getirilen özgünlük fikri fıtridir. Çünkü her insan orijinaldir. Bunun yanında aidiyet duygusuna da sahiptir insanoğlu. Çocuk annesinin babasının yanında olmasından mutluluk duyar; ama elini tutmalarına rıza göstermez. Bu, onda var olan özgürlük ve aidiyet anlayışının tezahürüdür. Aidiyet duygusu olmayan insanların dünyada huzur içerisinde yaşamaları mümkün değildir. Aidiyet duygularından bir tanesi de vatan aidiyetidir. İnsanlar bir vatana ait olmak isterler. İçinde yaşadığımız çevrenin bize öğrettiği edinilmiş bir realitedir bu. Vatan kavramı sıla ve gurbet, yurt kelimeleriyle beraber kullanılır. Vatan, Türkçede "Yurt" kelimesiyle ifade edilir. Bir milletin üzerinde yaşadığı, barındığı toprak parçası olarak tanımlanabilir. En ücra köşesinde, toprağının her zerresine tıpkı bir mühür gibi yaşanmış acı tatlı bin bir hatıranın sindiği, ruhumuzun taşına toprağına karıldığı ve tamamıyla bizim olan coğrafyaya verdiğimiz addır Vatan... İnancımızı rahatça yaşayabildiğimiz ortamın adıdır. Kuşlar çalılıkları sever, bebekler ana kucağını. “Bülbülü altın kafese koymuşlar; Ah! Vatan demiş” İnsanlar doğduğu yere bağlıdır çünkü vücudunun damarlarında vatanın zerreleri dolaşmaktadır. Meşhur şair Namık Kemal: “İnsan vatanını sever, çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı ve menfaati vatan sayesinde kaimdir." 9
Niyazi KARABULUT
der. Vatansız insanların da huzur ve saadet içerisinde yaşamaları mümkün değildir. Onun için dilimizde: "Allah kimseyi dünyada vatansız, ahirette imansız etmesin." denilmiştir. Rivayet edilir ki; Süleyman (as) bir saray yaptırmak için ormanı yakacakmış. Bütün hayvanların ormanı terk etmesi için tellallar çıkartmış. Ormandaki hayvanlar yakılacak yeri terk etmişler. Fakat kirpi yangından sonra ölü olarak bulunmuş. Süleyman (as) kirpinin canlanması için Allah’a dua etmiş. Kirpi hayata dönünce kirpiye neden ormanı terk etmedin diye sormuşlar. Kirpi, vatandan ayrı kalmaktansa ölmeyi tercih ettim diye cevap vermiş. Şair ne güzel söylemiş: Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver: Bu sessiz yığın Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu ıssız gölgesiz yolun sonunda Gördüğün bu tümsek, Anadolu'nda İstiklal uğrunda, namus yolunda Can veren Mehmed'in yattığı yerdir. Bir toprak parçasının vatan olması alelade bir olay değildir. Milletin ruhunun o toprak parçası üzerine işlenmesi gerek. Yapısına, yoluna, havasına insanların ruhunun sinmesi gerek. Her karış toprağının şehit kanıyla sulanması gerek. Merhum Mehmet Akif bir dörtlüğünde bu gerçeği şöyle ifade eder: 10
Hüzünler Şehri
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı, Düşün altında binlerce kefensiz yatanı, Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı. Üstünde huzur ve güven içinde, hür yaşadığımız toprak; ayrım yapmaksızın cümlemizi bağrına basan, zengin yoksul demeden hepimizi doyuran ana topraktır Vatan... Yer yuvarlağında bayrakların dalgalandığı, bizi sıcak, sımsıcak sarıp sarmalayan, ana yurt’tur orası. Özgürce yaşadığımız oraya ait olduğumuzu hissettiğimiz yerdir. Bize ait olan değerlerin yaşandığı, yaşanmasına imkân verildiği yerdir. Bu toprakların vatan edinilmesi kolay olmamıştır. Bu topraklar binlerce şehidin kanıyla yoğrulmuştur. Bu topraklar vatanımız olduğu günden beri üzerinde kurulan camisi, köprüsü, okulu, medresesi, hanı, hamamı, kervansarayı, çeşmesi ile üzerine ruhumuzu nakşetmişiz. Nakış nakış taşına ruh işlemişiz. Bizim olduğuna dair ruhumuzu yansıtır bu yerler. Mehmet Akif Ersoy’u dinleyelim: Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu, Nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? Üç kıtada yer yer kanayan izleri şâhid, Dinlenmedi bir gün o büyük şanlı mücahid. Biliriz ki havasını teneffüs ettiğimiz, ekmeğini yediğimiz, bu kuru, şerha şerha yarılan toprağı yeşerten, canlandıran, vatan yapan orada neşvü nema bulan kültürümüzdür. Bir toprak parçası olmaktan çıkıp da vatan hâlini alması, ona olan kara sevdamızın sonucudur. Bu memleket için bir mısra yazmanın bu sevdanın bir yansıması 11
Niyazi KARABULUT
olduğunu biliyoruz. Vatan sevgisi fıtrîdir, insanın içinde yaratılıştan var olan bu duygu övünülecek bir şeydir. Onun için herkes vatanını sevmekle iftihar eder.
12
Hüzünler Şehri
BU ŞEHRE DAİR Her şehrin kendine has özellikleri vardır; hatta bir sembolü. Sembolsüz şehir olmaz. Bir şehri diğerinden ayıran, size sevdiren, özleten de bu özelliklerdir. Eskilerin tabiriyle “nev’i şahsına münhasır” hususiyetlerinin olması. Fakat son zamanlarda bu durum biraz değişti. Sanki kartondan maketlermiş gibi her şehir birbirine benziyor. Caddeler aynı, sokaklar aynı, hatta binaların dış görünüşü, plânı, mimari tarzı birbirinin aynısı. Şehirlerin kendine has mimari yapıları yok olup gidiyor. Gümüşhane’yi Gümüşhane yapan özellik nedir? Düşündüm ki bu özellikler birer birer kayboluyor. Şehir mi, insan mı? Hangisi diğerine tahakküm ediyor, etki yapıyor. İnsan mı şehri, şehir mi insanı değiştiriyor? Şehrimizle beraber insanımızda da değişen değerler gözden ırak değil. Yakın bir geçmişte, çevreye duyarlı, komşularına saygılı, tabiî yaşamaktan zevk alan insanlar nasıl oldu da şu beton kültürünün esiri oldu. “Hayrat” tabir edilen ve gelip geçenlerin meyvelerinden yemesi için dikilen meyve ağaçlarını yetiştiren insanların çocukları bugün meyve ve sebze bahçelerini sökerek yerine betonlar dolduruyor. Suyunu kirletiyor, ağaçların dibine asit akıtıyor. Geleceğini karartıyor. Gümüşhane’nin simgesi olan evler sonbahar çiçekleri gibi bir bir solmakta. Apartman denen heyulâlar geçmişin şirin yapılarını, nârin ahşap işlemelerini boynu bükük bıraktı. Nerede o gül, leylak, hanımeli kokularının arasına karışmış Gümüşhane evleri. Zanaatın sanata dönüştüğü, çizgilerin ruhu okşadığı ve her biri bir sanat eseri olan bahçeli konakların yerini şimdi keskin köşeli apartmanlar aldı. Eski Gümüşhane evleri yerlerini teker teker apartmanlara terk edip yılların 13
Niyazi KARABULUT
arasında kaybolup giderken apartmanların arasına sıkıştırılmış sokaklar çocukların oyun alanları oluyor. Şehirler bina depoları haline geldi. Tarihî doku yok oluyor. Dedelerinden artakalan, evdeki eşyaları eskiciye satan hayırsız evlat misali, tarihi konakları terk ederek büyük şehirlere göçen Gümüşhane’nin yerlileri kadr-ü kıymet bilmeyen kişilere güzelim konakları kiraya vererek yok oluşlarına zemin hazırladılar. Sanattan bî-haber bu yeni konaklılar, konak kapılarındaki süsleri, kapı tokmaklarını söktüler, süslemeleri badanayla kapattılar. Böylece kaderleriyle baş başa kalan o güzelim konakların hazin sonla buluşmaları gecikmedi. Zamana karşı direnmek mümkün değildi fakat Gümüşhane evlerinin vefasızlığa tahammülleri kalmamıştı. Söz birliği etmişçesine bir anda kayboluverdiler. Şehrin doku ve siluet olarak değişmesiyle, yaşayış ve zihniyet de değişti. Apartman denilen köşeli yapılar şehri kuşatmış ve sakinler şehri en kısa zamanda terk edecekmiş gibi birbirinden habersiz. Komşusunu tanıma zahmetine bile katlanmıyor. Şehir kâbus görüyor adeta. Çevre düzenleme plânlarıyla çevrenin yok edilmesine çanak tutuluyor. Eski yapılar, ahşap olmalarından dolayı sürekli yenileniyorlardı. Yeni yapılar durağan ve cesim olmaları sebebiyle ufuklarımızı kapatıyorlar. Ruh halimizde de değişimler meydana geldi. Köyden şehre doğru başlayan göç olgusunun tabiî sonucu olarak yoğun yapılaşma, var olan mahalle kültürünü de yok etti. Eskiden mahallelere giriş çıkışlar, resmi olmayan kontrol altındaydı. Mahalleye giren yabancı kişiler hemen sorgulanır. Öyle gelişi güzel mahallede dolaşılmazdı. 14
Hüzünler Şehri
Mahallenin muhtarı, imamı, bakkalı mahalleden haberdardı. Mahallenin büyüklerine hürmet edilir, küçükleri korunurdu. Mahallenin kızına kimse yan bakamazdı. Komşular birbirlerine teklifsiz olarak çat kapı gidebilirdi. Çıkmaz sokaklarda, mahalle kadınları oturur, sohbet ederdi. Hayatları evde geçen kadınların oluşturdukları bir sohbet ortamıydı sokak. Yakın evdeki genç kızın çay demleyerek sohbet eden kadınlara ikram etmesi olağan davranışlardandı. Şimdi çocuklar asfalt ve beton zeminlere mahkûm edilmiş, yeşilin hayat fışkıran rengiyle ve kendi hammaddeleri olan toprakla baş başa kalamıyorlar. Elma bahçelerine dikilmiş apartmanların talihsiz çocukları, elma ağaçlarının nasıl çiçek açtığını belki de görmeden yetişiyorlar. Hatta hangi ayda meyvelerin çiçek açtığını... Gerçi Gümüşhane’nin parklarına dikilen ıhlamurların kokuları hâlâ burnunuza kadar gelir. Mahalle aralarında evlerin yanlarında sığıntı gibi duran küçücük bahçelerde hâlâ leylaklar, kırmızı ve sarı güller hayat mücadelesi veriyor. Ve bu mücadelenin verdiği yorgunlukla mıdır bilinmez cılız kalmışlar. Balkonları ve pencere önlerini süsleyen sardunyalar, sultan küpeleri, camgüzelleri çocukların görebildiği... Atkestaneleri, akçaağaç ve akasyalar gölgelerinden bir şey kaybetmemiş henüz... Köklerini zamanın derinliklerine salan bu ağaçlar direnişlerine cadde kenarlarında devam ediyorlar. Gümüşhane’nin ara sokaklarında dolaşırken, eski bahçelerin olduğu yerlerde gezerken ruhunuzu okşayacak “Gümüşhane Güzelleri” türküsünü duyamazsınız. Zaten güzellerin dibine yaslanacağı dut ağaçları çoktan kesilmiştir. Elma bahçelerinin yerlerinde çimento ile beslenen binalar büyümektedir. Tırtıl misali kendi mezarımız olacak binaları 15
Niyazi KARABULUT
dikmekten çekinmiyoruz. Türküler mi? Tıpkı yaz gelince Zigana dağında eriyen karlar gibi bu güzellikler de eriyip gidiyor. Artık gençler günübirlik parçaların kulak tırmalayan gürültüsüyle avunuyorlar. Harşit Çayı Gümüşhane’nin en önemli öğelerinden biri. Bence, İstanbul için Haliç, Paris için Sen ne ise Gümüşhane için Harşit odur. Harşit’i kim hatırlamaz ki... Fuadiye Köprüsü’nden Daltaban Köprüsü’ne kadar döşeli renkli kaldırımlarda birbirini sevenler, Harşit’in şırıltısını dinleyerek, az mı turlamıştır. Yaz akşamlarında bahçesinin bir yanında oturup çayını yudumlarken Harşit’i seyredenler az mıdır? Bahar günlerinin ikindilerinde coştukça coşan bu çay seyirlik değil midir? Yaz aylarında Harşit’in sularına balıklama dalan delikanlılar, ya da türkülerini Harşit’in çağıltısına katan çobanlar unutabilir mi Harşiti? Balık ağını Harşit’e savurup leziz balıkları bir kenarında pişirip afiyetle yiyen piknikçiler unutabilir mi Harşit’i? Harşit’in suyu çevresindeki bahçeleri sulayarak yumruk yumruk elmalar, armutlar yetiştirip önünüze sererken kim iddia edebilir damarlarında Harşit’in dolaşmadığını? Harşit’i unutmak vefasızlıktır. Fakat ne yazık ki Harşit o eski camgöbeği renginden mahrum, boz bulanık, yorgun argın... Malatya’nın kayısısı, Rize’nin çayı, Bursa’nın şeftalisi varsa bizim de kuşburnumuz var, göbek elmamız var. Göbek elmalarını toplamak bir sanattır. Eskiden elma toplayıcılar 22 ayak merdiveni büyük bir titizlikle elmanın dalına yerleştirir; daha önceden içine koyun postu sararak hazırladıkları sepetlere elmaları dalından büyük bir ihtimamla koparıp yerleştirirlerdi. Elma özenle koparılmazsa gelecek yıl iyi ürün alınamazdı. İçi 16
Hüzünler Şehri
postla kaplanmış sepetler elmayla dolunca iplerle aşağıya sarkıtılır bundan sonra iş elma dizicilere kalırdı. Sayıları altı, yediyi geçmeyen elma diziciler işlerini bir sanatkâr titizliğiyle eda ederlerdi. Elmaların birinci kaliteleri sandıklara dizilince kapakları çakılarak İstanbul’a gönderilir burada müşteriyle buluşurdu. İkinci kalite elmalar Erzurum’a, üçüncü kaliteler Bayburt’a gönderilirdi. Kalan diğer kısmı iç piyasada tüketilir, yaralanan ve ezilenler soymaç yapılarak kurutulurdu. Kuşburnu da artık bizim gündemimizde. Kuşburnunun ufak tefek oluşuna bakmayın, küçücük bünyesinde oldukça fazla vitamin saklıyor. Son yıllarda ekonomiye kazandırılmasıyla Gümüşhanelinin hayatında ayrı bir yer yaptı. Eskiden kuşburnu kaynatıp içerek soğuğa karşı korunurduk. Reçelini yapardık... Artık kuşburnu ürünleri bakkalların, marketlerin vitrinlerini süslüyor. Hatta gittiğiniz diğer şehirlerde Gümüşhane menşe’li kuşburnu ürünlerini marketlerin ışıltılı raflarında bulmanız mümkün. Bu da Gümüşhane insanına gurur vermiyor değil. Evet, bizim kuşburnular muhacir olmuş da büyük şehirlere göç etmiş, demek gelir içinizden. Yoksa insanımızla aynı kaderi mi paylaşıyor? Karadeniz’in hırçın dalgalarına benzeyen dağlar arasına sıkışmış bir gemiyi andırıyor şehir. Gümüşhane’de sizi tarihe götürecek nesneler çok azdır. Şehrin bu günkü yerleşim alanına taşınmasıyla yok olan bir şehir, tarihin karanlık sayfaları arasında kalmıştır. Yeni binalarda belki süs var, gösteriş var, cesamet var; ama ruh yok, sanat yok, ahenk yok, sadece hesap ve hendese var. Sizi şairane duygulara sevk edecek nitelikte bir yapı bulamazsınız. Şimdi Gümüşhane gelişmekte olan bir 17
Niyazi KARABULUT
şehir. Sürekli değişim yaşıyor. Süslenmeyi yeni öğrenmiş bir genç gibi gündelik kılık değiştiriyor sanırsınız. Gümüşhane evleri, mahalleleri, sokakları bir tiyatronun basamaklarını andırır; ve bu tiyatronun sahnesini vadinin ortasından geçen Harşit çayı işgal eder. Gümüşhaneliler bulundukları yerden, oturdukları evin balkonundan Harşit’in gâh durgun akışını, gâh hırçın çağlayışını seyrederler. Harşit bir tiyatro eseri gibi kendisini seyrettiriyor. Gümüşhane dağlık bir arazide büyümek isteyen bir şehir. Meyilli bir araziye sahip. İnsanlar çevreyi ıslah etmek için fazla çaba göstermek zorundadır. Bu yüzden Gümüşhane’de arsa oldukça kıymetlidir. Yamaçlara sırtta kum çimento taşınarak yapılan evleri gördükçe bu çalışkan insanlara gıpta etmemek elde değil. Okuryazar oranının yüksek olması bu şehrin övünülecek bir özelliğidir. Fakat ne acıdır ki bu potansiyel çeşitli sebeplerle şehri terk etmiştir. Kadre uğrayan, geçim sıkıntısı çeken herkes memleketini terk etmek zorunda kalmıştır. Gümüşhane insanı memleketini seviyor fakat buna rağmen en fazla göç veren illerin başında Gümüşhane gelmektedir. Gümüşhane insanı gurbeti rüyasında görmüş, hayallerinde canlandırmış ve bizzat yaşamıştır. Çeşitli sebeplerle vatandan uzak kalmıştır. Bundan dolayı doğup büyüdüğü bu yerlere tarif edilmez bir aşkla bağlıdır. Hani bir söz vardır: “Vuslat olunca aşk biter.” Evet, gurbetin insanımıza bahşettiği bir şey var: Gümüşhane aşkı. Nüfusunun bir 18
Hüzünler Şehri
katından fazlasını gurbet ellere atmış bir şehre, kara sevdalıların olması çok doğal değil mi?. Ayrılık kelimesi güz mevsimini hatırlatır bana. Bu mevsim kadar vedâyı hatırlatan bir zaman dilimi var mı? Yaz aylarında Gümüşhane’yi unutamayan hemşehrilerimiz gelir, güz mevsiminde şehirden ayrılırlar. Ayrılığın hüzün mekânı, otogardır. Gümüşhanelinin içinde otogarın ayrı bir yeri vardır. Orada nice ayrılıklar yaşanmıştır. Askere gidecek delikanlılar buradan uğurlanır dualarla, davul zurnalarla. Gençlerin boyunlarına kilitlenen kollar hiç çözülmeyecek zannedersiniz. Delikanlılar ne kadar iradelidir, bu haldeyken bile gözlerinden bir damla yaş süzülmez. Tunç bir gövde, çelik bir ruh ve olanca çıplaklığıyla bir gurur sergiler delikanlılar. Ayrılık öpücükleri, el sallamalar... Ancak otobüs gözden kaybolunca gözyaşları yanaklardan süzülerek kaybolur. Bir şehir süzülür yanaklardan. Geride gözü yaşlı analar, yol bekleyen nazeninler kalmıştır. “Gidip gelmemek, gelip bulmamak var”dır. Buradan sadece askerler mi uğurlanır? Hayır. Gelinler gönderilir “aşrı aşrı memleketlere”. Nice aileler buradan yol alırlar geleceğe. Geçim derdi için, bir lokma ekmek için; hicret ederler, muhacir olurlar, yerlerinden, yurtlarından. Bu yüzden Gümüşhaneli hasret kotarır yıllarca. Bir kişinin başını ellerinin arasına alıp düşündüğünü görürseniz biliniz ki gurbette yakınları vardır, bir parçasını salmıştır gurbet ellere. İlk bakışta insanların hüznünü anlamak mümkün olmayabilir. Bunun için iyi bir gözlem yapmak gerekir. Çok fazla eskiye gitmeden, salı gününde şehri düşünün, sıradan bir şehir yaşantısı vardı diye hatıralarınız canlanır. Fakat bir istatistik yapılmış olsaydı en çok satılan 19
Niyazi KARABULUT
şeyin sigara, zarf ve mektup kâğıdı olduğu ortaya çıkardı eminim. Sigara ve kâğıt... Sigaranın dumanı havada kavisler çizerken, kâğıt üzerine yazılan hasret cümlelerini görür gibi oluyorum. Hatta bunun manilere yansıması kulaklarımızı çınlatır hâlâ... Yazı yazdım kış idi Kalemim gümüş idi Daha yazacağıdım Elim üşümüş idi Yazı yazdım karadan Dağlar kalksın aradan Bizi kavuşturasın Yeri göğü yaradan Yazı yazdım vardı mı? Yar eline aldı mı? Doğru söyle götüren Yüreğinden yandı mı? Al şalım yeşil şalım Dağları dolaşalım Aramız uzak kaldı Mektupla konuşalım Mektup, gurbette olana sılanın havasını bir anlık olsa da yaşatan ona memleket kokuları bahşeden bir aracıydı. Bazen sılada, gözleri yolarda, haber bekleyen anaların, yavukluların yüreğine ferah esintiler saçan elçiydi. Bir diyardan bir diyara, haber taşıyan mektuplar, onlara tutunurdu hasret yüklü kalpler. 20
Hüzünler Şehri
Artık mektup önemini yitirdi. Teknoloji onun pabucunu da dama attı. Şimdilerde telefon kabinlerinde kuyruklar oluşuyor. Kabinler dostlara açılan kapılar gibi durur. Bu yaşanan hasretin bir göstergesi değil midir? Hele elektronik postanın o soğuk yüzü mektubun tahtına göz dikmiş. Evet, şehir bütün bunları bünyesinde barındırıyor. Siz, Gümüşhane’yi ister kuşburnusuyla, ister madenleriyle, ister dağlarıyla, ister insanlarıyla, ister Karaca Mağarası’yla, ister elmasıyla yâd edin fark etmez. Önemli olan Gümüşhane’yi hatıralarınızda yaşatmanızdır. Bence bu şehir hatıralarda yaşanandan daha fazla güzellikler saklıyor.
21
Niyazi KARABULUT
22
Hüzünler Şehri
MUHACİR ŞEHİR Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa O şehirden öç almanın vakti gelmiş demektir. İsmet Özel Modern zamanlarda çarşılarımız kenevir, kandil gecelerimiz buhur kokmuyor. Çünkü şehirlerimiz, kişiliksiz sakinleri, estetikten yoksun kimliksiz apartmanları, vitrinleri, dükkânları, pasajları, meydanları, kaldırımları, sokak ve caddeleriyle sıkıcı ve sıradan… Şehirleri birbirinden farklı kılan, ayıran, bu ayrılıklardan güzellikler çıkaran ayrıntılar birer birer yok oldu. Şehrin sadece taş binalardan, kilise veya camilerden, meydan veya kalelerden oluşmadığı herkesçe bilinen su götürmez bir gerçek... Her şehrin arkasında o şehri oluşturan bir sosyal yapı var. Şehirler fiziki yapılardan, caddelerden ibaret değil. Şehirdeki en önemli unsur insan unsurudur ve bu unsur şehre farklı bir değer katar. Şehir; içerisinde insan unsurunu, tabiatı, havayı, suyu, sanatı, müziği, mimariyi sosyal hayatı alıp bir kenara koyamazsınız. Koyarsanız ruhsuz bir heykel durur karşınızda. Şehir hepimizin de bildiği gibi çok sayıda insanın birbirini tanımadan çeşitli etkinlikler yapmak için veya doğal sebeplerle bir araya geldiği bir mekândır. Bu mekânda bulunduğunuzda orayı benimsersiniz, artık o şehir sizden bir parça olur. Sonra çeşitli sebeplerle o şehirden ayrılmak zorunda kalırsınız. Bu acı sizi yakıp kavurur, tıpkı bir sevgiliden ayrı kalmış gibi. İşin 23
Niyazi KARABULUT
daha acı bir yanı vardır ki o da, hayallerinizde yaşattığınız o şehri eskisi gibi bulamamak, her geçen gün biraz daha yitirmektir. Oynadığınız bahçenin site olması, oturduğunuz parkta betonların yükselmesi kısaca o eski ruha sahip şehri yerinde bulamamak sizi acıtır, derinden yaralar. Şehirleri değiştirmeden yaşatmak mümkün olmayacağına göre en azından ruhlarını kitaplarda, yazılarda yaşamak o şehrin sakinlerine düşen görev olsa gerek. Bir şehri anlatmak o kadar zordur ki; bir insan kadar girifttir şehir. Şehir üzerine söylenen her sözün tarihte de günümüzde de şehri tam olarak açıklamaya, şehrin bütününü anlamlandırmaya yetmediği açıktır. Dıştan baktığınızda mamur gördüğünüz bir şehrin iç dünyasında bir harabatla karşılaşabilirsiniz. Bunun tam tersi de mümkündür. Gümüşhane’de kündeye gelen konaklarda şekillenen gündelik hayat, birbirine kefil mahalle sakinlerinin hayat tarzı hakkında bilgi sahibi olmak hem Gümüşhane’yi daha iyi anlamamıza yardımcı olacak hem de kendimizi bulmamız, şehrin ruhuyla buluşmamız için bir zaruret. Bir şehrin camisinden bahsederken o cami avlusunda yapılan sohbetten, bir çeşmeden bahsederken o çeşme başında şekillenen hayattan bigane kalamazsınız. Bunun gibi kıraathanelerde konuşulanlar, kısaca bir şehrin sosyal yanı anlatılması elzem olan taraflarıdır. Evlerin avlu duvarlarıyla içine gömüldüğü mahremiyet bize çok şeyler anlatır. Gümüşhane ile ilgili kitapları incelediğimizde şehri anlamak ve anlatmakta başarılı olamadığımız kanaatindeyim. Bu durum 24
Hüzünler Şehri
şehirle ilgili bir nakısadan değil, onu takdir etmeye kalkan kalemlerdeki acziyetten kaynaklanıyor. Herkesin bir şehri vardır; kürkçü dükkânı misali dönüp dolaşıp geldiği, ondan uzak olduğu zamanlarda hayallerinde yaşattığı... Benim şehrim de Gümüşhane’dir. En tatlı hatıralarımızı bu şehrin baharlarında ve son baharlarında yaşadığımız abartı değildir. Elma ağaçlarının çiçeğe büründüğü mevsimler ile bahçelerin sarı yapraklarla kaplandığı güz mevsimi beni bu şehirde etkileyen iki zaman dilimidir. Bu dönemlerde bu şehir daha nahif detaylar sunar bana. Benim şehrim Gümüşhane’dir; çünkü bu şehir kendi değerlerini üreten, sürekli tazeleyen ve kendinden emin bir topluluğun yaşadığı şehirdir. Dünyevi olanla uhrevi olanı mezcedip, hayatla barışık yaşayanların şehridir Gümüşhane…
25
Niyazi KARABULUT
26
Hüzünler Şehri
BU ŞEHİRDE KAÇ KİŞİSİNİZ? Bir şehri tanımak kolay değildir. Binalardan, caddelerden söz etmiyorum şüphesiz. Şehirlerin sürekli yenilenen siluetleri çok hızla genişleyen çevreleri tanınmasını zorlaştırıyor elbette. Bir medeniyet sembolü olarak şehir (Medine) ne anlam ifade ediyor bizim için. Şehirler sürekli değişen yapısıyla anılarımızın kabristanı olmuş çoktan. Bir, iki yıl önce çay içtiğiniz o asmanın yerine devasa bir bina dikilmiş. Bu madalyonun bir yüzü. Madalyonun diğer yüzü ise şehirlerin sürekli değişen demografik yapısı. Nerede iki yıl önceki komşunuz. Mutlaka başka bir mahalleye taşınmıştır. Artık buralar birer mesken değil, zayıf hatıraları kısa bir süre ağırlayan konutlar. Eşyalarını sürekli yenileyen, o mahalleden bu mahalleye taşınan çocukların hatıralara dair hafızaları da geçici olacaktır elbette. Şehirler kocaman bir otele dönüşüyor. Belki de bu yüzden gençlerin “nerelisin?” sorusuna cevap verirken, “annem falan yerli, babam filan yerli, ben ise şuralıyım” gibisinden cevap vermeleri. Bütün bunlara ilaveten bir şehre ait olmanın başka argümanları da vardır. Bir şehre girdiğinizde kocaman bir tabela karşılar sizi. Şehrin nüfus sayısının ve rakımın üzerinde yazılı olduğu mavi bir tabela. O şehirde yaşamaya başladıktan sonra bu mavi tabelada belirtilen sayıdaki kişiyle bir şehri paylaşmak gibi bir ortak tarafınız vardır. Bu sayının içindeki kaç kişiyle sizin iletişiminiz vardır. Kaç kişi sizin frekansınızdadır. Bu şehirde sizi anlayan kaç kişi vardır. Ya da
27
Niyazi KARABULUT
tersinden bakarsak sizin anladığınız kaç kişi… Daha doğrusu bu şehirde kaç kişisiniz? Şehrin nüfus tabelasında yazan rakam bu açıdan bakıldığında bir anlam ifade etmez. Asıl önemli olan yüreğinizi ve yüreğinizdekileri paylaşabileceğiniz kimselerin olmasıdır. Candan kucaklayıp boynuna sarıldığınız, çağırdığınızda gelen, çağırdığında tereddütsüz gideceğiniz kaç insan var bu şehirde. Sizin için bu şehrin nüfusu o kadardır işte. Bir şehrin kaldırımlarında kalabalıkları yararak yapayalnız dolaşıyorsanız, selam verecek insan arıyorsa gözleriniz bu şehrin nüfusu milyon olsa ne çıkar. Dünyanın en kalabalık şehri olsa da sizin yalnızlığınızı gideremez. Tut ki dilini bilmediğiniz yabancı bir ülkenin ücra bir kentindesiniz. Bu şehirde dilinizi anlayan Allahın bir kulu dahi yok. Kendinizi ne kadar yalnız hissedersiniz. Can dostlarınızla paylaşamadığınız bir lokma, bir yoldaşınızla adımlayamadığınız sahil, sevgilinizle beraberce bakamadığınız yakamozlar sizin için ne anlam ifade eder. Bir şehirde sizin dilinizi konuşan fakat sizin konuştuğunuz frekansa kapalı insanların olması, bunların sayılarının fazla olması sizi yalnızlığınızdan çekip alabilir mi? Sizi içine düştüğünüz girdaptan kurtarabilir mi? Fikir hevenkimizi kaç kişi anlar. Gönül frekansımızı alabilen kaç anten var. Kaç insan düşünce ufkumuza yelken açar bizimle cesaretle… Kaç kişi yorulmadan, yılmadan yoldaş olur bize ıssız hıyabanlarda. Kaç kimse bizimle dalar tefekkür ummanına. Kaç kişi fikir külhanında sizinle yanmaya 28
Hüzünler Şehri
namzettir. Kaç insan karanlıklardan maviye hicret için bizimle yol arkadaşlığı yapar. Kaç kişi sizin safınızda cenge hazırdır. “İnsan konuşan hayvandır,” demiş mantıkçılar. Konuşup anlaştığınız, diyalog kurduğunuz kaç kişi var bu şehirde. Yolunuza yüreğini döşeyecek kaç vefalı dost var. Beraber yürüyebileceğimiz, omuz omuza vereceğimiz kaç insan bulabiliriz. Aynı hedefe kilitlenen kaç adam. Sahi siz bu şehirde kaç kişisiniz?
29
Niyazi KARABULUT
30
Hüzünler Şehri
TARİHİN SON ÇIĞLIKLARI Eski Gümüşhane (Süleymaniye Mahallesi) bir hüzün tablosu halinde karşımızda duruyor. Bir Gümüşhaneli için bu tablo ne acıdır. Yıkık minareler, camiler, evler, hamamlar, kiliseler oklarını yüreğinize saplar adeta. Amansız bir hastalığın pençesine düşmüş, kendisine yaklaşan beyaz giysili tabipleri umut ışığı olarak gören bir hasta gibi. Mezarlar, türbeler ve konaklar hüzünlü duygular bahşeder size. Kasavet kaplar içinizi. O ipek yolunun hareketli olduğu dönemlerin müreffeh şehri değildir karşımızdaki. Katar katar kervanların konup kalktığı ve şehre huzur sağladığı zamanlar tarihin derinliklerindedir. Bu kadim Osmanlı şehrini harabeye çeviren hangi savaştır, hangi depremdir? Yoksa Hiroşima’ya atılan atom bombası buraya mı düştü? Hayır, hayır. Sadece terkedilmişlik. Mahalleler duvar yıkıntısı, pırıl pırıl parlayan çarşıları harabe, dükkânlar samanlık olarak kullanılıyor. Bahçelerinde gül yerine ısırgan otları bitivermiş. Ne dayanılmazdır, bu yıkıntı, bu çöküntü. Koskoca şehir üzerinize çökmüş sanırsınız. Şimdi taş yığınından ibaret kalan bu binaları, büyük bir sanatkâr titizliğiyle yerine koyan ve muhteşem sanat eserleri vücuda getiren eller nerede. Kaderin ne getireceği o günden bilinemezdi. Taşları ustalıkla üst üste koyan, kemerleri, nişleri, tonozları inşa edenler kendilerinden sonra gelecek nesillerin 31
Niyazi KARABULUT
buralarda hayat süreceğini tahmin ediyordu. Fakat öyle olmadı, şimdi mezarları bile belli değil, hak ile yeksan. Kader işte. Tasavvufta “dünyadan el etek çekme” diye bir tabir var. Sanki Eski Gümüşhane’yi bir sofunun eline vermişler de o da dünyadan el çekmiş, şehri kaderiyle baş başa bırakmış. Yoksa buraya taun uğramış da çarşılarında dolaşan palabıyık, köstekli delikanlılarını almış, başlarında moru mor, alı al yemenili nazeninleri kara toprağa katmış. Mahalle aralarında cıvıldaşan çocukları bu hastalık mı terkisine alıp gitmiş. Dedik ya; hayır, hayır binlerce hayır. Minarelerin toprakta dinlenen gölgesine baktıkça bir zaman tünelinde ilerliyor gibi olursunuz. Etrafında gezen nazeninlerin zarafetiyle minarelerin zarafeti yarışır. Beyaz sakallı nur yüzlü ihtiyarlarla karşılaşırsınız. Köşeden bir kadının lahori şal içerisinde çekingen tavırlarla ve hızlı adımlarla süzülüp gittiğini zannedersiniz. Esen rüzgara kulak verirseniz yıllarca önceden okunan ve şehre lahutî bir hava veren ezan seslerini duyarsınız sanki. Taş yığınlarından, mahalle aralarından Bavlilerine ağlayan kadınların seslerini, çığlıklarını, mersiyelerini duymamak kabil mi? Öte mahalleden bir kadın bilmem hangi muharebede kaybettiği eşine Kuran-ı Kerim okumaktadır. Çocuklar sıbyan mektebini cıvıltılarıyla doldururlar. Bütün bunları yaşarsınız, eski şehri seyrederken. Ve ilham asla yorulmaz. Şehir sevgilisi tarafından terkedilmiş ve kaderine küsmüş, iç dünyası harabeye dönmüş ve bu hali fiziğine yansımış, gam kasavet yurdu bir aşığı hatırlatıyor. Evet, hangi sevgiliden ayrıldın da bu firak seni böyle harabeye çevirdi. 32
Hüzünler Şehri
Söyle ey şehir seni matemlere gark eden o ayrılığı. Eyvah! Eyvah! Ata yurdu ıssız kalmış, koca bir kabristana dönmüş her yanı. Her tarafa sinmiş sükût. Artık o eski melodiyi terennüm etmiyor çeşme kurnaları. Ses yok, sâdâ yok, seslenseniz hiçbir aksiseda yok. Dağlar, yamaçlar, duvarlar sağır, her yan ıssız, sükût kesilmiş her taraf. Ölü toprağı serpilmiş her köşeye. Bu şehir Evliya Çelebi’nin övgüyle bahsettiği şehir değil; harpler, darplar, bütün bulaşıcı hastalıklar bir silindir gibi şehrin üzerinden geçmiş. Masallarda yaşayan efsanevî kahramanlar gibi eski Gümüşhane ancak hayallerimizde yaşıyor. Süleymaniye Camii bir sevgiliden arta kalan değerli bir eşya gibi bir devrin hatırası olarak hâlâ yaşamakta. Bir rüyadan uyanmış gibi. Keşke sükûtun dili olsa da konuşsa. Eski Gümüşhane sokaklarındaki harabeler bir zamanlar bir çok küçük sanatın icrâ mekanıydı. Ve Gümüşhanelinin hayat tarzı bu binalarda şekilleniyordu. Giyim eşyaları, kaşmirler, halılar, sedef kakmalı sanat şaheseri mobilyalar satılırdı bu çarşılarda. Sırmalı ve gergef işlemeli kumaşlar, hakiki deri çapulalar el değiştirirdi. Canca’da basılan paralar tedavülde idi. Keseler Gümüşhane gümüşleriyle şenlenirdi. Şu anki tablo ancak ölümü ve vefasızlığı tasvir edebilir. Yıkılan şehre ve taşları devrilmiş mezarlara baktıkça ahirete bir kapı aralıyor duygusu hâkim oluyor. Şehir; yağı tükenip de yavaş yavaş ışığı azalan ve nihayet sönen bir kandil gibidir. Vaktiyle bu sokakları şenlendiren semerciler, demirciler, kuyumcular, mestçiler, kaşıkçılar, fırıncılar, bakırcılar velhasıl bil cümle erbabı ticaret terki dünya eylemiştir. Acem diyarından gelen bezirgânlar, Rum ve Ermeni tacirler, 33
Niyazi KARABULUT
Müslüman esnaf, dökümcüler, oymacılar, nakkaşlar çoktan geçip gitmişlerdir. Bu karşımda duran tablodan çıkarılacak yüzlerce, binlerce hikâye var. Ancak bu görüntünün bir roman veya hikâye yazarının muhayyilesine düşmesi gerek. Bir şehirden elimizde kalan Süleymaniye Camii yetimliğini her haliyle aksettirir. Zeki Bey’in konağı zamanın acımasız yumruğunu yüzünde hissetmiş, harabeye dönen çehresiyle eski Gümüşhane’deki hayatı hayalimizde canlandırmaktadır. Kileri, mutfağı, harem ve selamlık bölümleriyle içinde yaşanan hayatı özlüyor gibi. Bu duvarlarda hangi nağmeler yankılanmıştır!... Hangi davulun gümbürtüsüyle coşmuştur bu dağlar!... Kaç yasin-i şerif dinlemiştir nişler, tonozlar!... Şehri saran yüce tepelerin arasındaki garip sessizlik burayı cinlerin mesken eylediği duygusunu verir size. Ferhat misali bu dağları delen maden işçileri hangi bilinmez diyarlara göç etmiştir. Evet, bu hal yarada kezzap, ciğerde köz, gönülde elem... Bülbüllerden arta kalan yuva bozulmuş, harap, perişan, virane... Matem sökün ediyor dört bir yandan. Kuşların cıvıltısı, orada hayat belirtisi olan birkaç evin bahçesinden yükselen horoz sesi sizi kendinize getirmeye yetiyor. Bir iki evin bacasından yükselen dumanlar hayat izleri taşıyor. Keşke kendimize gelebilsek, değerlerimize sahip çıkabilsek. Ah! Bu hazin manzara karşısında bir duygulanabilsek. Eğer duygulansaydık böyle olur muydu? Şehrin bu günkü yerine taşınması sonucu burası metruk bir halde kalmış. Eski eserleri koruma kanununun var olduğu bu 34
Hüzünler Şehri
memlekette eski Gümüşhane bir hüzün abidesi olarak durur karşımızda. Duygusuz olmak kadar kötü bir dert yok; Heyhât! Bakıp da duygulanacak fert yok. Kullanım tarihi geçmiş bir eşya muamelesi görmek bu şehrin onuruna dokunmaktadır. Ne kubbelerde yankı bulan Kuran sesi, ne şadırvanda ruhu dinlendiren suyun şarıltısı... Güvercinler pervaz vurup uçmuşlardır avlulardan. Gelen geçen yolcuların okuduğu fatihalar ulaşacağı mezarları bulma telaşındadır. Rüzgârlar bir yokluğun, bir çöküşün şarkısını mırıldanmaktadır. Bir yitik kentin öyküsüdür bu. Bir antik yalnızlığın iç çekmesidir. Bağrında zamanın eridiği, çağların geçiş töreni yaptığı bu şehir ölüler diyarı olup kalmıştır. Gürültülerini özlemiştir bu şehir, külünk gürültülerine hasrettir. Zaman bir çığ gibi önüne katıp götürmüş. Beyin travması geçiren hasta gibi şuurunu kaybetmiştir şehir. Şehre bir kenardan bakınca tarihi bir rüya görürsünüz; ancak tonozlu, kubbeli, kemerli, nişli rüyadan uyandığınız an bir harabatla karşılaşırsınız. Bir şehrin yaşadığı teessürü böyle birkaç paragrafa sığdırmak mümkün mü? Nice mutasarrıflar, nice erkân-ı liva, nice müderrisan yaşadı. Nice Bavliler maden ocaklarında can verdi. Ve nice kişiler köstekli saatinin gümüş zincirinin Gümüşhane malı olmasından gurur duydu. Nice kadınlar başlıklarını Gümüşhane paralarıyla süslediler. Nice ecnebilere mekân oldu buraları. Bütün bunları anlatmak, yazmak mümkün değil.
35
Niyazi KARABULUT
Eğer II. Abdulhamit Yıldız Sarayı’nda bir fotoğrafhane kurmasaydı bu gün elimizde bulunan Eski Gümüşhane’ye ait resimlere sahip olamayacaktık. Eski Gümüşhane, Gümüşhanelinin vefasızlığını yüzüne çarpıyor da bunun farkında değiliz. Bizde tarih şuuru gelişmemiştir. Süleymaniye Mahallesi’nin korunması gerekirken şehrin merkezindeki birkaç evin restoresiyle yetinilmesi doğrusu anlaşılacak gibi değildir. Kültürün yok olması bir tarafa en azından turizm açısından bu konuya el atılmalıydı. Mehmet Akif’in şu şiirleri ne kadar uygun düşüyor Gümüşhane için: Bu ıssız âşiyanlar bir zaman candan muazzezdi; Bu damlar böyle baykuş seslerinden çın çın ötmezdi; Şu kurbağalar seken vâdîde ceylanlar koşup gezdi; Şu coşmuş, ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi; Bütün mâzîyi bir tufan, fakat hep boğdu, hep ezdi!1 Eyvah, ıssız diyâr-ı dilber... Her hatvesi bir mezâr-ı muğber! Uçmuş da içindeki terâne. Kalmış sessiz bir âşiyâne.2
1 2
Safahat, 197 Safahat, 105
36
Hüzünler Şehri
TENHA BİR ŞEHRE İÇTEN BAKMAK İbrişim şirazeli bir kitaptır her şehir… En zorlu düğümlerin çözüldüğü yer şehir… Dilaver Cebeci Pencerelerinde ışıkları sönen şehri uykuya, deprenen duygularımı sayfalara yatırıyorum, hüzünler toplayarak yalnızlığıma, dağılan karmakarışık hayatın bilinmez kollarına bırakıyorum kendimi. Bu şehrin kodlarını çözmeye çalışıyorum. Çünkü aslında şehirler de canlıdır tıpkı insanlar gibi. Hani insanlar zübde-i âlem, birer muamma… Şehirler de öyle… Bu küçücük şehirde bazen kayboluyorum. Saat saat hasretle yaşlanıyorum; bu şehrin sokaklarında ah ile yalnızlıklara yaslanıyorum. Yüreğimin sokakları labirentlere dönüştüğünden beri kalemimde küstü ellerime. Ellerim ki zemheriye düşmüş birer kelebek... Ellerim birer kanadı kırık serçe ceplerimde... Bienaller, festivaller, sergiler, filmler, konserler, gözde mekânlar yok bu şehirde. Bir limanı yok bu şehrin. Gümüşhane bakışlarımızı güzelliklere çevireceğimiz bir şehir olmaktan öte bakışlarımızı içimize yönlendiren münzevi insanların şehridir dersek daha doğru bir söz olur. Bir daha bakın bu şehre… Türkiye fiziki haritalarında işaretlenen yerine değil. Bizzat kendisine bakın. Karanlık sokaklarına, beton evlerine, yapayalnız caddelerine… Münzevi çehresine, teatral 37
Niyazi KARABULUT
sokaklarına bakın… Bir anda fotojenik masum bir çocuk gibi görünmedi mi gözlerinize? İnsanlarına bakın; insanları da farklıdır buraların... Selamsız geçilmez kapılarından, kimseden ödünç istemeye çekinilmez. Herkes aynı ailedenmiş gibi davranır birbirlerine, samimidir, içtendir insanlar. Bir şehrin yalnızlığına dair tenha ve mahzun acılar büyüyor içimin gece rengi tufanında… Kırağı düşmüş baharlar oluyor içim. Şiirler işliyorum zamanın gergefine. Şimdi susmak yetmiyor... Bu şehrin hafızasına not düşmek gerekiyor. Hatıralarımızı kısa bir süre saklayan mekânlar nerede? Zafer meydanındaki çay ocaklarında dost sohbetleri, yüklü bulutlardan boşalan damlalarla, kadife yumuşaklığında sönerken gökyüzündeki son kızıl çizgi de gecenin koyu karanlığında kaybolur. Hızlanan iri yağmur damlaları, geçmişin izleriyle yaralı düşünceleri silmek ister gibi, şehrin yanaklarındaki hüzün gözyaşlarıyla buluşarak, kuşburnu ve kekik tadıyla Kuşakkaya’nın serinliğini de şehre beraberinde taşıyarak, sonu ve sonsuzluğu bir arada çağrıştıran Harşit çayının boz bulanık sularına karışır burada. Mevsimlerin dönme dolabına bindiğim bu şehirde lunaparkların olmaması üzmüyor beni. Bu şehrin kargaşadan, karmaşadan ve keşmekeşten uzak halini beğeniyorum, en çok bu tarafını seviyorum... Bu şehirde yağmur; Nisanda yağdığında umut, Eylülde hüzün getirir. Kar inziva örtüsüyle bürüyünce Kasımda şehri, insanın kendi içine bakacak çok zamanı olur... Bekleyin gece olsun. Bu şehri bir de gece görün… Bu şehir gecenin o vaktinde, yalnızlığınızı hatırlatmaz mı size? Kar gecenin ışığıyla kaldırımları boyayınca; hani birden bire koca sokak bir tuvale döner. Ay ışığının şavkı 38
Hüzünler Şehri
vurunca, karanlıklara ışık saçan karda ayak izleri beni yabanlara taşır, işte bu hali de seviyorum... Karın ressam tarafını seviyorum. Beni inzivaya salan tarafını… Zaman gecenin sönük sokak lambaları altında hızla ilerler ama sokaklar, kaldırımlar, arabalar yerli yerinde. İnsana ait ne varsa bu şehirde, sessizliğe bürünür saatler ilerledikçe. Siz bu sırada içinize dönün, sonra düşünün; Neleri götürdü sizden? Neleri, bu şehrin şimdi yapayalnız kalan sokaklarında yitirmek zorunda kaldınız? Nerde, ne zaman, neden ağladınız en çok? Kaç kez sarıldınız bu şehrin müşfik taraflarına? Kaç kez düşman oldunuz bu kente, kurtulmak için çırpındınız? İlk gençlik yıllarımız geçti bu şehirde… Yıllar, cıvık bir çamur gibi parmak aralarımızdan akıp gitti... Yaşanan her şey adına mutluluk duymak, her olayda iyimser bir yan aramak yıllar geçtikçe zorlaştı... Yılların saçlarımıza taktığı papatyalardan sonra kendi yalanlarımıza kanıp, kendimizi kandırdığımız günlerin zemherisinde üşür bulduk ruhlarımızı. Bu nahif şehre bir yandan kar, bir yandan ihanet yağarken bir yandan da acıyordu içimizdeki çocuğun kesik, ağır kanamalı kalbi. Çocukluk yıllarımızın efsunkâr sokakları bir vurdumduymazlığa dönüştü şimdi. İçimizdeki çiçekler soldu, dostlarımız bir bir düştü kaleler gibi. Geçmiş yılların hatıralarını gözyaşı ile bırakıyorum kirpiklerimin musalla taşına. Yüreğimin şehri tarumar olduğundan beri kalemim de küstü ellerime. İdamlık mahkûmlar gibi yıkık bir kenti yaşattığım iç dünyamdan kaynaklandığını sandığım Harşit çayına bakarak 39
Niyazi KARABULUT
gül uzattığım yerlerden uzanan namlulara dokunurken tetikte kendi ellerimi buluyorum. Sanma ki senin uzağında kaldığımda nehirler bu kadar yakın düşer gözlerime... Senin yanında olduğumda da Harşit içimde çağlar ey şehir. Bu yüzden, üşüyoruz buralarda, zemheriden, ayazdan, borandan değil, bizi biz yapan o ateş-i suzan söndüğü için, o meftun ve rindane ruhumuzu yitirdiğimiz için üşüyoruz. Bize yine o ateşten lazım,.. Ben, senden kaçıp gitsem de kalacaksın içimde... Seni terk etmek öyle kolay olmayacak. Öyle bir kalacaksın ki, sana dair ne varsa tatlı bir melalle üstüme gelecek... Sana dair ne varsa, dudağımın kenarında unutulmuş bir mutlu gülümseme olacak, tatlı bir hatıra olacak... Sokaklarını, münzevi taraflarını, sessiz gecelerini, masum sabahlarını sevdim Gümüşhane! Sabrını, suskunluğunu terkedilmişliğini sevdim. Bütün mevsimlerde içine kapanıp içini çekmeni... Asaletini sevdim; karanlık çıkmazlarda kanarsın da çığlıklarını kimseye duyurmazsın... Yokuşlarını sevdim, merdivenden sokaklarını, elma bahçelerini, dutlarını, dut dibine yaslanan kızlarını… Birde seni ikiye bölen Harşit’i sevdim. Hırçın sesini sevdim Harşit’in. Ne çok sevdim ikinizi de. Şimdi sana geldiğim yolları kaplayan mevsimsiz rüzgârlar alabora ediyor yüreğimi...
40
Hüzünler Şehri
BİZİMKİLER Her insan yüreğinde bir dünya taşır. Ve her yürek farklı bir dünyadır kendi genişliğinde. Her gün birlikte olduğumuz insanı bile tanımanın bir dereceye kadar mümkün olabildiği düşünülürse, bir yöre insanının kendine has özelliklerinin, tavır ve davranışlarının sebep sonuç ilişkileri içerisinde tamamıyla anlamlandırılması mümkün değildir. Hele hemşehrilerimiz gibi derdinin dermanını sükûtta arayan, sevincini, mutluluğunu gözlerinde, yorgunluğunu nasır tutmuş ellerinde saklı tutan insanları anlayabilmek ancak onlar gibi yaşamak, onlar gibi düşünmekle mümkün olabilir. Onları anlayabilmek için yüreğinizin kulağı olmalı. Bir halkın özelliklerini tanımak kolay değildir. Halk duygularını derinliklerde saklar. Bu duygulara ulaşmak kolay olmaz. İnsanımız, evde, köyde, kasabada nasıl yaşar? Nelere hüzünlenir, nelere sevinir? Psikolojisi nedir? Geçmişe ve geleceğe bakışı nasıldır? Nelere güler, nelere ağlar? Bunları anlamak ve yazmak için onların arasında olmalısınız. Dağ eteklerine koyun sürüsü gibi serpilmiş evlere bakıp da “Görünen köy kılavuz istemez” derseniz yanılırsınız. Çünkü hangi evde hüzün kotarılır, hangi evlerde hasret türküleri söylenir bilmek mümkün müdür? Hangi ev asker yolu bekler, hangi evde gurbetten haber beklenir bilinebilir mi? Evlere girdiğinizde karşılaşacağınız ilk şeyler evin en göz alıcı yerine asılı birkaç resimdir. Bu resimler ya askerden gönderilmiştir, ya da gurbetten. Resimlerin arka yüzlerini çevirip bakma imkânınız olursa arkalarına gözyaşıyla, hasretle yazılmış birkaç mısra ile karşılaşırsınız: 41
Niyazi KARABULUT
“Bu cansız hayalim sizlere hatıra kalsın. Sevenler çerçeveleyip duvara assın Sevmeyen ateşe atıp yaksın.” Fakat hiçbir resim ateşe atılıp yakılmaz. En müstesna yerlerde saklanır. Ara sıra alınıp bakılır, hasret giderilir. Mektuplarda önce Hakkın selamı verilir, sonra havadan bahsedilir. Çünkü bütün işler havaların ısınıp, soğumasına göre düzenlenir. Zaman giden aya, gelen mevsime göre belirlenir. Doğum tarihleri iş zamanlarına göre bilinir. ‘Sen harman zamanı doğdun, sen kirazlar çiçek açarken dünyaya geldin’ gibi sözlere çok sık rastlanır. İşte bir ananın askerdeki oğluna hasret dolu mektubu. Aldı sözü ana bakalım ne dedi: Nuru Aynım Sevgili Oğlum, Evvela üzerime farz olan Hakkın selamını eder iki gözlerinden öperim. Bizlerden soracak olursan hamd olsun sağlığına duacıyız. Beş vakit namazda hayır dualarım seninledir. Oğlum vatan görevi kutsaldır. Bir gece de benim için nöbet tut. Buralardan soracak olursan herkes iyidir. Baban da selam eder gözlerinden öper. Sen buraları düşünme. Vazifeni bi temam yap. Çavuşuna da benden selam söyle. Biz işleri toparladık. Komşularda yardım ediyor sağ olsunlar. Geçenlerde Gobel Alinin oğlunun düğünü vardı. Zunzuruk Memedin kızını aldı. Düğün çok güzel oldu. Gelini Hasan ağanın atına bindirdiler. Ben de babana dedim ki biz de Sefil 42
Hüzünler Şehri
Osmanın kızını isteyelim. Baban da hele oğlan bi teskere alsın gerisi kolay dedi. Yakında harman işlerine başlayacağız. Bizim öküzü Fetir Hemit’in karamanıyla eş edeceğiz. Eriklerden kuruttum hazırladım. Mahsul da bol bu sene Allaha şükür. İnşallah sen gelince sana güzel güzel hoşaflar pişiririm. Elmalarda da bu sene çok var, soymaç yapacağım. Sekilerdeki tarlayı bu sene fiğ ektik. Kavakların altını zarzavat yaptık. Sarıkız bu yıl alaca bir dana etti. Sıbıç Keremin gelini biraz hastalandı ama şimdik eyidir. Buralarda başka yaramaz bir havadis yoktur. Mektubumu istemeyerek bitirirken selam eder hasretle gözlerinden öperim. Baban da selam eder gözlerinden öper. Hatun ananın sana yüklerlen selamı var. Gülbahar teyzen selam eder gözlerinden öper. Dayın selam eder gözlerinden öper. Memoşun da selamı var. Ellerinden öper. Yeğenin Yasemin selam eder ellerinden öper. Süleyman ağabeyim askerden gelirken bana ayakkabı getirsin diyor. Yediden yetmişe herkesin kucak dolusu selamları var. Acele cevap beklerim. Baki selam. Anan. Yerleşim: Kelkit, Şiran tarafında evler toplu halde bulunur. Evler genellikle toprak örtülüdür. Ekili arazi köyün dışında kalır. Köyün dışında kalan kısma “yazı” denilir. Kanaatimce “yazı” kelimesi “arazi” kelimesinin bozulmuş halidir. Gümüşhane, Torul, Kürtün tarafında ise evler dağınıktır ve evler dik 43
Niyazi KARABULUT
çatılarla kaplıdır. Kışın fazla miktarda yağan karın kayması için çatılar dik yapılır. Her evin yanında mutlaka ceviz, elma, armut gibi meyve ağaçları bulunur ve evin çevresinde bir köşede lahana, soğan, marul gibi sebzeler yetiştirilir. Karadeniz’e doğru yaklaştıkça yeşil artar, yeşilin her tonunu bulmanız mümkündür. Ladinler ayrı yeşil, çamlar ayrı yeşil, köknarlar, gürgenler... Mısırlar, lahanalar, patatesler yeşil bir şiir gibidir. Yeşil bir örtüye bürünmüştür dağlar taşlar. Bunlar ruhunuzu dinlendirmeye yeter. Hatta bedenleri de dinlendiriyor olmalı ki köylüler bu kadar dinç olabiliyorlar. Garip bulacaksınız belki ama yorulmanın ve dinlenmenin hasını ancak köylerde bulabilirsiniz. Köylüler rençberlikle uğraşır. Toprağın sırrına vâkıftır her biri. Zaten öylesi gerektir bu iklimin insanına. Arazinin kıt olduğu bu bölgede, yağmurun, karın, sıcağın, soğuğun takviminin olmadığı bu yörede toprağın sırrını bilmeyene bereket yoktur. Toprağın derinlerinden gelen sesi dinleyip atar tohumunu toprağın yüreğine. Ve ümitlerini toprağın vereceği mahsule bağlar. Bu yüzden köyde herkes toprağa sahip olmak ister. “Kazan kazan, kazana ver, kazanı da sat hozana ver” darbı meseli hâlâ söylenegelmektedir köylünün sade ve samimi dilinde. Ama yamaçlara serpilmiş tarlalar ekilip biçilmekten yorgun düşmüştür. Verim azalmış, çalışmak zorlaşmıştır. Bazı yerlerde arazinin geniş ve düz olmasına karşın çoğu bölgesinde arazi meyilli ve kıttır. Hatta her yerde toprak gayr-ı menkul iken bu bölgede menkuldür. Yamaç arazilere setler çekilerek bu setlerin arkası taşıma toprakla doldurularak bahçeler yapılır. Ve bu bahçelerde genellikle patates ve fasulye yetiştirilir. Hiçbir suni katkı olmadan yetiştirilen ürünler evin ihtiyacını karşılayacak kadardır. Bazen da salıda görücüye çıkar. 44
Hüzünler Şehri
Dışarıdan gelen sebzeler gibi albenili değildir. Ama inanın yerli patates ve fasulyeden yapılmış bir yemekteki lezzeti hiçbir lokantanın mutfağında bulamazsınız. İşte köylerde üretilen bu lezzetli ürünler de pazara taşınır. Gümüşhane’de pazar, salı günleri kurulur. Pazartesi Torul’un, çarşamba, Kürtün’ün, perşembe Şiran’ın, cuma Köse’nin, cumartesi Kelkit’in pazarıdır. Pazar günleri insanlar köylerden şehre taşınırlar. İnsanlarımız şehirde Nüfus Müdürlüğünü bilir, mahkemeyi bilir, askerlik şubesini bilir, hastahaneyi bilir. Daha fazla kuruma ihtiyaçları yoktur. Resmiyeti sevmezler. Köyden pazara gelecek olanlar bir gün öncesinden hazırlıklarını yaparlar. Nereye gidiyorsunuz? Diye sorarsanız, alacağınız cevap aynıdır; Pazara. Gümüşhane’de Salı pazarının kurulması Pazartesi günü akşamdan başlar. Kamyonlar, minibüsler pazar kurulacak alanda yerlerini alırlar. Salı günü sabah erkenden sergiler serilmeye başlanır. Çadırlar çekilir. Ve satılacak emtia müşterilerin beğenisine sunulur. Tuhafiye, konfeksiyon, hırdavat, züccaciye, nalburiye, sebze ve meyve. Mevsimlik satıcılarda gelir elbet. Meyve fidanları satan kamyoncular baharda gelir. Taş kireç getirenler bahar temizliğinin zamanını çok iyi bilirler. Kış aylarının vazgeçilmez tablacıları hamsiciler. Bir de köyden gelip ürünlerini pazarlayan vatandaşlar vardır. Yağ, peynir, çökelek, minzi, pestil, nane, dereotu, ıspanak, lahana, çilek, domates, salatalık, elma, armut, reçellik vişne... Bunların ürünleri mevsimliktir. Mevsimine göre ucuz fiyata ellerindeki ürünleri satarlar. Şefi olmayan bir orkestraya benzer pazar. Herkes ayrı telden çalar. Dışarıdan kamyonlarla gelen satıcılar pazarın 45
Niyazi KARABULUT
hâkimidir. “Ayvanın iyisi burada”, “Ucuuuz, ucuuuuz”, “Gel vatandaş gel”, “Kesmece bunlar”, “Çürüğüne para verme”, “Domates, biber, patlıcan”... Bütün bu avaz avaz bağırmalar müşterileri celbetmek içindir. Fiyatlar hemen hemen aynıdır; fakat her satıcı kendi malının daha kaliteli olduğunu özellikle vurgular. Aldığınız sebze ve meyvelerin pek kaliteli olmadığını ancak eve vardığınızda anlarsınız. Satıcı el marifetiyle defolu ürünleri size vermiştir. Bütün bunlara rağmen Salı vazgeçilmez bir pazardır. Vatandaş ürününü buradan daha ucuza alma fırsatını bulur. Köyde üretim yapanlar da satma imkânını bulurlar. Yapımız: Biz Gümüşhaneliler birbirimizi çok severiz ama kıskanırız da. Yabancı bir yerde iki Gümüşhanelinin karşılaşmasını görürseniz lütfen dikkat edin. O kollar birbirine nasıl kenetlenir. Sanki bir daha ayrılmayacakmışlar zannedersiniz. Fakat memlekette iseniz durum bundan biraz farklıdır. Çok eskilerden şehirli bahçeli çekişmesi, daha sonraları aşağı dere yukarı dere ayrımları... Bir kişi gözlemlemiş; “Gümüşhaneliler birbirlerini çok kıskanıyorlar. Baksanıza pazara gelen eşeklerin başlarında nazar boncuğu var. Nazar alacak bir hayvan değil ki bu. Sadece kıskançlık” demiş. Düşündüm gözlemi yapan kişiye hak verdim. Hatta çok ilginç bir olaydır. Mebus seçimlerinde adaylar Gümüşhane’ye gelir. Aralarında H. Fehmi ATAÇ vardır. Hemşehrilerinin isteklerini sorar. Gümüşhanelinin bir tanesi Gümüşhane’ye bir lise yapılması isteğinde bulunur. Bu isteğini daha sonra arkadaşlarına anlattığında; Gümüşhane’nin 46
Hüzünler Şehri
ileri gelenlerinden bir tanesi o kişiyi azarlar ve şöyle der; “Ne yani Kel Şerif’in çocuğu okusun da başımıza amir mi olsun.” Gümüşhanelinin zaten pek huzurlu geçmeyen hayatında bu tür olayların hazin bir anısı vardır. Yukarıda söylediğim gibi bizim bahçeler menkuldür. Buna rağmen bahçelerde tarlalarda bir deyneğin tepesine takılı hayvan kafası iskeletleri görürsünüz. Sebebini araştırın nazarlık için takılmıştır. Kocaman ovalarda böyle bir şey göremezsiniz. Laf aramızda biz galiba birbirimizi kıskanıyoruz. Bahçe deyince aklıma bir fıkra geldi; Köylünün birisi bahçe yapmış, biraz sonra bakmış ki bahçe kayıp. Meğerse bir öküz gelerek üstünde yatmış, diye anlatılır. Bu fıkra Gümüşhane bahçeleri hakkında biraz abartılı olsa da arazi kıtlığına işaret etmektedir. Hâsılı kelam gerçekten bir öküzün değerine ulaşamayacak bu topraklar “devlet kapısına anahtar uyduramayan” her köylünün ekmek kapısı, geçim teknesidir. Topraktan yana bahtsız olanlar ise özellikle inşaat sektöründe çalışır. Başka bir ilde bir duvar ustası görürseniz büyük bir ihtimalle Gümüşhanelidir. Evet, bizim insanımız gurbeti mesken eylemiştir. Gümüşhaneli gurbete giderken sanki başka bir şehre değil de başka bir dünyaya gidiyormuş gibi umut yüklüdür. Geçim imkânlarının dar olması sebebiyle Gümüşhane’nin yarı nüfusu gurbettedir. Ve her gurbetçi ekmek parası için ya fırın işçisidir, ya inşaat işçisidir, ya da kendine ait işini kurmuştur. Ekmeğinde hasretin kokusu, duvarında çilenin motifi vardır. Ve gecesinde gözyaşı vardır umut yüklü yarınlar için. Gurbeti yaşayan insanımız garibin halinden çok iyi anlar. Gümüşhane’de yıllarca görev yapan, hemen hemen 47
Niyazi KARABULUT
ilçeler dâhil bütün köylere giden bir ilköğretim müfettişine sordum. Gümüşhane’yi hangi özelliğiyle yâd edeceksin? Hiç düşünmeden misafirperverliğiyle diye cevap verdi. Burada iki seyyahın Gümüşhane ile ilgili seyahat notlarını aktarmak istiyorum. 1304 yılında doğup 1369 yılında ölen ünlü seyyah İbni Batuta’nın Seyahatnamesinden: “Bundan sonra yine Irak hükümdarının hükmündeki kasabalardan birine, Gümüş’e doğru yola çıktık. Gümüş, bakımlı ve büyük bir şehir olup, Irak ve Suriye’den tüccarlar buraya gelerek mal alırlar. Burada gümüş madeni vardır. Ayrıca şehre iki günlük yolda sarp ve yüksek dağlar yer almıştır ki, buraları ziyaret edemedim. Gümüşhane’de Ahi Mecdeddin’in tekkesine misafir olarak üç gün kaldık, öteki zaviyelerde ağırlandığımız şekilde karşılandık. Eretna Beğ’in naibi ziyaretimize gelerek yol harçlığımızı verdi ve bir ziyafet çekti.” 1404 Yılında Trabzon’dan Erzincan’a geçen Ruj Gonzales De Clavijo’nun seyahat notlarından: “Bütün yol esnasında tüm ihtiyaçlarımız karşılanıyor ve bizden para alınmıyordu. Gerek gece, gerekse gündüz nereye uğrasak bize yemek veriliyor, halılar getirilerek altlarımıza seriliyor sonra sofra kurularak, yemekler getiriliyordu. Köylerde köy ekmeği yiyorduk. Önümüze seçme etler konuyordu. Bundan başka yağda kırılmış yumurtalar, sütlerle dolu çanaklar getiriliyor, tereyağlar, ballar ikram olunuyordu. Her yerde aynı izzet ve ikramı gördük. Bir yerde geceleyecek olsak önümüze yiyeceğimizden fazla yemekler konuluyordu.” Bizim insanımızın bir özelliği de kendi kendine yeterli olmaya çalışmasıdır. Herkes kendi işini kendisi görür. Her evde çekiç, rende, gönye, pulanya, testere, mala gibi aletler bulunur. 48
Hüzünler Şehri
Her ev küçük bir işyeridir. Doğanın hareketliliği, hırçınlığı nakışlara yansımıştır. Dokunan dastarlarda, yolluklarda renkler canlıdır. Gergeflerde doğanın güzelliklerinin beze aktarıldığını görürsünüz. Zilli kilimler, ehramlar, yazmalar... Fakat bunlar mahalli uğraşılar olarak kalmış, ekonomiye aktarılamamıştır. Eskiden her ev küçük bir iş yeri idi. Eskiden evlerde keten ve şal dokunurdu. Keten gömlekler, şal zıpkalar3 giyilirdi. Şimdilerde üreten değil tüketen toplumuz. Sokaktan geçen birisini çevirin, elbisesinin markasına bakın büyük ihtimalle yabancı markalıdır. Hatta fazla uzağa gitmeden kendi elbiselerinize bakınız. Bize has metotlar: Arazinin engebeli ve ulaşımın güç olması sebebiyle hemşehrilerimiz hastalıkları mahallinde tedavi etmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden Kocakarı ilaçları dediğimiz tedavilerin Gümüşhane yöresinde sıkça uygulandığı görülür. Başınız mı ağrıdı, soğuk mu aldınız, bir yerinizi mi kestiniz ilaç hemen hazırdır. İlaç adına yapılan birçok batıl inanç mevcuttur. Her ne kadar tavsiye edilmezse de kocakarı ilaçları oldukça fazla rağbet görür. Ve kullanan herkes şifayâb olduğunu ifade etmekten geri kalmaz. Bu konuyu yazmak için araştırma yaptığımda bir kitap yazacak kadar malzeme buldum. Fakat konumuz emraz değildi. Ben bana ilginç gelenleri kaydetmeyi uygun buldum. Hatta bunlardan bir kısmı ilaç olmaktan öte batıl inanç kapsamına giriyor.
3
Dizden aşağı kısmı dar ve düğmeli, üst kısmı geniş pantolon.
49
Niyazi KARABULUT
Başınız ağrıyorsa patates enlemesine dilim yapılır, bir sıra halinde bez üzerine serilerek alnınıza bağlanır. Hatta bazı köylerde fasulye turşusu aynı şekilde uygulanır. Dişiniz ağrıyorsa deva yanınızdadır. Ağrıyan dişin üzerine tuz veya çökelek koydunuz mu tamamdır. Bir yerinizi bıçakla, baltayla keserseniz biraz toz şeker veya tütün yaranın üzerine konularak bağlanır. Durmayan kan için bevledilmiş yosun kullanılır. Arı sokmasıyla şişen yerinize bakır sürülür. Yoğurt veya mısır unu yoğrularak sarılır. Vücudunuzun herhangi bir yerinde şişme varsa taze et sarmanız gerekir. Çıbanınız mı var üzerine lokum veya kuru soğanın bir katını veya pestil sarın çıbanınız iyileşecektir. Ağrıyan yerlerinize lahana ve evelek haşlayıp sardınız mı iş bitmiştir. Mideniz ağrıyorsa bir miktar bal şerbeti, soğuk almışsanız kuşburnu çayı içersiniz. Kulağınız ağrıdığı zaman bir iki damla sarımsak suyu, ya da aynı miktar tavşan yağı damlatırsınız. Apse yapmış yerinize temiz bir beze bal sürüp yapıştırırsınız. Mide şişkinliği ve böbrek taşları için yoğurdu süzüp suyunu içmek gerekir ki; bu suya Gümüşhane yöresinde “cücük suyu” denilir. Ayrıca böbrek taşları için ısırgan otu kökleri kaynatılarak içilir. Kırıklara yumurta, un ve bal karışımından yapılan macunla alçı yapılır. Romatizma için alabalık ortadan yarılarak 50
Hüzünler Şehri
romatizmalı alan üzerine serilir. Kaynamış su ile meydana gelen yanıklara yoğurt veya süt kaymağı sürülür. Güneş çarpmasına karşı vücut ayranla yıkanır veya turşu armudu sirkesi vücuda bezle sarılır. Altın çiçeği ki; Gümüşhane dağlarında bolca bulunur, kaynatılarak suyu sarılık olana içirilir ve aynı su ile banyo yaptırılır. Siğiller kanatılarak beze sürülür ve yakılır. Temrenin etrafı kalemle çizilir. Ağzı akan çocukların ağzını dayısının pantolonunun paçasına sürerler. Boğmaca tutan çocukları ceviz kökünün altından geçirirler. Yürüyemeyen çocukların ayağına kırmızı bir iplik bağlayıp Cuma günü cemaat camide iken caminin etrafı üç kere dolanılır ve ilk çıkan kişiye iplik kestirilir. Ya da yürüyemeyen çocuk ciğere bastırılır ve “sen beni basmadın ben seni basıyorum” denilir. Çocuk doğduktan sonra kırk gün dolana kadar eve silah ve et sokulmaz. Eğer sokulursa çocuğun sağlıksız olacağına inanılır. Nazarı değdiğine inanılan kişinin ayakkabısından gizlice bir parça alınarak yakılır. Nazar alan kişi bir tasa su koyar ve ocaktan bir köz parçası alıp suya atar ve şöyle der: “Falancanın nazarı isen sön git!” Kömür batarsa o kişi nazar etmiştir, suyun üzerinde kalırsa nazar eden kişi o değildir. Gözü çapaklanan çocuklara ilk çocuğu kız ve sağ olan bir annenin sütünden sürülür. Göbek düşmesinin tedavisi çok kolaydır. Sırtüstü yere yatarsınız bir kişi işaret parmağını düşey olarak göbeğinizin üzerine bastırır ve etrafınızda tur atar. Göbek çevreniz parmağa 51
Niyazi KARABULUT
dolanırsa işlem bitmiştir. Yine göbek kaldırmak için yüzüstü yatılır, göbeğin altına bir yumak konulur. Bir tabağa su konularak içine iğne atılır. Siz yatarken bir kişi iğnenin üzerine işaret parmağıyla bastırır. Biraz bekledikten sonra parmağını kaldırdığında iğne parmağa yapışırsa işlem başarıyla tamamlanmıştır. Geçmiş olsun. Bir kısmı çok komik gelse de bunlardan bazıları unutulmuş bir kısmı hâlâ uygulanan tedavi metotlarıdır. Gelenekler: Bu gün gelenekler yok olmaya yüz tutmuştur. Fakat bir kısım gelenekleri devam ettiriyoruz. Eskilerden beri yaşayagelen bir geleneğimiz var: Galandar. “Galandar” kelimesi dilimize nereden yerleşti bilmiyorum. Halk arasında kullanılan rumî takvimin yılbaşı. Gümüşhane’de yaşlı insanlar hâlâ bu takvime göre işlerini ayarlıyorlar. Bu takvimde aylar Galandar, Küçük, Mart, Abril, Mayıs, Kiraz, Orak, Ağustos, İstavrit, Koç ayı, Üzüm ayı, İstiyanar. Bu aylar miladî takvimin aylarından on üç gün sonra başlar. Her miladî ayın on dördü bu sayılan ayların ilk günüdür. Aybaşı günleri eve kimseler sokulmaz. Evlere önce bir koyun girdirilir. Bunun uğuruna inanılır. Yılbaşında günler aylara tekabül ettirilerek havanın nasıl geçeceğine dair tahmin yürütülür. Galandarın birinci gününden onikinci gününe kadar her gün bir ayı temsil eder. O gün hava iyi ise o yılın o güne tekabül eden ayında da hava iyi geçecektir diye inanılır. Ve havanın durumuna ait tekerlemeler: “Korkma Galandarın kışından, kork abrilin beşinden. Ayırır kırmızı öküzü eşinden.” Bu takvime göre mart dokuzunda 52
Hüzünler Şehri
kocakarı soğukları olur. Bir mayıs gecesinde cadıların gezdiğine inanılır. Ve hıdrellez günü iş yapılmaz. “Galandar” kelimesinin İngilizce “calendar” kelimesiyle bir ilgisi var mı? Bu ayların isimlerinden yabancı olanlar hangi dilden lisanımıza yerleşmiştir? Bunları araştırmak dilcilerin konusudur. Benim asıl anlatmak istediğim konu Galandar şenlikleri. Ocak ayının 13 ünü 14 üne bağlayan gecede yani yılbaşı gecesi gençler bir dizi şenlik yaparlar. Bu gelenek bizim kültürümüzden mi neşet ediyor, yoksa başka kültürlerden ithal ettiğimiz bir gelenek mi? bunu bilmiyoruz; ancak hâlâ yaşatılan bir gelenek. Gümüşhane şehir merkezinde bile Galandar şenliklerine rastlamanız mümkün. Nasıl mı? Gençler tebdil-i kıyafet yaparak mahalleye çıkarlar. Bir kısmı yüzünü boyamış, bir kısmı sakal takmış, bir kısmı kadın kıyafeti giymiş, bir kısmı yüzünü maskelemiş, ellerinde çeşitli aletlerle gürültü çıkarırlar, şarkı söylerler. Ve kapı kapı dolaşarak Galandarlık isterler. Evlerden çocuklara şeker, elma, ceviz ve benzeri hediyeler verilir. Bu şenlik havası geç saatlere kadar devam eder. Köylerde uygulama biraz farklıdır. Çocuklar gece evlerin bacasından çanta sarkıtarak içine hediye konulmasını beklerler. Hediye konulunca da çantayı yukarı çekip çantanın içine konulan hediyeleri paylaşırlar. Sabahleyin erkenden ev ev gezilerek hediyeler toplanır. Halâ yaşatılır Galandar geleneği. Ayrıca Galandar gecesi ekmek hamuru yoğrulurken içine bir adet madeni para konulur. Ekmek piştikten sonra ev halkı tarafından bölüştürülür. Para kimin diliminde çıkmışsa onun bu yıl şanslı olacağına inanılır. 53
Niyazi KARABULUT
Hemşehrilerimiz: Bir hemşehrimizin dediği gibi: “Gümüşhane’de sebze, yetişmez, meyve yetişmez; fakat insan yetişir.” Biyografisi yazılacak insanlarımız çok elbette. Ben ünlü olmuş Nihal ATSIZ, Şinasi ÖZDENOĞLU, Vasfi Mahir KOCATÜRK, Halit ZARBUN gibi insanlarımızdan bahsetmeyeceğim. Toplumun bakıp geçtiği, gülüp geçtiği, hatta alay konusu yaptığı hemşehrilerimizden bahsedeceğim. Fakat bir kişiyi seçmek oldukça zor. Cıngıllı dede, Kuş Aydın, Muharrem, Hakan, Hamdi... Ben yetmişli yıllarda Gümüşhane’de yaşayan herkesin tanıyıp sevdiği Hâdi’den bir kaç olay aktaracağım. Hadi, tanıdıkların söylediğine göre askerde başından geçen bir kazadan dolayı sıhhatli karar veremez ancak çok zeki bir insandır. Bu yüzden halk arasında Deli Hâdi olarak bilinir. Vali Bey ve devlet erkânı bir gün caddede gezerken Hâdi arkadan yaklaşır ve yüksek sesle: “Şimdi Vali Bey bilse ki Hadi’nin parası yok çıkarıp on lira verir.” Vali Bey döner bakar ki konuşan Hâdi’dir. Çıkarıp on lira verir. Hâdi hemen ekler: “ben size demedim mi?” Bir gün Vali Bey Hâdi’ye sorar: “Hâdi! Beş beşin kaç eder?” Hâdi hemen cevaplar; yirmibeş eder sayın valim. Vali Bey: “Yanlış Hâdi! beş beşin yirmi eder.” der. Hâdi: “Sayın valim aslında yirmibeş eder, ama koskoca bir valinin hatırına yirmi olsun.” der. Bir gün Hadi ata su içirmek için suya çeker; fakat torbayı atın başından çıkarmaz. Görenler Hadi’ye söylenirler: 54
Hüzünler Şehri
Hadi torbayı atın başından çıkar da su içsin. Hadi der ki: Siz çayı süzerek içiyorsunuz da at neden süzmeden içsin, ağzına kum gitmesin diye böyle yapıyorum.
Vefakârlığımız: Gümüşhane insanı vefakârdır. Kendisine iyilik yapan insana asla sırt çevirmez. Ve baskıya boyun eğmeyecek bir yapısı vardır. Zeki Beyin4 mebus seçilmesinde gelişen olaylar bunun en güzel örnekleridir. Kelkit’te seçim yapılacağı zaman süvari seyyar jandarma taburu kaza merkezine yerleşmiş. Jandarma kumandanı ve Kaymakam vekili bir müfreze ile belediyeyi çevirmiş. Seçim için her şey tamamlanınca, Belediye reisi (merhum) Hacı Alaaddin Bey ayağa kalkarak Jandarma komutanı ve yanındakilere hitaben “Büyük misafirlerimiz biz şimdi mebus intihabına (seçim) başlayacağız. Sizlerin buradan Kadirbeyoğlu Zeki Bey 1300 Rumî senesinde Gümüşhane’de doğdu. Çocukluk yıllarını Gümüşhane’de geçirdi. İbrahim Lütfi Paşanın oğludur. 1321 senesinde Galatasaray Sultanisini bitirdi. Bundan sonra Gümüşhane’de ticarete başladı. Erzurum Kongresine “Murahhas-ı Mesul” olarak katıldı. Gümüşhane’den mebus seçilerek İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’a iştirak etti. 1923’de yapılan 2. Devre intihabında Halk Fıkrası (partisi) dışında bağımsız olarak adaylığını koymuş ve seçimi kazanarak Gümüşhane müstakil mebusu sıfatıyla meclise girmiştir. Daha sonra Kazım Karabekir Paşanın kurduğu Terakkiperver Fırkaya giren Zeki Bey, İzmir süikasti hadisesinde arkadaşları ile birlikte tevkif edilmiş, yapılan mahkeme sonunda beraat ederek meclise dönmüştür. Bundan sonra siyasi hayatı bırakarak İstanbul’a yerleşmiş, 7 Temmuz 1952 tarihinde vefat etmiş ve Edirnekapı şehitliğine defnedilmiştir. 4
55
Niyazi KARABULUT
çıkmanızı rica ederiz. Arzu buyurursanız yandaki odada oturunuz” der. Süvari binbaşısı ve kaymakam vekili olan jandarma komutanı “Biz buraya intihab yaptırmak için geldik. Seçim yanımızda yapılacak ve her seçmenin attığı oy pusulasını göreceğiz. Hükümetin istediklerinden başka hiç kimseye oy verilmez” cevabını verir. Bu açık tehdit karşısında Belediye reisi Hacı Alaaddin Bey “Efendiler bizim elimizde seçim kanununda sizlerin bulunacağınıza dair hiçbir kayıt yoktur ve hatta kendi vekilini kendi seçeceğine ve buna karışanların ağır cezalandırılacağına dair maddeler vardır. Hükümet istediğini yapacaksa bu ahaliyi niçin aylardan beri tedirgin edip, bu mahsul zamanı yerinden oynattınız? Seçim Kaza İdare Meclisi kararıyla yapılıp biterdi. Biz de bu eziyetlere katlanmazdık. Ben sizi burada bırakmam. Elimdeki kanun bunu emrediyor” der. Binbaşı ve Jandarma komutanı “Biz emir aldık, seçmenler oylarını hükümetin gösterdiği şahsa verecekler. Aksi takdirde biz verdirteceğiz, başka münakaşa istemez” deyip kat’i konuşunca Hacı Alaaddin Bey “Mademki böyle arzu ediyorsunuz bizler de kaza namına seçime katılmıyoruz. Sizler istediğiniz gibi oturun” der ve yanındaki seçmenlerle belediyeyi terk eder. Neticenin bu hali alacağını düşünmeyen kumandan ve kaymakam vekili hayretler içerisinde kalırlar. Reis doğruca telgrafhaneye giderek Mustafa Kemal Paşayı bulup durumu bildirir.
56
Hüzünler Şehri
Milyonlara numune olacak şekilde medeni cesaret gösteren bu hamiyetli Türk, Atatürk’ün karşısındaymış gibi fesini düzeltir, ceketinin düğmelerini ilikler. Atatürk, posta memuru İsmail Efendi vasıtasıyla “Reise selamımı söyleyin” der. Reis de “Bilmukabele ellerinden öptüğünü” bildirir. Atatürk: -“Reis Bey! Benim size gösterdiğim mebuslara rey verecek olursanız, hem sizin hem de memleketiniz hakkında çok iyi olur. Ve siz de memnun olursunuz. Zeki Beyi biz boş bırakmayacağız. En yakın zamanda onu en büyük memuriyetlere koyacağız. Kelkit ahalisine de selamlarımı söyleyiniz. Tekrar ediyorum, Zeki Bey hakkında hiç merak etmeyiniz.” -“Paşam ellerinden öperim. Bu benim elimde değildir. Halk and içmiştir. Zeki Bey umumi harpte bizim ölümüze tabut, dirimize beşik olmuştur. Bizi her türlü felaketten kurtarmış, harpten sonra da açlıktan ölüm derecesine gelen ahalinin imdadına yetişerek bize hem yiyecek ve hem de tohumluk temin etmiştir. Eğer bizi istemiyorsan, birer kağnı, bir de masa(masta)mız vardır. Yer gösterin gidelim. Biz vekil olarak Zeki Beyi istiyoruz” der. Atatürk “masta nedir” diye sorunca Memur İsmail Efendi “kağnı arabasına koşulan hayvanları sürmek için kullanılan iki metre uzunluğunda ucuna çivi çakılan bir sopadır” diye izah eder. Atatürk, “Binbaşı ve jandarma komutanı orada mıdır” diye sorunca memur “evet buradalar Paşam” cevabını verir. Atatürk onlara hitaben
57
Niyazi KARABULUT
“Çekiliniz ve seçimi serbest bırakınız. Bu nisbette azimkâr olan halka tazyik yapılmaz” derler.5 “Dorul (Torul) kazasına gelince Gümüşhane Jandarma kumandanı ve aynı zamanda vali vekili olan Osman Bey aşağıdaki telgrafı kaymakam vekiline çeker. Dorul Kaymakam vekâletine İntihap hakkında Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinden alınan telgrafname kazanıza da ta’mimen bildirilmişti. Telgrafname münderecatı dikkat nazarınıza alarak, her neye mal olursa Hükümet namzetlerinin kazandırılması elzemdir. Vali vekili ve jandarma kumandanı Osman Dağlık ve taşlık bir arazi olan Torul bölgesi halkı biraz asabi olduklarından gelen telgrafın müntehibi sanilere bildirildiğinde münazaa başlar. Silahlı olan halk jandarmalara ve jandarma zabitine silahlarını dayayarak onları şehir dışına çıkarırlar ve seçim yapılamaz. Sandıklar üç gün bekletilir.”6 Bu tarihi vaka bir gerçeği ortaya koymaktadır ki o da; Gümüşhane insanının vefasıdır. Kendilerine harp yıllarında hamilik yapan Zeki Beye olan vefa borçlarını ödemişlerdir. Aynı zamanda bu olay Torul insanının ne kadar asabi bir tabiatta olduğunu ortaya koymuştur. Kelkit Şoförler ve Otomobilciler Odası Eğitim yayını 2000 Özetlenerek H.H.Ceylan’ın “Cumhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri-III” kitabından alınmıştır. C.III, s. 143-144 5 6
58
Hüzünler Şehri
Torul Kazasına yeni bir Kaymakam atanır. Kaymakam geldiğinin ertesi günü istifa etmek ister. Kendisine şehrin eşrafı tarafından gitmemesi telkini yapılması üzerine şöyle der: “Buranın arazisi taşlıktır. İnsanlar sürekli taşa baktıklarından kalpleri katılaşmıştır. Burada görev yapamam.” Ben de o bölgenin bir çocuğu olarak hemşehrilerimizin erken tepki veren hırçın yapılarını bilmekteyim. Yine bir hemşehrimiz anlattı: “Askerde istirahat ediyorduk. Komutan geldi ve bana şöyle sordu: ‘Sen nerelisin?’ Gümüşhaneliyim deyince de; ‘belli, taşlık arazide oturduğundan çok sert bakışların var.’ ” demiş. Gümüşhane’yi biraz gezen yabancıların sorduğu bir soruya hemşehrilerimizin büyük bir kısmı muhatap olmuştur. “Buralarda yaşanır mı?” Gümüşhane insanı gerçekten çile insanıdır. Tarlasını ekmek, çapalamak, ekinleri biçmek, otları kesmek, çift sürmek, harman yapmak, tahılları yıkamak, kurutmak mevsimin müsaade ettiği kısa zaman aralığında bunları yapmak gerekir. Bu ise büyük bir çaba gerektirir ve büyük küçük herkesin çalışmasını zorunlu kılar. Yaz aylarının büyük bir kısmı öğlen yemeklerinin yazıda azık denilen aperatif yiyeceklerle geçiştirilmesiyle geçer. İşte bu insanlar bu vatanın gerçek sahipleri. Ve vatanını seven, hakkına razı vatandaş örneği. Vatan sevgisi denilince Gümüşhane’nin kurtuluş şenlikleri canlanır gözümde. Günün anlam ve önemini belirten konuşmalar genelde resmidir. Asıl bu şenliklerde ilgi çeken seferberlik günlerinin seyirlik olarak yeniden canlandırılmasıdır. Geçmişte yaşanan acıların, hüzünlerin, elemlerin, çilelerin bir temsili. Fakat bu temsil mazide 59
Niyazi KARABULUT
yaşananları ne derece yansıtabilir. Üzerinde birkaç parça eşya bulunan mitil yorganlara sarılmış çocuklar, ihtiyarlar gıcırdayan kağnılarla beraber gelip geçerler adeta insanın yüreğinden. Atlar, eşekler, katırlar, çoluk, çocuk, genç, ihtiyar... Tören alanından her geçiş tarihin açılan bir sayfası gibidir. Bütün bu renklerin arasında bayrakların geçişi bir gelincik buketi gibidir. Bayrak alayı tören alanını geçerken bir alkış tufanı kopar ki bu yüreklerden kopup gelen bir çığ misali... Bütün bu gösteriler Gümüşhanelinin geçmişte yaşadığı çileli hayatın gelecek nesillere aktarılması içindir. Rusların Gümüşhane’yi işgalinde henüz 13 yaşlarında bir kız olan ninemden dinlediğim hatıralar, Ermenilerin yapmış olduğu zulümleri anlatan sözleri hâlâ kulaklarımda çınlar. Elbette ki gerçekle gösteriler çok farklıdır. Gösteriler, bir aslana nispetle aslanın resmi gibidir. Aslan mı daha etkileyicidir, yoksa resmi mi? O günleri yaşayan insanların anlattığı hikâyeler yanında kurtuluş gösterileri sönük kalır. Fakat her yıl onbeş Şubatta soğuğa rağmen Gümüşhanelilerin tören alanını doldurması bağımsızlığa ve özgürlüğe susamış olmanın bir göstergesidir. Terkedilmişlik: Gümüşhaneli kendini sahipsiz olarak görmektedir. Terkedilmişlik o kadar işlemiştir ki insanımızın içine. Bir gün Köse ilçesinde kahvehanenin önünde bir gurup oturup sohbet etmektedir. Çaylar içilmekte, memleket ahvalinden bahsedilmektedir. Hava güneşlidir, dışarıda oturmak için 60
Hüzünler Şehri
müsaittir. Biraz sonra hava kararır, yağmur yağmaya başlar. Sandalyelerini alan grup içeri girer. Biraz sonra dolu yağmaya başlar, kaldırım taşlarının kenarlarında dolu taneleri birikir. Saatler biraz daha ilerleyince hava tekrar açılır. Güneş yüzünü gösterir. İçlerinden birisi: “Şu hale bak bir günde üç mevsim yaşıyoruz, biraz önce yağmur, dolu, şimdi güneş...” Arkadaşı cevap verir; “sahipsiz memleket işte, kar da yağar, dolu da.” İster bunu bir fıkra olarak algılayın, ister terkedilmişliğin psikolojisi deyin. Ne derseniz deyin işte insanımız böyle düşünüyor.
61
Niyazi KARABULUT
GÜMÜŞHANENİN ATARDAMARI Gümüşhane’de şırıl şırıl akan çeşmeler, pınarlar, dereler vardır. Gelip geçen yolcuların su içmesi için yapılmış “hayrat” çeşmeler vardır. Hayvanların su içmesi için yapılmış kurunlar, yalaklar vardır. Gümüşhane için pınarlar memleketi desek abartı olmaz. Çatal çeşme, çoban çeşmesi, çifte kurunlar, ak oluk, soğuk oluk, turna suyu, kızlar suyu, soğuk su, Altınpınar, koca pınar ve ayazmalar. Yeşilırmak’ın bir kolu olan Kelkit Çayı ve Gümüşhane’yi ortadan bölen Harşit Çayı. Gümüşhane’nin en büyük iki çayı. Şair A.Coşkun HİRİK’in dizelerinde şöyle dile gelmiş akarsularımız: Görmesem de hissederim ki memleketime şahane bir bahar gelmiş Ve memleketim coşmuş, köpürmüştür şimdi akarsularıyla...
Harşit, bazen hırçın, bazen sessiz, bazen duru, bazen bulanık akıp gidiyor. Yeşil okyanusun ortasında süzülen bir kuğu gibi. Yaz kış demeden deveran ediyor. Harşit bizim canımız, kanımız, can damarımız. Toprağa can veren el... Nasılda o dik yamaçların arasından kıvrılarak çağıldıyor. Gümüşhane’de katettiği vadi boyunca iki yanındaki bağ ve bahçeleri cömertçe suluyor, susuzluk çektirmiyor. Karadeniz’e ulaşabilmenin hasretiyle başını taşlara vura vura ilerliyor. Her inşaatın betonuna, sıvasına kum yetiştirmek için 62
Hüzünler Şehri
çaba gösteriyor. Ve nice şairlere ilham kaynağı oluyor. Harşit akşamları bizi nadide duygulara sevkediyor. Tadılmamış bir hazzın kollarına uzandım Sere serpe yıkandım gurup güneşleriyle Ve her şeyden arınıp başka renge boyandım Harşit akşamlarında... Çoban ateşleri ki dağlarda külleniyor Hasret ki kıvrım kıvrım içimde tülleniyor. Nedir bu bad-ı saba çevrem mi gülleniyor Harşit akşamlarında... Dostlar! Vuslat denilen hayal mi gerçek midir? Doyumsuz vuslat anı acep gelecek midir? İçimdeki bu hasret bir gün dinecek midir? Harşit akşamlarında... Gümüşhane gülleri sanki bir başka kokar Özlem yoğurur beni içimde ateş yakar Harşit ki çağıl çağıl gelip içime akar Harşit akşamlarında...7 Harşit bu havzada hayatın bir parçası. Bütün bunlara rağmen Harşit bazen öfkeleri üzerine çekmiyor değil. Nice canları aramızdan alıp götürüyor. Nice analar evlatlarını ona kurban verdiler. Ve o, bu canları geri verme kadirşinaslığını göstermedi. Yatağına sığmayıp, deli dolu aktığı günlerde hep içimizi ürpertti korku saldı yüreklerimize. Gümüşhane Kuşburnu ve Pestil Festivali 2001 Şiir yarışması mansiyon ödülü 7
63
Niyazi KARABULUT
Gümüşhane’nin tamamına yakın bölümü erozyona maruz. Bu bölümün büyük kısmını da Harşit havzası teşkil ediyor. Bilinçsizce yapılan ağaç kesimleri veya buna orman katliamı diyebiliriz, topraklarımızı korumasız bırakıyor. Gümüş madenlerinin işletildiği dönemlerde Gümüşhane çevresinin ormanları, maden eritmek uğruna talan edilmiş. Daha sonraları değişik amaçlarla katliam devam etmiş. Bu yüzden Harşit, her gün Gümüşhane’nin bir kısmını daha denize sürüklemektedir. Şu topraklarımızı alıp götürmene de hiç tahammülümüz yok. Ve biz sana karşı çaresiz kalmanın hüznünü yaşıyoruz. Harşit’in her dönemecinde, her kıvrımında insanı bir kez daha şaşırtan güzellikleri, kenarında konuşlanmış söğüt ağaçları, berrak suyun altında rengârenk çakıl taşları sizi garip duygulara sevk eder ve bu berrak suyun içerisinde yüzen balıkları seyretmenin zevki bir başka olur. Artık Harşit de kirlilikten nasibini almış durumda. Her gün kamyonlarla çöp Harşit’e dökülüyor. Kaybolan diğer güzellikler gibi Harşit’i de kaybediyoruz. Ali Karatay’ın “Sularım Vadilerde Sevdalarım Gönüllerde Yol Alır” başlığını taşıyan Harşit’le ilgili yazısını aşağıya alıyorum. “İnsan içinde yaşadığı çevrenin çoğu zaman farkına varamıyor. Güzellikler kendi halinde devam ettiğinden midir nedir? Hep kanıksar hale geliyor. Ne zaman ayrı düşülüyor, o an fark ediliyor, pek çok şey inceden inceye...
64
Hüzünler Şehri
Gözlerinden memlekete hasretin billur yaşlarını akıtanlar, buram buram diyar-ı vatanı özleyenler; gelin sizlerle vadiler içre suyunu, yürekler içre sevdasını akıtan Harşit’e doğru uzanalım. Vavuk Dağı’ndan süzülerek ortaya çıkan, ben buradan doğuyorum dercesine kendisini belli eden Harşit’e uzatalım ellerimizi. Göreceksiniz hem yüreğimizi hem de ellerimizi kar sularında serinletecektir. Etrafını saran dağ mıdır? Yüksek kayalıklar mıdır? Zaman zaman birbirine karışsa da O, vadi içinde hep gövertiyi, hep kuş cıvıltılarını aksettirir bizlere. Gece mavisinden köpük beyazına kadar renk değiştiren serin sularında. Düşündüm de Harşit sadece bir su akıntısı değil. Hani insanı zaman zaman heyecanlandıran, helecanlara gark eden duygu yumakları olur ya işte öyle bir şey... Son derece zor bir arazi yapısı içerisinde bir ümit ışığı, bir vaha. Sağdan soldan kar sularından oluşan irili ufaklı dereler, kılcal damarlar misali Harşit’e can katıyorlar, gönderiyorlar, suları arttıkça. Onda tarifi zor mutluluk akıntıları, sevinç çığlıkları. Bana Pirahmet deresinin kutsal sularıyla nasıl kaynaştığını anlatmaya başlıyor. Bir sohbet bir sohbet ki sormayın gitsin. Uzaklardan. Ardıç’tan, Sarıçiçek’ten, Akhisar’dan, Süngübayırı’ndan, Kabaköy’den artarak, vadiler yararak Arzulardan (Sopran) aşağı kendisine katılan içinde az da olsa eski gözağrısı Bayburt izleri taşıyan kum taneciklerini getiren Sopran deresinden bahsetmeden edemiyor. Bir ara dikkatimi Harşit ve kendisine katılan dereler boyunca üzeri arı kovanları ile yüklü kamyonlara 65
Niyazi KARABULUT
yöneltiyorum. Çoğu Karadenizin sahil köylerinin insanları imiş, sonradan öğreniyorum. Arıcıların, Harşit vadisi boyunca mesken tutmalarının bir sebebi olsa gerek. Etrafta arı kovanlarını araziye yaymış onlarla haşir neşir olan insanlarla birlikte, binbir dağ çiçeğinden banarak çiçek özünü bala çeviren arıları Harşit’in suları üstünde mutluluktan uçarken gördüm. Harşit boyu yolda ilerlemeye devam ediyorum. Arabamız sür’atlimi geçti bilinmez ama Gümüşhane’ye girdiğimizin farkında bile olmadım. Bağlarbaşının misk-i anber kokulu bahçeleri ile gözlerim bayram ederken, arasıra çıbanbaşı gibi birden bire çıkan iltihaplı yapıların pis pis sırıtışını acı gülümsemelerle seyrettim. Gönlüm Çamlıköy’ü düşünürken, gözlerim yukarıdan aşağıya süzülerek gelen ve Harşit’le kucaklaşan Mavrengel deresini görüyor. Bir ara dalıyorum; Edire yaylasında kar çiçekleri arasında yeşil çimenlerle sarmaş dolaş yaşayan, yemlik toplayan insanları düşünüyorum. Buz gibi yayla suyunu içeli çok mu zaman oldu? Beni böyle bir hayale daldıran neydi? Diye düşünürken; çok önceleri Edire Yaylası’ndan, Çamlıköy üzerinden Gümüşhane’ye dönüşümüzü hatırladım. Ne günlerdi o günler... Bir şeyi daha düşünmeden edemiyorum; Yaydemir’i (Moskufa): Dağ etekleri karlı, bayırları sarılı beyazlı kırmızılı rengârenk çiçekli, bir başka tonda capcanlı yeşillenen ağaçları ile bomboş bir köyü. Oraları terkeden insanlar karın beyazı ile papatyanın beyazının arasında yemyeşil otları ağaçları hatırladıklarında gözleri hangi tonda yaşaracak merak ediyorum. 66
Hüzünler Şehri
Arabanın içerisinde olduğumu farkettiğimde, Musalla deresinin Harşite katıldığı yeri çoktan geçmiştik bile... Hayıflanmadan edemedim. Torul’a kadar Harşitin kılcal damarları hiç eksilmedi. Torul’da bir ara gözlerim yolun yukarılarına doğru kaydı. Torul Kalesi’ni gördüm. Kendi kendime ne şanslı dedim. “Harşitin valsini en güzel o görüyor. Buralarda bir yerlerde Kürtün’e doğru yolun ayrılması gerektiğini düşünürken yol ayrımını farkediyorum. Trabzon’a doğru akıp giden yoldan gözlerimi sola doğru çevirdiğimde, yukarıya dönen yolu ve dağları biraz içine kapanık, birazdan hasetlenir buluyorum. Dağlar arasında derin vadiler boyunca ıssız denilebilecek bir yol. Az önce Trabzon’a giden yolun hareketliliğini düşününce, bu yolun dağların, vadinin de hasetle karışık burukluğunu daha iyi anladım. Burada Harşit’e tepeden bakıyorum. O aşağıda vadinin içinde tek başına Hint fakiri gibi, gariban mı gariban. Bense dağ eteğindeki yolda karmakarışık duygular içerisindeyim. Etraftan Harşit’e ufak-tefek katılan dereler ne hikmetse onu artık coşturmuyor. Zaten zaman zaman cendereyi andıran vadi Harşit’i sıkıştırdıkça sıkıştırıyor. Özkürtün’e geldiğimizde etrafta bir takım setlerin varlığını görüyorum. Baraj inşaatı imiş, Harşit’in suyu tünele akıtılacakmış. Burada Harşit’in biraz soluk aldığını, rahatladığını farkettim. Yola devam ediyoruz. İlerde ilçe merkezi Kürtün var. Aklım Vavuk Dağından bu yana Harşit’le olan yolculuğumuza takıldı. Burkulmuştum. Ama nedenini bilemiyordum. Harşit’in Torul’dan itibaren iyice daralan adeta bir boğazı andıran vadide sıkışmasına mı, yoksa baraj ile önünün kesilmesine mi?... 67
Niyazi KARABULUT
Bu düşüncelerle cebelleşirken Uluköy’e gelmiştik. Buradan sonra Giresun sınırı başlıyordu. Yaklaşık yüzaltmış kilometrelik bir yol kateden Harşit, zaten çok geçmeden Tirebolu’nun on kilometre doğusundan Karadeniz’e ulaşacak, Karadeniz’in mavi suları arasında bizleri unutup gidecekti. Vücudumun her yanını ayrılık titremeleri sarmıştı. Onca birliktelik, onca sevda Karadeniz’in mavi sularında hatırlanır mı bilmem ama, Harşit benim sevdamdı. Bende doğan, benle yaşayan ama benimle bitmeyen...” 8 İbrahim BAYRAK’ın “Harşit” isimli şiiri çiçeklerin renk renk açıldığı bir bahar günü Harşit’in kenarında Harşit’in çağıltısı dinlenerek yazılmış gibi. Göründü mü bahar eridi mi kar Harşit neden böyle coşuyor yine Vadi tabanında merdiven mi var Basamak basamak düşüyor yine Vavuk dağlarında eriyince kar Onu benim gibi coşturdu bahar Yükü mü çok ağır yatağı mı dar Yeşil bahçelere taşıyor yine Onun ağaç gibi budağı mı var İnsan mıdır eli parmağı mı var Parmağı ucunda tırnağı mı var Nasıl kenarları kaşıyor yine Gün geçtikçe daha hızlı akacak 8
Kültür Vadisi Gümüşhane Dergisi,
68
Hüzünler Şehri
Yemin etmiş etrafını yıkacak Sanki kuşlar gibi yuva yapacak Çalıyı çırpıyı taşıyor yine Bir gün senin için divan kurulur Kürtün deresine bir bent vurulur Ne ettin ne yaptın hesap sorulur Bilmezlikten gelip şişiyor yine Harşit’i görünce düşünün geçin Ak ile karayı burada seçin Ahmed-i Muhtara kavuşmak için Ardına bakmadan koşuyor yine Asla kesilmesin bu akış bu hız İmrensin ay sana imrensin yıldız Sorarlarsa ne yapıyor bendeniz Onun hayaliyle yaşıyor yine
Şehirlerimizin kendine has bir sesi var mı? Gümüşhane’ye kulak verdiğimizde Harşitin sesini duyarız hemen. Kendi yöresel rengiyle vadiyi boyamıştır çoktan. Harşitin yukarı kısımlarında(Gümüşhane) davul-zurna, aşağı kısımlarında(Torul-Kürtün) kemençe ile birlikte çağıldar. Harşit doğduğu yerlerde biraz daha uysaldır. Ama denize yaklaştıkça bir ritmin adıdır Harşit. Başını taştan taşa çalarak tüketir Kürtün vadilerini. Şimdi Harşiti altın kemer gibi kesen Kürtün barajı artı bir güzellik katmıştır çaya. Torul barajı ise Harşitle buluşmayı beklemektedir.
69
Niyazi KARABULUT
YER ALTINDAKİ HAZİNE Gümüşhane’nin tanıtımını üstlenmiş bir kültür havarisidir Karaca. Karaca Mağarası Gümüşhane – Torul karayolunun 12. kilometresinden kuzeye doğru 4 kilometre mesafede olup, denizden yüksekliği 1550 m. dir. Gümüşhane’nin jeolojik yapısı sebebiyle var olan birçok mağaradan bir tanesidir. Karaca Mağarası’na dar bir koridordan girilir. Yatay olarak ilerleyen mağara elips şeklindeki dört salonun birleşmesinden meydana geliyor. Fakat bu salonlardan ikisi çatlaklardan sızan suların oluşturduğu travertenler sonucu birbirinden ayrılmış ve salon sayısı altıya çıkmış. Mağaraya turnikeleri geçtikten sonra huni şeklinde bir ağızdan giriliyor. Hemen sonrasında ilk salona varılıyor. Yirmi sekiz metre uzunluğunda, yirmi beş metre genişliğindeki bu salonda göze ilk çarpan oluşum, salonu ikiye ayıran org şeklindeki traverten. İlk başta tavan alçak olmasına rağmen ilerledikçe tabanın alçalması sonucu tavan on metre kadar yükseliyor. İçeriye girer girmez büyük bir kudret karşısında içinizi bir ürperti kaplar. Başka bir âleme göç eylemişsinizdir sanki. Yüce Mevla’nın kayaların içerisine sakladığı bu eşsiz güzellik karşısında diliniz tutulur. Seyre dalarsınız. Karaca Mağarası 105 metre uzunluğunda ve özellikle damlataş oluşumları bakımından çok zengin. İçerisindeki sarkıtlar, dikitler, sütunlar, org desenli duvarlar, bayrak şekilleri, perde damlataşları, mağara çiçekleri, mağaraincileri, filkulakları, traverten havuzları, traverten basamakları, mağaragülleri ve daha birçok 70
Hüzünler Şehri
oluşum bu küçük mağarayı süslüyor. Çok değişik renklerdeki travertenlerin varlığı ise onları oluşturan suyun içerisinde demir ve magnezyum gibi çok çeşitli minerallerin bulunduğunu gösteriyor. İç salonlara girdikçe, var olan güzellikleri yakinen müşahede ettikçe hayretler içerisinde kalırsınız. Yüksek lümenli projektörlerin mağara içindeki ışıltısı karşısında büyülenir, kendinizden geçersiniz. Mağara yüzeyinde meydana gelen renk cümbüşü arasında öylece kalakalırsınız. Org desenlerin arasından süzülen ışık huzmeleri gözlerinizle beraber ruhunuzu da kamaştırır. Dikitler yüce yaratıcının birliğine işaret, “bayrak” diye tabir edilen oluşumlar varlığının alemleri olarak sizi selamlar. Org desenli duvarlardaki olağanüstü güzellik ve oluşan renk cümbüşü karşısında sarhoş olursunuz. Tavandan düşen su damlacıklarının traverten havuzlarındaki ışıltılı dalgalanmaları, yakamozlar... Samanyolu’nu seyre dalarsınız adeta. Su damlalarını bu muhteşem güzelliğe çeviren kudret karşısında erir, buharlaşır, korkuyla irkilirsiniz. İçinizden çığlık atmak gelir; fakat tavanın çökeceğine dair endişeniz duygularınızı bastırır. Mağara incilerinin dilberâne duruşları ve damla taşlarının hayalinizde canlandırdığı değişik şekillerini seyrederken tarifi imkânsız bir haz yaşarsınız. Bu görkemli alanın ortasında durup etrafı seyre daldıkça gayri ihtiyari dudaklarınızın arasından “sübhanallah” kelimesi sıyrılıp çıkar. Mağaradan dışarı adımınızı attığınızda yeniden dünyaya gelmiş gibi bir duyguya kapılırsınız. İçerideki atmosferin etkisi 71
Niyazi KARABULUT
azalarak devam eder. Yinede bu eşsiz güzelliği yaratan kudret karşısında saygıyla eğilmekten başka bir şey gelmez aklınıza. Bu manzara karşısında büyülenen insan sayısı az değildir. Türkiye’nin dört bir köşesinden insanlar, hatta yurt dışından turistler burayı görmek için gelirler. Karacayı görmek için verdikleri kararın ne kadar isabetli olduğunu mağarayı gezdikten sonra anlarlar. Evet, bu güzellikler görülmek için binlerce kilometre yol kat etmeye ve zahmet çekmeye değer. Bunun içindir ki her hafta sonu Karaca mağarasına bir insan seli akar. İstanbullusu, Hataylısı, Vanlısı... Her statüden insan gelip burayı ziyaret eder ve kendine göre bir yorum yapar. Dönüşte bütün ziyaretçilerin gözünden bu muhteşem tabloyu izlemenin, seyretmenin mutluluğunu okuyabilirsiniz. Karaca Mağarasından başka Akçakale Mağarası da önemli bir yere sahip. Ancak Karaca Mağarasından sonra bulunması sebebiyle henüz kendini tanıtamamıştır. Bunlar Gümüşhane’nin değişik bölgelerindeki onlarca mağaradan sadece ikisi.
72
Hüzünler Şehri
73
Niyazi KARABULUT
COŞKUNUN ZİRVESİ DAĞLAR Çocukluk yıllarımı çepeçevre kuşatan Zigana Dağları’nın her zaman hayal gücümü avlayan bir çekiciliği olmuştur. O bembeyaz karlarla kaplı olduğu aylarda ve beyaz örtüsünü soyunup yeşil bir elbiseye büründüğü dönemlerde de muhayyileme tahakküm etmiştir. Bana anlatılan bütün masallarda hayalimde ulu dağlar canlanmıştır. Bütün halk kahramanları dağlarda resmigeçit yapar. Ve bu dağlarda güneşin gümüş renginden altın rengine dönmesi ile uzaklarda dağların mor ve kurşuni renklere bürünmesi ve ardından katran renginin çevreyle beraber ruhumu da esareti altına alması hayalimdeki dağ imajını her zaman canlı tutmuştur. Ne zaman bir resim çizsem mutlaka ulu dağlar, mavi bir gökyüzü ve parlayan bir güneş çizmişimdir. Dağların arasından akıveren bir dereyi de ihmal etmemişimdir. Düşündüm de bu coğrafyanın benim üzerimde yaptığı tesiri gösteriyor galiba. Bir sis beşiğidir şimdi Harşit Vadisi Kızılcıklar sarıçiçekleriyle müjdeler baharı Torul’un payına düşecek hangisi Açıversem içimdeki sevdaları İçimdeki yangına Ziganalardan kar düşer Sıladan yana bir haber duysam Anılar canlanır düşlerimde birer ikişer Bir salkım söğüdün gölgesinde uyusam 74
Hüzünler Şehri
Dağlar ve kaleler yıllardır bu memleketin bekçiliğini yapar. Dağlar yücelerden kollarlar vadileri. İkindi vakitlerinde dağlar mor rengine bürünür. Gümüşhane bir dağlar memleketidir. Zigana Dağı, Vauk Dağı, Köse Dağı, Çilhoroz Dağı, Kostan Dağı, Teslim Dağı, Tersun Dağı, Pöske Dağı, Gâvur Dağı, Çimen Dağları, Soğanlı Dağları... Evet, dağların Gümüşhanelinin hayatında ayrı bir yeri vardır. Hatta bu dağlar Gümüşhane’nin muhafızları gibidir. Gümüşhane’ye Harşit vadisinin dışında, girdiğiniz her yerde bir dağ karşılar sizi. Dağlar birer canlıdır, sırrımızı paylaştığımız, gam ortağımız olan dağlar. Dertlerimizi türkülerle ünlediğimiz dağlar. A.Erkan KOCATÜRK’ün “Bizim Dağlar” isimli şiirinde dağlarımız ne güzel dile getirilmiş: Düşmanlara geçit vermez Bizim dağlar bizim dağlar Soyludur arkadan vurmaz Bizim dağlar bizim dağlar Yükselir ovayı geçer İyiyi kötüden seçer Saklar seni koymaz naçar Bizim dağlar bizim dağlar Şehitler bağrında yatar Taşında keklikler öter Her zaman burnumda tüter Bizim dağlar bizim dağlar.
75
Niyazi KARABULUT
Bembeyaz kardan duvaklı Cevheri içinde saklı Her zaman haklıdır haklı Bizim dağlar bizim dağlar Garibi sinede tutar Dikeni yâ dele batar Kara taşın bize yeter Bizim dağlar bizim dağlar Herkese bırakmaz pacı Diktir tepesi yamacı Ayrılığın cidden acı Bizim dağlar bizim dağlar Ruhumuzda şen tutkudur Rabbin biricik lütfudur Sanırsın kuzey kutbudur Bizim dağlar bizim dağlar Derdini onlara saydır Tasanı dağlara kaydır Zamane dostundan iyidir Bizim dağlar bizim dağlar Bu dağların tepelerinde başı dumanlara değen yaylalar, çayırlar, ormanlar... Bu coğrafyayı tanımak, görmek için bir iki gününüzü verin inanın mutlu kalacaksınız. Hatta diyebilirim ki Vauk Dağı’ndan Gümüşhane topraklarına giriniz Harşit Vadisi boyunca ilerleyiniz şair olduğunuzu hissedersiniz. Dudaklarınızdan mısralar dökülmeye başlar. Dağların 76
Hüzünler Şehri
zirvelerine otağ kurmuş obalardan esen rüzgar size ilham üfürür sanki. Bu dağları mekân tutmuş yüzlerce yayla bulunmaktadır. Yaylalarda doğayla iç içe ve kendiniz dağların bir parçası olursunuz. Çalıların arasından fırlayıp kaçan bir tavşana takılır gözleriniz. Bir dakika içinde ormanın derinliklerine gömülür, siz bir şey kaybetmiş gibi hüzünlenirsiniz. Bu dağlar nice güzellikleri saklamaktadır koynunda; bir yaban keçisini, geyiği heyecanla seyredersiniz. Sincapların daldan dala zıplayıp hoplamaları mutlu kılar sizi. Kekliklerin sekişini izlersiniz kayalıklarda. Mavi gökte kulaç atan doğanlar, şahinler, atmacalar güzel bir tablo oluşturur. Yeşilin bittiği yerde mavi, mavinin bittiği yerde yeşil başlar. Bülbüllerin ötüşü bitmeden kumrular nağmelerini döktürürler. Mehtabın bittiği yerde gece, gecenin ortasında yıldızlar ve ay. Ve her yeni günde yüzünü gösteren güneş sanki Gümüşhane coğrafyasının tamamlayıcı unsurlarıdır. Sularda raks eden ayın gümüş ışıkları, toprağın yağmur sonrasında çıldırtan kokusu, böceklerin yüzyıllardır susmayan melodileri, başakların altın rengi, karın üzerinde güneşin ışıltısı, çeşmenin lülesinde katmer katmer buz salkımları ve Gümüşhane. İçinden bir tanesi olmazsa tablo eksik kalır. Dik başlı dağların eteklerinde kır çiçekleri, yaban gülleri, papatyalar, marandalar, kekikler bir rayiha ziyafeti sunar sizlere. Holesler, bedalizalar, ballıbabalar bu dağların seyrine doyum olmaz güzellikleridir. Mevla, yeşilin her tonunu cömertçe kullanmıştır burada. Doğallığı ancak bu dağlarda bulabilirsiniz. Yeşil örtüye bürünmüş meralar, çağıldayan 77
Niyazi KARABULUT
dereler, soğuk pınarlar, serin rüzgârlar ve seyrine doyum olmayan zümrüdî yeşil. Bu sihirli tablo içinizi doldurur, mutluluktan uçarsınız. Ve bu dağların suyu havası... Bu dağların çiçeklerinden elde edilmiş balların padişah sofralarına ulaştığını biliyor musunuz? Bu dağların yamaçlarında bir taş yuvarlansa kalbinizde onunla birlikte yuvarlanır. Acaba nereye düşecek, kime zarar verecek diye. İster arabayla dolaşın, isterseniz yayan yürüyün Gümüşhane’de her adımınızda ayrı bir manzarayla karşılaşırsınız. Önünüzdeki dönemeci döndüğünüzde karşınıza neyin çıkacağını tahmin edemezsiniz. Her dönemeçte insanı bir kez daha şaşırtan güzelliklerle yüz yüze gelirsiniz. Tepeleri aştıkça yeni yeni tablolarla karşılaşırsınız. O düz ovaların monotonluğu yoktur burada. Vadilerin kenarlarına sıkışmış elma bahçeleri dağların eteklerinde tükenir. Sular billur, rüzgârlar mis kokuludur. Her dumanlı tepede bir şehit kabristanı bekçilik yapmaktadır. Sis var, duman var, bu tepelerde, İmanla yatanlar var, bu tepelerde. Esirgeme sen de bir fâtihayı; Nice kefensiz yatan var, bu tepelerde. Ne yazık ki insanımız çalışmaktan çevresindeki güzellikleri görmeye ve seyretmeye vakit bulamaz. Çünkü o “yıl; on iki ay” çalışmak, geçimini sağlamak zorundadır. Dağlar, ormanlar, akan dereler ve gökyüzü birbiriyle ne kadar uyumlu. Dağların münzeviliğini bozan kuş sesleri, suların çağıltısı... Çayırlarda çiğler, yıldızlar gibi pırıl pırıl. Hafif bir meltem yaprakları hareket ettirince yaprakların salınmaları kuşların cıvıltılarına karışır. Gündüz güneş, gece ay ve 78
Hüzünler Şehri
yıldızları görebileceğiniz bir gökyüzü. Sarp yamaçlar, geçilmez belenler, kanyonlar, mağaralar... Bu dağlarda yıldızlara daha yakın olursunuz. Elinizi uzatsanız tutacaksınız gibi. Dağlar canlı varlıklardır adeta. Dertlerimizi dağlara açarız. Ah dağlarım dağlarım Yar yitirdim ağlarım Çileyle geldi geçti Gün görecek çağlarım Dağlar dağımdır benim Gam ortağımdır benim Söyletmen çok ağlarım Dertli çağımdır benim.
79
Niyazi KARABULUT
ORTA ASYA ESİNTİLERİ Biz göçebe bir toplumuz. Konargöçerlik Orta Asya’dan beri süregelen bir gelenek. Yerleşik hayata geçmemize rağmen asla vazgeçemediğimiz hayat biçimi. Göçebe toplumunun izlerini hâlâ taşıyor olmamız bazı geleneklerimize ne kadar sıkı bağlı kaldığımızın da bir göstergesi. Her yıl mezra, yayla ve güzle olmak üzere üç yerde belirli aralıklarla kalmak sonra havaların soğumasıyla köye dönmek şu anda bile Gümüşhane’nin bazı yörelerinde bir hayat tarzıdır. Yayla kültürü bizim hayatımızın önemli bir parçasıdır. Her yıl havaların ısınmaya başlamasıyla yayla hazırlıkları da başlar. Zaten yayla özlemi bir kış boyu devam eder. Gümüşhane’deki yerli halkın genelde köylerle irtibatı vardır. Yaz başladı mı Gümüşhane köylere boşalır. Bağ, bostan ekilip biçilecek, kışa hazırlık yapılacaktır. Güzden ise hareket köyden şehirlere doğrudur. Aynı şekilde yaz aylarında köyden yaylaya, güzden ise yayladan köye doğru hareket vardır. Havaların müsait olduğu anda yayla göçü hazırlanır. Yataklar dastarlara, sarılır, dırmaçlarla9 bağlanır yiyecekler sepetlere ve camadanlara10 konulur. Ve göç gününün bir iki gün öncesinden malzemeler taşınarak yayla evi hazırlanır. Hatta yaylada topuk denen ottan yataklar sürekli vardır. İneklerin boğazına takılacak ziller(çan) elden geçirilip süslenir. 9
Kıldan örülen yassı ip. Yük taşımada kullanılır. Renkli yün ipinden örülmüş, dışı püsküllerle süslenmiş sırt çantası.
10
80
Hüzünler Şehri
Ayrıca “başlık” diye tabir edilen süslerin zonzakları11, boncukları, püskülleri yenilenir. Özellikle çocukların iple çektiği göç günü, sabahleyin namazla kalkılır. Püsküllü ineklere nazar değmemesi için ahır kapısının iki yanına ocaktan çıkarılmış köz konur. Besmele ile hayvanlar önce öküzden başlanmak üzere çözülür. Tek geçim kaynağı ahırdaki inek olan köylü için hayvanlar her şeydir. Bu yüzden hayvanlarla konuşulur. Bir buzağının doğumu büyük sevinçle karşılanır. İnekler ve öküzler mutlaka isimleriyle çağırılır. Mercan, altun, karaman, şahan... öküzlere verilen isimlerdir. İneklere ise nazara, gülnazar, güldali, bedaliza, zerdali, aynalı, yalduza, keklik, turnali, yaylagül, kınalı, zencefil, elvan, güzala, sarıkız... gibi isimler verilir. Evin çocuğu mahmur gözlerle, elinde “Kora”12, neşe ile hayvanların peşine takılır. Buzağıları hayvanların ardından sürmek evin keyvanesinin13 görevidir. Genellikle buzağılar ineklere uymaz ve evin keyvanı sırtında sepet, bin bir küfürle ve dayakla buzağıları yola koymaya gayret eder. Böylece yayla yakınlarına kadar hayvanlar götürülür. Kimsenin hayvanların önüne çıkmamasına özen gösterilir, hatta hayvanların arasından kimse geçirilmez. Çünkü bu uğursuzluk sayılır. Deniz ürünleri kabuğu. Hayvan başlıklarında süs olarak kullanılır. Kora tabancası, sekizlik demirle birbirine tutturulan iki demir parçasından meydana gelir. Bu parçaların birinin içi boş diğer parça ise o boşluğa girecek şekildedir. Boşluk kısma dinamit parçası konulmak suretiyle taşlara vurularak ses çıkartan düzenek. 13 Keyveni de denir. Evin kadın büyüğü, yemek pişiren anlamında da kullanılır. 11 12
81
Niyazi KARABULUT
Bütün inekler yayla girişinde toplanır. Öyle tek başına kimse oba içerisine ineklerini sokamaz. Herkesin toplandığı anlaşılınca ihtiyar kadınlardan bir tanesi ineklerini oba içerisine sokar. Bu olaya “oba bozma” denir, bu kadına da “yayla anası”. Bundan sonra bütün inekler oba içerisine dağılır. Bu yayla döneminde ineklere kurt saldırırsa veya yuvarlanan olursa bunda yayla anasının sorumluluğu vardır. Çünkü ayağı uğurlu gelmemiştir. O gün yani göç günü bir bayram havası içinde geçer. Kuşluk vaktine doğru keçi sürüsü obaya girer. Herkes sürünün obaya girmesini beklemektedir. Çobanların elinde kora tabancaları, av tüfekleri –ki bizde kuş tüfeği diye isimlendirilir- yirmi bir pare top atışından daha şaşaalı bir şekilde obaya girilir. Büyükler evlerin ve ağılların ufak tefek tamiratlarıyla uğraşır. Göç tamamlanmıştır. Bundan sonra iki, üç ay sürecek yayla hayatı başlar. Yaylalar genellikle ormanların tükenip yemyeşil çimenlerin çayırların bulunduğu dağ eteklerinde kurulur. Bu yüzden yayla denilince akla yükseklik gelir ve yaylaya göç işlemine yörede “yaylaya çıkmak” denir. Yaylanın içi papatya ve düğün çiçekleriyle bezelidir. Soğanizalar, yemlikler, dağlarda dağ kekiği. Sazlıklarda saz çiçekleri. Alı al, moru mor çiçekler. Bir kilimin desenleri gibi önünüzde bir çiçek deryası serilidir. Kemençeyle karışık yayla türküleri kulağınıza kadar yol bulur. Ah yaylacuk yaylacuk Dört bir tarafın açuk Mevlam vermedi bana Zerre kadar ikbalcuk 82
Hüzünler Şehri
Yayla yayla gezersin Çiçekleri ezersin Yaylada çiçek çoktur Hangisine benzersin Ah yaylalar yaylalar Yesin otunu mallar Gece gündüz peşinde Nedir çektiğim hallar Yaylanın çimenini Hep yayıldı geyikler Bizim evlenmemize Ne karışır büyükler Yaylanın çimeninde Oturdum iki saat Aradım ceplerimi Ne tütün var ne kağat Dağlarda öbek öbek kar birikintileri vardır. Bunlar yörede kürtük olarak isimlendirilir. Buralardan yukarısı gökyüzü ve güneştir. Ortaasya’dan bu yana göçebe yaşamaya alışmış bir kavim için yayla olgusu hiç de yadırganacak bir gelenek değildir. Yaylada kalma süresi belli olmaz. Bu süre meteorolojik duruma bağlıdır. Havalar ısınınca yaylaya çıkılır, havalar soğuyunca yayladan mezraya inilir. Mezralar yaylaya göre daha sıcak ve rakım olarak da yayladan düşüktür. Mezralar genellikle orman bölgesinde olur. Yaylalar rakım olarak yüksek olduklarından daha serin olurlar. Yaylaya
83
Niyazi KARABULUT
çıkmanın bir kurtulmaktır.
amacı
da
köyün
kavurucu
sıcağından
Yayla evleri tahtadandır. Bunlar “kelif”14 olarak adlandırılır. Üstleri hartama15 ile örtülüdür. Yayla rüzgarı kelifin tahtaları arasından girip size kadar ulaşır. Sabah güneşinin tahtaların arasından içeri süzülmesi ayrı bir zevk verir insana. Evin baş tarafında mutlaka ocak vardır. Giriş kapısı alçak olduğu için günde bir iki defa kafayı vurmanız kadar olağan bir şey yoktur. Alçak kapı, alçaklığını yapmıştır. Kafanızda ceviz büyüklüğü şişler oluşur. Suyu mutlaka çeşmeden taşımalısınız. Ve bu görev evin kızına aittir. Öğlen vakti keçilerin sağım zamanıdır. Keçilerin sakalından tutmak ise erkek çocuğun görevidir. Ayrıca odun kırmak, oluğa tuz sermek... Yaylada sabah erkenden kalkılır. Daha doğrusu uykunun en tatlı anında evin keyvanesinin “kalksana güneş bacaklarına aldı.” Cümlesiyle sığırları dağa kovma zamanının geldiğini anlarsınız. Sığırlar dağda salma otlarlar. Çobanlar sığırları dağa bırakıp dönerler. Döndükten sonra kahvaltı faslı başlar. Kahvaltı dediysek, reçelli, zeytinli, çaylı bir kahvaltı hatırınıza gelmesin. Bir koca sahan süt. İçine çavdar ekmeği doğranır ve çala kaşık yenilir. Bazı sabahlar kaymak kuymağı16 Alt kısmı taş ve toprakla yapılıp üstü hartama denilen ahşap malzemeyle örtülen kulübe. Yayla evi. Genellikle iki mekandan oluşur: Kiler ve mutfak. 15 İnce tahta. Özel yöntemle yaklaşık 0.5 cm kalınlığında, 10 cm genişliğinde ve 1 metre boyunda yapılır. 16 Sütün kaymağının mısır unu katılarak pişirilmesiyle yapılan bir yemek. Hoşmeli veya hoşmerim de denilir. 14
84
Hüzünler Şehri
ve yanında kekik çayı, bazı sabahlar çorba... Kahvaltıdan sonra ikindiye kadar hürsünüz. Mahallenin çocuklarıyla araba yarıştırırsınız, çelik çomak oynarsınız, öğle sıcağında ise derelere set çekerek yapılan göle yüzmeye gidersiniz. Öğlen saatlerinde evde kimseyi bulamayacağınız için yemeğiniz çavdar ekmeği üzerine sürülmüş bir kaşık tereyağıdır. Bazı becerikli çocukların çay demleyip, mahalle arkadaşlarını davet ettiği de olur tabii. İkindiden sonra dağdan hayvanların toplanması için gençler iş bölümü yapar, herkes belli bir mevkie dağılır. Akşama hayvanlar toplanıp getirilir. Eğer gelmeyen, bulunamayan inek kalmışsa o gece yakın obalar, yaylaklar taranır. Bu sığır aramalarının bütün çobanların belleğinde hatıraları mevcuttur. Açık havada inek aramanın zevki başkadır. Ancak hava yağmurlu olup, dağlara da sis çökmüşse sığır arama bir işkenceye dönüşür. Bulunamadıysa kayıp hayvanlar, dağlarda sırılsıklam olmanız yetmezmiş gibi bir de evin keyvanesinden güzel bir fırça yersiniz. Yediğiniz ekmekler size haram edilir. Perşembe günü gelecek olan evin erkeğine şikâyet edileceğinizin bildirilmesinin verdiği korkuyla bîtâb düşersiniz. Yağmurlu günlerin tadı bir başkadır yaylada. Evde oturup yağmurun damdaki sesini, damlaların ritmini dinlemek. Gündüz yağmur yağdığında ebekuşağı17 çıkar ki onu büyük bir zevkle seyretmek çocuklara aittir. Ve inanılır ki onun altından geçenler cinsiyet değiştirir. Bazen yağmur şiddetlenir, çocukları bir ürperti alırdı. Şimşekler göğü ortadan ikiye Gökkuşağı, Anadolu’nun bazı yörelerinde “Alaimi sema” dan bozularak “ineğimi sağma” şeklinde söylenir. Bizim yörede ebe kuşağı denir. 17
85
Niyazi KARABULUT
bölercesine kamçı gibi iner arkasından yürekleri hoplatan gök gürültüsü işitilir. Ve çocuklar kendilerine öğretildiği şekilde “Allahümme salli alâ Muhammed” diye salavat getirir. Bu, yağmurun ev cephesinden seyri... Bir de yağmurun dağ cephesi var. Dağda, hayvanların peşinde iken yağmur yağarsa bunu hiç kimse sevimli bulmaz. Hayvanlarla beraber sırılsıklam olarak eve döner çobanlar. Ocağın başında yanan çam odunları karşısında elbiseler kurutulurken hayvanlar ağılda devam eden yağmura boyun eğmek zorunda idi. Eğer dağlara sis çökmüşse hayvanlar dağa salınmaz çobanla beraber giderdi. Görüş mesafesi düşer, kurtlara fırsat doğardı. Bu dumanın bir de efsanesi vardır. Anlatılır ki: Kızın bir tanesi delikanlının birisine âşık olmuş, fakat delikanlı, kızın aşkına cevap vermemiş. Kız bundan dolayı kaderine küsmüş ve delikanlıya: “Duman-tipi olup bıyıklarını ıslatacağım.” demiş. Ve duman tipi olmuş; o günden sonra insanları ıslatmaya başlamış. Yaylada genelde ihtiyar kadınlar kalır. Onlar da sabah işlerini yapıp ot biçmek için hozana18 giderlerken, yaylada kalan çocuklar fırıldak çevirirdi yayla rüzgârına karşı. İnce bir tahta özel tekniklerle yontulup tam ortasından çivi geçirilerek bir değneğin ucuna monte edilir. Ve rüzgâra karşı tuttuğunuzda döner dönerdi. Ya da araba yarışları düzenlenirdi. Tamamen çocukların kendi imalatı olan arabaların daha iyi gitmesi için evlerden çalınan tereyağlarını arabaların tekerleklerine sürülerek yarışı kazanmayı hedeflemek olağan davranışlardandı. 18
Otu biçilen, köylüler tarafından sahiplenilmiş ve korunan mera bölgesi.
86
Hüzünler Şehri
Arada bir geceyi ortadan bölen köpek havlamaları, silah sesleri... Bazen karanlığın arasından kulaklarınıza kadar yol bulan kemençe sesi... Bazen de yitik mal arayanların “Heeeyy! Obanızda yat mal var mı?” çığlıklarıyla geceler, günler gelip geçer. Çalkanan yayıkların sesi, süt makinelerinin sesine eşlik eder. Mısır ekmeğinin kokusu bacadan tüten dumanlara karışır. Sütler sağılıp ahşap küleklerde biriktirilir, sonra süt makinesinde süt kaymağından ayrılır. Biriktirilen kaymak yayıklarla çalkanarak yağ yapılır. Sütler kaynatılıp mayalanır. Bundan peynir ve çökelek gibi ürünler yapılır. Yayla günleri böyle devam eder. Nihayet otlaklar kurur, sular azalır, geri dönmenin vakti gelmiştir. Vargit çiçekleri19 bitiverir dağlarda. Bu geri dönüş biz çocukların hiç istemediği bir şeydir. Göç günü karara bağlanır. Bundan sonraki durağımız mezeredir20. Bu sefer hayvanlar mezerenin yolunu tutar. Evlerin kapı ve bacaları güzelce kapatılır. Dışarıda kalmayacak malzemeler ev içine saklanır. Ve geri dönüş. Obanın sessiz sedasız kalmasının verdiği buruklukla oba terk edilir. Tavuklar sepetlerle evin küçük kızının sırtındadır. Yağ, peynir, çökelekler küleklerle taşınır. Kap kacak, yatak, yorgan ne varsa obayı terk eder. Oba tilkilere, tavşanlara kalır. Bundan sonra yılın ilk karı düşene kadar sürecek olan mezra hayatı başlar. Yılın ilk karı dağların tepelerini beyaza boyayınca mezra terk edilerek köye inilir. Yayladan dönüşün müthiş bir seremonisi vardır… Güz Çiğdemi (Colchicum Baytopiorum) Mezra kelimesinin bizdeki söyleniş tarzı. Köy ile yayla arasında konaklama yeri. Hem yaylaya çıkarken, hem de yayladan inerken mezrada bir müddet kalınır. 19 20
87
Niyazi KARABULUT
Bütün bu anlattıklarım yıllar öncesinin yaylalarından bir kesitti. İdare lambalarının donuk aydınlığında kalmış birer anı olarak yaşıyorlar. Şimdilerde yaylaya gidiliyor fakat arabalarla. Sırtına yük alan bulamazsınız. Keliflerin yerine beton binalar dikiliyor. Yaylada elektrik var. Evlere su getirilmiş. Anlattığım keçi sürüsünden bir tane kalmadı. Yaylacılık hayvanlara otlak bulmak için değil, sadece gelenekleri yaşatmak için yapılıyor. O eski tadı da yok yaylaların. Eski yaylaları özlemle yâd ediyoruz, şiirlerde yaşatmaya çalışıyoruz. Çam tavanlar çıra ile islenir Çobanları dağdan dağa seslenir Koyun otla, kuzu sütle beslenir İçime his çöken yaylalarımda. Çocuklar ekmeği yağa banarlar Akar serin serin nazlı pınarlar Soğuk sularından içip kanarlar Dağına sis çöken yaylalarımda Sazlıklarda mor çiçekler açılır Yeşillenir çayırları biçilir Çiçeklerden bin bir koku saçılır Dağlara diz çöken yaylalarımda
Ve yaylalar için yakılmış yüzlerce türkü bizleri alıp o eski yayla günlerinin ta ortasına bırakıveriyor. Buram buram yayla kokusu manilerde hâlâ var. Güz gelende yüklenir Yaylaların göçleri Nola ben olayıdım İçliğinin peşleri 88
Hüzünler Şehri
Yaylanın çimeninde Peri bağırır peri Kar yağdı da kapattı Konuştuğumuz yeri Yaylacıyım yaylacı Çayır kurutamadım İşlere vura vura Yâri unutamadım Yaylanın soğuk suyu Deldi bağrımı deldi Yaylaya gider iken Yârim aklıma geldi Yayla çimeni karlar Su olup ta akarlar Konuşmayalım gülüm Sinerler de bakarlar
89
Niyazi KARABULUT
RENKLER CÜMBÜŞÜ
Renklerin olmadığı bir dünya düşünün. Ne kadar çekilmez olur. Bütün çevreyi gri tonlarda görmek elbette iyi olmazdı. Oysa renkler; Kurşunî, Tarçınî, Siyah, Kahverengi, Kestane Rengi, Çingene Pembesi, Turkuaz, Buğday Rengi, Deniz Mavisi... Renkler bana Kazıkbeli’ni, Erikbeli’ni, Kadırga’yı... hatırlatır. Herkes zevkine göre giysilerinin renklerini belirler. Nar Çiçeği, Kirli Beyaz, Yeşil, Kavun İçi, Cam Göbeği, Füme, Sarı, Neftî, Menekşe Moru, Al, Bej, Alaca, Altın Rengi... İnsanlar kendilerine en yakışanını bulmaya çalışır. Kumaş, blue jean, keten, divitin, basma, pazen, ipek, pamuklu, atlas, trikoten, kadife, emprime... Kadırga bir renk katalogu gibidir. Değişik obalardan, değişik boylardan insanlarla karşılaşırsınız. Çepni boyundan olan kadınların giyinişi bir başkadır. Başında kuşkuyruk bağlanmış pullu bir yaşmak, sırtında genellikle beyaz gömlek üzerine giyilmiş işlemeli grepteşen yelek, belde arabesk işlemeli acem şalı kuşak, üzerinde kutnu ipek peştamal, Kaşmir etek, beyaz uzun çorap üzerine spor denen kısa renkli çorap ve naylon ayakkabı ile giyim tamamlanır. Bunun yanında modern giyimli insanlara rastlamanız mümkün, blue jean’li kızlar, fötr şapkalı erkekler. İnsanlar değişik renklerde yaratılmışlardır. Esmer, kumral, sarışın, buğday tenli, beyaz çehreli, mavi gözlü, siyah saçlı, badem bıyıklı, ela gözlü... Ezeli Nakkaş, Haliki âlem kudretini renkleri yaratmakla da izhar etmiştir. 90
Hüzünler Şehri
Bakışlarım, şen şakrak bahar serçeleri gibi renkten renge seyahat eder... Kırmızı, Eflatun, Mavi, Pembe, Krem Rengi, Yavru Ağzı, Vişne Çürüğü, Mor, Gül Kurusu, Fıstıkî, Lacivert, Leylaki, Beyaz... Renkler karnavalı gibi bir şey, mozaik desem daha uygun düşecek. Kadırga bu renklerin ve tonlarının sergilendiği açık hava müzesi. Kadırga Zigana Dağları’nın zirvelerinde yaylalar diyarı, yeşillikler diyarı, şehitler diyarıdır. Dört başı mamur yeşili bu dağlarda seyredebilirsiniz. Suların yeşille sarmaş dolaş çağladığını görürsünüz. Dağlar yastık gibidir obalara, her oba kendini bir dağa yaslamıştır. Ve sis bir yorgan gibi bürür dağları, obaları... Kadırga pazarı her hafta Cuma günü kurulur. Çevre obalardan insanlar namazlarını eda etmek için kadırganın yolunu tutarlar. Kadırga her Cuma canlıdır; fakat ille de Otçular Haftası21 bir başka hareketlidir. Herkes çayırını, fındığını otçular haftasına göre ayarlar. İşler bu haftaya göre düzenlenir, haftalarca öncesinden hazırlık yapılır. Nihayet gün gelir çatar. Perşembe gününden hazırlıklar yapılır, köyden yaylaya doğru hareketlilik başlar. İlk konaklama yeri yayladır. Yaylada sabah erken kalkılır. Gruplar halinde Kadırga’nın yolu tutulur. Kemençe eşliğinde Kadırga’ya varılır. Horon ve kemençe vazgeçilmez ikilidir. Kadırga’nın başında iki üç genç kol kola tutuşup kemençenin ritmine kendilerini bırakınca horon halkası kurulur. Gençler, ihtiyarlar, kızlar, gelinler horon halkasını Otcular haftası, Kadırga’da her yıl 15 Temmuzdan sonraki ilk Cuma günü düzenlenen şenliklere verilen isim. Çokluk haftası da denir. 21
91
Niyazi KARABULUT
genişletir. Gümüşhanelisi, Trabzonlusu, Giresunlusu yıllarca tanıdık gibi samimi ve daha önceden prova yapılmış gibi uyumlu bir atmosferde horon teperler. Karadeniz’in dalgaları gibi sert ve yöre coğrafyası kadar haşin figürlerle horon devam eder. Kemençenin kıvrak ritmiyle terler alınlardan dökülmeye başlar. Bir yandan türkücü kemençeye türkü yetiştirir. Ses tonunda sanki dağlarla vadiler arasında oluşan iniş çıkışlar dile gelir. Coğrafyayı bir de türkülerde teneffüs edersiniz. Ah Kadırga Kadırga Gelmedi mi Cuma Kız senin yalanların Tükenmedi mi daha Kadırga yok diyorlar Nedir ha bu donanma Öyle bir güne geldik Babana da inanma Kadırganın yolları Dönümlüdür dönümlü Uy bana da gidelim Yalan dünya ölümlü Kadırga dedikleri Bir yamanın belinde Bana ne yalvarırsın Ne var benim elimde Kadırga büyük Pazar Satılır kufacuklar Düşünmeyin uşaklar Büyüsün ufacuklar
92
Hüzünler Şehri
Bir yanda ızgara tüttürenler, bir yanda çilingir sofrası donatanlar... Evet, Kadırga değişik gruptan insanları bir araya getirir. Çokluk Haftası yıllık olağan kongre gibidir. Gurbette olup, yaz tatilini memleketinde geçirmek isteyen insanların ilk uğrak yeridir Kadırga. Burada hasret giderilir, eski dostlarla görüşülür, yeni dostlar edinilir. Ve dönüşte Kadırga çiçeği hatıra olarak satın alınır. Hediye olarak pestil götürülür. Kadırga’da en dikkat çeken olay Cuma namazıdır. Açık camide kılınan namazın ayrı bir lezzeti vardır. Kadırga Camii dört duvardan oluşan, zemini çimle kaplı yaklaşık iki yüz metre kare bir alan. Caminin duvarları yaklaşık bir metre yüksekliğinde ve kapısı yok. Camiye girmek için duvara konulan, çıkıntı basamaklardan yararlanmak gerekir. Namazda dağlarla birlikte ibadet ettiğinizi hissedersiniz. Çünkü hoparlörden yükselen ses tepelerde yankı yapar. Sanki dağlar ibadet vecdiyle size cevap vermektedir. Namaz esnasında dolu yağarsa kulaklarınız bundan nasibini alır. Yağmur yağarsa tepeden tırnağa rahmete gark olursunuz. Aksakallı, sarı sarıklı ihtiyarlara bu kadar zahmete katlanıp Kadırga’ya neden geldiklerini sorun. Gerekçeleri hazırdır. “Şu camide bir Cuma namazı daha kılayım dedim.” Evet, çevrede Kadırga Camii’nde yapılan duanın makbul olduğu söylenir. Onun için sık sık yağmur duası yapılır burada. Su satan, hediyelik çiçek satan çocuklar tabloya ayrı bir anlam katarlar. Ellerinde naylon testilerle: “Su vereliiim.” Diye bağıran çocukları görünce Y. Bülent BAKİLER’in şu şiiri hatırıma gelir:
93
Niyazi KARABULUT
“Nane satan, su satan yetim çocuklar Şarkı söyleyemediler güneşe, aya... Biliyorum, ne masal dinlemeye doydular Ne oyun oynamaya... Gökteki yıldızlar kadar sayınız Ah! Yurdumun kimsesiz ve yoksul çocukları Anladım, farkınız yok koparılmış başaktan... Alın bu yüreği benden, alın bu gözleri artık Utanıyorum yaşamaktan...”22 Fakat buradaki çocuklar şehrin sıkıntılarından uzak oyunun da tadına varmaktadır. Bu dağların temiz havasını teneffüs edip, yağ ve sütle beslenerek sağlıklı bir halde yayladan inerler. Onlar bu çağın en şanslı çocuklarıdır. Buralarda tabiatın bir parçası olarak yaşarlar. Onların çığlıklarıyla şenlenir bu dağlar. Kadırga isminin birde hikâyesi vardır. Halk arasında anlatılan. Bu bölgede yapılan bir savaş sırasında Kadırganın başında çevreye hâkim tepe üzerindeki kayada birkaç asker savunma yapmaktadır. Sonra geri çekilmek zorunda kalırlar fakat bir kişi eksiktir. Eksik olan Kadir isimli neferdir. Komutan “Kadir nerede” diye sorduğunda arkadaşları cevap verir ‘Kadir kayada kaldı.’ Bu cümle bozularak Kadırgaya dönüşür. Diğer bir rivayette ise Şehit olan askerin ismi Kadir KAYA’dır. Bu sebeple buraya bu isim verilmiştir. Bunlar birer rivayet midir, gerçeklik payları var mıdır? Bunu bilmiyorum. Fakat halk arasında bu hikâyeler dilden dile dolaşıyor ve nesilden nesile aktarılıyor. 22
Yavuz Bülent BAKİLER, Duvak
94
Hüzünler Şehri
Bu gün zikredilen tepede bir şehitlik vardır. Ve yaylacılar burayı ziyaret edip canlarını bu topraklar için veren bu meçhul şehitlere fatiha okuyarak bu güzel vatanı bize bırakmalarından dolayı vefa borçlarını ödemeye çalışırlar. Burada yatan şehidin ismi Kadir olmuş, Mehmet olmuş ne fark eder. Hâlâ bu vatanın bekçiliğini yapıyorlar ya.
95
Niyazi KARABULUT
ORADA BİR KÖY VAR Değişmeyen ne kaldı ki; şehirler, köyler, insanlar... Eskiden –eskiden dediğim bundan yirmi, otuz yıl kadar evvelköylere gittiğinizde zaman tüneline girmiş gibi olurdunuz. Eğer namaz vakti ise camiden çıkan insanlara rastlardınız. Görenler sizi muhabbetle kucaklardı. Çeşme başlarında kümelenmiş kızlar görürdünüz. Dağın bir yamacından kulağınıza mutlaka kaval sesi vururdu. Sıcak bir yaz günüyse ve siz de yorgunsanız mutlaka bakır tas içinde soğuk ayran gelirdi. Cırcır böceklerinin melodileri arasında yudumlardınız. “Artık onlar eskilerde kaldı”, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Maalesef… Düz damlı kerpiç evlerin arasında dondurucu kış gecelerinin sıcak ortamları köy odaları. Bu köy odalarının toplantı ve misafir ağırlamak gibi işlevleri de vardı. Ama hepsinden önemlisi bir eğitim yuvası olarak bulunmasıydı. Petrol lambalarıyla aydınlanan bu odalarda ocakta meşe kütüğü ya da tezek yakılırdı. Bu odalarda herkes gelişi güzel oturamazdı. Odada oturmanın belirli bir düzeni vardı. En baş köşede öğretmen ve imam oturur, diğerleri de büyükten küçüğe doğru sıralanırdı. Eskiden köyün akıllı kişileri olurdu da her meseleyi onlar çözümlerdi. İki kişi tarlaların sınırı konusunda münakaşa mı ettiler; “ehl-i hukuk” denilen bu kimseler meseleyi oracıkta hallederlerdi. Köy odalarının mahkeme işlevi gören bir özelliği vardı. Ve hiç kimsenin verilen karara itirazı olmazdı. Kimse gelişi güzel konuşamaz, herkes bağdaş kurup oturarak konuşulanları dinlerdi. Kimse kimsenin sözünü 96
Hüzünler Şehri
kesmez, büyüklerin tecrübelerinden faydalanılırdı. Köy odaları mahzun bir şekilde yerlerini kahvehanelere bıraktı. Şimdiki köy hayatı artık eskisinden çok farklı. Dejenere olmuş. Uzun kış gecelerinde ocak başlarında yapılan sohbetlerin yerini televizyon karşısına geçip vecd içinde büyülü camı seyretmek aldı. Dedemizin okuduğu, Ahmediye, Muhammediye, elden düşmeyen Kerem ile Aslı, Hurşit ile Mahimihri kitapları, Köroğlu Destanı, Battal Gazi hikâyeleri, Hazreti Ali Cenkleri nerede. Köy odalarında yapılan atışmalar, taşlamalar. Gençlerin sıra geceleri... İdare lambalarının çevresindeki nostaljik halkalanmayı televizyon karşısında hipnotize olma seansları aldı. Şimdi her evin çatısında bir çanak anten, her aile kendi dünyasını kurmuş, içine kapanmış ve kendi kuralları içinde yaşıyor. Karşılıklı gidip gelmeler iptal edilmiş. Hatta aile içinde çözülmeler başlamış. Büyüklerin toplanarak bir radyo başında “saat yedi ajansı”nı büyük bir ciddiyet içinde dinledikleri zamanlar çoktan geçti. Hatırlarım, biz çocuklar büyüklerin bu pür dikkat kesilmelerine katılır, ses çıkarmaya cesaret edemez, büyüklerle birlikte anlarmışçasına dinlerdik.(Hayır dinlemezdik radyoyu merakla seyrederdik) Şimdilerde öyle mi? Büyükler bir köşede oturmuş, evin yeniyetmesinin elinde uzaktan kumanda (edilme) aleti, o kanal senin bu kanal benim paparazzi saçmalıklarını izliyor. Ocak başında oturup büyüklerin sorduğu bilmecelere verilen cevapların doğrulandığını görmek ne mutluluktu çocuklar için. “Burdan attım kılıcı, Halep’ten söktü ucu.”(Şimşek), “Huri mercan olur, ağzı bir dili iki görenler hayran kalır”(Yılan), Sara sara çıktım karaysara, anası iki 97
Niyazi KARABULUT
aylık, kızı gider pazara.”(Fasulye), “Dağdan gelir dak gibi, kolları budak gibi, eğildi su içmeye, bağırdı oğlak gibi.”(Çamaşır tokmağı). Çamaşır tokmağını günümüzün otomatik çamaşır makinesi kullanan nesli bilmez, geçmişin cefakâr ve vefakâr, eli öpülesi analarının çamaşır gününü aktarmakta fayda var. Bir gün önceden ocakta meşe odunu yakılarak külü biriktirilir. Büyük kazanlarla su kaynatılır. Çamaşırlar, dört tahtadan mamul üstü ve altı açık, “kumul” diye tabir edilen dikdörtgen prizmanın içerisine konulur. En üst kısma ketenden bir bez serilerek içine meşe külü konulur. Kaynamış su üstten dökülerek süzdürülür. Süzülen su çamaşırlardan geçerek yumuşatıcı görevi yapar. Süzülen su çamaşır teknesinde birikir ki bu tekne de tahtadan yapılır. Külden süzülen su kırmızı bir renk alır. Bekleme süresi dolan çamaşırlar kumuldan alınarak teker teker sabun ile yıkanır. Sabunlar önceden kurutularak erken erimesi önlenir. Bu yıkama esnasında odundan bir tokmakla çamaşırlar dövülür. İşte bilmecede sorulan budur. Naylon hâkimiyetinden önce hemen bütün eşyalar ağaçtan yapılırdı. Kaşıklar şimşirden, külekler çamdan... Tencere ve sahanlar bakırdan olurdu. Hitaplar değişikti... Bir başkaydı söyleyiş: Kadına hanımefendi denirdi; erkeğe beyefendi... Nezaket hâkimdi konuşmalara. Oğul sorulurken, mahdum beyefendi denirdi. Oğuldan söz edilirken, mahdumunuz... Babaya hacıbaba denirdi, anneye valide... Bir yere gidilirken babanın ve annenin eli öpülürdü... Ve hayır duaları alınırdı. Küçükler öpülürdü gözlerinden. 98
Hüzünler Şehri
Ezan, ruhun gıdasıydı... Seherler bir huşu anı... Her ezan başka bir makamdan okunurdu. Teravihlerde her rekat başka makamdan okunurdu, namaza yetişen hangi rekatın kılındığını bilirdi... Herkes birbirini selamlardı. Büyükler küçüğe, binekli yayaya, az olan çok olana selam verirdi. Selamlar içten verilir ve içten alınırdı. İş yapanlara “kolay gelsin” denilirdi. Nimetle uğraşanlara “bereketli olsun”... Cevap her zaman “Âmin! Hoş geldin safalar getirdin” olurdu. Eskiden çeşme başı, pınarbaşı muhabbetleri olurdu. Kuşluk vaktinde ve ikindi serinliğinde çeşme başı dolar taşardı. Suyun pet şişeye girmesi çeşmeleri ve pınarları ikinci plana itti gibi görünse de çeşmeler hâlâ görevlerine devam ediyor. Hatta bir fıkra vardır: “Kadınlar sürüyü çobanın önüne katmış, çeşme başında muhabbete başlamışlar. Ta ki kuşluk vakti olmuş, çoban sürüyü getirmiş. Kadınlar çobana çıkışmışlar. “Gözü kör olasıca şurada iki çift laf etmeden getirdin sürüyü,” diye.” Şimdi ne sürü kaldı ne çeşme başı ne de çeşme başında yavuklu görmek uğruna beklemeler. Suyun hayatımızdaki yeri bir başkadır. Su, temizliğin, saflığın, doğallığın ve doğruluğun sembolü. Onsuz hayat olmaz. “Su gibi aziz olasın.” denilir. Gurbete gidenlerin arkasından su serpilir. Gümüşhane’de pınarların şahı Tomara Şelalesidir. Tomara Şelalesi susmak bilmeyen bir melodi gibidir. Geçmişten geleceğe çağıldar durur. Köpük köpük ak, billur gibi berrak, ana sütü gibi pak. Çağıltısının verdiği ruh huzuru ise ayrı bir güzellik taşır. Tomara şelalesiyle ilgili bir de efsane vardır: Tomara Şelalesi'nin Kırk Gözeler'inde eskiden bir 99
Niyazi KARABULUT
çoban varmış. Çoban, sürüyü kendi kendine yayarmış, sonra da getirir ıssız çukurca bir yerde sürüyü yatırır, abdest alıp, namaz kılarmış. Oracıkta su yok ya, köylüler de zannedermiş ki bu çoban sürüyü ıssız yerde susuz bekletiyor, çobanın arkasından ileri geri konuşuyorlarmış. Birgün çobanı takip etmişler. Gitmiş bakmışlar ki çoban, öğle vakti sürüyü bu çukurca yere indirdiğinde ayağını yere vurduğu gibi bir su fışkırmış. Sürü sudan kana kana içmiş, kendisi de abdestini alıp, namazını kılmış. Namazını bitirdiğinde bakmış ki millet onu seyrediyor. Milletin onu takip ettiğini anlayınca da kavalını bir tarafa savurmuş, kınını da başka bir tarafa savurmuş. Biri düşmüş bizim Tomara Şelalesi'ne ve oradan su fışkırmış; biri de başka bir köye düşmüş, Tomara'daki gibi bir su da oradan çıkmış. Ondan sonra da buraya Kırk Gözeler demişler. Kırk yerden su çıktığı için. Susuzluk yüzünden anayurdunu terkeden insanların suya bu kadar önem vermesi, suyu şadırvanlarla, çeşmelerle taçlandırması şaşılacak bir durum değildir. Çeşmelerin en etkileyicisi Daltaban Çeşmesidir. Cihad-ı Ekber hatırasına yapılan bu çeşme hazine avcıları tarafından tahrip edildiyse de bu güne kadar gelebilmiştir. Anadolu’nun her tarafında olduğu gibi çeşmeler Gümüşhane’de de her yerde karşınıza çıkarlar. Çeşmeler için yakılmış nice manilerimiz vardır. Oy kara kız kara kız Saçlarını tara kız Çeşmenin başlarında Gel de beni ara kız 100
Hüzünler Şehri
Yedi lüleli pınar Hep kuşlar ona konar Bu gün yâri görmedim Yüreğim ona yanar Elektrik ve televizyonun köylere yerleşmesinden sonra günlük yaşayış değişti. Yatma kalkma saatleri değişti. Erkenden kalkıp sabah namazıyla işe başlayan insanların yerine kuşluk vakitlerine kadar yataklarından çıkmayan insanlar geldi. Eskiden, topluca, neşe içinde yapılan çalışmalar yerini gündelikçilere bıraktı. İmece mi? Oda ne? Onun ruhuna fatihayı çoktan okuduk. Fakat sılaya özlem bir türlü bitmiyor. Sılaya özlem bu, her şey aklına düşer Salkıma dönmüştür kadıntuzlukları Elbet bu kandilde dua eder Cami avlusunda çeşme muslukları Nur yüzlü ihtiyarlar niyazdadır şimdi Tekbirlerle, salâvatlar dillerinde Ne kadar uzak olsam da köyümden Gönlüm titriyor caminin kandillerinde Genç kızlar beyaz atıyla köyün aşağısından söküp gelecek palabıyık delikanlıların yerine Almanya’dan Mercedes’le gelecek delikanlıları beklemeye başladılar. O elleri kınalı, boyunlarında sarı liralar asılan kızlar gitmiş de yerlerine ojeli, rujlu kızlar gelmiş. Oy bıçak kara bıçak Babam dükkân açacak Evlenmeyin bekârlar Naylon kızlar çıkacak 101
Niyazi KARABULUT
Duman dağlar arası Beli kemer yarası Ayakları hopala23 Gözler taflan karası Omuzunda tüfeği Piyadedir piyade E kız severim seni O anandan ziyade Yârim kara yelekli Canı canıma ekli Bu gün bayram dediler Bayramın mübarekli Tutuştuğu sevdadan dolayı yanık türküler yakan kızlar nerede? Hepsi Ricky Martin hayranı. Eski manilerden bir tane dahi bilmiyorlar. Düğünler salonlara taşındı. Davullu, zurnalı, kemençeli düğünlerin yerinde yeller esiyor şimdi. Orkestraların yönettiği düğünlerin istilasına uğradık. Atma türküler (iki gurubun türkülerle birbirlerini taşlaması) artık yok Köy kahvelerinde artık ottan, tarladan, hayvandan, sürüden bahseden insanlar yok. Sohbet konularını siyaset oluşturuyor. Ankara’yı eleştiren, kıyısından köşesinden güncel meseleleri irdeleyen konuşmalar yapılıyor. Dünya siyasetinden dem vuruluyor. Eskiden şehre gitmiş insanlara: “Sen asfalt çiğnemiş adamsın.” diyerek gıpta ile bakılırdı. Belki de delikanlılar, şehri ilk defa askere giderken görürdü. Şimdi,
23
Keklik
102
Hüzünler Şehri
günübirlik şehre inip kahvehanelerde okey, altmışaltı, maça kızı, pişpirik oynuyorlar. Köylerin şehirle olan irtibatı arttı. Eskiden şehre, gaz, tuz ve şeker almak için inilirdi. Şimdilerde bütün ihtiyaçlar şehirden karşılanıyor. Üzülerek söyleyeyim ki çoğu kişiler şehirden yumurta alıyor. Evet, köyler minyatür şehirlere döndü, ya da kentleşiyor. Fakat bir şey değişmedi. Hâlâ köylerde kurbağa sesleri işitiliyor, cırcır böceklerinin melodilerini dinleyebiliyorsunuz. Kuşlar eskisi gibi şarkılarını terennüm etmekte. Hatta bazı ailelerde seherlerde öten horozlar bile var. Bu kadarı yetmez mi? Şairin dediği gibi: “Ne kaldı buralı göklerden başka.” Değişimin büyük bir hızla yaşanıyor. Değişim kaçınılmaz. Değişimin olması gayet tabii. Değişim bir realite. Ancak değerlerimize sahip çıkarak ve aldıklarımızı özümseyerek yola devam etmeliyiz. Değerlerimizi kaybetmeden onları yeniliklerle barışık tutarak hayatımızı sürdürmeliyiz.
BİR GARİP KÖY24 Yıllar oldu sen bu köyden gideli Taş üstüne taş kalmadı kardeşim Sitem dolu ahu figan edeli Gözlerimde yaş kalmadı kardeşim. Zonguldak Gümüşhaneliler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin 2000 yılı takviminde yayınlanmıştır. Şiir Nevzat PALA’ya aittir. 24
103
Niyazi KARABULUT
Bozkır oldu zümrüt yeşil ormanı Tarla hozan ot bürüdü harmanı Köyden geçti aşireti akçalar Viran kaldı yeşil bostan bahçeler. Ötmez oldu sığırcıklar serçeler Yemlenecek kuş kalmadı kardeşim. Öküz öldü adı kaldı kuzunun Bahar mahzun tadı yoktur yazının Hep kurudu derelerin pınarı Göç eyledi ahu gözlü maralı Gölgesizlik sardı ulu çınarı Yaprağında yaş kalmadı kardeşim. Orak sapsız tırpan paslı çatıda, Kağnı kırık kara saban yatı da. Nevzat yanar elden bir şey gelmiyor, Birer birer boşalıyor kalmıyor, Cahil insan köy kıymetin bilmiyor, Şehirlerde iş kalmadı kardeşim. Köy demektir sıcak ana kucağı, Dön gel yine tütsün baba ocağı.
104
Hüzünler Şehri
105
Niyazi KARABULUT
HARMAN ZAMANI Günümüzün çocukları... Onlara acıyorum. Ağustos sıcağında harman zamanı dövene binmenin dayanılmaz lezzetini tadamamışlar, yazık. Komşunun kiraz ağacından kiraz çalmanın(!) mutluluğuna ulaşamamışlardır. Tandır ekmeği arasına bir miktar gurut25 katarak dürüm yapmanın lezzetini kim biliyor ki? Hatta gurutun ismini. Hangi çocuk çam sakızının lezzetini bilir. Her birinin ağzında Dandy marka sakız, markaya uygun şişirip şişirip patlatıyor. (Evet, biz böyle mi gördük dedemizden?) Dere kenarlarında çamurdan kendi oyuncağını kendisi üretme gururunu yaşayamıyor artık. Çam kabuğundan yaptığımız araba maketlerini hangi çocuk becerebilir şimdi. Evet, nostalji olmasının ötesinde çocukların el becerilerini de yok ettik. Çocukluk yıllarımdan hatırlarım. Fasulye çubuklarını at yaparak sabahtan akşama kadar koşturmalarımız ve akşam olur olmaz yatağa balıklama dalışımız. Şimdiki çocukların oynadıkları oyunlar bedenlerini yormuyor, beyinlerini dumura uğratıyor. Atariler, Game Boy’lar, Tetrisler... Bizim çocukluğumuzda kaval ağacından ürettiğimiz patlangaç denilen oyuncakları şimdi kim biliyor. “Çelik-çomak”, “birdirbir”, “seksek”, “aşuk”, “lambuza”, “leçe”, “dokuztaş” oynayan var mı? Bu oyunların adını dahi bilmiyor çocuklar.
Çökelek yumru şeklinde sıkılarak güneşte kurutulur. Kurutulan bu çökelek katık olarak ekmekle yenilir. Kurutularak yenildiği için bu adı alır. 25
106
Hüzünler Şehri
Elma bahçelerinde koşturan, kelebek kovalayan çocuklar nerede? Hipodroma çıkmış yarış atları gibi kıyasıya sınav yarışındalar. Birbirleriyle oyuncaklarını paylaşan çocukların yerine evinin balkonundan başka oyun alanı tanımayan, hazır oyuncaklarla odasına kapanıp bencilleşen çocuklar geldi. Çocuklarımız büyüdüler; problemleri daha da büyüdü. Hayatlarının büyük bölümünü televizyon karşısında geçiren bu çocukların dört duvar arasına sıkışmış mahpus hayatları kimsenin umurunda değil. Çocuklar, seyrettikleri filmlerdeki oyuncuların davranışlarını sergiliyorlar, onlar gibi giyinmeye özen gösteriyorlar. Televizyonda gördükleri oyuncaklardan ve reklâmı yapılan çikolatalardan istiyorlar. Gökyüzünü ancak apartmanların balkonundan seyredebilen ve kuş cıvıltılarını ezkaza bir belgeseli seyrederken hoparlörden duyabilen, çiçeklerden birkaç tanesini saksılarda görebilen bu çocuklar çocukluklarını yaşamadan büyüyorlar. Tabii hayattan fersah fersah uzakta… Harman zamanı biz çocukların en çok sevdiği zaman dilimi idi. Ekinler orakla biçilir, deste yapılır, sonra gemlerle güzelce bağlanır ve harman başına taşınırdı. Ekinlerin biçilmesi nemli zamanlarda yapılır. Bazen mahallenin kızları toplanarak geceleri arpa biçmeye veya fiğ koparmaya götürülür ki; bu gecelere tenleme denilir. Kızlar oraklarla arpaları biçerken orakların ritmi doyumsuz bir şarkının ara nağmeleri gibidir. Mahallenin delikanlıları ise denizci fenerleriyle ekin biçenlere ışık tutar. Gençlerin kalplerinde tutuşacak ateşin ilk kıvılcımları bu gecelerde düşer yüreklere. Daha sonraları denizci fenerlerinin yerini lüksler almıştır. Biçilen ekinler 107
Niyazi KARABULUT
eşeklerle, öküz arabalarıyla veya sırtta taşınarak harman başına yığılır. Bütün bu işler imecelerle yapılır. Gençler bu geceyi harman başında ekinlerin içinde yatarak, türkü söyleyerek, neşe içinde geçirir. Harman önceden hazırlanır, ıslatılır loğlanırdı26. Havanın müsait olduğu bir günde bağlar çözülerek harmana dağıtılır ve döven tahtası getirilirdi. Döven tahtasının arasına geçmiş bir bıçak, sapların erken kesilmesini sağlardı. Aynı zamanda bir kutu öküzlerin harmanı pisletmemesi için tahta üzerinde hazır bekletilirdi. Öküzler daha önceden hazırlanır, ayakları nallı olarak boyunduruğa bağlanır, bir gün devam edecek harman işleri başlatılırdı. “Hoo!” dediniz mi öküzler yürür, ıslık çaldınız mı dururdu. Bazen sizi dinlemedikleri olur samları27 kırarak kaçabilirlerdi. Öküzler ki insan bakmaya kıyamaz “Zeytinyağını üstten dök alttan al.” diye tabir edilen cinsten, gayet semiz ve mutlaka birisi sarı renkli olurdu. Öküzlerden biri içten dolandığı için az yol katettiğinden belirli aralıklarla yön değiştirilir, sap biraz ezilince çatalla karıştırılırdı. Saplar iyice incelince karıştırma işi yaba28 ile yapılırdı ki biz bu anı dört gözle beklerdik. Çünkü bundan sonra dövene binmek mümkün olurdu. Birkaç çocuk döven tahtasına çıkar samanın döven altındaki sesini dinleyerek neşelenirlerdi. Öküzlerin yorulduğu söylenerek bu mutlu an genellikle kısa sürerdi. Loğ taşı silindir şeklinde bir taştır. Kelkit çevresinde evlerin bacalarını sıkıştırmak için kullanılır. Harmanlarda ise toprağın sıkıştırılarak buğdaya karışmaması için kullanılır. 27 Öküzün boynuna takılan ve genellikle muşmula ağacından yapılan kavisli odun parçası. Kelkit tarafında “Samı” şeklinde söylenir. 28 Dört veya beş parmaklı odun kürek. Saman işlerinde kullanılır. 26
108
Hüzünler Şehri
Harmanın yakınından geçenler selam verdikten sonra mutlaka “Kolay gelsin, bereketli olsun” derdi. Bazen birkaç harman yan yana atılır ve gençler birbirleriyle yarışırdı. Harmanı erkenden bitirenler komşulara yardım ederdi; ancak manilerle birbirlerini yermekten geri de durmazdı. “Avara avara Mehmet’in öküzleri avara Eline bir ekmek verin Çalın gitsin davara” Harmanın kestiği anlaşılınca yani; buğday ile saman tamamen birbirinden ayrılınca harman toplanırdı. Urgan veya tapan denilen tahta ile ve yabalar yardımıyla saman bir yere tığlanır, harman makinesi kurulurdu. Harman makinesi elle çevrilen, tahtadan yapılmış bir düzenek idi. Çarkın kolundan tutup çevirdikçe makinenin elekleri harekete geçer dönen kanatların oluşturduğu rüzgâr samanı ileri atar buğday eleklerde elenerek toprak ve samandan ayrılırdı. Bu teknoloji ürünü köylere gelmeden önce hayal meyal dedemin günlerce rüzgârın uygun yönden esmesini beklediğini hatırlarım. Fakat bu uygun yön hangisi idi. Kıble rüzgârı mı, karayel mi ya da her hangi birisi olursa yeterli miydi? Uygun yönden esen rüzgâra karşı yaba ile saman yukarı atılır, rüzgâr samanı uzağa atar, buğdaylar kalırdı. Harman, özellikle güneşli günlerde atıldığından sıcaktan insanın beyni patlar, soğuk ayran içtikçe serinlerdik. Harman zamanı aynı zamanda ahlatların, boz armutların, arpa armutlarının ve güz eriklerinin olgunlaştığı döneme rastlardı ki harmanın hararetine karşılık boz armut yemenin tadı bir başka olurdu. Hatta harman
109
Niyazi KARABULUT
ismiyle anılan bir ahlat29 çeşidi vardır ki adı “harman ahlatı”dır. Buğday taneleri harmandan alınıp god30larla çuvallara doldurulur. Müsait bir zamanda kalburlarla elenerek eleküstü denilen kaba çöplerden ayrılır bundan sonra buğdayların yıkanıp kurutulması işi başlar ki oldukça zahmetlidir. Buğdayın taşı ve güçsüz taneler ayıklanır. Buğdaylar yıkandıkça cecimlere31 serilir, kurutulur ve toplanır. Bu iş iki, üç gün devam eder. Sonra değirmen faslı başlar. Değirmende nöbet almalısınız32. Sıranız gelince zahireyi değirmenin teknesine boşaltırsınız. Savacağı33 suyun önünden çeker, taşın dönmesini sağlarsınız, taş taraklı ve gargin34 ayarlı ise taş fıldır fıldır döndükçe ununuz unlukta birikmeye başlar. Sonra unları çuvallayıp ambara taşırsınız. Unlar telis çuvallarla üst üste yığılarak ambarın bir tarafına dizilir. Çarşıdan alınan unlar ise has un olarak tabir edilir. Has un yufka yapımında kullanılır. Genç kızlar toplanarak birlikte yufka açarlar ve bu yufkalardan erişte ve siron kesip saklarlar. Yerli undan ise ekmek yapılır. Kelkit civarında ekmekler tandırda pişirilir ki gayet lezzetlidir. Torul civarında ise ekmekler taş fırınlarda pişirilir. Unların depolandığı yer ambardır, ambarda buğday için ayrı, mısır için ayrı, arpa için ayrı bölmeler bulunur. Ev içinde Bir tür yabani armut çeşidi. Gümüşhane dağlarında çokça yetişir. God ahşaptan yapılan yaklaşık bir teneke zahire alan ölçü birimi. 31 Cecim, kendirden yapılan sergi. 32 Değirmende un öğütme işi sırayla yapılır, buna nöbet alma denir. 33 Değirmende suyu keserek taşın hareketini durdurmaya yarayan düzenek. 34 Taşın yalpalamadan aynı eksende dönmesi için yapılan ayarlama işine “gargine alma” denilir. 29 30
110
Hüzünler Şehri
yiyeceklerin saklandığı büyük sandığa arakli denilir. Patatesler kuyularda saklanır. Mısırları ise çeten’e35 koyarlar. Meyve kurularının yeri dam altıdır. Cam kavanoz köyleri teşrif etmeden önce ballar, peşkidanlar36 Dölek mamulâtı toprak kaplarda saklanırdı. Tereyağ için mutlaka odundan imal edilmiş bir külek bulunurdu. Toprak kaplar Gümüşhane, ağaç kaplar Torul ve Kürtün bölgesinde imal edilir ve zaman zaman seyyar satıcılar sayesinde el değiştirirdi.
İnce çıtalardan veya fındık çubuğundan yapılan serender. Mısır kurutmak için kullanılır. 36 Bir çeşit çökelek, sulu bir şekilde ve hafif ekşidir. 35
111
Niyazi KARABULUT
YOLLAR GURBETE ÇIKAR Yollar... Kıvrıla kıvrıla, büküle büküle uzayan yollar... Her karışında hüznümüzle sarmaş dolaş yollar... Yollar uzayıp gider dağlardan vadilerden. Bu yollar ki, bazen patika, bazen şose, bazen keçiyolu, bazen dar, bazen geniş... Yol, eskiden beri Gümüşhane insanının çilesi olmuştur. Gümüşhane insanı hep yolda olmuştur. Yolların yapımı Gümüşhane’de yenidir. Köylere ulaşım daha birkaç seneye kadar ancak yaya olarak yapılabilirdi. Devlet erkânından birisi köye gelecek olsa mutlaka ata bindirilirdi. Yaylaya vali geldi Atlı develi geldi Ne geldiyse başıma Seni seveli geldi Son zamanlarda yapılan çalışmalarla yolu olmayan köyümüzün kaldığını zannetmiyorum. Yol olmadığı dönemlerde, köyden şehire gidip gelmek büyük bir çile idi. Sabah erkenden köyden çıkılır, miri yola kadar yürünür ve rastlanırsa bir kamyonun üstüne binilirdi. Şehirden dönüşte sırta alınan bir yükle aynı yollar adımlanırdı. Bu yük mutlaka batman hesabıyla söylenirdi. Nice kişiler bu yolları gündüz sırtında yükle, geceleri elinde denizci feneriyle adımlamıştır. Nice yorgunluk terleriyle ıslanmıştır, nicelerinin gözyaşlarıyla çamur haline dönüşmüştür 112
Hüzünler Şehri
topraklar. Bu yolların tozu hâlâ elbisemizdedir. İhtiyaç için şehre giderken, yaylaya göçerken, tarlaya tumpa giderken hep yolların çilesini çekmiştir insanımız. Kış aylarında yollarımız daha acımasızdır. Kar, boran, tipi yollarımızı geçilmez dağlarımızı aşılmaz yapar. Kar yağdı mı bir yerden bir yere gidilmez olur. Yollarımızı kar kapatır, çığ kapatır. Kostan Dağı, Zigana Dağı, Çilhoroz Dağı, Köse dağı, Pöske Dağı geçit vermez. Geçit vermeyen bu dağların ardında kalanlar; “Şu dağı aşamadım Yâre kavuşamadım” der. Gümüşhaneli çok eski dönemlerde ürettiği meyveyi, Trabzon limanına kadar götürmüştür. Üretilen toprak kaplar (gudu) ve kiraz Bayburt tarafına taşınmış, madenlerin eritilmesi için Gümüşhane çevresindeki ormanlar kesilerek darphaneye ulaştırılmıştır. Kelkit Şiran ovasında üretilen tahıl Gümüşhane, Torul hatta Trabzon’a taşınmış velhasıl yolculuk insanımız için bir hayat tarzı olmuştur. Gurbete gidenler, gurbetten dönenler, çalışanlar, yük taşımacılığı yapanlar, seferberlik yıllarını yaşayanlar birer yol yorgunu olmuşlardır. Niceleri bu yollarda can vermiş, niceleri bu yollarda sevdiklerini yitirmiştir. “Hasibe Hala anlatıyordu .......... Biz öyle karı kız Oğul uşak yola düştük At eşek kab kacak Arpa buğday et sakız Bir nefes aldık ulu dağların üstünde 113
Niyazi KARABULUT
Sevindik yel yel olduk üzüldük Gün batarken dönüp Ta bağların burcunda Urus’un Gölge duman katırlarını gördük. Yaşadığımız ne zamandı Sabrımız ne taş kalbimiz ne sağlamdı Şiran’dan Suşehri’ne Tokat’a Yıldız dağına Kaybolan güzel kızlar Sevgiler hüzünler hasretler dolu Ne kıtlıklar ne acılar ne yokluklar vardı ..... Hasibe Hala anlatıyordu ........ Dizim dizim yola düşüp Ulu dağlı Gümüşhane’ye gelmek için Yola koyulduğunu...” 37 Kalaycılık yapanlar köy köy dolaşıp yol çilesi çekmişlerdir. Bu, Gümüşhane’nin, tarihî Trabzon- ErzurumTebriz yolunun üzerinde olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Gümüşhane’nin coğrafi yapısı geçinmeye müsait olmadığından işçilik yapan evlatlarını da yollara dökmüştür. Yol kelimesi hep gurbeti hatırlatır bize. “İniş yokuş uzar gider Yollar gurbete gurbete Her vardıkça lanet eder Kullar gurbete gurbete Şiir Yüksel ÖNEM’e aittir. Rusların Gümüşhane İli’ni İşgali, S.Özcan SAN, s.119-120 37
114
Hüzünler Şehri
Kınamayın behey beyler Yardan ayrı düşen neyler Ağıt yakıp türkü söyler Diller gurbete gurbete Hasret gamı çekilirmiş Saç ağarıp dökülürmüş Genç olsa da bükülürmüş Beller gurbette gurbette Hasani’yem gurbet bizim Kader deme be azizim Gide gide tutmaz dizin Yıllar gurbete gurbete”38 “Gurbet, bir garip kelime. Gariplerin gönül aynasında bekleşen sisli rüya. Geceyi koynunuza alıp gözlerinizi yumduğunuzda uzun yolculuklar yapıyorsanız ıssız hıyabanlarda ve serin gölgelerin hışırtısı çarpıyorsa yüreklerinize; siz gurbettesiniz. Rüzgârların ağladığı anları tanıyabiliyorsanız tutuşan sularda hüzün damıtırken, evet siz gurbettesiniz. Gurbet ilde baş yastığa gelende, insanoğlu dalar düşüncelere, yaylalardaki otların çeşidinden, ormandaki ağaçların cinsine, çeşmelerin başında bekleyen kınalı parmaklı kızların ellerindeki testilere suların akışını vs. film şeridi gibi
38
Hasan SOYDAŞ, Halk Şairi
115
Niyazi KARABULUT
getirir gözlerinin önüne: ‘Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde’ der Tanburi Cemil Bey gibi.39 Gurbettir değiştiren mekânları, görmek istediğince gösteren insana. Güzelleştirir karanlıkları ve tüter buram buram Anadolu gecelerinde, gidende midir, kalanda mı bilinmez bir dua sabahı, bir murad günü. Gurbeti semalar bağlar sılaya ve uzun havalardır yakın eden ırağı.... Çevirip çevirip yönünü sıladan yana; geceler hasret, hicran ve firkat yağar üstüne...” diyor Y.Temel Turhan40. Gurbeti sılaya bağlayan, yollar olur. Bu yollar nice sırları, nice hikâyeleri saklar. Evet, yollar sırdaşımız ve çile mekânlarımızdır. Ayrıca bizim ekmek kapımızdır yollar. Yakın tarihlerde Trabzon limanından İran’a yük taşıyan kamyoncularımız, bu kadim ata gelenekleri olan taşımacılığı sürdürerek yolların aşinası olmuşlardır. Bu gün de Kelkit, Şiran tarafında üretilen pancar, yakın illerdeki şeker fabrikalarına taşınmaktadır ve herkesin bir yol hikâyesi vardır. Yol gider mi gider mi? Bizim büyük limana Ne ben öldüm kurtuldum Ne sen geldin imana Git yârim uğur ola 39 40
Güfte Kemalettin Kamuya aittir.(N.K.) Köylünün Sesi, Ocak-Nisan 2000, Sayfa 5
116
Hüzünler Şehri
Düz ova yolun ola Başkasını seversen İki gözün kör ola Gök ekin biçilir mi? İyisi seçilir mi? Sular minare boyu Köprüsüz geçilir mi?
Bu maniler Gümüşhanelinin yol çilesini, Harşit’in acımasız aktığı dönemlerdeki köprüsüzlük çilesini ne güzel dile getirmektedir. Daha çok yakın bir zamana kadar köylerin yolu yoktu. Ancak şimdi Gümüşhane’de yolu olmayan köy kalmadı. Günümüzde vasıtasız yolculuk yapılmıyor. Yol çilesi, yol arkadaşlıkları nostalji olarak kaldı artık.
117
Niyazi KARABULUT
DAĞLARIN ARASINDA BİR BAHÇE 41
Dağların hâle gibi çevrelediği bu yeşil vadi yüzünü görme imkânına erişen herkesi büyülemiştir. İlk defa gezilen ve görülen yerler daima ilgi çeker, insanın ruhunda tesir meydana getirir. Gümüşhane ise haşin coğrafyası, mahcubiyeti ilk bakışta okunan yerleşimleri ve bakir turizm alanları ile görenleri anında büyülemektedir. Aşağıda bu yeşil dünyada bir, iki gününü geçiren bir yazarın duygularını bulacaksınız. “Vatan, Antalya’da bir mavi su, Posof’ta bir çorak tarla, Gümüşhane’de bir yemyeşil bahçe” demiş ozan. “Dağ içinde bağ” deyiminin pek yakıştığı Gümüşhane, tarihindeki meşhur bahçelerini bu gün biraz arasa da, sert ve sulu, hoş kokulu elması, onlarca çeşit armudu, pestile ve kömeye lezzet veren dutu, ulu orta bitiveren, bol dikenli, vitaminli kuşburnuyla hâlâ gözde. Tarihi MÖ 3000’lere kadar dayanan Gümüşhane, Roma ve Bizans döneminde adını aldığı gümüş ocakları ve tarihi İpekyolu üzerinde bulunması sebebiyle, 19. Yüzyıla kadar canlılığını hep korumuş. O tarihten sonra ise madenlerin tükenmeye yüz tutması ve birbiri ardı sıra gelen işgaller
Skylife dergisinin Aralık 1999 sayısında yayınlanan Bahar KALKAN’ın Gümüşhane gezi notları. Sahife:74-81 41
118
Hüzünler Şehri
nedeniyle göç kervanı yola düzülmüş. Bu gün bile en önemli sorunu göç, Gümüşhane’nin. Bu “küçük şehir” konumunun verdiği tezatları içinde barındırıyor; aynı zamanda bu tezatlarla zenginleşiyor. Ne kara iklimi hâkim diyebiliriz buraya, ne de deniz iklimi. Sarp, çıplak kayalıklar bir yanda, yeşilin her tonuna bürünmüş ormanlar diğer yanda. Birinin elinde kemençe, diğerinin elinde tulum, kiminde de davul zurna. Toprağın rengi bile değişiyor çoğu yerde. Aslında Gümüşhane’yi anlatmak için söze Zigana’dan, şehir kapısının kilidi olan o ünlü geçitten başlamak gerek. Trabzon’u Erzurum’a, oradan da İran’a bağlayan yolun en zor aşılan, geçit vermedikçe adı kulaktan kulağa yayılan Zigana’nın bağrında bu gün yaklaşık 2 kilometre uzunluğunda bir tünel var. Bu tünelle, fındık ağaçları ve yaprakları pırıl pırıl parlayan karaağaçlarla çevreli Trabzon-Gümüşhane yolu 25 km kısalarak 100 km’ye inmiş. Ama manzaranın tadını çıkarmak isterseniz, teknoloji harikası tüneli bir kenara bırakıp eski han kalıntılarına da rastlayabileceğiniz o kadim yolu kullanabilirsiniz. Zigana Dağı Turizm Merkezi Tesislerine giden yol tünele girmeden solda kalıyor. Kışın kayak, yaz geldiğinde de çim kayağı yapılan bu belde piknikçilerin en çok rağbet ettiği yer. Zigana Dağı’nın ardındaki Kadırga Yaylası ise, yayla zengini Gümüşhane’nin irili ufaklı 200 yaylasının en ünlüsü. Temmuz ayının üçüncü Cuması yaylada yapılan geleneksel yayla şenliklerine 25-30 bin kişi katılıyor.
119
Niyazi KARABULUT
Nüfusu giderek azalan Gümüşhane’nin merkezi, şehri kollayan iki dağın, 2000 metre yükseklikteki Alemdar ve Kuşakkaya’nın arasında, ortasından Harşit Çayı’nın aktığı derin bir vadiye yayılmış. Şehir merkezinin güney batısında, 17-18. Yüzyıllarda şimdinin iki katı insan yaşadığı, sırtını dağlara yaslayan ve evleri setler halinde yükselen Eski Gümüşhane yeni şehri gözlüyor. Bu şehir ki, İran seferi sırasında burada konaklayan, gümüş madenlerini görüp tabiatına hayran kalan Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle kurulmuş.42 Eski Gümüşhane’de, tarihi boyunca üç farklı topluluk; Rum, Ermeni, Türk barış içinde birlikte yaşamış. Mahalleler arasında dolaşıp taştan, cumbalı, pencere ve kapı kenarları süslemeli Rum evlerinin, bahçesi meyve ağaçlarıyla dolu, tahta oymalı tarihî Türk konaklarının önünden geçiyorum. Hüzünlü bir hava hakim bu şehre. Hem eski hem de yeni şehri güzelleştiren, zenginleştiren tipik Gümüşhane evleri genellikle iki katlı, ahşaptan, taştan ya da kerpiçten. Ama her zaman bahçe içinde, geniş sofalı, odaları ferah. İnce kapı süslemeleri, kapı tokmakları, pencere alınlıklarındaki ve saçak altlarındaki süsleme motifleri görülmeye değer. Evlerin çatıları Gümüşhane’nin köy evlerinde de olduğu gibi kar tutmasın diye dik, saç ya da çinkodan yapılma. Ama Gümüşhane’de Sarıçiçek köyünde öyle iki ev var ki, hepsinden bir başka. Bu evlerin özelliği odaların içinde ve hikâyesinde saklı. 1870’lerde bir ahşap ustası ve çırağı, konuk Bu bilgi yanlış olmasına rağmen bir çok yazıda böyle geçmektedir. Kanuni Irakeyn (İran) seferine giderken Gümüşhane’den geçmemiştir. 42
120
Hüzünler Şehri
odasını ahşap işlerle bezemeye başlarlar ama araları açılır. Çırak, diğer evin odasında marifetini sergilemeye koyulur. Üç yıl gece gündüz birbirlerini görmeden çalışırlar. Sonunda çırağın işlemeleri köylüler tarafından daha çok beğenilir. Bunun üzerine usta mesleğini bırakarak köyü terk eder. Odalarda tavan, dolap kapakları, tavan köşeleri, duvarı çepeçevre saran kemer, ağaç sütunlar hep süslemeli, zarif bir güzellik içinde. Bir de evlerin sahipleri tarafından bozulmasın diye boyandıkları için rengârenkler. Gümüşhane’yi gezerken hep tarihle iç içe insan. Çıplak bir dağın ya da kayanın tepesinde yüzyıllardır çevreyi ve birbirini kollayan kaleler, bir yakayı diğerine bağlayan taş köprüler ve terk edilen antik kentler. Hafif bir rüzgârda salınan kavak ağaçlarının tam karşısına kurulu eski Rum köyü, İmara, zamanın en büyük yerleşim yeri ve ticaret merkeziymiş. Bu günkü Olucak köyünün sınırları içinde bulunan 550 hanelik köyden geriye 60 hane ve çevredeki irili ufaklı kiliselerin merkezi Kızlar Manastırı kalmış. Yine çok önemli bir antik kalıntı da Şiran İlçesine 12 km uzaklıkta Çakırkaya Köyünde bulunuyor. Tarihi milattan önceye uzanan kilise ve odalar tamamen kayalara oyularak yapılmış. Gökyüzüne uzanan inanılmaz bir manzara.43 Yerin altına doğru uzanan büyüleyici bir başka manzara da, neredeyse ünü Gümüşhane’yi geçen Karaca Mağarasında Tarihinin milattan önceye dayanması mümkün değildir. Yazının bütünlüğünü bozmamak için paragrafı çıkarmadım. (N.K.) 43
121
Niyazi KARABULUT
bulunuyor. Büyülenerek dikitlerin ve sarkıtların önünde kalakaldığım bambaşka bir dünya burası. Çok büyük olmamasına karşın damlataşlarının sık ve yoğun olduğu Karaca Mağarası, binlerce yılda oluşturduğu çeşitli renk ve şekildeki saklı güzellikleriyle hayal gücümüze oyunlar oynuyor. İlk mağara deneyimimden sonra Karaca Mağarasından kat be kat büyük ve henüz yeni keşfedilen Akçakale Mağarası’nın ziyarete açılmasını dört gözle bekliyorum. Gümüşhane’yi anlatırken Tomara Şelalesini atlamak olmaz. Tek kaynaktan çıkan su kayaların arasından kendisine yollar oluşturarak, 10 metre yükseklikten aşağı, gümbür gümbür dereye iniyor. Bu yeşillikler içindeki doğa harikasında, buz gibi suya bıraktığımız meyvelerimizi, kulağımızda suyun dinlendirici melodisiyle bir başka tatta yiyoruz. Sıra geldi Gümüşhane’de beni en çok etkileyen yere, yani Örümcek Ormanları’na. Kürtün yolunda gördüklerim göreceklerimin bir habercisi sanki. Dağlar yemyeşil yol boyunca uzanıyor, o dik yamaçlara kondurulmuş köy evlerine hayretle, biraz da gıptayla bakıyorum. Bazen sisin ardında kalıp görünmüyorlar bile. Patika bir yoldan kıvrıla kıvrıla dağa tırmanmaya başlıyoruz. Ne kadar çıksak yol bitmiyor. Dağdan gelen suyu, çevredeki böğürtlenleri tatmak ve köylü kadınların topladığı fındıklardan yemek için duruyoruz. Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi, Gümüşhane’de de bir merhabayla yüreğini açıyor insanlar. Eteğine topladığı eriği bizimle paylaşan köylü kadının gözleri, yaşadığı bu güzel yerin bir parçası olmuş sanki. Öyle yeşil, aydınlık ve berrak. 122
Hüzünler Şehri
Çok oyalanmamak lazım, sis basmadan Avrupa’nın en uzun göknarlarının bulunduğu noktaya ulaşmak gerek. Tam 400 yaşında bu ağaçlar. Hemen yanlarında Türkiye’nin en uzun ladinleri... Sis yavaş yavaş inmeye başlıyor. Anıt ağaçların kuytusunda yürüyorum, yakınlardan bir su sesi geliyor. Minik bir şelale... Su akıp gidiyor, çevre ıssız, sessiz, puslu ve hafif ıslak. Ağaçların ilahi yüksekliklerinden gözlerimi toprağa çeviriyorum. Yerde pırıl pırıl parlayan kıpkırmızı minik dağ çilekleri. Bir tane ağzıma atıyorum. Bir tane, bir tane daha... Adım adım dağ çileğinin peşinden ormanın derinliklerine dalmak, her şeyi geride bırakmak... Yüzümde hafif bir gülümseme usul usul yürüyorum.
123
Niyazi KARABULUT
BİR RESSAMIN KALEMİNDEN GÜMÜŞHANE 44 Fransa Hükümeti tarafından 1869 yılında Türkiye’nin şark vilayetlerine tetkik için gönderilen Théophile Deyrolle adında bir natüralist ressamın Trabzon’dan başlayarak şark vilayetlerine uzanan seyahat notlarının Gümüşhane ile ilgili bölümlerini özetleyerek aşağıya alıyorum. “Öğleden sonra Zigana Dağına tırmanmaya başladık... Zigana’da nebatlar pek muhteşem, kızılağaçlar, çamlar, akgürgenler burada boy atmışlar, bir ulu ağaçlar olmuşlar, ayaklarında menekşe renkli çiçek demetleri ile rododendronlar(orman gülü) örüşmüş, uzakta, ötede beride fındık, yaban fıstıkları yapraklarını donatmağa başlamışlar... Nihayet yolun en yüksek noktasına ulaştık. Deniz yüzünden iki bin yirmi beş metre yükseklikte idik. Konakladığımız sırada bir tane paçalı kartal vurdum, nadir, şayanı dikkat bir kuştur. Buradan oldukça uzak bir sahanın görülmesi lazımdı. Fakat kesif bir bulut tabakası, ayaklarımızın altında dalgaları kabarcıklı bir umman gibiydi. Ancak birkaç dağın tepelerini görüyorduk.
Kitap “Voyage dans le Lazistan et l’Arménie” adıyla 1875 de Tour Du Monde adındaki mecmuada yayınlanmıştır. Reşat Ekrem Koçu tarafından Türkçeye çevrilip “1869 da Trabzondan Erzuruma” adıyla Çığır Kitabevi tarafından neşredilmiştir. 44
124
Hüzünler Şehri
Cenup yamacı tamamen çıplaktı. Arkadaşlarımdan biri maden işletmek için burada ormanların tamamen tahrip edilmiş olduğunu söyledi... O gün Ardasa’ya45 vardık. Ardasa, hanlar ve dükkânlardan mürekkep küçük bir kasabadır. Harşit Çayı kenarında pitoresk bir şekilde kurulmuş. Kasabaya yüksek bir kaya hâkim olmuş, üzerinde bir kalenin harabeleri görülüyor. ...Mayısın on beşinde Ardasa’dan yedi saat ötede Karaçukur’a gittim. Gayet dar olan yol dağların böğrünü takip ediyor. Harşit çayı vadisi gayet derin, üzerinde kötü yapılmış fakat pitoresk iki köprüden geçtik... Ve nihayet geniş bir dağ boğazının ağzında Karaçukur’u gördüm. Adamlar yüklerimi çözerken çocuklar koşuştular... Çocuklar yarı çıplak, hatta içlerinden bazıları çırılçıplaktı... Yalnız süt ve unlu şeylerle beslenen çocuklar gibi hepsi göbekliydi. ...Yüz adım ilerde münferit bir kulübe gördüm. Ambar olduğunu söylediler. Uşağım ile hayvanların içinde kalabileceklerini, kendimin de çadırımı saçağının altına kurabileceğimi gördüm. Ayrıca, mevkiide muhteşem idi. Ayaklarımın altında, köy, hafif meyilli bir yamaçta seriliyordu. Üzerimde, yamaçları koyu ormanlarla kaplı dağlar yükseliyordu. Bir tarafta ufkumu üzerleri hâlâ karla kaplı Şaphane ve Gümüşhane dağları kaplıyordu...
45
Bu günkü Torul ilçesi.
125
Niyazi KARABULUT
Mevsimlerin havası arasında büyük farklar olduğundan bu memleket halkı kışın vadinin dibinde, bahar ve güzde yamaçları arasında, yaylada otururlar. Yayla zamanı mayıstan ağustos sonuna kadardır. Sürüler bu mevsimde yaylada çok güzel ot bulur. Vadide, ormanlık mıntıkada ve yaylada birer evleri vardır. Bu daimi muhaceret esnasında köylüler iğneden ipliğe bütün eşyalarını da beraber taşırlar. Binaenaleyh bu evlerin iki tanesi, zaman zaman, tamtakır boş kalır. Vadide meyve bahçeleri vardır: muhtelif cins kiraz, birkaç çeşit erik, ceviz, fındık ağaçları, bağ kendiliğinden yetişir; fakat üzümü pek kötüdür. Tütün ekilir. Tütün, kurutulduktan sonra, hiçbir muameleye tabi tutulmadan kıyılıp içilir. Daha yukarılarda hububat ekerler. Bu köylerin civar şehirlerle münasebetleri azdır. İhtiyaçları mahduttur. Topraklarının mahsulü kendilerine kâfi gelmektedir. İçlerinde en zengininin birkaç yüz kuruş parası vardır. Yerin vaziyetinden de istifade etmek için birbirlerinden açık olarak yapılmış olan evleri ahşaptır. Büyük direkler üzerine kurulur. Alt katı ahırdır. Hayvanları azdır. Kadınlar çok çalışır, yük taşır, bahçe ve tarla işine yardım eder. Koyun ve keçi sütü ile tulum peyniri yaparlar. Ekseriya, kadınlar böyle çalışırken erkekler karşıdan bakarlar, yün eğirirler çorap ve saire örerler. Yaman birer avcıdırlar. Umumiyetle iriyarı ve güçlü kuvvetlidirler. Omuzları geniş; düzgün, güzel yüzlerinin çizgileri enerjik, hatta biraz haşindir. Hepsinin belinde karakulak denilen bir yatağan vardır. Küçük karabinaları daima yanlarındadır. Tüfeklerinin mermileri ile bıçaklarının demiri Karaçukur’a yakın bir kasabada yapılır. Bu adamlar, kadınlar 126
Hüzünler Şehri
ve çocuklar, hemen hiç durmadan kurutulmuş reçine çiğnerler, ağıza güzel bir koku verir. ............... Karaçukur’da üç hafta kaldım. Hayvanlardan mürekkep zengin bir yük ile tek başıma Trabzon’a döndüm.... Trabzon’dan 9 Haziranda hareket ettim. Ardasa’ya kadar, evvelce Karaçukur’a giderken tarif ettiğim yolu takip ettim... Ardasa’dan Gümüşhane’ye bir saat kalıncaya kadar Tirebolu çayının mecrasına çıktım. Yeşillik olarak bodur bir takım ağaçlar, meşe ve çam vardı. Etraf çoraktı. Kayalar, beyaz, kireçli idi. Fakat yolun bir dönemecinde gözlerimi şirin bir manzara aldı: Köpürmüş suların kenarında, meyve ağaçlarının ortasından hanlar ve değirmenler yükseliyordu. Gümüşhane’ye geliyordum. Bu şehrin bahçelerinin bana mübalağalı bir dil ile methedilmemiş olduğunu anlıyordum. Yeşillikler içinde kıvrılan bir yatakta akan Harşit Çayı boyunu çıkıyordum. Akşamüzeri Kurt-Alioğlu46 adında küçük bir köye geldim. Ertesi gün, beni sekiz günden beri bir handa beklemekte olan hizmetçimi bularak, iki kilometre uzakta kurulmuş olan şehire çıkmak üzere çayın bereketli kıyılarından ayrıldım. Gümüşhane, geniş bir boğazın yalçın eteğinde bir anfiteatr şeklindedir. Evleri kerpiç, birkaç zenginin evi ile minareler müstesna, şehir, çorak toprağa karışarak seçilemiyor. Nerede kalacağımı bilemeyerek birazda endişe ile bir hana inip yerleştikten sonra mutasarrıfa gittim. Kendisine Trabzon valisi 46
Şimdilerde Kürdaloğlu diye bilinir.
127
Niyazi KARABULUT
Muhlis Paşanın mektubunu verdim. Beni büyük bir nezaket ile karşıladı, adam göndererek zengin bir ermeni tüccarı arattırdı. Bu ermeni, iri yapılı bir ihtiyardı. Tipik bir yüzü vardı. Beni türlü nezaketle karşıladı, evine götürdü. Karısından, iki yetişmiş ve güzel kızdan, bir delikanlıdan ve birçok küçük çocuklardan mürekkep ailesini bana takdim ettikten sonra güzel halılar ve zengin şiltelerle döşenmiş odada oturduk. Güzel renkler ve şark lüksü içinde, Decamps ve Delacroix’yi düşündüm. Sonra yemek çıkarıldı. Birçok seyahatnamelerde şark sofrası anlatılmış olduğundan aynı teferruatı anlatmaya lüzum görmüyorum. Ev sahibim yemeğe beraber oturdu, Tercümanım vasıtasıyla hakkımdaki iltifatlarına devam etti. Ona aynı şekilde cevap vermeğe kalksam tahammül edemezdim. Yemekten sonra, şehri ve pazarı dolaşmak için hemen sokağa çıktım. Evvela, etrafımı bir dükkâncı kafilesi sardı, beni sağa sola çekerek bir takım eski paralar gösteriyorlar ve onları biricik “antika” kelimesiyle anlatıyorlardı. Aralarında Bas Empire devrine, ermeni kırallığına ait paralar buldum. Hepsi çok kötü bir halde idi ve fahiş bir para istiyorlardı. Bu bezirgânların pençesinden kesemden hiç para kaptırmadan zor kurtuldum. Sonra büyük bir anfiteatrin basamakları gibi biri diğerinin altında uzanan sokakları dolaştım. Gümüşhane sekiz yüz ev kadardı. .........
128
Hüzünler Şehri
Gümüşhane’de meyve ticareti mühim idi. Vasati olarak yılda iki yüz bin kuruş tutuyordu. Armut, sandıklarla Trabzon’a, İstanbul’a, Erzurum’a sevk ediliyordu. Sevkiyat zamanı da bozulmamaları için, meyveler tam olmadan, Eylül ve Birinciteşrin aylarında yapılıyordu. Elmalara gelince, elmacılık âleminde şöhreti olan Amasya elmaları ile rekabet ediyordu. Aşıcılık sanatı bu memlekette çok ileri gitmiştir. Bahçelerde, her dalında başka başka çeşitleri bulunan meyve ağaçları gördüm. Gümüşhane Erzurum, Bayburt ve Trabzon’a pek çok kiraz gönderir. Erik ve kaysı ve beyaz dut, evlerin taraçalarına serilerek güneşte kurutulur. Adi ve diş bademleri vardır. Kırlar da yabani meyve ağaçları ile dolmuştur. Bütün sahil boyunca olduğu gibi, bağlar, hemen hiç bakılmayarak yetişir, ağaçlara serbest serbest sarılırlar. Gümüşhane’nin meyve ticaretinden sonra ehemmiyetli bir faaliyeti olarak çanak çömlekleri gelir. Her yıl dağlardan getirilen topraklarla, sarı, yeşil, kırmızı sırlı otuz kırk bin testi yapılır. Keçi, oğlak, kuzu ve tavşan derisinden de çok istifade ederler. Gümüşhane’de deri ticareti günden güne inkişaf etmektedir. Büyük kısmı Trabzon’a, oradan da Avrupa’ya sevk edilmektedir. Gümüşhane pazarında az miktarda ayı, kurt, tilki, vaşak, zerdava, sansar ve samur postları da bulunmaktadır. Memlekete adını vermiş olan gümüşlü kurşun madenlerinin işletilmesi hemen hemen bırakılmış vaziyettedir. 1810 da bu madenler hükümete ayda otuz bin kuruş getiriyordu. 1845 te bir yıllık varidatı yüz bin kuruşu bulmadı. Bu gün sıfır olmuştur. Hükümet ham maddenin yarısını alıyor ki binlerce kuruş tutmaktadır. Bu madenleri işletenler Rumlardır.” 129
Niyazi KARABULUT
130
Hüzünler Şehri
ZAMANA TANIKLIK EDEN DAĞ
Kuşakkaya denilince; Gümüşhane’nin yanı başında duran dağ, hemen akla gelir. Sarp yamaçlarıyla Kuşakkaya tepesi, Gümüşhane’ye gelen herkesin dikkatini çekmeyi başarır. Mağrur duruşuyla Gümüşhane’yi yükseklerden seyreder Kuşakkaya. Gümüşhane’deki hayata şahitlik eder. Nice ölümlüler Kuşakkaya’nın gölgesinden gelip geçmiştir. Gümüşhane’deki hayata ve olaylara şahitlik eden bir Kuşakkaya daha vardır ki bu Kuşakkaya mahalli bir gazetedir. Gümüşhane’de çıkan mütevazı bir gazete Kuşakkaya. Gümüşhane’de yayınlanan ilk gazete değil Kuşakkaya; fakat uzun süre yayın hayatına devam eden bir özelliğe sahip. Bu sebeple bir arşiv niteliğinde. Kuşakkaya Gazetesinin başyazarı ise bir Gümüşhane sevdalısı olan Turan TUĞLU ağabeyimiz. Gümüşhane ile ilgili her konuda kendisine başvurduğunuzda mutlaka size aktaracağı bilgiler vardır. Kuşakkaya’dan Gümüşhane ile ilgili bir köşe yazısını özetleyerek aşağıya alıyorum. Yazı Ali Coşkun HİRİK’in ve “Gümüşhane’nin Kaderi” başlığını taşıyor “İnsanların olduğu gibi memleketlerin de insanların kaderine benzer kaderleri vardır. Memleketler de güler, memleketler de ağlar ve memleketler de ölür. Elbette ki memleketleri bir parça toprak olarak düşünürsek bu yargıya varamayız. Memleket dediğimiz kavram, topraktan ziyade, insanın bütün değerleriyle donanmış, ancak insanla güzelleşip çirkinleşen bir ulu kavramdır. 131
Niyazi KARABULUT
Yaşadığımız çevrede mekâna ait aksesuarlar, hepimizin duygularını ve düşüncelerini besleyen arka plandaki atardamarlardır. Bahçemizdeki ağacın anılarımızda -hele hele çocukluk anılarımızda- ne denli yeri vardır? Konuşsa acaba neler neler anlatır? Gittiğimiz yol, baktığımız her şey... Herşey ama her şey gündelik hayatımızdan bir parçadır adeta. Belli bir mekânda yaşayıp onunla bütünleştikten sonra, ondan ayrılmak insana ziyadesiyle zor gelir. O halde memleket bahçemizdeki ağaç, her gün gidip geldiğimiz yol, okşadığımız kedi ve baktığımız her şey, sevdiğimiz sevgili ve anamız, babamızdır. Üzerindeki mutlu insanlarla memleketler de mutlu olur. Aksini de düşünebiliriz. Demek ki memleketlerin de duyguları var. Üzülürler ve de sevinirler... Gümüşhane için sevinen bir kent diyebilir miyiz? Gümüşhane’nin üzülen bir kent olduğu aşikâr. Kaderi aynen insanlarının kaderine benziyor. Gümüşhaneli yoksul, Gümüşhane yoksul, Gümüşhane mahsun yüzüyle bizlere yine de tebessüm etmeye çalışmaktadır. Asude elma bahçeleri, bahçelerinde çocukların güle oynaya dolaştıkları büyük ve gösterişli konaklar, berrak sularıyla çağıldayan Harşit Çayı artık yok. Bu tarumar olmuş bahçeler geriye yalnız ve perişan yürekleri bırakmıştır. Kaderinde sahipsizlik ve göç olan memleketlerin güldüğü görülmüş müdür? Hâlbuki tebessüm en çok Gümüşhane’ye yakışmıştır. Şimdi Gümüşhane asık suratı ve talihsiz çehresiyle yeniden hayat bulmuş gibi sevineceği günleri beklemektedir. Geleceğinse Gümüşhane’ye yalnız keder getireceğini söylemek herhalde büyük bir kehanet olmasa gerek.
132
Hüzünler Şehri
İnsanlar ve şehirler neden mutsuz olur? Mutluluk insanlara ve şehirlere önceden bahşedilmiş bir hak değil midir? .................................. Şimdi şu tespitlere bir göz atalım: Gümüşhane’nin doğal yaşamı bozulmuş... Çevre kirliliği hat safhada... Serbest müteşebbis gücü yok denecek kadar az... Gümüşhane hamamı ve düğün salonu olmayan tek il... Gümüşhane mecburi göç veren bir il... .......................... Ama ben maddi cephesinden ziyade, manevi cepheleriyle Gümüşhane’ye dikkatlice bakıyorum. Oltan Bey’e bu noktada katılmamak elde mi: “Varlığından utanacağımız hiçbir Gümüşhaneli hemşehrimiz yoktur.” Ne muhteşem bir özgüven... Kesinlikle bunu abartı saymamak gerekir. Çünkü, Gümüşhane yüzleri ak, ruhları berrak, niyetleri mütevazı yaşamak olan insanların kentidir.”47 GÜMÜŞHANE Yalnızlık makamında gümüş renkli sessizlik Kimseye açılmayan mahzun bir kimsesizlik Hüznün sağnak halinde yağdığı yer burası Siyah beyaz bir resim Gümüşhane hatırası
47
Kuşakkaya Gazetesi 8 Aralık 2000
133
Niyazi KARABULUT
Derin vadiler gibi derinleşen duygular Denize doğru değil içime akan sular Hayallere gem vuran dağlar yüce yücedir Sarkaç gibi salınan kavaklar gönlümcedir Su içmek için çaya inmiş sanki söğütler Hüznümü ifşa eder kalem ile kâğıtlar Kuşlar mavi göklere içimde kanat çalar Coşkun akarken Harşit kıyılarımı yalar Bahçelerde bir türkü tutturup durur kuşlar Dağlarında değildir içimdedir yokuşlar Gümüşhane sen benim toprağım vatanımsın Damarlarımda gezen canımsın ve kanımsın.
134
Hüzünler Şehri
“ÇEREZLERİN SULTANI”
1. Gün: Yaz başıydı göz açtım dünyaya. Üzerimde mavi bir bulut, dallarımda yitik bir kuş, ayaklarıma serilmiş yemyeşil çimen. 2. Gün: Sadece güzel bir gün. Akşamların Süleymaniye Mahallesi gibi yorgun ve Cumhuriyet Caddesi kadar hırçın, apansız hanemize düştüğünü, acımış ama hiç acıtmamış yüreğimizin olduğunu, gün ışığının kalbimize değen huzmelerini, yanaklarıma dokunan güneşin tatlı okşayışlarını anlatmadan geçemeyeceğim sevgili günlüğüm. 3. Gün: Bugün pek bir şey olmadı sevgili günlüğüm günlerden bir gün sadece... 20. Gün: Birden düştü yüreğime ılık ılık güneş zerreleri. Yeşil yapraklar arasından emdim güneşin ışıklarını. Kuşların cıvıltısı içimi kıpırdattı, huzur kapladı yüreğimi. Kuş cıvıltıları arasında geçti günlerim. Bilmem kaçıncı gün: Güneşle ünsiyet kurdukça yeşilden beyaza döndü rengim. Ballanmaya başladım. Bahçelerde gezinen kızlardan Gümüşhane türküleri dinledim. Ah! Nice sırlarım var benim. 33. Gün: Bu coğrafyaya benze nasırlı bir el en nahif haliyle kopardı beni dalımdan. İşte bugün başladı pestile yolculuğum. 135
Niyazi KARABULUT
34. Gün: Bütün arkadaşlarla beraber bir sepete konduk. Sonra aktarıldık bakır bir kazana. Kaynattılar bizi şıramız çıkana kadar. Sonra posamızı süzüp ayırdılar bizden. Birbirimizde yok olduk, bu yok oluş farklıydı, başka bedende gezmeye gitmek gibi... Hayat şimdi biraz koyu çalan bal rengi... Korkunç bir serencama düştü yüreğim. Eriyorduk güneşte kalmış kar tanesi gibi... Kelimeler kifayetsiz kalsa da halimizi ikrara, her şeye rağmen hâlâ kalbimiz var, biliyoruz bir gün ışıltılı bir rafta tatlı bir bakışın bize değeceğini. Başka bir bakır kazanda kaynayan suya, Kelkit ovalarında yetişen, Ağustos sıcağına bulanmış buğday unuyla karıştırarak döktüler bizi. Kalbimin sağına evin ineği Gülnazar'ın sütünü döktüler... Soluna Gümüşhane dağlarından bin bir çiçekten arıların topladığı şifalı bal kattılar. Uzaklardan gelmiş bir dosta sarılırcasına sardık birbirimizi... Tatlı bir birliktelikti bizimkisi. Şıra olduk. Kıvam tutana kadar kardılar bizi. İpe dizilmiş ceviz içlerini daldırdılar içimize. Her daldırmada taze âşıklar gibi sardık birbirimizi. Böylece köme oldu adımız. Sonra düz bir alana kardan beyaz bezler serdiler. Bezin üzerine ince bir tabaka halinde yaydılar bizi, kevgirle incelttiler. Sonra Gümüşhane cevizi serptiler üzerimize. Başımız gözümüz üstünde yerin var dedik. 35. Gün: Güneşe bıraktılar bizi Ağustos sıcağında. Çoklukta birliği yakalamayı başardık. Kendimiz gibi kalmayı başarmak için. Mavi bilyelerin yuvarlandığı, rengârenk uçurtmaların gökyüzüne salıverildiği, cıvıl cıvıl oynaşan çocukların düşüp kalktığı bir harmanda iskân eyledik. Dağladık yüreğimizi bir ikindi güneşi ile. 136
Hüzünler Şehri
38. Gün: Beyaz bezden çekip ayırdılar bizi; eti kemikten ayırmaktı bunun adı. Nazenin eller özenle katladılar. Paketlediler. 41. Gün: Kırk bir kere maşallah. Marketin rafında bir hasret türküsüdür dillendirdiğim. Bir bülbülün güle hicranıdır... Nadide dudaklara değmek için biriktirdiğim bir melaldir bu sergüzeşt. Yıldız Eskicioğlu Hanımefendinin Gümüşhane’nin yaşayışını bir karanfil demeti gibi sunan “Özlenen Yıllar” isimli kitabında pestil konusunu çok güzel anlatmış. Yazıyı başlığıyla birlikte aşağıya aktarıyorum. Pestil: Gümüşhane Çerezlerinin Sultanı Pestil; özetle, ufalanmış ceviz ya da fındığın, “herle” ile karıştırılıp, güneşte kurutulmuşudur. Herle ise, dut şırasının kaynatılıp yoğunlaştırılmasıyla oluşur. Pestil günü, adeta bir bayram ve heyecan günüdür: Erkenden kalkar, heyecanla bekleşirdik. Komşularımız birer birer dışarı mutfağımıza gelir, akşamdan toplanan dutların leğenlerde biriktirilmiş şırasını koskocaman bir kazana dökerek ocakta kaynatmaya koyulurlardı. Şıra kaynadıkça içine un dökülür, sopalarla sürekli karıştırılır ve giderek tatlı ve lezzetli bir bulamaç hâlini alır. İşte bu “herle”dir. Tertemiz bezlere serilmek üzere dama çıkarılan herleye “nazar değmesin” diye, bir küçük kömür parçası atılır. Bu da onun nazarlığı olurdu. O sırada biz çocuklar, ellerimizde küçük tabaklar ve kaşıklar olduğu halde, herleden nasibimizi almak 137
Niyazi KARABULUT
üzere sıraya girer, sabırsızlıkla dağıtımı beklerdik. Kepçe ile tabaklarımıza konan herlenin üzerine ceviz ya da fındık ekilir ve bizler bu nefis ve besleyici tatlıyı büyük bir iştahla yemeye koyulurduk. Deneyimli hanımlar; ellerinde özel tahta kaşıklar olduğu halde, kızgın güneşin altında, dama yayılmış olan beyaz bezlere herleyi, büyük bir özen ve titizlikle ve olabildiğince ince bir yüzey halinde sererlerdi. Serilmiş olan herlenin üzerine de, havanda dövülmüş ve ufanmış ceviz ve fındık serpilirdi. “Serme” işi bittikten sonra, kızgın güneş altında kurumaya terkedilen pestillere kuşlar ve kargalar zarar vermesin diye, dama korkuluk konur, ya da biz çocuklar, bezlerin başında bekçilik yapardık. Akşam olunca; oldukça kurumuş olan bezler –hışırtılar içinde- evlere taşınır, geceyi iplere asılı olarak geçirir; ertesi sabah, yine damlara çıkarılarak güneşe bırakılırdı. İki gün güneşte pişen bezlerin arkası ıslatılarak, yumuşatılan pestiller bezlerden çıkarılır, bu kez pestil olarak güneşe terk edilirdi. Ve işte böylece, türlü emeklerle üretilen pestillerimiz, özenle katlanarak, kış gecelerinin en değerli ikramı olarak, pırıl-pırıl yıkanmış tenekelere yerleştirilirdi. İşte, serüvenini oldukça ayrıntılı biçimde naklettiğim pestilimiz; kuşburnu marmelatı gibi, Gümüşhane kültürünün önemli bir parçasıdır. Bu gün bile, Gümüşhane dışındaki akraba ve dostlara, en makbule geçen bir armağan olarak sunulmaktadır. Şimdilerde her yıl, İlimizde düzenlenen
138
Hüzünler Şehri
“Kuşburnu ve Pestil Festival”yle, güzel törelerimiz anılmakta ve yaşatılmaktadır. 48
48
Yıldız ESKİCİOĞLU, Özlenen Yıllar, s.9-10
139
Niyazi KARABULUT
BİR ŞEHRİ YAŞANIR KILMAK Bir şehri yaşanır kılan da yaşanmaz kılan da orada yaşayan insanlardır. İnsan sosyal bir varlıktır. Doğal güzellikler bir şehirde yaşamak için yeter sebep olamaz. Bir şehrin sakinlerini mutlu eden ya da mutsuz eden coğrafyadan öte aynı ortamı paylaştığı kimselerdir. Çünkü hüzünler dostlarla giderilir, sevinçler dostlarla paylaştıkça çoğalır. İnsanoğlu, hiçbir yaratığa verilmeyen konuşmak ve gülmek melekeleriyle donatılmıştır. Bu iki fiil de insanın sosyal olmasıyla ilgilidir. Sosyalleşen insan medenidir de. Medeni insan diğer insanların kendisinden emin oldukları insandır. İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biridir. Ama orada yaşamak artık tercih edilir bir şey değildir. Çünkü bütün tabii güzelliğine rağmen huzurlu yaşanacak bir şehir olma özelliğini kaybetmiştir. Son zamanlarda artan bombalama olayları, kapkaç olayları, trafik yoğunluğu ve daha başka sebepler o güzelim şehri yaşanmaz hale getirmiştir. Tüm bu olumsuzlukların arkasında insan unsuru vardır. Mekke Rasulullah(sav)ın çok sevdiği bir yerdir. Orada yaşamıştır. Oraya tarif edilemez duygularla bağlıdır. Ancak o mekânı terk etmek zorunda kalmıştır. Hatta Mekke’den ayrılırken Kabe’ye dönüp: “Ey Mekke sen bana sevimlisin ancak senin ehlin beni buradan çıkarmak istiyor” diyerek duygularını dile getirmiştir. Tarihin güzel şehirlerinden Bağdat, bu gün bir kaos şehridir. Bağdat sokaklarında huzurlu insanlar, mütebessim çehreler göremezsiniz. Bağdat sakinleri Bağdat’tan kaçmanın yolunu aramaktadır. Çünkü insanların bir kısmı Bağdat’ı yaşanmaz hale getirmişlerdir. Burada da yine insan unsuru ön plandadır, coğrafya değil. 140
Hüzünler Şehri
Bütün bu sözlerin üstüne Gümüşhane yaşanabilir bir şehir midir? Bu soruya benim cevabım bütün olumsuzluklara rağmen ‘evet’tir. Bu evet cevabının oluşmasını destekleyen birçok sebep var tabiî ki… Ama bu sebeplerin en başta geleni yine insan unsuruna dayanmaktadır. Ankara’da yaşayan bir hemşehrimizle sohbet ederken bana şöyle bir soru sordu: Ankara’da yaşamak mı daha iyi Gümüşhane’de mi? Ben cevap vermeden kendisi ekledi. Gümüşhane’de işten çıkınca en az yirmi kişiye selam verirsin, stres atarsın. Ama bu şehirde böyle bir şey yoktur. Kapı komşunu bile tanımazsın. Hemşehrime hak vermiştim. Çok basit gibi gözüken selamlaşmanın kıymetini insan yaban ellerde, gurbette daha iyi fark ediyor. Gümüşhane’ye yolu düşen bir kamyon sürücüsü Fuadiye köprüsünün yanında dükkânların üstünde bulunan plastik boruları görünce merak edip sormuş. Bunlar her zaman böyle açıkta mı durur? Evet, cevabını alınca hayret etmiş. Bizim memlekette olsa sabaha bir tane kalmaz diye söylemiş. Gümüşhane huzurlu iller sıralamasında ilk sıralarda bulunuyor. Bu bizim için övünülecek bir durumdur. Olumsuz yanları olmasına rağmen bu Gümüşhane’nin yaşanabilir bir il olduğunu gösteriyor. Ancak Gümüşhane’nin kitap okuyan iller sıralamasında listenin sonunda yer aldığını da bilmemiz lazım. Bu bizim için bir utanç vesilesi olmalıdır. Bir şehri yaşanır kılan da yaşanmaz kılan da o şehrin sakinleridir diye yazının başında söylemiştim. Bu bağlamda bu şehri paylaştığımız insanlara çağrımız şu olacaktır. Lütfen uygar bir insan olarak davranışlarımıza dikkat edelim. Bu şehrin medeni ve modern bir şehir olması bize bağlı.
141
Niyazi KARABULUT
SON SÖZ İnsanlar geçmişe özlem duyarlar fakat; şimdiki zamanda yaşarlar. Şimdiki zamanda geçmişi yaşayabileceğimiz yerler oldukça azaldı. Bu yüzden henüz tabii güzellikleri bozulmamış olan yerler daha fazla ilgi çekiyor. Gümüşhane’nin coğrafyası da böyle. Haşin dağların utangaç çocuğudur Gümüşhane. Dağların ardına saklanmıştır mahremiyetini korumak için. Göğün maviliklerine uzanan başı dumanlı dağlar Gümüşhane’yi seyyahlardan uzak tutmuştur. Gümüşhane’nin keşfedilmemiş olmasının sebebi haşin coğrafyasıdır. O kaf dağının ardındaki masal diyarıdır. Ona vasıl olmak için sabır gerekir. Vuslatı da anlamlı kılan bu değil midir? Onu tanımak için coğrafyasıyla bütünleşmek, insanıyla bir azığı paylaşır gibi hüznü paylaşmak, tebessümü yudumlamak gerekir. Yoksa Artabel Deresini, Karanlık gölü, Abdal Musa tepesini, Kırklar tepesini, Mormuş Ovasını, Firdevs Hatun Türbesini, Buzul göllerini, Santa harabelerini, Sadak antik kentini, Kaleleri, köprüleri, çeşmeleri nasıl ziyaret edebilirsiniz. Gümüşhane’yi ziyaret edecekseniz Gümüşhane’nin size hazırlayacağı sürprizlere açık tutun yüreğinizi. Burada geçireceğiniz huzurlu günler ve saatler gurbetin hoyratlığında sığınağınız olacaktır. Kızılderili reisi On Ayı’nın dediği gibi; “Ben rüzgârın özgürce estiği ve güneşin ışıklarını kesecek hiçbir şeyin olmadığı kırlarda doğdum. Ben kuşatılmış alanların olmadığı 142
Hüzünler Şehri
ve her şeyin özgürce soluk aldığı yerlerde doğdum. Orada ölmek istiyorum, duvarların arasında değil.” Gökteki yıldızları andıran sarı çuha çiçeklerinin güzellikleri arasında köy türküleriyle büyüdük. Gökyüzünün maviliği, toprakların sıcaklığı, çiçeklerin kokusu ve rengi, suyun ışıltısı, ağaçların dua edercesine maviliğe uzanan dalları, dağların birbiri ardında sıralanışları bir dantel gibi gönlümüze işlenmiştir. Bu yüzden buraların sevdalısı hatta karasevdalısıyız. Yağmurdan sonra toprağın dayanılmaz kokusu, dağlara çöken sis, ormanların derinliklerindeki canlılar, öten böcekler, şakıyan kuşlar, yığın yığın bulutların üstümüzden geçip gitmesi, baharda bülbüllerin cevelan etmesi, Harşit’in köpürerek akması, bizim ayrı kalmak istemediğimiz güzelliklerdir. Bizden önce yaşayanların bütün bu güzellikler içerisinde mutluluğu yakaladıklarına inanıyorum. Bu yüzden onların yaşayışına özlem duyuyorum. Bad-ı sabânın buram buram kokusu, gecelerimizi süsleyen yıldızlar, yamaçlarda açan kır çiçekleri, derelerimizde raks eden tatlı su balıkları... Bütün bunlar birer parçasıdır hayatımızın. Vatanı kutsal bilmişiz bir kere. Toprağa sevdamız bundandır. Bir yar koynuna girer gibi düşeriz bağrına. İnsanlık âlemi son yüzyılda büyük buluşlara imza attı. İlim ve teknolojide hızlı gelişmeler oldu. Ses duvarını aşan uçaklar, en karmaşık problemleri bir tuşla çözen bilgisayarlar üretildi. Aya gidildi, uzayın fethine çalışılıyor. Fakat bütün bunlar insanı mutlu etmeye yetmedi. Aksine yeni sıkıntılar ortaya koydu. Teknolojik gelişmeler insanı rahatlattı, fakat 143
Niyazi KARABULUT
mutluluğun kaynağı olan sevgi ve muhabbeti bir türlü celbedemedi. İnsanlık doğal hayata dönüyor. İşte Gümüşhane henüz bozulmamış ve kirletilmemiş doğallığıyla keşfedilmeyi bekliyor. Bu kitap özelde Gümüşhane’den bahsederken genelde bütün Anadolu’da yok olan değerlerimizi konu edinmiştir. Bir kültürün kayboluşunu seyretmekteyiz. Gümüşhane gibi dar bir alanda bile Kelkit’ten Kürtün’e yiyecek kültürü, giyim ve sosyal alanda birçok farklılıklar mevcut idi. Bu gün bu çeşitlilik yok olma noktasındadır. Bu gün fildigos peştamal, keşan, zipka bilinmiyor. Bunlar yöremize ait giysilerdi ve bir kısmı bu yörede üretilirdi. Şimdi bütün insanların giyimleri yaşam tarzı birbirinin aynısı. Tanzimatla başlayan batılılaşma cereyanı birçok değerimizi elimizden aldı. Bu yaşam tarzı köylerimize kadar ulaştı.
144