AKILCI PLANLAMADAN, BİR DEMOKRASİ PROJESİ OLARAK PLANLAMAYA
TARĠH\/VAKFĠ Zindankapı, Değirmen Sokak No: 15 34134 Eminönü - İstanbul Tel: (0212) 522 02 02 - Faks: (0212) 513 54 00 www.tarihvakfi.org.tr © Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009 Yayıma Hazırlayan Özkan Taner Tasarım Danışmam Haluk Tunçay Kapak Tasarımı Rauf Kösemen Kapak Uygulama Harun Yılmaz (MYRA) Baskı Step Ajans (0212)446 88 46 Birinci Basım: Ekim 2009 ISBN 978-975-333-233-0
İLHAN TEKELİ TOPLU ESERLER - 7
AKILCI PLANLAMADAN, BĠR DEMOKRASĠ PROJESĠ OLARAK PLANLAMAYA ĠLHAN TEKELĠ
TARİH VAKFI YURT YAYINLARI
Prof. Dr. İlhan Tekeli, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi emekli öğretim üyesidir. Tarih Vakfı'nın kurucularındandır, ilk on yıl yönetim kurulu başkanlığını yapmıştır. YÖK genel kurulu üyeliği yapmıştır. 1989 yılında Selim İlkin'le birlikte Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülünü almıştır. 1994 yılında Mustafa Parlar Bilim Ödülünü almıştır. 1996 yılında Türkiye Bilimler Akademisi üyeliğine seçilmiştir. Halen Türkiye Bilimler Akademisi şeref üyesidir. 1999 yılında Mustafa Parlar Eğitimde Üstün Başarı, 2006 yılında TÜBİTAK Hizmet Ödülüne layık görülmüştür. Başta Selim İlkin olmak üzere, Yiğit Gülöksüz, Erdoğan Soral, Tarık Okyay, Gencay Şayian, Raşit Gökçeli ile ve yalnız olarak yazılmış 70 kitabı, 640 bilimsel yazı ve bildirisi vardır. Yaygın olan ilgi alanı içine, şehir planlama, bölge planlama, sosyal sistemler, makro coğrafya, belediyecilik, iktisadi politikalar, Türkiye iktisat ve şehir tarihleri ile eğitim planlaması ve bilimsel felsefe ve tarih yazıcılığı girmektedir.
ĠÇĠNDEKĠLER ÖNSÖZxi SUNUġ PLANLAMA ÜZERĠNE KIRK YILLIK BĠR DÜġÜNCE MACERASI 1 ÇEġĠTLĠ PLANLAMA KADEMELERĠ VE TĠPLERĠ ARASINDAKĠ ĠÇ ĠLĠġKĠLER VE PLANLAMA ORGANĠZASYONU ÜZERĠNE DÜġÜNCELER
34
1. Giriş 34 2. Planlamanın Fonksiyonları Nelerdir?35 3. Planlama Tipolojilcri ve İç İlişkileri 42 4. Bir Ülkede Planlamanın Kademeler Halinde Organizasyonu Nasıl Olmalıdır? 53 S. Mükemmel Hesaplama ve Mükemmel Kontrol Modellerinin Eleştirisi 59 • Değişme Büyüklüğü ve Karar Rasyonelliği 65 • Mükemmel Kontrol Var mıdır?68 • Mükemmel Hesaplama ve Kontrolün Eleştirilmesi Planlama Yapılması Gereğini Ortadan Kaldır mı? 70 6. Planlama Kademeleri Arası İlişkiler 72
PLANLAMADA GELECEK, ĠMGELEM, UYGULAMA
3.
79
1. Hangi Sorunlar İçin Gelecek, İmgelem ve Uygulama 79 2. Gelecek, İmgelem ve Uygulama 80 Bağımsız Değişken Olarak İmgelem82 4. Gelecek (Şehir) Planlama ve İmgelem 88 5. Ütopik Şehir Planları ve Planlama Sürecindeki Yeri 93
PLANLAMADA HEDEFLER SORUNU
98
1. Giriş 98 2. DoğruYanlış, İyi Kötü Kavramları ve İlişkileri 102 3. Kamu Yararı ve Refah Fonksiyonu 107 4. Toplumun Ekonomik Refah Fonksiyonu 109 5. Hedef Tayini Yöntemleri112 6. Planlamada Değerlerin Farklı Şekillerde Ele Alınışının Ortaya Çıkardığı Değişik Yaklaşımlar 119 7. Sonuçlar 125
DANIġMANLIK KURAMI
127
1. Giriş 2. Danışmanlık ve Ussal (Rasyonel) Karar Verme Modeli 3. Danışmanlık Tipleri 4. Danışmanlık İlişkisinin İşleyiş Biçimi a. Yapısal Değişkenler b. Güdüsel Değişkenler 5. Danışmanlık Kuramı İçin Önermeler Bütünü
127 132 141 145 147 153 155
PLANLAMADA UYGULAMA KURAMI VE KURAM KURUCU UYGULAMA
161
1. Giriş 2. Uygulama Kuramının Temel Sorunları 3. Plan ve Uygulama Ayrımı ya da Sürekliliği 4. Bir Planın Uygulanmasından Ne Anlaşılmalı? 5. Planların Uygulama Sorunlarını Çevre Koşullarının Belirleyiciliği 6. Kuram Kurmada Uygulamanın Olanakları 7. Son Birkaç Açıklama
161 162 162 163 166 175 178
KENT PLANLAMASI VE KATILIM ÜZERĠNE DÜġÜNCELER
180
1. Giriş 2. Planlamada Katılımın Farklı Düzeyleri 3. Kişilerin Katılımının Gerçekleşmesini Sınırlayıcı Etkenler 4. Bir Proje Olarak Katılım Nasıl Geliştirilebilir? 5. Sonuçlandırırken
180 181 187 189 190
PROJE DEMOKRASĠSĠ KAVRAMI ÜZERĠNE
192
YÖNETĠM KAVRAMININ YANI SIRA YÖNETĠġĠM KAVRAMININ GELĠġMESĠNĠN NEDENLERĠ ÜZERĠNE
195
1. Giriş 2. Yönetim Kavramının İçeriği ve Dayandığı Varsayımlar Üzerine 3. Yönetim Kavramının Dayandığı Varsayımların Aşınması Üzerine 4. Yönetişim Kavramı Nasıl Gelişiyor Hangi Pratiklerle Yaşama Geçiyor 5. Son Verirken
195 196 199 201 205
BĠR DEMOKRASĠ PROJESĠ OLARAK YEREL HABĠTATLAR 208 1. Giriş
208
I İ . Sivil Toplum Kurumlarının Bir Özne Olarak Ortaya Çıkışı ve Çoğulcu Demokrasinin Yaşama Gcçirilmesindeki Önemi209 K Vcırl 11abitar Gündemlerinin Geliştirilmesinde İzlenebilecek Yollar Üzerine Düşünceler 216 4. Son Değinmeler 218
ARTIK YURTTAġLIK BĠLGĠSĠ KĠTABINA HAPSOLAMAYAN YURTTAġLIK SORUNU 221 1. Giriş 2. Ulus Devletin Yurttaşı F 3, Yurttaşlığın Yeniden Gündeme Gelmesinin Nedenleri Üzerine I 4. Yeni Birlikte Yaşama Kültürleri ve Dayanışma Kalıpları Üzerine
221 221 223 226
YEREL DEMOKRASĠ ĠÇĠN KAMU ALANI OLUġTURMAK GEREKĠR 229 K ÜRESELLEġEN VE MODERNĠTEYĠ AġAN DÜNYA ARTIK TEMSĠLĠ DEMOKRASĠYLE YETĠNEMĠYOR 233 1. Giriş
233 2. Temsili Demokrasiyi Yaklaşık Bir Çözüm Olarak Savunulabilir Kılan Ön Kabuller Üzerine 236 3. Günümüzde Ön Kabulleri Aşınmış Olmasına Karşın ' I V M İ M I İ Demokrasi Pratiklerinin Sürdürülmesinin Sonuçları Üzerine 237 4. Temsili Demokrasinin Ön Kabullerinin Aşınması Üzerine238 5. Siyasal Gücün Oluşumunun Demokratikleşmesinde Kamu Alanında Oydaşma Sağlamanın Önemi 242 6. Son Verirken 244
LĠBERALĠZMĠ ONTOLOJĠK KABULLERĠNDEN YOLA ÇIKARAK SORGULAMAK 246 1. Giriş 2. Liberalizmin Ontolojik Kabulleri Üzerine 3. Liberalizmin Ontolojik Kabullerinin Eleştirisi Üzerine 4. Son Verirken
246 247 248 250
CUMHURĠYETĠN ELEġTĠRĠCĠ KONUMUNUN DEMOKRASĠNĠN GELĠġTĠRĠLMESĠNE KATKI OLANAKLARI
253
DÜZENLEMENĠN OLANAKLARI VE SINIRLAMALARI ÜZERĠNE
257
1. Giriş 257 2. Bir Toplumsal Kurum Olarak Piyasa ve Yetersizlikleri Üzerine 259 3. Düzenleme Tasarımına Elverişli Bir Toplumsal İyi Tanımlaması Üzerine 262 4. İyi Bir Düzenlemenin Nitelikleri Üzerine 263 5. Son Verirken 265
KENTSEL ALANLARIN GELĠġMESĠNDE DÜZENLEMENĠN ÖZELLĠKLERĠ ÜZERĠNE
266
1. Giriş266 2. Piyasa Mekanizmasının Kentsel Alanları Yönlendirmedeki Yetersizlikleri 267 3. Kente İlişkin Toplumsal İyinin Tanımı269 4. Kent Gelişmesindeki Düzenlemelerin Uygulamadaki Özellikleri Üzerine 270 2. Son Verirken 272
KENT POLĠTĠKALARI ÜZERĠNE DÜġÜNCELER
273
1. Giriş 273 2. Politika Kavramının Nasıl Ortaya Çıktığı ve Geliştiği Üzerine273 3. Politika Tasarımı Üzerine 278 4. Kentsel Politikalar Üzerine 281 5. Son Sözler 284
BĠR DEMOKRASĠ PROJESĠ OLARAK YEREL (BÖLGE) PLANLAMA
285
1. Giriş 285 2. Var Olan Bölge Planlama Anlayışı 1960'lı Yıllarda Nasıl Belirlenmişti? 286 2. Dünyada Mekanın Dönüşümü ve Yeni Temsil Sorunları 287 2. Temsili Demokrasinin Aşınması ve Yönetim Anlayışının Yeniden Yapılanması 290 5. Nasıl Bir Planlama Yaklaşımı Geliştirilebilir? 293 3. Son Verirken 295
TÜRKĠYE KENT PLANLAMASININ YENĠDEN KURUMSALLAġMASINI DÜZENLERKEN DÜġÜNÜLMESĠ GEREKENLER ÜZERĠNE
297
1. Giriş 297 ! Kapsamlı-Akılcı Planlama Neyi Gerçekleştirmeye Çalışıyordu? 298 3. Bütünlük Arayışı Üzerine irdelemeler299 t 4 Ilııı unluk Arayışını Ön Plana Alan KapsamlıAkılcı Planlamanın Gerçekleştirmeye Çalıştıkları 301 5. Kapsamlı-Akılcı Planlama Neden Yetersiz Kaldı?301 6. Yeni Bir Planlama Yaklaşımının Önerilebilmesi İçin Göz Önüne Alınması Gerekenler 304 1 YVlll Paradigma İçinde Geliştirilebilecek Kent Planlaması Yaklaşımı 307 8. Son Verirken 310
Itllt DIĠMOKRASĠ PROJESĠ OLARAK KENT PLANLAMA
311 1. Giriş 311 I l . ı n ı l ı I »emokrasi ve Katılımcı Demokrasinin Zorunlu Birlikteliği 313 3. Sosyo-Mekansal Bir Sürece Nasıl Müdahale Edilebilir? 315 4. STK Aktörleri Arasındaki Farklılaşmalar318 5. Günümüzdeki Kent Planlama Prosedürlerinin Dcmokratiklik Ölçütlerine Göre Değerlendirilmesi 321 6. Sözü Sonlandırırken 327
PIANCININ MEġRUĠYETĠNĠ OLUġTURMAKTA ETĠK SORUNLAR
328
1. Giriş } Ahlak Önermelerinin Niteliği ve Nasıl Temellcndirileceği Üzerine 3. Kent Plancısının Ahlakı Üzerine • İyi Plancının Nitelikleri Üzerine 4. İyi Planın Nitelikleri Üzerine 5. İyi Kentin Nitelikleri Üzerine 4. Son Birkaç Söz
328 329 332 333 336 339 343
KENT PLANLAMA MESLEĞĠ GELĠġMESĠNĠ ı KDÜRÜRKEN AHLAKINI NASIL OLUġTURUYOR?
344
1. Giriş 2. Plancının Ahlaki Sorumluluktan 3. Bir Meslek Ahlakı Olarak Kent Planlaması
344 346 351
SI
• Planlamanın Varlığının Kamu Yararıyla Temellendirilmcsi 351 • İkiyüzlülük Ahlakının Önünü Kesen Bir Planlama 352 • Siyasetçiyle Plancının Sorumluluk Bölüşümünün Nasıl Tcmcllcndirilcccği? 353 • Gayrimenkul Piyasası Değerleri Karşısında Yaşam Kalitesi Değerlerine Öncelik Veren Planlama 354 4. Türkiye'de Kent Planlama Mesleğinin Ahlakında Yaşanan Değişmeler 357 5. Kent Planlamanın Günümüzde Ulaştığı Noktada Yurttaşlara Düşen Sorumluluğun Genişletilmesi ya da Son Sözler 362
ONSOZ
Bu kitapta İlhan Tekeli, son 40 yılı aşkın süre içinde dünyada ve Türkiye'de yaşanan dönüşümler karşısında, planlama kuramında yaşanan değişmeleri ve kendisinin planlama konusundaki düşüncesinin aşama aşama nasıl biçimlendiğinin öyküsünü anlatıyor. Yaşanan bu dönüşüm kitabın adında "Akılcı Planlamadan, Bir Demokrasi Projesi Olarak Planlamaya" olarak özetlenmiş bulunuyor. Bu kısaltılmış ifade, yönetimden, yönetişime; toplum yararının dıştan verilmesinden, toplumdaki bireylerin seçmeleriyle oluşmasına; elitist yol gösterici planlamadan, katılımcı birlikte planlamaya; araçsal rasyonellikten, iletişimsel rasyonelliğe; nesnel bilgiden, öznellerarası uzlaşımlann bilgisine geçiş gibi çok kapsamlı dönüşümleri işaret ediyor. İlhan Tekeli'nin eser verdiği ilgi alanlarının kapsamı şekillenmeye ve sergilenmeye devam ediyor. İlk kitap Birlikte Yazılan ve Öğrenilen Bir Tarihe Doğru 'dan sonra, Türkiye'de Bölgesel Eşitsizlik ve Bölge Planlama
Tazıları, Göç ve Ötesi, Cumhuriyetin Belediyecilik Öyküsü, Doğal ve Tarihi Çevreyi Korumak, Kentsel Arsa, Altyapı ve Kentsel Hizmetler yayımlandı. Elinizdeki, Akılcı Planlamadan Bir Demokrasi Projesi Olarak Planlamaya yedinci kitap ve "Modernizm, Modernite ve Türkiye'nin Kent Planlama Tarihi", "Türkiye'de Kentiçi Ulaşım Tarihi", "Mekanın Bilgi Bilimi", "Yerseçimi Kuramı ve Türkiye'nin Sanayileşmesi", "Konut Yazıları", "Yerellik, Gündelik Yaşam ve Yaşam Kalitesi" kitapları hazırlanıyor.
İlhan Tekeli'nin ilgi alanı çok geniş olduğu, konuşmalarını çok değişik kurumların toplantılarında yaptığı ve yazılan çok farklı yayın organlarında yayımlandığı için, çalışmalarının önemli bir kısmına erişebilmek neredeyse olanaksızdır. Tarih Vakfı, Tekeli'nin toplu eserlerini yayımlamakla, bu çalışmaların erişilebilirliğini artırmayı ve onlardan yararlanmayı kolaylaştırmayı amaçlıyor ve yayımlanan her kitapla bu amaç gerçekleşiyor. Tekeli'nin yayımlanmış ve yayımlanmamış çalışmalarının nitelikleri bakımından üç grupta toplandığı görülmektedir. Birinci grupta çok sayıda konuşma ve yazıları yer almaktadır. İkinci grupta kitaplar bulunmaktadır. Üçüncü grubu ise değişik kurumlar içinde komiteler ya da komisyonlar halinde hazırlanan strateji niteliği ağır basan çalışmalar oluşturmaktadır. Toplu eserlerde ilk iki gruptaki çalışmalar yayımlanacaktır. Ama öncelik, gereksinmenin daha yüksek olduğu birinci gruptaki konuşma ve yazıların kitaplaştırılmasına verilecektir. İlk grubun kitaplaştırılmasında belli bir yol alındıktan sonra kitapların yeniden yayımlanmasına girişilecektir. Tekeli'nin yazı ve konuşmalarının yayıldığı 40 yıllık süre içinde dünyada çok önemli değişmeler yaşanmış, bilgiye yaklaşımlarda yeni yollar alınmıştır. Tekeli de bu düşünce serüvenine Türkiye'den katılmıştır. Değişik konularda yayımlanacak kitapların her biri içinde bu serüvenin izlerini bulmak olanaklıdır. Bu nedenle Tekeli her kitap için yazdığı sunuş yazısında kapsanan konuya ilgisinin nasıl geliştiğini, yani konunun özel yanını anlatmakta, ayrıca yaşanan paradigma değişikliklerinin kitap içinde nasıl geliştiğini sergilemektedir. Kitapların sunuş yazıları bir araya geldiğinde Tekeli'nin düşünce serüvenini daha yakından izlemek ve daha iyi anlamak olanaklı hale gelecektir. Tekeli'nin yayımlanacak kitapları genellikle tarih, bilgi kuramı, planlama, insan yerleşmeleri, eğitim ve politika gibi kategoriler içinde toplanabilir. Her kategoride, iç bütünlüğü olan birden fazla kitap yer alacaktır. Bu iç bütünlüğü sağlamak için, Tekeli bazı hallerde yeni yazılar yazmakta, üçüncü gruptaki çalışmalardan alıntılar yapmakta ya da yabancı dilde yayımlanmış yazılarının çevirilerini de eklemektedir. Kitapların oluşturulmasında tekrarları önlemek için bazı yazılar kitaplara alınmamakta, ama kitaba alınmayan bu yazıların referansları sunuş yazısında verilmektedir. "İlhan Tekeli-Toplu Eserler"in yeni kitaplarında buluşmak üzere... Tarih Vakfı Yurt Yayınevi
SUNUġ PLANLAMA ÜZERĠNE KIRK YILLIK BĠR DÜġÜNCE MACERASI
Toplu Eserler dizisinin yedinci kitabı benim planlama kuramı hakkında yazdığım yazıları biraraya getiriyor. Kırk yıllık süreye yayılan bu düşünce maceram akılcı planlamayı öğrenmeyle başlayarak, planlamaya bir demokrasi projesi olarak bakan bir anlayışa ulaşıyor. Sunuş yazısında bu öyküyü sizinle bölüşeceğim.
1960'h Yılların Heyecanları Ben İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesinden 1960 yılında mezun oldum. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi yapıldığında, bizim sınıf mezuniyet projelerini hazırlıyordu. 1960 yılının başından beri iyice yoğunlaşan demokrasi krizini hem bir üzüntüyle yaşıyor, hem de gençlik olarak büyük bir coşku içinde tepkilerimizi gösteriyorduk. Gençlik siyasetin etkili aktörlerinden biri haline gelmişti, kendi arasında yoğun bir şekilde demokrasinin nasıl geliştirileceğini, hukuk devletinin nasıl gerçekleştirileceğini, ülkenin kalkınmasının nasıl hızlandırılacağını tartışıyordu. Bu heyecanlı tartışmalar içinde planlama kavramı önemli bir çekim noktası oluşturmaya başlamıştı. 27 Mayıs sonrasında oluşan yönetim hemen Devlet Planlama Teşkilatını kurmaya başlamış ve 1961 Anayasasıyla, planlama anayasal bir kurum haline getirilmişti. Bu kurum ülkede akılcılığı temsil ediyordu. Ülkenin kalkınmasında izlenecek yolu, bilimsel bilgiye dayanarak saptayacaktı. Eğer siyasetçiler engellemez de ülke bu doğru yolu izlerse, kalkınmaması için bir neden olmadığına inanılıyordu. Kamusal alanda planlama doğruyu, siyaset ise bu doğrudan sapmayı temsil ediyordu. Devlet Planlama Teşkilatı ülkede en prestijli, en çok ümit bağlanan bir kurum haline gelmişti.
Planlamaya Bağlanan Ümit, Akılcılığa Bağlanan Ümitti Planlama temelde "aydınlanmanın" çocuğudur. İnsana ve insan aklına güveni içerir. Aydınlanma bir yandan insanın kendisi için iyinin ne olduğunu ancak kendisinin saptayabileceğine, öte yandan insan aklının doğayı ve toplumu kavrayabileceğine, onların işleyişlerine ilişkin bilimsel bilgileri geliştirebileceğine ve bu bilgileri daha mutlu bir toplum ve yaşam oluşturmakta kullanabileceğine inancı getirmişti. Başka bir deyişle insanın kaderini dinsel dogmalardan kurtararak kendi eline ya da aklına vermişti. 27 Mayıs hareketi Cumhuriyetin başlangıcında varolan bu inancı yeniden canlandırmak istiyordu. Akılcılığa inancın bu kadar yükseldiği bir dönemde, 1961-1962 ders yılında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Türkiye'de ilk kez, yeni kurulan Şehir ve Bölge Planlaması Bölümünde yüksek lisans eğitimini başlatıyordu. Ben de Ankara'da Milli Savunma Bakanlığı İnşaat ve Emlak Dairesinde İnşaat Mühendisi olarak yedek subaylık görevini yapıyordum. 27 Mayıs sonrasında hakim olan "ordu-gençlik elele" anlayışının sağladığı esneklikler içinde Sabri Özer Paşanın hoşgörüsüyle bu yüksek lisan programına kabul edilen İrem Altan (Acaroğlu) ve Tansı Çalkılıç (Şenyapılı) ile birlikte kabul edilen üçüncü öğrenci oldum. Artık ben inşaat mühendisliğinin dışına taşarak, şehir ve bölge plancısı olacaktım. Bu çok yüceltilen akılcılığı kentlerin gelişmesine uygulayacaktım. Türkiye'de kırsal alanda çözülme başlamıştı, kentsel alanlarda gecekondu kuşakları oluşuyordu. Tüm bu sorunların hep yeterli planlar yapılmadığı ve uygulanmadığı için doğduğuna inanılıyordu. Biz eğitilince, bilimsel bilgiye dayanarak yapılacağı için tartışmasız doğru olacak olan planları yapma hünerlerini elde edeceğimizi ve sorunların çözümünde etkili roller oynayabileceğimizi düşünüyorduk. Kuşkusuz bu çok iyimser, tozpembe bir dünyaydı. Ama biz Cumhuriyetin köktenci bir modernite projesinin uygulandığı yıllarda oluşan bir eğitim sistemi tarafından yetiştirilmiştik. Bu eğitim sisteminin bize yüklediği misyon ve bu misyonun yerine getirilmesine ilişkin meşruiyet anlayışıyla tutarlı bir beklenti içindeydik.
ODTÜ'de Yazılan Bir Yüksek Lisans Tezi Askerlik görevini bitirdikten sonra İmar ve İskan Bakanlığında Zonguldak Bölge Planını yapmakla görevlendirilmiştim. Zonguldak Bölgesi
(>n l'lanı tamamlandıktan sonra yüksek lisans tezini yazma aşamasına Ulaşmış bulunuyordum. Tezimin konusunu "Geri kalmış Ülkelerde Bölge Planlaması" olarak seçmiştim. Şehir planlama bölümündeki eğitimim sırasında planlama kuramı konusunda bir ders almamıştım. Bu nedenle 1%4 yılı ilkbaharında tamamlanan tezimin başlangıç bölümleri planlama kavramları ve planlama teorisine ayrılmıştı. Bugün geriye dönerek baktığımda tezimin planlama kuramına ilişkin bölümünde Paul Davidof ve Tlıomas Reiner'ın1 planlamayı bir seçim (choice) kuramı olarak gören yaklaşımının egemen olduğunu görüyorum. >.'•.. Hu kuram akılcı eyleme ulaşmak için bir süreç (procedure) tanımlıyı udu. Bu süreç temelde akılcı karar verme modelinden esinlenmişti. Ama bıı model konusundaki eleştiriler göz önünde tutularak bazı iyileştirmeler yapılmaya çalışılmıştı. Yanıtlanmaya çalışılan bu eleştirilerin başında, Alil) gibi bir ülkede çok yaygın olan, akılcı planlamanın en doğru kararı bireylere seçme olanağı bırakmadan belirlediği, bu nedenle de planlamanın demokrasi ve açık toplum ideali ile uyuşmadığı biçimindeki karşı çıkış geliyordu. Bu kaygıyla da önerdikleri kuramda seçim işlemini ön plana çıkarmışlardı. Planlama bireylerin seçme alanını genişletmeliydi. Planlamanın yaratıcı yanı bunu sağlayacaktı. Daha geniş bir seçenekler yelpazesinden yapılacak olan seçmeler de hem özgürlük alanını genişletecek, hem de akılcı olana daha yakın bir eylemin seçilmesini sağlayacaktı. Böylece demokrasi ve planlama uzlaştırılmış olacaktı. Tezimde bu açıklama yer alıyordu. Ama Davidof Reiner kuramının şimdi daha çok farkında olduğum bu özelliğinin o zaman ne kadar farkında olduğumu şimdi kestiremiyorum. Her halde kuramın beni daha çok cezbeden yönü akılcı bir süreci tanımlamasıydı. Plancının Toplumcu Olması Gerektiği İnancının Oluşumu 1965 yılına gelindiğinde, 1961 Anayasasının getirdiği olanaklar içinde Türkiye'de siyasal düşünce alanında önemli açılımlar yaşanıyordu. "Yön" dergisi çıkmaya başlamış ve çok etkili olmuştu. Yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi aydın kesim üzerinde çok etkili olan bir muhalefet yürütüyordu. Sosyal Adalet kavramı, hazırlanan Birinci Beş Yılık Planla birlikte Türki Paul Davidof, Thomas Reiner: "A Choice Theory of Planning", Journal of the American Institute of Planners, Cilt XXVII, No.2, Mayıs 1962, ss.103-115.
ye'nin gündeminde merkezi bir konum kazanmıştı. Sosyal devlet ve refah devleti anlayışının uygulanabilmesi için, bir ölçüde popülist öğeleri de içererek atılan adımlar, siyasetin gündeminde önemli bir yer tutmaya başlamıştı. Tüm bu gelişmeler Türkiye'de plancıların da kendilerinde yeni misyonlar görmesine neden oluyordu. Plancılar toplumda egemen olan siyasal ve ekonomik güçler karşısında, artık kendilerini sosyal adaleti sağlamaya çalışan aktörler, kamu yararının savunucuları olarak görüyorlardı. Kendilerinin yalnızca akılcılığı sağlayacak bir teknisyen olarak görülmesine razı değillerdi. Onlar akılcılıklarını toplum adına kullanacaklardı. Plancı olmak demek sadece belli teknik bilgilere sahip olmak değil, aynı zamanda bu değerlerle yüklü olmak olarak görülüyordu. Bu ise plancının siyasetçi karşısında bir ölçüde de olsa otonomi sahibi olmasını gerektiriyordu. Eğer bu plancılar aynı zamanda temsili demokrasiye inanıyorsa, böyle bir otonom konumun savunulmasında zorlukla karşılaşıyorlardı. O zaman plancıların meşruiyetlerini savunmakta iki dayanakları olabilirdi. Birincisi biraz önce üzerinde durduğumuz üzere ahlaki ilkelere dayanmak, ikincisi ise meşruiyetini bilimsellikten almaya çalışmaktı. Böyle bir meşruiyeti sağlayacak bilimselliğin ise toplumların gelişme çizgisi için tartışma konusu olmayan bir kurama sahip olması gerekiyordu. İster hazırlanan devlet planının üstü kapalı olarak dayandığı modernleşme kuramı, ister sosyalist hareketin ereksel, tarihsel materyalizm kuramı olsun, her ikisi de böyle bir bilimsellik gereksinmesini karşılıyordu. Belki o yıllarda durum bu kadar net görünmüyordu. Ama bugünden geçmişe baktığımızda durum daha açık görünüyor.
Bakanlık Bursunun ABD'de Yeni Bir Eğitim Fırsatı Olarak Kullanılışı Planlamaya böyle bakmağa başladığım bir dönemde, 1965 yılı ilk baharında, İmar ve İskan Bakanlığı beni kısa süreli bir OECD bursuyla ABD'ye gönderdi. ABD'ye gittiğimde, Llyod Rodwin'in MIT'ye doktora öğrencisi olarak kabulümü sağladığını gördüm. Cambridge'e gittiğimde Llyod Rodwin bana danışman olarak John Friedmann'ı atamıştı. Daha sonraki yıllarda planlama kuramı alanının en önde gelenlerinden bir olacak olan Friedmann henüz yardımcı profesördü. Onun MIT'deki son yarıyılıydı. Bu yarıyıl bitince, pratik planlama faaliyetlerinde bulunmak için Latin Amerika ülkelerine gidecekti. Fried-
mann'ın danışmanım olması, planlama konusunda düşüncelerimin gelişmesi bakımından, benim için önemli bir şans oldu. O yıl John Friedmann, William Alonso ile birlikte Bölgesel Gelişme ve Planlama adlı derlemelerini henüz yayımlamışlardı.2 John Friedmann danışmanım olarak kendisinin planlama kuramı konusundaki dersiyle, Alonso'nun Harvard Üniversitesinde vermekte olduğu bölge planlaması dersini almamı önerdi. Friedmann'ın kantitatif tekniklerden uzak bir ele alışı vardı. Ama planlamayı derinliği olan bir kuramsal çerçeveye oturtmaya çalışıyordu. Alonso'nun ise coğrafyanın yeni yaşamaya başladığı neopozitivist devrime (o zaman bunun bir bilimsel devrim olduğunun farkında değildim) katkı yapmış olan biri olarak 3 mekan organizasyonlarına ilişkin kuramlarının, Friedmann'ın planlama kuramıyla birlikte bölge planlama pratiğinde nasıl kullanılabileceğine ilişkin olarak öğrencilerini yeni arayışlara, düşüncelere iten arayışı çok öğretici oluyordu. İyi bir bölge plancısı olmak için hem mekan organizasyonu, hem de planlama kuramları konularını öğrenmem gerektiği konusunda bir sonuca ulaşmıştım. Daha sonraki yıllarda çok değişik konularda çalışma yapmama karşın bu iki ana kuramsal alandaki ilgim hep merkezi konumunu korudu. DPT'nin ABD'ye gönderdiği Timuçin Akkutay'da aynı dersleri alıyordu. John Friedmann'ın planlama kuramı konusundaki dersi üzerinde Timuçin'le sık sık konuşuyorduk. Friedmann'ın öğrencilerin katılımına açık olan dersi bu kuramsal sorunlar konusunda bize tartışma ve düşünme olanağı veriyordu. Dersin vurguladığı üç konu bu bakımdan bize ilginç geliyordu. Bunlardan birincisi Friedmann'ın akılcı planlamanın önce en iyi kararı verip sonra bunun uygulanmasına çalışmak şeklindeki, karan ve uygulamayı birbirinden ayıran biçimdeki ele alışına karşı çıkarak, plancının bu ikiliği ortadan kaldırarak doğrudan eyleme yönelmesi gerektiği konusundaki önerileri bize doğru geliyordu. İkincisi ise planlamanın yenilikçi olmasıydı. Bu eyleme yol göstermekte yenilikçilik (innovativeness) özel l>ıı öneme sahipti, iki farklı geleneğin planlamayla eklemlendirilmesine olanak veriyordu. Bir yandan tasarım geleneğiyle sıkı ilişkili şehir planla John Friedmann , William Alonso: Régional Development and Planning A Reader, The M.I.T. Press, Cambridge,1964. I William Alonso: Location and Land Use Toward a General Theory ofLand Rent, 1 larvard University Press, Cambridge,1964.
ması, öte yandan geri kalmış toplumların yapısal değişmeye gereksinmesi olduğu konusundaki bakış açısı bu kanalla Friedmann'ın yaklaşımına bağlanabiliyordu. Üçüncüsü ise o yıllarda yazdığı Planlamanın Sosyal Bağlamı makalesiydi. Bu yazı bizim bakımımızdan önemli bir ufiık açıcılığa sahipti. Her ülkenin kendi koşullarına uygun bir planlama stilinin oluşturulması gerektiğine inanıyor ve bunun nasıl oluşturulabileceğini sorgulamaya çalışıyordu. Bir anlamda planlamanın sosyolojisi için bir çerçeve oluşturuyordu. Bu evrensel bir planlama kuramı arayışından, bağlam bağımlı bir planlama kuramı arayışına geçiş demekti. Bize yaptığımız planların uygulanamayışını anlamamıza yardım edecek, çok önemli bir ipucu olarak görülüyordu. Eğer toplumsal bağlamımıza uygun planlama stilini geliştirebilirsek başarılı bir planlama yapabileceğimizi umuyorduk. Bu umutla Timuçin'le birlikte Friedmann ve Alonso'nun dersleri için Türkiye'deki planlama deneyinin sorunlarını planlamanın toplumsal bağlamı üzerinde durarak çözümlemeye çalışan çok uzun bir dönem çalışması hazırladık.
Savunucu Planlama Anlayışıyla Tanışma Cambridge çok sayıda bilimsel toplantının yapıldığı çok canlı bir bilimsel ortamdı. Bu yarıyılda yapılan bir toplantıda Paul Davidof yaptığı konuşmada savunucu (advocacy) planlama yaklaşımını anlattı. 4 Bu yaklaşım, Amerika'da siyahların eşitlik talebini dile getiren, ayrımcılığa karşı çıkan toplumsal hareketin zirveye ulaştığı bir dönemde gelişmişti. Plancılar da bu akımdan etkilenmişti. Kendilerine toplumun bu yeni duyarlılığına yanıt verecek bir rol tanımlıyorlardı. Kurumsallaşmış planlama süreci toplumun ezilen kesimlerinin haklarının savunmasına olanak vermiyordu. Bu süreç demokratik görüntüsü altında hep toplumun güçlü kesimlerinin lehine işliyordu. Bu işleyişi dengelemek için plancılar toplumun dışlanan ve ezilen kesimlerinin savunması rolünü yüklenmeliydi. Böyle bir kuramsal çerçeve, Türkiye'nin 1960'lı yıllarının siyasal eğilimleri içinde bizim de plancılara yüklediğimiz misyona çok benzer bir misyonu plancılara yüklediği için bize çok çekici gelmişti.
4 Paul Davidof: "Advocacy and Pluralism in Planning", Journal of the American Institute of Planners, Vol. XXXI, No. 4, November 1965, pp. 331337.
(
ABD'deki Planlama Deneyimlerini Küçümseyerek Yapılan İnceleme Gezisi
Yaz, aylarında da OECD bizim için önemli bölge planlama projelerini incelememiz için özenli bir program hazırlamıştı. Bunlar arasında Tennesse Valley Authority, Puerto Rico, o yıllarda MIT'nin Şehir ve Bölge Planlama Bölümünün aktif olarak rol aldığı Venezüella Hükümetinin Orinaco nehrinin geçtiği havzadaki çok zengin doğal kaynakları değerlendirmek için kurduğu Guayana yeni kenti ile Washington DC.'deki çok sayıda kurum ve kuruluş yer alıyordu. Bu uzun inceleme gezisi kuşkusuz benim için çok yararlı bir deneyim birikimi sağlıyordu. Büyük kısmını Timuçin'le birlikte yaptığımız bu gezi sırasında yalnız bize anlatılanlarla yetinmiyor, aramızda tartışıyorduk. Gördüğümüz planlama deneyimleri bize hep yetersiz görünüyordu. ABD'nin ekonomik düzeni içinde planlamaya bırakılan sınırlı müdahale olanakları içinde yapılan planlama çalışmaları göre hep eksik bir yön bırakıyor, çözmeye çalıştığı sorunu çözmek için gerekli cesaretli adımları atamıyordu. Biz de, kendi deneyimlerini an latanlara, hep bu yetersizlikleri açığa çıkaracak sorular yöneltiyorduk. Bu eksiklikleri sergilemekten gizli bir keyif alıyorduk. Bölge Bilimi Yüksek Lisans Eğitimi Herbert Simon'u tanıştırıyor Hu verimli geziden sonra güz yarıyılında Pennsylvania Üniversitesinin Bölge Bilimi Bölümünde eğitime başladığımda değişik bir ortamla karşılaştım. Burada planlama doğrudan programda yer almıyordu. Ama bir yandan mikro ekonomik paradigmanın uzantısı olarak yoğun bir mekan organizasyonu eğitimi, öte yandan bölgesel ekonominin analizinde kullanılabilecek kantitatif teknikler yer alıyordu. Planlama büyük ölçüde rasyonel karar verme tekniklerine indirgenmişti. Uygulama sorunları bu bölümün gündeminde önemli bir yer tutmuyor ama ekonomi kuramı içinde akılcı karar verme kuramı açıkça ele alınıyordu. Böyle bir karar modelinin yetersizlikleri karşısında, Herbert Simon'un önerdiği karar vermede tatmin edicilik yaklaşımı ve oyunlar kuramı kapsamı içinde geliştirilmiş olan belirsizlikler karşısında uygulanabilecek akılcı karar kriterlerinin ne olduğunu öğrenmek benim akılcı karar verme kuramını daha derinden kavramamı sağladı.
ODTÜ'de Yarı Zamanlı Öğretim Üyeliğine Başlama Burs süresi bitince Türkiye'ye döndüm. Benim Türkiye'de olmadığım sürede ODTÜ'deki bölüm yöneticileri OECD'den sağlanan bir destekle bazı yabancı hocaları da sağlayarak, bölge planlama yüksek lisans programı başlatmak hazırlığı içine girmişlerdi. Gelen yabancı hocaların İsrail'den olması kurulacak bölümün programında kırsal planlamanın ağırlıklı olarak yer alması eğilimini ortaya çıkartmıştı. Türk uzmanlar ise sanayileşme-kentleşme boyutuna önem verilmesini savunuyorlardı. Birden kendimi bu tartışmaların içinde buldum. Benim Türkiye'ye dönmüş olmam planlama kuramı, organizasyonu kuramı ve bölgesel analiz teknikleri gibi derslerin verilmesini kolaylaştırdı. Bölge Planlama Yüksek Lisans Programının ilk yarıyılından başlayarak yarı zamanlı bir öğretim üyesi olarak, ama tam zamanlı bir öğretim üyesi kadar yük taşıyarak ders vermeye başladım. İlk yıl planlama kuramı dersini hocalar arasında bölüşerek verdik, ikinci yıldan sonra kendi başıma vermeye başladım. O günden, emekli oluncaya kadar, her yıl biraz değiştirerek, bu dersi vermeyi sürdürüyorum. Her verilen ders yeniden planlama kuramı üstünde düşünmeme neden oluyor. Emekli olduktan sonra da her yıl yeni planlama düşüncesi konusunda bir doktora dersi vermeye devam ediyorum.
Üretilen Fiziki Planlama Süreci Önerileri İçinde bulunduğum planlama ve eğitim kurumlan içinde fiziki planlamanın kararlarının bilimsel analizlerle nasıl temellendirileceği, planlama pratiğinden kaynaklanan, yanıtlanması gereken esas sorunlar olarak sürekli ilgimi çekti. Planlama pratiğiyle her ilgilendiğimde, hep daha başlangıçtan hangi analizlerden yola çıkarak hangi kararları üreteceğime ilişkin yöntem bildirileri yazmak alışkanlığım haline geldi. Bunlardan ilkini Zonguldak Bölge Ön Planı için geliştirmiştim. ABD'den döndükten sonra 1960'lı yılların ikinci yarısında bir başkasını, kıyı kesimlerinde Turizm Bakanlığınca yapılmaya başlanan fiziki planlama çalışmaları için geliştirdim, diğerini metropoliten alan planlamaları için hazırladım.5 Bu yazılar planlama kuramından çok planlama pratiğine ilişkin olduğundan hiçbirine bu kitapta yer vermedim. İlhan Tekeli: "Bölgesel Turizm Fiziki Planlaması Metodolojisiye ile İlgili Düşünceler" Bu konuşma 1969 Şubatında PAU konferansları için hazırlanmıştır. 1971 yılında
Demokratik Kitle Örgütleri Olan Meslek Odalarının faliyetlerine Katılmam ABD'den döndüğümde bakanlık beni kızağa çekmişti. Bana çalışmak Için çok zaman kalmıştı. Bunu kullanarak bir yandan doktora çalışmamı yapıyor, diğer yandan meslek odaları içindeki çalışmalara katılıyordum. Dönemin en aktif odalarından biri Mimarlar Odasıydı, Türkiye'nin entellektüel yaşamının 1960'lı yılların ikinci yarısından itibaren yaşadığı sola açılmanın rüzgarları Mimarlar Odasında da esiyordu. 1965 seçimlerinde Adalet Partisi seçim kampanyasında plana karşı bir kampanya yürütmüştü. Boğanları "plan değil pilav"dı. Bu gelişmeler karşısında Mimarlar Odası planlama düşüncesine sahip çıkan kampta yer aldı. Bu hareket içinde ben de aktif olarak yer alıyordum. tik Planlama Kuramı Yazısı İmzasız Çıkıyor AP seçimleri kazanınca DPT'ye kendine yakın kadroları getirmeye başlamıştı. Turgut Özal'ı DPT müsteşarlığına atamıştı. Daha sonraki yıllarda bu kadro "Türk-İslam Sentezi" hareketinin yaratılmasında etkili olacaktır. O günlerde gazetelerde bu ekibe takunyalılar adı takılmıştı. Planlama teş kilatının kadroları bu ekibe karşı basının ve aydın kamuoyunun desteğini alan bir direniş gösteriyordu. DPT'nin yönetici kadrosu değişmişti ama teknisyenleri hemen değiştirmek olanağı bulunamamıştı. Bu ekip İkinci Beş Yıllık Planı bu direniş sürerken hazırlıyordu. O günlerde beş yılık planlar yapılırken, plan hükümete sunulmadan önce bir uluslararası kollokyum yapılır, tartışmaya sunulurdu. Bu kollokyuma çağrılanlar arasında birinci plandan beri DPT'nin danışmanlığını yapan, daha sonraki yıllarda ekonomi Nobelini almış olan Jan Tinbergen de bulunuyordu.6 Türkiye'ye ODTÜ Mimarlık Fakültesince yayımlanan Planlama ve Ülkesel Fiziki Planlama Üzerine başlıklı kitabımda ilk kez yayımlandı. Toplu Eserler serisinin beşinci kitabında da yer alıyor. İlhan Tekeli: "Metropoliten Planlama", Mimarlık, Sayı.5, 1970, s. 98- 108. İlhan Tekeli: "Türkiye'de Bugünkü Müesseseler Düzeninde Hazırlanması İstenilen ve Uygulamaya Dönük Diye Adlandırılan Bölge Planlanılın Hazırlanması için Bir Yaklaşım Denemesi" Bu yazı 1972 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesince yayımlanan Bölge Planlama Üzerine adlı kitapta ilk kez yayınlandı. Toplu Eserler serisinin ikinci kitabında da yer alıyor. f> Türkiye'de Birinci Beş Yıllık Planın hazırlanması sırasında baş danışman olan Jan Timbergen'in o yıllardaki planlama anlayışı için bkz: Jan Tinbergen:Tbe Design of development, The Economic Development Institute IBRD, The John Hopkins Press, Baltimore 1958.
gelerek DPT'deki durumu gören Tinbergen Türkiye'den ayrılırken bıraktığı bir mesajda bir Avrupalı sosyal demokrat olarak hükümetle idare arasındaki işbölümüne dikkati çekiyor, siyasal kararların sorumluluğunun hükümete ait olduğunu, DPT'nin de parçası olduğu idareye bu konularda danışmanlık yapmasının doğru olacağını söylüyordu. Bir anlamda eski plancı ekibine direniş yapılmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Aslında Türkiye'de 1960'lı yıllardan itibaren planlama konusunda geliştirilen söylem, plancılara akılcılığın temsilcisi olarak siyasetçilerin saptırmaları karşısında yüklenen misyon, plancıların böyle pasif bir danışmanlık işleviyle yetinmesine yeterli değildi. Gerilim sürecekti. Ben de gerilimin sürdürülmesi gerektiğini düşünüyordum. 1966 yılının son aylarında Yön dergisinde "Tinbergen'in Nasihati" adlı bir yazı yazdım. Daha önce Yön'de imzamla yayımlanan bir başka yazım bakanlıkta sorunlar yarattığı için, bu yazı imzasız olarak yayınlanmıştı.7 Bu yazıda John Fried- mann'ın planlamanın toplumsal bağlamı üzerinde geliştirdiği modelden yararlanarak Türkiye'de plancıların güçler dengesine hemen teslim olmaması gerektiği, Türkiye'de planlama stilinin siyasal sistemle bir ölçüde gerilmeyi sürdürmesinin gerekliliği üzerinde duruluyordu. Bu yazıdaki savlar, daha sonraki bir yazıda daha gelişmiş olarak yer aldığından, tekrara düşmemek için bu yazıyı kitaba almadım.
1. Milli Fiziki Plan Hasan Dağına Farbala Çekmek mi? Mimarlar Odası planlamaya sahip çıkıyordu ama bunun arkasında var olan sosyal ve ekonomik planlama yaklaşımlarını yetersiz gören bir edayı da koruyordu. Bu planlamanın fiziki boyutu eksiktir, bu boyut tamamlanmalıdır, diyordu. Mimarlar Odasının bu görüşünün buraya kadar formüle edilişine katılmamak için bir neden bulunmamaktaydı, ancak bu noktadan sonra görüşler farklılaşmaya başlıyordu. Mimarlar kendi disiplinlerinin tasarladıkları ürün üstündeki tam denetim alışkanlıklarıyla her şey üstünde sıkı bir denetim öngörüyorlardı. Zaten milli fiziki plan fikri, Beyazıt Meydanının Turgut Cansever tarafından yeniden düzenlenmesi sırasında ortaya çıkmıştı. Cansever'in bu tasarımına karşı çıkanların bir bölümü, içinde yer aldığı kentin, onun içinde yeraldığı bölgenin ve nihayet ülkenin fiziki planı bulunmadığını bu nedenle de böyle bir meydanın "Tinbergen'in Nasihati!", Yön, Sayı.193, 9 Aralık 1996, sayfa.13.
planının yapılmasının doğru olmadığını savunuyorlardı. Bu çok sıkı, hiye rarşik, her şeyi ayrıntısına kadar denetleyen, gerçekleştirilmesi olanaksız , bir planlama önerisiydi. Böyle bir planın olanaksızlığını biraz planlama eğitimi alan herkes görüyordu. Ama planlamayı bilmeden plan üstünde konuşanlar için plandan yana olmak bakımından en radikal savunma huydu. Bu görüşü 1 .Milli Fiziki Planlama Seminerindeki konuşmasında Ayılın Germen Milli Fiziki Plan Hasan Dağına farbala çekmek değildir diye çok çarpıcı bir şekilde eleştirecektir. Mimarlar Odasının gündemine milli fiziki planlama girmiş bulunuyordu. Ama bunun ne olduğu, yararlarının ve sakıncalarının ne olabileceği konusunda gelişmiş bir söylem yoktu. Mimarlar Odası ikinci Beş Yıllık Planın uygulamaya girdiği günlerde Esat Turak, Yiğit Gülöksüz ve beni çağırarak bir milli fiziki plan semineri düzenlememizi istedi. 1968 Miminde gerçekleştirilen8 bu seminer iki işlev gördü. Bir yandan ikinci Beş Yıllık Planın hazırlanışı sırasında plancıların gösterdiği dirence sahip çıkılmaya çalışılıyor, öte yandan gerçekçi ve uygulanabilir bir fiziki planlama kaygısının ülke planıyla nasıl eklemlenebileceğinin yolu araştırılıyordu. Bu toplantı çok canlı ve heyecan dolu olarak gerçekleşti. Kanımca 1960'lı yıllarda Türkiye'de planlama düşüncesinin yaşadığı gelişmeyi iyi bir biçimde sergiledi. Bir Plancının Siyasal Güçle Gerilmeler Yaratarak Varlığını Sürdürmesi Olanaklı mı? 1. Milli Fiziki Plan Seminerinde verdiğim bildiri "Ülke Ölçüsünde Fiziki Planlamanın Teorik Sorunları ve Bugünkü Müesseseler Çerçevesinde Türkiye İçin Bir Ülkesel Fiziki Planlama Yaklaşımı" adını taşıyor.9 Bu bildirinin iki özelliği var birincisi adına açıkça yansımış, ikincisi ise adında açıkça görülmüyor. Biraz önce sözünü ettiğim biçimde milli fiziki planlama kavramı çok sağlıksız olarak yorumlanma tehlikesine açık bulunuyordu ve bu yorumuyla uygulanırsa çok kötü sonuçlar doğurabilecekti. Bu nedenle ülkesel fiziki planın kalkınmanın mekansal boyutunu bilinçli bir biçimde ele alan bir stratejiler ve politikalar topluluğu olabileceğini anEsat Turak, İlhan Tekeli Yiğit Gülöksüz: l. Milli Fiziki Plan Semineri, TMMOB Mimarlar Odası, Ankara, 1968. V Bu bildiri ilk kez 1.Milli Fiziki Plan Semineri kitabında yayımlandı. İkinci kez toplu eserlerin ikinci kitabında yer aldı.
latmaya çalışıyor ve değişik plan kademeleri arasında ilişkiler üzerinde duruyordum. Ama burada bu yazı üzerinde durmamın nedeni bu değil. Başlıktaki "Türkiye için" ibaresi içinde gizlenmiş bölümü. Türkiye için derken plancının siyasal güçler dengesinin kararlarını etkileme misyonuyla yükümlü olduğu kabulünden yola çıkarak, bunun nasıl gerçekleştirilebileceğine ilişkin çözüm bulma arayışlarını kastediyordum. Bunun için daha önce sözünü ettiğim Friedmann'ın planlamanın sosyal bağlamı kuramından yola çıkıyordum. Ama o bu kuramı bir gerilim yönetimi için kullanmak için geliştirmemişti. Kuramı bu bağlamda ele alarak ona yeni bir kullanım alanı açmaya çalışıyordum. Türkiye'de sistem tarafından dışlanmadan gerilmeleri denetleyerek ülkenin gelişmesini hızlandıracak, daha adil hale getirecek bir planlama stilinin nasıl oluşturulabileceği konusunda ipuçları arıyordum. Bu yazı Toplu Eserlerin ikinci kitabında yer aldığı için bu kitaba alınmadı. Planlamaya araçsal akılcı bir anlayışla yaklaştığım bir dönemde, eli- tist plancı kaygılarıyla yazılmıştı. Elitist bir plancının siyasal baskılara karşı kendisini nasıl koruyacağına yanıt bulmaya çalışıyordu. O günlerde böyle bir yazı yazmış olmak bana sevinç veriyordu. Tabii benim planlamaya bakış açımın akılcılıktan uzaklaşıp bir demokrasi projesi olması niteliği kazandığı günümüzde anlamını önemli ölçüde yitiriyor.
Çeşitlenen ve Karmaşıklaşan Planlama Terminolojisi Açıklığa Kavuşabilir mi? Mimarlar Odasının 1969 yılında düzenlediği Mimarlık Seminerinde ise "Çeşitli Planlama Kademeleri ve Tipleri Arasındaki İç İlişkiler ve Planlama Organizasyonu Üzerine Düşünceler" başlığını taşıyan bir bildiri verdim. Semineri düzenleyenler benden merkezi ülke planıyla diğer planlar arasındaki ilişkileri açıklayan bir konuşma yapmamı istemişlerdi. Bir anlamda kademeli planlar sistemi I. Milli Fiziki Planlama Seminerinden sonra da oda için sorun olmakta devam ediyordu. 1960'lı yıllarda Türkiye'nin gündemine giren planlama devlet yönetiminin tüm kesimlerine yayılmıştı. Değişik türde ve işlevde planlamalardan söz ediliyordu. Bir anlamda pek çok kavram birbirine göre konumları da bilinmeden kullanılıyordu. Bu yazı plan türleri ve yaklaşımları arasında bir kavram temizliği yapmaya çalışıyordu. Böyle bir kavramsal temizliğin Türkiye'nin siyasal koşullarına uygun bir planlama stili tasarlanacaksa onun tasarlana-
bilmesi için de gerekli olduğunu düşünüyordum. Bu iki seminerde verdi ni) bildiriler arasında önemli tamamlayıcılıklar bulunuyordu. Bugün bu yazı birlikte düşünüldüğünde, planlamada akılcılığın bağlam bağımlı olarak yorumlanmasına eğilimi açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu eğilimde benim başlangıçtaki mühendislik açılı bakış açımın yerini artık toplumbilim ağırlıklı bir bakış açısının almasının herhalde bir rolü vardı. Bunu kitaba ilk yazı olarak aldım. 10
Meslek İçi Kamu Alanı Oluşturma Amaçlı Bir Vakıf Meslek odalarının ideolojik ağırlıklı faaliyetleri daha teknik ağırlıklı mesleki tartışmaların yer alabilecekleri platformların oluşturulmasına gereksinme yaratıyordu. Böyle bir ortamda Şevki Vanlı'nın Planlama, Uygulama ve Araştırma (PAU) adlı bir vakıf kurma girişimi oldu. Bu girişim plancı ve sosyal bilimcilerin yer aldığı küçük bir kamu alanı oluşturmayı ve bu alanda planlamanın kalitesinin geliştirilmesinin yollarını tartışmayı umuyordu. Bu grup bir konferans serisi düzenledikten ve bazı küçük girişimlerde bulunduktan sonra dağıldı. Çevre henüz böyle bir girişimi yaşatmaya uygun değildi. PAU'nun toplantısında yaptığım "Planlama, Gelecek, İmgelem ve Uygulama" başlıklı konuşmayı da bu kitaba ikinci yazı olarak aldım.11 Bu yolla daha o zamandan plancıların kafasında iki soru nun yer etmeye başladığını göstermeye çalışıyorum. Planlar yapılıyor ve Uygulanmıyordu. Ama ondan daha önemlisi ülkede planlamayı savunan sol kesimin söylemlerinde devrimcilik ve sosyal değişmeyi yüceltmelerine karşın, planlar tutucu oluyor atılımcı öneriler geliştirilmiyordu. Devrimcılık siyasal alana ihale edilmişti. Planlamanın yaratıcılık yönü göz önüne alınmıyordu. Bu yazı bu tutuculuğu eleştirmek için yazılmıştı. Plancıların geleceğe dönük olarak, imgelemin olanaklarından olabildiğince yararlanarak, bunları ısrarla eyleme dönüştürmeyi gerçekleştirmesi gereği üzerinde duruyordu. Eylem onları kendi alanlarında yapabilecekleri konusunda bilinçlendirecek ve devrimci bir potansiyel oluşturacaktı. Bilim plancıya bu konuda yol göstermekte yetersiz kalıyorsa başvurabileceği bir Ġlhan Tekeli: "Çeşitli Planlama Kademeleri ve Tipleri Arasındaki iç İlişkiler ve Planlama Organizasyonu Üzerine Düşünceler Mimarlık Semineri, TMMOB Mimarlar Odası, Ankara,1969. I I Ġlhan Tekeli: Planlama ve Ülkesel Fiziki Planlama Üzerine, ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Ankara,1971, s. 49-64
başka önemli alan, yani sanat bulunmaktaydı. Sanada ilişki kurmak planlama yazınının sürekli olarak görmezden geldiği bir ilişkiydi. Postmodernist eleştirinin henüz Türkiye'nin gündemine girmediği bu dönemde yeni bir bakış açışıydı.
1968 Öğrenci Hareketleri ve Yaşanan Anlamlılık Krizi Bütün dünyada birden ortaya çıkan 1968 öğrenci hareketleri, kapitalist sisteme kendi içinden ve derinden bir eleştiri getiriyordu. Tüm olup bitenlerin derinden sorgulanmasına yol açan bir anlamlılık krizi yaratmıştı. Türkiye'de de Avrupa'yla eşzamanlı denilebilecek bir biçimde canlı ve taze eleştirilerle öğrenci hareketleri başladı. Öğretim kurumları ciddi olarak bir anlamlılık sorgulamasıyla karşı karşıya kaldılar. Bu hareketlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, beni pek çok şeyi yeniden düşünmeye iten bir süreci yaşamaya başladım. Buradaki öykümüz açısından bizi bu öğrenci hareketinin canlı ve taze olduğu dönemde eğitime getirdiği eleştiriler ilgilendiriyor. Genel olarak Türkiye'de gelişen öğrenci hareketi klasik üniversitelerde öğretim üyelerinin öğrenciye çok yabancılaşmış davranışlarını, yapılan eğitimin pratikten ve Türkiye'nin sorunlarından kopuk olmasını eleştiriyordu. Aslında bu iki sorun da ODTÜ'de özellikle de Şehir ve Bölge Planlama Bölümü söz konusu olduğunda önemini büyük ölçüde yitiriyordu. Öğretim üyeleri öğrenci ilişkisi oldukça iyiydi, planlama da merkezi öneme sahip stüdyo çalışmaları güncel sorunları ele alıyordu. Ama bölümde öğrencilerle diyalogun açık olmasının da etkisiyle, öğrencilerin eleştirileri çok ciddiye alınıyor, öğrencilerden öğretim programının derinden bir eleştirisini yapması bekleniyordu. Kuşkusuz öğrenciler böyle bir eleştiriyi yapacak bir hazırlığa sahip değildi. Buna rağmen zaten çoğunluğu öğrencilikten yeni kurtulmuş, çoğunluğu genç olan öğretim üyelerinin katkısıyla, öğrenci hareketlerinin ilk döneminde, bölümde çok canlı bir her şeyi sorgulama ortamı oluşmuştu.
Anlamlılık Krizine Çözüm Arayışları Pek çok şeyi birden gerçekleştirmek istiyorduk. Kendimize çözümü çok zor bir problem tanımlamıştık. Bir yandan var olan ekonomik ve siyasal düzen çok ciddi bir eleştiri konusuydu. Bu düzen hem ülkenin hızlı kalkınmasını sağlayamıyordu, hem de toplumdaki eşitsizlikleri kışkırtı
yordu. Bu soruna çözüm arandığında da çözüm olarak değişik tonlarda sosyalizm önerileri ortaya çıkıyordu. Ama böyle ideolojik bir konumu açıkça kabul etmeyenler bile bu sorunlara planlamayla çözüm bulunması gerektiğini düşünüyorlardı. Ama bu planlamadan öngörülen artık akılcı bir teknik egzersiz değildi. Planlamanın siyasal içeriğinin açıkça tartışılması talep ediliyordu. O yıllarda bölümde planlama stüdyolarında ele alınan sorunların çözümünde, değişik siyasal ideoloji kabulleri altında nasıl farklı planlar ortaya çıkacağının simülasyonları yapılıyordu. Siyasal içeriğ in tartışılmasında ise Marksist kuramın sınıfsal ele alışları ön planda yer a lıyordu. Öğrenciler Türkiye'de hızla yayımlanmaya başlayan Marksist klasiklerin çevirilerini okuyorlar, bölümde yaşanan tartışmalarda anlayabildikleri kadar bu bakış açısından var olan programı eleştiriyorlardı. Öğretim üyelerinin formasyonunda böyle bir hazırlık yoktu. Onlar da bu diyalogda etkili olabilmek, en azından talep edileni anlayabilmek için tarihsel materyalizmi ve diyalektik yaklaşımı öğrenmek durumunda kalıyorlardı. Artık Türkiye'nin toplum bilimlerine ilişkin akademik yaşamında pozitivist bir modernleşme kuramı yalnız değildi, hatta ikinci plana itilmiş ve Marksist kuram daha saygın bir yer elde etmeye başlamıştı. Planlama bölümleri akademik yaşamın siyasallaşması ve Marksist düşü nceye açılması karşısında yeni bir konum saptamalıydı. Öğrencilerin içinde bulundukları eğitim konusunda yaşadıkları anlamlılık krizinin aşılmasındaki umutları buydu. Sorun bununla kalmıyordu. Bir şehir ve bölge planlama bölümünde, kendisinden ne kadar yakınılsa da, eğitiminin kabul ettirdiği bazı önemli değerler bulunuyordu. Sağlanması istenilen gelişme değerleri de göz önüne almalıydı. Bunları dört anahtar kelimeyle; kamu yararına olmak, bilimsellik, disiplinlerarası olma ve yaratıcılık diye özetleyebiliriz. Kent planlaması meşruiyetini hep kamu yararına olan bir faaliyet olmasından alıyordu. ama yaşanan anlamlılık krizi içinde bu kamu yararına olmanın yorumu sınıfsal içerik kazanıyor, toplumda ezilen kesimlerin savunulmasını içerir pile geliyordu. Bu konum, daha önce Davidof'un geliştirdiği savunucu planlama anlayışıyla ve Türk siyasetinin popülizmiyle kolayca eklemlenebiliyordu Kent planlamasında özel bir yeri olan kentsel rantlar konusunda takınılacak tavır bu bakımdan merkezi bir konum kazanıyordu. Plancının bu rantların oluşturulması konusunda toplumda hâkim güçlerin eğilimlerine karşı çıkması planlamada bir etik değer haline geliyordu.
Planlamanın böyle siyasal ya da hâkim güçler dengesi dışında olan etik değerlerle yüklenmesi, daha önce sözünü ettiğimiz plancının güçlerle gerilimler yaratarak varlığını koruyabilmesi konusundaki yaklaşımlara da yeni anlamlar kazandırıyordu. Ama siyasal olanla gerilme içinde olan böyle bir plancı meşruiyetini nereden alacaktı. Bu sorunun yanıtı "bilimsel olmak" olarak veriliyordu. Bilimsel olan planlama kamu yararına en uygun olanı tartışma dışı kalacak bir pekinlikte saptayacaktı. Plan teknik olarak güçlendirildikçe plancıya belli grupların çıkarlarını savunmak için yapılan siyasi müdahalelerin de savunulması güçleşecekti. Bu nedenle bölgesel planlamanın bilimsel olması konusunda pek kuşku yoktu. Ama bilimselin ne olduğu konusunda farklı yorumlar bulunuyordu. Yorumlardan birine göre bilimsel olan Marksizmdi. Diğer ele alışları otomatik olarak bilim dışı ilan ediyordu, ikincisi ise mekan bilimleri ya da coğrafya alanında 1960'lı yıllarda yaşanan kantitatif devrimi anlayışının Türkiye'de yaygınlaştırılmasını öngörüyordu. Ancak bu biçimde kantitatif analizlere dayanan tartışma dışı kalabilecekti. Üçüncü ele alış ise eski ele alışın ciddileştirilmesini savunuyordu. Disiplinlerarası çalışmalarla elde edilen sonuçlar sezgisel yaratıcı bir sentezle biraraya getirildiğinde tartışmasız olan yaratılacaktı. Bugün geriye dönüp baktığımda bu üçüncü yolun Neokantist bir bakış açısı olduğunu görüyorum. Bir başka deyişle Marksizm, Neopozitivizm ve Neokantizm bilimsel olanı anlamlandırmakta yarışıyordu. O günlerde de bu üç eğilim arasında bir yarışmanın yaşandığını görüyordum: Ama bu çatışmayı ancak günümüzde böyle bilimsel kategoriler içinde adlandırabiliyorum. Her üç paradigma da bir biçimde disiplinlerarası olmayı ve yaratıcılığı içerdiğini savunma olanağı buluyordu. Kuşkusuz bir program geliştirirken bu üç farklı bilimsellik anlayışını uzlaştırmak zordu. Şöyle ya da böyle bilimselliği sağlanan bu planlar bir düşünce egzersizi olarak ne kadar ilginç olursa olsun, uygulanamazsa başarılı görülmesine olanak yoktu. Planlara uygulanamaz dokümanlar muamelesinin yapıldığı bir ortamda kent planlaması öğrencilerinin yaşadığı anlamlılık bunalımı aşılamayacaktı. Planların uygulanmasını sağlamak ise çok yönlü çabaları gerektiriyordu. Bunlardan birincisi planları bilimsel yapmaktı, bilimsel planların daha kolay uygulanacağı varsayılıyordu. Ama bu yeterli değildi. Var olan planlama kurumları yetkileriyle, kadrolarıyla yetersizdi. Şehir ve bölge plancılarının yetiştirilmesi ve sorumlu kadrolara gelmeleri
için aktif girişimler içinde olunmalıydı. Bölüm bu mücadelede aktif olanı yer almalıydı. Plancının anlamlılık krizini aşması için toplumsal hareketler içinde aktif katılımcı olarak yer alması öngörülüyordu. Burada da rol modeli oynama rolünün öğretim üyelerince oynanması bekleniyordu. Bölge planlama yüksek lisans programını yeniden düzenlemek için, öğrenci hareketine referanslar vererek, tüm bu kaygıları içeren, uzun bir bildiri yazdım. O yıl Harvard Computer Graphic Laboratuvarının başında bulunan William Warntz'i 15 gün için konferanslar vermek üzere bölüme çağırmıştık. Kendi okulunda da benzer problemlerle karşı karşıya olan Warntz bu programla yakından ilgilendi ve ülkesine dönünce Harvard Papers in Theoretical Geography serisi içinde yayımladı.12 Bu yazıyı da planlama kuramıyla dolaylı olarak ilgili olduğundan bu kitaba almadım Dört konu; planlama kuramı, mekansal organizasyon kuramı, bölge planlama analiz teknikleri ve sistem kuramının oluşturduğu bir çekirdek program ve onun çevresinde öğrencilerin seçme derslerle sektörel konularda uzmanlaşmaya gidebileceği geniş bir çevre programdan oluşuyordu. Bu dersleri alan öğrenciler bir tez hazırlayarak mezun olacaklardı. Bu çalışmalar sırasında, bilimsel olma savını taşıyan bir plancının düşüncelerini temellendirmesinde bilim felsefesini bilmenin önemini daha yakından anlamaya başlamıştım. 1971 askeri müdahalesinin tatsız ortamı içinde Nusret Hızır Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinden emekliliğini iste mişti. Kendisinden Şehir ve Bölge Planlama Bölümünde ders verme lini istedik, severek kabul etti. Öğretim üyeleri ve öğrenciler derslerine birlikte devam ettik, bizim için önemli bir aydınlanma, Hoca için de coşkuyla yapılan bir iş oldu.
Planlamada Hedefler Konusunun Yeniden Düşünülmesi Gereksinimi Nusret Hızır'ın verdiği derslerin bize sağladığı bakış açısıyla Amme idaresi Enstitüsünün dergisine "Planlamada Hedefler Sorunu" başlığını taşıyan bir yazı yazdım. Bu yazı, bu kitaba üçüncü yazı olarak alındı. Bu İlhan Tekeli: ''Some General Ideas for Regional Planning Education with Special Application to Turkey", Harvard Papers in Theoretical Geography, 'Special Papers' Series, Paper D, Cambridge, Mass, Harvard University, March 12, 1970. Bu yazının Türkçesi "Türkiye'de Bölge Planlama ve Eğitimi Hakkında Düşünceler" başlığıyla ĠTÜ'nün 1972'de yayınladığı Bölge Planlama Üzerine başlıklı kitapta yayımlanmıştır.
dönemde hedefler konusunda tartışma yapmadan salt akılcılık kaygısıyla planlamaya sahip çıkmanın büyük bir aldanış olabileceğinin ayırdına varmaya başlamam nedeniyle yazılmıştı. Bir bölge plancısı olarak Türkiye'deki bölgesel eşitsizliklerin azaltılması için getirdiğimiz her öneri ekonomik plancılarca sosyal paha olarak ya da bir etkinlik kaybı olarak görülüyordu. Oysa devlet planında bölgesel eşitsizliklerin azaltılması yazılmış bir hedef olarak duruyordu. Eğer bu hedef ciddiye alınsaydı bu yatırımları bir toplumsal paha olarak dışlamak olanağı bulunamazdı. Oysa ekonomik plancılar kendi tanımladıkları etkinlik kavramını tüm hedeflerin üstünde görerek, diğer hedeflerin gerçekleştirilmesine bu açıdan yaklaşıyor ve bu yolla diğer hedefleri dışlamış oluyorlardı. Planlamanın siyasallaşması konuşulmaya başlandığında, esas önemli olan amaçlar ve hedefler olmaktadır. Bunun saptanmasını plancı sadece siyasetçiye bırakabilir miydi? Bu siyasal süreçlerden çok toplumsal hareketler, toplumsal süreçler içinde oluşmalıydı. Eğer plancıların aktif olması istenen toplumsal hareketler toplumdaki değer yargılarını, dolayısıyla hedefleri değiştirirse bugün için akılcı görünen, akılcı olmaktan çıkacaktı. O zaman da araçsal akılcılığa dayanan teknik çözümler tüm dayanaklarını yitirmiş olacaklardı. Bu nedenlerle anlamlılık krizinin yaşandığı bir dönemde hedefler sorunu tartışmanın merkezine gelip oturmuştu ve beni bu konuda yazmaya zorlamıştı.
UCLA'da Bir Dönemlik Misafir Hocalık 1974 yılımda UÇLA Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden bir yarıyıl Türkiye'nin kendeşme deneyimi üzerinde ders vermek için çağrı aldım. John Friedmann ve William Alonso ikinci derlemelerini "Bölgesel Politika" adıyla yayımlamışlar ve benim Osmanlı yerleşme sistemi konusunda verdiğim bir bildiriyi derlemelerine almışlardı.13 UCLA'ya davet edilmemin nedeni buydu.Ben UCLA'da Türkiye'de yaşanan kentleşme konusunda ders verirken John'un verdiği planlama kuramı derslerini ikinci kez izledim. Bu benim için iki bakımdan önemliydi. Bir yandan ben de böyle bir dersi verdiğim için hangi konuları, neden nasıl ele aldığını çok iyi anlıyordum, bu da kendi dersimi daha iyi değerlendirmeme olanak veriJohn Friedmann William Alonso (editörler) -.Régional Policy, The MİT Press, Cambridge, Massachusets, London, 1975,ss. 655-679. Bu yazının genişletilmiş bir biçimi Toplu Eserler dizisinin ikinci kitabında yayımlanmıştır.
Öte yandan bu üniversitelerde de öğrenci hareketleri ve bir anlamlılık krizi yaşanmıştı, bu krizin ABD'deki planlama ele alışlarına nasıl yansıdığını izleme ve Türkiye'yle karşılaştırma yapmak fırsatını elde etmiş oluyordum. Bu kriz UCLA'daki planlama eğitiminde de Marksist kuramın etkisini artırmıştı. David Harvey'in, Manuel Castells'in çalışmaları, Anti-Pode dergisinin, New Left Review'in etkili olduğu görülüyordu. John Friedmann ise "Retracking America" kitabını yayımlamıştı.14 Burada artık planlama bir karşılıklı öğrenme süreci olarak ele alınıyordu. Bu halde hedef sorunu, uygulama sorunu kalmıyor, karşılıklı öğrenme süreci sonrasında herşey eylem içinde eriyordu. Kuşkusuz bu küçük gruplar için anlamlı olabilecek bir pratikti. Bunun içerdiği ütopik yönleri ağır basan bu yaklaşım Friedmann'ın bir "iyi toplum" tanımlamasına yol açmış,15 bu Bu yolla da kamu yararı kavramını yeni bir içerikle yorumlamasına olanak vermişti Açıkça söylemese de Friedmann'da rasyonellik artık Habermas'ın iletişimsel rasyonelliği doğrultusunda anlaşılıyordu. Bu gelişmeler hep öğrenci hareketlerinin getirdiği anlamlılık krizine bir yanıt olarak ortaya çıkmıştı. 1973'de "Journal of the American Planning Association"da editörlüğünü yaptığı sayıdaki planlamayı Batı düşüncesinin gelişmesi içine oturtan yazısı, planlamanın arkasındaki düşünce geleneklerinin açıkça kavranmasına olanak veriyordu.16 Burada kaldığım üç aylık dönem benim için büyük bir yenilenme sağlamıştı. Türkiye'ye döndüğümde kendimi daha iyi donanmış olarak hissediyordum. yordu.
Sağ Kadroların ODTÜ'de Yaptığı Temizlikle Üniversiteden uzaklaştırılmam ODTÜ Türkiye'deki öğrenci hareketlerinin simgesi haline gelmişti. Bir yandan yaygın kitle tabanı olmayan değişik siyasal akımlar öğrenciler arası çatışmayı sürekli canlı tutmaya çalışıyordu öte yandan devlet ODTÜ'yü dersi verilmesi gereken bir hedef olarak seçmiş, sağcı militanları yönetime getirmişti. ODTÜ'ye döndükten sonra Tarık Somer -Atilla John Friedmann-.Retraeking America A Theory of Transactive Planning, Anchor Press/Doubleday, Garden City, New York,1973 John Friedmann: The Good Society, The MIT Press, Cambridge, Mass.1979. (Ben UCLA'de iken kitap henüz yayımlanmamıştı, teksir halindeki metni okumuştum.) 16 John Friedmann:'The Public Intrest and Community Participation: Toward a Reconstruction of Public Philosophy", Journal of the American Institute of Planners, Vol.XXXIX, No.l Jan.1973
Bilgütay yönetimince üniversiteden uzaklaştırılan 25 kişi arasında kendimi de buldum. Artık sağladığım yeni bakış açılarının planlama derslerime yansıması için ODTÜ'ye geri dönüşümü beklemek gerekecekti. Üniversite dışında kalınca, bir yandan yargı süreci içinde üniversiteye dönüşümü sağlayacak bir uğraş içine girerken öte yandan Vedat Dalokay'ın döneminde Ankara Belediyesine ve Erol Köse döneminde İzmit Belediyesine danışman oldum. Bu dönemin öyküsünü Toplu Eserlerin dördüncü kitabında anlattığım için burada üzerinde durmayacağım.
Kuramını Önceden Yazdığım Bir Pratik: Danışmanlık ABD'de kaldığım kısa süre içinde planlama kuramının bir özel alanı olarak görülebilecek olan danışmanlık kuramı ilgimi çekmişti. Özellikle bakanlıkta çalışırken yabancı danışmanlarla yaşadığımız ilişkiler, bu konuyu benim için ilginç kılmıştı. Aslında danışmanlık ta bilginin eyleme yol göstermekte kullanılma biçimlerinden biriydi. Aynen planlama gibi yönetimin değişik kademelerinde, sorumluluğu doğrudan yüklenmeden yürütülen bir faaliyetti. Bu nedenle Gencay Şaylan'la birlikte "Danışmanlık Kuramı" adlı bir yazı yazmıştık. Üniversiteden ayrılmak durumunda kalarak belediyelere danışmanlık yapmaya başlayınca yazının yazılmasından kısa bir süre sonra ben de danışman olmuştum. Kuramını yazdığım bir olguyu pratikte yaşamaya başlamıştım. Bu yazıyı kitaba dördüncü yazı olarak aldım.
ODTÜ'ye Geri Dönüş ve Yeni Bir Eğitim Programı Hazırlanması Üç yılı aşan bir uğraşıdan sonra ODTÜ'nün kuruluş yasalarının bazı maddeleri Anayasa Mahkemesinde iptal edildi ve bizim üniversiteye dönüşümüz gerçekleşti. Bu üç yıllık süre içinde üniversite militan sağ kadrolarca önemli ölçüde karıştırılmıştı. Büyük bir bunalım yaşadıktan sonra kendi iç dayanışmasının gücüyle bunalımdan çıkmayı başarmıştı. Ama yorgun düşmüştü. Üniversiteye döndükten bir süre sonra Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı oldum. Bölümde yeni bir heyecanın kıvılcımını atmak kolay değildi. Bunu sağlamak için bölümde planlama seminerleri düzenlemeye başladık. Seminerlerin örgüdenmesini Tamer Gök yapıyordu. Bunlardan birincisi Türkiye'de imar planlaması pratiğinin sorgulanmasına ayrılmıştı.
Bu toplantıya Tanzimattan 1950'lere kadar uzanan yüzyılı aşkın bir sürede imar planlama kurumunun nasıl doğduğunu hangi evrelerden geçtiğini, ne tür sonuçlar alındığını tartışan uzun bir bildiri verdim. Bu yazı Toplu Eserlerin bir başka kitabında yer alacak. Düzenlenen ikinci seminer "Kuram ve Kılgı" adını taşıyor, planların uygulama sorunlarını tartışıyordu. Bu seminere "Planlamada Uygulama Kuramı ve Kuram Kurucu Uygulama" adlı kuramsal bir bildiri verdim.17 Bu bildiri kitap içinde beşinci yazı olarak yer aldı. Bu yazıda değişik planlama anlayışlarının ortaya çıkardığı uygulama sorunları ele alınmakta, her planlama anlayışının hangi toplum koşullarında uygulanabileceği irdelenmektedir. Bu bağlamda katılımcılığın rolü, kuram uygulama ilişkileri ve planlama deneyimlerinin kuramların geliştirilmesinde kullanılabilme olanakları ele alınmaktadır. Bu iki seminer gerçekte üçüncü bir faaliyetin hazırlığıydı. Şehir ve Bölge Planlama Bölümünün lisans programının yeniden düzenlenmesi için yirmi yıllık eğitimi değerlendiren, mezunların, öğrencilerin aktif olarak katıldıkları bir süreç başlatılmıştı. Bu iki seminer o süreç için önemli girdiler sağladı. Bu tartışmalar sonrasında öğrencileri üç alanda; tasarım, kantitatif yaklaşımlar ve kurumsal düzenlemeler konusunda uzmanlaşmaya götüren bir program anlayışı gelişti. Ben bu programı gerekçelen- diren bir kitap hazırladım.18 Bu çalışmayı planlama kuramının eğitim alanındaki uygulaması olarak görüyordum. Ne yazık ki bu program 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra kurulan YÖK'ün bilgiye ve yaratıcılığa duyarsız tutumu içinde uygulanma olanağına kavuşamadan soldu gitti.
1980, Türkiye Tarihinde Önemli Bir Dönüm Noktası 1980 yılı 24 Ocak kararlarıyla çok önemli bir değişimi haber vererek başlamıştı. 1970'li yıllarda dünya ekonomisinin ardı ardına yaşadığı ekonomik bunalımlardan çıkışta dünyanın izleyeceği yol 1980'lere ulaşıldı6. İlhan Tekeli:" Planlamada Uygulama Kuramı ve Kuram Kurucu Uygulama", Tamer Gök (Der.), Kent Planlamada Kuram ve Kılgı, ODTÜ Şehir ve Bölge planlama Bölümü, Ankara, Aralık. 1980, ss.1-25.
7. İlhan Tekeli: Planlama Eğitim Programını Geliştirme Önerileri-I, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü 'nün Programının Yeniden Düzenlenmesi Üzerine Düşünceler, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Ara Yayınları, Ankara, 1980.
ğında büyük ölçüde belli olmaya başlamıştı. Dünyanın, İkinci Dünya Sa vaşı sonrasında izlediği yaklaşımlar büyük ölçüde terkediliyordu. Thatc her-Reagan ikilisiyle özdeşleştirilen politikalar refah devleti anlayışını sorguluyor, devletin küçültülmesi sık sık yinelenen bir slogan haline geliyor, Keynesgil politikaların yerine serbest piyasacı monetarist politikalar geçiyor, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik politikalarını şekilendiren, ithal ikamesine öncelik veren, planlı ulusal kalkınmacı politikaların yerini, dışa açık dünya ekonomisiyle eklemlenmeye önem veren, piyasa ekonomisini yücelten, özelleştirmeci politikalar alıyordu. Türkiye'de de bu çizgi o günlerde olmasa bile kısa bir süre sonra Özal'ın ismiyle özdeşleşerek uygulanmaya başlamıştı. Türkiye 1980'e ulaşıldığında sadece bir ekonomik kriz yaşamıyor, aynı zamanda çok önemli bir siyasal kriz de yaşıyordu. Çok çatışmalı bir ortam içinde siyasal sistem gerekli kararları üretemez hale gelmişti. Bunun sonunda 12 Eylül 1980 askeri darbesi geldi. Yeni yönetim bir yandan 24 Ocak kararlarının daha otoriter bir rejim içinde uygulanmasını sağlarken, öte yandaıı toplumdaki radikal akımları, özellikle de sol kesimi sindiren bir politika izliyordu. Üniversiteler de yeni rejimin denetim altına almak, uslandırmak istediği ana hedeflerden biriydi. Bu görev yeni bir Yüksek Öğretim Kanunu çıkarılarak ve Yüksek Öğretim Kurumu oluşturularak başına getirilen İhsan Doğramacı'ya verildi. Üniversiteler tek bir biçime sokularak, programları tek düze hale getirilmeye çalışılırken, üniversitelerde 1402 sayılı sıkı yönetim yasasına dayanarak bir temizlik (!) yapıldı. 1980'li yıllar, üniversitede planlama eğitimi veren öğretim üyeleri bakımından sıkıntılı günler getirmişti. Adeta 1960'lı yıllarda yaşananın tersi yaşanıyordu. Üniversite saygın bir yer olarak görülmekten çıkıyor, çok tehlikeli bir kötülük yuvası olarak görülüyor, planlama bir kurtarıcı olmaktan çok, kurtulunması gereken bir kurum olarak anlaşılıyordu.
Planlamayı Savunmanın Platformları Ben de elimden geldiğince planlamayı savunmak için değişik platformları kullandım. Bunlardan biri "Bilim ve Sanat" dergisiydi. Dergide değişik fırsatlardan yararlanarak planlamayı savunan yazılar yazdım. Planlamayı savunmanın bir başka platformuda Türkiye'de her yıl kasım ayının ilk haftasında kudanmaya başlanan Dünya Şehircilik Günleri oldu. Kemal Ahmet Aru ve Mehmet Çubuk'un örgütlediği bu toplantılar uzun yıllar
sürdürüldü. Günümüzde de Şehir Plancıları Odasınca sürdürülüyor. Bunların hemen hemen hepsinde ilk konuşmalardan birini yaptım. Bu toplantılarda yeni planlama arayışlarından çok planlama düşüncesinde varılmış noktaların korunmasına çalışılıyordu. Zaten ortam da bunun ötesinde atılımcı ele alışlara uygun değildi.
Bir Dinamik Planlama Denemesi Boğaz köprüsü kampanyasından beri kenderde toplu taşımaya önem verilmesini, büyük kentlere metro yapılmasını savunuyordum. Vedat Dalokay'a danışmanlık yaptığım dönemden beri de Ankara metrosuyla ilgili çalışmalarım olmuştu. Mehmet Altınsoy'un belediye başkanlığı döneminde bir Kanada firmasına yaptırılan metronun planlama çalışmaları başladığında eski öğrencilerimden Gökhan Menteş bu çalışmaları yönetmeye başlamıştı. ODTU'den 1985-2015 yılları arasında Ankara'da kentsel gelişmenin nasıl olması gerektiğini gösteren bir stratejik plan hazırlamamızı istedi. Ben, Özcan Altaban, Murat Güvenç, Ali Türel, Baykan Günay, Raci Bademli'den oluşan bir ekip kurarak çok kısa süre içinde böyle bir plan hazırladık. 19 Bu plan yöntem olarak bir yenilik içeriyordu. Bir kentin formunun toplumsal süreçler tarafından belirlendiğinden yola çıkarak, kent formunu belirleyen bu süreçler tarihsel gelişimleri içinde analiz edilerek geleceğe yöneliniyordu. Bir kent planının uygulanmasının, kent formunu etkileyen önemli kararların nasıl müzakere edildiğine bağlı olduğu gerçeğinden yola çıkarak, belediyeye müzakere esnekliği sağlayan bir stratejik plan ortaya koymaya çalışmıştık. Planın kararları donmuş değildi. Stratejik kararların müzakeresinde elde edilen sonuçlara planın tüm kararlarının yeniden verilmesini sağlayacak bir matematik model planının parçası olarak hazırlanmıştı. Bu, uygulama konusuna çok duyarlı, dinamik bir plandı. Yöntemsel yenilikler taşıdığı için bu çalışmaya burada kısaca değindim. Ama temelde bir uygulama olduğu için bu çalışmadan hiçbir kısmını bu kitaba almadım.
19 İlhan Tekeli, Özcan Altaban, Murat Güvenç, Ali Türel, Baykan Günay, Raci Bademli: Ankara 1985'den 2015"e, Ankara Büyükşehir Belediyesi, EGO Genel Müdürlüğü, Ankara,1985.
Planlamada Katılımcılık Olumlu Bir Değer Olarak Yükseliyor Üniversiteden ayrı kalarak İzmit Belediyesine danışmanlık yaptığım dönemde belediye öncülüğünde yenilikçi bir toplu konut projesi geliştiriliyordu. Bu proje Türkiye'de bir çok konuda öncülük yapıyordu. Öncülük yaptığı alanlardan biri de katılımcılıktı. Katılımcığı en uç biçimiyle gerçekleştirmeye çalışıyordu. Otuz bin konutun her biri kullanıcısının katılımıyla farklı olarak planlanıyordu. Bu proje siyasal çekememezlikler nedeniyle uygulamaya geçememişti ama benim bu konuda düşünmeme ve katılımın sınırlarını ve olumlu yönlerini görmeme olanak vermişti. Bu nedenle dünya planlama yazınında 1968 sonrasında çok umutlar bağlanan katılımcılığın Türkiye'nin planlama gündeminde de yeralmasından bir süre sonra, 1990 yılında 14. Dünya Şehircilik Gününde yaptığım "Kent Planlaması ve Katılım Üzerine Düşünceler" adlı konuşmayı bu kitaba altıncı yazı olarak aldım. Bu yazı katılımcılık konusunda çok temkinli davranarak, katılım türlerini beş gruba ayırıyor, her birinden sonuç alınabil- mesinin koşullarını inceliyor. Bu yazının bu kitap bakımından da özel bir önemi var. Bu kitabın adını oluşturan akılcı planlamadan bir demokrasi projesi olarak planlamaya geçiş sürecinin kırılma noktasında bulunuyor. Murat Karayalçın'ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde belediyenin Danışma Kurulu üyeliğini yapıyordum. Bu danışma kurulunda katılımcılığa özel önem veriliyordu. Bu dönemde Danışma Kurulu her yıl kent konseyi toplanmasına öncülük etmişti. Konseyin geliştirdiği projelere belediye bütçesinde bir fasıl açılıyordu. Katılımcılık ve bütçe süreçlerini ilişkilendirmek bakımından Ankara Porte -Allegro'dan daha önce davranmıştı. Bu dönemde Ankara Belediyesinin uygulamaları dolayısıyla yazdığım iki kısa yazı o dönemde Ankara belediyesinde hakim olan anlayışı gösteriyor. Bunlardan biri "Proje Demokrasisi Kavramı Üzerine", diğeriyse "Kentlerde Büyük Projelerin Meşruiyetinin Kurulması ve Yönetimi Üzerine" başlıklarını taşıyordu. Bunlardan birincisini kitaba yedinci yazı olarak aldım. İkincisi ise Toplu Eserlerin altıncı kitabında yer aldı.
Demokrasinin Siyasal Gündeme Ağırlığını Koyması İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasında gelişmiş kapitalist ülkelerde değişik tür ve biçimlerde planlama faaliyetleri kurumsallaşırken planlamanın demokrasiyle uyumunun nasıl sağlanacağı kısa bir süre tartışılmış,
bireylerin seçme olanaklarını artıran bir planlamanın bu bakımdan bir sorun yaratmayacağı konusunda uzlaşılarak, adeta gündemden kaldırılmıştı. Dünyada 1980'li yılların sonuna gelindiğinde bu konu daha derinden olmak üzere planlamanın gündemine yeniden girdi. Demokrasinin benim ve Türkiye'deki plancıların gündemine 1980'lerin ortalarından itibaren ağırlıklı bir biçimde girmesinin dünyada yaşanan nedenleri olduğu kadar, Türkiye'ye özgü nedenleri de bulunuyordu. Bu nedenlerden biri 12 Eylül 1980 rejimi sırasında yaşananlardı. Bu deneyim Türkiye'de toplumun hemen hemen her kesimine demokrasinin değerini daha iyi anlatmıştı. Sivil rejime dönüş için bir ön koşul olarak sunulduğu için, kabul edilmiş olan 1982 Anayasası kimseyi doyurmuyordu. Aydınlar dilekçesinin formülasyonuyla "Türkiye'de de tüm kurum ve kurallarıyla demokrasinin uygulanması" isteniyordu. Türkiye 1946'da çok partili rejime geçince demokrasiyle tanışmış ama bu konuda düşüncesini derinleştirmemişti. Şimdi belki de ilk kez demokrasi üzerinde daha derinden düşünülüyor, bunalımlara düşmeyen bir demokrasinin nasıl gerçekleştirileceği araştırılıyordu. Tüm bu nedenlerin ötesinde dünyada olan gelişmeler de demokrasi sorununu merkezi bir yere getirmişti. Dünyanın 1980'lerden beri çok önemli bir dönüşüm yaşadığı tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştı. Dünyanın yaşadığı bu dönüşümü dünyada üzerinde oldukça yüksek bir uzlaşı bulunan dört geçiş senaryosu içinde kavramaya çalışıyorduk. Bu senaryolardan birincisi sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişin sonuçları üzerinde duruyor, ikincisi Fordist üretim biçiminden esnek üretime geçişin ortaya çıkardıklarını ele alıyor, üçüncüsü modernizmden postmodernizme geçişin düşünceye ve bilime yaklaşımdaki yarattığı değişiklerini sergiliyor, dördüncüsü ise ulus devletler dünyasının yerine küreselleşmiş bir dünyanın oluşmakta olduğunu ortaya koyuyordu. Bütün bu gelişmeler ulus devlet olgusuna dayanan temsili demokrasinin bir bunalım yaşamasına neden oluyordu. Bu gelişmeler temsili demokrasiyi yetersiz kılıyor, insanlar artık demokrasi terimini mutlaka katılımcı ve çoğulcu terimlerini ekleyerek kullanıyorlardı. Böyle bir ortam içinde amaçları önceden saptamak olanağı kalkınca planlamayı teknik aklın bir uygulaması olarak görmek olanağı da kalmıyordu. Ama sorun sadece daha önce de sorunları üzerinde durduğumuz amaçların saptanmasında değil, aynı zamanda da akılcılığın da-
yandığı bilimsel bilginin dayanakları konusunda postmodernizmin önemli eleştiriler getirmesinden kaynaklanıyordu. Bunlardan bir bölümü toplum bilimini tümüyle olanaksız görerek yapılabilecek olanı sadece kültürel çalışmalara indirgiyordu. Bir diğer bölümünü oluşturan eleştirel gerçekçiler de bilimi ancak özneller arası uzlaşma halinde olanaklı görüyordu. Eleştirel gerçekçiler nesnel temsilin olanaklı olmadığını, nesnel temsili olanaklı görerek geliştirilen kuramların, toplumda değişebilecek olanı değişmez gösterdiği üzerinde duruyorlardı. Eğer varolan düzene hapsolunmak istenilmiyorsa bilime eleştirel gerçekçi olarak yaklaşılmalıydı. Bu değişik nedenler bir araya geldiğinde araçsal akılcılığın dayanaklarını ortadan kaldırıyordu. Gerçekleştirilebilecek olan sadece iletişimsel bir rasyonellik olacaktı.
Planlama Derslerimin İçeriğini Yeniden Tanımlıyorum Bu gelişmeler yaşanmaya başlayınca artık planlamayı eskisi gibi temel- lendirmek olanağı kalmıyordu. Bu temellendirmeyi yapabilmek için bilimsel düşüncenin ve demokrasinin yaşadığı değişmeleri kavramak gerekiyordu. 1990'ların başında benim vermekte olduğum planlama kuramı dersleri de yeniden biçimlendi. Dersin girişinde oldukça geniş bir bölüm aydınlanma sonrasında batıda bilimsel düşüncenin değişik kanallar içinde nasıl geliştiği ve bu kanallar içinde ne tür alternatif planlama yaklaşımlarının olabileceğine ve post modernizmin getirdiği eleştirilere ayrıldı. Bu konuda John Friedmann'ın Planning in the Public Domain20 kitabının bölümleri kullanılıyordu. Dersin ikinci bölümü ise bireylerin tercihlerini toplum tercihine dönüştüren iki toplumsal sürecin eleştirisine ayrılıyordu. Bunlar piyasa mekanizması ve seçim süreçleriydi. Bu bağlamda kamu alanı ve kamu yararı tartışmaları ele alınıyordu. Dersin üçüncü bölümü ise rasyonel karar verme süreçlerini ve onların ayrıntılı bir eleştirisini içeriyor ve özellikle de oyunlar kuramının kurum tasarımında (regülasyon tasarımında) kullanılmasına yer veriliyordu. Dördüncü bölümünü üzerinde daha önce de durduğumuz planlamanın toplumsal bağlamı oluşturuyor. Son olarak da planlama ile eylem arasında bir köprü oluşturmakta programlamanın rolü ve değişik programlama stratejileri ele alınıyordu. John Friedmann: Planning in the Public Domain: From Knowledgw to Action, Princeton University Press, Princeton-New Jersey, 1987.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Tarih Vakfının Kuruluşu ve İTK'ların Gündemime Girişi 1991 plı genel seçimleri sonrasında SHP iktidar ortağı olunca Yiğit Gülöksüz, Toplu Konut idaresi Başkanı olmuştu. Ben de Yiğit'le arka- daşlıgım dolayısıyla TOKİ'nin kamuoyundan çok destek bulan başarılı Uygulamalarını yakından izliyordum. Öte yandan Orhan Silier Avrupa'dan döndükten sonra Toplumsal ve Ekonomik Tarih Vakfını kurmak için girişimlere başlamıştı. Ben de bu çalışmaların içinde yer almıştım. Bu vakiin girişimcileri içinde bulunan Tarık Zafer Tunaya vakfın doğal başkanı olarak görülüyordu. Vakfın kuruluş işlemleri sürerken hocayı kaybedince, vakfın başkanlığını ben yüklenmek durumunda kaldım. Genel olarak bu Bine kadar başarılı olarak yürüdüğü kabul edilen vakıf, sivil toplum kurumlarının ne olduğu konusunda düşünmeme yol açtı. Aslında bu dönemde STK'lar yalnız benim gündemime girmiyor, yeni bir aktör olarak Küreselleşen dünyanın siyasetinde her yerde ön plana geçiyordu.
Bir Büyük Deneyim: Habitat II. İstanbul Konferansı Türkiye 1992 Rio Konferansında Habitat II. Dünya Kent Zirvesinin Türkiye'de toplanmasını önermiş ve kabul ettirmişti. 1996 yılında toplanacak olan kent zirvesi için Türkiye iki yıl kalıncaya kadar hemen hemen hiç bir hazırlık yapmamıştı. Bu konuda Türkiye'de hazırlıkları yapması ^eklenilen kuruluş Bayındırlık ve İskan Bakanlığı toplantının yapılmasına iki yıldan az bir süre kaldığında, bir aciz ifadesiyle bu görevi yürütemeyeceğini ilan etti. Bunun üzerine görev Gülöksüz'ün yönetiminde atılımcı uygulamalar yapabildiğini gösteren TOKİ'ye verildi. Konferansa iki yıldan az bir süre kalmıştı. Henüz konferansın yapılabileceği büyüklükte bir Nalını dahi yoktu, Türkiye bu konudaki düşünsel hazırlıklara başlamamıştı. konferans hazırlıklarının düşünsel yönünün oluşturulmasına katkıda bulunmak için bir danışma kurulu oluşturuldu. Ben de bu kurulun başkanlığını yapıyordum. Hem hazırlık çalışmaları hem İstanbul'da toplanan konferans benim için çok öğretici oldu. Benim için öğretici olan yönlerden biri dünya konferanslarının mutfağını ve geri planlarını tanımak oldu. Ele aldığı konularda dünyanın bakış açısını ve değerlerini belirlemek bakımından özel önemi olan bu konferanslarda ortaya çıkan eylem programları daha önce yapılan bir çok hazırlık toplantısında yaşanan sancılı bir oydaşma oluşturma süreci içinde
oltaya çıkıyordu. Hazırlanan dokümanlar BM'in tarihi içinde oluşmuş bir dille yazılıyordu. Bu dili kullanmak oydaşmayı sağlamayı kolaylaştırıyor, yeni bir öneri ortaya çıktığında ve bu önerilere karşı duyulan tepkiler krizlerin doğmasına neden olduğunda, bu BM dili uzlaşının hangi noktaya geri dönülerek sağlanacağını belirliyordu. Kuramsal terimleriyle ifade edilirse BM'ler platformu, aktörleri ulus devletler olan anarşik bir platform olarak adlandırılabilir. Böyle bir platformda uzlaşılar olabilmesi büyük ölçüde bu aktörlerin bloklar halinde hareket etmesiyle, yani anarşik niteliğinin ortadan kaldırılmasıyla sağlanmaktadır. Sonuçta belli oydaş- malar elde edilebilmektedir, ama bunlar oldukça tutucu tarafta kalan oy- daşmalardır. Böyle bir ortam içinde Habitat Gündemi taslağı olarak hazırlanan metinleri ilk gördüğüm zaman, bir teknisyen olarak, bana hiç doyurucu gelmemişti. Bir kent zirvesi olmasına karşın kentsel eylemlere yol gösterebilecek hiç bir ilke içermiyordu. Bu eksikliği gidermek için Türkiye olarak yaşanabilirlik ilkesini önerdik. Bu ilkeyi de insan haklarının kentsel yaşamda pratiğe geçirilmesi olarak tanımladık, Efsa Evrengil'in sabırlı müzakereciliği içinde temel ilkelerden biri olarak yer aldı. Oldukça uzun zaman geçtikten sonra günümüzde bir değerlendirme yaptığımda, bir ülkenin tek başına böyle bir temel ilkeyi kabul ettirebilmiş olmasının önemini daha iyi anlıyorum. Aslında bu ortamın tüm tutucu yapısına rağmen hazırlanan Habitat Gündemi küreselleşen dünyanın bazı yönelimlerine ilişkin önemli işaretler taşıyordu. Bunlardan biri de yönetim kavramından, çok aktörlü yönetişim kavramına geçişti. Türkçe'de "governance" kavramını ifade edecek bir kelime yoktu, hazırlık çalışmaları sırasında "yönetişim" kavramı gelişti ve Türkçeye yerleşti. Yönetimden yönetişime geçiş bu kitabın adını oluşturan Akılcı Planlamadan, Bir Demokrasi Projesi Olarak Planlamaya geçiş bakımından da çok özel bir yere sahip. Habitat II. toplantısı Türkiye açısından çok başarılı olarak bitmesine karşın Yiğit Gülöksüz'ün TOKI'nin başından ayrılmak zorunda bırakılması sonucunda, Habitat Gündeminde ve Ulusal Eylem Planında Hükümetin söz vermiş olduğu pek çok konu uygulamaya kavuşamamış ya da uygulamaya kavuşması konusunda ciddi bir gayret sarfedilmemiştir. Kanımca çok önemli bir fırsat kaçırılmıştır. Gülöksüz görevinden ayrıldıktan sonra Ulusal Eylem Planında her yerleşmede örgüdenmesi öngörülen
yerel habitatlara örnek olarak Bodrum'da bir örnek çalışma başlattı. Ben de bu çalışma içinde yer aldım. Bu deney benim için STK'ların etkin olarak katıldığı bir demokrasi projesi olarak planlamanın nasıl örgütlenebileceği konusunda bir laboratuvar oluşturdu.
Bir Demokrasi Projesi Olarak Planlamanın İçeriği Üzerinde Düşünmek Habitat II. toplantısı dolayısıyla yazdıklarımı TOKİ, Habitat II Tazıları başlıklı bir kitapta topladı. Bu yazılardan sadece "Yönetim Kavramı Tanışıra Tönetişim Kavramının Gelişmesinin Nedenleri Üzerine'Yı bu kitaba sekizinci yazı olarak aldım. Planlamaya bir demokrasi projesi olarak yaklaşılmasının gerisinde bu gelişmeler duruyor. Bunun bir tamamlayıcısı olarak da Bodrum Yerel Habitat gündemi çalışması için yazdığım "Bir Demokrasi Projesi Olarak Terel Habitatlar" yazısını bu kitaba dokuzuncu yazı olarak koydum. Habitat II. Konferansının sonuçlarının alındığı günlerde Bülent Tanık yerel yönetimler ve yerel demokrasi konularının tartışılmasına olanak veren bir platform oluşturmak için Ada Kentliyim dergisini çıkarma girişimi içine girdi. TMMOB'deki geniş bir çevreyi ve şehir plancılarını dergi çevresinde mobilize edebilmek becerisi gösteren Bülent'in çabalarına ben de katıldım. Nihal Ekin'de özveriyle derginin yazı işleri müdürlüğünü yapıyordu. Bu derginin hemen hemen her sayısında planlama ve yerel demokrasiyle ilgili yazılar yazdım. Bunlardan "Artık Turttaşlik Bilgisi Kitabına Hapsolmayan Turttaşlık Sorunu" ve "Terel Demokrasi İçin Kamu Alanı Oluşturmak Gerekir" adlı yazıları bu kitaba onuncu ve onbirinci yazılar olarak aldım. Her ikisi de bir demokrasi projesi olarak planlama anlayışını geliştirmek için gerekli olan konulara eğiliyorlar. Bu tür konuları kitaba aldığım on ikinci yazı olan "Küreselleşen Moderniteyi Aşan Dünya Artık Temsili Demokrasiyle Tetinemiyor" ile daha kapsamlı hale getirmeye çalıştım.
Yanlış Anlamayı Önlemek İçin Bazı Konum Saptamaları İnsanın seçme özgürlüğünü ve geleceğini kurmada söz sahibi olmasını sağlayacak birlikte planlanmış bir demokratik düzeni savunmak kolayca yanlış çağrışımlara yol açabilecektir. Bu önerinin yanlış çağrışımlarından biri liberalizmle özdeşleştirilmesi olabilecektir. Böyle bir yanlış çağrışıma
neden olmamak için kitaba son yıllarda yazdığım "Liberalizmi Ontolo- jik Kabullerinden Yola Çıkarak Sorgulamak" yazısını aldım .Türkiye'nin 1990'Iı yılların sonunda yaşadığı dini köktencilik ve ayrılıkçılık bunalımları, Türkiye'nin gündemine Cumhuriyetçi ve demokratik değerlerin bir çatışması biçiminde yansımıştı. Cumhuriyetin 75'inci yıl kutlamaları dolayısıyla bu konuda yapılan bir soruşturmaya verdiğim bir yanıtı da bir başka yöndeki yanlış çağrışımları engellemek için kitaba koydum. Bu kısa yazı "Cumhuriyetin Eleştirici Konumunun Demokrasinin Geliştirilmesine Katkı olanakları Üzerine" başlığını taşıyor. Bu iki yazı kitabın on üçüncü ve on dördüncü yazılarını oluşturuyor.
Demokrasi Projesi Olarak Planlamanın Toplumsal Bağlamı Nasıl Düzenlenmelidir? Planlamaya bir demokrasi projesi olarak yaklaşıldığında, bu planlama anlayışının daha küçük grup dinamiklerine uygun düşeceği, dolayısıyla yerel düzeydeki planlama pratiklerinde uygun olacağı söylenebilir. Böyle küçük küçük yerelliklerin bir demokrasi projesi olarak planlama anlayışı içinde yapacakları programların bu yerelliklerin içinde yer aldığı daha üst kademedeki toplumsal sistemlerde bunalımlar yaratacağı kolayca görülebilir. Böyle bir planlamanın beklenmeyen sonuçlar doğurmaması için iki farklı düzeyde yapılması gerekenler bulunmaktadır. Üst sistem düzeyinde regülasyonlar (düzenlemeler) geliştirilmeli, açık politikalar formüle edilmelidir. Kitaba bu konulara ilişkin üç yazı aldım. Bu üç yazıdan ikisi "düzenleme" (regülasyon) üzerine. TOKİ Dünya Bankasının isteğine paralel olarak Türkiye Sosyal Bilimler Derneğine Türkiye'de konut ve arsa piyasalarının analiz edilerek bir konut politikası geliştirilmesini sağlayacak bir çalışma önermişti. Bu temelde bir regülasyon tasarımı isteğiydi. Bu çalışmayı esas olarak büyük bir özveriyle Ali Türel ve Ayda Eraydın yürütmüştü. Ben de bu çalışmanın başına genel olarak regülasyon ve kentsel alanlarda regülasyon tasarımının özellikleri konusunda iki yazı yazmıştım. Bu yazıları kitaba on beş ve on altıncı yazılar olarak aldım. On beşinci yazı "Düzenlemenin Olanakları ve Sınırlamaları Üzerineon altıncı yazı "Kentsel Alanların Gelişmesinde Düzenlemenin Özellikleri Üzerine" adını taşıyor. Gerçekte böyle bir düzenlemeden söz etmek liberalizm karşıtı bir vaziyet alışa işaret ediyor.
Böyle bir planlama paradigmasının tamamlayıcısı olan politika tasarımı konusunda da 1977 de Dünya Şehircilik Günü 21. Kolokyumuna sunduğum "Kent Politikaları Üzerine Düşünceler" bildirisini on yedinci yazı olarak kitaba aldım . Bu politikaların uygulanmada etkili olabilmesi uygun düzenlemelerin kurumsallaştırılabilmesine bağlı olacaktır.
Demokrasi Projesi Olarak Planlama Kavramını Kullanan Yazılar Benim gibi akılcı planlamayı yücelterek yetişmiş olan bir plancının, planlamayı bir demokrasi projesi olarak görmeye başlaması kolayca gerçekleşecek bir şey değildir. Bu sunuş yazısında planlama düşüncemin hangi aşamalardan geçerek bu noktaya geldiğini anlattım. Ama benim "demokrasi projesi olarak planlama" kavramını açık ve seçik olarak kullanabilmem o kadar kolay olmadı. Anlattığım öyküde böyle bir noktaya gelindiği belli olmasına karşın, bu formülasyonu kullanmam zaman aldı. Bu kitaba alınacak yazıları seçerken kavramı ilk kez 1997 yılında Bir Demokrasi Projesi Olarak Yerel (Bölge ) Planlama yazısında kullandığımı farkettim. Bu yazıyı on sekinci yazı olarak kitaba aldım. 2002 yılında Planlama dergisinde yayınlanan "Türkiye Kent Planlamasının Yeniden Kurumsallaşmasını Düzenlerken Düşünülmesi Gerekenler Üzerine" yeni bir planlama paradigmasının gereği üzerinde duruyor ve bunun içeriğini bir ölçüde doldurmaya çalışıyordu. İlginç olan kitaba on dokuzuncu yazı olarak giren bu bildiride demokrasi projesi olarak planlama kavramı üzerinde ısrar edilmemiş olmasıdır. Kitaba yirminci yazı olarak aldığım "Bir Demokrasi Projesi Olarak Kent Planlama" 2007 yılında Sivil Toplum Dergisinde yayınlandı. Bu yazıda kavram cesaretle vurgulanarak kullanılmaktadır. Kavramı tam olarak içime sindirebilmem için on yıl geçmesi gerekmiş. Artık bu kavramlaştırmanın önemini daha iyi anlıyorum ve sık sık kullanıyorum. Bu kullanım Türkiye'de planlama çevresinde hemen benimsendi. Şimdiye kadar karşı çıkana rastlamadım. Bu kavramlaştırmanın yalnız planlama bakımından değil, aynı zamanda demokrasi kuramı bakımından da önemli açılımları olduğunu düşünüyorum. Bu konular Toplu Eserlerin daha sonraki kitaplarında yer alacağı için burada ayrıntıya girmiyorum.
Son Yazılar Kent Planlaması Etiği Üzerine Planlamaya bir demokrasi projesi olarak bakılmaya başlayınca, bu demokratik süreç içinde yer alan plancılara ve yurttaşlara/hemşerilere önemli sorumluluklar yüklemektedir. Bu da planlama ahlakını planlama kuramlarının önemli bir ilgi alanı haline getirmektedir. Ben de kitabın sonuna planlama ahlakına ilişkin 12 yıl arayla yazdığım iki yazıyı aldım. Her iki yazı da Şehircilik Gününde şehir plancılara yaptığım konuşmalardan oluşuyor. 1995 yılında yapılan "Plancının Meşruiyetini Oluşturmakta Etik Sorunlar" konuşması ve 2007 yılında yapılan "Kent Planlama Mesleği Gelişmesini Sürdürürken Ahlakım Nasıl Oluşturuyor" konuşması kitabın yirmi birinci ve yirmi ikinci yazıları olarak koymayı uygun buldum.
Yeni Planlama Düşüncesi Konusunda Bir Doktora Dersi Açıyorum Son on yıldır, Şehir ve Bölge Planlama Bölümünün doktora programında "yeni planlama düşüncesi" adlı bir ders veriyorum. Aslında veriyorum demek yanlış, öğrencilerle birlikte bir ders yapıyoruz. Bu ders bana ve öğrencilere planlama kuramının ne yönde gelişebileceği konusunda temrin yapma olanağı veriyor. Beni ve öğrencilerimi yeni açılımlara hazırlıyor. Bu dersin kurgulanması Robert Dahl'ın planlamayı mükemmel hesaplama ve mükemmel kontrol süreçlerine dayandıran çıkış noktasından hareket edilerek yapılmıştır. Ders üç bölüme ayrılmaktadır. Birinci bölümde mükemmel hesaplamanın ne kadar olanaklı olduğu sorgulanmaktadır. Günümüzde toplumların ulaştığı karmaşıklık düzeyinde ancak kısa erimli kestirimlerin olanaklı olduğu, uzun erimli kestirimlerin olanaksızlığı üzerinde durulmaktadır. Bunun için doğa ve toplum bilimlerinin episte- molojik özellikleri ayrıntılı olarak irdelenmektedir. İkinci bölümünde demokratik kontrol süreçleri üzerinde durulmaktadır. İnsan hakları, temsili demokrasinin krizi, yeni katılımcı demokrasi kuramları, yönetim/yönetişimin meşruiyet kalıpları içinde denetim süreçleri ele alınmaktadır. Dersin üçüncü bolümü ise son yıllarda önerilen yeni planlama süreçlerinin neler olduğuna ayrılmıştır. Bu öneriler eleştirilmekte ve geliştirilme yolları tartışılmaktadır. Bu yolla öğrencilerin karşılaştıkları planlama sorunları karşısında yeni planlama süreçleri tasarlayabilme kapasiteleri geliştirilmek istenmektedir.
Düşünce Macerası Devam Ediyor Buraya kadar son kırk yıllık sürede planlama kuramını neden ve nasıl öğrendiğimi, hangi olaylar ve etkiler sonucu planlama konusundaki düşüncelerimin gelişmesinin öyküsünü anlattım. Bu anlatımın genel bir değerlendirmesi yapılırsa, bir geçiş sürecinin tanımlandığı görülür. Bu geçiş, kitabın adında da vurgulandığı üzere akılcı planlamadan, bir demokrasi projesi olarak planlamaya sözcükleriyle tanımlanmıştır. Bu çok yönlü bir geçişi özetlemektedir. Bir çok alt öğeyi içermektedir. Bunlar; yönetimden, yönetişime; toplum yararının dıştan verilmesinden, toplumdaki bireylerin seçmeleriyle oluşmasına; elitist yol gösterici planlamadan, katılımcı birlikte planlamaya; araçsal rasyonellikten, iletişimsel rasyonelliğe, nesnel bilgiden, öznellerarası uzlaşımların bilgisine geçişler vb. olarak sıralanabilir. Eğer bir anlatı bu örnekte olduğu gibi bir konumdan bir başka konuma geçişi anlatıyorsa, bu geçişin tamamlanması anlatıyı sonlandırmak için iyi bir fırsat olarak görülebilir. Oysa bu aldatıcı bir sondur. Yaşam sürdükçe değişme sürecek yeni geçişler yaşanmaya başlayacaktır. İnsan eylemlerini planlamakta aklını kullandıkça her zaman şöyle ya da böyle bir planlama olacaktır. Bu planlamanın biçimi de sürekli olarak yeniden belirlenecektir. Ben de bu yeniden belirlenme macerasını yaşamaya devam edeceğim. Bu kitabın tanıtımının sonuna ulaşmış bulunuyoruz. Sunuş yazısını bitirirken, bu kitabın oluşmasında TUBA araştırma desteğinin katkısına atıf yapmak zevkli bir görevi yerine getirmek olacaktır. İyi okumalar dileğiyle İlhan TEKELİ Oran Kenti 13 Nisan 2009
ÇEġĠTLĠ PLANLAMA KADEMELERĠ VE TĠPLERĠ ARASINDAKĠ ĠÇ ĠLĠġKĠLER VE PLANLAMA ORGANĠZASYONU ÜZERĠNE DÜġÜNCELER* 1. Giriş
Mimarlar Odasınca benden mimarlık seminerinde merkezi planla diğer planlar arasındaki ilişkileri incelemem istendi. Diğer planlar tanımının açık olarak bırakılması nedeniyle ve merkezi planlama da bir değil, çok türlü olabileceği için konunun gerçekteki çerçevesi çok daha genişti. Bu nedenle konuyu çeşidi planlama kademeleri ve tipleri arasındaki iç ilişkiler ve bunların planlama organizasyonuna etkileri şeklinde formüle ettim. Kademelenme ilişkilerini incelerken de merkezi planlamaya ağırlık vermeğe çalıştım. Böyle çok genel bir konu çok farklı şekillerde ve çerçevelerde ele alınabilirdi, bu yazıda önce bazı sorular sıralanacak ve bu soruların cevapları birbiriyle ilişkili şekilde bu genel çerçeve içinde aranmaya çalışılacak. 8. Planlama ve planlamada merkezileşme isteği nasıl doğuyor? 9. Çeşidi planlama tipleri ve kademeleri ve bunların ortaya çıkmalarının nedenleri, nelerdir? 10. Bir ülke için optimum bir planlama kademelenmesi ve ilişkileri düzeninin önerilmesi nelere bağlıdır? Planlama tipleri ve kademelerinin ilişkilerinin evrimsel özellikleri var mıdır? * Bu yazı 15 Aralık 1969 günü Mimar Odasında düzenlenen mimarlık seminerinde verilmiş bildiridir. Mimarlar Odasınca yayımlanan seminer kitabında ve İlhan Tekeli: Planlama ve Ülkesel Fiziki Planlama Üzerine, OTDÜ, Mimarlık Fakültesi, Ankara 1971, ss 13-48'de yayımlanmıştır.
2.
Böyle kademeler halinde geliştirilmiş planlama sistemleri varken, teker teker kişilerin karar verip uygulamaları devam ediyor, bunun bir rasyoneli var mıdır? 3. Hem topyekün karar verme ihtiyacı hem tek tek karar verme isteği nasıl doğuyor? 4. Çeşitli planlar arasında bütünleşme ne demektir? Hangi bütünleşme derecesinden sonra tek bir planın varlığı ileri sürülebilir? 5. Genel karar çerçevelerinin veya planların varlığı halinde bunlarla tek tek kararlar arasında nasıl uyum sağlanabilir? Bunun süreçleri nelerdir?
2. Planlamanın Fonksiyonları Nelerdir? Planlama sözcüğü birbirinden çok farklı politik sistemlerde, çok farklı büyüklük ve önemdeki toplum birimlerinde, birbirinden değişik fonksiyonları yerine getiren süreçler için kullanılıyor. Gün geçtikçe planlama eski ideolojik içeriğini kaybederek oldukça müphem bir terim haline geliyor. Özellikle planlamalar arası ilişkiler üzerinde durulacak olan bu yazıda bu müphemliğin sebep olabileceği yanlış anlamaları ve karışıklıkları ortadan kaldırabilmek için planlamanın fonksiyonel bir sınıflaması yapılmaya ve farklı fonksiyonlar öneren planlama anlayışlarının iç ilişkileri kurulmaya çalışılmaktadır. Planlama sürecine yüklenilen fonksiyonları başlıca dört grupta toplayabiliriz.
F - l ) Toplumu Düzenleyici (fonksiyonel olarak işleten) Esas Sosyal Müessese Olarak Planlama Bir toplum için rasyonel politik ekonomik eylemlerin incelenmesine doğrudan doğruya teknikleri inceleyerek başlayamayız. Rasyonel sosyal eylemden söz edebilmek rasyonel hesaplama ve etkin kontrol sürecinin varlığına bağlıdır. (1) Kapitalist sistemler içinde rasyonel hesaplama ve kontrol sürecinin piyasa mekanizması (fiyat sistemi) tarafından yerine getirildiği varsayılır. Sosyalist sistemlerde ise rasyonel hesaplama ve kontrol sürecinin sağlanmasında piyasa mekanizmasının yerini, planlama bir müessese olarak almıştır. Sosyalist planlama sürecinde de bir kısım ihtiyaçların öneminin değerlendirilmesi mekanizmasına bırakılabilir fakat bu da planlanmıştır. (2)
F-2) Bir Toplumsal Müesseseyi Düzeltici (Yardımcı Müessese) Olarak Planlama Piyasa mekanizmasının yalnız başına çalışmasının rasyonel hesaplama ve kontrolü sağlayamadığı gözlemler sonucu ortaya çıkmıştır (Rasyonellik kavramını şimdilik böylece kabul edelim). Ülkelerarası etkileri olan ekonomik krizler, bölgeler arası, sınıflar arası gelir eşitsizliklerinin artışı, önce devletin müdahalesini gerektirdi. Zaman içinde müdahalelerin etkisinin artırılması sorunu bunların da planlanması ihtiyacını doğurdu. Refah devleti (3) anlayışının beraberinde getirdiği bu tip bir planlama, piyasa mekanizmasının yerine geçmemekle birlikte onu devamlı olarak düzelten bir fonksiyon yükleniyor. Bir sosyal müesseseyi düzelten başka bir sosyal müessese (4) oluyor. Bu halde planlamanın varlığı sosyal bir müessesenin kötü çalışmasına (veya kötü çalıştığı kanısında bir görüş birliğine erişilmesine) bağlı olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında P. Davidoff'un ileri sürdüğü "advocacy planning" (5) yaklaşımını da bu grup içine sokmak gerekecektir. Daha çok şehirsel alanlarda sosyal sınıflar arasında çoğulcu toplumun, üst sınıfların yararına olan pazarlık sürecinin etkisini azaltmak için şehir plancısına veya sosyal plancıya bu pazarlık sürecinde alt sınıfların koruyuculuğunu yapacak bir avukadık fonksiyonu yükleyen bu planlama anlayışı da planlamaya toplumsal sürecin hatalarını düzelten bir yardımcı süreç olma fonksiyonunu yüklemektedir. F-3) Modern Ekonominin Bir Servis Sektörü (6) Olarak Planlama Bu anlayış içinde planlama, rasyonelliği artırmak için karar organlarına tavsiyeler veren alternatifler sunan bir teknik servis fonksiyonu (istişari) yüklenmektedir. Planlama modern toplumun karmaşıklığı içinde yardımına ihtiyaç duyulan bir araç olmaktadır. Böyle bir planlama çeşitli eylemlerin umulan sonuçlarını inceleyen veya verilen bir genel hedefler "cümlesi" varsa buna erişmekte ne tip etkili ve tutarlı bir program hazırlanacağını arayan bir "kurmay" fonksiyonuna sahip olmaktadır. Bu halde genel bürokratik yapıya paralel olarak gelişen bir planlama vardır. Planlamanın varlığı esas karar veren bürokratik veya idari yapının varlığına ve onunla olan ilişkilerine bağlıdır. Burada belirtilmesi gereken husus bürokratik yapının otomatik olarak planlamanın bulunmasını ge-
rektirmediğidir. Öyle ise planlamanın varlığı belirli bir başka karar verme biçiminin bürokratik yapıya sokulması demektir. J. Dyckman (7) tipi planlamayı bir artık "residual" veya tamamlayıcı faaliyet olarak ele alan görüşleri de bu gruba sokabiliriz. Dyckman'a göre planlama diğer karar verme müesseseleri tarafından verilmeyen kararlan verir. Bu halde planlama eksiklikleri tamamlayan ve tutarlılığı sağlayan bir fonksiyona sahiptir. Bu tip planlama bir organizasyon içinde düşünüldüğünde (F—3)'ü, sosyal sistem içince düşünüldüğünde (F—2)'yi yüklenmektedir.
F-4) Eylemde ve Düşüncede Bir Aşama Olarak Planlama Rasyonel hesaplayabilme imkanları insanın çevreye uyum yapma sürecinin gelişmesine paralel olarak artar. Düşüncenin tabiatındaki değişiklik, doğrudan doğruya eyleme ve çevre ile kurulan ilişkilerin biçimine bağlıdır. İnsanın çevreye uyum yapma şeklindeki gelişmeye paralel olarak düşüncenin (planlamanın) gelişmesini ortaya koymakta Kari Manheim (8) iki kavram kullanıyor. 11. Eylem Yarıçapı: Bizim başlattığımız bir eylem sonucunda nedensel ilişkilerle meydana gelen ve az veya çok bizim kontrolümüzde kalan faaliyetlerin sayısıdır, (yaygınlık derecesi) 12. İleriyi Görme Yarıçapı: Bir ilk eylem sonucunda nedensel ilişkilerle meydana gelen olayların az veya çok hassas olarak tahmin edebildiğimiz miktarıdır.
İleriyi görme yarıçapının artışı rasyonel hesaplama imkanlarımızı artırırken, eylem çapının artışı rasyonel kontrolü artıracaktır. İnsan düşüncesinde ilkel form doğaya uyumun rastlantıya dayanan buluşlarla artırıldığı dönemdedir. Doğal ayıklama her süreci düzenler. Düşünce "deneme-hata" düzeyindedir. Bu dönemde doğrusal bir düşünce biçimi vardır. İkinci aşamada insan bir amaca ulaşmak için yalnız bir araç veya müesseseyi bilinçli olarak değiştirebilmektedir. Bilinçli buluşlara dayanan bu dönemde sosyal süreçler, toplumsal kurumlar ve doğal ayıklamanın bir karışımından meydana gelmekte, dairesel bir düşünce biçimi bulunmaktadır. Üçüncü aşama olan planlama veya planlanmış düşüncede, bir tek araç veya müessesenin düzenlenmesinden, bunlar arasındaki ilişkilerin düzen-
lenmesine veya bunları kontrol etmeye geçilmiştir. Düşünce çok boyutluluk kazanmıştır, (sistem yaklaşımı) Ampirik olarak eylem yarıçapının ve ileriyi görme yarıçapının hangi büyüklüğünden sonra bu aşamalara ulaşılacağını söylemek zorsa da kavramsal olarak toplumların evrimiyle doğan planlama biçimini ve planlamanın kaçınılmazlığını ispatlamakta yararlı olacaktır. Gerek eylem yarıçapını, gerek ileriyi görme yarıçapını hem zaman içinde hem de belirli bir andaki sistem içindeki ilişkiler için tanımlamak mümkündür. Bu halde farklı boyutlar için farklı yarıçap büyüklükleri söz konusu edilebilir. Toplumun gelişmesiyle beraber her boyuttaki yarıçap artacağından, planlama daha çok kapsamlı olacak ve daha uzun zamanı kapsayabilecektir. Bu ise planlamanın ss özelliklerindeki evrimsel değişmenin yönü olmaktadır. Rasyonel eylemi bulmada bir düşünce biçimi olarak ortaya çıkan (sosyal sistemdeki rejim seçmelerinden bağımsız olarak) planlama teorilerini insan düşüncesinin üçüncü aşamasında konmuş teoriler olarak ele alabiliriz. Örneğin seçme teorisi "choice theory"de (9) planlama, bir sıra seçmeler yapmak yoluyla gelecekteki eyleme karar verme süreci olarak tanımlanmaktadır. Bu seçmelerde çevrenin etkileri ele alınmakla beraber planlama daha çok kişinin eylemi teorisinin (10) özel bir haline indirgenmiş olmaktadır. Bir toplumda planlamanın verilen dört fonksiyondan hangisine sahip olmasının istendiğine bağlı olarak, toplumdaki planlamalar arası ilişkiler, planlamada desantralizasyon derecesi ve planlamanın hangi zamanlarda yapılacağı ortaya çıkacaktır. Bir toplum içinde planlamanın, birinci fonksiyonu (F — 1) yüklenerek, rasyonel hesaplama ve etkin kontrolde sosyal sistemin esas süreci haline gelmesi, başka bir deyişle ekonomik kalkınmada ve sosyal sistemin işlemesinde bilinçli ve isteğe dayanan bir yolun izlenebilmesi için "eylem yarıçapının" yeterli derecede büyümüş olması gerekir. Bu düzeye ulaşmak için ise belirli bir geçiş devresi 1 gerekir. Bu anlamda planlama zaman içinde belirli bir andan sonra başlayacak ve devamlı olarak var olacaktır. Sosyalist devrimden sonra planlı döneme geçmeden önce sosyalist sektörün belirli bir büyüklüğe ulaşmış olması gerekir. Sosyalist sektörün oluşturulma dönemi bir geçiş dönemidir. Bu geçişi hızlandırmak için planlama yapılabilir. Fakat bu halde planlama (F-2) fonksiyonuna sahiptir. Rusya'da NEP döneminde olduğu gibi.
Böyle bir planlamanın başladığı ilk dönemde, kaynakların tümünün tek amaç (sanayileşme) için kullanılma zorunluluğu, devrimci değerlere sahip kadroların sınırlılığı, merkeziyetçiliği zorunlu kılar. Zaman içinde hedeflerin çeşitiendirilmeleri, devrimci değerlere sahip kadroların yayılışı ve sınıf çelişkilerinin azalışı desantralizasyona imkan verir. (11) (F -1) Fonksiyonlarını yükümlenen planlama, belirli bir gelişme seviyesinden sonra başlamakta, önce merkezi olarak kurulmakta daha sonra desantralize hale gelerek devam etmektedir. ikinci tip fonksiyonu olan planlamada, pazar mekanizmasının veya sistemin dinamiğinin ortaya çıkardığı aksaklıklar ortadan kalkıncaya kadar planlama var olacaktır, ondan sonra planlama ortadan kalkacaktır. Bu halde birincisinden farklı olarak, zaman içinde devamlı olmayan, kesikli (Discrete) bir planlama vardır. Geri kalmış ülkelerin kalkınması için ileri sürülen "ön şart" (precondition), "kalkış" (takeoff) tipi (12) teorilerin arkasında böyle bir planlama anlayışı bulunmaktadır. Bu halde planlama kendi kendine gelişme sürecinin ortaya çıkmasını sağlamak için belirli bir ana kadar yapılacak ondan sonra ortadan kalkacaktır. Bu tip planlamanın merkezi veya desantralize olması, sistem içinde düşünülen aksaklığın sistem içindeki mekansal dağılımına bağlı olacaktır. Belirli sabit bir "patternden" bahsedilemez. Bu çerçevede, toplum kalkınmasında olduğu gibi çok desantralize gayreder veya faiz hadlerinin düzenlenmesi gibi tamamen merkezi faaliyeder bulunabilir. Piyasa mekanizmasının yapısal olarak bu aksaklıkları göstermesi dolayısıyla, planlama kurulduktan sonra devam eder, fakat bu planlamanın kavramsal olarak kesikli (discrete) olma özelliğini ortadan kaldırmaz. Bu tip planlamanın tanımı dolayısıyla, sosyal sistem içinde her geçen gün bir yeni eksiğin farkına varılışı veya ortaya çıkışı sonucu sistem içinde parça parça birçok düzeltme mekanizmasının kurulmasını gerektirir. Bu şekilde çok parçalı (desantralize değil yamama) bir planlama yapısı doğar. Üçüncü tip planlama anlayışında ise planlamanın varlığı esas karar organlarının danışma ve buna uyma isteğinin varlığına bağlıdır.2 Bu halde Türkiye'de bu istek Anayasa zorunluluğu haline gelmiştir. (13) Madde: 41.
planın varlığı ve uygulanmasının (planlamayı kabul etme isteğinin yoğunluğu) derecesi zaman içinde dalgalanmalar3 gösterecektir. Fakat teknolojik gelişmeye paralel olarak toplumun ulaştığı karmaşıklık derecesi bu anlamdaki bir planlama fonksiyonunu adı ne olursa olsun kaçınılmaz yapar. Böylece bir planlamanın (F—3) desantralizasyon derecesi, tanımı nedeniyle, genel idari ve ekonomik yapının desantralizasyon derecesi ile özdeştir. Dördüncü tip planlama yaklaşımı veya tanımı genel bir planlama teorisi geliştirme gayretleri ile üst üste düşmektedir. Böyle genel bir planlama teorisinin temel şartlarından biri her rejim için geçerli olmasıdır. (14) (Politik rejim boyutu kaldırılmıştır) Teknolojinin ve insan bilgisinin birikme süreci dolayısıyla gelişmesi kaçınılmazdır. (15) Bu ise eylem ve ileriyi görme yarıçapının artması demektir. Bu artışları (n) boyutlu olarak düşünmek gerekecektir. Bu boyutlar içinde zaman boyutu en önemli boyut olmaktadır. Planlamanın varlığı için eylem yarıçapının ve ileriyi görme yarıçaplarının zaman boyutu içinde olması ve bu yarıçaplara tekabül eden zaman içinde belirli seviyede bir güvenlik (16) umudu olması gerekir. Gerek söz konusu yarıçapların zaman boyutu içinde sıfır olması gerek gelecekteki zaman süresi içinde güvenlik umudunun sıfır olması planlamayı gereksiz kılar. Eylem ve ileriyi göre yarıçaplarının artışının kaçınılmazlığı bu anlamdaki planlamayı her rejim, ünite ve kişi için kaçınılmaz yapar ve yaygın- laştırır. Eylem ve ileriyi görme yarıçapının artması demek, aynı zamanda merkezileşme (centralization) imkanının da artması demektir. Bu yarıçaplar- daki artışın planlamayı gerektirmesi kadar merkezileşmeye de imkân verdiğinin düşünülmesi, dördüncü tip planlama anlayışının kişi ölçeğinden toplum ölçeğine çıkarılmasını sağlar. Bir sosyal organizasyonda merkezileşme, sosyal kuvvetin (kontrolün) bir noktada yığılması ve böylece kollektif faaliyederin daha küçük bir grup tarafından kontrolü olmaktadır. Dolayısıyla bir anlamda mekansal içeriği vardır. Türkiye'de 1933, 1947, 1960 planlama denemeleri bu anlamdaki bir dalgalanmayı göstermektedir.
Böyle bir kuvvet yığılması genellikle ekonomik gelişme ile paralel giden endüstrileşme, şehirleşme ve bürokratizasyon ile sıkı ilişkilidir. Şehirleşmenin varlığı veya mekanda yığılma merkezileşmeyi ekonomi alt sisteminin dışına taşır. Genel olarak organizasyonel merkezileşme ve desantralizasyon birbirinin karşıtı iki çözüm gibi kabul edilmektedir. Buradaki anlamında, kuvvet yığılmasının (kontrol) gerçek karşıtı (negation) anarşidir, desantralizasyon değil. Bir organizasyonun desantralizasyonu ancak belirli bir minimum (eşik) merkezileşme ve kuvvet birleşmesinden sonra sosyal süreçler tarafından meydana getirilebilir. Desantralizasyon, sistemi veya kuvveti (kontrolü) ortadan kaldırmaz, fakat kuvveti, (otonom) kendi başına karar verme kapasitesinde olan üniteler arasında dağıtır. (17) Bu tip merkezileşme desantralizasyon ilişkisine analog bir ilişkiyi metropoller altkentler (suburb) arasında görüyoruz. Altkentler de "suburb" ancak belirli büyüklükte bir şehirsel yığılma olduktan sonra meydana gelmektedir. Bu halde de (F—4) planlamanın önce merkezileşmesi sonra desantra- lize olması evrimsel bir sıra olarak çıkıyor. Birinci tip (F- l)'nin evrimsel sırası ile benzerlik kuruyor. Yukarıda en özelden en genele doğru sıralanan planlama fonksiyonlarının kendi aralarında ilişkileri vardır. En özel olan daha genel planlama fonksiyonlarını otomatik olarak içinde bulundurur. Eğer bir sosyal sistemde (F-l) varsa (F-2), (F-3), (F-4)'ü de otomatik olarak beraberinde bulundurur. (F-2)'i de (F-3) ve (F-4)'ü, (F-3) de (F-4)'ü içinde bulundurur. (F-l) ve (F-2) Toplumsal düzeyde, (F-3) organizasyon düzeyinde (F-4) kişi ve eylem düzeyinde planlamadır. Böyle bir ünite büyüklüğüne göre yapılan ayrım yukarıdaki önerimizi açıklamaktadır. Organizasyon teorisi rasyonel karar verme teorisiyle ayrılmaz bir şekilde birlikte gelişmiştir. (18) Bu, (F-3) ile (F-4) ün bütünleşmesinin başka bir kanıtıdır. (F-4), varlığı diğerlerinin varlığına bağlı olmayan en üniversal tiptir.
3. Planlama Tipolojileri ve Iç ilişkileri Plan ve planlama sözüyle çok farklı fonksiyonların ifade edilmesinin ötesinde, birçok planlama çeşidinden söz edilmektedir. Bu planlama çeşitlerinin de birbirleri arasında karşılıklı ilişkiler ve tutarlılıklar vardır. Bu ilişkileri ve bunların arasında yapılacak seçmelerdeki tutarlılıkların neler olabileceğini göstermek için çeşitli planlama tipolojileri geliştirilmiştir. Toplum içinde rasyonel planlama, başka bir deyişle rasyonel hesaplama ve kontrol fonksiyonlarının görülmesinde de toplumun bütün diğer fonksiyonlarında olduğu gibi gelişme ile beraber ihtisaslaşma ve iş bölümünün olması beklenir. (19) Organisazyon teorisinde, ihtisaslara ayırmanın amaca, sürece, yere, zamana ve müşteriye göre alternatif şekillerde yapılabileceği incelenmektedir. Planlamanın üçüncü tip fonksiyonu (F—3) düşünülürse, planlamanın ihtisaslara ayrılmasının toplumda mevcut olan iş bölümüne paralel olmasının zorunluluğu ortaya çıkar. Toplumda belirli sektörel bir iş bölümü varsa planlamanın, gerek hesaplama ekonomileri ve gerekse de kontrol etkinliği bakımından buna paralel işbölümü yapması normaldir. Bu halde toplumdaki düşey ihtisaslaşmaya paralel olarak, düşey bir planlama ortaya çıkar. Bir toplumda işbölümü ve ihtisaslaşmanın artmasının doğurduğu en önemli ihtiyaç, toplumun bütünleşmesinin sağlanması veya kordinasyo- nun4 sağlanması ihtiyacı, toplum içinde yatay ihtisasların doğmasına yol açar. Toplumda yatay fonksiyonları gören organizasyonların yanısıra yatay planlama da doğacaktır. Düşey planlamanın organizasyonel olarak toplumun düşey işbölü- müyle çakışma ihtiyacı aynı şekilde yatay planlama fonksiyonları için de söz konusudur. Toplumun bütünleşmesini sağlayan yatay kuruluşlar ile yatay planlama kuruluşları özdeşleşme zorunluluğundadır. Bu genel prensipten olan sapmalar daha çok yatay planlamada ortaya çıkmakta ve bu planlamaların başarısızlıklarının nedeni olmaktadır. (Türkiye'deki bölge planlama örneğinde olduğu gibi) Hangi faaliyetlerin, nerede, hangi zamanda görüleceği anlamındadır.
Bu tartışma sonunda ilk ikili planlama sınıflaması elde edilmiş olmaktadır. Düşey Planlama
-< ------Yatay Planlama
Bu ikili ayrıma benzer olan fakat tam olarak üst üste düşmeyen planlama sınıflamalarının Vektörel Planlama Yaklaşımı ----------► Sistem Yaklaşımı Sektörel Planlama
-< ------Çok Yönlü Planlama
Tek Hedefli Planlama ------ Çok Hedefli Planlama Düşey ve yatay planlama ile farkları ileride açık hale gelecektir. Bir toplumdaki düşey planlama birimlerinin adedi, toplumdaki mal ve hizmetler üretiminin organizasyon şeklindeki bu fonksiyonların yerine getirilmesinde ortaya çıkabilecek ekonomiler ve tamamlayıcılıklar nedeniyle sektörlere ayrılabilme olanaklarına, başka bir deyişle teknolojik seviyeye bağlıdır. Yatay planlama kademelerinin miktarları ve yerleri de toplumda koordinasyonun hangi kademelerde sağlandığına bağlı olmaktadır. Bunların organizasyonunda birçok faaliyetin farklı genelleme seviyelerinde bir arada düşünülmelerinden doğan dış ekonomiler maksimize edilmeye çalışılmaktadır. Koordinasyonun hangi gelişme seviyesinde hangi kademelerde sağlanacağı da (mevcut yerleşme yapısından doğan ataletler ihmal edilirse) hareketlilik ve haberleşme teknolojisine bağlıdır. Toplumda üretim faaliyetlerinin karmaşıklığı ve süreç bütünlüğü nedeniyle üretime göre yapılan bir iş bölümü ayrımı, bilimsel ihtisaslaşma ve işbölümü ile üst üste düşen bir sınıflama vermemektedir . Planlamayı dördüncü tipteki fonksiyonu (F-4) ile ilgili bir düşünce aşaması olarak ele alanlar için planlamada iş bölümü de bilimsel disiplinlere göre olmalıdır. Bu halde toplumdaki hünerlerin iş bölümüne paralel olarak bir başka şekilde daha planlama sınıflaması yapılabilir. a) Ekonomik planlama, b) Sosyal planlama5 c) Fiziki planlama d) İdari ve mali planlama. Bu sınıflamalar disiplinlere bağlı bir sınıflama olduğu için nihai ürünün tariflenmesinde önemli karışıklıklar çıkmaktadır. Ekonomik plan ve fizikî planın nihai ürünleri üzerinde oldukça fikir birliği bulunmasına rağmen, ala çeşit sosyal planlama
Böyle bir işbölümünün karşıtı olan bütünleşme ihtiyacının ortaya çıkardığı planlama "disiplinlerarası planlama" olmaktadır. Toplumda işbölümüne paralel olarak ortaya çıkan tek yönlü plan tiplerine karşı olarak önerilen çok yönlü (kapsamlı) (comprehensive) planlama terimi hem disiplinler arası planlama hem yatay planlama içeriği olan daha kapsamlı bir terimdir.
Tek disiplinli planlama -< ------------- ► Disiplinlerarası planlama Ekonomik planlama * Sosyal planlama Fiziki planlama İdari planlama T çok yönlü (kapsamlı) planlama (Comprehensive planlama) Bu tipolojide ulaşılan disiplinler arası planlama ile yatay planlama kavramlarının üst üste binme dereceleri yüksek olacakür, çünkü aynı bütünün kavramsal olarak farklı iki şekilde bölünerek incelenen parçaları birleştirilerek aynı bütün elde edilmek istenmektedir. Bu halde sonuçta, yatay planlama, disiplinler arası planlama, "comprehensive" planlama kavramları üst üste düşmek zorundadır. Planların diğer bir sınıflaması, planın çözümlerinin kapsamlarına ve yaygınlık derecesine bağlı olarak yapılabilir. Bu bir genellik seviyesi sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Mükemmel kontrol modelinin, kademeli (hiyerarşik) bir yapıyı gerektirmesi (ileride şehirsel kademelerime, bürokrasi vb.de göreceğiz) farklı tarifi yapılmaktadır. Bu, farklı rejimlerin bu ihtisaslara verdiği role bağlı olmaktadır. Sosyal planlama çeşitli yerlerde şu altı şekilde tanımlanmaktadır. 6. Kamu sektörü içinde yapılan bütün planlamalar (mal üretimi dahil) sosyal planlamadır. (Bettelheim) 7. Ekonomik ve fiziki planlamanın amaçlarını gerçekleştirmede teşvik unsurlarının yönetilmesi (manipulation of incentives). 8. İnsan kaynakları planlaması. 9. Toplumsal değer tekniği alanı (area of value technique). 10. Kamu hizmederinin planlanması (Hastahane okul, vb.). 11. Bir artık (residual) olarak ekonomik ve fizikî planlama dışında kalan alanlardaki planlama.
genellik düzeyinde yatay planlamanın veya diğer planların iç ilişkilerinin kurulmasının istenmesi, planlarda ölçek farklılıklarını ve planların etkilediği alanların farklılıklarını doğurmaktadır. Ölçek farklılıkları kalite farklılıkları meydana getirdiği için ölçek değişmelerine paralel olarak planlama için gerekli hüner ve ihtisaslar ile bunların kompozisyonu değişmektedir. Bu değişme genel düzeyden Makro plan ayrımında ifadesini bulmaktadır. Makro ve mikro plan kapsadığı alandan çok kullandığı değişkenler- deki değişmeler ile ayrılır. Bir sistemin mikro ünitelerinin davranışlarının toplamı, sistemin makro davranışını vermez. Makro değişkenlerin birbirlerini etkileme kuralları mikrolardan farklı olacaktır. Makro ve mikro plan kavramları önceleri daha çok ekonomik planlarda kullanılmasına rağmen son yılarda sosyal ve fiziki planlar için de kullanılmaya başlanmış, böylece ölçek değişmesi dolayısıyla ortaya çıkan kalite değişmesini gösteren içeriğine tam olarak ulaşmıştır. Bu çok genel makro - mikro ayrımının altında planların kapsamları bakımından çok farklı sınıflamalar yapılabilir. Bunlardan mekansal içeriği olan bir sınıflama örneği aşağıda verilmiştir. Mikro plan Ülkesel planlar Bölgesel planlar. Su havzası planları Metropoliten planlar Şehir planları ---------Kırsal planlar Mahalle planlan Tek planlar (bina vs.) Makro Mikro
!_V Bu sınıflandırmada şehir planlaması ölçeğinin üstündekiler genellikle makro altındakiler mikro planlamadır. Kapsam bakımından mekansal içeriği bulunmayan diğer bir sınıflama şeklini, en genelden özele, makrodan mikroya doğru olmak üzere ayrımında görmekteyiz. Bu alanda plan sözcüğü çok dar ve özel bir içeriğe sahip olmaktadrr. Bu sınıflamada, politika ve plan makro ölçektedir.
Politika6 12. Plan7 13. Program8 14. Proje9
Kapsamlarına göre mekansal içeriği bulunan sınıflandırma ile mekansal içeriği olmayan sınıflandırmanın kademeleri arasında makro ve mik- roluk bakımından bir karşılıklılık (tekabüliyet) vardır. Mekansal içeriği olan sınıflama daha incedir Planlamayı iş ve hüner bölümüne bağlı olarak yaptığımız sınıflandırmanın ötesinde, rasyonel hesaplama ve kontrol için kabul ettiği yaklaşımlara göre, başka bir deyişle planlama stillerine göre de sınıflayabiliriz. Rasyonel hesaplamadaki tutumlarına göre iki tip planlama sınıflaması yapılabilmektedir. Bu sınıflamaların bir çeşidi, hesaplamalarında hassas matematiksel tekniklerin kullanılması ile yapılan kantitatif planlama, ve genel özellikler, ikincisi, ilişkiler üzerinde durarak yapılan daha çok tecrübeye sezgiye (intiution) dayanan kalitatif planlama olarak yapılabilir. (20) Kantitatif planlama -< ------------------ Kalitatif planlama "Hard"
"Soft" (Sezgisel (Intiutive) Planlama (Heuristik Planlama)
Bu iki yaklaşımın bir sentezi olarak yeni beliren bir grubu "heuristik" (23) planlamayı da burada belirtmek gerekiyor. Gerek plan sonucunda ulaşılan çözümler ve gerekse yapılan analizlerde, deterministik veya probablistik sonuçlar ve ilişkiler kullanıldığına göre de planlama Makro Mikro Politika , (21) yalnızca bir kararlar toplamı değildir. Bir seri genişleştirilmiş birbiriyle ilgili, yürürlükte olan kararların akımını yönlendirecek ifadelerdir. Plan, (22) bazı alanlarda veya sektörlerde veya ekonominin tümünde hesaplamalar sonunda yukarıdan gelerek ulaşılan bir şeydir, (kararlar, hedefler). Projelerin bir araya getirilmesiyle değil, genel hedeflerden gelerek ulaşılmaktadır. Program, belirli bir coğrafık mekandaki ve belirli bir zaman aralığındaki koordine edilmiş projeler cümlesidir. Proje, programlamada göz önüne alınacak en küçük yatırım ünitesidir.
Deterministik Planlama -<— >■ Probablistik Planlama olarak ikiye ayrılır. Diğer taraftan planlamaları kontrol biçimlerindeki seçmelerine göre de sınıflandırmak mümkündür. Bu sınıflamada kontrol biçimleri en genel ve yaygın kontrol biçiminden en özel ve kesin kontrol biçimine doğru şöyle sıralanabilir. K.l. Informative K.2. Descriptive K.3. Indicative K.4. Stimulative K.5. Competitive K.6. Normative K.7. Imperative Bu kontrol biçimlerinin hangisinin veya nasıl bir komposizyonunun kullanılacağı politik rejimin 10 tercihlerine bağlı olmaktadır. Her politik rejimde bu kontrol araçlarının belirli bir karışımı bazılarına ağırlık verilerek kullanılmaktadır. Eğer bir özel kontrol biçimi kullanılıyorsa, daha genelleri otomatik olarak içinde bulundurmaktadır. Yani K-7 K-6, K-5, K-4, K-3, K-2, K-l'i kapsamına alır (fonksiyonel planlanma sınıflamalarının birbirini içerdiği gibi). Planlamada düzenlenmek istenilen ilişkilerin zaman süresine göre de planları (bilgi verici) (tasvir edici) (yol gösterici) (kışkırtıcı) (yarışan) (normatif) (mecbur edici) ( 20 yıllık)
(7 yıllık)
( 2 yıllık)
Uzun vadeli Orta vadeli Kısa vadeli olarak üçe, ayırabiliriz. Bu sürelerin tayininde esas faktörün eylem yarıçapı mı, ileriyi görme yarıçapı mı olduğunun tartışılması bize zaman stratejisi Fransız Planlaması : Indicative — Stimulative İngiliz Planlaması : Stimulative — Normative Yugoslav Planlaması : Competitive — Stimulative Sovyet Planlaması : Normative — imperative kontrol biçimlerine ağırlık vermektedir.
bakımından yeni bir tipi, "rolling" planı tanımlamaya imkân verecektir. Kısa vadeli planların süresinin tayininde eylem yarıçapının zaman olarak11 ifadesi önem kazanırken, uzun vadeli planlarda ileriyi görme yarıçapı önem kazanmaktadır. Orta vadeli planlarda ise bu iki kavram üst üste düşmektedir. "Rolling" plan anlayışına göre planların her yıl yeniden gözden geçirilmesi ve yeni bir plan yapma ihtiyacı, ileriyi görme yarıçapı ile eylem yarıçaplarının farklılığından doğmaktadır. Planla yapılmak istenilen değişikliklerin önem derecesine göre üç farklı tipte sınıflama kabil olmaktadır. 15. Değişmenin yapısal olup olmadığına göre,
Büyüme tipi planlama -------------► Kalkınma tipi planlama 16. Değişmenin bilinçli olarak yapılması veya tahmin edilmesine göre Projektive planlama
------------------------------------------- Prospektive planlama 17. Esas değişme kararlarının planlamaya dıştan veya bir üst kademeden verilmesine veya kendi içinde kararlaştırılmış olmasına göre,
Uyum yapan (Adaptive) ----------- Geliştirici (Developmental) planlama
planlama
olarak ikili gruplara ayrılabilir. Değişmeyi sağlayan kararda kullanılan planlama alederinin yalnız direkt tesirlerinin incelenmesine ve indirekt etkilerinin hesaplamaya katılıp katılmadığına göre, Vektörel planlama
------- Sistem yaklaşımı
olarak sınıflandırılabilir. Vektör yaklaşımında etkinin sistem içinde büyütülmüş (amplified) etkileri hesaba katılmamakta sistem yaklaşımında katılmaktadır. Bu anlamda vektörel planlama anlayışı, eylem yarıçapı ve ileriyi görme yarıçapı ile açıklanan planlama anlayışının dışına düşmektedir. Diğer bir sınıflandırma, planlama organizasyonunda karar veren unsurların mekan içinde yığılma ve dağılma derecelerine paralel olarak Şehir planlarının hazırlanmasında projeksiyon süresinin 50 yıldan 15-20 yıla indirilmesi, ileriyi görme yarıçapının 15-20 yılı aşamaması dolayısıyladır.
Tek merkezli -< ----------- Çok merkezli (Monocentric)12
(Polycentric)13
yapılabilir. Çeşitli şekillerde geliştirilen planlama tipolojilerinin çarpımları (product) birçok alt planlama sınıfları ortaya çıkaracaktır. Örneğin planlamanın disiplinlere ve mekansal içeriği olan kapsamlara göre sınıflandırılmasının çarpımları, milli fiziki plan, bölgesel ekonomik plan vb. dir. Yukarıda verilen topolojilerin çarpımları ile 1.870.748 alt tip elde edilebilir. Bu tipolojinin hücrelerinin hepsi dolu değildir. Hangilerinin boş olduğu, hangi plan tiplerinin birbirleri arasında tutarlılıkları olduğu birinde yapılan seçmenin genellikle hangi diğer seçmeleri de gerektirdiği araştırılarak aşağıda ortaya konulacaktır. Bu sınıflamalar için seçilen işbölümü, bilimsel disiplinler, ölçek farklılıkları, zaman, değişme büyüklüğü, hesaplama ve kontrol biçimi, boyutları genellikle birbirinden oldukça bağımsız olmakla beraber birçok hallerde üst üste düşen sınıflamalar vermektedir, başka bir deyişle bu sınıflama karşılıklı dışlayıcı (mutually exclusive) değildir. Bu plan sınıflarının birinde yapılan seçmelerin, iç tutarlılıklar nedeniyle diğer seçmeleri otomatik olarak yapmaya itmesi, bu tipolojinin verdiği sınıflamanın hücrelerinin tam dolu olmadığını gösterir. Bir planlama söz konusu olduğunda genellikle bu tipolojik sınıflardan biri seçilecektir. Bu seçim ise söz konusu yerdeki planlama anlayışına, sosyal sistemin özelliklerine, gelişme düzeyine, sınıf yapısı, karar çevresi vb.ye tabi olacaktır. (24) Planlama teorisinin belki de en önemli konusu, verilen planlama konusuna, içinde olunan karar çevresine en uygun planlama stilinin ve tipinin seçilmesi ve böyle bir planlamayı yapmak için hangi teknikler komposizyonunun en iyi olduğunun bulunmasıdır. Karar çevresinin zaman içinde değiştiği düşünülürse,
planlama stili ve teknikleri kompozisyonunun da zaman içinde değiştirilmesi gerekecektir. Yukarıda verilen tipolojilerde yapılan seçmelerin tutarlılıklarını göstermek için üç tablo geliştirilmiştir. "Monocenteric" planlamada mükemmel bir momopoly ve monopsony vardır .Bütün arz ve talep plancının kafasında dengelenmiştir "Polycentric" planlama uçta, pazar mekanizmasına indirgenmiştir
Düşey ve yatay planlama tipleri tanımları gereği, şu özellikleri içlerinde bulundurmaktadır. Bunlar mutlak olarak tam bağlı ilişkiler değildir, önemli serbestlik dereceleri bırakılmıştır. Eğer bu serbestlikler olmasa idi düşey ve yatay planlama ayrımı tek boyut olarak planlan sınırlamada yeterli olurdu. DüĢev planlama ------------------- --------- >~
Yatav planlama
Vektör yaklaşımı -<---------------- ---------
Sistem yaklaşımı
(Büyütücü dolaylı ----------------- --------- ► (Büyütücü dolaylı etkiler yok) etkiler var) Eylem yarıçapı küçük ------------ ---------
Eylem yarıçapı büyük
Tek disiplinli veya -<-------------- --------- *-
Disiplinler arası planlama
disiplinler arası planlama Mikro -< ------------------------------ --------- >-
Makro
Program, proje
---------
Plan, politika
Deterministik
---------
Hedefler
Açık sistem
---------
Kapalı sistem
Özel ----------------------------------- --------- ► Genel Araçlar önemli -< ------------------ ---------
Amaçlar önemli
Başarma tipi hedefler ------------- ---------
Performans hedefleri
Tek hedefli planlama(14) --------- --------- ► Çok hedefli planlama Burada verilen iç tutarlılıkları genel olarak düşünmek gerekecektir, karar çevresinin özelliğine bağlı olarak planlama organizasyonlarının varlıklarını koruyabilmeleri için bu iç tutarlılıktan sapmalar olabilir. (25) -V 14 Daha önceki bölümlerde tek hedefli ve çok hedefli (multi purpose) ayrımı, düşey ve yatay planlama, vektör ve sistem yaklaşımı ayrımlarıyla çakıştığı ve organizasyon seviyesinde olsa bile saf tek hedeflilik bulunmadığı için verilmemiştir. GV
Planların kapsamlarına göre olan sınıflamalar ile diğer sınıflamalar arasındaki tutarlılıklar aşağıda verilmektedir. Ülkesel _ w
Bölge^
ġehir^
Mahalle
Tek Birim
plan
planı
planı
planlaması
planı
Makro planlar
Mikro planlar
Politika ^ w
Plan ^
Ekonomik
Sosyal
Teorik Kantitatif
Geliştirici (Adaptive) Koordinasyon Y> Probablistik
► Program
Proje Fiziki Pragmatik Sezgisel (Kalitatif)
Uyum Yapan
Uygulayıcı otorite Deterministik
Üretim süreci
Tüketim süreci
Tek merkezli (Mono centric)
Çok Merkezli (Poly centric)
Bütüne ait hesaplama
Günü gününe karar verme (Adhoc)
Buradaki sınıflamada verilen ikili özellik değişmelerini bir kutupsal ayrım değil bir sürekliliğin ucu olarak (contunium) düşünmek gerekir. Planda öngörülen değişmenin büyüklüğüne göre kalkınma tipi ve büyüme tipi olarak yapılan sınıflandırmaya paralel olarak yapılması gerekli tutarlı seçmeleri şöyle sıralayabiliriz.
Kalkınma planlaması
Büvüme tipi planlama
-< ---------------------------------------------------------------------
Prospektive Tek merkezli
------------ >- Uyum yapan (adaptive)
--------- --------- >-<———
---------
Projektive Tek merkezli veya çok merkezli
Sistem yaklaşımı
--------- --------- ► Vektör yaklaşımı veya sistem yaklaşımı
Imperative, Normative
------- - ------------->- Indicative, Stimulative
Makro
--------- --------- >-
Mikro
Deterministik
--------- ---------
Probablistik
Heuristic
---------
--------------------------►
Bu şekilde plan tiplerinin bazılarının karşılıklı ilişkilerini incelemiş olduk. Her plan sınıflaması için böyle tablolar geliştirilebilir. Burada verilen üç tablo diğer tabloların nasıl kurulabileceği üzerine yeterli fikir vermektedir. Bizim konumuzda ağırlık verilecek olan merkezi plan ile diğer planlar arasındaki ilişkiler ikinci tabloda geliştirilmiştir. Bu sınıflamalar arasındaki tutarlılıklar tabloları, bu planların karakteristiklerini ve özelliklerini diğer planlama tiplerine atıflar yaparak tanımlamak demek olmaktadır. Bize verilen konuda ise mekansal içeriklerine göre kapsamsal sınıflamanın (ülke - bölge - mahalli - tek birim) iç ilişkileri üzerinde durmamız istenmektedir. Bu ilişkiler planların kapsamlarına göre verdiğimiz ikinci tip sınıflamanın, (politika - plan - program - proje) iç ilişkilerinden farklıdır. Bu sınıflamanın özünde birbirleri arasında düşey olarak bütünleşme bulunmaktadır. Daha çok düşey tip bir planlamayı ve en genel karar düzeyinden en özel, uygulamaya yönelen karar düzeyine inmeyi ifade eder. Mekansal içeriği olan kapsamlara göre sınıflandırmada ise ülkesel plan, bölgesel plan, metropoliten plan, vb. söz konusu mekansal içindeki bütün faktörleri göz önüne alarak en iyi çözümü bulmaya çalıştığı için disiplinler arası ve yatay planlardır. Bu alan içinde çeşitli faktörleri bir arada düşünmenin faydalarını maksimize etmeğe çalıştıkları için kendi aralarında
bütünleşme mekanizmaları gelişmemiştir. Bunun diğer bir sebebi bu kademelerdeki planlamaların toplum içindeki müesseseleşmelerinin farklı zamanlarda farklı ihtiyaçlar nedeniyle birbirinden bağımsız olarak gerçekleşmeleri yüzündendir. Şehir planlama, ülkesel planlama, bölge planlamanın, ayrı ayrı toplumlarda eylem ve ileriyi görme yarıçaplarının artışına paralel olarak ortaya çıkmasından dolayı belirli müesseseleşmiş şekilleri vardır. Bu, bütünleşmeyi sağlayacak yeni biçimlere geçmede mü-essesevi ataletler doğurmaktadır. Örneğin ülkesel planlar kendi içlerinde politika, plan, program proje ilişkilerini kurarken, bölge planı da kendi içinde plan, program, proje ilişkilerine dayanan bütünler kurmaktadır. Bu halde ülkesel ve bölgesel planların bütünleşmeleri sağlanamamaktadır. (Türkiye'deki bugünkü durum) Eğer ülkesel ve bölgesel planların bütünleşmesinin sağlanması isteniliyorsa, bölge planlarına dayapan bir ülkesel planın yapılması (Fransa gibi) veya bütün ülkeyi kapsayân bölge planlarının birbiri arasında yarışarak ülkesel hedefleri gerçekleştirmeğe çalışması (Yugoslavya gibi) söz konusudur. Bu iki halde de bölge planları "developmental" karakterini korur. Diğer bir yol ülkesel planın bu bütünleşmeyi sağlamak için, mekansal dağılımla ilgili hedeflere uygun olarak bölgesel planlara hedefler, dış kararlar vermesi ve tahsisler yapması (Polonya gibi) olabilir. Bu halde bölge planları bir karakter kazanır. Ülkesel plan ile bölgesel planlar arasında geliştirdiğimiz karşılıklı ilişkilerin, bölge planları ile onun altındaki kademeler için de benzer şekilde geliştirilebileceği açıktır. 4. Bir Ülkede Planlamanın Kademeler Halinde Organizasyonu Nasıl Olmalıdır? Bir ülkede planlama kademeleri arası ilişkilerden bahsederken karşılaşılması kaçınılmaz olan soru; bir ülkede optimum planlama organizasyonu ve bunların arasındaki ilişkilerin rasyoneli nedir sorusudur. Böyle bir optimum, veya bunun prensipleri bilinmeden yapılacak, planlama tipleri ve kademeleri ilişkileri, çalışması ya planlama organizasyonunun biçiminden bağımsız olarak geliştirilmek zorunda kalır, o zaman çok daha soyut ve geneldedir ya da verilmiş bir planlama organizasyonları yapısını kabul ederek bunun ilişkilerini tartışır, bu halde verilen yapının irrasyonelliklerini de beraberinde getirir.
Bir optimum planlama organizasyonu için şu üç sorunun cevaplandırılması gerekecektir. •Bunlardan birincisi planlama tipolojisinde gördüğümüz sektörel ayrımın optimumu nedir sorusudur. •ikincisi optimum merkezileşme veya desantralizasyon derecesi ve ka- demeleşme sorunudur. •Üçüncüsü, bu optimum sektörel planlama ayrımı ile optimum planlama kademeleşmesinin iç ilişkileri nasıl kurulmalıdır ve bu husus ilk iki optimum kavramını nasıl etkiler sorusudur. Biz burada daha çok içinde mekansal içeriği bulunan ikinci konuyu incelemeye çalışacağız; optimum planlama kademeleşmesi ve desantralizasyon derecesi ne olmalıdır? Planlama kademelenmesinin tartışılmasında iki genel prensip konulabilir. (1) Planlama organizasyonu ülkenin genel yönetim yapısına paralel olarak geliĢmeli. (Planlamanın 3 No'lu fonksiyonu) Planlama genel olarak yönetimle bütünleĢmelidir.
Planlama ile yönetim fonksiyonunun yabancılaşması planlama fonksiyonunun yönetimden farklı zamanda ortaya çıkması dolayısıyla olmaktadır. (Türkiye'deki bölge planlama fonksiyonu gibi). Şehir planlamanın tekabül ettiği bir geleneksel yönetimsel ünite belediye, ülkesel planın tekabül ettiği bir merkezi hükümet varken, bölge planlamanın tekabül ettiği bir yönetimsel kademe yoktur. Türkiye'deki il ve bölge kavramlarının farklı olması dolayısıyla, bölge planlama yönetimsel karşıtı olmayan bir planlama kademesi haline gelmekte, bir alt kademeyle özelliği icabı birle- şemeyeceğinden bir üst kademe yönetimsel yapıyla bütünleşmeye çalışarak, merkezi yönetim fonksiyonu içinde, devlet planının bir parçası haline gelmeğe uğraşmakta ve bağımsızlığını kaybetmektedir. Bu halde esas olan ülkesel plan bölgesel sorunlarla da uğraşır olmaktadır. Bölge planı kendi kademesine tekabül eden yönetimsel ilişkilerden yabancılaşmış olmaktadır.15 Türkiye'de bölgesel valilikler kurma (26) isteği böyle bir yabancılaşmayı ortadan kaldırmak içindir.
(2) Planlamanın kademeleĢmesi mekan organizasyonundan bağımsız olarak düĢünülmemelidir.
Yönetimsel yapı ve planlamanın dayandığı kuvvetin mekan içinde dağılımı, ekonomik faaliyetlerin ve kişilerin mekandaki dağılma şekline bağlıdır. Kuvvetin veya kontrolün dağılımında hangi toplumsal süreç bulunursa bulunsun bu süreçlere, mesafe girdileri ve yığılma ekonomileri etkiler yapacağı için mekansal organizasyon biçimiyle çok sıkı ilişkileri vardır. Mekan organizasyonunda teknolojik gelişmeye paralel olan değişmeler, yeni bir yönetimsel yapı ve planlama kademesinin kurulmasını zorlamaktadır. Örneğin endüstriyel toplumun gelişmesi sonucu doğan metropoller, metropoliten planlama ve metropoliten hükümet kavramlarını getirmiştir. (27) Burada belki en ilgili özelliklerden biri diğer yönetim çeşitlerinin aksine önce metropoliten planlama daha sonra metropoliten hükümet kavramının ortaya çıkmasıdır. Diğer planlamaların ortaya çıkışı ise yönetimsel yapıdan sonra olmuştur. Bu farkın nedenini bu yeni mekansal organizasyon biriminin belirdiği dönemde insan düşüncesinin planlama aşamasında olmasıyla açıklayabiliriz. Bu soruna diğer bir yönden, optimum planlama için optimum bir yerleşme yapısı kademelenmesi vardır diye de bakabiliriz. Probleme, planlamanın karar verme ve kontrol fonksiyonları açısından bakarsak, mekansal yapıyı ve ekonomik faaliyetierin dağılımını doğuran ekonomiler yanında, karar verme ekonomilerinin mertebesi çok küçük olacaktır. Fakat kontrol16 problemi mekansal yapının ortaya çıkışını etkileyici olmaktadır. Optimum kontrol için optimum bir yerleşme yapısından bahsedilebilir. Yukarıda planlama organizasyonunun bütünleşmesinin gerekli olduğunu söylediğimiz yönetimsel bürokratik yapı, şehirsel yapı (mekan organizasyonu) birbirinden oldukça farklı bilimsel disiplinler ve çevrelerde benzer terimlerle tartışılmaktadır. Merkezileşmede centralization, kade- melenme gibi. Planlama organizasyonununda aynı terimlerle tartışılması doğal bir sonuçtur. Teknolojik gelişme ile tarımsal artı değerin artmasının üst sınıfların teşekkülüne imkan vermesi, şehirlerin doğmasına sebep olmuştur. Buna, kontrolü maksimize eden bir mekan organizasyonu sorunu olarak bakabiliriz.
Bir toplumda yerleşme yapısının merkezileşme derecesi, şehirleşme yüzdesi olarak ifade edilir. Karar yapısıyla17 paralelliği kurmakta merkezileşme oranı olarak en büyük yüzde alınabilir.Merkezileşme yüzdesi, şehirleşme ekonomilerinin ve şehirleşme disekonomilerinin bir dengesi olarak ortaya çıkmaktadır. Benzer bir yaklaşımı karar verme organizasyonu içinde geliştirebiliriz. ( 2 8 ) 18. Karar için bilgi toplama masrafları merkezileşmeye paralel olarak artar, (merkezileşme disekonomisi) 19. Bilginin işlenmesi (pocessing) masrafları merkezileşmesinin artışı ile azalır, (merkezileşme ekonomileri ) 20. Karar vermede harcanan plancı ve idareci zamanı, sistemin bütününde merkezileşme arttıkça azalır, (merkezileşme ekonomileri) 21. Verilen kararların sonuçlarında sistemi bütün olarak düşünmekten doğan kârlılıklar, toplu bakış avantajları merkezileşme ile birlikte artar (merkezileşme ekonomileri) Rasyonel karar verebilmek için gerekli en önemli girdilerden bilgi akımı probleminin teknolojinin gelişmesine paralel olarak merkezileşme lehine geliştiği söylenebilirse de bir organizasyonun merkezileşme derecesi toplu bakış avantajı18 ile katılma (participation ) arasında, kurulan dengeye bağlı kalacaktır. Bu dengenin kurulması basit bir etkinlik sorunu değil toplum içindeki yönetimle ilgili genel değerler sorunudur. Özellikle son yılların olayları hiçbir kamu idarecisi, işçi lideri ve özellikle üniversite rektörünün, katılma stratejisi olmadan, probleme etkinlik sorunu olarak bakamayacağını göstermiştir. Katılma bir süreçtir, kendi başına bir çözüm değildir. Plancı bunun süreçlikten çıkıp bir ürün olmasını önlemelidir. (30) Toplumda yönetimle ilgili genel değerlerin değişmesine paralel olarak merkezileşme derecesi değişme durumundadır. Şehirleşmede yığılma yüzdesi, belirli büyüklükteki yerleşmelerdeki nüfusun toplam nüfusa oranı olarak verilmektedir. Bürokratik yapıda ise en üst kademede toplanan karar miktanna bağlı bir tanımlama vardır. Böyle olunca iki aynı tipteki kademelenme ve yığılma olgusunda merkezileşmenin ölçülme biçimleri farklıdır. Firma seviyesinde (organizasyon teorisinde) bilgi toplama ile toplu bakış avantajı arasındaki denge sorunu Marschak (29) tarafından incelenmiştir. Toplum ölçeğinde etkililikten çok değerler önem kazanmakta, dengenin teşekkülünde katılma potansiyelleri önemli olmaktadır.
Bir mekansal organizasyonun tanımlanmasında merkezileşme derecesi veya yüzdesi ancak çok global bir ölçüdür. Kademeli bir yapıyı tanımlamakta yetersiz kalmaktadır çünkü bu ölçü kademelenme biçimi hakkında bilgi vermemektedir. Isard bu konuda gravite modellerinden faydalanarak katılma potansiyeli (31) denebilecek kademelenme hakkında da bilgi içeren bir ölçü geliştirmiş olmasına rağmen bu ölçüden optimum kademe sayısı hakkında bir fikir elde edilememektedir. Çünkü aynı katılma potansiyeline sahip birden fazla kademelenme şekli vardır. Mekanda bir kademelenme olmasa eşit büyüklükte şehirler eşit büyüklükte kırsal alanlar içerecek biçimde dağılsa idi bir tek şehirleşme oranı yeterli olurdu. Ancak yerleşmelerin, buna analog olarak, planlama organlarının ve bürokratik yapının kademeleştikleri gözlenmektedir. Bu kademelenmelerin optimum olması sorunu, mekan organizasyonu teorisi içinde "merkezi yer" (central place) (32) teorisi olarak geliştirilmiştir. (Lösch Christaller) Buna karşılık organizasyon teorisinde bu konu çok işlenmemiştir. Burada planlama organizasyonu kademelenmesi ile şehirsel kademelenme teorileri arasında analojiler kurularak sonuçlara gidilmeğe çalışılmaktadır. Bir mekanda şehirsel kademelenmenin meydana gelmesinin sebepleri şunlardır. 22. Faaliyetlerin optimum büyüklüklerinin (firma) farklı olması, 23. Uzaklık ile faaliyetlere katılma isteğinin azalması (Ekonomide ulaştırma masraflarına paralel olarak talebin sıfıra inmesi, vb.), 24. Kişilerin çeşitli mal ve servislere olan taleplerinin farklı büyüklüklerde olması, 25. Çeşitli mal ve servislerin kullananlar tarafından depolanma zamanlarının farklı olması, başka bir deyişle talep sıkılıklarının farklı olması, Bu dört nedenden her birinin varlığı kademelenmeyi gerekli kılar. Bu gereklilik normatif olarak gösterilebilir. Benzer nedenleri planlama ve karar sistemleri için şöyle yazabiliriz: K.l. Farklı genellik seviyelerindeki yatay planlama kararlarının verilmesi için gerekli bir optimum disiplinler arası karışım, dolayısıyla bir or- ganizasyonel optimum büyüklük vardır. K.2. Uzaklık arttıkça uygulamayı kontrol imkânı, dolayısıyla kararın etkinliği azalmaktadır. Başka bir deyişle bu karara talep19 düşmektedir. Burada eylem yan çapına benzer bir kavramı mekansal boyutta kullanmış oluyoruz.
K.3. Uygulama birimlerinin veya eylemde bulunanların farklı genellik seviyesindeki kararlara ihtiyaçlarının sayısı farklıdır. K.4. Her kararın geçerlilik süresi (depolanma miktarı) farklıdır. Böylece şehir kademeleşmesi ile ilgili analoji kurulduktan sonra kade- melenmenin gereği gösterilmiş olur. Kaç kademe gerekeceğini de Chris- tallerin (33) (centrality of goods) "malların merkeziliği"ne paralel olarak "kararların genelliği" (range of goods) "malların etkinlik mesafesi"ne paralel olarak "bir kararın uygulamayı etkileme mesafesi" analojilerini kullanarak bulabiliriz. Christaller'in sisteminde her kademenin bir alt kademesi olan fonksiyonların kaç tane olduğunu gösteren 3, 4 ve 7li serilerden 3'lü seri pazar prensibine 4'lü seri ulaşım prensibine 7'li seri yönetim prensibine dayanmaktadır. Lösch ise çok daha sık aralıkları olan seriler önermektedir. Chritailer'in sistemi bu kadar ince aralıklı olmadığı için dış ekonomilerin göz önüne alınmasına daha çok imkan vermektedir. Benzer şekilde, karar organlarının kademelenmesinde de dış ekonomiler dolayısıyla kademe sayısı az olmak eğilimi gösterecektir. P. Ylvisaker (34) USA politik sistemindeki gözlemlerine dayanarak üç kademenin varlığını öneriyor, (ülke, bölge, mahalli) Metropoliten idare ve hükümetin kurulması şeklindeki zorlamayı da ikinci kademenin teşekkülü olarak görüyor. Rusya'da (35) (ülke, cumhuriyet, oblasts) ayrımında mekansal içeriği olan üç kademe görüyoruz. Yugoslavya'da ise beşli bir ka- demelenme vardır. (36) Optimum planlama organizasyonunun yönetimsel yapı ve mekan organizasyonu yapısı ile çakışması prensiplerinin, bu iki yapıda kademeli olmakla beraber ikisinin kademelerime şekilleri farklı olduğundan, aynı anda gerçekleştirilmesi her zaman beklenemez. Bu çatışmanın çözümlenmesi için şöyle iki farklı yaklaşım geliştirilebilir. (1) Yerleşme yapısının iç ilişkilerini sağlayan ekonomik nedenler çok kuvvetlidir. Karar ve kontrol yapısını tayin eden faktörlerin yerleşme yapısını tayin eden faktörler yanında göreli ağırlıkları azdır veya bunları da içerirler, dolayısıyla idari yapı, yerleşme yapısının kademelenmesine uymalıdır. Planlamada buna uyacağı için üç tip kademelenme üst üste çakışacaktır. (Bu prensipte mevcut şehirsel kademelenmenin optimum olduğu veya bu çakışmanın olması istenen yapıya göre sağlanacağı varsayılmaktadır.)
(2) Şehirsel kademelerime ağı daha çok kademeli, yönetimsel yapı daha az kademeli olacaktır. Bu iki farklı sıklıktaki ağın üst üste noktalarını dı- şarda bırakarak, çakıştırılması düşünülebilir (Lösch problemi). Böyle bir durumda önce ülkesel yönetim merkezi ve bölgesel merkezler seçilir ve diğerleri mahalli fonksiyonları görmek için kendi aralarında kademelenir. Böyle bir seçimde bir yerleşmenin yönetim merkezi olarak seçilmesi çarpan (multiplier) etkisiyle oranın büyümesini ayrıca etkiler. Yani bu seçimin kendi içinde yerleşme yapısını istenilen fonksiyonlara uygun hale getirme özelliği de vardır.20 5. Mükemmel Hesaplama ve Mükemmel Kontrol Modellerinin EleĢtirisi Kişilerin veya toplumun eylem yarıçapı ve ileriyi öngörme yarıçapı artarken, piyasa mekanizmasının yerini gittikçe rasyonel hesaplama ve etkin kontrolün alması kaçınılmaz görülürken ve bu yöndeki bir eğilim kendini hissettirmekte iken, kişiler veya diğer aktörler toplumsal hedeflerden "bağımsız" tek tek karar vermeğe devam ediyorlar. Halen tam bir rasyonel karar verme veya hesaplama modeli oluşamıyor, bunun nedenlerini rasyonel karar verme modelinin eleştirisinde görüyoruz. Böyle bir modelin varlığı veya yokluğu planlama kademeleri arasında kurulacak ilişkilerin nasıl olması gerektiği konusunda yapılacak önerileri etkileyecektir. Planlamayı dört fonksiyonel tipe ayırmıştık. Bu ayrımda (F-4) daha çok kişi,(F-3) organizasyon, (F—1) ve (F-2) daha çok toplum çerçevelerine sahiptir. Böyle olunca en genelde bu üç çerçevenin her birinde rasyonel karar vermenin kabil olup olmadığını incelemek gerekecektir. İncelemeyi daha çok yaymamak için tartışmayı toplumsal çerçeve içinde rasyonel karar vermek mümkün müdür sorusu etrafında tutmak yeterli olacaktır. Rasyonel hesaplama imkanlarının incelenmesinden sonra planlama için verdiğimiz tanımın ikinci elemanı olan kontrolün imkanlarını tartışacağız. Ankara'nın başkent oluşuna bu açıdan bakılabilir. Bu halde idari yapının kademelenmesinde ülke idari merkezinin yerinin seçilmesi, şehirsel kademelenmenin en büyük merkezinden, ülke mekansal organizasyon hedeflerine daha uygun düştüğü için saptırılmış ve beklenen sonuca ulaşılmıştır.
Dahl'a (37) göre bir eylem, verilen hedeflere göre mevcut olan gerçek çevrede, hedefi başarmayı en çoğa çıkarmak için "doğru olarak" tasarlandığı ölçüde rasyoneldir. Eğer hedefe ulaşmak için çok sayıda eylem gerekiyorsa rasyonellik, eylemler arasında mümkün olan çatışmalardan kaçınarak, net hedef başarısını azaltmayan bir koordinasyonu gerektirir. Burada rasyonelliğin tanımı, verilen hedefe, gerçek çevreye ve eylemin niyetine oturtulmuştur. Gerçekteki başarı ölçü dışında bırakılmıştır. Bu halde rasyonellik eylemden sonra değil eylemden önce ölçülmek durumundadır.21 Burada rasyonelliğin22 ölçüsü matematik tanımlamaya bir derece imkân verir. Eğer çevre şartlarındaki belirsizlikler dolayısıyla eylemin rasyonelliği uygulama sonuçlarına göre ölçülmeğe kalkışılsa idi, daha rasyonel eylemin daha az rasyonel olandan başlangıçta ayrılması daha güç hale gelirdi. Klasik rasyonel karar verme modeli şu kabullere dayanmaktadır. Mevcut veya olabilecek çevre şartları hakkında oldukça güvenilir bilgi vardır. 27. Mümkün olan eylem alternatiflerinin hepsi bilinmektedir. 28. Çevre şartları ve eylem alternatiflerine bağlı olarak her eylemin doğuracağı sonuç (out come) hakkında tam bilgi vardır. 29. Bu sonuçların sıralanmasına imkân veren sonuçlar cinsinden ifade edimli /bir tek hedef fonksiyonu (welfare function) vardır. 30. Çok büyük kapasitede hesaplama imkânları vardır. Bu hesaplama kapasitesi oldukça kısa zaman süresi içinde kullanılabilmektedir. (Hesaplama hızı) 26.
Gerçekte ise gerek çevre şartları ve gerekse mümkün olan eylem alternatifleri karar verme durumunda olan kişinin veya kişilerin o andaki bilgi imkânlarına bağlıdır. Bilgi durumu hem kişiye hem de onun çevresine ait bir karakteristiktir. Karar verme durumunda olan kişi hesaplama imkânlarına, bu işe ayırabileceği zamana, önceki bilgi stokuna göre bilgiler arasından seçmeler yaparak, durumu kendi şartlarına uygun hale getirir. Bu bir planın başarısının uygulama sonuçlarına göre değil planlama tekniğine göre ölçülmesi demektir. Rasyonellik bu anlamda etkinlik "efficiency" ile üst üste düşmektedir. Etkinlik, değer ifade eden girdilerle, değer ifade eden ürünlerin bir oranıdır. Yani boyut ölçüttür.
Gerek çevresini gerekse de eylem fırsatlarını algılaması ve azaltması23 süreci karar organını en iyi halde sübjektif (38) olarak rasyonel yapabilir. Objektif olarak rasyonel değildir. Bu halde rasyonellik karar organının ölçü çerçevelerine bağlıdır bu da bilgi ile sınırlıdır. Ayrıca eylem alternatifleri yeni buluşlara açıktır, böyle olunca bütün eylem alternatiflerinin incelendiği hiçbir halde söylenemez. Bu tip bilgi sınırlarının dışında başka tip sınırlar da vardır. Çevre şartlarını bir veri olarak kabul etmenin ne kadar rasyonel olduğu bir başka sorundur. Örneğin bir ülkesel planın rasyonel seçmelerinde en önemli çevre şartları ülkelerarası ilişkilerdir. Bu veri alınan şartlar ise bir üst kademe planlama olsa idi onun konusu olacaktı. Ülkelerarası ilişkiler kendi içinde önemli irrasyonellikler bulundururken bir alt kademedeki rasyonelliğin faydası ve anlamı çok sınırlı kalmak durumundadır. Belki bir alt kademenin kendi çerçeveleri içinde rasyonel olmayan eylemi bir üst kademedeki çerçevede rasyonel olmak durumundadır. GunnarMrydal (39) USA için "nasıl bir ülkenin dış politikası açıklanmış veya ilan edilmiş amaçlara göre bu kadar irrasyonel olabilir" diye soruyor ve "askeri endüstriyel kompleksler mevcut oldukça dünyada rasyonellik mümkün değildir" diyor. Bu halde ifade edilmeyen, gizlenen hedefler vardır. Bu hedefler başkaları için (az gelişmiş ülkeler) çevre şartı teşkil etmektedir. Bu hedeflerin değişmemesi halinde elde edilecek rasyonellik değişmesi halinde elde edilecek rasyonelliklere göre çok sınırlı sonuçlar verecektir. Böyle olunca rasyonellik karar verenin güç durumuna veya etkileme derecesine göre sınırlanmış olmaktadır. Plancının gelecekte hangi çevre şartının doğacağı hakkında bilgisi birçok halde yoktur veya en çok ihtimali bir bilgisi vardır. Diğer taraftan eylem imkânları ile çevre şartlarının ürünü olarak ortaya çıkacak olan sonuç (out co- me), sistem seviyesinde düşünüldüğünde deterministik değil ihtimalidir. Bu hallerde karar verme organının psikolojik durumuna göre, tutucu, iyimser vb. olmasına göre geliştirilen kriterleri 24 kullanarak rasyonel kararlar vermek mümkündür. Fakat bu rasyonellik, ulaşılabilecek olan etkililik seviyesinden, bilgi eksikliği dolayısıyla önemli kayıpları olan bir rasyonelliktir. Bu azaltma ve basitleştirme Descartes'e göre yalnız bir pratik sorun değil aynı zamanda mantıksal bir metottur. Bu kriterlerin min-max, min-max regret, max-max gibi çeşideri vardır. Bunun kişi açısından anlamları açık olmakla beraber toplumsal açıdan belirli değildir.
Kişilerin veya bir sosyal sistemin belirli zaman içinde yapacağı hesap miktarı (hızı) ve toplam kapasitesi teknolojik gelişmeyle (bilgisayarlarda sağlanan aşamalarla) artmakla beraber, sosyal sistemlerin karmaşıklığına göre çok sınırlıdır. Ayrıca karar verme durumunda olan kurumların zaman bütçeleri sınırlıdır. Klasik rasyonel karar verme modelinin diğer önemli sorunu, sonucun (out come) ölçülmesidir. Problem bir vektörel planlama olarak değil bir sistem yaklaşımı olarak ele alındığında, sonuç bir değil birden fazla elemanı ihtiva edecektir. Bu halde sonuçların hedefe göre karşılaştırılması "scaler"lerin mukayesesi değil vektörlerin mukayesesi haline gelmekte önemli kavramsal güçlükler ortaya koymaktadır. Bu çerçeve sistem yaklaşımından çok vektör yaklaşımına uygundur. Rasyonel karar verme çerçevesi en iyimser halde statiktir. Bir eylemin gelecekteki bir an için sonuçlarını karşılaştırmaktadır. Zaman içindeki olaylar arasındaki nedensel ilişkiler ele alınmamaktadır, dolayısıyla bu karar çerçevesi dinamik değildir. Bu çerçeve içinde eylem ve ileriyi görme yarıçaplarının artışının anlamı görülememektedir. Yukarıda verdiğimiz klasik rasyonel karar verme modelinin çalışmama nedenleri dört tip planlama fonksiyonu, F— 1, F-2, F-3, ile F—4 için de söz konusudur. Şimdi inceleyeceğimiz hedef fonksiyonu sorununda toplumsal düzeyde F — 1, F —2 diğerlerine göre daha çok kavramsal zorluklar çıkarmaktadır. Eğer bir hedef bir amacı eyleme bağlamakta kullanılabilecekse ope- rasyoneldir, aksi halde "non operasyonel" dir. Genellikle toplum için ortaya konan toplum refahını artırmak gibi hedefler çok genel ve non operasyoneldir. Böyle bir hedefe göre eyleme geçme halinde eylem için belirli bir seçme yapılamaz, serbestlik derecesi çok yüksektir. 31. Non operasyonel hedefler, rasyonel deductive ideallerdir. Bunlar ancak kantitatif hale getirilmesi ile operasyonel hedeflere dönüştürülebilirler, ama gerçekte bu mümkün değildir. 32. Eğer birden fazla hedef varsa (çok hedefli planlama) ve hedefler arasında bir ortak çarpan yoksa hedefler operasyonel hale getirilemez. 33. Hiçbir toplum25 tek hedefli değildir. (40) birden fazla olan bu he Yalnız toplumun değil, tek hedefliliğin efsaneleştiği organizasyonlarda bile tek hedeflilik yoktur. Ban modellerinde de (41) bu doğru olmakla beraber, Çin'de fabrikaların hedeflerinde üretim, eğitim, politik eylem, aynı ağırlıkta hedeflerdir. (42)
2. deflerin ortak çarpanı olan bir ölçüsü yoktur, (gelirin eşit dağılımı, gelirin maksimizasyonu gibi) 3. Toplumun değerleri sabit değildir, zaman içinde değişme gösterecektir. Planlama bu değişmede bir eleman olabilir, öyle ise dairesel ilişkiler vardır. (Burada rasyonellik tanımının mevcut hedeflere göre yapılmasından gelen sınırlamayı görüyoruz.) 4. Bir sosyal eylemin karakteristiği, hiçbir hedefinin diğer hedeften bağımsız olarak verilmiş olmamasıdır. (43) Hedefler arasında kantitatif olarak birbirine dönüştürülemeyen ilişkiler vardır. 5. Hedefler arasında bir çok halde çatışma vardır. Bu çatışma, eğer bir hedef kademelenmesi varsa bir üst kademedeki hedeflere göre çözümlenir. (44) Fakat hedefler aynı kademede ise bunların çözümlenmesi kavramsal güçlükler çıkarır. Örneğin sosyal sistemin dört alt sistemi (A.G.I.L.) (45) varsa bunların hedefleri sistem için eş önemdedir kabulü yapıldığında, bunların hedefleri arasındaki çatışma (46) (A) ekonomi alt sisteminin hedeflerine göre çözümlenirse,26 sistem hedefleri açısından önem sıralarında bir distorsiyona sebep olunur. Böyle bir yaklaşım tek yönlü bir etkinlik kavramı doğurur. Sistemi rasyonellik adına dengesizliğe iter. Hedefler arası çatışmanın çözümlenmesinde "conflict theory" (47) yaklaşımı çok sınırlı kalmaktadır. "Conflict theory" aynı kişinin çatışan iki hedefi arasındaki karşıtlığı çözümlemeğe çalışmaz, hedefleri çatışan iki kişinin rasyonel eylemlerini bulmağa çalışır. Eğer toplumda hedeflerin çatışması gruplarla özdeştiriliyorsa bu teorinin sonuçlarından faydalanılabilir. Toplumsal rasyonel hesaplamayı toplum adına yapma görevi herhangi bir şekilde (çeşitli politik süreçlere bağlı olmakla beraber) planlama organizasyonuna devredilmiştir. Planlama organizasyonun bir organizasyon olarak çalışmasının iç problemleri dolayısıyla doğan başka bir grup rasyonellik kaybı daha vardır. (48) Sistem için global hedefler dıştan verilse bile planların uygulamayla ilişkilendirilmesinde ve programların hazırlanmasında önemli serbestlikler kalır. Birçok halde toplum adına hedeflerin formüle edilmesi de büyük ölçüde planlama organizasyonu tarafından etkilenmektedir. Toplum adına Ekonomik plancıların düştüğü en önemli hatalardan biri budur.
çeşitli grupların ideolojilerini ve değerlerini aksettiren bir hedefler cümlesi seçilecektir. Böyle bir hedef belirlenmesi büyük ölçüde "effective" hissi ve "cognitive" bilişe dayanan oldukça karmaşık bir süreçtir. Algılama, durumu ta- riflemekte neye ulaşılmak istendiğine bağlı olarak girer. Hedef durumu algılamayı etkiler, aynı zamanda hedefi koymada da biliş vardır. Bu hedef belirlenmesi süreci toplumun gruplarına ait kuvvet ilişkileri matriksi içinde oluşur. Plancının bu süreçte aktif bir rol alması olağandır. Böyle olunca toplum içindeki gruplara ait hedef farklılıklarının etkileri planlama organizasyonu içinde de görülür. Bu ayrılıklar gene hedefler içinde etkili olmasa bile programların hazırlanmasında kalan serbestlikten faydalanarak etkili hale gelebilir. Böyle olunca formel hedeften farklı, gizli kalmış hedeflere göre rasyonel olan planlama kararları, formel, ilan edilmiş hedeflere göre rasyonel olamaz. Ayrıca planlama organizasyonunda toplumsal işbölümü dolayısıyla ortaya çıkan işbölümleri de alt hedef "subgoal" oluşumuna sebep olur. Bu hedef farklılığında genel hedefin rasyonelliğine göre seçilecek eylemlerden farklı eylemler seçilmesini doğurur. Hedef farkları grup içi haberleşmelerde bilgi odakları sağlayarak, hedef farklılaşmasını devam ettirir ve güçlendirir. Bu tartışmaların ortaya çıkardığı husus, klasik rasyonel karar modelinin rasyonel karara ulaşmakta çok yararlı olmayacağıdır. Böyle olunca rasyonel karara ulaşabilmek için çeşitli yaklaşımlar geliştirilmiştir. 34. Bunun için tumlacak yollardan biri hedefi maksimize eden eylemleri aramak yerine "tatmin eden" (satisfying) eylemleri aramaktır. (49) Her eylem sonucunda ulaşılması gerekli hedef "umma seviyesine" bağlı olarak ortaya konulmakta, bu hedefi gerçekleştiren eylemlerin kolay bulunmasına veya bulunmamasına göre hedef değiştirerek tek bir çözüme ulaşabilmektedir. Bu halde dinamik bir karar verme süreci vardır. Hedef arama ve eylem seçimi bütünleştirilmiştir. 35. Tutulabilecek ikinci yol "ufak değişiklik" (incrementalizm) (50) metodudur. Bu metot mevcut gerçeği bir alternatif olarak kabul eden ve göreli olarak bundaki küçük değişikliklerle mümkün kayıp ve kazançları karşılaştırarak eylemi seçen yaklaşımdır. Eğer küçük değişmelerin istenilen sonuca ulaşamayacağı açıksa ve daha büyük düzeltmelerin sonuçlarının ne olacağı ancak mevcut durum kadar kesinlikle biliniyorsa büyük değişiklik yapılabilir. Bu ufak değişiklikler çok desantralize bir şekilde tek
tek kişiler tarafından, sırayla ortaya çıkan problemleri çözerek, arayıcı, hedeflerle araçları bir bütün olarak ele alan, pragmatik yaklaşım ise "disjointed iııcrementalism"dir. Böyle bir karar modelinin eylemleri toplumsal bir optimuma götürüp götürmeyeceği birçok şarta bağlıdır. Bu modelin çalışması için en önemli şart toplum içindeki çelişkilerin minimum olması ve yüksek derecede fikir birliği (consensus) olmasıdır. Bu şart özellikle yeni gelişmekte olan ülkelerde sağlanamaz. Çin (51) Kültür Devrimine bu şartı yerine getirmeye yönelmiş bir çaba olarak bakabiliriz. 3. Büyük değişmenin sonuçlarının tahmin edilme imkânları az ise ve küçük değişiklikler istenen sonuca ulaştırmıyorsa hesaplanmış bir riski göze alarak karara gidilebilir. 4. Çok büyük değişmeler istenmesi halinde ütopyacı yaklaşımlar kullanılabilir. Ütopyalar uzun vadeli hedefler üzerinde ısrara imkan verirler ve motivasyon sağlayan psikolojik bir fonksiyonları vardır. Tehlike, ütopyaların varlığında değil onu kullananın rasyonel hesaplamaya karşı kör- leşmesindedir. Ütopyalara aslında kendi içinde dengelenmiş bir hedefler bütünü olarak bakabiliriz.(welfare function) 5. Diğer yaklaşım, toplumsal refah (welfare) fonksiyonu yazlamadığına göre, bir kişinin hedefler fonksiyonu toplumun hedef fonksiyonu haline getirilebilir. (52) (diktatörlük modeli) 2.
DeğiĢme Büyüklüğü ve Karar Rasyonelliği
Yukarıda verilen yaklaşımlarda rasyonel karar modelinin çalışma derecesinin, eylem sonunda meydana gelmesi umulan değişmenin ne derecede "büyük / küçük" olacağına ve bu eylemin sistem içindeki etkilerinin neler olabileceğini bilmemize bağlı olduğunu görüyoruz. Aşağıda Lindbl- com'un bu iki boyuta göre karar yaklaşımlarını sınıflayan grafiği bazı değişikliklerle verilmektedir. Bu grafik göstermektedir ki rasyonel karar modeli daha çok ufak değişiklikler yapılması halinde söz konusudur. Kalkınma tipi plan yapan plancı ise sistemin yapısında büyük planlı değişmeler yapmak durumundadır. Bu halde rasyonel karar verme modelleri çalışmamaktadır. Planlamada rasyonel karar verme imkânlarının varlığını test etmekte kullandığımız iki boyut, değişikliğin büyüklüğü ve değişik sonuçlarının anlaşılma derecesi, planlamaya rasyonel karar vermekten farklı sorumluluklar yüklemektedir.
Plancının varlığı bir anlamda toplumda değişmeler meydana getirebileceğine ve daha iyi bir topluma geçilebileceğine inanmasına bağlıdır. Plancının bu değişmeyi ne kadar az kontrol edebildiği ve sistemin özelliklerinin plancıyı nasıl bağladığı, dolayısıyla plancının ancak kısmi değişiklikler yapabildiğini düşünürsek, plancı için uzun süreli hedefini gerçekleştirmesinde arka arkaya verdiği kısa süreli kararların önemi açıktır. Plancı bu kararları, kendi hedefleri açısından rasyonel olarak vermektedir. Plancının bu kararlarını içinde vermekte olduğu mevcut dengenin şartları plancıya göre irrasyoneldir. O halde plancı irrasyonel bir matriks içinde eylemde bulunacaktır. (Buradaki tanımımızda, teşekkül etmiş, rasyonelliği üstünde fikir birliği bulunan bir toplum düzeninin çevreye uyumunu, küçük değişmelerle sağlayacak olan plancıdan bahsetmiyoruz. Mevcut bir sistemin çevre ilişkilerine reaktif bir düşüncenin (planlamanın) rasyonelliğinden söz etmek daha kolavdır). Yapısal değişmeyi öneren aktif yaratıcı düşünce yeni ideallerle dolu olacaktır. Bunlar, toplumun yerleşmiş değerleri ile savunulamaz, onlarla çatışma halindedir. Bu halde plancı yeni düşünülen hedeflere göre irrasyonel bir matriksten, rasyonele geçecektir. Bu ise mevcut düzenle çatışmayı içinde bulundurur. Planlama çalışmasının yapıldığı anda eğer toplum için bir refah fonksiyonu yazılabilse idi (bunun mümkün olmadığını gördük) plancı toplumunkiyle çatışacaktır. Böyle olunca plancının eyleminin rasyonelliğinin toplum içinde yayılmasını bir "difusyonist" süreç olarak düşünmek gerekir. Bu halde aynı eylemin rasyonelliği zaman içinde artmaktadır. Planlanmış eylemin sonuçlarının anlaşılmasının artması rasyonel karara imkan vermektedir. Burada anlaşılma, toplumsal refah fonksiyonunun maksimize edilmesine imkan verecektir. Toplumsal refah fonksiyonunun yazılmasındaki kavramsal güçlükleri gördük. Toplumsal yarar ve toplumsal paha kavramları ise bu halde yardımcı planlama kavramları olarak ortaya çıkmaktadır. Burada bunların iç ilişkileri üzerinde durmayacağız. Yalnız plancının rolünü açığa çıkarması bakımından toplumsal refah kavramlarından bir anlamda bağımsız olarak tariflenen sosyal paha (53) kavramı üzerinde duralım. Sosyal paha, özel kişilerin faaliyetlerinden doğan kamu kaybı veya üçüncü kişilerin kaybı olarak ele alındığında plancı bunu minimize etmeğe çalışmaktadır, bu ise özünde bir taraf tutmayı içinde barındırır.
***
Plancı kamu yararını artırıcı, sosyal pahayı azaltıcı ve topluma büyük değişmeler getirici tutumuyla, bir taraf tutma, mücadeleye ve çatışmaya girmek durumunda kalır. Böyle bir planlamanın varlığını koruyabilmesi ise (planlama-politika) bütünleşmesi sağlandığında mümkündür. Mükemmel Kontrol Var mıdır? Rasyonel hesaplama modeli çalışmasında önemli pratik ve kavramsal güçlükler olduğu gibi, kontrol sürecinde de önemli pratik ve kavramsal güçlükler vardır, başka bir deyişle mükemmel kontrol imkanı yoktur. Koordinasyonun en yüksek olduğu sosyal sistemler olan sosyal organizasyonlarda dahi mükemmel kontrolün varlığı ileri sürülememektedir. Kontrol sürecinin mükemmelliği, karar verme sürecinin mükemmelliğinden bağımsız değildir. Kontrol gereği, toplumda desantralize ünitelerin bağımsız olarak karar verdiklerinde merkezi halde verilecek karardan farklı karar vermekte olmalarından doğmaktadır. Kontrol, bağımsız karar ünitelerinin farklı karar verme davranışlarından doğmuş olmaktadır. Kişilerin kontrolü daha çok sübjektif alanda olmaktadır. Burada kişinin gerek çevre şartlarını algılama ve değerlendirmesindeki sübjektiflik gerek hedeflerindeki farklılıkların kaldırılması sübjektif sahada çalışmaktır. Kişinin eylem teorisindeki sübjektif sahayı bilmeyi gerektirir. Toplum içinde sistemin karmaşıklığı dolayısıyla kontrol indirect olmayı gerektirir. Dolaylı kontrollerin sistem içindeki etkisinin umulandan çok veya az olması beklenebilir, bu halde gerekli düzeltmeleri yapmak üzere sistem içinde geri besleme mekanizmasının kurulması gerekir. Prensip olarak, kişilerin psikolojik "alanını" (fıeld) değiştirerek kayıp, paha ve mükafat, kazanç ummalarına etki ederek kararları ve reaksiyonları kontrol edilmeğe çalışılmaktadır. Dahi (54) toplumda dört tip kontrol tekniğinden bahsediyor. C.l. Anında alan kontrolü: Bir kişinin toplum içinde bulundukça devamlı olarak etkisi altında olduğu kontroldür. Dil, toplumun değerleri, şahsiyet yapıları, farklı seviyelerde böyle kontroller oluşturur. Bu kontrol, bilinçli istenerek yapılan kontrol olmadığı için bir anlamda planlamanın karşıt tezidir. Fiyat sistemi böyle bir kontrol sürecidir. Bu, idealde liderlerin lider olmayanlar ve lider olmayanların liderler üzerinde kontroluna imkan verir. C.2. Düzenlenmiş alan kontrolü: Bu, kişilerin eylemi üstüne kasıtlı olarak yapılmış etkileri içinde bulundurur. Emir dışındaki yollarla, haber,
teşvik, kışkırtma vb. kişilerin belli eylemde bulunmalarını sağlamaya yönelmiştir. Bu planlamayı ayırdığımız fonksiyonel sınıflamadan (F—2) refah devletinin planlama anlayışına tekabül eder. Kontrol biçimine göre yaptığımız sınıflamada ilk dört tip (K-l, K-2, K-3, K-4)5e tekabül eder. C.3. Emredici Kontrol: Önemli, fakat organizasyonlarda büyük ölçüde, emirle kontrol edilen eylemlerin sayısı toplam eylem içinde oranı sınırlıdır. Bu hiyerarşik bir kontrol düzeninde liderlerin, lider olmayanlar üzerindeki kontrol biçimidir. Planların kontrol tiplerine göre yaptığımız sınıflandırmada (K-6, K-7)'ye tekabül eder C.4. Eylemlerin karşıtlığı: Gerçekte bir sosyal sistem içinde kontrol nadiren tek yönlüdür. Pazarlık "bargaining", liderlerin liderleri kontrolü, "polyarchy" böyle süreçlerdir. Planların kontrol tiplerine göre yaptığımız sınıflandırmada verilen yarışma tipi de (K-5) böyle bir kontrol biçimidir. Planlama kademeleri arasındaki kontrol sorununa ve planlama organizasyonu içindeki kontrole ışık tutması yönünden, organizasyonda kontrol sorununun ne tür problemler çıkardığını inceleyen üç teoriyi görelim. 13. Merton'un (55) sistem önerisi kontrol isteğinin varlığına bağlıdır. Üst kademelerce konmuş olan bu istek davranışlara dayanmayı (tahmin ve ölçme) gerektirir. Bu ise gayrişahsi temas kurmanın, organizasyon kurallarının içe sindirilmesini gerektirir ve karar verme tekniğinde kategori- zasyona yol açar, yaratıcı alternatifi kaldırır, katılanların davranışlarında rijiditeye sebep olur. Bu rijidite mekanizması emirlerin güvenilirliğini artırır, kişilerin eylemlerini savunmalarını kolaylaştırır fakat bu kararların etkilediği kişilerin isteklerine uyum yapmasını azaltır. 14. Selznick (56) ise kontrol mekanizmasında yetki devri dolayısıyla ortaya çıkan diğer bir tip kontrol sapmasından bahsediyor. Yetki devri, ihtisaslaşmış eğitimi gerektirir, bu ise yetkinin devredildiği kimselerin değiştirilmesini pahalı hale getirir. Bu halde tali ünitelerin hedefleri arasında farklılaşmalar doğar. Eğer organizasyonel tali hedeflerin içe sindirilmesi yüksek ise bunun önemi artar. Tali ünitelerin başarıları ile birlikte yetki devri hızlanır, bu ise tali hedeflerin gelişmesini sağlar. Bu şekilde yetki devrinin amaca ulaşmada hem fonksiyonel hem organizasyon amaçları bakımından fonksiyonel olmayan etkileri vardır. Selznick'in postula-
sına göre gerek amaçların başarılması, gerekse başarılmaması yetki devrini hızlandırıcı etki yapar. • Gouldner'de (57) benzer şekilde bir alt sistemin dengesini devam ettirmek için konulan kontrolün "geri besleme" (feed back) mekanizmalarıyla bütün sistemin dengesini nasıl bozduğunu göstermektedir. Kademeli (hiyerarşik) kontrolün teşkili için gayri şahsi temas kurma ve iş kurallarının konulması organizasyon içindeki güç ilişkilerini gizler, görünen güç azalır. Organizasyonel hedeflerin yeterince içe sindirilmemesi halinde başarılar bu hedeflerden saptığında üst gözetimin yakınlaşmasını gerektirir bu ise görünen kuvveti artırır ve çalışma grubu içinde gerilimler doğurarak müesseseleşmiş kurallara göre oluşmuş dengeyi bozar. Gerek sosyal sistem ölçüsünde, gerekse sosyal sistemler içinde koordinasyonun en yüksek olduğu organizasyonlarda kademelenme bakımından mükemmel bir kontrol yoktur. Çok dar anlamda planlamanın hiyerarşik bir kontrol biçimi olması kabul edilse bile, bunun diğer kontrol biçimleri ile olan karşılıklı ilişkileri söz konusudur. Gerek bir sosyal sistemde gerek bir planlama organizasyonunda sadece bir tek tip kontrol biçiminin olacağı düşünülemez. Bunların bir karışımı olacaktır. Örneğin bir ülke içinde çeşitli planlama kademeleri veya bunun paralel olduğu yönetimsel kademeler arasındaki ilişkiler düşünüldüğünde, planlama kademeleri arasında emredici (hiyerarşik) ilişkiler bulunduğu kadar, yarışma tipi, pazarlık tipi ve ani yaygın alan kontrolünün bir kompozisyonu bulunmaktadır. Planlamanın toplum üzerindeki kontrolü de benzer şekilde bir karma kontroldür. Mükemmel Hesaplama ve Kontrolün Eleştirilmesi Planlama Yapılması Gereğini Ortadan Kaldırır mı? Yukarıda planlama için gerekli rasyonel hesaplama ve etkin kontrolün eleştirisini yaptık. Bu eleştiri bizi planlamanın bu unsurları mükemmel değildir, o halde planlama yapmayalım sonucuna götürmez. Bu eleştiri belirli bir seviyeye ulaşmış hesaplama ve kontrol usullerinden planlamada nasıl faydalanmamız gerektiği yolunda sonuçlar çıkarmağa yarar. Planlamanın gerekli olmayacağını göstermek, önerilen alternatif sistemle (piyasa ve fiyat mekanizması) yapılacak karşılaştırmaya dayanır. F—3 ve F—4 bakımından (kişi ve organizasyon) bu zaten bir alternatif
değildir. Kişi ve organizasyon belirli bir alan kontrolü içinde eylemlerini seçeceklerdir. Bu alan kontrolü birçok halde piyasa mekanizması olmaktadır. Piyasa mekanizması ancak genel sistem açısından F—1 ve F-2'ye bir alternatiftir. Piyasa modeli rasyonel hesap ve etkin kontrol modelinin eksikliklerini ve ek birçok eksikliği bulundurduğu için ve yukarıdaki eleştirilere rağmen hesaplama ve kontrol modeli belirli bir düzeye ulaştığı, eylem ve ileriyi görme yarıçapları belirli değerleri aştığı için planlama müessesesi doğmuştur. Bu anda artık tartışma, planlama veya planlamama değil, en iyi planlamanın nasıl yapılabileceği üzerinedir. Şimdi sorun rasyonel hesaplama kontrol işlerinin etkinliğinin, ne tip planlama yöntemleri ile ve nasıl artırılabileceğidir. 15. Doğru tutum, mantıksal tutarlılık arayışıyla, buluşa açık bir sezginin karışımı olan heuristik yaklaşımı kullanmaktadır. 16. Sisteme yapılacak etkiler için "karakutu" (black box) yöntemini kullanmak, yapılan etki ve onun tepkisiyle, bunun kararlılığını inceleyerek iç ilişkilere girmeden karara varmak. 17. Değişken adetlerini, aggregasyon seviyelerini artırarak azaltmak, azaltılmış değişkenler ile problemleri önce genelde çözmek ve daha sonra focus artırarak özele, mikro düzeye inmek. Bu halde genelde kaba değişme yüzeyleri bulunmakta, sonra bunun üstünde mahalli optimumlar aranmaktadır. (Bu planlamanın kademelenme ihtiyacının nedenlerinden biri olmaktadır.) 18. Kararlarda sistemin belirli aralıklardaki performansını optimum yapmağa çalışmak. Zaman içinde kararları parçalara bölmek. Bu Bellman (58) ve Pontryagin prensibine dayanmaktadır. Dinamik programlamanın kurucuları deterministik ve sıra ile alman kararların araştırılmasında, bir optimal politikanın ancak suboptimal politikalardan teşkil edileceğini göstermişlerdir. 19. Planlama tipi kontrollerle beraber çalışan, otomatik yaygın kontrol süreçlerinden yardımcı olarak faydalanmak. 20. Hedefler ve değerler arasında kademelenmeler oluşturarak hedef çatışmalarını azaltmak, araçsal değerler geliştirerek değer adederini azaltmak. 21. Optimize ve maksimize edici eylemler yerine yeterli derecede tatmin edici hedeflerle çalışmak.
• Rasyonel kontrol ve hesaplama yalnızca bazı tekniklerin seçilmesine bağlı değildir. Sosyo politik sistem, sınıf yapısı, kültürel yapı, karar çevresi vb. etkileri tayin edici olmaktadır. Bunun değişmesi üzerinde politik eylemlere girerek rasyonellik imkanı artırılabilir. 6. Planlama Kademeleri Arası İlişkiler Planlamayı eğer baştan verdiğimiz tanım, rasyonel hesaplama ve etkin kontrol çerçevesinde kabul ederek, planlama kademelerinin ilişkileri üzerine öneriler geliştirmeğe çalışsa idik, planlama kademeleri arasında çok sıkı bir ilişkiler düzeni, birinden diğerine geçen bir kumanda zinciri önerme durumunda olacaktık. Şimdi rasyonel hesaplama ve kontrol imkanının özellikle öngörülen değişmelerin büyümesi halinde azalmakta olduğunu gördükten sonra önerilecek planlamalar arası ilişki biçimi değişecektir. Tartışma sonunda ulaştığımız diğer prensip ülkesel planla bütün kararların verilemeyeceğidir.27 Bu halde ülkesel plandan, diğer planlama birimlerine ve kişinin eylemine kadar uzanan bir karar kademelenmesi meydana gelecektir, (kaç kademe olması gerektiğini önceki bölümlerde gördük) Bu halde planlama hedefleri ile kişiye kadar inen desantralize kararların bütünleşmesi nasıl sağlanabilir sorusu ile karşı karşıya kalınacak demektir. Bu ise bütünleşme nedir veya nasıl tanımlanabilir sorusunu ortaya çıkarır. Bu problemi açıklamak için doğrusal programlamada desantrilize karar probleminin Dantzing Woolf5un (59) dekompozisyon prensibi ile çözümünü ele alalım. Bu problemde merkezi planlama, her bölgeye fiyat göndermekte, bu fiyatiara göre, her bölge hedef fonksiyonunu (üretim) maksimize etmekte ve sonucu, üretim hedeflerini merkeze göndermekte; merkez de bütün sistemin üretim miktarına ve merkezi kaynaklara göre yeniden fiyat belirlemekte ve bölgeye göndermekte, bölge yeniden bu fiyatlara göre hedef fonksiyonunu maksimize etmektedir. Ardışık yaklaşımlarla her bölge ve sistem kendisini hedeflerine göre maksimize etmiş olmaktadır. * Örneğin Yugoslavya'da desantralizasyon kararına geçmeden önce yıllık programın ağırlığı 3.300 pounda ulaşmıştı.
Bu örnekte desantralize karar üniteleri ile merkezi karar üniteleri arasında tam bir bütünleşme vardır. Böyle bir karar desantralizasyonunda yalnız rasyonel hesaplamada, mahalli şartların bilinmesindeki bilgi transferinde ekonomiler sağlanmış olmaktadır. Bu halde gerçek bir desantralizasyon yoktur. Bölgeler kendileri karar veriyormuş gibi görünmesine rağmen, hem bölgeler hem de sistem için aynı tip bir tek hedef fonksiyonu vardır ve bundan dolayı bütünleşme sağlanmıştır. Yalnız burada merkezi planlamaya düşen rol ilgi çekicidir. Merkez bölgelere üretim hedefi göndermemiş; fiyat gibi bir değer hükmü göndermiş ve kararlar arası koordinasyon dolaylı şekildeki bir kontrol ile bir çeşit alan kontrolü ile sağlanmıştır. Bu halde merkezi planlama örgütü optimum kontrol yolunu hesaplar hale gelmiştir. Gerçek bir desantralizasyon her karar ünitesinin aynı hedef fonksiyonuna göre değil başka hedeflere göre karar verdiği veya her karar ünitesinin birden fazla hedefi bulunduğu durumda ortaya çıkacaktır. Eğer hedef ayrılıkları veya çok hedeflilik varsa her tali ünitede, bir "sub"optimizas- yona gidiliyorsa, planlama kademeleri arasında bir serbestlik vardır. Bunlar bağımsız planlama kademeleridir. Bu halde desantralizasyon yalnız bir kararın yeri problemi olarak değil aynı zamanda hedef fonksiyonlarının karşılıklı ilişkileri sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Her karar organının hedefleri aynı tipte olmakla beraber birden fazla ise (genellikle öyledir) tek optimum bulunamayacak ancak belirli şartları sağlayan birden fazla çözüm bulunabilecektir. Bu halde bir tek hedefe göre optimumu bulmak diğer hedefleri bir sınır şartı olarak kabul etmek gerekir. Bu şekilde tatmin edici davranış yaklaşımı ile optimizasyon yaklaşımı kombine edilmiş ve bir hedefe, diğer hedeflere göre üstünlük verilmiş olmaktadır. Bu bütünleşmeyi ve etkililiği artırmakta, teknik yetersizlikleri kapatabilmek için sorunu tek hedefliliğe28 indirgemenin çok tehlikeli sonuçları olabilir. Tek hedeflilikten kaçınma sistem için bir hedef haline gelebilir. Bu halde desantralizasyon belirli (sınırlı da olsa) hedef farklılıklarına imkân vermekte bir araç olabilir. George OrwelPın 1984 antiütopyası böyle bir tek hedefliliğin, tam kontrolün eleştirisidir.
Eğer iki planlama ünitesinin hedefleri arasında çatışma varsa, bu planlama ünitesinin hedef çatışmaları, ya bir üst kademe içinde daha büyük sistemin hedeflerine göre çözümlenir, (hiyerarşik kontrol sorunu) ya da çözüm bir üst kademenin hesaplamasına bırakılmaz pazarlık tipi (bargaining) bir sürece bırakılır. Bu ise eylemlerin karşılıklılığına bağlı kontrol biçimine dayanan ilişki demektir. Bu halde probleme pazarlık sürecini etkileyen kuvvet sorunu girer. Üniteleri tek tek kişilere indirirsek poliar- şik bir kontrol biçimi ortaya çıkar. Bu halde bir üst planlama kademesinin görevi, genel hedefler, değerler gibi ünitelerin genel hedeflere uygun hareketini sağlayacak, doğrudan doğruya ve dolaylı kontrol yollarını hesaplamak olacaktır. Planlama, en genel kademeden kişiye kadar inen kontrol biçimlerini hesaplamaya indirgenmektedir. Planlamanın başarısı, alt kademede eyleme yönelmekte, çevre şartlarına uymakta yaratıcılığa imkan vermekte ve hedef çoklulu- ğunu sağlamakta serbesdik dereceleri ve pazarlık için kontrollü sahalar bırakabilecek, kontrol biçimleri hesaplamakta olacaktır. Bu ise genel yönetim yapısı ile planlamanın bütünleşmesini gerektirir. Bu açıdan bakıldığında merkezi planlama, kontrol yolları veya teşvik vasıtaları (bilgiler ve değerler vb.) hazırlamak haline gelmektedir. Böyle bir anlayış içinde planlamanın hesaplamasında yapılacak sapmalar da bir çeşit kontrol biçimi haline gelmektedir. Merkezi plan diğer kademelerin üretim hedefini yüksek tutarak gerilme yaratmakta ve diğer planlama kademelerinin tepkisini yükseltmektedir. Bu ise planlamada "optimum ta- utness" kavramını ortaya çıkarmaktadır. Bu, planlama kademeleri arasında ne kadar gerilme yaratmanın optimum olacağı sorunudur. Bu tip değerlerin ve teşvik unsurlarının planlaması demek, kişinin veya karar organının objektif çevre şartlarına tepkisi yoluyla eylem biçimlerine karar vermesindeki sübjektif değerlerin kontrolü demektir. Eğer bu saha tam kontrol edilebilirse kişilerin ve kademelerin eylemleri arasında tutarlılık kendiliğinden doğacaktır, ve desantralizasyon imkanı artacaktır. Mao'nun ilk yazılarında ileri sürdüğü "bilinçli eylem'5 (60) kavramı ve Kültür Devrimiyle yapmak istediği budur. Eğer bu başarılabilirse bürokrasi modelinin ortadan kalkması demektir. Vietnam ve gerilla savaşları bu yoldaki kanıdar olmaktadır. (61) Bu halde planlamanın F—1 fonksiyonlarını görebilmesi için bir anlamda F-4'ün varlığı yeter hale gelmektedir. Böyle sübjektif alanda bir birleşme,
özdeşleşme sağlayabilmekte temel şart ise sınıf çelişkilerinin ortadan kalkması olmaktadır. Burada planlama politika bütünleşmesi tekrar ortaya çıkmaktadır. Karar çerçevelerinin kısa süre içinde sübjektif sahada içe sindirilmesi söz konusu olamaz. Kişi ancak uzun sürede içe sindirilmiş değerlere göre hareket eder. Burada içe sindirme hızındaki gecikmeler tek tek kararların uyumunda sapmayı kaçınılmaz kılar. Bu ise hiç olmazsa belirli bir zamanda (geçici olabilir) alan kontrolünden başka hiyerarşik bir kontrolü (minimum da olsa) gerekli kılar.
KAYNAKLAR
22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30.
R.A. Dahi; C.E. Lindblom: Politics Economics and Welfare. Harper and Row. Publishers. 1953 C. Bettclheim: Sosyalist Planlama, Evren Yayınları. 1965 G. Myrdal: Beyond the Welfare State, Yale University Press. 1960 T. Parsons ve N.J. Smclser: Economy and Society The Free Press. 1956. s. 143 L.R. Peattie: "Reflections on Advocacy Planning" Journal of the American Institute of Planners. Mart 1968 J. Tinbergen: Central Planning, Yale University. 1964 J. W Dyckman: "Planning and Decision Theory" J. A.LP. Kasım 1961 K. Manheim: "From Trial and Error to Planning" The Planning of Change. Editörler. W G. Bennis, K.D. Benne, R Chin. Holt Rinehard and Wins on Inc. 1961. S. 34- 38 P. Davidoff ve T.A. Reiner: "A Choice Theory of Planning" J.A.I.P. Mayıs 30.
31. 32. 33. 34. 35.
15 16 17 18 19 20
T. Parsons. E. A. Shils editörler: Toward a General Theory of Action. Harvard University Press. 1951 O. Lange: "Sosyalist bir Ülkede Planlamanın Rolü" İktisadi Kalkınma yazıları O.D.T.Ü. 1966 WW Rostow: The Stages of Economic Growth. Cambridge University Press. 1964 T.C. Anayasası: Resmi Gazete, sayı: 10859, 20.Temmuz 1961 J. Dakin: "An Evaluation of the Choice Theory of Planning" J.A.I.P. Feb. 1963 L. A. White: The Evolution of Culture. Mc. Graw - Hill Book Co. 1959 J. R. Seeley "What is Planning Definition and Strategy" J.A.I.P. No. 2 Mayıs 1962 M. E. Olscn: The Process of Social Action. Holt, Rinehart and Winston. 1968 E. H. Litchfield: "Genel Bir Yönetim Teorisi Üzerine Notlar" Amme İdaresi Dergisi, Mart 1969 L.H. Gulick ve L. Urwick, Editör "Papers on the Science of Administration" New York. 1937 R. Frisch: "Oslo Decision Models" Memorandum of the University Institute of Economics. Oslo. 1957
35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35.
J.Tinbcrgen: Economic Policy Principles and Design. North Holland Publishing Company, Amsterdam, 1964 United Nations: Programming Techniques for Economic Development. Programming Techniques Series No. 1. A. Kaufman: The Science of Decision Making. Word University Library. 1968 R.S. Bolan: "Emerging Views of Planning" Journal of the American Institute of Planners, Temmuz, 1967 I.Tekeli: "Ülke Ölçüsünde Fiziki Planlamanın Teorik sorunları ve Bugünkü Müesseseler Çerçevesinde Türkiye için Bir Ülkesel Fiziki Plan Yaklaşımı" 1. Milli Fiziki plan Semineri, Mimarlar Odası, Ankara, 1968 Arif. T. Payaslıoğlu: Merkezi İdarenin Taşra Teşkilatı Üzerinde Bir İnceleme T.O.D.A.İ.E. ve DPT ortak yayını, 166 D.R. Grant: "Inter Governmental Megalopolity A Comparison of Perspective" Public Administration Review, Mayıs- Haziran, 1969 W Israd ve T.H. Tung: "Some Concepts for the Spatial Analysis of Spatial Organization" P.P.RS.A. cilt 12- 13, 1963 J. Marschak: "Efficient and Viable Organizational Form" Mason Haire (Editor) Modern Organization Theory M. Sviridoff: "Planning and Participation" Planning For Social Change. Proceeding of AIP Fifth Biennial Government Relations and Planning Policy Conference A.I.P 1969 W Isard: ibid. B J. Berry: Central Place Studies: Regional Science Research Institute, 1965 W Christaller: Central Places in Southern Germany Prentice Hall Inc. 1966 P. Ylvisaker: "Some Criteria for a 'Proper' Areal Division of Governmental Powers" Editör Arthur Maass; Area and Power A Theory of local Goverment. The Free Press of Glencoe Inc, 1959 G. Sorokin: "Optimum Organisation of National Economy: Branch and Territorial Planning" Editör E.A.G. Robinson: Economic Development: Mac Millan Co. 1965 A. Waterson: Planning in Jugoslavia. The Economic Development Institute. The John Hopkins Press, 1962 R.A. Dahi ye C.E. Lindblom: ibid J. G. March. H. Simon: "Cognitive Limits on Rationality" Organisations John Wiley and Sons, 1958 Gunnar Myrdal: "The Necessity and Difficulty of Planning the Future Society" Editör. W R. Ewald: Environmet and Change, Indiana University Press, 1968 D. Braybroke C. Lindblom: Strategy of Decision. The Free Press of Glencoe
35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35. 35.
M. Hairc: "What is Organised in an Organization" M. Haire (Editör): Organization Theory in Industrial Practice. New York, Wiley, 1962 B. M. Richman: "Capitalists and Managers in Communist China" Harvard Business Review, Haziran- Şubat, 1967 M. Albrow: "The study of Organizations Objectivity or Bias" Editör J. Gould, Penguin Social Sciences Survey, 1968 P. Davidoff vc T. A. Reiner: "A Choice Theory of Planning" Journal of the American Institute of Planners, Mayıs, 1962 T. Parsons ve N. Smelser: ibid. İlhan Tekeli: ibid E. B. Mc Neil; Editör: The Nature of Human Conflict. Prentice Hall Inc. 1965 J. G. March ve H. Simon: ibid. H. A. Simon: Models of Man. John Wiley Pub. 1957 D. Braybrooke ve C. E. Lindblom: ibid E.L. Wheelwrigt: "The Cultural Revolution in Chine" Monthly Review, Mayıs, 1967 K. Arrow: Social Choices and Individual Values. John Wiley, 1964 K. W. Kapp: Social Costs of Private Enterprise. Harvard, 1950 R. A. Dahl C. E. Lindbloom: ibid R. K. Merton,"Bureaucratic Structure and Personality" Social Forces, 1945 P. Selznick: TWA and the Grass Roots. Berkeley, 1949 A. W Gouldner: Petterns of Industtrial Bureaucracy Glencoc III. 1954 R. Bellman: Dynamic Programming. Princeton U. P. 1952 Baumol-Fabian: "Decomposition, Pricing for Decentralization and External Economics" Management Science, 1964 S. R. Schram: The Political Thonght of Mao Tse Tung. Praeger University Series, 1963 R. Blackburn: "A Brief Guide of Bourgeois Ideology" Editörler: A. Cockburn ve R. Blackburn, Student Power, Penguin Book, 1969
PLANLAMADA GELECEK, İMGELEM, UYGULAMA*
1. Hangi Sorunlar İçin Gelecek, İmgelem ve Uygulama Bugün ülkemizde her konuda olduğu gibi mimarlık ve şehircilikte de çeşitli sorunlar var, acaba bu sorunları yeterince algılayabiliyor ve tanımlayabiliyor muyuz? Ancak çok sınırlı bazı konularda yakın bir gelecekte neler olacağını tahmin etmeğe çalışıyoruz. Örneğin önümüzdeki 15-20 yıl içinde şehirlerimizde 15-20 milyonluk bir nüfus artışı olacağını öngörüyoruz, fakat gerçekte bunun ne demek olduğunu, yani gelecekte ne tip organizasyonel problemler çıkaracağını ve şehirlerimizde ne tip bir ölçek değişmesi olacağını düşünebiliyor veya görebiliyor muyuz? Böyle şehirsel bir yığılmanın nedenlerinin, gücünün, ölçeğinin ne olduğunu tasarlayabiliyor muyuz? Acaba şehirleşmenin ülkemize özel olan veya olmayan bu sorunlarının çözümü için, şehircilerimiz, mimarlarımız, sosyal plancılarımız yeterli sayıda alternatif ortaya koyabiliyorlar mı? Eğer bu konularda sorunları yeterince gören ve çözümleyen plancılarımız varsa bile, bunlar çözümlerini diğer plancılara, karar organlarına ve topluma anlatabiliyorlar mı? Sorunlara gerçekten yeni bir bakış açısı getiren olumlu çözümler karar organları üzerinde de ne derecede etkili olabiliyor? Bugün için bu sorulara kolaylıkla olumlu cevaplar veremiyoruz, çok kere cevaplarımız olumsuz oluyor. Hemen hemen bütün problemlerimizi, günlük çıkar düzeninin kısır döngüsü içinde çözmeğe çalışıyoruz. İşte planlarımız, uzun sürelisi, kısa sürelisi; getirdikleri tekliflerin, çözümlerinin bırakalım yeterli olmasını, * Nisan 1968 PAU Konferansı serisi için hazırlanan bildiri. İlhan Tekeli: Planlama ve Ülkesel Fiziki Planlama Üzerine, OTDÜ Mimarlık Fakültesi, Ankara 1971, ss. 51-64
ne kadar düşünülmüş olduğu, ne kadar rasdantısal olduğu konusu kuşkulu. Bu planları kimler hazırlıyor? Ne kadarı onların, ne kadarı diğerlerinin günahı? Türk teknisyenleri içinde yaratıcı düşünceye sahip olanlara ne kadar olanak veriliyor, uygulama şansı tanınıyor? Hâlâ en ufak sorunlarımızı yabancı uzmanlara, yabancı firmalara çözdürme hastalığı ve alışkanlığı devam ediyor. Türk teknisyenlerine, sanatçılarına kendi sorunlarını kendilerinin çözmesi şansı verilmekten çekimliyor. Mimarı, şehircisi yaratıcı olarak kendisine toplum içinde seçkin bir yer arıyor, yıllardır bunun kavgasını sürdürüyor. Ama işte yapılarımız, işte şehirlerimiz. Ne kadarı bu yaratıcı düşünceyi aksettiriyor, toplum içinde bu seçkin rolü istemekte olan mimarlarımıza ve şehircilerimize hak verdiriyor? Toplum içinde bunların imtiyazlarının artırılmasının bize daha iyi yapılara sahip olma ve daha iyi şehirlerde oturma imkanı sağlayacağı konusunda bugünkü örnekler ne kadar ümit veriyor? İşte sık sık karşılaştığımız birçok sorun, biz bunları çözmeğe değil bunların çözümünde belirli bir görüş açısına ve yaklaşıma sahip olmanın imkanlarını savunmağa çalışacağız. Bu yaklaşımda üç kavram ağırlık noktasını teşkil edecektir. Geleceğe dönük olmak, kısa sürenin ve yakın çevrenin şartlandırmalarından kurtulmaya çalışarak imgelemin (muhayyile, imagination) imkanlarını yeterince kullanmak ve bunu uygulamak için uğraşmak eylemin bilinçleşti- rici, yaratıcı, dolayısıyla devrimci özelliklerinden faydalanmak. 2. Gelecek, İmgelem ve Uygulama Gelecek tasarımı, imgelem ve uygulama birbirlerini etkileyen karşılıklı ilişkileri ile sosyal organizasyonların evriminde önemli roller oynuyorlar. Şehir de bir sosyal organizasyon olarak bu evrimde yerini alıyor. Toplumların evriminde insanın araç yapma özelliğinin (teknolojinin) tayin edici rolünü biliyoruz. İnsan doğayla olan ilişkilerinde araç kullanır. Ama insan doğuştan bir içgüdüyle bilmez, araç yapıp kullanmayı deneylerle, uygulayıp yanılmayla bulur. (1) Bütün canlı varlıklar doğa ile karşılıklı bir metabolizma ilişkisi içindedir, dünyadan sürekli bir şeyler alır-verir, aracısız bir alış veriştir bu. Canlı varlıklar içinde yalnız insanın ilişkisi tasarlanmış bir metabolizmadır. (2) Diğer taraftan insan, doğayı etkiler ve değiştirirken kendi tabiatını da değiştirir, yeteneklerini geliştirir, böylece eylemin, uygulamanın devrimci bir yönü oluşur. (3) Zaman içinde bu
karşılıklı ilişkiler devam eder ve sonuçları birikir. Birikimin sonucu ise geleceği tayin eder. Burada geleceği şekillendiren iki mekanizma görüyoruz, yaratıcı düşünce ve imgelem esas harekete geçirici güç oluyor, bunların uygulanması ve sonuçlarının birikmesi ise geleceği belirliyor. insanda, araç amaçtan önce gelmekte, amaç aracın kullanılmasına göre açıklanmaktadır. İnsanlar teknolojide oldukça hızlı gelişmelerine rağmen, teknolojinin toplumda, toplum yararına kullanılma imkanlarından yeterince faydalanamamışlardır. Teknolojinin imgelem, uygulama arasındaki toplum yararına kullanılması çeşitli nedenlerle önlenmiştir. Hâlâ dünyanın büyük bir kısmındaki gerilik, azınlıktakilerin refahının temeli olmaya devam etmektedir. Bu teknolojik bir zorunluluk değildir. Böyle bir ilişkinin devam ettirilebilmesinde geri kalmışların isteklerinin bir gelecek imgelemi içinde geliştirilmesinin önlenmesi önemli faktörlerden biri olmuştur. İnsanların isteklerinin geliştirilmesi derecesi, teknik imkanların kullanılmasının derecesini etkileyecektir. Teknik şartlar, tasarımdaki imkan ve elverişlilik seçimi kriteri olarak, imgelemin uygulamaya geçişindeki en önemli sınır şartı olmaktadır. Ama bu sınırın toplum yararına sonuna kadar kullanılması gereklidir. Böylece gerek teknolojinin gelişmesinde gerekse teknolojinin toplum yararına kullanılma imkanlarının arttırılmasında imgelemin ikili rolünü gördük. Bu konuda teknolojik imkanların kullanılmasında isteklerin bir gelecek imgelemi içinde geliştirilmesinin rolü yalnız toplumda gruplar arası farklarda değil aynı zamanda konular arasındaki farklarda da kendini gösterir. Örneğin teknolojinin sınırları uzay alanında veya askeri amaçlarla sonuna kadar zorlanırken, içinde yaşadığımız şehir mekânlarının tanziminde aynı ölçüde zorlandığı söylenemez. Schelling'e (4) göre "bilmede objelerin yansılarını (kopyalarını) ediniriz, eylemde ise bilinç kendi örneğine (tasarımına) göre objeye müdahale eder; bilmede pasif kalırız, eylemde ise hür ve aktif oluruz55 eyleme geçmek ve uygulamak için çözümlerimiz (tasarımlarımız) ve araçlarımızın olması gerekir. Bunların düşünülmesi ve seçilmesi ise imgelem sorunudur. Tasarım uygulama süresince devam eder. Burada birikim ile uygulama arasındaki imgelem açısından olan fark üzerinde durmak yerinde olacaktır sanıyorum. Birikimde, uygulanan yolun veya teklifin toplumun malı haline gelişi söz konusudur. Uygulamada ise toplumca kabul edilin
ceye kadar geçen süredeki deneme işlemi önemlidir. Bu tip uygulamada imgelem açıktır. İmgelem, yaratıcılığına devam etmektedir. Toplumda kabul edildikten, bir kalıp (pattern) haline geldikten sonraki tekrar edici uygulamalarda ise imgelem pasiftir. Bu halde toplumda bir süreç tamamlanmıştır. Tekrar olayı ise başka bir zamanda başka bir kişinin veya aynı kişinin imgelemini harekete geçirebilir. Bu, yeni bir sürecin başlaması demek olmaktadır. İmgelem uygulamayı ittirmekte, uygulama da tekrar imgelemi harekete geçirmektedir. İkisi arasında bir çoğaltan tesiri vardır. Kişilerde harekete ilerde ve plancılarda bir şehir organizasyonu biçimi belirli bir şehir ünitesi, veya şehir silueti isteği tasarımı sırasında uygulama ihtiyacı da birlikte doğar. İmgelemi zayıf tekliflerin uygulama heyecanı yoktur, çünkü güçlü bir isteği yoktur. Plancılar yaratıcı oldukları kadar uygulama imkanı arayacaklar, uygulama imkanı buldukları kadar yaratıcı olacaklardır. İnsanın içinde bulunduğu toplumsal şartların bilincini belirlediği, kavrayış gücüne sınırlar çizdiği doğrudur. Ama bilinç sadece bir pasif yansıma değildir. Bilinç gerçeğin doğru bir tasarımı, içinde bulunduğu zorunlulukların bilgisi haline geldikçe pasiflikten kurtulur. (5) Kendisini tutsak- laştıran belirlenimleri aşar. İnsanın geleceğe yönelmesi, yöneldiği geleceği tanımlayabilmesi bu gelecekteki istekler cümlesini çizebilmesi, bugünkü gerçekle bağını kurabilmesi imgelemi yalnızca pasiflikten kurtarmaz, imgelemin yönünü de çizer. Tanımlanmış bir geleceğin özlemini duyan toplumlarda, böyle bir geleceğin özlemi olmamasına göre çok daha yönlenmiş bir yaratıcı imgelem olacaktır. Geleceğin yeterince tasarımı yalnız imgelemi yönlendirmiyor, uygulama imkanlarını da artırıyor. Uygulama imkanlarının artışı ise geleceği daha çabuk inşa ediyor. 3. Bağımsız Değişken Olarak İmgelem Bu üçlü terimin birbirini tamamlayan, birbirini kışkırtan girift ilişkilerine rağmen, imgelemin bunlar içinde bir başlatıcı ve ittirici rolü olduğunu gördük. Burada karşımıza çıkan sorun imgelemin toplumda ne ölçüde bağımsız olarak geliştirilebileceğidir. Kişilerin imgelemlerinin, yeni buluşlar yapmasının, yeni ilişkiler kurmasının belirli şartları var mıdır? Acaba bu tamamen toplum şartları ile mi belirlenmiştir? Ne ölçüde bir esneklik söz konusudur? Bu şartlardan kurtulmanın yolları nelerdir?
Tek tek kişiler arasında imgelem bakımından farklar olmakla beraber büyük gruplar arasında doğuştan gelen farklar olmadığını biliyoruz,(ırk, sınıf vs. gibi). Diğer taraftan belirli toplum şartlarının imgelemi geliştirdiğini gözlüyoruz. Hatta belirli mekan biçimlerinin, mekanların birbirine geçtiği bölgelerin yaratıcılık olayının arttığı mekanlar olması çok muhtemeldir. Sınır biçimleri ile yapılan buluşlar arasında yüksek korelasyonlar olduğunu görüyoruz. (6) Gerçek üstücü sanatçılar imgelemi geliştirmek için çeşitli teknikler kullanıyorlar. Eleştiri ve alay ile yeni bir şey ortaya çıkarabilmek için gerçeği yıkmağa çalışıyorlar. Rastlantı, hayal, fantezi, düş, kimyevi tahrik unsurları, otomatik yazı, yeni kombinasyonlar elde etmek için mekanik süreçler vs. geliştiriyorlar. (7) Ama uygulama ve fayda ile bağlarını kurmamışlar. Bazı araştırmacılar, sanatçılar çeşidi konularda yeni çözümler bulmak için imgeleme ikameler arıyorlar. Bu ikamelerden biri doğaya başvurmak oluyor. Doğanın insan yaratımına katkısı olarak "insanın imgelemi ne kadar zengin olursa olsun doğanınki bin kez daha zengindir, onun sırlarını çözebilmek için unutulmuş patikalardan ilerlememiz gerekir ve bazen bizi bilinmeyen evrenleri bulgulaya- cağımız tepelere götürür" diyorlar. (8) Eğitim ile imgelemenin gelişmesini herkes kendi hayat tecrübesinde yaşıyor. İmgelemin güç beğenirlik ve razı olmama ile de arttığını biliyoruz. Bir şehir plancısı, bir mimar bir tasarım çözümü aramağa başlarken çözümün ne olacağını bilmez ama çözümün kalitesi hakkında bir umma düzeyi vardır. Bir tasarım böyle bir düzeye ulaşma isteğinin doğuşuyla başlar. Bu umma düzeyi ile bulduğu çözümün uyumlu hale gelmesi, karar verme dinamiği bakımından önemlidir. Bir tasarımcı çalışması sırasında umma düzeyini yükseltir. Eğer umma düzeyine uygun alternatifleri kolayca bulamıyorsa, uzunca bir süre çalışmadan sonra umma düzeyi düşer ve umma düzeyi ile bulduğu çözüm birbiriyle uyumlu hale gelir. Bir şehirci veya mimar karar verdiğinde böyle bir dengeye ulaşmıştır. Böyle bir dengeye ulaşabilmesi için kendisine ve imgelemine güvenmesi gerekir. Daha iyi bir çözüm bulma ümidi oldukça bu dengeye ulaşamaz. Bu
denge tasarım yapanın kendi içindedir, toplum açısından başarılı bir çözümün kriterleri ise çok farklı olabilir. Bu uyum noktasının yükseltilmesi, hem eğitiminin, hem de toplumdaki sosyal hareketlerin ve beğeninin fonksiyonudur; İmgelemin geliştirilmesinin toplumun yapısından oldukça bağımsız olarak ele alınabileceği çeşidi yolları gördük. Bu da bizim imgelemin geliştirilmesini bazı problemlerin çözümlenmesinde bağımsız değişken olarak ele alabileceğimizi gösteriyor. İmgelem Kriterleri ve Sınırları İmgelem yeni ilişkilerin tasarımı demektir, imge zihnin katıksız bir yaratışıdır. İmge bir karşılaştırmadan değil birbirinden az çok uzak iki gerçeğin yaklaştırılmasından doğar. Yaklaştırılan gerçekler ne kadar uzak iseler imge o kadar güçlü olur. (9) İmgelemin bu şekilde ölçülmesinde toplum açısından nötr bir yaklaşım söz konusudur. Bu tip imge (10) veya buna dayanan sanat herhangi bir şeyi ifade edebildiği gibi hiçbir şeyi de ifade etmeyebilir. Böyle bir imgenin doğruluğu yanlışlığı söz konusu değildir. Eleştirilemez. Resim alanında yaratıcılığın kişiye bağlı olması dolayısıyla, fayda açısından test edilmesinin anlamı olmayacağı ileri sürülse bile şehir planlama insan ihtiyaçlarına cevap oldukça bu ileri sürülemez çünkü sosyal bir temeli vardır. Mimarlık bir sanat olarak sosyal düzene dayanır. Onun estetik değeri veya bütünlüğü belirli bir sosyal düzenle doğrudan doğruya ilgilidir İmgelemin hem bu ihtiyaçların doğuşu üzerinde etkisi vardır hem de çözümü üstünde. Böyle olunca planlama ve mimarideki imgelem nötr olarak başı boş bırakılamaz, diğer bir ölçünün veya kriterin konulması gerekir. Bunu imgelemin sistemde etkenliği artırma derecesi olarak alabiliriz. Burada etkenliği en geniş anlamıyla yorumlamak gerekir, ekonomide verimlilik iken mimaride ve şehircilikte o mekanda elde edilen tatmin hissi vb. olabilir. Etkinlik ise bir hedefe göre tayin edilebilir. Bu ise toplumda kendiliğinden veya ideolojik olarak, belirlenmiş bir evrim yönü varsa o olacaktır. İmgelemi yorumlamakta birbirinden bağımsız iki kriter tanımlamış oluyoruz. Birisi orijinallik diğeri ise faydalılık olmaktadır. Bir imgelem ürününü (mimaride veya şehircilikte olsun) incelerken bu iki kritere göre birden değerlendirmek gerekir. Yani bu kriterlerin sonuçları toplam şeklinde değil çarpım şeklinde değerlendirilmelidir. Bu iki kriterden birinin sonucunun sıfır olması halinde nihai
sonuç sıfırdır. Faydalılık sıfır ile bir arasında bir değer olabilir. Orjinalli- ğin büyük değerler alması düşünülebilir. Bunlardan imgelemin sonsuz bir orijinallik yaratıp yaratmadığını görmeğe çalışalım. Eğer sanat bütün ön şartlardan bağımsız olsa idi ve yalnızca spontan ifadelere dayansa idi karşılıklı anlaşma ve haberleşme aracı olarak anlamı kalmayacaktı. (11) Dolayısıyla sanat belirli ölçekte de olsa eski alışkanlıklara bağlı kalma durumundadır. Bu bir anlamda imge sonsuza gitse bile ürününün sonlu orijinallikte kalması zorunluluğunu gösterir. Yalnızca spontanlık kendi başına muhabere edilebilir veya kavranabilir, iletişilebilir bir şey üretemez. Tamamen yaratıcı elemanlar anlaşılmaz olacaktır. Bunun anlaşılabilir olması orijinallikten belirli bir fedakârlıkla olur. Bütün sanat şekillerinde bu söz konusudur, belki küçük belki büyük gruplar içinde nakledilebilir (communicable) olmalıdır. Mimarlık ve şehirciliğin de yalnızca küçük gruplar içinde nakledilebilir olması yeterli değildir, bütün toplum içinde anlaşılabilir, hissedilebilir olmalıdır. Dolayısıyla mimarlık ve şehircilik tekliflerinin ortak imgelere dayanması gerekir, demek ki imgelemin şehircilikte ve mimaride toplumsal olması gerekir. Bu bir mimarın veya şehircinin yeni teklifler yapmaması demek değildir. Bir yeni şehir çözümünün, bir yeni yapı anlayışının başlangıçta herkesçe anlaşılıp benimsenmesi gerekmez, yaymak ve bunu anlaşılır hale getirmek toplumun imgesi ile çakıştırmak da şehircilere ve mimarlara düşen görevdir. Bu arada ütopik şehir planları ve uygulamaların önemli rolleri olacaktır. Böyle bir yeniliğin yayılması iki farklı grup için söz konusudur. Birincisi yapanlar yani şehirciler, plancılar ve mimarlar arasındadır, burada taklidin önemli rolü vardır. Feodal devredeki usta çırak ilişkileri ile gelişen yapı ve şehir düzenlerinde bu rolün önemini çok iyi görüyoruz. Bu kavram içinde taklidin kötülenen değil pozitif bir rolü vardı. Uygulamanın sonuçlarını toplum yararına yaymaktadır, ikincisi ise alanlar arasındadır. İki taraf imgelemenin bir uyuma girmesi gerekir ve yahut fark azalmalıdır. Farklar böylece azaldıkça sanatçının eseri toplumca benimsenecektir. Dolayısıyla salt orijinal bir sanattan ve salt geleneksel bir sanattan bahsedilemez. Bir sanatta her şeyin orijinal olmasının pratik olarak mümkün olmaması bir yana, her şeyin orijinal olduğu bir ortamda hiçbir şey orijinal olmayacaktır. Ancak geleneksellik orijinaliteye imkan verecektir. Gelenekler ve toplum yapısı orijinalliğin oluşması için gerekli şartları sağ
larken, onun değerlendirilmesi için standartlar da verecektir. Örneğin bir şehir düşünelim, her elemanı birbirinden çok farklı bir şehir, bir kaos olacaktır. Bir şehri diğerlerinden ayıran onun özellikleridir. Ama böyle bir ayırımın varlığı, büyük ölçüdeki müşterekliliklerin varlığına bağlıdır. Bir şehrin belirli noktalarının çekiciliği bunun etrafındaki diğer müşterek dokudan farkı dolayısıyladır. Her noktası ve her elemanı özel olsa idi şehrin hiçbir noktası özel olmayacaktı. Burada tekrarlamanın (taklidin) imgelemin ifadesine imkan verme- sindeki olumlu rolünü gördük. Bu rolü ile tekrar, bir bulgunun mekan içinde ve toplum içinde yayılmasını sağlayan bir mekanizma olmaktadır. Bunun toplumda devamlılığı sağlama, etkinliği artırma gibi bir rolü vardır. Burada anlatılan tekrarlama, toplum içinde bulgunun yayılma süreci olarak düşünülmelidir. Eğer birbirinden farklı iki toplum arasındaki taklit olayı varsa ancak alan ve veren toplumların yapıları arasında bir benzerlik olduğu zaman verimli olabilir. Eğer bu benzerlik yoksa böyle bir işlev göremez, boşuna bir çabadır. Bir mimarın veya şehircinin çözümlerini bulmada tek kaynağı kendisi olamaz. Çeşitli uygulamaların birikiminden öğreticiliğinden faydalanır, yani bir kültürel temele dayanır. Şehirci ve mimar böyle bir çerçeve içinde imgelemini ve kendi anlatış biçimini elde eder. Alışılmışlık ve anlaşma bu düzeyde olmalıdır. Eğer anlaşma yüzeyde ve yalnızca görüntüde kalan rahat bir tekrarlamaya gidiyorsa ve farklı kişilerin ve ülkelerin uygulamaları böyle yüzeyde bir aktarmaya uğruyorsa, toplumda taklit imgelemin yerini almış demektir ve çok olumsuz bir durumdur. Böyle bir yaklaşımın toplumda yapan ve alan arasındaki imgelem uyuşmasını sağlaması beklenemez. imgelemin ürünü toplumda nasıl bir tepki görecektir. Bu konuda yukarıda imgelemi tanımlayan iki kriter yol gösterici olacaktır. Birinci kritere göre orijinallik değeri ne kadar yüksek olursa göreceği tepki de o kadar çok olacaktır. İkinci kritere göre faydalılık ne kadar yüksek olursa göreceği tepki o kadar azalacaktır. Sanatçının, mimarın veya şehircinin yaratışında tek kaynak kendi tecrübesi değildir, bunun üzerinde çeşitli etkiler kesişir. Kişilik yapısı sosyal nedensellikler vb. Sanatçı kişilik yapısına veya yönelmelerine göre sosyal nedensellikler tarafından bırakılan çeşitli imkanlar arasından seçme bağımsızlığını devam ettirirken, kendisi için yeni imkanlar yaratma duru
m tındadır. (12) Bunlar yaşadığı toplumun şartları tarafından sınırlandı- ıı Isa bile, yaratıcı kişi yeni anlatım biçimleri bulur. Sanatçı için çizilmiş pozitif sınırlar yoktur, konulan sınırlar negatif karakterdedir. Yani yapabilecekleri değil yapamayacağı şeyler belirtilmiştir. Eğer toplum içinde çelişmeler kalmazsa bu sınırlar hissedilmez, kişinin imgesi ile toplumun imgesi genellikle çatışmaz. Toplum içinde çelişmeler artarsa bu görüntüler arasında farklılık artar ve toplumun sınırlamaları açıkça hissedilir. (13) Cîerçek ve İmgelem İmgeleme rasyonelliği artırmada rol düştüğü kadar, gerçeği anlamada da rol düşüyor. Gerçek, rasyonellik ve imgelem birbirlerine karşı olan değil birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Gerçeklik hiçbir zaman ayrı ayrı birimlerin aralarında hiçbir bağ olmadan yan yana durup, yığılması demek değildir. Gerçek bu birimlerin arasındaki ilişkilerdedir. Bu ilişkilerin tasarımı gereklidir Biz yaşantımızda gerçeğin çok az bir parçasını gözleriz veya duyarız, hakiki gerçek bu eksiklikleri doldurarak imgelem elde edilecektir. Burada çift yönlü bir yorumlama her zaman mümkündür, hem kaçış, hem gerçeğe yaklaşış olabilir. Örneğin insan bulunduğu mekanı nasıl yorumluyorsa öyle algılar, büyük veya küçük. Eğer toplumda çeşitli sınıflar varsa bu farklı sınıflardaki kişiler gerçeği farklı algılayacaklardır, demek ki gerçekte bir çok yönlülük vardır. Eğer gerçek objektif olarak tanımlanmak isteniyorsa bu çok yönlülüğü ifade edebilmelidir. Bu çok yönlülüğü kavrayabilmekte imgeleme düşen rol önemli olmaktadır. Örneğin Ankara'da Kavaklıdere'nin anlamı, bir Al- tındağ'lı, bir Bahçelievler'li, bir Kavaklıdere'li için çok farklıdır. Demek ki bir Kavaklıdere'nin anlatılmasında gerçeğin bu çok yönlülüğü kapsan- malıdır. Bir şehir plancısı tasarımda gerçeğin çok yönlü tasarımını yapabilmelidir. Yalnız kendisinin gerçeği tek yönlü algılaması yeterli değildir. Bir kişi devamlı olarak kendi günlük işlerinin dar çerçevesi içinde kalırsa, kendi durumuna karşı soru soran bir tavır takınmayacaktır. Kendisinin gerçekte daha büyük bir sistemin parçası içinde olduğunu algılayamayacaktır. Ancak belirli bir kriz anında kendisini, algıladığı çerçevenin dışını hissedebilecektir. Bu görüş genişlemesi ise kendi deneyinin verdiği imkan ölçüsünde sınırlı olacaktır.
İnsanın deneyi ve imgelemi geliştikçe daha büyük çevrenin gerçeklerini algılayabilecek, kendisini daha büyük sistemlere entegre edebilecektir. 4. Gelecek (Şehir) Planlama ve İmgelem Planlamada imgelem geleceğe yönelmiştir. Gelecekte yeni ilişkilerin tasarımını kuracak ve gelecekteki etkililiği artıracaktır. Burada uygulamaya yönelmiş bir imgelem vardır. Bu imgelemin gelecekte uygulanabilir (uzun vadeli planlamada) bir çözümü tasarlayabilmesi, gelecekteki çevre şartlarının veya geleceğin doğru tahmin edilebilmesine bağlıdır. Bu doğru tahmin aynı zamanda geleceğin meydana gelişinde plancının rolünü artıracaktır. Gelecek bir plancının önünde nasıl yer almaktadır? Bizim plancı olarak geleceğe karşı durumumuz tam bilgisizlik değildir. Özellikle kısa süreler için ve makro büyüklükler için geleceğe ait oldukça güvenilir tahminler yapılabilir. İnsan toplumunda değişmenin ufak birikmelerden meydana geldiğini gördük. Bu birikmelerin hızını ancak geçmişteki tecrübelere bakarak tahmin edebiliyoruz. Fakat uzun süreler ve küçük ölçeklerde güvenirliğini kaybediyor. Geleceğin tasarımında planlamada çalışılan ölçeklere göre imgeleme farklı görevler düşüyor. Makro ölçekte, hesaplamaların tahminlerine yol göstermesi ile geleceğin kaba bir tasarımını kuruyor. Mikro ölçekte ise imgelemin göreli önemli artıyor, berrak ve tam tasarımlar geliştirmek gerekiyor. Bir ülke ölçüsünde planlama sorunları birinci hale örnek olurken, mimarı ölçek de ikinci halin örneği oluyor. Belki şehircilik, iki yaklaşımın da geleceğin tasarımında birbiriyle yarıştığı bir ara ölçeği teşkil ediyor. ABD' de yapılan bir araştırmada uzun süreler için ülke ölçüsünde yapılan tahminlerin hep gerçekleşen değerlerin altında kaldığı, şehirler gibi mahalli alanlara ait yapılan tahminlerin ise hep gerçekleşen değerlerin üstünde kaldığı gözlenmiştir. Ülkemizde yapılacak böyle bir araştırmanın pek muhtemel bir sonucu bu tahminlerimizin gerçek değerlerin altında kaldığı yolunda olacaktır. Ankara, İzmir vs. şehir planları örneklerinde oldu gibi. Toplumun statik bir devresinde bulunması plancıların geleceği algılamasında önemli bir sınırlama oluşturmuştur. Böyle geçmişe bakarak tahmin edebildiğimiz şeyler doğru olsa bile, sınırlı sayıdaki makro büyüklükler için söz konusudur. Burada plancının karşısına çıkan sorun geleceğe ait bazı özet ölçüleri tahmin edebilmenin
geleceği ne kadar tahmin etmek olduğudur. Örneğin bir şehirde önümüzdeki 20 yılda nüfusunun ne olacağını, bu nüfusun işgücü dağılımının ne olacağını tahmin etmek bizim gelecekteki şehir yaşantısını tahayyül etmemizde ne kadar ipucu vermektedir. Böyle oldukça az tariflenmiş bir geleceğe mikro ölçüde, örneğin yapı ölçüsünde veya mahalle ölçüsünde nasıl yönelebiliriz. Burada hesaplanan geleceğe ait belirli bazı bilgilerin eksikliklerini doldurabilmek tamamlayabilmek gerekir ve bu rol de şehir plancısının imgelemine kalmaktadır. Bir şehrin 15-20 yıllık geleceğinin bir kişinin veya küçük bir grubun imgelemine bırakıldığı ve bunun da test edilme imkanının olmadığı düşünülürse bu imgelem ürünü üzerinde toplumda nasıl anlaşmaya varılabileceği sorunu önem kazanır. Bir taraftan plancının geleceğe ait imgelemindeki yanılmalarının payını azaltacak şehir planlama teknikleri geliştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkarken, diğer taraftan ise şehir planlamasının toplumda müesseseleşmesi zorunluluğu belirir. Bundan önceki bölümlerde daha çok (mikro) mimari ölçekte imgelemin yerini alan taklidi görmüştük, imgeleme karşı diğer bir yaklaşım şehirsel ölçekte kendini göstermektedir. Acaba şehir veya metropoliten ölçekte bilgisayarların imkanlarına dayanan bilimsel yaklaşımlar planlamada imgelemin yerini almakta mıdır? İmgelemin planlamadaki rolü azalmakta mıdır? Burada da tekrarlama ile orijinallik arasındaki tamamlayıcılık gibi imgelem ile bilimsel yaklaşımlar arasında tamamlayıcılık olduğunu göreceğiz. Özellikle şehir planlaması ölçeğinde planlamanın ne kadar bilim ne kadar sanat olduğu tartışması bütün hızıyla devam ediyor. Şehir ölçeği bu sorunun en çok belirdiği ölçek olmaktadır. Şehir sorununa bilimsel yönden yaklaşan plancı bilimin matematiksel yönlerini kullanan niceliksel bir yaklaşıma sahiptir. Sanat ve moral yönünden yaklaşan plancı da tasarıma ve niceliksel olmayan özelliklere dayanır. Bu ikili ayrım sanıldığı kadar kesin bir "dichotomic" ayırım değildir. Tasarıma dayanan plancı bilimsel yaklaşımı olandan daha fazla sayıda yargıya varmak durumundadır, bu ise bir karşılaştırma gerektirir ve her karşılaştırma gibi niceliksel bir yön durumundadır. Bu tip, plancının çıkış noktasındaki inançlarıyla çelişki durumunda ortaya çıkmaktadır. Öyle ise yaratıcı metodarla bilimsel metodar arasındaki uygun ayrım nerede olacaktır. Bilimsel metodar genellikle açık ve belirli bir bilimsel
hazırlığı bulunan herkes tarafından uygulanabilir, tekrar edilebilir metotlardır. Yaratıcı metotlar daha çok kişilerin içlerine sindirilmiş küçük gruplara veya kişiye özel yaklaşımlardır. Herkese açık başka bir deyişle, ikinci tipe yaklaşabilmek çok az kişinin olanakları içindeyken birinci yaklaşım daha fazla kişiye açık bir yaklaşımdır. Bugün için bizde şehir plancılarımızın çoğunluğu ikinci tip şehir plancısı olduğunu iddia ediyor. Birinci tip yaklaşımdan korkuyor ve çekiniyor. Tabidir ki bu şehircilerimizin hepsinin böyle üstün yeteneklere, kendilerine özel metodara sahip olduklarını göstermiyor. Bu durum böyle iddaların test edilmesinin güçlüğünden doğuyor, bir anlamda kaçış oluyor. (14) Planlama, özellikle şehir planlama sürecinde ne kadar imgeleme ve (ben ufkun karşıtı olarak bilgisayarı! alacağım) bilgisayara yer olduğunu görmek için kişinin ve bilgisayarın özelliklerini karşılaştırmağa çalışalım. Bunların ayrımı ve bir planlama konusunda hangisinin daha uygun olacağı bunların kapasitelerinin mukayese edilmesine bakar. İnsan aklının algılama kapasitesi çok yüksektir. İnsanın bilgisayarlara göre algıladığı bilgi miktar olarak yüksek olduğu gibi, bilgiyi karşılıklı eylemde bulunmaya dayanarak, çevresine ve kendi statüsüne göre organize etme yeteneği de yüksektir. Bilgisayarlar statik ve pasiftir, bilgilerinin organizasyonu amaçlı değildir, motivasyonu yoktur. İnsan beyninin topolojik ve "pattern" algılama kapasitesi çok yüksektir. Bilgisayarlar tarafından ikame edilemezler. İnsan algılaması değerlendiricidir, normatiftir. Beyin bir ağ şeklinde işlediği, linear veya sıra ile işlemediği için beynin sonsuz permutasyonlar ve kombinasyonlarla uğraşma yeteneği vardır, birçok kanalda birden bu tip ilişkiler arayabilir. İnsanın büyük ölçekte, permutas- yonel ve kombinasyonel ilişkilerle uğraşabilmesi (bu belki de kısmen bilinçaltında olmaktadır), büyük algı kapasitesi, bilgi tamamlama yeteneği, bir araya geldiğinde yaratıcı ve bulucu olmasına imkan verir. İnsan beyninin işleyişi kısmen kendisini kontrole açıktır, düzenli olarak denemeye az açıktır ve tam anlaşılamamıştır. Beynin kapasitesi sınırlıdır, insan bildiklerinin ancak özederini verebilir, bütün hepsini veremez. Buna karşılık bilgisayarların işleyişi gayet iyi bilinmektedir. Çok hassas işlemleri yapmakta ve küçük mantıki kararları vermekte çok hızlı ve hassas, aynı zamanda da çıktı kapasitesi çok yüksektir. (15) İki farklı özellikteki elemanın tabiidir ki planlama sürecinde birbirlerine üstün oldukları noktalar olacaktır. Bunların ikisinin imkanlarının bir
likte kullanılması ile daha iyi planlamalara ulaşmak mümkündür. Britton Harris bu tip yaklaşımları "pseudo scientific" olarak adlandırıyor. Üzerinde hemen hemen bütün plancıların anlaşmış oldukları bir doğrusal planlama süreci var, bu süreçte imgeleminin ve bilgisayarın rollerini bu açıdan inceleyelim. Amaçların belirlenmesi, tasarım alternatiflerinin bulunması, her bir alternatifin neticelerinin tahmini, seçim ve uygulama. İmgelemin, hedeflerin formülasyonunda rolü çok önemli olacaktır. İnsanlar ihtiyaçları için imgelem aracılığına başvurabilecekleri gibi, imgelem de yeni ihtiyaçlar doğurabilir. Bu imgelemin ne toplumdaki kompleks hedef formulasyonunun çok yönlülüğünü ve dinamikliğini ihmal ne de bilimsel yaklaşımın hedeflerinin açıklığa kavuşturulmasında rolü yoktur demektir, bu konuda imgelemin rolünün en iyi ne olabileceğini ütopik şehir planlarında görüyoruz. Tasarım alternatiflerin yaratılması süreci ise kombinasyonel ve topolojik özellikleri dolayısıyla buluşla ilgilidir. Bu süreç yaratıcı özü en yüksek olan aşamadır. Bu aşamadaki süreçte yüksek araştırma muhtevasında bilgisayarın imkanlarından bahsedebilirse de sürecin esas olarak yaratıcı olması niteliği ortadan kaldırılamaz. Yeni isteklerin ortaya çıkarılması ve bunu karşılayacak alternatiflerin miktarı şehir plancısının yaratıcılığının fonksiyonudur. Alternatif sayısını artıracak rasyonel yollar bulmak da imgeleme bağlıdır. Tasarım alternatiflerinin geliştirilmesi sürecinde de imgelemin sınırları ve kriterleri hakkında söylediğimiz tüm sözler geçerlidir. Plancı alternatiflerini geliştirirken birçok metottan yararlanabilir, fakat sonuçta geliştirilen alternatiflerin verilen hedefler sistemiyle uyumlu olduğunu kanıtlayabilmektedir. Genellikle şehir planlamasında birçok hedefi tam belirli olmayan sınırlar içinde gerçekleştirmeye çalıştığımızdan deterministik olan optimize edici metotları tam kullanamayız. Dolayısıyla planlama sürecinin rasyonelliğini artırmak için alternatiflerimizin sayısı artırılmalı, bunlar arasından en iyisi seçilmelidir. Genellikle sistematik bir alternatif yaratma süreci kullanılmamakta, alternatif yaratma süreci kör kalmaktadır. Plancıya daha iyi alternatifin dışarıda bırakıldığını gösterecek bir metot yoktur. Plancı yeterli sayıda alternatif yarattığına umma düzeyi ile oluşturduğu alternatifin başarısı uyumlu hale geldiğinde karar verir. Şehir plancısı alternatiflerini geliştirirken zihninde bir stok olarak, çeşidi şemalar hakkında genel planlama fikirleri, ütopik plan teklifleri, diğer yerlerde uygulanmış plan örnekleri vardır. Bunların önemi, pratik hayat
taki etkililiklerinden çok tasarım yapana yardımcı olmalarındandır. Bunlar plancının geleneksellikle bağlarını kurduğu gibi imgelemin kombi- nasyonel çalışmalarını yaptığı esas blokları teşkil ederler. Bu stokun zenginliği plancının imgeleminin çözüm bulma imkanlarını artıracaktır. Burada da ütopik planlara düşen önemli roller yardır. Şehir plancısı alternatiflerini ortaya koyarken imgelemine yol gösterebilir. (16) Örneğin şehrin büyümesi "simulate" edilerek alternatifler yaratılabilir. Plancı kendisince en önemli gördüğü tek amacı optimize edecek çözüm arayabilir, yani kısmi optimumla çalışabilir. "Incremental süreç"te toplam planın bir ucundan başlayarak ve problemleri tek tek çözerek toplu çözüme ulaşabilir, sonuç yeterli değilse süreci tekrarlayabilir. "Karar Ağacı" yaklaşımında ise plancı bütün sınırlayıcı şardar ve standartları belirler ve kısmi çözümler arar. Bulunan çözümler birleştirilerek aralarındaki çatışmalar çözümlenir böylece nihai çözüme ulaşılır. Eklektik bir başka yaklaşım ise, küçük alanlar için kısmî çözümler geliştirilip bunları bütün sisteme ilişkin bir hedefe göre bir bütün olacak biçimde düzenlemeye çalışmaktır.Tüm bu teknikler imgelemi alternatif yaratmakta kışkırtır ve yol gösterir fakat imgelemin yerini alamaz. Şehrin kendisinin bir sistem olarak büyümesinin kuralları ve kanunları vardır. Şehirde hiçbir planlama faaliyeti olmasa dahi şehir bir yönde değişir ve yeni bir form alır. Plancının salt imgelemi ile bu form arasındaki farklılığın çoğalması toplum içindeki çatışmaların, varlığının habercisi olabileceği bir yana, plancının kendi imgelemini gerçekleştirecek araçlara sahip olup olmadığı sorununu ortaya çıkarmaktadır. Bu araçlarla imgelemin sapması arasında bir denge kurulmalıdır. Bundan sonraki aşama alternatiflerin sonuçlarının tahmin edilmesidir. Bilimsel süreçle üst üste binen bu aşama fiziki planlamada çok zayıftır. Özellikle planlamanın mekan ile ilgili sonuçlarının algılanmasında insan beyninin topolojik üstünlükleri imgelem yoluyla sonuç almaya imkan verir. Şehir planlamasında bir organizasyonun teşkili söz konusu olduğuna göre yapılacak tahminler birçok konuyu kapsayacaktır ve özü bilimseldir. Bu konuda son zamanlarda gelişen simülasyon tekniklerinin imkanlarından bahsedilebilir. Plancı bu aşamadaki zayıflık sonucu olarak tahminleri yapamaz durumda kalırsa seçme yapmadan karar verir. Bunun sonucu olarak tahmin aşamasında tasarım sürecinin içine girer. En kötü durumda, plancı için tasarım, tahmin ve seçme işlemleri böylece tek ey
leme indirgenmektedir. Bu aşamadaki sürecin geliştirilmesinde ise bilime ve bilgisayara önemli roller düşer. Planlamanın uygulama safhasında imgeleme düşen yaratıcı ve devrimci rolü önceki kısımlarda görmüştük. 5. Ütopik Şehir Planları ve Planlama Sürecindeki Yeri Türkiye'de ütopya oldukça negatif bir tavır takınmayı ifade için kullanılıyor. Sanki toplumumuzda gerçekçi olmağa çok önem veriliyormuş gibi. Gerçekçi olmamak bu kadar çok tepki görüyorsa neden gerçeklerimizin hâlâ bu kadar az farkındayız. Belki de ütopya'dan, yaratıcılıktan, imgelemden korkulduğu için çekinilmektedir. Yeni düşüncelerin gerçekleştirilmesi için gerekli gayretlerden kaçınmanın bir yolu onun ütopya olduğunu söylemek haline gelmiştir. Kelimenin bizdeki kavramı yıpratıcı kullanımına rağmen, ütopyayı imgelemin en uzun adımı olarak, olumlu bir yönelmeyi ifadelendirmek için kullanacağız. Bundan önceki bölümlerde planlama süreci sırasında isteklerin, amaçların formülasyonunda ve plancının alternatiflerini yaratmada kullandığı stokunu oluşturmak rollerini gördüğümüz, imgelemin çok aktif olduğu bu düşünceyi gerçek dünyasından ayırmakta, özgürlüğe kavuşturmakta, gereği gizlemeye karşı savaşta veya gerçeğin sınırlarını genişletmekte kullanılabilir. Bu şekli ile ütopya kavramı bir anlamda gerçeğin ilerisidir. Ütopya mevcut gerçeğe yabancı bir yönelmedir ama mevcut düzenin bağlarını çökertmeğe çalışmaz, bu ise ideoloji ile olan ayrımını ortaya koyar. Doğal olarak bu ikisinin birbirlerine geçiş sınırlarının neler olduğu hassas bir ayırımdır. Her devirde mevcut düzene göre ileri düşünceler olmuştur, fakat bunlar ütopyalar olarak fonksiyon görmezler, bunlar daha çok mevcut gelişme aşamasına uygun düzenin karakteristiklerine organik olarak bağlı ifadelerdir. Ütopya ise mevcut düzen açısından kısa sürede gerçekleştirilemez düşünceler olacaktır. Bu tip bir ütopya kavramı oldukça kapsamlıdır, çünkü gerçeğin dinamik özelliklerini tanımına katar. Gerçek devamlı olarak değişmektedir. Statik bir gerçek yoktur. Gerçekte değişme olduğu gibi ütopya da zaman içinde değişmeye uğrar. Ütopya ile mevcut düzen arasında diyalektik ilişkiler vardır. (17) Ütopya'ların çıkışı sosyal hayattan bağımsız değildir. Tarihi gelişmelerde ütopyalar birbirini takip ederler, çıkışları tarihi aşamalara bağlıdır.
Özellikle geçiş dönemlerinde, toplumlarda bir istek fantezisi olarak doğarlar. ABD'de endüstriyel döneme geçiş yıllarında oldukça kısa sürede yalnız şehir planlaması ile ilgili 200 kadar ütopik teklif yapılmıştır. Şehir planlarında ütopik tekliflerin endüstrileşme çağıyla önem kazandığını görüyoruz. Bunlar zaman içinde toplumun belli kesimlerince benimseniyor. Ebenzer Howard'in (18) "Bahçe Şehri", F.L. Wright'ın (19) "Broad acre City"si, Le Corbusier'in (20) "La Ville Radicuse" teklifleri ortaya çıktıkları zamanın ütopyalarıdır. Bugün için de kısmen uygulanmış ve uygulanmaya devam eden görüşlerdir. Ama bu, yeni ütopyalann ortaya çıkmasını önlemez. İşte bu günün şehir planlaması ütopyaları (21) "Instant City" "Mega Structures" ve "Platform" şehirleri. Bunların hangisinin etkili olacağı zaman içinde ortaya çıkacaktır. Ütopyalar yürürlükte olan planlamaya karşı tepki olarak planlama dışındaki bir idealin gerçekleştirilmesi yaklaşımıyla ortaya çıkar. En az iki vaziyet alış söz konusudur; 1) mevcut durumla tatmin olmamak, 2) insanın çevresini değiştireceğine inancı olması. Bu ütopya erişilmek istenilen durumun oldukça tam bir resmidir. Fiziki ve müessesevi yönleri olabilir ve bir hedefler durumunu belirtir. Bu teklif edilen şemalar daha iyi bir hayatı başarmak için gerekli olan büyük değişikliği tasvir eder. Fakat çıktığı zamandaki toplumun arzu ve isteklerine uygundur. Bu nedenle çıktığı dönemin özelliklerince belirlenmiştir. Hem sosyal hem fiziki ütopyalarda görünüşte total bir tanımlamaya yönelme varsa da ütopyayı yaratanlar gelecekte istenilen sistem için yalnızca bir kaç prensip seçer ve onun üzerinde dururlar. Aynen sosyal analizcinin analizlerinde kısmi olması gibi. Ütopik şemalar yaratıcısının özelliklerine bağlı olarak seçmeci ve keyfi olabilir. Riesmann (22) ütopik düşüncenin canlandırılmasını entelektüel bir iddia olarak görüyor, çünkü büyük alternatifler koymak mevcut alternatifler arasında, daha az kötüler arasından seçmekten çok zordur. "Ne olabilir?" ile uğraşmak "nedir?" ile uğraşmaktan çok cesaret istiyor. Dolayısıyla ütopyalar sanıldığı kadar kolay çıkmıyor. Bunun yerine anti ütopyalar meydana geliyor. M. Mead'in söylediği gibi "cehennem her zaman cennetten daha canlı ve daha ikna edicidir." Ütopyacı planlama düşüncelerinin şehirlerin düzenlenmesinde, sosyal harekederi başlatmak ve motivasyonları artırmak fonksiyonları yanı sıra şehir planlarının gelişmesine önemli katkıları vardır. Ütopik şemaların kat
kısı potansiyel olarak arzu edilenin ne olduğunu ortaya koymaktadır ve bir hedefler ve bunların ilişkileri şeması verilmiştir. Bu şekilde çok yönlü hedefler bütününü ifade etmek bunların göreli ağırlıklarını belirtmek imkanı ortaya çıkar. Ütopik şemalar şehir planlarının çok yönlü hedeflerini sergilemeyi kolaylaştıran bir yol olarak düşünülebilir. Ütopik şemalar kişilerin çevresine ait hedeflerinin geliştirilmesinde ve bunun hem yaratıcı hem de kullanıcı için müşterek bir hedef haline gelmesinde önemli rol oynamaktadır. İnsanların isteklerini geliştirmede imgelemin rolünü göstermektedir. (23) 2. Üzerinde ısrar edilen bu hedef alanları, toplumda kişilerin plan hazırlanmasında fikir birliğine varmaları gereken sahaların neler olacağını göstermesi bakımından ilgi çekicidir. 3. Bunun tersi olarak bir planlama sisteminde yapılacak kritiğin yönünün ne olacağını da tanımlayacaktır. Tartışmanın esas noktalarını ortaya çıkaracaktır. (24) 4. Şehir planlaması kendi teorisini geliştirdikçe ve açık hale getirdikçe kendi metodoloj isindeki ütopik elemanları nasıl ayıklayacağı sorusuyla karşı karşıya kalabilir. Ütopik elemanların alternatif normatif büyüteçlerden bakıldığında komünitenin nasıl göründüğünü değerlendirmekte her zaman fonksiyonu olacaktır. Belki de gerçeğin çok y5önlülüğünün şehir planlamasında test edilmesine imkan tanıyacaktır. 5. Şehir planlaması gelecekle ilgilendiği için, şehir planlamasının amaç ve değerlerindeki buluşlar ile araçlarındaki buluşlar veya eylemin yollarındaki buluşlarla ilgilenmesi zorunludur. Böylece ütopik şemalar buluşları, şehir veya diğer tip planlamalarda test etmek imkanını verir. (25) 6. Ütopyacı yaklaşımlar plancının plan tipleştirmelerindeki stokunu artırır. 7. Ütopyanın kendisinden çok ütopyacı süreç ilham ve gayreti teşvik eder. Eğer ütopyaya deneysel ve geçici olarak ve bilinçli olarak alternatifler aramak için yaklaşırsak statik katı ütopyaların zararlarından kaçınırız. Böylece şehirlerin planlaması için iki yaklaşım birbiri içinde eritilmiş olur. Gelecek, imgelem, uygulama kavramlarından daha çok yalnız ikisine, gelecek ve imgeleme dayanan ütopik planlama yaklaşımının şehir planla
masına getirdiği imkanları gördük. Demek ki kısa sürede uygulama zorunluluğunun imgelem üzerine koyduğu sınırlar vardır, ütopyada bu sınırların zorlamalarını elimine ediyoruz. Bu tartışmanın yarattığı çağrışımla geleceğin Türk şehri diye bir ütopya aranabilir mi veya bir kültüre özel ütopyalar olabilir mi sorusu sorulabilir. Kanımca sorunun cevabı hayırdır: Bunun bir çok nedeni var. Kişi ütopya olarak yeni bir değerler sistemi teklif ederken bulunduğu kültürün etkisi altında olmakla birlikte, yaptığı teklif bunlara karşıdır ve çok uzun süreye yöneldiği için üniversal karakterde olmak durumundadır, çünkü farkların değişmesini uzun süre için detaylı olarak tahmin etmek imkanı yoktur. Diğer taraftan toplumlar arasında ilişkiler arttıkça kültürel farkların da azaldığını biliyoruz. Dolayısıyla ütopik düşünce içinde belki yeni değerler teklifinin yanında, eski değerlerin bazılarının kalması istenilebilir. Ama bu, eski değerlere evrensellik atfederek yapılabilinir. Bir teklifin ütopya tanımına dönüşü ancak o kültürün dışına yönelmesi ve üniversal karakter alması halinde söz konusudur.
KAYNAKLAR
1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24.
Leslie A. White: The Evolution of Culture, Mc Graw Hill Book Company, 1959 Ernst Fisher: Sanatın Gerekliliği. De Yayınevi, 1968 Jean Freville: Toplum ve Sanat, İzlem Yayınevi 1963 Schelling S. Hilav: Gerçek Üstücülük, De Yayınevi, 1962 Regional Science Congress, 1966 J. Nyusten'in sınır durumları üzerindeki tebliği ile ilgili tartışmalardan. Yves Duplessis'in "Le Surrealisme" eserinden yapılan çevirilerden Gerçek Üstücülük De Yayınevi, 1962 H. Poincare: Mimarlık Mecmuası 1968 yılı 1. Sayı 1, Sayfa 27 Pierce Rcvcrdy: Andre Breton un "Gerçek Üstücülüğün Birinci manifestosu" Bak, Gerçek Üstücülük. De yayınevi, 1962 Herbert Read: The Grass Roots of Art, Meridian Books, 1961. Bölüm 3 Andre Breton: "Gerçek Üstücülüğün Birinci Manifestosu" Bak, Gerçek Üstücülük. De Yayınevi, 1962 Arnold Hauscr: The Philosophy of Art History, Meridian Books, New York 1963, Bölüm VI. Arnold Hauser: A.g.e Bölüm I E.G. Altouney: "The Role of Uncertainities in the Economic Evaluation of Water Resource Projects" Stanford University Institute of Engineering, Economic Systems, Report E. EP 7. 1963 Britton Harris: "The limits of Science and Humanism in Planning" Journal of AIP 1967 Eylül. Kevin, Lynch: "Quality in City Design", Unpublished Mimeograph M.I.T., 1965 Karl Manheim: Ideology and Utopia, International Library of Psychology Philosophy and Scientific Methods. 1936 Ebenezer Howard: Garden Cities of to Morrow, The MIT Press, 1965 F. Lloyd Wright: The Living City, Horizon Press, 1958 Le Corbusier: La Ville Radieuse: Elements d'unc Doctrine d'Urbanisme Pour LEquipement de la Civilisation Machiniste. Boulogne Editions de E Architecture d'Aujourd'hui. 1933 David Reisman: "Some Observations on Community Plans and Utopias, Yale Law Journal, Aralık, 1947 Margaret Mead: "Towards More Vivid Utopias" Science 1957 s. 126-158 Thomas A. Reiner: The Place of the Ideal Community In Urban Planning, Pennslyvania University Press, 1962. Martin Meyerson: "Utopian Tradition and Planning of Cities" Daedalus, 1961 kış sayısı.
PLANLAMADA HEDEFLER SORUNU* Giriş Bu yazıda ele alınan konu, genel olarak planlama sürecinde değer yargılarının yeri olarak adlandırılabilir. Planlamada değer yargıları konusunun Hirshman'ın1 terimleri ile esnekliği "latitute" yüksek, disiplin yönü az olması nedeniyle, bu konuda bulunacak çözümlerin de böyle bir yapıya sahip olması doğaldır. Bundan dolayı bu yazıda bir çözüm bulmaktan çok konu ile ilgili sorunlar ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bir planlama sürecinde değer yargıları yalnızca hedeflerin saptanması içinde yer almaz. Planlamada değer yargılarının aldığı yer, söz konusu olan planlamanın ölçeğine, kullanılan planlama stiline ve plancıların analizlerinde ele aldıkları sosyal sistem anlayışının biçimine göre değişir. Böyle olunca planlamada değer yargılarının yeri ve önemi seçilen planlama biçiminden bağımsız olarak tartışılamaz. Bu ilişki devamlı olarak göz önünde tutulmalıdır. Plancılar analizlerinde üç farklı sosyal sistem modeli ile çalışmaktadır. 2 Birincisi sosyolojinin geleneksel fonksiyonel analizi veya son günlerde daha çok kullanılan bir deyişle statik sistem modelidir. Bu modele göre "amaçlar" (goal) sistem içinde teşekkül etmiştir (emergent). Değişik çıkar gruplarının (interest groups) karşılıklı eylemleri ile meydana gelen bir * Amme İdaresi Dergisi T.O.D.A.İ.E. Cilt 7, sayı 2, Haziran 1974, ss. 22-44'te yayımlanmıştır. 36. Albert O. Hirshman: Development Projects Observed. The Brookings Instutition. 37. Robert Chin: "Utility of Systems Models and Developmental Models for Practioners".
denge, sistemin amaçlarını ortaya koyar. Bu modelde değişme, gerilimlerle (stress strain) sağlanır. Genellikle sistem, kendisinin bu gerilmelere uyumunu sağlar. Bu uyumun sağlanması sistemin hedeflerine göre olur. Bu modele göre plancıya düşen rol sistemin kuvveder dengesinin ortaya koyduğu hedeflere göre sistemin gerilmeleri azaltacak şekilde uyumunu sağlayacak (system maintenance) kararları üretmektir, ikinci model sosyolojinin geleneksel evrimsel modeli ya da dinamik sosyal sistem modelidir. Bu modele göre sistem devamlı olarak tek yönlü bir değişme veya evrim içindedir. Evrimin yönü üzerinde plancının rolü oldukça azdır. Bir anlamda hedef "ontolojiktir." Plancının rolü, bu evrim sürecinde potansiyel olanaklarla gerçekleşen değişme arasındaki farkları veya engelleri kaldırmaktır. Birinci ve ikinci haldeki bir sosyal sistem anlayışına sahip olan plancı için hedeflerin seçilmesi değil, bulunması ve ortaya çıkarılması söz konusudur. Hedefler üzerinde plancının aktif bir rolü yoktur. Sosyal bilimlerde planlamanın gelişmesine paralel olarak bir üçüncü modelin ortaya çıktığı görülmektedir. Sosyal sistemde isteyerek değişme yaratma modeli diyeceğimiz bu modelde, sistemin özellikleri ve parçaları sistem içinde bir kişi veya grup (plancı) tarafından konulan hedeflere göre değiştirilmek istenmektedir. Bu halde plancıların öngördükleri ihtiyaç veya isteklere göre ortaya konulan bir amaca ulaşmak için sistem değiştirilmeğe çalışılmaktadır. Bu halde hedef bilinçli olarak, isteyerek seçilmektedir ve plancı hedeflerin seçilmesi konusunda aktiftir. Bu üç modelin birbirinden tamamıyla bağımsız olmadığı kolayca gösterilebilir, fakat hedefler sorununu ele alan çeşitli bakış açılarını berraklaştırmak için bu ayırımı yapmakta yarar vardır. Örneğin üçüncü modele göre toplumda uygulayamayacağı hedefleri seçen veya seçtiği hedeflere uygun güce ve araçlara sahip olmayan plancı, sınama-hata yöntemi ile bekleyiş düzeyini (aspiration) değiştireceği ve planlama modelinin kendiliğinden birinci veya ikinci modele indirgeneceği söylenebilir. Aynı zamanda seçilen planlama ölçeği ve stiline göre de planlamaya değer yargılarının girdiği ölçekler ve biçimler değişik olacaktır. Bu noktayı daha açık hale getirmek için şehir planlamasında yarışan iki geleneksel yöntemi 3 bu açıdan değerlendirelim. 20. yüzyılın başlarındaki Alman rasyonalizasyon akımına paralel olarak gelişen, şehir plancısını şehrin M. M. Weber: Beyond the Industrial Age and Permissive Planning, Centre for Environmental Studies. WP. 18, 1968.
fiziki düzenlemesini etkin hale getiren bir şehir mühendisi olarak gören akımda, en önemli sosyal buluş minimum kaliteyi garanti eden teknik standartların kullanılışı olmuştur. Bu standartların arkasında deneysel (bilimsel) bulgular bulunmasıyla birlikte değer hükümleri ve hedefler de bulunmaktadır. Böylece bu tip bir planlamada hedef sorunu standartlara veya normlara dönüştürülmüştür. Hedefler belli normlarla ifadesini bulan sınır şartları haline gelmiştir. Şehir planlamasının sosyal reform hareketlerinden gelen diğer bir geleneksel ele alınışında ise şehir planlamasına bir sosyal değiştirme aracı olarak şehirde yaşayan kişilerin refahını ve yaşantılarını geliştirmek olarak yaklaşmaktadır. Bu halde hedeflerin üçüncü tipte incelediğimiz bir sosyal sistem anlayışı içinde ve sosyal sistemin tümü düzeyinde tanımlanması söz konusudur. Şehir planlamasının bu türdeki ele alınışında değer yargılarının planlamaya girdiği düzey, norm-standart düzeyinden, sosyal örgütlenmeye ait hedef düzeyine yükselmiştir, yani burada değer yargıları toplumun geleceğinin nasıl olacağına ilişkindir. Diğer taraftan parçacı (disjointed incrementalist) bir planlama yaklaşımına göre çalışan bir plancıyı düşünelim. Bu plancıya göre sosyal sistemdeki her ünitenin kendi güdülenmesini (motivasyonunu) en çoğa çıkaracak şekilde hareket etmesi gerekir. Bu halde kişinin içine sindirdiği değerler önem kazanmaktadır. Böyle bir temel varsayıma göre hareket eden plancı için önemli olan toplumdaki değerlerdir. Bu değerler sosyalizasyon süreci ile kişi tarafından içe sindirilmekte ve kişilerin güdülerini oluşturmaktadır. Buna göre eğer toplum düzeyindeki değerlerde bir değişme olursa sosyalizasyon süreci dolayısıyla belirli bir gecikme ile de olsa bireyin (ünite) davranışı veya kararları da değişecektir. İşte plancı bu dinamiği esas alarak çalışacaktır. Bu üç örnekte değer yargılarının planlamaya, dört ayrı düzeyde, (toplumsal değer, toplumsal hedef, norm-hedef, kişisel beklenti 'aspiration5) girdiğini gördük. Plancının çalışmalarda bunlardan hangisine ağırlık vereceği kendi karar çevresi ve planlama probleminin özelliği tarafından belirlenen4 bir planlama stili sorunudur. Değer-amaç-hedef-standart kademelerinden hangisi ele alınırsa alınsın bunların değerlendirilmesi "iyikötü" sözcükleri ile yapılır. Bunların Richard. S. Bolan: "Community Decision Behavior the Culture of Planning" Joıırnal of theAmerican Institute of Planners, September, 1969.
doğru veya yanlış olması söz konusu değildir. Felsefenin sınıflaması içinde "doğru-yanlış" bilimin sahasını teşkil ederken "iyi-kötü" ahlakın alanına girer. Biz değerlerin iyi-kötülüğünü bilimin alanı içinde inceleyememekle birlikte, bu değerlerin toplum tarafından benimsenip benimsenmediği- nin bilimin alanı içinde doğru veya yanlış kavramlarını kullanarak değerlendirebiliriz. Başka bir deyimle, değer yargılarının kullanımı da belli bir ölçüde, çeşitli kıstaslara göre doğru-yanlış ikilemi içine girebilir. Bu şekilde bir iyi-kötü ve doğru-yanlış kavramları ayırımı yaparak, plancı, hedeflerin ve normların belirlenmesini bilim dışında, ahlakın alanına bırakamaz. Ahlakın statik yapısı plancıya hedeflerin tayininde yol göstermekte yetersiz kalacaktır. İyi-kötü ve doğru-yanlış kavramlarının ayırımını yapmak, plancının diğer yargıları konusunda açıklığa kavuşmasına imkan verecektir. Plancının hedeflerini koymakta, normlarını seçmekte, toplum ve çevre sistemleri ile bunların dinamiğini incelemek esas yöntemi olacaktır; toplumdaki değerlerin ne olduğunun bu şekilde bulunması ise açıkça bilimin alanına girmektedir.5 Yukarıda da belirtildiği gibi böylece planlama içinde iyi-kötü kendi başına yer almayacak, plancının izlediği yönteme bağlı olarak, belli ölçütlere göre bazı sınırlar içinde ortaya çıkacaktır; bu ise doğru-yanlışla iyi-kötü- nün ilişkilerini kurmaya olanak sağlayacaktır. Şimdi genel olarak sözü edilen iyi-kötü seçmesi üzerinde durmak bazı faydalar sağlayabilir. Plancı hedeflerinden ya da normlarından söz ederken, önce belirli bir toplum için ve kısa süreli de olsa gelecekteki bir eylemi yönlendirmekten bahsetmektedir. Böyle olunca iyi-kötünün ne olduğu hem belli bir toplum için hem de belli bir zaman derinliği içinde tanımlanabilecektir. Bir adım ileriye giderek iyi-kötü tercihi yanında yeni bir seçme düzeyinin ortaya çıkması mümkün olabilir. Bu düzey "yapılabilir" değerinin diğerleri ile ilişkilendirilmesi demek olmaktadır. İlk bakışta, plancının iyi-kötü seçmesi mevcut teknoloji, kontrolündeki kaynaklar ve finansman olanakları ile sınırlıdır denebilir. Bu etmenler geniş ölçüde plancının iyi-kötü seçimini sınırlamaktadır. Ayrıca, plancının iyi-kötü seçiminin toplumca benimsenerek yapılabilmesi olasılığı, iyi-kötü ayrımı ile doğru-yanlış ayrımının birlikte ele alınmasını sağlamaktadır. Başka bir deyişle, planlamada iyiEric Jantsch: "From Forecastinpf and Planning to Folicy Sciences" Policy Sciences, 1. 1970.
kötü ile doğru-yanlış ayırımları yan yana yer almaktadır. Kısaca "yapılabilir" ve "benimsenebilir" aynı zamanda "doğrudur" yargısına dönüşebilmektedir.
2. Doğru-Yanlış, İyi-Kötü Kavramları ve İlişkileri6 Hedeflerden bahsederken ortaya çıkan iyi-kötü kavramlarının ne olduğu ve bunlara ilişkin yargılara nasıl ulaşıldığının cevaplandırılması, tartışmanın geliştirilmesi bakımından gerekli görülmektedir. Bilimin önermelerinin ya da doğru-yanlış seçiminin temelinde algılama ve deneyin bulunduğu bilinmektedir. Buna paralel olarak acaba iyi-kötü nasıl te- mellendirilebilirr1 Acaba iyi-kötü farklılığı bunların aklın ürünlerine dayanan seçmeler olmasından mı ileri gelmektedir? Reichenbach7 bu soruyu, Kant'ın bilginin bireşimsel deney dışı (sentetik apriori) bir yargı olduğu hakkındaki görüşünün duygusal algıya dayanan deneysel bilim alanında geçerli olmadığı gibi ahlak alanında da geçerli olamayacağını göstererek cevaplandırmaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse insan aklı zaman ve mekan boyutlarından bağımsız, evrensel bir ahlak sistemi üre- tememektedir. O halde ahlak normları da insan tarafından zaman ve mekan boyutlarına bağlı olarak duygusal algılama yolları ile formüle edilmektedir. Buna göre, "ahlak normları aklın bir ürünü olmadığına göre acaba bilginin ürünü müdür?" sorusu ön plana çıkmaktadır. Modern bilgi kuramına göre, bilgi ahlak formları veremez; çünkü bilgiden direktifler elde edilemez. Bilim, esas olarak önceden kestirmeyi sağlayan ifadeler vermektedir (predictive statement). Ahlak ise direktif biçiminde ifadeler vermektedir. Bir direktifin doğru ya da yanlış olarak sınıflandırılması söz konusu değildir. Her bilimsel ifadede Popper'in deyimiyle8 "potansiyel yanlış çıkarıcılar" bulunmaktadır, ancak bu ahlak ifadeleri için geçerli olmamaktadır. Günümüzde değer yargılarının bilimsel ifadelerin dışında tutulması çabasını bilimsel gelişmeye katkı olarak niteleyebiliriz. Ancak esas Bu bölümün hazırlanmasında ODTLPde Prof. Nusret Hızır tarafından norm kavramı üzerinde yapılan bir seminer çalışmasından yararlanılmıştır. Hans Reichenbach: The Rise of Scientific Philosophy, University of California Press. Berkley, 1968. ch. 17. Karl Popper: The Logie of Scientific Discorvery, Science Edition Inc, New York, 1961,
olarak sözü edilen çaba, bilginin uygulanması sırasında ortaya çıkan moral ya da felsefi sorunları çözmekten çok bunları konu dışında bırakmaya yöneliktir. Buna bağlı olarak da iyi-kötü ile doğru-yanlış ilişkilerinin ne olması gerektiği sorunu ayrıca çözümlenmelidir. Aristotales'in fiziğinden Galile-Newton fiziğine geçilmesi ile iyi-kötü bilimin alanı dışına çıkmış ve böylece bilim esas olarak doğru-yanlış ile ilgilenmeye başlamıştır. Bugün sosyal bilimler de doğa bilimlerini izleyerek iyi-kötü ayrımını konu dışında bırakmaya çalışmaktadır. Buna rağmen normatif ve gerçek bilim disiplinleri arasındaki ayırım tam olarak ortaya çıkamamaktadır. En basit düzeyde bu durumu dilin kullanımında görebiliriz. Günlük dilde doğru-yanlış ile iyi-kötü ayrımı çok defa birbirleri yerine kullanılmaktadır. Doğa bilimi her ne kadar iyi-kötü ayrımını konu dışında bırakmışsa da, doğa bilimlerinin uygulanması demek olan teknoloji içinde iyi-kötü ayrımı tekrar ortaya çıkmaktadır. Bilimin uygulanması ya da başka bir deyişle teknoloji, insan için ve insanın kontrolünde yürümektedir ve bu olgu ile bilimden çıkartılan iyi-kötü ayrımı teknolojide tekrar ortaya çıkmaktadır. Aynı biçimde sosyal bilimlerden ayıklanmaya çalışılan iyi-kötü planlama olgusu ile tekrar ortaya çıkmaktadır. Yalnız artık, önceden de belirtildiği gibi, iyi-kötü, doğru-yanlış Aristoteles'in bilim anlayışında olduğu gibi iç içe değil yan yana durmaktadır. Planlamada iyi-kötü kavramlarının ortaya çıkardığı sonuçlardan kaçınmak için bu kavramlar, doğruyanlış kavramlarına indirgenmeye çalışılmaktadır. Böylece iyi-kötü ve doğru-yanlış özdeşliği sağlanarak sübjektif değerlendirmelerden kaçınılıp, planlamada objektifliğe ulaşıldığı sanılmaktadır. Bu tip bir yaklaşım içinde planlama normları bilimsel bulgulara ve araştırmalara dayandırılmak istenilecektir. Örneğin sağlık ile ilgili şartlardan, şehir planlamasında kullanılan belirli normlar elde edilmeğe çalışılacaktır. Bu normların toplum içinde uygulanması söz konusu olduğunda, özellikle finansman limitlerinin varlığından dolayı, bu normların kararlaştırılmasında değer yargılarının etkisi kaçınılmazdır. Örneğin böyle sağlık şartlarına dayanılarak yapılan bir norm seçmesinde üstü kapalı olarak kişi hayatına bir paha biçilmiş olmaktadır. Ama yine de, doğrudan iyiye ve kötüden yanlışa bir akış kurulabilmesine rağmen, doğru-yanlışı, iyi-kötüye tüm olarak indirgemek mümkün olamamakta, ikisi de ayrı boyutlarda kalmaktadır. Iyi-kötüden kaçınmak için tutulan bir başka yol,
doğru-yanlıştan, doğrudan doğruya "faydalı-faydasıza" geçmeğe çalışmaktır. Faydalı-faydasız bir yorumdur ve daima eylemden sonra gelir. Deneysel doğru ile pragmatik doğru arasında daima ciyi5 vardır. Bu halde de iyi-kötü kavramlarından kaçınmanın olanağı yoktur. Uygulamada iyi-kötü kavramlarını kullanmaktan bir başka şekilde kaçınıldığı söylenebilir. Böyle bir kaçınmanın, "yapılmalıdır" kavramının "yapılabilire" indirgenmesi yoluyla sağlandığı görülmektedir. Özellikle uzay araştırmalarında teknik olarak başarılabilir hale gelmenin, bunun gerçekleştirilmesi için baskı yarattığı, dolayısıyla yapılabilirin, yapılmalının yerini aldığı ileri sürülebilir9. Böyle bir indirgemenin çok yüzeysel olduğu, toplumu kontrol eden çıkar gruplarının yararları ile çelişen teknik olarak yapılabilirlik düzeyine ulaşan birçok buluşun uygulamaya geçmediği açık bir gerçektir. Çeşidi örneklerde gördüğümüz gibi iyi-kötü kolaylıkla doğruyanlışa indirgen- memekte ve birbirinden bağımsız ayrı düzeyleri oluşturmaktadırlar. insanlar için önemli ve ilk olan, başka insanlarla beraber yaşayabilmeleri ve kendilerini bu acun içinde idare edebilmeleridir. Kronolojik olarak önce davranış söz konusu olduğu için, iyi-kötü başta, doğruyanlış, yanlış bilgiye dayandığı için sonra gelir. Başka deyişle, ilkin davranış ortaya çıkar; daha sonra bu davranışların düzeni hakkında bilgi meydana gelir. Doğru-yanlış, bu davranışlara ait ve bunları açıklayan önermeler üzerinedir. İnsanların iyi-kötü ayrımını ifadesi ve bununla ilişkili gerçeği gösterdiği sanılan yargılar için genellikle konuşma dili ya da başka deyimle obje dili kullanılmaktadır. Doğru-yanlışı belirten önermelerde ise obje dilinden farklı bir üst dil kullanılmaktadır. Planlamada iyi-kötü ulaşılacak sonuca aittir. Doğru yanlış ise bu sonuca ulaşmakta kullanılan yönteme aittir. Değer sistemleri10 en genelden başlayarak, değer-amaç-hedef-norm umma gibi özele inen aksiyomatik, dedüktif bir sistem meydana getirirler. Böyle dedüktif bir sistemde kademeli (hiyerarşik) bir sıralama vardır. Bir üst kademedeki değerler bir alt kademeyi belirlerler veya bir alt kademedeki değerlerin çelişkisinin bir üst kademeye göre çözülmesi gerekir. Böyle bir dedüktif sistemde matematikteki doğruya benzer bir durum vardır; doğru (tutarlılık) zorunludur, çünkü değillemesi çelişki meydana 38. Hasan Özbekhan: "The Triumph of Technology. 'Can' Implies 'Ought!" Editör. Stanford Anderson. Planning for Diversity and Choice, The M.I.T. Press, 1968. 39. Bu açıklama burada yalnız mantık açısından verilmektedir. Bu açıklamanın sosyolojik açıdan eleştirisi ilerideki bölümlerde yapılacaktır.
*
getirir. Doğa biliminin içerikli alanlarında doğrular olumsaldır, değillen- mesi (negation) çelişki meydana getirmez. Değer (ahlak) aksiyomları direktiflerdir. Ahlaka ait bu direktifleri biz kendi kontrolümüz veya seçmelerimiz dışında sayarız ve toplumda kişi olarak kabul eden tarafta bulunuruz. Bunlar bize empoze edilmiştir. Bunu empoze eden ise sosyal grubun varlığıdır; yoksa bunlar plancı veya bilgili bir adam tarafından konmamıştır. Toplum ve çevrenin karşılıklı ilişkileri veya uyum süreci sırasında meydana çıkmıştır. İnsan topluluklarının değerleri, insanların karşılıklı uyumları sonucunda oluşur ve bu süreç toplumdaki güç yapısından bağımsız değildir. Dolayısıyla insan toplulukla- rındaki değerleri veya ahlakı çalışmak isteyen araştırıcı filozofa değil bu değerlerin teşekkül ettiği topluma gitmelidir.11 Bir sosyal sistemde değerler, ideolojiler, vaziyet alışlar, kültürel sistemin; hedefler ve normlar, sosyal organizasyonun; güdülemeler yönelmeler vb. ise kişilik sisteminin öğeleridir. Toplum içinde üç farklı düzeydeki sistemlerde teşekkül eden sosyal değer-norm ve ummaların (aspiration) birbirleriyle tutarlı olması gerekir. Buradaki tutarlılık, değer-norm-umma dizisine bir ahlak sistemi olarak baktığımızdaki tutarlılıktan farklıdır. De- ğillemesi bir çelişkiye götürmez, varlığı olumsaldır; aynen doğa bilimlerindeki gibi. Bir sosyal sistemde bu tutarlılık bakımından belirli bir esneklik bulunmasına rağmen sistemin varlığını koruyabilmesi veya var olabilmesi için bu tutarlılığın belirli bir düzeyde kurulması gerekir. Sosyal normlar grubun üyelerinin ummaları için bir tavan ve taban oluştururlar ve bu taban toplumdaki kişilerin, ummalarını gerçekleştirmek için yaptıkları denemelerde başarılı olup olmadığını ölçmeye imkan veren bir referans olur.12 Toplum içinde kişilerin davranışlarında bu normlara uyması pozitif ve negatif tedbirlerle 'mükâfatlandırma-cezalandırma5 (reward-sanction) dengesi kurularak sağlanır. Kişinin toplumdaki davranışlarını belirleyen tek faktör grup normları değildir. Kişilerin davranışlarında toplum normlarına uymalarının yüksekliği sistemde dayanışmanın (solidarity) yüksekliğinin bir göstergesidir. Bir sosyal grubun normları, gruba ilk katılan için önce dıştan verilmiştir (external). Kişi bir grubun üyesi olarak grubun diğer üyeleri ile karşılıklı ilişkilere girdiğinde, zaman
\
Hans Reichenbach:A.g.e. Sherif ve C. W Sherif: An Outline of Social Psychology, Harper Brothers, 1956.
içinde toplumda yeni normların ortaya çıkışına katılmış olmakta ve kendisinin de normu olan bu yeni normu içine sindirmektedir. Toplumlarda kişiler yalnız kendisinin içinde bulunduğu normlara göre değil, aynı zamanda kendisine seçtiği referans grubunun normlarına göre hareket eder. Modern toplumlarda grup üyelerinin davranışları arasındaki değişiklikler, kendilerine seçtikleri referans grupları dolayısıyla ortaya çıkar.13 Genellikle plancı veya toplumsal normları inceleyen sosyal bilimci için, topluma giderek normları bulmak demek, kişilerin davranışlarını inceleyerek, toplumun bir sistem olarak fonksiyon görmesinden doğan normları ortaya çıkarmaktır. Böyle bir tespitte kişi ölçeğindeki ummalar ile toplumda ortaya çıkan değerler arasındaki ilişkinin kurulması en önemli sorundur. Her toplumda kişilerin değerlerinden, toplumsal değerlere ulaşmanın yolları kurumsallaşmıştır. Lindblom ve Dalh14 kişilerin değerlerinden toplum değerlerine geçmeyi toplumlarda pazar mekanizması, oylama, pazarlık (bargaining) gibi süreçlerin sağladığını belirtmektedir. Kişilerin değerlerinden toplum değerlerine geçmede kullanılan bu tür açıklamalarda iki yönde kavramsal hata yapılması söz konusudur. Birincisi, toplum değerlerini yalnızca kişilerin isteklerinin veya ummalarının toplamı olarak almak, ikincisi ise kişilerin ummalarına bakmadan yalnızca sistem işleyişinden veya rasyonelinden değerleri elde etmeğe çalışmaktır. Burada sistem özellikleri ile sistemdeki davranışsal ünitelerin ummalarının birlikte değerlendirilmesi gerekir.15 Bu tartışmanın sonucunda bir toplumdaki değerler sistemini incelemek için plancının toplumu sistem düzeyinde ve birim düzeyinde incelemede bulunması gerektiğini gördük. Burada karşımıza çıkan soru, böyle bir değer-hedef-norm-umma (aspiration) tespitinin plancının ihtiyacını karşılayıp karşılamadığıdır. Bu sorunun cevabı daha önceki bölümde incelediğimiz değişik sosyal sistem anlayışına sahip plancılar için farklı olacaktır. M. Sherif ve C. W Sherif: A.g.e. R. A. Dalh. ve C. E. Lindblom: Politics Economics and Welfare, Harper Torchbooks, 1953. Lange: Wholes and Parts, Pergamon Press, 1965.
3. Kamu Yararı ve Refah Fonksiyonu Plancıların nasıl bir hedef fonksiyonu araştırdıklarını göstermek için biri daha çok fiziki plancılar (kamu yararı), diğeri de esas olarak ekonomik plancılar (refah fonksiyonu) tarafından geliştirilen benzer özellikleri olan iki kavramı incelemek yararlı olacaktır. Her iki yaklaşımda da 1) toplumun tümü için geçerli bir hedefin (iyinin) tanımlanabileceği inancı yatmaktadır; 2) hedeflerin toplumdaki dinamikle giderek belirlenmesinden çok hedeflerin toplumun dışındaki plancı tarafından formüle (postulate) edilebileceği kabulü bulunmaktadır. Bu iki kabulün yapılmasında da planlamayı toplumun politik süreçlerine çok fazla girmeyen teknik bir hüner olarak tutma çabası hakimdir. Bu noktada plancının kabulü ya da kamu yararı (iyi) fonomenini tartışmak gerekmektedir.
Kamu Yararı Fiziki planlamanın profesyonel ahlakında veya alışkanlıklarında kamu yararından çok söz edildiği görülmektedir; diğer meslekler ilgilendikleri sosyal grubu (client) bu kadar geniş tanımlamazlar. Geleneksel mühendislik yaklaşımlı şehir planlamasında, şehirlerin mühendislik normlarına göre gelişmesinin toplum yararına olduğu ileri sürülerek planlamanın uygulanmasına çalınmaktadır. Özellikle şehir planlamasının belirli bir döneminde bu yaklaşımın plancılar bakımından önemli bir taktik buluş olarak yararlı olduğu söylenebilir. Buna rağmen kamu yararı kavramı üzerinde tartışmaların derinleştirilmesi halinde bu kavramın belirli bir temele oturmadığı, yüzeyde kaldığı görülmektedir. Bu tür bir kamu yararı kavramı çeşitli yönlerden eleştirilebilir. 40. Plancıların genellikle toplum içinde orta sınıftan geldiği ve o sınıfın değerlerine sahip oldukları, buna karşılık ilgilendikleri grupların (client) çoklukla orta sınıflardan farklı eğilim ve değerlere sahip olduğu söylenebilir. Böylece plancılar çözümlerinde, ideolojik, sosyal, kültürel ve estetik yönden kendi gruplarına ait değerlerin sınırlaması içinde hareket edecektir. 41. Statik olarak tanımlanabilecek, oldukça kararlı bir "kamu yararı" yoktur. Böyle bir kavram üzerinde göreli olarak kararlı bir fikir birliği ortaya çıkmamaktadır. Buna karşılık kamu yararı, toplumdaki çıkar grupla
rının çıkarlarının dinamik bir dengesi olarak tanımlanabilir.16 Bu denge, grupların toplumdaki göreli kuvvet durumlarının değişmesine göre yer değiştirecektir. Dolayısıyla toplum için dıştan tanımlanmış bir kamu yararı değil, bu dengeye göre ortaya çıkabilecek (emerging) birden fazla kamu yararı bulunabilecektir. 2. Diğer taraftan kamu yararı kavramının tanımlanabileceğini kabul etsek bile, böyle bir kavram plancı için yararlı olmayacaktır, çünkü yapısı gereği açık "seçmekler (choice) yapmağa imkan vermemektedir. 3. Plancıların kamu yararını tanımlamakta sınıfsal yönelimlerinin bir başka kanıtını, geleneksel planlama yaklaşımlarına bir tepki olarak ortaya çıkan savunucu (advocacy) planlama yaklaşımında da buluyoruz. Savunucu planlama yaklaşımında, plancı kendisinin geleneksel müşterileri olan büyük firma, hükümet vb. sistemleri savunmayı değil, şimdiye kadar planlama sürecinde savunulmayan grupları savunmayı esas almaktadır. Savunucu planlamada kamu yararı, güçsüz olan grupların eğilimleri ile özdeşleştirilmiş olmaktadır. Toplumun tümü için bir tek hedef tanımlamaya bir başka karşı çıkış Weber'in17 "imkan verici" (permissive) planlama anlayışı içinde de bulunmaktadır. Weber'e göre toplumların endüstriyel gelişme aşaması döneminde planlamada bir tek kamu yararı kavramı ile çalışılsa bile, endüstri sonrası toplumun yapısının ve planlamasının çoğulcu (pluralist) bir değerler sistemine göre hazırlanması gerekir. Toplumun ulaşacağı prodüktivite seviyesinde çıkarların ve isteklerin çatışmasından çok bunların hepsinin birlikte karşılanması önem kazanacaktır. Toplumun ulaştığı üretim düzeyi, toplum içinde birden fazla değer sisteminin yer almasına imkan verecektir. Böyle olunca plancının toplum içinde birden fazla kamu yararı veya refah fonksiyonu ile çalışması gerekecektir. Weber toplum içindeki değerler sistemine, evrimci bir sosyal sistem anlayışı içinde bakmakta, tek bir kamu yararı kavramının yerini belirli bir dönem sonra, çoğulcu yarar kavramlarının alması gerekeceğini göstermektedir. Kuvvet dengesinin fonksiyonu olarak ortaya çıkan tek bir kamu yararının varlığının kabul edilmesi halinde, plancının bulacağı çözüm, bu M David Loeks : «The Individual's Identification of Self Interest» Editor E. Erber, Urban Planning in Transition. Grossman Publishers, New York, 1970. M. Webber: A.g.e.
dengenin şartlarını yerine getirecek iken, çoğulcu bir ele alışta her grubun isteklerinin veya ihtiyaçlarının hepsinin birden karşılanması söz konusu olacaktır. Şehir planlaması örneğini kullanarak kamu yararı kavramının çeşidi bakımlardan nasıl eleştirildiğini yukarıda gördük; buna rağmen bu kavramın varlığını kısmen de olsa sürdürebilmesinin nedenlerini açıklamak gerekir. Bu kavram oldukça önemli olan iki nedenle savunulmaktadır. 41. Örneğin, şehir plancısı sisteme ait tek ünitenin (firma, hane) yer seçimi ile uğraşmayıp, şehrin tümüne ait çözümlerle uğraştığı ve çok yönlü metodolojisi ile daha çok sayıda değişkeni kontrol edebildiği için bir tek davranışsal ünitenin kısa süreli etkinlik çözümlerinden farklı çözümlere sahip olacaktır. Başka deyimle farklı etkinliklerin bileşkesini seçerken dayanacağı olgu kamu yararı olacaktır. 41. Tek tek davranışsal üniteler tarafından üretilemeyecek veya üretim kararları piyasa mekanizması içinde çözümlenemeyecek kamu mallarının üretilmesinin toplum için kaçınılmaz olması ve ekonomik gelişmeye paralel olarak kamu malları üretiminin toplumun toplam üretimi içinde payının giderek artması da kamu yararı kavramının uygulanabilirliğini artıracaktır. Bu iki tip açıklama da karar verirken toplumda kişi düzeyinden toplum düzeyine çıkmanın önemini göstermektedir. Ama bu düzeydeki kararlarda hedeflerin nasıl seçileceğini açıklamış olmamaktadır. Toplum düzeyinde de karar verilirken hangi grubun çıkarının korunacağı sorunu yine ortaya çıkacaktır ve kamu yararı kavramı bu sorunu çözmekte yukarıda açıklandığı gibi yetersiz kalacaktır. Görüldüğü gibi yukarıda sıralanan her iki gerekçe de kamu yararı kavramını savunmakta yeterli olamamaktadır.
4. Toplumun Ekonomik Refah Fonksiyonu Piyasa dışı (non-market) malların dağıtılmasına ve üretilmesine ait yöntemlerin bulunmasında siyasi sürecin rolü ekonomisderin ve plancıların devamlı olarak ilgi alanı olmuştur. Bunun için ekonomistler ve ekonomik plancılar toplumun refah fonksiyonunu tanımlamaya çalışmışlardır. Toplum için refah fonksiyonu kişinin seçmelerinden elde edilmeğe çalışılmaktadır. Böyle bir ele alışın arkasında hedonist psikoloji görüşü ve faydacı (utilitarian) bir felsefe anlayışı vardır. Bu görüşe göre her kişi için "iyi" o kişinin arzuları ile özdeştir ve bunlar kişilerin seçmelerini sıralaması
ile açıklanabilir. Böyle bir yaklaşım siyasal demokrasi ve "laissez-faire" ekonomisi ya da toplumda serbest tüketici tercihi ve serbest iş seçme imkanlarının varlığı ile tutarlılık sağlamak, onları haklı çıkarmak içindir. Arrow'un18 çalışması ve kabul ettiği beş koşul bu yaklaşımın klasik örneği haline gelmiştir. 41.
En az üç alternatifin varlığı, Kişinin ve toplumun değerlerinde pozitif "association" yönlü değişme ilişkisinin varlığı ya da sosyal tercihi elde etmekte kişilerin oylarının iki yönlülüğü, 41. Bağımsız alternatiflerin birbirleri için anlamı olmaması ya da sıralama sürecinde başka alternatiflerin varlığının sıralamayı etkilememesi, 41. Sosyal refah fonksiyonunun kabul ettirilmiş olması, 41. Sosyal refah fonksiyonunun zorlayıcı olmaması. 41.
Bu koşullar altında ünlü genel imkansızlık teoremi (general imposib- lity) ile oylama sürecinin ve çoğunluk kuralı ile sosyal sıralamanın elde edilemeyeceğini ve böylece bir paradoksun varlığını göstermiştir. Arrow'un sonuçlarına göre kabul edilen şartlar altında ne piyasa mekanizması ne de oylama süreci bir rasyonel (sosyal) seçim yaratamamaktaydı. Rothenburg19 Arrow'unki gibi meta-refah teorisi düzeyindeki analizlerinde, genel imkansızlık teoreminde bir çözümün ailenin karar verme süreci incelenerek bulunabileceğini göstermektedir. Bu analizde yapılan, Arrow'un koyduğu koşullarda değişiklikler yapmaktadır. Rothenburg iki önemli alanda değişiklik önermektedir. Birincisi, genellikle refah ekonomistlerinin değinmekten kaçındıkları kişilerarası fayda (utility) karşılaştırmaları ya da seçmelerin şiddeti (intensity) problemine girerek, Arrow'un üçüncü şartını (bağımsız alternatiflerin birbirleri için anlamı olmaması) gevşetmektedir. İkincisi, sistemde bulunan müşterek değerler sisteminin kişilerin seçmelerine olan etkisine değinerek Arrow'un dördüncü şartı olan "kabul ettirilmemiş olmanın" sosyal sistemlerdeki karar süreçleri için anlamsızlığını göstermektir. 41. Kenneth. J. Arrow: Social Choice and Individual Values. John Willey and Sons, New York, 1951 41. Jerome Rothenburg: The Measurement of Social Welfare Enpflewood. Cliffs. N. J. PrenticeHall Inc. 1961
#
Arrow, Rothenburg, Tullock vb. çalışmalarından elde edilen sonuç, siyasal süreçte, karşılıklı pazarlığın (bargaining) önemidir. Bu analizlere göre kişilerin seçmelerinden toplumun seçmelerine geçmede kullanılabilecek alternatif süreçler arasında (piyasa mekanizması, oylama, karşılıklı pazarlık) karşılıklı pazarlıkta bulunmak önem kazanmaktadır. Değişik refah ve kamu yararı kavramına sahip olan kişiler ya da gruplar karşılıklı pazarlıkla bir uyuşma zemini bulurlar. Meta-refah teorisinin teknikleri ile varılan sonuçlar ile sosyolojinin daha önce gördüğümüz fonksiyonel analizlerinin sonuçları aynı olmaktadır. Meta-refah teorisi analizlerinden bir düzey aşağıdaki Bergson'un20 refah fonksiyonu yaklaşımını incelemek, toplumsal hedeflere ulaşmakta yeni bazı boyudan ortaya çıkarmak için anlamlı olacaktır. Bergson analizinde toplumun refahı ile toplumdaki çeşitli değişkenlerin (çeşitli üretim yerlerinde kullanılan işgücü dışındaki bütün üretim faktörleri, tüketilen çeşidi mallar, yapılan çeşidi işlerin toplamı üretim üniteleri vb. arasında şekli belirlenmemiş bir ilişkinin varlığını kabul etmektedir. Ayrıca Bergson analizinde kurduğu refah ilişkisinin yalnız ekonomik faktörleri değil aynı zamanda ekonomik olmayan kurumsal faktörleri de içerdiğini belirtmekte, genellikle ekonomik analizlerde yapıldığı gibi, toplumda yalnız ekonomik değişkenlerin değişmesini inceleyen bir kısmi analiz yapmamaktadır. Bergson, ekonomi dışı diğer değişkenleri sabit varsayarak yazılan refah fonksiyonunu ekonomik refah fonksiyonu diye adlandırarak, bir toplumda ekonomik refah fonksiyonu ile toplumun genel refahı arasında bir ayrılma (divergence) olabileceğini belirtmektedir. Çağdaş psikolojinin kişilik sistemlerini bir bütün olarak kabul eden analizi içinde, kişinin "iyi durumda olması" (well-being) harcamalarının toplamı ile açıklanamaz. Kişinin belirli bir malı tüketmesinden elde ettiği tatminin bir tek değeri yoktur; tatmin, kendi yaşama düzeyine göre değişir. Aynı şekilde kendi tükettiği maddelerin toplamının verdiği tatmin, mevcut sosyal yapıdan, siyasal seçmelerden kısaca kendi toplam çevresinden bağımsız değildir. Bergson'un refah fonksiyonu bu anlayışa göre formüle edilmiştir. Kişinin tatmini toplam çevreye bağlıdır, çevrede olan her değişme onun refahını etkileyecektir. Bergson böylece sistemin tümünü Abram, Bergson: «A Reformulation of Certain Aspects of Welfare. Economics» Quarterly Journal of Economics, February 1938.
kapsayan, değişkenleri arasındaki ilişkileri doğrusal olmayan bir refah fonksiyonu önermiş olmaktadır.
5. Hedef Tayini Yöntemleri Bu noktada Bergson'un yaklaşımı ile Chadwick'in21 hedefleri tayin etmede sibernetik sistem anlayışı içinde önerdiği "yeterli çeşitlilik'5 (requisite variety) ilkesi benzer sonuçlara ulaşmaktadır. Chadwick'e göre hedefler hangi yöntemle tayin edilirse edilsin hazırlanan planın ele aldığı konunun çeşidilik (variety) düzeyine tekabül eden düzeydeki gerçek çeşitliliğe uygun bir hedefler sistemine sahip olması gerekir. Bu ilke genellikle planlamada göz önünden kaçırılmaktadır. Örneğin yalnızca bir bölgedeki çeşitli doğal ve estetik değerleri koruma hedefine dayanarak hazırlanan bir arazi kullanma planını düşünelim; bu plandaki tek hedef olan koruma hedefine göre ulaşılan sonuçları uygulamak mümkün olmayacaktır. Bu koruma kararları toplumun diğer çeşitli hedefleri göz önüne alınmadan hazırlandığı için, toplumda gerçekte var olan çıkar çatışmaları içinde bu kararın rasyoneli çok yalın kalacak ve plancı için bu kararını savunma olanağı bulunmayacaktır. Chadwick hedeflerdeki yeterli çeşidiliğin sağlanması için üst düzeylerde hedeflerin elde edilmesinden sonra yeterli çeşidiliği elde edinceye kadar, daha aşağıdaki düzeylerdeki hedeflerin dedüktif şekilde mantıksal işlemlerle elde edilebileceğini savunmaktadır. Bu konuda oldukça dikkadi davranmak gerekir; yoksa daha önce kritiğini yaptığımız tek bir fonksiyon şeklindeki hedef anlayışına geri dönmüş oluruz. Daha önceki bölümlerde ahlak sistemlerinin dedüktif yapısı ile sosyal sistemin içindeki değer-norm-umma (aspiration) kademelenmesinde önemli farklar olduğunu görmüştük. Bu farkları daha açık hale getirebilmek için bir toplumda bir üst derecedeki değerle bir alt derecedeki normun yalnız dedüktif mantık işlemleri ile çıkarılamayacağını göstermek gerekir. Bir düşünce tecrübesi olarak iki zaman periyodunda en genel hedefleri sabit kalan bir toplum düşünelim. Toplumda bir alt kademedeki normlar, bu üst kademedeki genel hedefleri gerçekleştirme araçlandır. Bu toplumda iki ayrı zaman periyodu içinde olan teknolojik değişme vb. değişmeler, bu araçların da değişmesine neden olacaktır. En üst düzeydeki hedef aynı kalmakla beraber, alt düzeylerde bulunacak olan G. Chadwick : A Systems View of Planning, Pergamon Press, 1971.
normlar ve ummalarda (aspiration) değişme olacaktır. Böyle olunca alt düzeylerdeki normlarda bir içerik değişmesi olmakta, bize sistem hakkında yeni bilgiler vermektedir. Halbuki genel hedefin dedüktif olarak alt kademelere veya daha özele indirilmesi düşünülürse bu hedeflerde böyle bir içerik artması düşünülemez. Böyle bir düşünce ise sonunda statik normların varlığı vb. kabulleri yapmayı zorunlu kılar. Ancak görüldüğü gibi her dönemde bir alt kademe normlar arasındaki çelişki, bir üst kademe hedeflere göre çözümlenebilir ve bu çözümleme için toplumda baskı doğar. Bu ilişki, kademelenmenin nedenidir. Fakat bu kademelemeden çok katı bir mantıksal sistem beklemek doğru olmaz. Sistem için yeterli çeşitlilikte hedefler sistemi ile çalışmak planlamacının çözümlerini bir çeşit dengeye götürür. (Walrasian denge denklemleri gibi.) Halbuki kullanılan optimizasyon yaklaşımları mevcut matematik teknikler içinde ancak tek bir hedefin ele alınmasına imkan vermektedir. Bu halde topluma ait birçok hedef plancının analizlerine sınır koşulu olarak girmektedir. Sınır koşulları ile hedefler arasında bir ikame olmakta ve böylece yeterli çeşidilik elde edilmeğe çalışılmaktadır. Hedeflerle ilgili olarak yaptığımız analizlerde planlama için bulunacak hedeflerin yeterli çeşitliliğe sahip olması ve toplumdaki her grup için bu hedeflerin göreli olarak bilinmesi gerektiği sonucuna ulaştık. Böyle olunca aşağıda özedenen sürece benzer bir hedef belirleme süreci önerilebilir. (1) Planlamanın etkileyeceği veya planlama ile ilgili grupların tanımlanması; (2) Her grup için değerlerinhedeflerin dağılımının bulunması; (3) Bu hedefler arasında hiyerarşinin kurulması, çelişkilerin belirtilmesi veya çözümlenmesi; (4) Her hedef için ölçüm birimleri ya da standartların bulunması; (5) Planlama probleminin tatmin edilecek istekler veya ulaşılacak hedefler şeklinde formüle edilmesi; (6) Bu hedeflere ulaşmadaki araçların bulunması; ve (7) Bu araçların değerlendirilmesi. Eğer plancı kısa süreli çözümlerle uğraşıyor ise bu yöntemin yeterli olduğu söylenebilir. Eğer plancı uzun süreli dönüşüm sorunları ile uğraşıyorsa, bugünkü değerler sistemini saptamakla yetinemez. Uzun sürede değerlerin nasıl değişeceği sorununa da eğilmesi gerekir. Ahlak sistemlerinin dedüktif yaklaşımları içinde yukarıda gördüğümüz gibi ancak statik bir değerler sistemi söz konusudur. Bu, gelecekte hedeflerin ne olacağını tahmine imkan vermez ya da gelecekte de aynı hedeflerin var olacağı kabulünü zorunlu yapar. Normatif ifadeler bilimin ifadeleri
olmadığı için önceden kestirici ifadeler değildir. Böyle bir önceden kestirme için bu konuda ihtisaslaşan bilim dalı olan sosyolojinin yöntemlerinden yararlanmak gerekir. Bu halde ise toplumlar için bir çeşit evrimsel değer teorisine ihtiyaç ortaya çıkar. Böylece tanımlanacak ayrıntılı bir hedef tayin sürecinin operasyonel olmadığı hatta halen gelişmemiş olduğu söylenebilir. Bu nedenle plancı birçok kestirme yollarla bu sorunu çözmekte ve değerler sorununa girmekten kaçınmaktadır. Bunlardan kamu yararı kavramını ya da değişik ifade ile toplam şeklinde doğrusal refah fonksiyonu yazma yaklaşımlarını daha önce incelemiştik. Lindbloom 22 diğer bazı kestirme yolları şöyle özetlemektedir. Ekonomistler değerleri değil, ancak gerçekçi seçmeleri bilirler ve incelerler. Ekonomistler isteklerin tatminini bir norm olarak kabul etmezler; bir ekonomist için iyi bir politikanın ölçüsü doğrudan doğruya olan istek tatmini değildir. Ekonomistlerin yaklaşımlarında kişiler için fırsatlar ortaya çıkaran politikalar geliştirilir, bunun olanaklarından yararlanıp bu fırsatları kullanmamak kişiye bırakılır. Biz tek tek değerleri değil, doğrudan doğruya gruplara ait değer bütünlerini seçeriz. Seçimlerimizi değerleri seçmeden (üstü kapalı bırakarak) doğrudan politikaları seçerek yaparız. Biz çatışmaları çözmekte çatışmanın olasılıklı sonuçlarını değerlendirmekten kaçarız, belli sosyal süreçlere değer atfederek bu süreçlerin sonuçlarına razı oluruz. Çeşitli hedefler arasındaki göreli önem, politika kararlarında yapılan seçme belirlenmeden açıkça belirtilemez. Çeşidi hedefler arasındaki göreli önemler (ağırlıklar) üzerinde anlaş- maktansa, daha kolay olarak sınırlar üzerine anlaşma tercih edilir. Üzerinde uyuşulan sınır şartları potansiyel anlaşmazlık sahalarını azaltır. Başlıca iki grupta toplayabileceğimiz hedef tanımlama yöntemlerinden, a) planlama öncesi hedeflerin açıkça belirlenmesi, b) hedeflerin açıkça belirlenmeyip pratikte kendiliğinden ortaya çıkmasından, hangisinin se22 C. E. Lindblom : "The Handling of Norms in Policy Analysis" Abromovitz ve diğerleri, The Allocation of Economie Resources, Stanford University Press, 1959.
#
çileceği daha başlangıçta gördüğümüz gibi bir planlama biçimi sorunudur. Bu yazıda hedef sorunu incelendiği için daha çok birinci tip ele alış üzerinde durulmakta, ikinci tipe ancak yer yer değinilmektedir.
Sosyal Sistem Göstergelerini Hedef Olarak Kullanmak Bu bölüme kadar olan tartışmalarda a) hedeflerin, sistem içindeki yeterli çeşidiliği sağlayacak sayıda olması gereğini ve b) kişilerin değerlerden çok, somut sonuçlarda kolaylıkla seçme yaptıklarını gördük; bu halde bir sosyal sistemin betimlenmesi ile hedef seçimi sorunu çok yakından ilişkili hale gelmektedir. 23 Hiçbir sosyal sistem betimlenmesinin veya göstergeler sisteminin bütün amaçlar için geçerli olacağı söylenemez; amaçlardan her biri ele alınacak soruna göre tasarlanacaktır. Planlama için kurulacak böyle bir sistem, a) kişilerin somut seçmesine yardım edecek ayrıntıda bir betimlemeye imkan vermeli; b) ele alınan konuda ikinci derece etkilerin neler olacağının betimlenmesine olanak sağlayacak kapsamda olmalı yani planlamanın ya da eylemlerinin birinci derece etkilerinin betimlenmesi24 ile yetinmemelidir. Bu özellikle uzun vadeli planlama için önemlidir. Böyle bir betimleme için B. Gross'un25 yaptığı, geleneksel sosyal muhasebe tekniklerinin yapıperformans (structure-performance) modelinin bir sosyal sistem anlayışı içinde geliştirilmesidir. Böyle bir betimleme içinde zorunlu olarak bir sosyal sistem teorisine dayanmayı gerektirecektir. Böyle bir sistem hem yapıya hem de performansa göre tanımlandığına göre hedefler de hem yapıyı hem de performansı kapsamalıdır. Yapısal elemanlar, Gross'un daha çok "parça-bütün" tipi bir sistem anlayışı içinde, a) insanlar, b) beşeri olmayan kaynaklar, c) insanların alt sistemler halinde gruplaştırılması, d) bunlar arasındaki iç ilişkiler, e) çevre ile olan ilişkileri, f) değerler, g) merkezi yöneltme alt sistemleri şeklinde tanımlanmıştır 11S Bertram M. Gross: "A Historical Note on Social Indicators" Editör. Raymond A Bauer. Social Indicators. The M.I.T. Press, 1966. Planlamada ikinci derecede etkilere karşı tutum önemli bir konudur. Rusya'da Stalin dönemininin planlaması, ikinci derecede etkileri yok varsayarak mekanistik bir gelişme modeli öngörmüştür. İkinci derecede etkiler bastırılmıştır. Bu da uzun zamanda gerilme doğurmuştur. Diğer taraftan (disjointed incrementalist) model ise bu etkileri tam olarak serbest bırakan ve tam olarak hesaba katmayı öneren bir yaklaşımdır Bertram M. Gross: "The State of the Nation, Social Systems Accounting" Editör. Raymond A. Bauer. Social Indicators, The M.I.T. Press, 1966.
Değerler Gross'un ele alışında bir yapı elemanı olarak tanımlanmaktadır. Gross sistemin değerleri veya değer yapısını tanımlamakta, Parsons'un iki uçlu kalıp (pattern) değişkenlerini ya da Kluck- hons'un yine polar olan sınıflamalarını kullanmaktadır. Burada karşımıza çıkan soru, toplum içinde yapıyı betimlemek için yararlanılan bu değer tanımlamasının planlama için yeterli olup olmadığıdır. Burada hatırlanılması gereken husus bu betimlemenin bir sosyal sistemi tüm olarak seçebilmek için yapıldığı; plancının taktiklerini saptamak için yapılmadığıdır. Bu ikili sınıflamalar kişilerin içinde yaşamayı isteyeceği değerler sistemini yeterli derecede betimlemekle beraber, daha sonraki kısımlarda göreceğimiz gibi plancının planlama taktiğini seçmesine yeterli derecede yardımcı olmayacaktır. Bunun için plancının değerler sistemindeki değişme hızını bilmesi gerekir; bunun için ise polar bir sınıflama uygun bir sınıflama değildir. Gross performans hedeflerini yapısal hedeflerden çok daha açık olarak belirtmektedir. Bunlar: a) sistemde çıkarları olan grupların çıkarlarının karşılanma derecesi, b) çeşitli kalitede üretilen mal ve servislerin miktarı, c) sistemin gelecekteki kapasitesini geliştirmek için yaptığı gayretler ya da yatırım, d) sistem girdilerinin kullanılmasındaki etkinlik derecesi, e) sistemin performanslarını sistemin normlarına göre gerçekleştirmesi, f) sistemin yönetimsel, teknik rasyonellik derecesi olarak gösterilmektedir. Gross'un bu sınıflamasında konumuz bakımından ilgi çekici olan madde "çıkar"ların tatminidir. Bir anlamda çeşitli kişilerin ya da grupların sistemi seçmesinde en önemli olan nokta budur. Burada sistemdeki yapı ile performans arasındaki ilişkiyi tekrar hatırlamak gerekecektir. Sistemde bulunan kişi için çıkarın ne olduğu, bir taraftan sistem içindeki değerler sistemine (veya kültürel sistem) bağlı iken, diğer taraftan sistem içinde hangi değerlerin yer alacağı, sistemdeki çıkar gruplarının gücüne göre var olacak olan dengenin fonksiyonu olacaktır. Burada iki yönlü bir ilişki vardır. Sistemde çıkar gruplarının varlığının sosyal sistemdeki değerleri etkileyeceğini kabul edince, sistemde hiç olmazsa bazı değerlerin iki grup için ayrı olacağını kabul etmek gerekir. Kontrol edilen grubun değerlerinin, kontrol edene göre var olduğu kabul edilince, kontrol edenin değerlerinin nasıl teşekkül ettiğini açıklamak gerekir. Bu değerler ise kontrol eden grubun kendi içinde meydana gelecektir. Gross analizinde çıkarları (interests) a) objektif çıkarlar; (burada objektiflik, çıkarın be
lirlenmesi ve karşılanmasında ölçülmenin kolay olması yönünden ele alınmaktadır), b) biyolojik ve elemanter varlığını sürdürme ihtiyaçları, gelir ve tüketim, vb. gibi sübjektif çıkarlar; katılma, statü, saygı, başarı, yaratma, güzellik, güvenlik, hürriyet ve vb; c) kamu yararı olarak üç grupta incelemektedir. (Kamu çıkarı tartışması daha önce yapıldığı için burada değinilmeyecektir) Bu ayırım bize özellikle ekonomistlerin analiz dışında bıraktığı diğer çıkar (değer) alanlarını göstermesi bakımından anlamlıdır. Sistemlerin yapı ve performansı da kapsayacak şekilde tüm olarak betimlenmesi, kişilerin sistem seçmelerini açık hale getirecektir. Ülkesel ölçekte bir sistem için rejim seçmelerinde ve kalkınma yönü veya yöntemi seçmekte böyle bütün halinde seçmeler yapılmaktadır. Geri kalmış ülkelerin gelişme yolunda, gelişmiş ülkelerin hedeflerini seçmeleri, örneğin, Türkiye'nin batılaşmayı seçmesi gibi bir politik rejim seçmesinde, sistemin tüm olarak betimlenmesi ya da örnek alınması önemli olmaktadır. Bir Hedefler Sistemi veya Sistemin Betimlenmesi Olarak Ütopyalar ve Antiütopyalar Sistemi tümü ile betimleyerek kişilerin seçmelerini buna göre yönlendirmek isteyen bir tutumu, şehir ütopyalarında ve diğer ütopyalarda görüyoruz. Ütopyaların bilim dünyasının bugünkü gelenekleri veya değerleri içinde bilim dışı olarak verilen oldukça düşük prestijli yerini, hedefler sorununu, iyi-kötüyü ya da bilim dışını tartışırken değiştirdiğini ve daha önemli bir yer kazandığını belirtmek gerekir. Reisman 26 ütopik düşüncenin canlandırılmasını entelektüel bir iddia olarak görmektedir. Her dönemde mevcut düzene göre ileri düşünceler ya da öneriler olmuştur; ama bunlar ütopyalar olarak fonksiyon görmezler, esas olarak sistemin değişme sürecindeki organik gelişmeleri temsil ederler. Ütopyalar ise mevcut düzene yabancı bir yönelmedir, ona karşı bir çıkışı içerir, ama mevcut düzenin bağlarını çökertmeğe çalışmaz; bu husus belki de ideoloji ile olan esas ayırımıdır. Ütopya mevcut düzen açısından kısa sürede gerçekleştirilemeyen düşünceler olacaktır. Ütopya ile gerçek arasında doğacak olan diyalektik bir ilişkinin uzun sürede toplumda önerilen ütopya yönünde gelişmeler sağlaması beklenmektedir. David Reisman: "Some Observations on Community Plans and Utopias", Yale Law Journal, Aralık 1947.
Bir toplumda ütopyaların çıkışı kişilerin yaratıcılığından çok toplumun içinde bulunduğu durumla açık'anabilir. Genellikle toplumların krizlere ve dönüşümlere girdiği dönemlerde ortaya çıkar. ABD'de endüstriyel döneme geçerken 200'e yakın ütopyanın ortaya çıktığını görüyoruz. Aynı şekilde ütopyalarda önerilen büyük yaşantı değişiklikleri ve önerileri de mevcut toplumun yaşantısından bağımsız değildir. Toplumun mevcut olan yaşantısının sorunlarına karşı bir reaksiyon teşkil ederler. Endüstri- leşmiş ülkelerin şehirsel ütopyalarında hep bir şehirsel yaşantıdan kaçış ve daha kırsal bir yaşantı özlemi27 bulunması bir rastlantı değildir. Ütopyalar bu nedenle bir sistemin tümünü betimlemeye her zaman ihtiyaç göstermezler; bugünkü yaşantıda karşı çıktıkları özellikler üstünde durarak seçmeci, kısmi ve keyfi olabilirler. Ütopyalar geleceğin nasıl olması gerektiğini gösteren yaklaşımlardır. Kişilerin bugünkü değerlerini ve davranışlarını etkilemekte yalnız özendirici çağırılar yetersizdir. Belirli davranışların sonuçlarının nereye ulaşacağını gösteren korkutucu davranışlar ya da antiütopyalar da ortaya çıkacaktır. M.Mead'ın dediği gibi "cehennem her zaman cennetten daha canlı ve ikna edicidir." Teknolojik olanakların ve kontrol süreçlerinin çok geliştiği günümüz toplumunda daha çok antiütopyalar çıkması da 28 bir rastlantı değildir. Kişiler bu olanakların nasıl daha iyi bir yaşantıya imkan vereceğini bulmaktan çok bugünkü ulaştığı düzeyi kaybetmekten korkmaktadırlar. Ütopyalar ve antiütopyalar, gayeleri ortaya koymakta plancı için bir stok vazifesi görecektir. Ayrıca ütopyalarda üzerinde ısrar edilen hedef alanları toplumda kişilerin plan hazırlanmasında hemfikir olacağı alanların neler olması gerektiğini ortaya çıkarması bakımından ve ütopik elemanlar, alternatif-normatif büyüteçlerden bakıldığında bir komünitenin nasıl görülmek isteyebileceğini göstermesi bakımından plancıya önemli ölçüde yararı olacaktır. Ütopyanın kendisinden çok ütopyacı süreç ilham ve çabaları teşvik etmektedir. Eğer ütopyaya, deneysel, geçici olarak ve bilinçle - alternatifler aramak için yaklaşırsak statik (dogmatik) ütopyanın sakıncalarından kaçınmış oluruz. Daha çok 19. yüzyılın sonunda top Hans Blumenfeld: "Criteria for Judging the Quality of the Urban Lift". Sage. Publications, 1969 Warner Bloomberg ve H. Schmandt: "Introduction the Problem of Contemplating the Quality of Life", Editor, H. S. Schmandt ve W. Bloomberg. The Quality at Urban Lift. Sage Publications 1969
lumsal hedefleri belirtmekte ve formüle etmekte ütopyanın oynadığı rol, bugün daha bilimsel bir çerçeve içinde gelecek bilimi (futurology) ile karşımıza çıkmaktadır. Özellikle ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra gelişen planlama yaklaşımları kısa süreli ve oldukça tutucu yaklaşımları içinde toplumlara açık olan gelişme alternatiflerini ilham verici bir şekilde ortaya atamamışlardır. Toplumların gelişme dinamiği için de belirli bir fonksiyonu olan bu rol, gelecek bilimi "futurology" tarafından yeni bir bilimsel alan kurularak karşılanmaya çalışılmaktadır. 6. Planlamada Değerlerin Farklı Şekilde Ele Alınışının Ortaya Çıkardığı Değişik Yaklaşımlar Rasyonel Karar Verme Modelinden Sosyal Eylem Modeline Geçiş Son zamanlara kadar planlama, rasyonel karar vermenin kurumsallaşması olarak kabul edilmekteydi.29 Böyle bir rasyonel karar verme yöntemi geleneksel karar verme teorisine göre geliştirilmek istenilirse hedef fonksiyonlarının açıkça bilinmesi gerekir. Oysa bu bölüme kadar böyle bir açıklığın elde edilmesinin pratikte birçok güçlükleri olduğunu gördük. Bu güçlükler plancıları rasyonel karar verme modelini araştırma yerine, toplum içinde kararların nasıl alındığını, toplumsal eylemlerin nasıl gerçekleştirildiğini anlamaya itmiştir.30 Toplumun karar verme sürecinin incelenmesi planlamanın yeni şekillerde yorumunun yapılmasına imkan vermektedir. Toplumsal eylemler, sosyal sistemin bütünü açısından, "sistemin varlığını devam ettirici" ve "sistemin dönüşümünü" sağlayıcı eylemler olarak ikiye ayrılabilir. Planlamanın fonksiyonlarında da buna paralel bir ayırım yapılabilir. Planlamanın böyle bir toplumsal sistemi yönlendirmede (guidence), sistemin mevcut olan fonksiyonlarını görmesi için kararlar ve eylemler geliştirmesi yanı sıra, bu sistemin topyekün performansını değerlendirerek sistemde dönüşüm önerileri yapması gerekir. Planlama böylece toplumun yönlendirme (guidence) alt sistemi olmaktadır. Böyle bir planlama anlayışı içinde, plancının sistemin varlığını devam ettirici fonksiyonları için önemli gayretlerde bulunması gerekmez. Sistemin kuvvetler dengesine göre oluşmuş eylem normları, hedefleri vb. vardır; plancı da bunlara uyar. Plancının önemli fonksiyonu sistemin per John Dykman: "Planning and Decision Theory" Journal of the American Institute of Planners. November, 1961 Richard S. Bolan: A.g.e.
formansının kısa veya uzun sürede aksayacağı alanları bularak bunların çözümünün gerektirdiği "kurumsal buluş"ları (institutional innovation) önermektedir. Burada plancı toplumun mevcut kurumsal sistemi ve normları içine yeni normları ve kurumları yerleştirecektir. Bu ise plancının toplum içinde aktif bir rol alması ve politik sürece katılması demektir. Plancının rasyonel karar verici rolünü bırakarak, toplumsal eylemleri toplumun politik süreci içinde organize edici hale gelmesi gerekir. Böyle bir süreçte plancının eylemleri de, toplum içinde oluşan çıkarlar (emerging) dengesine uygun olacak ya da onu plancının çeşitli taktikleri ile belirli bir yönde etkilemesinden söz etmek plancının sistemden bağımsız hedefi olmasından söz etmekle eşdeğerdir. Böyle bir modelde plancının hedefini bağımsız olarak düşünmekten çok, toplumun evrimsel gelişme süreci içinde gelişmekte olan güçlerin yanında yer almak ve değişmeyi hızlandırmak olarak düşünmek gerekir. Bir anlamda plancı, toplumun bir dönem sonraki güç dengesine göre hareket etmiş olmaktadır. Böyle bir planlamada önceden tayin edilen hedefler yerine, planlamanın sistemi yönlendirme anlayışı içinde politik yapıya paralel olarak gelişen ve değişen hedefler sistemi olacaktır. Planlamanın bu tip bir ele alınışında plancıların karşılaşacağı en önemli tehlike, sistemi devam ettirme fonksiyonlarının sistemi dönüştürme fonksiyonlarından daha çok önem kazanması ve plancının çok kısa süreli rasyoneller içinde hareket etmesi, başka bir deyimle tutucu hale gelmesidir. Plancının Gelecekteki Toplum Yapısını Etkilemekteki İmkanlarım Arttırma Çabaları Plancıların kısa süreli analizlerden kurtulamamalarının gelecek bilimi (futurology) diye bir alanın doğmasına sebep olduğunu görmüştük. Plancıların geleceği verilen sosyal yapının sınırları içinde etkilemesinde, geleceğe ait tahminlerde bulunması ve alternatifler geliştirmesi önemli taktik bir araç olmaktadır. Bir anlamda "geleceğe ait önden kestirici bilgi, plancının gücü" olmakta; bir anlamda antiütopyalar veya ütopyalar ortaya koyarak planlama sürecini etkilemektedir. Wartofsky'nin31 belirttiği gibi bugünden tamamen farklı bir gelecekten söz etmenin bir çıkmaz yanı vardır. Bizim bütün yaratıcılığımız ve bu# Marx Wartofsky: "Telos and Technique Models as Modes of Action" Editör Stanford Anderson, Planning for Diversity and Choice The M.I.T. Press
kışlarımız daha önce düşündüklerimizle sınırlanmıştır. Gelecek için oldukça kuvvetli görünen şu iki öneri yapılabilir; 1) insan geleceği halde (bugün) yaratmaktadır; 2) bugün ise, geçmişin basit bir toplamı değildir; en azından bilinçli insan faaliyetlerinde gelecek için bir bekleyişi içermektedir. Böyle gelecek yönelimli insan eylemlerinde, gelecek, gözü kapalı ulaşılan bir şey değildir; bazı üstü kapalı da olsa kabul edilmiş hedefleri bulundurur. Wartofsky bunu "model" terimi ile adlandırmaktadır. Belki de, geleceği yaratmaktan çok geleceğin bugünden öngörülen bir modeline yaklaşmaya çalışmak söz konusudur. Böyle bir eylem modeli, bir çeşit yaratıcı eylem ortaya çıkarır. Fakat bunun süreci açık değildir. Bu modeller soyut fikirler değildir, denemeye ve deneme yapmaya iten araçlardır; insanların geleceğe yönelme tekniğini meydana getirirler. Bu yaklaşım, eylemlerin sonuçlarından bağımsız ahlak kriterleri yapılamayacağı hakkında Kant'ın kabulüyle üst üste düşmektedir. Böyle bir yaklaşımda plancıya düşen rol, eyleme çağıran modelleri yaratmaktır; gelecek bilimine (futurology) bu açıdan bakılabilir. Bu halde plancı geleceğin nasıl olacağını değil nasıl olabileceğini ya da olanakları ortaya koymaktadır. Plancının rolü, geleceği kontrol etmekten çok, bugünün kurumsal yapılannın geleceğin oluşumunu engellemesine engel olmaktır. Bunun için plancı çeşitli tekniklerle geleceğin olanaklarını ortaya koymaya, kestirmeye gayret göstermektedir. Bu alanlarda yapılan çalışmaların, hassas projeksiyon tipi çalışmalar olmadığını hatırlatmakta yarar vardır. Bunlar daha çok kısa süreli analizlerle ulaşılamayacak sonuçlan bulmaya çalışan yöntemlerdir. Başarılannı, öngörülerinin uzun vade içinde gerçekleşmesi ile değerlendirmekten çok, toplumun bugünkü kurumsal yapılarında, geleceği hazırlayan kurumsal değişiklikleri sağlamaları ile ölçmek daha doğru olur. Bu yönde gelişmekte olan birçok yöntem veya teknik vardır;32 teknolojik öngörüler,33 simulasyon,34 Delfı tekniği,35 diyalektik planlama,36 se Daniel Bell: Toward the Tear 2000 Mrk in Progress Beacon Press, Boston. Donald A. Schan: "Forecasting and Technological Forecasting", Editör: Daniel Bell. Toward the Tear 2000 Work in Progress Beacon Press, Boston. H. Guetzkow, P. Koder, R. Schultz: Simulation in Social and Administrative Science. Prentice Hall, 1972 B. B. Brown: "Delphic Process: a Methodology far the Elicitation of Opinion of Experts", Santa Monica. RAND, P. 3925, Eylül 1968 Richard. 0. Mason: "A Dialectical Approach to Strategic Planning". Management Science, Nisan 1969.
naryo tekniği,37 alternatif gelecekler planlaması38 vb. Bu analizlerin plancı bakımından ilgi çekici iki özelliği vardır. Birincisi, bu analizler çok uzun süreli öngörüler getirdiği için ulaşacakları sonuç genellikle bugünkü kurumsal yapının o zaman için yetersiz olacağıdır. Böylece yeni kurumsal çözümlerin veya alternatiflerin neler olacağı sorusunu ortaya çıkarmakta ve yeni kurumsal çözümlerin tartışılmasını zorlamaktadır. Bu ise mevcut düzenden başka alternatif yok "mit"ini yıkmaktır. Böyle yaklaşımlarla plancı geleceği engelleyici olmaktan çıkmakta ve geleceğe imkan verici olmaktadır. ikinci önemli özellik, uzun süreli kurumsal seçmelerin kısa süreli seçmelerden daha kolay yapılabilmesidir. Böyle seçmeler üzerinde çeşidi çıkar grupları daha kolayca anlaşır. Leibenstein 39'in belirttiği gibi, insanlar elde edilebilecek sonuçlar (pay off) hakkında seçme yapmadan daha kolay "ekonomik oyunlar" kuralları üzerinde seçme yapabilirler. Bu çeşit oyun öncesi anlaşmaların sağlanabilmesi için bu oyunların sahip olması gereken özellikler "apriori" olarak şöyle özetlenebilir: a) hakça (fair) bir oyun olmalıdır; b) zorlayıcı (coercion) olmamalıdır, c) oyuna katılanlara minimum bir yaşama standardını garanti etmelidir; d) mümkün en iyi oyun olmalıdır. Böyle oyunların dağılım sonuçlarının, bugünkü kuvvet yapısının verdiği dağılımlardan daha eşit bir dağılım göstermesi yukarıda belirtildiği gibi yapısal bir özelliktir. Bir Toplumda "Değerlerdin Durumu Planlama Taktiklerini Nasıl Etkiler? Bu bölüme kadar plancının vereceği kararlar için kullanacağı değerleri genellikle toplumun içinden toplayacağını ve kararlarını yönlendirmekte bir veri olarak kullanacağını gördük. Plancı bakımından önemli olan konu yalnız değerlerin ne olduğu değil aynı zamanda da ne halde bulunduğudur. Plancının bir değerler kaosunun bulunduğu bir toplum ile değerlerin oldukça belirgin ve kararlı olduğu bir toplumdaki taktikleri farklı olacaktır. Bir değerler kaosunun ya da başka bir deyimle hızlı bir H. Kahn ve A. J. Wiener: "Use of Scenarios", The Tear 2000. 1967. s. 262-264. William K. Tabb: «Alternative, Futures and Distributional Planning», Journal of the American Institute of Planners. January 1972 Harvey Leibenstein: "Long-run Welfare Criteria" Editor Julius Margolis: The Public Economy of Urban Community Resource for Future, 1965.
sosyal değişmenin bulunduğu toplumda plancı önce hangi değerleri toplayacağı sorunu ile karşılaşacaktır. Daha önce de gördüğümüz gibi, değerler topluma dışarıdan empoze edilemez; toplumun fonksiyonlarını görmesi sırasında karşılıklı uyum süreci ile meydana çıkar. Eğer bir toplumda önemli bir yapısal değişme oluyorsa toplumdaki değerler de değişecektir. Toplumda değerlerin değişmesi dolayısıyla bir yapı değişmesi değil, yapı değişmesi dolayısıyla değerlerde bir değişme olur. Kari Mahneim toplumda değerlendirme (valuation) süreçlerinin değişmelerinin aşağıdaki nedenlerle meydana gelebileceğini belirtmektedir.40 1) üretim araçlarında sahiplik biçiminin değişmesi; 2) üretim tekniklerinde değişme; 3) ilişki sıklığının değişmesi; 4) yeni otorite ve cezalandırma ve mükâfatlandırma şekillerinin ortaya çıkışı; 5) mevcut güçler tarafından kontrol edilemeyen hızlı bir büyüme. Bu ve benzeri etkenler toplumdaki değer yaratma, değer yayma, değer çatışmalarını çözümleme, değerlerin içe sindirilmesi ve normlaştırılması alt süreçlerinden meydana gelen değerlendirme sürecini etkiler. Toplumda değerlerin bulunduğu "durum"un değişmesi, çevrenin "nedenler dokusu"nu (causal texture) değiştirir. Emery ve Trist41 karar çevrelerini "nedenler dokusuna" göre dört gruba ayırmakta ve her biri için ayrı bir planlama taktiği önermektedir: Sakin Olasılıklı Çevre Bu çevrede toplumun iyi ve kötü kavramı değişmemektedir, değerler oldukça kararlıdır ve toplumda homojen olarak dağılmıştır. Bu çevre, geleneksel ekonomik analizlerin mükemmel yarışmalı piyasa çevresine tekabül eder. Bu halde en uygun strateji her kişinin yapabildiğinin en iyisini yapmasıdır. Lindblom'un parçayı ele alışı (disjointed incrementalism'i) bu çevre için geçerli bir taktiktir. Sakin Kümelenmiş Çevre Bu çevrede hedefler olasılıklı olarak dağılmaktadır. Belirli şekilde kümelenmiş gruplar oluşturur. Bu çevre ekonominin mükemmel olmayan yarışmalı piyasasına benzer. Karl Manheim: "Roots of the Crisis in Evaluation". EE. Emery ve E. L. Trist: "The Causal Texture of Organizational Environments" Human Relations, Cilt 18. 1965.
Saptırmış Reaksiyon Gösteren Çevre Bu çevre ekonomistlerin oligopolist piyasasına, bir anlamda da ikinci tip çevreye benzer; yalnız aynı tipte kümelenmiş birden fazla grup vardır ve benzer hedefleri gerçekleştirmek için yarışmaktadırlar. Bu çevrede plancı stratejik hedefini seçtikten sonra planlanmış taktik serilerinden meydana gelen operasyonlar sırasında seçmeler yapar. Girdaplı Çevre Bu çevre hızla gelişmektedir ve çevredeki elemanların karşılıklı ilişkileri devamlı olarak hareket halinde bir alan yaratmıştır. Böyle bir çevrede kişilerin veya ünitelerin eylemlerini önceden kestirebilme olanağı kalmamıştır, Böyle bir çevrede planlamadan söz edebilmek için çevrenin göreli bir kararlılığa kavuşturulması gerekir. Bunun içinde sistemin tüm olarak organizasyonu ele alınmalıdır. Sistemde birbiriyle yarışan değil, birbirini tamamlayıcı elemanlar kendi aralarında bir değerler matriksi meydana getirebilirler ve sistemi bu matriks etrafında kararlılığa kavuşturmaya çalışırlar. Bu ele alışta plancıya yalnız toplum içinde hedeflerin ne olduğunu tespit etmek değil, daha aktif bir rol düşmektedir. Bu aktif ele alışta değerleri değiştirerek toplumu değiştirme çabalan gibi idealist bir görüş değil, değerlendirme sürecini etkilemeyi ancak standartlaştırma anlamında ele alan bir yaklaşım söz konusudur. Plancı Toplumu Kendi İstekleri (Değerleri) Yönünde Ne Kadar Etkileyebilir? Bir plancının toplumu politik kuvvetler dengesinin dışında, kendi değeri yönünde etkilemesi, planlama mesleğinin karşı karşıya kaldığı önemli bir ahlak sorunudur. Plancı toplumu etkilemelidir ya da etkilememelidir sorunu burada tartışılmayacak, etkilemesinin sınırlarının ne olduğu üzerinde durulacaktır. Plancının toplumdan derleyeceği bir değerler sistemine göre planlama kararlarını geliştireceği düşünülürse, bu değerler sistemi iki yönde çarpıtılmış olduğu için plancı için yetersiz olacaktır. Birincisi, toplumdaki güç grupları toplu haberleşme araçlarını ellerinde tuttukları için kamuoyunda oluşan bu değerler kişilerin gerçek isteklerinin ancak saptırılmış bir şeklidir. Toplu haberleşme ile kontrolün yüksek olduğu ABD'de yapılan tes
pitler kişilerin planlanmasını istedikleri sorunların kendi sorunlarından çok farklı olduğunu göstermiştir.42 Bu çarpıklığın etkisinin plancının tes- piderinde göz önünde tutulması gerekir. Plancının kamuoyunu oluşturan toplu haberleşme araçlarından ayrı, ters yönde bir kampanya sürdürmesi olanağı çok kere sınırlıdır, ikincisi, toplumda planlamadan etkilenecek grupların planlama kararlarının kendi gruplarına olan etkilerinden aynı derecede haberdar olmamalarıdır. Planlardan etkilenecek grupların bu etkilerden haberdar olması iki mekanizma ile olmaktadır: birincisi plancının kamu yararı ve toplum için tek refah fonksiyonu belirlemesi gibi bunun sonucundan doğacak etkileri saklaması; ikincisi ise, grupların organize olma dereceleri farklı olduğu için bunlardan bir kısmının kendilerinin çıkarlarını fark ederek politik mücadeleye girmemesidir. Dolayısıyla kararlar belirli grupların çıkarı aleyhine gelişecektir. Burada plancı için iki olanak vardır; birincisi, planların dağılım etkilerini her grup için açık hale getirmektir. 43 Bunun için tek bir refah fonksiyonu yazmak yerine, her kararın çeşitli gruplar ve hedefler açısından başarısını sınayan hedef başarma matriksleri44 vb. teknikleri kullanma yolu seçilebilir. Bu husus plancılar tarafından göreli olarak daha kolay gerçekleştirilebilir. İkincisi ise, "savunucu" planlamada olduğu gibi, daha aktif bir tutum almak, kaybeden grupları organize etmeğe çalışmaktır ki, bunun başarı şansı sınırlıdır ve genellikle planlama ekibinin yetkisini ya da işini kaybetmesiyle sonuçlanır. 7. Sonuçlar Bu yazıda yapılan tartışmalardan sonra ulaşılan sonuçlar şöyle özetlenebilir. Plancının, planlamada kullanacağı değerler bulması için bunları toplumdan doğrudan doğruya elde etmesinden başka bir yol yoktur. Toplumda oluşan değerler sistemi ise, toplumdaki kuvvet yapısını yansıtır ve bu değerlere göre hazırlanan planlar toplumda organize olmamış grupların aleyhine çalışır. Kısa süreli analizler için uygulanacak planlama kararlarının toplumun Morris Budin: "A Study of Attitudes of Government Officials", Toward Planning Issues, Advanced Studies Institute in Regional Science, Karlsruhe. Morris Hill: A goals achievement Matrix for Evaluating. Alternative Plans. Journal of the American Institute of Planners, Cilt 34. No: 1 Ocak 1968. William K. Tabb: A.g.m
mevcut kuvvet yapısının ve değerlerinin etkisinden kurtulması olanağı oldukça sınırlıdır. Plancının sistemdeki yerini koruyarak yaratabileceği önemli etki planlama kararlarının çeşidi gruplara olan etkilerini gizleyici bir yöntem kullanması yoluyla olacaktır. Uzun süreli analizler için geleceğin değerler sistemini tahmin etme olanağı yoktur. Bugün değerler sisteminin gelecekteki toplumlara empoze edilmesi istenemez. Bu halde gelecek nesiller için kendilerinin değerlerine göre kullanabilecekleri genelleştirilmiş kapasiteler (flexible) yaratmak ya da bunları artırmak söz konusu olacaktır. Plancı bugünkü kararlar ile geleceği yapmaktan çok, geleceğin ortaya çıkışını engellememeğe çalışmalıdır. Plancı uzun vadeli analizlerde geleceğin ne olacağını önceden kestirmekten çok, gelecekteki alternatif olanakların neler olduğunu göstermeğe çalışacaktır. Bu ise mevcut kurumsal yapıda değişiklik önerilerini göstermek demektir. Plancı mevcut yapının ortaya çıkardığı başka alternatif yok "mit" ini yıkmak sorunu ile karşı karşıyadır. Uzun vadeli analizler sonunda ulaşılacak oyun öncesi kurumsal seçmeler, geleceğin gelmesini engellemeyeceği gibi daha çok eşitliği artırıcı yönde sapmalar (bias) meydana getirecektir.
DANIŞMANLIK KURAMI*
1. Giriş içinde yaşadığımız yüzyılın başında, klasik örgüt kuramcıları örgütsel işlevler arasında çok temel olduğuna inandıkları bir ayırımı yaparak ortaya çok ussal bir bulgu attıklarına inanıyorlardı. Bu ayrıma göre örgüt içinde "komuta" (başka deyimle hat) ve "kurmay" (danışman, uzman) terimleri ile tanımlanan iki farklı yapı söz konusu olmaktaydı; "komuta" terimi ile tanımlanan yapı içinde örgütün temel amaçlarına ve sorunlarına ilişkin kararlar alınacak, "uzmanlar" ise bu görevi kolaylaştırmak üzere gerekli bilgi ve çözüm önerilerini karar vericilere sunacaktı. Örgüt içinde böyle bir farklılaşmayı zorunlu kılan oluşum, karar verme durumunda bulunan kişinin karşılaştığı ve çözmek zorunda olduğu sorunların giderek karmaşıklaşması, farklı alanlara yönelik bilgi ve yeteneklere gereksinme göstermesi idi. Karar verici durumunda bulunan kişi karşılaştığı sorunları en ussal biçimde çözmek için çok çeşidi bilgilere ihdyaç duyacak ve kuşkusuz bu bilgilerin bir kısmı kendisinde olmayacaktı. İşte karar verici kendisinin bilemediği hususlar ve bunlara ilişkin çözümler için bu bilgilere sahip bir takım kişilere danışacak ve onların önermeleri ışığı altında en ussal çözüme ulaşmaya çaba gösterecekti. Klasik örgüt kuramının temel varsayımlarına göre toplumsal gelişim ve değişme ya da başka bir iş bölümünün artması ve derinleşmesinin, "danışma" olgusuna evrensel ve zorunlu bir nitelik kazandırdığı ileri sü* Bu yazı Gencay Şaylan'la birlikte yazılmış ve Amme Dergisi Clt. 8 Sayı 2, 1975 ss. 81-107'de yayımlanmıştır.
rülmekte; buna göre gelişme ile "danışma" işlevlerinin ağırlılığının ve öneminin artması arasında yüksek bir korelasyon olduğu varsayılmaktaydı. Sorunların karmaşıklaşması, giderek çok sayıda uzmanlık bilgilerinin belirlenişi, tek tek bireylerin öğrenme ve haber alabilme kapasitelerinin sınırlılığı, karar verme durumunda bulunan kişilerin eksik bilgiye sahip oldukları konularda danışmanlara başvurması sonucunu doğurmuştu. Gerçekten iş bölümünün artması ve teknolojinin gelişmesi sonucu örgütler büyümüş ve karmaşık hale gelmişti. Eskiden kendi bilgisi, deneyleri ve sağduyusunu kullanarak karar veren kişi ya da grubun, artık çok karmaşıklaşmış bir etkileşim sistemi içinde doğru ve yerinde kararlar verebilmek için teknik yönü giderek ağır basan bir takım bilgilere gerek duyduğu ve bunun için uzmanlara danışmakta olduğu göze çarpıyordu. İşte örgüt kuramı esas olarak karar verme-danışma ilişkisini bu temel üzerinde ele almaktadır. Örgüt kuramı içinde bakış açıları ve sorunlara yaklaşımları yönünden birbirlerinden farklı grupların ortaya çıktığı görülmektedir; ama örgüt kuramına bütün farklı yaklaşımlarda karar verici danışman ilişkisinin bu çerçeve içinde de ele alındığı söylenebilir. Örgüt kuramının temeli, "doğru ve yerinde karar alabilmek" olarak tanımlanabilir; bu olgu "ussallık" terimi ile belirlenmektedir. Hangi kararın doğru ve hangi koşullar altında yerinde olduğu bir "ussallık" anlayışı içinde değerlendirilmekte, bu ussallık anlayışı çoklukla verimlilik, etkinlik gibi normatif içerikli ölçütlere göre tanımlanmaktadır. Buna göre örgüt kuramı, ussallığın sağlanabilmesi açısından danışma olgusunu ele almaktadır. Örgüt kuramı içinde ele alınan bütün olgu ya da sorunlar belli bir ussallık ölçütüne göre tartışılmaktadır. Örneğin klasik örgüt kuramcıları temel aldıkları hiyerarşi ilkesine göre örgüt içinde karar vericiye uzmanlık alanları ile ilgili fikir verecek danışmanlardan söz etmekte (planlama, yöneylem, mali yönetim vb.); ancak danışmanların hiçbir şekilde karar verici üzerinde otorite sahibi olmamaları gerektiğini irdelemektedirler. Bu grup için danışmanlar açısından temel sorun, onları örgüt hiyerarşisi içinde uygun yere yerleştirebilmektir; hiyerarşi içinde öyle bir yerde bulunsunlar ki bütün işlevleri karar verenlere sürekli danışmanlık yapmaktan başka bir şey olmasın. Bununla beraber bazı klasik örgüt kuramcıları, bazı özel durumlarda danışman işlevinin fikir vermekten öteye gidebileceğini kabul etmektedirler. Ünlü Urwick, örgüt
içinde danışmanlık işlevinin sınırlarını şöyle çizmektedir,1 (a) karar verici adına izlenecek politikayı belirtmek; (b) kabul edilmiş planları ve uygulamaları sürekli yorumlamak ve yorumlarını karar vericiye kabul ettirmek; (c) plan uygulamalarını izleyerek uygulamada yetersiz kalan birimlerin yeterli ve uyumlu hale getirilmesini sağlamak; (d) ve doğal olarak uzmanlık alanları ile ilgili olarak devamlı fikir ya da çözüm tarzları üretmek. Klasik örgüt kuramcılarının hiyerarşi ya da "kumanda birliği" ilkesine gereğinden çok daha fazla ağırlık vermelerinden dolayı onları eleştiren neoklasik örgüt kuramcıları ise esas sorun olarak karar verici ile danışman arasında insan ilişkilerinden doğan çatışmalardan söz etmekte ve bunları ortadan kaldıracak tedbirler üzerinde durmaktadırlar. Danışmanların her konuya uzmanlık alanlarının dar çerçevesi içinde bakmak eğiliminde olmaları, karar vericilerin uzmanların etki alanlarını geliştirmelerini önlemeye çalışmaları, uzmanların hiyerarşik yapı nedeni ile yükselmelerinin kısıtlı oluşunun bilincine varmalan, eğitim ve öğrenimlerdeki farklılıklar vb. nedenler, neoklasiklere göre karar vericiler ile danışmanlar arasında sürekli çatışma ve sürtüşme kaynaklarını oluşturmaktadır. Danışmanların etki alanları ve güçleri, uzman oluşları ve doğrudan doğruya karar verenlerle ilişkide bulunmaları nedeni ile giderek artmakta ve böylece danışmanların, tanımlanmış resmi otoritelerini aşan etkileri, örgütsel sistemi, karar verme yetkisini biçimsel olarak elde tutanlarla danışmanlar arasında yarışma ve çatışma alanı haline getirmektedir. Tanınmış örgüt kuramcılarından VA. Thomson, modern örgüt kuramının, danışmanın bilmeye dayanan yeteneği ile yöneticinin hiyerarşik otoritesi arasındaki çatışma olarak irdelemektedir.2 Örgüt, modern bilim ve teknolojinin ilerlemesine paralel olarak ussal olabilme için giderek artan ölçüde uzmanlık bilgilerine gerek duymakta; bu ise hiyerarşik otorite yapısını zedeleyici bir olgu olarak bei.ımektedir. Thomson, modern örgütte var olan bu çelişkiyi çözmek için danışmanların da karar vermeye katılmasını önermektedir. Örgüte sistem olarak bakan H. A. Simon da danışman - karar verici ilişkileri üzerinde durmuş ve danışmanların kumanda birliği nedeni ile karar vermekten alıkonmalarının, karar vermenin o işte en yetkili kişi tarafından Lyndall F. Urwick, "Organization As a Technical Problem", Urwick ve Gulick (der.) Papers on the Science of Administration. New-York: 1937, s.56-57. Victor A. Thompson,Modem Organization. New York:1961. (Bu kitapta değinilen sorun ayrıntılı bir biçimde ele alınmaktadır. )
yürütülemeyeceği sakıncasını ortaya çıkaracağına işaret etmiştir.3 Simon bu sorunu çözmek için ortaya iki öneri atmıştır: (a) kumanda birliği ilkesinin dar anlamda yorumlanması ve bir kişinin gereğinde birkaç kişiden emir alabilmesinin sağlanması (eğer verilen emirler arasında çatışma olursa hiyerarşik öge ön plana geçecektir); (b) otoritenin parçalanarak her uzmanlık bölüm ya da grubunun kendi otoritesini uygulayabileceği bir eylem alanına sahip olması. Bu görüşlerin hepsini toparlayacak olursak bir ortak bakış biçiminin söz konusu olduğunu görmek mümkündür. Bu ortak nokta, karar vericinin mutlak olarak gereksinme duyduğu bilgiyi aldığı danışmanla ilişkilerini verilmiş örgüt yapısı içinde maksimum ussallığı sağlayacak biçimde düzenleme olarak tanımlanabilir. Örgüte bakış açıları değişik olmakla birlikte hepsinin üzerinde durduğu şeyler, danışmanların rapor verdiği yere karşı daima bir sorumluluk duygusu ile hareket etmesi, konuşmaktan çok dinlemesi, bilgi ve bulgularını karar vericiye açıklarken onun istediği çözüm tarzlarını göz önünde bulundurması ve karar vericinin de danışmanların en faydalı olacak biçimde çalışmalarını sağlayacak koşulları hazırlamalarıdır. Bu bakış açılarının yeterli bir açıklama getirmedikleri ya da başka bir deyişle karar veren ile danışman arasındaki bilgi alışverişi sürecini tam anlamı ile betimliyemedikleri ileri sürülebilir. Daha aşağıda tartışılacağı gibi, klasik planlama kuramı da karar verici-danışman ilişkileri sorununu benzer bir çerçeve içinde ele almaktadır. Gerek örgüt kuramı ve gerek klasik planlama kuramının danışman-karar veren ilişkilerine bakışlarının temelinde esas olarak "nasıl oluyor" sorusu değil "nasıl olmalı" endişesi yatmaktadır. Örgüt kuramının ya da klasik planlama kuramının temel amacı ussal karar vermek olarak belirlenmektedir. Ussal karar ise örgütün etkinliğini ve verimliliğini ya da daha somut bir deyişle çoklukla kârlılığını sağlayan kararlar olarak düşünülmektedir. Buna göre esas sorun "ne" ya da "nasıl" olduğu değil, verilmiş bir ussallığı sağlamak için bütün olguların "nasıl düzenlenmesi gerektiğidir"; ilerleyen teknoloji ya da artan bilgi bu amaca hizmet etmelidir, örgüt bunlardan en büyük faydayı sağlamalıdır. İşte sorun böyle konulunca, yönetici - danışman arasındaki bilgi alışverişi,"nasıl oluyor" biçiminde değil, "mevcut düzen içinde temeli değiştirmeden nasıl düzenlenmelidir" şeklinde ele alınmaktadır.
» Herbert A. Simon, Administrative Behavior. New-York: 1959, s. 141.
Burada yapılmak istenen ise temelinde bu tür değer yargısına ya da norma dayanmadan karar verme durumunda bulunan kişilerin danışmanlardan nasıl bilgi aldıklarını açıklayabilmek, bu bilgi alışverişini ve alınan bilginin kullanımını belirleyen değişkenleri ortaya çıkarabilmektir. Böylece danışmanlık sorunu herhangi bir normatif yargıya bağlı olmaksızın bir kurumsal bütün olarak açıklanmaya çalışılacaktır. Kuşkusuz danışman ve bilgi alan ilişkileri, örgüt kuramının ya da geleneksel planlama kuramının ele aldığından çok daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Bunun için ilk yapılacak iş, geleneksel ussal karar verme modelinde oldukça basite indirgenmiş danışmanlık sorunu üzerinde durmak ve ilgili varsayımları tartışmaktır. Bundan sonra bilgi alma ve kullanma ilişkisini belirleyen değişkenler üzerinde durmak, onları sınıflandırmak ve "nasıl olduğuna dair" bir model kurmak söz konusu olabilir. Toparlamak gerekirse, bu çalışmada danışmanlık toplumda birbirlerinden ayrılmış iki işlev arasındaki ilişkiler çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu iki işlev "iş yapabilme" ve "bilgi sahibi olma" biçiminde tanımlanabilmektedir. Aslında iş yapabilme ve bilme arasındaki farklılaşma sorunu yukarıda belirtildiği gibi örgüt kuramı ya da geleneksel planlama kuramı dışında toplum bilimciler ve siyasi bilimciler tarafından da ele alınmıştır. İş bölümünün ve teknolojinin gelişmesi sonucu uzmanlaşma, bilme yeteneğine bağlı olarak toplumda iktidar sahibi olma ya da başka deyimle "teknokrasi" ile ilgili çeşidi bakış açıları ve değerlendirmeler gerek toplum bilimcileri, gerek siyasi bilimcileri yoğun bir biçimde ilgilendirmektedir. Bu bakış açılarının bazıları kısmen de olsa, toplumda ayrılmış bulunan iş yapma ve bilme işlevleri arasındaki ilişkilere bakmakta; fakat bunlar için esas sorun söz konusu işlev farklılaşmasının toplumdaki iktidar yapısı ve ilişkileri üzerindeki etkisi olmaktadır. Buna göre toplum bilimciler ve siyasi bilimciler de esas olarak, danışman - karar verici arasındaki bilgi alışverişini verilmiş olarak almaktadırlar. İşte burada yapılmak istenen, verilmiş kabul edilen bilgi alışverişi üzerinde durmak ve bu sürecin işleme modelini kurabilmektir. Bunun için önce, geleneksel model üzerinde durmak ve bu modeldeki ilişkileri düzenleyen varsayımların sınırlılığını tartışmak faydalı olur. Bundan sonra uygulamanın somut verilerine bakarak karar veren danışman ilişkilerinin tipolojisini ortaya koymak söz konusu olacak ve bunu ilişkileri belirleyen değişkenlerin tartışılması izleyecektir.
2. Danışmanlık ve Ussal (Rasyonel) Karar Verme Modeli Toplumda danışmanlık kurumunun varlığı karar verme yetkisinin ve doğru karar vermek için gerekli teknik bilginin farklı kişilerde toplanmış olmasının bir sonucudur. Toplumda işbölümü ve uzmanlaşma bu ayırımı ortaya çıkarmıştır. Geleneksel planlama kuramlarında da planlamanın rolü böyle bir danışmanlığa indirgenmiştir. Planlama ayrı bir kurum olarak ör- güdenmiş, yürütme ve karar organı ayrı bir örgütlenmeye konu olmuştur. Toplumda bilme ve yönetimin ayrı ayrı kurumsallaşmasında çok fazla yadırganacak bir şey yoktur. Belki yadırganacak husus, bu iki farklı işlevin birbirleriyle ilişkisinin kurulma biçimidir. Planlama kuramlarında bu ilişki çok basite indirgenmiş olarak düşünülmektedir. Yönetici, bilme durumundaki teknisyene amaçlarını ve isteklerini aktaracaktır; teknisyen de bulduğu çözümleri ya da çözüm alternatiflerini yöneticiye verecektir. Bundan sonrası yöneticinin karar verme yetkisi içindedir. Toplumdaki politik güçler dengesine göre yönetici seçmesini yapacaktır. Danışman ile karar verme yetkisine sahip yönetici ya da politikacı arasındaki ilişki birçok halde bu kadar basit değildir. Ampirik gözlemler bu ilişkinin çok değişik boyutları olduğunu ortaya koymaktadır. Burada karşımıza çıkan sorun danışmanlık ilişkilerinin şimdiye kadar niye bu kadar yalınkat ele alındığıdır. Bunun nedeni daha çok planlama kuramının, örgüt kuramının da temelini oluşturan ussal karar verme modelinin etkisi altında kalması olmuştur. Ussal karar verme modeli4, genellikle karar verme sürecini sosyal sistemle olan ilişkilerinden kopararak yalnızca bir hesaplama yeteneğine indirgemeye çalışmaktadır. Bu modelde sosyal sistemle ilişki, plancıya verilen hedef yoluyla ve plancının karar için anlamlı alternatifleri bulmasında ortaya çıkmaktadır. Karar vericinin hedefleri saptarken sosyal sistemin etkisi altında olduğu doğrudur. Ona teknik yardım yapan plancı ya da danışmanın da alternatifleri algılarken içinde bulunduğu sosyal sistemin etkisi altında olacağı açıktır. Ama karar verici ile plancı arasındaki ilişkinin basit bir bilgi akımı şeklinde ele alınması yeterli değildir. Bu ilişkiyi sosyal sistemin özelliklerinin nasıl etkilediği kuramsal açıdan ayrıntılarıyla incelenmemiştir. Ussal karar verme anlayışı ve eleştirisi için bak: Herbert A. Simon, Models of Man. Social and Rational. New-York: 1957
Diğer taraftan plancıların ve yönetimbilim kuramcılarının dışında daha çok sosyologların geliştirdiği bir eylem kuramı vardır. Eylem kuramı, assai karar kuramı gibi normatif olmaktan çok davranışsaldır, toplum içinde bir kişinin nasıl eylemde bulunduğunu inceler. Ussal karar kuramından farklı olarak en iyi kararı aramaktan çok kişinin toplum içinde nasıl yer aldığını, rollerini nasıl yerine getirdiğini açıklamaya çalışır. Bu kuramda sosyal sistemle ilişkiler ussal karar verme modelindeki gibi üstü kapalı değildir, apaçık belirtilmiştir. Ama sosyal eylem kuramı da bizim üzerinde durmak istediğimiz danışmanlık ilişkilerini açıklamakta yetersizdir; çünkü burada daha çok kişinin eylemi üzerinde durulmaktadır. Bireyin karar verme, hesaplama ve uygulama işlevleri kendi içinde farklılaşmamıştır, aynı kişi tarafından görülmektedir. Dolayısıyla karar veren ile hesaplayan arasındaki ilişkiler açıkça ortaya çıkmamakta, bir çeşit kendiliğinden uyumlaştırarak kabul edilmiş olmaktadır. Karar verici ile plancının (danışman) açıkça farklılaşması halinde bu ilişki belirgin biçimde ortaya çıkmakta ve sosyal sistem tarafından etkilenmektedir. Bizim de üzerinde durmak istediğimiz ilişki budur, eylem kuramı dışında kalmaktadır. Ussal ya da akılcı karar modelinden esinlenen yukarıda özetlendiği biçimdeki basit bir danışman ve karar verici ilişkisinin geçerliliğinin varsa- yılabilmesi için üstü kapalı olarak yapılan kabulleri sıralayalım ve bu kabullerin geçerliliğini sınayalım. Belki bu eleştiriden yararlanarak danışman ve karar verici arasıdaki ilişkiler için daha geçerli bir kuramsal çerçeve kurmak mümkün olabilecektir. 42. Karar verecek kişi çözmek istediği sorunun bütün boyutlarından haberdardır, hedeflerini açıkça 43. 44. 45. 46.
formüle edebilmektedir. Danışman ya da plancı bu sorun ve hedefler kendisine bildirildiğinde sonucu bütün boyutlarıyla kavrayabilir ve bunun çözümü için yeterli teknik ve süreçlendirilmiş bilgiye sahiptir. Plancı (danışman) kendisine belirli bir ücret ödendiğinde bu bilgiyi devretmeye hazırdır, başka bir deyişle tam bir profesyoneldir. Toplumda aynı teknik bilgiye sahip yeterli sayıda plancı ya da danışman vardır. Karar verici bunlar arasından kolayca herhangi birini seçebilir. Plancı ya da danışman, kendisine danışan yöneticiye karar vermesine yetecek kadar bilgi verebilecektir.
2.
Danışman işlevini yerine getirirken, kendisine iş vermekte olan karar vericinin dışındaki çevrelerin hedeflerinden etkilenmemektedir. 3. Karar verici danışmanın kendisine sunduğu çalışmanın yeterliliğini kontrol edebilme olanağına sahiptir. Danışmanı istenilen nitelikte iş vermeye zorlayabilme olanağı vardır. 4. Danışmandan alacağı tavsiyeyi uygulayıp uygulamamak tamamen karar vericinin isteğine bağlı kalmıştır. 5. Karar vericinin danışmanın tavsiyesini uygulayıp uygulamaması danışman için önemli değildir. O bir profesyoneldir, bilgisini satmaktadır ve ücreti ödendikten sonra onun tavsiyesine uyulup uyulmamasına aldırış etmemektedir. Şimdi birer birer bu varsayımların ne kadar geçerli olduğunu inceleyelim. Önce birinci varsayımı ele alalım. Karar verici kişinin, çözmek istediği sorunun bütün boyudarından haberdar olması ve hedefini açıkça formüle edebileceği varsayımı her zaman geçerli değildir. Bunu göstermek üzere iki ayrı düzeyde danışma örneği alalım. Birincisi daha rutin, standartlaş- mış bir iş olsun; örneğin herhangi bir kişinin bir mimara ev planı hazırlaması konusunda başvurması, ikincisi ise daha karmaşık düzeyde, bir politikacının ülkenin yerleşme politikası konusunda bir plancıya akıl danışması olsun. Danışan karar verici evle ilgili sorununu mimara oldukça ayrıntılı şekilde formüle edebilmesine karşın, ülke yerleşme politikası konusunu aynı açıklıkta formüle edemeyecektir. Burada birinci örnekte olduğu gibi kişisel istekler söz konusu değildir. Çok daha karmaşık bir sosyal düzenleme söz konusudur. Danışılana çok belirlenmiş bir görev verebilmesi için kendisinin de danışman düzeyinde teknik bilgiye sahip olması gerekir ya da partisinin çok genel amaçlarını verip buna uygun bir yerleşme politikasının geliştirilmesini isteyecektir. Eğer aynı düzeyde teknik bilgiye sahip ise danışılandan aldığı yardım teknik bilgi tanımlamasından çok kendi zamanının sınırlı olması yani soruna kendisinin zaman ayıra- maması dolayısıyla yardım almasıdır ki danışma alanının dışında kabul edilebilecek bir olgudur. Hedeflerini çok genel bir düzeyde veriyor ise danışmana büyük bir esneklik kalmıştır. Danışman bir anlamda da hedef tayin edici hale gelmiş karar vericinin gücünün bir kısmını devralmıştır. Bu serbestlik teknisyeni yapacağı işte oldukça önemli belirsizliklerle karşı
karşıya bırakırken, karar vericiyi de karar verme yetkisini kısmen devretmiş durumda bırakmaktadır. Bu boşluk uygulamada, danışan ve danışmanın karşılıklı ilişkilerinin sayısı artırılarak doldurulmaktadır. Çözülmek istenen sorun bu karşılıklı ilişkilerle formüle edilmekte, bir karşılıklı öğrenme süreci yer almaktadır. Danışman genelleştirilmiş, tasnif edilmiş kuramsal bilgi sahibidir. Danışan ise çözülmek istenilen problemin günlük bilgisine sahiptir. Danışan ile danışman arasında süre gelen karşılıklı ilişki ile iki taraf da öğrenmekte, bu süreç sonunda problem formüle edildiğinde başlangıçtakinden çok daha başka bir noktaya ulaşılmaktadır.5 Bu tip karşılıklı öğrenme ilişkisinin yalnızca genel politika düzeyindeki sorunlarda olmadığını mimar müşteri ilişkisinde de olduğunu unutmamak gerekir. Tabii arada bir derece farkı vardır. Şimdi ikinci varsayım olan, danışman ya da plancının sorun ve hedefler kendisine bildirildiğinde onları hemen bütün boyudarıyla kavrayabileceği kabulünü ele alalım. Bu halde de birinci varsayımla benzer durum söz konusu olmaktadır. Danışmanın konuyu yeterince ve kendi teknik bilgileri ve merakları dışında karar verici için asıl önemli olan boyudarıyla kavraması bir önceki varsayımı incelerken belirttiğimiz gibi ancak karşılıklı öğrenme süreci ile mümkün olabilir. Daha çok genel ve sınıflandırılmış bilgiye sahip olan danışman verilen konuları bu sınıflara sokma eğilimindedir. Bu ise birçok halde karar verici için asıl önem verilen özelliklerinin ihmaline sebep olabilir. Bu varsayımın ikinci önemli yanı, plancının bu konuyu çözebilecek yeteneklere sahip olduğudur. Böyle bir varsayıma birçok yönlerden karşı çıkılabilir. Birçok halde problemlerin standartiaşmış çözümleri yoktur. Danışman özellikle rutinleşmemiş kararlarda yeni çözümler önerme durumundadır. Başarılı bir çözüm bulunup bulunulmayacağı bir yana bırakılsa bile bulunacak çözümler arasında kalite farkları olacaktır. Eğer çözümler arasında böyle kalite farklılıklarının olacağı kabul edilirse, plancıyı daha iyi kalite bir çözümü elde etmeye itecek danışan - danışman ilişkisi nasıl kurulabilir? Yukarıda anlatılan karşılıklı öğrenme süreci bu çözümün kalitesine yükseltmekte gereklidir, ama bunun dışında başka boyutlar da var mıdır? Örneğin buraya kadar yapılan tartışmada, karşılıklı öğrenme süre Karşılıklı öğrenme sürecinin ilginç ve ayrıntılı bir tartışması için bak: John Friedman, Retracklng America: A Theory OfTransactive Plantıitıg, Garden City, N.Y. 1973.
cinde karar verici ve danışman rolleri, farklılıklarını açıkça korumaktadır. İki grubun yetkileri ve sorumlulukları açıkça farklılaşmıştır. Özellikle üst düzeydeki politika formulasyonlarında danışmanın güç ilişkilerine biçim verme ve katılma derecesi onun performansını artırmakta etkili olamaz mı? Çözümlerin yeni olması başka bakımdan da ilginçtir. Eğer yeni bilimsel katkı vb. getiren bir çözüm söz konusu ise bunun prestijini katkıyı yapan kişi olarak danışman toplamak isteyecektir. Karar vericiye toplumun sorununu çözmekten doğan prestij kalacaktır. Eğer bu prestij ayırımı rahatça yapılabiliyorsa bunda mesele yoktur, ilişkilerde gerginlik doğmayacaktır. Ama birçok halde, özellikle politika tayini kararlarında bu ayırımı yapmak güçleşir. Bu hallerde danışmanın çözümü danışana bildirmemesi beklenebilir; bildirmesi halinde ise prestijin yalnızca karar verici üzerinde toplanması halinde ikisinin ilişkilerinde böylece bir gerilimin doğacağı söylenebilir. Üçüncü varsayım aslında bu soruya kısmen ve esas olarak kapitalist sistemin değer yapısı içinde cevap getirmektedir. Danışman tam bir profesyoneldir kendisine ücreti ödendiğinde bu hizmeti sunmaya hazırdır kabulü yapılmaktadır. Burada danışma hizmetinin kalitesi için de bir üstü kapalı açıklama vardır, daha çok ödeme yapılan danışma hizmetinin kalitesi daha yüksek olacaktır. Bu varsayım her zaman geçerli olmayabilir. Birçok halde danışman ve danışan arasındaki ilişki ödeme ilişkisine indirgenmiş bir şekilde kurulamayabilir, kısmen ya da tamamen karşılıklı taviz veya çıkar dengesine dayandırılabilir. Diğer taraftan danışmanın tam profesyonel olması kabulü, kendisinden danışmanlık hizmeti istenildiğinde bu hizmeti vermeğe hazır olduğu kabulünü de içinde bulundurur. Bu kabul de aslında çok rutin konular dışında geçerli değildir. Özellikle üst düzey politika kararlannda, birçok durumda bir ahlak sorunu ortaya çıkabilir. Bunun aydın çevreleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında en çok işgal eden örneği, atom bombasını imal eden fizik alimlerinin trajik durumudur. Benzer şekilde son yıllarda CIA'ya araştırma yapan ABD üniversiteleri üzerinde önemli bir kamuoyu baskısı doğmuştur. Bu nedenlerle birçok halde kurulan ilişki salt bir profesyonel ilişkisi değildir. Danışman kendi bulacağı çözümün danışana kazandıracağı güç hakkında bilinçlidir. Bu çözümü içinde bulunduğu gruptan gelen baskılar dolayısıyla satmayabilir. Demek ki bu ilişkide danışmanla danı
şanın karşılıklı ideolojik konumları önem kazanacaktır. Aynı gruptan aynı ideolojik konumdaki kişiler arasında danışma-danışılma ilişkisi oluşması halinde bu durum, çözümlerin performansını (kalitesini) artırmakta başlı başına bir etken olabilecektir. Danışman ile danışanın var olan politik gücü bölüşmesi bu durumda daha kolay olacaktır. Geri kalmış ülkelerdeki birçok danışmanlık ilişkilerine bu açıdan bakmak gerekir. Bu modeldeki hizmet talep edildiğinde arz edilir biçimindeki varsayım ve danışmanın tam bir profesyonel olması kabulü de tek yönlü olarak yapılmıştır. Burada profesyonellik tek yanlı ve statik bir biçimde düşünülmektedir. Danışman servisini, örgütlenmiş bir kuruluş ya da firma olarak sunması söz konusudur. Bir danışmanlık firmasının da kendi çıkarını en çoğa çıkarmak istemesi doğaldır. Birçok halde kendi servisine talep doğmasını bekleyip, diğer firmalarla yarışıp teknik yetenekleri ile bu hizmeti görmeyi beklemeyecektir. Aktif olarak davranacak, karar vericiyi kendisinin hizmetlerine muhtaç olduğuna ikna edecektir. Bu halde modelin işleyişi tersine dönecektir. Bazı hallerde de bu firma yalnız kendi teknik hünerlerini değil kendi ilişkilerini ve politik gücünü satacaktır. Bu halde yönetici, gruptan danışmanlık hizmetlerini bilgisi dolayısıyla değil, bazı çevreleri etkileme gücü dolayısıyla isteyecektir. Örneğin birçok yabancı firma danışmanlık hizmederini geri kalmış ülkelere Dünya Bankasını etkileme gücünü öne sürerek satmaktadır. Demek ki profesyonellik kabulü tek yönlü olarak düşünülemez iki yönlüdür ve ussal karar modeline dayanan danışmanlık anlayışından önemli sapmalar meydana getirmektedir. Aslında dördüncü varsayım üçüncü varsayımda sözü edilen pasif profesyonel danışman tipinin varlığını garanti eden bir varsayım olarak düşünülebilir. Bu varsayımda standart teknik bilgiye sahip danışmanların çok sayıda olduğu kabul edilmektedir. Bir anlamda mükemmel piyasa modeline benzer olarak çok sayıda kişi veya küçük danışman firma olduğu varsayılmaktadır. Bu kabulün geçerli olmadığı birçok durum bulmak mümkündür. Gelişmiş ülkelerde danışman firmaların çok büyük ölçeklere ulaşarak oligopolist bir yapı oluşturdukları birçok örnek vardır.6 Geri kalmış ülkelerde ise firma olarak örgütlenmese bile birçok konuda belirli düzeydeki bilgi tekel haline gelmiştir. Bu hallerde danışılacak kişinin ya da kuruluşun tekelci özelliği, danışmana danışan ile danışılan arasındaki iliş Guy Beneviste, The Politics of Expertise. Berkeley, California: 1972
kiyi eş güçte kontrol etme olanağını sağlamaktadır. Eğer danışma konuları rutin, toplumda çok yaygın hale gelmiş hatta bu bilgilere sahip olma diploma ve sertifika vb. yollarla kurumsallaştırılmış hünerler ise dördüncü varsayıma yaklaşılır, başka bir deyişle bu varsayımın geçerliliği bir ölçüde kabul edilebilir hale gelir. Beşinci varsayımda da şimdiye kadar yapılmış varsayımlara benzer sorunlar vardır. Danışmanın karar vericiye, karar vermesine yetecek miktar ve kalitede bilgi vereceği kabul edilmiştir. İlk bakışta gerçekleşmesi en kolay gibi görülen bu varsayım da birçok hallerde gerçekleşememektedir. Bunun bir gerçekleşmeme nedenini danışmanların da kendi kârını arttırmaya çalışan firmalar halinde örgütlenmesinde görüyoruz. Kârını en çoğa çıkaracak firma birçok halde kendi işini en kısa zamanda bitirerek kârını artırmak isteyecektir; bunun da yolu, elinde bulunan bir çözümü ya da modeli uygulayarak işverene vermesidir. Bu tutumun rutin işlerde pek sakıncası olmamakla beraber, daha özel stratejik sorunlardaki sakıncası açıktır. Bu yolda, birçok danışman firmanın, geri kalmış ülkelere batılı ülkeler için hazırlanmış bilgisayar programlarını uygulayıp vermelerine ait yüzlerce örnek bulunmaktadır. Aslında bu halde danışman danışanın sorununu çözmemiştir. Bir anlamda danışmanlık "ayinini" icra etmiş görevini bitirmiştir. Karmaşık görünen hesaplar, iyi baskılı bir rapor, hele karar verici politikacının istekleri de raporun sonuna sonuç olarak yazılmış ise hiçbir sakınca yoktur. Danışman başarılı bir iş firması olarak davranmıştır. Bu oldukça yaygın bir tutumdur. Bu halde danışmanlığın amacı yön değiştirmiştir; danışmanın bir karar vermede yardımcı olması değil verilmiş bir kararın kamuoyuna veya başka bir yere satılabilmesinde yardımcı olması söz konusu olmaktadır. Firma da bu halde gerekli bağlantı görevini yerine getirmektedir. Bu tür danışma hizmetierinin yerine getirilmesi toplumda çoklukla kurumsallaşmıştır. Bu kurumlar etrafında oluşan çıkar gruplarına, karar verici "sus" payını verecektir. Bu varsayımla ilgili üzerinde durulacak bir başka husus, danışmanın da karar vericinin karar vermesine yetecek kadar bilgi bulamaması ve her alternatifin yeterince geliştirilememesidir. Bu halde belirsiz noktalar yalnızca karar vericiye bırakılabilir mi? Yoksa bu boşlukları doldurmada danışmanın da karar sürecine çok aktif olarak girmesi yararlı olmaz mı? Bu durumda, tekrar başta tartışılan, karşılıklı etkileşim ile bilgi geliştirme sorununun ön plana çıkacağı doğaldır.
Altıncı ve yedinci varsayımlar birbiriyle ilişkilidir. Danışmanın, danışanın isteklerine karşı en azından nötr olduğu varsayılmaktadır. Danışmanın danışılan konulardaki gizliliğe riayet edeceği, danışanın dışındaki çevrelere bu konuda hizmet sunmayacağı bir çeşit "ahlak" çerçevesinde kabul edilmektedir. Danışman, danışmanlık ilişkisine girdiği zaman danışan üzerinde kullanılabileceği bazı güçler elde etmektedir. Danışman, danışanın sorunları, imkanları vb. hakkında başka koşullarda elde edemeyeceği bilgiler elde etmektedir. Danışman için bu başlı başına ilginç bir özelliktir, gerektiğinde danışan aleyhine kullanılabilir, başka ilgililere sızdırılabilir. Diğer taraftan danışmanın çözümü ve gösterdiği yollar karar vericiyi de etkileyecektir. Danışman karar vericiyi belirli yönlerde etkilemek için dışardan para alabilir. Bu halde de belli amaçlar için tamamen yanıltıcı bilgiler verebilir. Yanıltıcı bilgi vermenin çok yaygın olarak bilinen örnekleri maden araştırmalarında bulunmaktadır. Araştırma yaptığı azgelişmiş ülkeye esas raporu vermeyip bulunan madenin gerçek değerini kendisine daha yüksek fiyat veren bir firmaya bildiren danışmanların sayısı az değildir, bizdeki ünlü örneği Ergani bakırlarıdır. Benzer şekilde danışmanlık ilişkileri ile hazırlattığı projeler yoluyla kendi mallarını satan firmaların ve ülkelerin varlığı ise herkes tarafından bilinen yaygın bir örnektir. Bu nedenlerle yedinci varsayım gerekli olmaktadır. Danışanın, danışmanın çalışmalarını denetleyebilecek yeterliliğe sahip olması gerekir. Bu ise ancak eşdeğer veya eşdeğere yakın bilimsel yeteneğin varlığı demektir. Danışan ve danışmanın göreli bilgi pozisyonları ve tipleri önem kazanır. Eğer birçok geri kalmış ülkenin danışman kullanmasında çok görüldüğü gibi böyle olanak söz konusu değilse danışmanı denetlemek yine bu konuda uzmanlaşmış ve işi alan firma ile yarışan bir başka firmaya bırakılır. Tabii bunun etkinliği ancak firmalar arasında anlaşma ilişkilerinin olmamasına bağlıdır. Ancak bu durumlarda genellikle danışmanlar arasında bir yarışmadan çok dayanışmanın varlığı göze çarpmaktadır. Yarışma, işi alıncaya kadardır. Çünkü bugün denetim yapan firma yarın danışman olarak başka firmaca denetlenecektir. Bundan dolayı, özellikle uluslararası piyasadaki firmalar arasında yarışmadan çok dayanışma ilişkileri gelişmektedir. Sekizinci varsayım, karar vericinin karar yetkisini danışmanla bölüşüp bölüşmediğini irdelemektedir. Karar verici, danışmanın tavsiyesine uyup uymamakta serbesttir. Bu varsayımın da her zaman geçerli olduğu söyle
nemez, geçerliliği danışma hizmetinin özelliğine bağlıdır. Eğer danışmanın verdiği tavsiye kısa süre içinde verilmiş, pahası az ve yenisi kolayca elde edilebilecek veya kararı geciktirmenin önemli bir pahası yok ise karar verici bu tavsiyeye uyup uymamakta kendisini oldukça serbest hissedebilir. Ama birçok danışmanlık hizmeti aksi özelliklere sahiptir. Örneğin büyük bir baraj projesinin yapılmasının pahası yüksektir, geciktirilmesinin topluma maliyeti çoktur. Alternatif yokluğundan karar verici bu tavsiyeye uymak zorunda kalır. Danışmanlık hizmetinin büyüklüğü, kabul için kendiliğinden baskı yaratır. Bunun için danışmanlık hizmetlerini oldu bitti- leri azaltacak şekilde genelden özele inerek aşama aşama almak ve danışma hizmeti sunanın yanına onu izlemek için bir ortak vermek gibi yöntemler izlenir. Dokuzuncu varsayım sekizinci varsayımın bir başka yönüdür. Danışmanın kararlarının uygulanıp uygulanmamasına kayıtsız olduğunu kabul eder. Bu kabul de çok rutin kararlar için geçerli olmakla beraber daha önemli kararlarda geçerliliğini kaybeder. Danışmanın aktif olduğu ve başka çıkar grupları ile ilişkisi olduğu hallerde, danışanın bilgi düzeyini kontrol ederek, oldu bittiler yaratarak, alternatiflerinin sayısını azaltarak danışanın kararını etkilemeğe çalıştığı görülmektedir. Diğer taraftan, özellikle genel politika düzeyinde, genellikle ideolojik çizgileri yakın kişiler arasındaki danışma ilişkilerinde danışmanların tavsiyelerinin uygulanmasına çok duyarlı oldukları söylenebilir. Bir yandan danışmanlık ilişkisinin devam etmesi daha önceki tavsiyelerin uygulanmasına bağlıdır. Diğer yandan danışmanın tavsiyelerinin devamlı olarak uygulanması ona güç kazandırır. Belirli süreden sonra karar yetkileri bölüşülür hale gelir. Bu durum ise ilişkinin kopmasını kolaylaştırır. Böylece danışmanın tavsiyesinin uygulanması kısa vadede ilişkiyi sürdürürken uzun vadede kopmasına sebep hazırlayan bir açmaz (paradoks) meydana çıkar. Danışma ilişkilerine ait varsayımların eleştirisi açıkça göstermektedir ki geleneksel yorumlar, rutin, etkisi küçük ve çözümü büyük yetenekler istemeyen dolayısıyla tekelleşmemiş konular için geçerlidir. Genel bir danışmanlık kuramı için yetersizdir, ancak çok özel bir hali göstermektedir. Daha genel bir kuramsal çerçeve kurabilmek için kuramı, değişik karar tiplerine, değişik danışma amaçlarına, danışmanın ve danışanın örgütlenme biçimlerindeki farklılıklara ve toplumdaki farklı konumlarına göre geliştirmek ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.
Danışma ilişkilerine ait kabullerin yetersizliği hem plancılar hem de plancı (danışman) kullananlar tarafından hissedilmiştir. Plancılar, genellikle soruna "ne tavsiye edelim ki kararlarımızın uygulanma şansı artsın" diye yaklaşmışlardır. Bir anlamda danışmanın durumunu veri almışlar "biz kendi karar biçimlerimizde ne değiştirelim ki planlarımız uygulansın" konusunu araştırmışlardır. Danışman kullananlar ise belki daha dar açıdan bakmışlardır. Soruna "Acaba en iyi danışman seçme yöntemleri nelerdir? Hangi usulleri koyarsam danışmanın aldatmasını azaltırım?" diye bakmışlardır. Herhalde soru tek taraftan değil, iki tarafı da içerecek şekilde sorulmalıdır. "Danışan ve danışılan arasında kurulan ilişkiyi neler etkilemektedir, bu ilişkiler kontrol edilerek daha yüksek bir performans nasıl elde edilebilir?" soruları sorulmalıdır. Bizim burada yaptığımız tartışmanın çıbş noktasını da bu soru oluşturmaktadır. 3. Danışmanlık Tipleri Danışan ve danışılan arasındaki bilgi alışverişini belirleyen değişkenleri saptayıp bir işleme modeli kurmaya girişmeden önce yapılması gereken işlerden biri de ilişkileri tipleştirmek ya da başka deyişle danışman kullanma olgusunu sınıflandırmaktır. Danışmanlığın sınıflandırılması, bir taraftan burada geliştirilmeye çalışılan açıklama çabasının sınırlarını belirlemekte yardımcı olurken, diğer taraftan işleme modeli içine girebilecek değişkenlerin neler olduğu konusunda belli ipuçları da sağlayacaktır. Burada ele alınan çerçeve içinde danışmanlık, belli bir kararı verebilmek ya da bir seçme yapabilmek için bazı kişi ya da kişilerden karar konusu ile ilgili bilgi, çözüm, tavsiye vb. almak olarak tanımlanmıştı. İlk olarak, yukarıdaki tanıma bakarak, "danışmanlık" teriminin günlük dilde biri geniş, biri dar olmak üzere iki anlam taşıdığı söylenebilir. Geniş anlamda danışmanlık terimi, kişilerin her hangi bir seçme yapmak için bilgisine, tecrübesine, kişiliğine vb. güvendikleri kişilerden akıl sormaları anlamına gelmektedir. Bir köy ya da mahalle kahvesinde kişilerin kendileri ile ilgili olan ya da olmayan konularda yorumlarını istedikleri, fikirlerini aldıkları belli kişiler vardır. İşte bu tip bir ilişki en geniş anlamda danışmanlık olgusunu belirlemektedir. Bu anlamda danışmanlık ilişkisi, esas olarak kodlanmış, kurumsallaşmış uzmanlık bilgisi almayı değil; çeşitli nedenlerle güvenilen kişiden "akıl almayı" belirlemektedir. Böyle bir "akıl alma"nın çeşidi nedenleri arasında diploma sahibi olmak, belli de
neylerden geçmiş olmak ya da belli bir sosyal statüye sahip olmak sayılabilir. Danışmanlık teriminin halk dilindeki bu yaygın anlamı dışında bir de dar anlamından söz edilebilir. Burada, danışmanlık belirli bir hizmet biçimi olarak kurumsal hale gelmiş (örgüt içinde bir birim ya da özel danışman örgütü gibi), biçimsel bir rol yükümlenmiştir. Dar anlamı içinde danışmanlık belli sınırlar içinde düşünülmektedir; danışmanın hangi alanda bilgiler sağlayacağı, sağladığı bilgilere karşı beklentileri, bilgiyi alanla veren arasındaki ilişkilerin neler olduğu önceden belirlenmiş kurullara göre biçimlenmiş ya da bir ölçüde kurumsallaşmıştır. Ancak günlük dilde danışmanlık kavramının böyle bir farklılık içinde kullanılması buradaki ele alış yönünden önemli bir sorun yaratmamaktadır. Buradaki tartışmalar esas olarak dar anlamda danışmanlık terimine yönelik olacaktır; ama görülecektir ki geniş anlamda danışmanlık da büyük ölçüde aynı izleme modeli ile açıklanabilmekte, başka bir deyimle bu dildeki kullanım farklılaşması, olguyu belirleyen nitel bir içerik taşımamaktadır. Danışmanların sınıflandırılması çeşitli ölçüdere göre yapılabilir. En kolay biçimde göze çarpan, danışmanla karar verici arasındaki ilişkiye göre bir sınıflandırma yapılabilme olanağıdır. Eğer danışmanla karar verici aynı örgüt yapısı içindeler ise aralarında biçimsel ve hiyerarşik bir otorite ilişkisi vardır. Eğer danışman, otorite ilişkisi dışında ise o zaman müşterilik ilişkisine bağlı bir danışmanlık söz konusu olacaktır. Hangi tip işler için danışman kullanıldığı sorunu da bir sınıflandırmaya yol açmaktadır; politika tayini ve rutin işler gibi. Bu tür tipleştirmeleri daha da yaymak, bunlara yenilerini eklemek mümkündür. Bununla beraber "bu tür tipleş- tirmelerin hepsine birden gerek var mıdır?" sorusunu sorunca, bazı tipleştirmelerin bir işleme modelinin kurulmasında göreli bir önem taşımadığı ileri sürülebilir. Örneğin rutin işlerde danışmanlık, politik işlerde danışmanlık az çok göreli bir ayırımdır. Hangi işlerin rutin, hangisinin politika tayini olduğu, çoklukla bizim işlerimizi kolaylaştırmak için yaptığımız tanımlara göre belli olmakta, yani başka bir deyimle ölçüt karar vericinin durumu algılayışıyla belirlenmektedir. Bir kararın politika tayin edici niteliği bir derecelenme sorunudur ve derecelenmenin değerlendirilişi kişiden kişiye karar vericinin bilgi ve deney kapasitesine ya da içinde bulunulan koşullara göre değişmektedir. Aynı tip eleştirileri genel ya da özel danışman ayırımı için söylemek mümkündür. O halde modeli ku
rarken bizim için faydalı olabilecek sınıflandırmaların neler olduğuna karar vermek gerekmektedir. Bunun için de önce kuşkusuz, niçin danışman kullanıldığı sorusu ya da danışmandan beklenen işlemin neler olduğu belirlenmelidir. Danışmandan beklenen işlemin neler olduğu ortaya konursa, aynı zamanda belli bir sınıflandırma da meydana getirilmiş olacaktır. Genel olarak danışmanlardan beklenen işleme göre, üç grup danışman-da- nışan ilişkisinden söz etmek olanaklı görülmektedir: 2. Bilgi eksikliği halidir. Karar verici danışan belli bir seçmeyi yapabilmek için kendinde olmayan bilgileri temin amacıyla danışmana başvurabilir. 3. Karar veren kişi seçmesini yapmıştır; fakat yaptığı seçmeyi çeşidi kişi ya da gruplara kabul ettirebilmek için, yaptığı seçmeyi destekleyecek şekilde danışman kullanır. Burada karar verici ile danışman arasında üstü kapalı bir anlaşma vardır, danışman kendine niçin danışıldığı konusunda çeşidi yollarla bilgi sahibi kılınmıştır. Başka bir deyişle, danışmana bilgi eksikliğinden değil, tasarlanmış bir karar seçmesinin kabul görmesi için başvurulmaktadır. 4. Karar verici, danışmanlık otorite ve statüsünü, kendi kararını satma dışında, çeşidi çıkarları uzlaştırmak için kullanabilir. Başka bir deyimle üst düzeydeki karar vericiler, daha alt düzeydeki bir karar vericiyi, belli bir danışmana başvurmaya zorlayabilirler. Burada, belli çıkarlara dönük amaçların gerçekleştirilmesi söz konusu olmaktadır. Bu tür danışman kullanmanın bir başka biçimi de danışmanın belli çıkarları uzlaştırıcı bir rol oynamasıdır. Belli bir proje için gerekli ihale, yardım, kredi vb. olanakların sağlanması bazen belli grup ya da fırmalann danışman olarak kullanılması koşulluna bağlanabilir ve özellikle ülkeler arasındaki yardım ilişkilerinde bu yola sık sık başvurulduğu bilinmektedir. Böylece danışmanlık karşılıklı çıkarları dengeleyici bir işlev niteliği taşır hale gelmektedir. Böylece danışmanın, karar verme sürecindeki rolü üç kategori içinde belirlenmektedir. Klasik örgüt ya da planlama kuramının dayandığı ussal karar verme sadece birinci tip danışmanlık rolü ile ilgilidir, ikinci tip danışmanlık rolünde ise ussal karar vermenin hiç değinmediği bir olgu, danışmanın profesyonel yetki ve statüsüne dayanarak karar vericinin çıkar ya da iktidar sağlaması ön plana çıkmaktadır. Üçüncü kategori danışmanlık rolü ise özellikle uluslararası düzeyde büyük çıkar gruplarının belli kaynakları kontrol ve paylaşmalarını sağlamaktadır. Böylece, kaba gözleme
dayanan bir danışman rolü tipolojisinin yapılması bile bize daha ilk adımda ussal karar verme modelinin çok dışına çıkıldığını göstermektedir. Danışmanlık olgusunu bir süreç olarak ta düşünmek mümkündür. Danışmanlığın bir süreç olarak düşünülmesi ile ortaya bazı niteliklerin çıkacağı ileri sürülebilir. Buradaki bakış açısına göre danışmanlık süreci ile ilgili en önemli nitelik danışmanlık hizmetinin kurumsallaşma derecesidir. Kurumsallaşma boyutuna göre danışmanlık hizmeti ele alınınca, bir taraftan tam olarak kurumsallaşmış, firma ya da kişi düzeyinde, yapacağı danışmanlık alanı ve fiyatı belli olmuş bir durum söz konusu olmaktadır. Bu sürecin diğer ucunda ise kurumsallaşamamış, bilgi sınırları ve konusu, fiyatı belli olmayan ve halk dilinde "akıl hocası" vb. terimlerle tanınan tip bulunmaktadır. Kurumsallaşmış danışmanlık olgusu özellikle azgelişmiş ülkeler açısından önemli gözükmektedir. Azgelişmiş olarak tanımlanan bir sosyal yapının temel niteliklerinden biri, kodlanmış teknik bilginin çok kıt bulunması ve böylece toplumda belli bir işi yapabilecek bilgiye karşı büyük bir talep olmasıdır. Bu durum, kıt olan teknik bilgiyi bir iktidar ve statü kaynağı haline getirmekte; bu tip toplumlarda, teknik bilgi sahipleri hemen hemen karşılaşılan bütün sorunlarla ilgili çözümler geliştirmektedirler. Bilgi sahiplerinden işi doğru olarak nasıl yapılacağını öğrenmek gerekliliği kültürel sistemde bir norm olarak ortaya çıkmakta ve böylece bilgi sahibi kişiler, bilgileri ile ilgili her alanda sorunların çözümüne el atmak için adeta moral bir baskı içinde davranmaktadırlar. Bunların davranışları toplumumuzda "seçimsiz muhtar" olarak adlandırılmaktadır. Bu olgunun biraz daha kurumsallaşmış biçimi de söz konusudur. Buna kısaca "fetva kurumu" demek mümkündür. Bu tip danışmanlık, bir anlamda yukarıda tartışılan ikinci kategorideki hale benzemektedir. Karar verici aslında kararını vermiştir, fakat kararın uygulama etkinliğini artırmak ya da dirençleri zayıflatmak için danışmandan yardım istemektedir. Burada kullanılan danışmanın bilgisi değil, danışmanın kişiliğinden ya da pozisyonundan doğan toplumsal statüsüdür. Azgelişmiş bir sosyal yapıda çok kıt olan kodlanmış bilgi gerçek bir iktidar aracı olmakta ve çözüm gerekince, bu çözümü azgelişmiş toplumlarda kodlanmış bilgilere sahip olanların prototipini meydana getiren üniversite öğretim üyelerinin "oluruna" dayandırmak çok görülen bir uygulama olmaktadır. Özellikle temelinde siyasal bir tercih yatan kararları, ilgili alanlarda çalışan öğretim üyelerine danışarak
almak ya da kararları onların uygun bulmasını sağlamak önemli gözükmektedir. Danışmanların kurumsallaşmamış bir tipi de "kışkırtıcı ajan" (provokatör) terimi ile tanımlanabilir. Yine toplumdaki siyasi tercihi olan militan grupları harekete geçiren ve böylece bir takım siyasi amaçları gerçekleştirmeye çalışan kışkırtıcı ajanlar da bir nevi danışmanlık sürdürmektedirler ve bu işlemin amacı esas olarak kışkırtıcı ajanı istihdam eden grupların çıkarlarını gerçekleştirmek olmaktadır. Görüldüğü gibi toplumsal sistemde işi yapma ve bilme işlevlerinin birbirlerinden ayrılmış olmasını bir tipoloji içinde toplamaya kalkışınca çeşitli bakış açıları söz konusu olmaktadır. Yukarıda bunlardan bir kısmına değinilmiştir ve kuşkusuz bunlara bir takım yeni boyutların daha eklenmesi mümkündür. Tartışılan konu açısından çok önemli gözüken nokta, belli bir tipolojiyi oluşturma çabalarının danışmanlık ilişkisinin ussal karar verme modelinin kapsamadığı bir grup değişkene göre biçim aldığının ortaya çıkmasıdır. O halde danışmanlık ilişkilerini betimleyen bir model kurarken yukarıda değinilen sınıflandırmalarda ortaya çıkan olgular mutlak olarak göz önüne alınmalıdır. 4. Danışmanlık İlişkisinin İşleyiş Biçimi Yukarıdaki bölümlerde gerek örgüt kuramının gerek geniş ölçüde örgüt kuramının temelini oluşturan "ussal karar verme modelinin", danışmanlık olgusunu tanımlamakta ve açıklamakta çok yetersiz kaldığı gösterilmeye çalışılmıştı. Şimdi tartışmaları daha da ileriye götürmek ve danışmanlık olgusunu daha tutarlı bir biçimde açıklamayı sağlayacak bir model geliştirmek gerekmektedir. Başka bir deyişle, danışmanlık olgusunun ussal karar verme yaklaşımı içinde açıklanamayan kesimlerini de belirlemek söz konusu olmaktadır. Ancak bu tür bir yaklaşım ile danışmanlık olgusu her yönü ile betimlenebilecek ve bu betimlemeye dayanarak bazı önermeler ortaya atmak mümkün olacaktır. O halde tutarlı bir model geliştirebilmek için "niçin danışılıyor?", "nasıl danışılıyor?", "danışmanlar nasıl seçiliyor?", "danışmandan alınan bilgi nasıl uygulanıyor?", "danışma ilişkileri sırasında danışan ve danışmanın güdüleme kalıpları nelerdir?" gibi soruları sistemli bir bütün içinde cevaplandırmak gerekmektedir. Danışmanın bir olgu olarak, toplumda iş yapabilme ve bilebilme yetenekleri arasındaki farklılaşma nedeni ile ortaya çıktığı kabul edilmişti.
Aslında bu kabul kendi başına pek bir şey ifade etmiyorsa da yine bu noktadan işe başlamak mümkün görünmektedir. Hareket edilecek nokta, yukarıdaki kabulde üstü kapalı olarak belirtilen danışmanın toplumsal yapı ile olan ilişkisidir. Başka bir deyişle toplumsal yapı ya da yapıyı belirleyen bir takım değişkenlerin aynı zamanda yukarıda belirtilen işlev farklılaşması biçiminde danışma olgusunun da belirleyicisi olduğu açıkça gözükmektedir. Başka bir deyişle danışmanlık ilişkisi belli bir örgüt içinde oluştuğuna göre örgütsel sistemi etkileyen toplumsal yapı değişkenleri danışma işlevlerinin biçimlenmesinde rol oynayacaktır. O halde danışmanlık olgusunu belirleyen değişkenlerin iki grupta toplanabileceğini söylemek mümkün görünmektedir. Birinci grup değişkenleri "yapısal değişkenler" olarak tanımlanabilir; ikinci grup ise danışma sürecinde yer alan kişilerin (danışan-danışılan) güdü mekanizmalarından oluşacaktır. Kuşkusuz bu iki grup değişken birbirlerinden bağımsız değildir ve aralarında belirleyici bir etkileşim olduğu açıktır. Başka bir deyimle danışma süreci içinde ortaya çıkacak danışan ve danışmanın güdüleri büyük ölçüde yapısal değişkenlerce belirlenmekte; bu kişilerin güdüleri, geniş ölçüde toplumda üyesi oldukları örgüt ve grupların yapı- larınca biçimlenmektedir. Gerçekten toplum, örgüt ya da grup yapısının danışma ilişkisini önemli ölçüde etkilediği açıktır; çünkü danışma ilişkisi bu yapılar içinde oluşmaktadır. Toplumdaki uzmanlaşma derecesi toplumun dışsal bağımlılıkları, danışma ilişkisinin içinde oluştuğu örgütün hiyerarşik yapısı, hakim otorite tipi, toplumsal grupların niteliği ve bu gruplar arasındaki çekişmenin biçimi yapısal değişkenlere örnek olarak verilebilir. Bir de bunların karşısında danışman ya da danışanın birey ya da belli bir grup üyesi olarak güdüleri vardır. Danışan ve danışmanın birey olarak amaçları, değerleri, normları, eğilimleri, inançları, vb. gibi davranış temelleri esas olarak yapısal koşullarca belirlenmektedir. Böylece bir kısım yapısal koşullar bir taraftan doğrudan doğruya danışmanlık olgusunu etkilerken bir kısım yapısal koşullar da güdülerin belirleyicisi olarak dolaylı yoldan etkide bulunmaktadır. Ancak yine de danışma olgusunun genel, kuramsal işleyişini belirleyebilmek için bu ikili ayrımı yapmak faydalı olacaktır. Önce genel planda yapısal koşullara bağlı olarak ortaya çıkacak davranış güdüleri ve bunların arasındaki mekanizmalar tartışılabilecektir.
a. Yapısal Değişkenler Yukarıda da genel çizgileri ile değinildiği gibi danışma ilişkisi bir takım yapılar içinde oluşmaktadır. Bu yapılar esas olarak üç grupta toplanabilir. Birinci olarak toplumsal düzeyde bazı yapısal etmenler ele alınıp incelenmelidir. ikinci grup olarak yine danışmanın oluştuğu örgütün yapısı ile ilgili bazı nitelikler kuşkusuz önemli ölçüde belirleyici rol oynayacaktır. Üçüncü olarak da gerek danışanın ve gerek danışmanın üyesi bulunduğu çeşitli grupların yapıları, üyelerinin davranışlarını belirleyen temel etkenler olarak tartışılmalıdır. O halde buradaki yaklaşım, esas olarak yapısal değişkenleri bu üçlü sınıflandırma içinde ele alacaktır. (1) Toplumsal Yapı Değişkenleri: Toplumsal yapı ile ilgili iki temel niteliğin danışma olgusunu dolaylı ve dolaysız olarak etkilediği ileri sürülebilir. Bunlardan biri toplumun gelişme derecesi diğeri ise toplumun bağımlılık derecesi olarak tanımlanabilir. Toplumsal sistem içindeki bir takım yapıların, kültür, ahlak, hukuk gibi her türlü davranışları belirleyici rolü açıktır. Ancak bu yapıların danışma ilişkisindeki davranışları belirleyici rolü büyük ölçüde yukarıda belirtilen iki niteliğe bağlı olarak belirlenmektedir. Başka bir deyişle toplumun gelişmişlik ve dışa bağımlılık derecesi, danışmanlık ilişkilerini etkileyen kültür, ahlak, hukuk gibi norm sistemlerinin etkileme biçimini belirlemektedir. Bu konuyu daha ayrıntılı bir biçimde tartışmak gerekmektedir. Toplumun gelişmişlik derecesi, toplum içinde iş yapma ve işi bilebilme rolleri arasındaki kurumsal farklılaşmayı belirlemektedir. Toplumsal gelişmenin yapısal ölçütleri, sosyal bilimcilerce belirli ortak koşullara dayandı- rılabilmektedir ve bu pek bilinen tartışmaları burada tekrarlamanın gereği yoktur. Burada kullanılan anlamı ile insan ilişkileri açısından gelişmeyi belirleyen esas olgu, toplumda iş bölümünün gelişmesi ve buna bağlı olarak rollerin farklılaşma derecesidir. Başka bir deyişle toplum ne kadar gelişmişse iş bölümü o kadar artmış olacak ve buna bağlı olarak toplumsal roller de o kadar farklılaşmış olacaktır. Buna göre gelişmişlik derecesine bağlı olarak karar verici ve danışman rolleri birbirlerinden ayrılacak ve giderek kurumsallaşacaktır. Buna karşılık toplumsal gelişmenin yetersizliği halinde rollerin kurumsal farklılaşmasının daha alt düzeylerde ortaya çıkması beklenecektir ve bu durumun danışmanlığın tipolojisinde değinilen "seçimsiz muhtar" tipinin ortaya çıkmasını etkilemesi söz konusudur. Gelişme ya da başka bir deyimle iş bölümünün artması aynı zamanda sorunların çö
zümü ile ilgili bilgi ve uygulamaların kodlanması demektir. Buna göre, gelişme derecesi, sorunların çözümü için gerekli bilgilerin ve uygulamaların kodlanarak rutinleşme ölçüsünü de belirleyecektir. Gelişme derecesinin danışmanlık olgusunu belirlemede ki bir önemli işlevi de danışmanlık ilişkisini kurumsallaştırmasıdır. Toplum içinde danışmanlık işlevinin kurumsallaşma derecesi ile bir takım yeni oluşumların ortaya çıkacağı ileri sürülebilir. Giderek kurumsallaşan danışmanlık, toplumsal kontrol süreci içindeki ağırlığını artırmak, bir grup olarak ayrıcalıklarını ve çıkarlarını genişletmek isteyecektir. Bunun sonunda ise kurumsallaşan danışmanlığın çıkar maksimizasyonu için yarışma içinde, teknik yeteneği dışında başka yeteneklerini de pazarlamaya kalkışması beklenecektir. Kurumsallaşma ve rollerin farklılığı dışında toplumsal gelişme düzeyi kültür sistemi içinde uzmanlığa verilen değeri de belirleyici olmaktadır. Aslında gelişme düzeyinin hemen hemen her aşamasında belli bir alanla ilgili kodlanmış bilgiye sahip olmanın ya da uzmanlığın bir prestij ve statü kaynağı olduğu ileri sürülebilir. Hatta kodlanmış bilgilerin kıt olduğu azgelişmişlik düzeyinde statü ve prestijin daha da yüksek olduğu ileri sürülebilir. Ancak, işbölümü geliştikçe uzmanlığın sosyal statüsü artmasa bile kontrol olanağının arttığı görülmektedir. Gelişme ile beraber kodlanmış bilgi sahibi olanların sayısı artmakta, bu grubun kıt kaynak olma niteliği azalmaktadır. Bunun sonucu uzmanlaşmanın toplumsal statüsünde bir azalma görülmekle beraber giderek uzmanlaşma olgusu kontrol artışı sağlayıcı bir nitelik taşımaya başlamaktadır. Böylece danışmanın sosyal statüsüne dayanan "fetva verme" işlevi giderek yerini uzmanlaşmış bilgiye dayanan "ussal çözüm getirme" efsanesine bırakmaktadır. Toplumsal yapı ile ilgili ikinci önemli değişken olarak "dışa bağımlılık derecesi" ele alınabilir. Gelişmişlik düzeyleri ve yapıları birbirlerinden farklı iki toplum arasındaki kontrol ilişkileri içinde danışmanlığın önemli bir rolü olduğu ileri sürülebilir. Başka bir deyişle bir toplum diğer bir topluma bağımlı olup, o toplum tarafından kontrol edilirken, kontrol eden toplum için önemli nokta, bağımlı toplum içinde alınan kararların bu ilişkiyi bozmayacak, aksine güçlendirecek bir içerik taşımasıdır. Özellikle ekonomik bağımlılık söz konusu iken, bağımlı ülke içinde verilen ekonomik nitelikli politika kararlarının bütünleşmeyi devam ettirici nitelikler taşımasında danışmanlık çok önemli bir rol oynamaktadır. Bu durumun çok
rastlanan somut örnekleri, bağımlı ülkeye verilen kredi, yardım vb. olanakların kullanılmasında, kontrol edici ülkenin istediği danışmanların kullanılmasının bir zorunlu koşul olarak ortaya atılmasıdır. Bir toplumun dışa bağımlılık ya da otonomi derecesi, özellikle rutin olmayan önemli politika tayini kararlarında yabancı danışman kullanılma ölçüsünü belirlemektedir. 7 Açıkça ortaya çıkan bir durum, yabancı danışmanın biçimsel olarak kodlanmış teknik bilgiye sahip olduğu kabul edilse bile başka bir toplumdan geldiği ve yine çoklukla dünya politikasında süper devlet rolü oynayan ülkelerden birini ve doğal olarak o ülkenin temel çıkarlarını temsil ediyor olmasıdır. Daha somut olarak, bu danışmanların, ülkenin ekonomik, mali ya da doğal kaynakları üzerinde kontrol kurmak ve mevcut kontrollerini artırmak isteyen örgütlerin (devlet ya da firma düzeyinde) üyeleri oldukları unutulmamalıdır. O halde kısaca toplamak gerekirse, bir toplum başka bir topluma ne kadar bağımlıysa, o toplum içinde rutin olmayan önemli kararların alınmasında yabancı danışman kullanımı oranı artmakta; yabancı danışmanlar ise, doğal olarak, teknik bilgi ve ussal olduğu varsayılan karar önerilerinde mevcut kontrol ilişkilerinin devam ve güçlenmesini ön plana almaktadırlar. (2) Örgütsel Yapı Değişkenleri: Danışman ve danışan toplumdaki işlerini belirli bir örgütleşme içinde görmektedirler. Bu örgütlenmenin niteliği danışmanlık ilişkisinin özelliklerini belirlemektedir.. Gerek danışmanlık hizmetini alan gerekse danışmanlık hizmetini sunanlar, bireyden, çok büyük ölçeklerde sırf danışmanlık için var olan kurumlara kadar uzanan bir devamlı örgütlenme içinde bulunurlar. Genellikle söylenilebilir ki ister danışman ister danışılan rolleri birey dışında bir büyük kurum şeklinde örgütlenmiş olsun, danışmanlık ilişkisi biçimsel ve sınırları belirlenmiş bir iş alışverişi haline gelmektedir. Bu ilişkilerde örgütlenen tarafın biçimlenen ilişkinin kurallarını belirleme olanağı yüksektir; daha iyi ör- güdenen taraf güç kazanmakta, ilişkinin kurulmasında aktif hale gelmektedir. Eğer danışman bir büyük firma halinde örgütlenmiş ise kendisinin danışmanlık hizmetini satmada pazarlamasını yaparak, danışacak kişiyi bulmakta, onda danışma ihtiyacını çeşitli yollardan doğurmaktadır. Da Az gelişmiş ülkelerdeki danışmanların rolleri ile ilgili olarak bak: Guy Beneviste ve Warren F. Ilchman', Agents of Change. Professionals in Developing Countries. New- York: 1969
nışma ilişkisine girenlerin birey ölçüsüne indikçe danışmanlık biçimselliğini kaybeder, ilişkinin sınırları belirsizleşir. Buradaki örgüder arası danışmanlık ilişkilerinde, danışmanlık servisinin tüm bir örgüt olarak sunulması ve tüm bir örgüt olarak istenilmesi halini ele aldık. Bir örgüt içindeki yönetici, özellikle rutin olmayan konularda kişisel olarak kumlan danışmanlık ilişkisinin üstünlüklerinden de yararlanmak isteyebilir. Bu halde genellikle bir örgütün üst düzeydeki yöneticisi örgüt üyesi durumunda olan ya da olmayan bir uzman ile bireysel düzeyde danışmanlık ilişkileri kurabilir. Danışmanlık ilişkisine giren kurumun özel kesimden ya da kamu kesiminden oluşu, kurulacak danışmanlık ilişkisini önemli şekilde etkiler. Bu farklılık özellikle kendisini, danışmanlık ilişkisine giren tarafların güdü- lenmelerindeki etkisinde gösterir. Bu değişiklik bir sonraki bölümde danışman ve danışanın güdülenmelerindeki farklılıkları incelediğimizde açık hale gelecektir. (3) Grup Üyeliği ile İlgili Değişkenler: Gerek danışan, gerek danışman belirli bir toplum içinde yer almaktadır ve belli toplumsal özelliklerin, yukarıda da belirtildiği gibi danışma eyleminin niteliği üzerindeki etkisi açıktır. Yalnız bu toplumsal özellikler danışma eylemlerindeki nitelik farklılıklarının hepsini açıklamakta yetersizdir. Bir toplum içinde yer alan bireyler ya da örgütler toplumda birden fazla rol oynamakta ve birden fazla grup içinde yer almaktadırlar. Başka bir deyişle çeşitli toplumsal gruplar birey üzerinde kesişmektedirler. Grup üyeliğinin, danışmanlık ilişkisini iki ana değişken çerçevesinde etkilediği ileri sürülebilir. Bunlar gruplar arasında çatışma ya da uyum derecesi ile eğitim kökeni olarak tanımlanabilir. Grupların birbirleri ile çatışması ya da desteklemesi bir ideoloji sorunu olarak düşünülebilir. Danışan ve danışmanın üyesi oldukları gruplar, her grup gibi belli birer ideolojiye sahiptir. Grup ideolojisi, üyelerinin davranışını belirleyen önemli bir etken olduğuna göre, danışmanlık ilişkileri içinde ortaya çıkacak ideolojik yapıların karşılıklı konumları üzerinde durmak gerekmektedir. Bir grubun ideolojisi gruptaki kişilerin toplumdaki olayları ve sorunları anlama ve bunlara karşı bir tepki göstermedeki harekederine yön veren üst düzeydeki düşünce ve görüşler sistemidir. Bu düşünce ve görüşler sistematik bir bütündür. Bu bütün grubun üyelerinin yaşamlarındaki de
neylerinin sistemsiz, tesadüfi bir şekilde bir araya gelmesinden oluşmaz. Grubun içinde yaşadığı toplumsal çevre ve bu çevrede grubun göreli pozisyonunun, grup üyelerine verdiği yaşam deneyi sırasında birbirini etkileyerek oluşur ve birey için üst düzeyde düşünce ve görüşler sistemi haline gelir. Bu birey üstü hale geliş ona tarih dışı olma özelliği kazandırmaz. Her grup, tarihsel süreç içinde grubu etkileyen objektif koşulların ve bilinçlenme düzeyinin değişmesine paralel olarak ideoloji oluşturmaya devam eder. Bir grubun üyesi olan bireyin üstünde, böyle olaylara bakış açısını, yorumunu ve bunlar arasındaki sorunlara bulunacak olan çözümleri etkileyen bir ideolojik çerçeve vardır. Bir kişinin ideolojik yöneliminin değişik tiplerinin kişinin eylemlerini nasıl etkilediğinin bilinmesi danışmanlık ilişkisini belirlemek bakımından o kadar önemli değildir. Daha önemli olan danışman ile danışanın ideolojik konumlarındaki göreli durumdur. Eğer farklı ideolojik konumları varsa danışma ilişkisi bundan nasıl etkilenecektir? Danışman ve danışan farklı ideolojik referanslara sahipse olguları ve soruları farklı şekillerde yorumlayacaklar, farklı çözümleri tercih edeceklerdir. Bu ise danışma ilişkisinde bir gerilimin doğması demektir. Ussal, karar verme modeline dayanan danışmanlık anlayışı içinde bu soruna değinilmemektedir. Bu sorundan kaçınma şu iki varsayımla mümkün olmaktadır: Birincisi, danışmanın kendisinin hiçbir ideolojik seçmesi olmadığı, danışanların değişik ideolojik yapılarına göre servis sunabileceği kabul edilmektedir. Bu halde danışman farklı ideolojik çerçeveler hakkında bilgi sahibi olacaktır ve her biri içinde düşünüp bunlarla tutarlı eylemleri seçebilecek yeteneklere sahiptir, ikincisi ise danışman ile danışanın aynı ideolojik çerçeveye sahip olacağıdır. Danışman ya da danışanın mutlaka aynı grubun üyeleri olması söz konusu olmayabilir. Örneğin toplumu kontrol edenler grubuna dahil olan bir büyük iş adamı, büyük bir olasılıkla orta sınıftan olan bir plancıyı danışman olarak kullanacaktır. Orta sınıfın bir elemanı olan bu plancı kendisine referans grubu olarak bu üst sınıfı seçmiş ise farklı sınıflardan olmalarına rağmen danışman ile danışan arasında ideolojik çerçeve farklılığı doğmayacaktır. Seçilen referans grupları, ideolojik çerçeve farklılıklarının doğuracağı gerilmelerin ortaya çıkmasını engeller. Ayrıca karar tipleri ideolojik yapı farklılıklarının ortaya çıkmasını azaltmak ya da artırmakta önemli bir etken olarak çalışırlar. Rutinleşmiş,
ideolojik çerçeve farklılıklarından etkilenmeyen ya da ideolojik çerçeve farklılıklarından etkilenme biçimi standartlaşmış olan kararlarda bu değişken önemini yitirmiştir. Buna karşılık politika belirleyici, rtırin olmayan kararlarda ideolojik farklılık ya da danışanla danışman arasındaki gerilimin derecesi alınan kararlarda önemli bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Danışman ve danışanın ilişkilerinde, okul eğitiminde gözlenen, bilmesi dolayısıyla hakim durumda olan bir bilenin, bir bilmeyene öğretmesi olayı söz konusu değildir. Daha çok bir sorunun çözümünde karşılıklı bir bilgi tamamlaması söz konusudur. Bir tamamlayıcılık ilişkisi vardır. Bu tamamlayıcılık ilişkisinde danışan ve danışmanın bilme durumu danışmanlık ilişkisinin tipini etkiler. Danışman ve danışanın göreli bilme durumları çeşitli boyutlara göre incelenebilir. Burada ilk düşünülecek boyutlardan biri bilginin kökenidir. Genellikle iki tip bilgi edinme yönteminden söz edilebilir. Birincisi, kişinin sorunlar ve olgular içinde yansıyarak kişisel deneylerinin birikmesi yoluyla elde ettiği bilgidir. Buna pratik kökenli bilgi denir, ikincisi ise daha çok toplumun kurumsallaşmış eğitim kanalları yoluyla aktarılan, sınıflandırılmış ve genelleştirilmiş bilgidir. Buna kurumsal bilgi denilir. Toplumda genellikle danışma ilişkilerinde danışanın pratik bilgi kökenli, danışılanın ise kurumsal bilgiye sahip olduğu simgesi yaygındır. Belki bir çok danışma ilişkisinde roller böyle bir farklılaşma göstermesine rağmen daha farklı durumların da ortaya çıkacağı ileri sürülebilir; kurumsal bilgi kökenli birisinin pratik bilgi kökenli birisine danışması, iki kurumsal bilgi kökenli ve iki pratik bilgi kökenli kişinin kendi aralarında danışma ilişkisine girmesi gibi. Bu çeşitli bilgi kökenlerine göre biçim alan danışma ilişkilerinde de bir karşılıklı öğrenme, bir sorunun çözümü için birbirinin bilgilerini tamamlama söz konusudur. Ancak bu tip ilişkiler arasında hiçbir fark yok mudur? Danışma ilişkilerinin yapısı bakımından ortaya çıkacak çeşitli tipleri ikiye indirgemek söz konusudur. Aynı bilgi kökenliler arasındaki danışma ilişkisinde bilgi yapısı bakımından fark yoktur ancak bilgi konuları arasındaki fark dolayısıyla tamamlaşma söz konusudur. Buradaki karşılıklı bilgi aktarımı kolaydır, çünkü karşılıklı ilişkide bulunanların bilme alışkanlıklarına ve bilgiye karşı aldıkları tavırlarda uygunluk vardır. Ama ayrı kökenli bilgiye sahip olanların girdiği danışmanlık ilişkisinde daha uzun süreli ve çetin bir karşılıklı öğrenme süreci geçirilmelidir.
Bu noktada ortaya çıkan bir soru, bu karşılıklı danışmanlık ilişkisine girenlerin bilgi kökenlerinin farklılık ya da benzerliğinin ilişkinin yönünü belirlemede bir üstünlük sağlayıp sağlayamadığıdır. İlişkide hakim konum, bilgi kökenine göre oluşmamaktadır. Eğer bir hizmet alışverişi söz konusu ise genellikle ilişkiyi yönlendirmek durumunda bulunan danışanın konumu hakim durumda olacaktır. Danışılanın bu ilişkideki pazarlık gücünün yüksekliğini bilgi kökeninden çok sahip olduğu bilginin nadirliği ya da hizmetini pazarlayışındaki ustalığı belirleyecektir. b. Güdüsel Değişkenler Yukarıdaki tartışmalarda, danışmanlık ilişkisini belirleyen yapısal değişkenler üç düzeyde ele alınmıştı. Şimdi ise birey olarak danışan ve danışmanın karşılıklı ilişkiye girdiklerinde davranışlarını belirleyen güdülerin (motivasyonların) tartışılması söz konusudur. Daha da önce belirtildiği gibi doğal olarak, danışan ve danışmanın güdüleri bir taraftan o kişinin toplum içindeki sosyalizasyon biçimine, hangi grupların üyesi olduğuna ve dolayısı ile hangi değerleri benimsediğine bağlı iken, diğer taraftan kendi kişiliğinin ya da içinde yer aldığı örgütün gereksinmeleri tarafından etkilenmektedir. Ussal karar kuramına dayalı danışmanlık ilişkilerinde genellikle tek gü- dülü bir ele alış söz konusudur. Danışan, danışmandan profesyonel bilgi alacaktır. Halbuki gerçekteki danışma ilişkilerinde hem danışan hem de danışman tarafından birden fazla güdünün varlığı gözlenmektedir. Danışmanın güdülenmesi beş ayrı başlık altında toplanabilir: Birincigüdü\ geleneksel kuramın varsaydığı bilgi eksikliğini tamamlama güdüsüdür. Şimdiye kadar bu yazıda da üzerinde durulan esas güdü bu olmuştur. İkinci güdü-, birinci güdüyle bir dereceye kadar ilişkilidir, karar verici bir danışman kullanarak kendi kararına bir dayanak sağlamak istemektedir. Bu halde danışmanın işlevi karar vericinin kararını geliştirmekten çok, verilen kararın başkalarınca kabulünü kolaylaştırmaktır. Danışan danışmanın bilgisinden çok statüsünden, kendi çevresince kabul edilmiş otoritesinden yararlanmak istemektedir. Bu kararlara böyle otorite sahibi bir kimsenin olur demesi başkalarına güvence vermektedir. Üçüncü güdüde ise danışman kullanmak belirli çevrelere girmek için bir yol olarak düşünülmektedir. Bu halde yine danışmanın statüsünden yararlanılmaktadır. Danışmanla kurulan ilişki ve böylece danışanın daha önce kendisine kapalı çevrelere girişi uzun sürede önemli çıkarlar getirme ola
nağına sahiptir. Dördüncü güdü, üçüncü güdüyle önemli benzerlikler gösterir. Danışan belirli çevrelere kendisi girmeden bilgi aktarmak, üstü kapalı olarak bu çevreleri de karannda ortak göstermek istiyorsa bu çevrelerden bir danışman kullanır. Bu halde danışmanın prestiji bir cins haber ulaştırıcısı işlevi haline gelmektedir. Beşincigüdü, danışmanlık yoluyla belirli kişilere "rüşvet" vermenin legalize edilmiş bir yoludur. Danışmanlık hizmederinin geniş olarak bir iş için belli bir danışmanlık görevi verilerek "şükran borcu" karşılığı ödeme yapılır. Aslında danışman kullanan kişi birçok halde tek güdü ile ilişkiye girmez yukarıda sıralanan çeşidi güdülerin birden fazlasının karışımı ile girer. Danışmanın da güdüleri birden fazladır. Birinci güdü yine geleneksel kuramda olduğu gibi profesyonel güdüdür, hünerini bilgisini satarak belirli bir karşılık elde etmek istemektedir. İkinci güdü, danışmanlık yoluyla başka şekilde elde edemeyeceği bilgileri elde etmek istemektir. Eğer danışan gerçekten sorununa çözüm bulmak amacı ile hareket ediyorsa, danışmana başka durumda söylemeyeceği, açıklamayacağı gizini vermiş olmaktadır. Bu, danışmanlık yoluyla elde edilen bilgilerin kullanılmasında önemli ahlak normları sorununu ortaya koymaktadır. Üçüncü güdü, danışmanlık yoluyla karar süreci içinde kalarak belirli bir grup adına karar sürecini etkilemektir. Bu açık olarak danışmanın bilgisi ve isteği altında yapıldığı gibi onun bilgisi olmadan gizlice de yapılabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi kışkırtıcılık (provakas- yon) bu yönde bilinen tipik bir örnektir. Dördüncü güdü, danışmanlık işlevini karar vericinin yetkilerini bölüşmek yoluyla, karar verici gibi görünmek ve bu yolla toplumda farklı düzeyde bir statü sağlamak olarak tanımlanabilir. Böylece danışman karar üzerinde etkin olduğunu (bu gerçek de olabilir) pazarlayarak bir takım çıkar ve ayrıcalıklar sağlama yoluna gidebilmektedir. Danışman da aslında danışan gibi danışmanlık ilişkisine böyle birden fazla güdüyle girmektedir. Danışman ile danışan arasındaki ilişkiler bu güdüler dengesi tarafından yönlendirilmektedir. Denilebilir ki bu yazıda ele alınan şekilde danışmanlık toplumda karar verme yönetme yetkileri ile bilme yetkilerinin farklılaşmasının doğurduğu bir ilişki biçimidir. Birinci güdüler dışındaki güdülerin analize sokulması gerekmez. Ancak o zaman da birçok danışmanlık ilişkisinin gelişmesi ve varlığı açıklanılamaz. Soruyu yukandaki şekilde sormak yerine hangi top
lumsal koşullarda yukarıdaki güdülerden hangilerinin ağırlık kazandığı ve danışmanlık ilişkilerini nasıl etkilediği biçiminde sormak doğru olur. Bu sorunun cevabı bir sonraki bölümde açıklanacaktır. Gerek danışma ve gerekse de danışmanlık yapma durumunda olanların çeşidi bireysel özellikleri bu ilişkiye girişlerindeki güdülerini etkiler. Danışma ve danışmanlık ilişkisine giren kişilerin işlerindeki birikmiş başarı derecesi, yaş çizgisindeki yeri veya kazanılan statüleri önemli rol oynar. Danışmanın statü dizgesindeki yeri ondan istenen danışmanlık hizmetinin türünü etkiler. Genç ve statü basamağının alt düzeyinde bulunan bir kişiden beklenen daha çok profesyonel güdülenme içinde hizmet sunmasıdır; bu kişinin statü dizgesindeki yeri yükseldikçe farklı güdülerin davranışlarına etkili olacağı doğaldır, kendi kararına destek bulmak, başka çevrelere giriş kanalı açmak gibi. Diğer taraftan danışanın yaş çizgisindeki ve statü dizgesindeki yeri aşağılara indikçe danışmanlığın kendi kararlarına destek sağlayıcı işlevine ihtiyacı artar. Danışan statü dizgisinin alt basamağında iken risk almağa atılım yapmağa daha açıktır; ancak bu tip kararlarına statü sahibi olmuş, yaş çizgisinin üst basamağındaki danışmanlardan ki bu kişiler çok halde yeni atılımlara kapalı hale gelmiştir, destek bulması zordur. Böyle bir durum söz konusu olunca ihtiyaç ile arz arasında çelişik bir durumun varlığı gözlenmektedir. Yine aynı şekilde danışman eğer statü basamağının alt çizgisinde ise danışmanlık işlevinin yalnız maddi yanı için bu ilişkilere girmeyecek aynı zamanda da kendisine sağlayacağı yeni statüler için girecektir. 5. Danışmanlık Kuramı İçin Önermeler Bütünü Bu bölüme kadar danışmanlık konusunda yapüğımız tartışmalarda çok sayıdaki ilişki hakkında varsayım düzeyinde açıklamalar getirildi. Şimdi hem tartışmaları özedemek, hem de kuramın genel çerçevesini kurmak için bu varsayımları bir önermeler bütünü halinde sıralayalım: H. 1° Toplumda gelişme ile işbölümü arttıkça ve yapı karmaşıklaştıkça, bilme ve iş yapabilme, karar verme yetkileri farklılaşır ve danışmanlık ilişkileri ortaya çıkar ve çeşitlenir. H. 2° Danışmanlık ilişkileri toplumda üç farklı işlev görür. Danışmanlık, a) karar vericinin bilgi eksikliğini gidermek b) verilen karara toplumda prestij sağlamak, geçerlilik kazandırmak c) karar üze
rinde çeşidi çıkar gruplarının uzlaşmasını sağlayacak bir çerçeve kurmak, işlevlerine sahip olabilir. H. 3° Toplumsal gelişme ile danışmanlık ilişkilerinin çeşidenmesi ve uzmanlaşması her üç işlevde de ayrı ayrı görülür. H. 4° Toplumda danışmanlık ilişkilerinin çeşidenmesi ve uzmanlaşması, danışma hizmetini arz edenlerin kurumsallaşması eğilimini ortaya çıkarır. H. 5° Kurumsallaşma oldukça, toplumda kendiliğinden daha çok for- mel olmayan yollarla yapılan "akıl danışma" tipi profesyonel olmayan danışmanın yerini profesyonel danışma türleri alma eğilimi gösterir. H. 6° Toplumsal gelişmeye paralel olarak danışma talebi iki kolda da a) rutin standardaşmış konular, b) yeni, standaıtlaşmamış ve politika düzeyindeki konular artar. H. 7° Rutin standardaşmış konulardaki kurumsallaşma çok sayıda yarışan danışman firmanın doğuşu şeklinde olmakta, tekelleşme eğilimi göstermemekte, ussal karar verme modeline uygun olarak cereyan etmektedir. H. 8° Standartlaşmamış, yeni çözümler isteyen ya da politika düzeyindeki danışmanlık hizmetleri tekelleşme eğilimi göstermektedir. Bu bilgi tekelleştikçe danışanın danışma işlemi dolayısıyla elde edeceği güç ya da fayda artmaktadır. Bu halde danışman ile danışanın ilgisi salt bir profesyonel hizmet alışverişine indirgenemez bir güç alışverişi haline gelir. H. 9° Verilecek kararın yan etkileri fazla ise ya da tüm toplumsal hayatı etkileyecek önemde ise, kararı tek grubun çıkarı ile gerekçelen- dirmek yetersiz kalır. Bu halde bu çıkar ilişkilerinden bağımsız kişilerin hakemliğine başvurma bir çeşit "fetva" alma isteği doğar. H. 10° Aynı tip fetva isteği "kararın" riski çoksa veya sonuçlan sağduyu ile doğrudan kestirilemiyorsa yalnızca ussal karar vermenin dışında karara prestij sağlayıcı "danışmanlar" da bulmak önem kazanır. H. 11° Bilgi tekelleştikçe, danışmanın iş yapana vereceği çözümün kullanılma biçimini kontrol etmek isteği doğmaktadır. Özellikle çö
zümün faydalan veya zararları yalnız kullanıcıyla sınırlanmış olmayıp dışsal etkileri topluma yayılıyorsa, bu bilginin kullanıcıya verilmesi bir toplumsal baskı konusu, bilimsel ahlak sorunu haline gelmektedir. H. 12° Böyle kuvvet alışverişi haline gelen bir danışma ilişkisinin kurulması salt bir profesyonel alışveriş ötesindeki uygunlukları, özellikle ideolojik uygunluğu gerekli kılar. H. 13° Danışman ile danışanın aynı sosyal gruplardan olmadığı durumlarda ideolojik konumlarının farklılığı söz konusudur. İdeolojik konumlardaki bu farklılığın sorunlarını giderici çeşitli mekanizmalardan söz edilebilir. Bunlardan birincisi danışmanla ilişkileri salt profesyonel ilişkiler çerçevesi içinde tutacak iyi tanımlanmış ve rutinleşmiş işlerin çözümünde yardım almaktır. İkincisi ayrı sosyal gruplara ait olmakla birlikte aynı referans gruplarına sahip iseler ideolojik konumları arasında çatışma çıkmayacaktır. H. 14° Danışmanlık hizmeti kurumsallaştıkça ve fırmalaştıkça, danışmanı seçme yalnız danışanın aramasına ve isteğine bağlı kalmaz; danışman hizmetini pazarlar, danışanı etki altına almaya çalışır. Bilgisinden başka özelliklerini de satar, prestijini, belirli grupları etkileme gücünü, danışana belirli çevrelere giriş için kapı açmayı vb. H. 15° Danışman fırmalaştıkça, kendisi kâr güdüsü ile çalışan bir kurum haline gelir. Bu halde işin kalitesinden çok işini bitirmesi önem kazanır. Böyle olunca danışanın danışmandan kaliteli iş alması onu ancak sıkı denetime alması ile mümkündür. Bu ise aynı düzeyde bilgi ister. Kontrol bir başka ek danışmanlık hizmeti olarak ku- rumsallaşır. H. 16° Kontrollük hizmetinin etkinliği bu hizmetleri sunan iki firmanın çıkarlarının çelişmesi halinde mümkündür. Halbuki hâkim olan ilişki iş dağıtıldıktan sonra bir çıkar çelişkisi değil uyumudur. H. 17° Eğer danışmandan beklenen verilmiş bir karara toplumda prestij sağlama, kararın yanında olma, bu karar için gerekçeler hazırlama, bir çeşit karar "ayini" yapmak ise danışmanın kontrolü önemli değildir.
H. 18° Danışma ilişkisine giren gerek danışmanın gerekse danışanın örgüt ya da tek kişi olması söz konusu olunca, ilişkiye giren taraflardan örgütlü olan, ilişkinin kurallarını belirlemekle üstünlük kazanır. Taraflardan biri kamu kuruluşu ise bu kuruluşun katılığı kuralları belirlemekte öne çıkar. H. 19° Danışma konusu politika tespiti genel yönlendirmeler haline geldikçe; danışman ile danışanın ideolojik uyumu önem kazanır. Danışman ile danışan aynı ideolojik konuma sahipse ve aynı grubun üyesi ise, karar verici için danışmanın kararlarını uygulamamak zorlaşır, grup içi baskılar doğar. Bu halde danışman ile bir çeşit yetki paylaşması ortaya çıkar. H. 20° Danışmanın karar verici ile yetki paylaşmaya başlaması danışman üzerinde iki yönde etki yaratır. Bir taraftan bulduğu çözümlerin kalitesini geliştirir, buluşçu özellik kazandırırken, diğer taraftan bir teknisyen gibi değil, karar verici gibi davranma eğilimi doğurur. H. 21° Bir danışmanın aynı grup içinde ve aynı ideolojik konumda olmaya paralel olan kararının uygulanması, danışmanın yeni kararlar için danışma hizmeti vermeğe devamını sağlar. Bu danışmanlık hizmeti devam ettikçe danışmanın yetki paylaşması, güç kazanması artar. Bu ise karar verici ile danışman arasındaki ilişkilerde gerilimin doğmasına neden olur, ilişkinin devam etme olasılığını azaltıcı yönde etki yapar. H. 22° Danışmandan umulan iş çok belirlenmiş şekilde tanımlanmış ve rutinleşmiş ise danışman danışan ilişkisi çok basite indirgenebilir. Fakat sorun açıkça tanımlanmamış ise danışmana büyük esneklikler kalmaktadır. Bu ancak danışman ve danışan arasında çok sık karşılıklı ilişkinin kurulması ile azaltılabilir. H. 23° Danışman ve danışan arasında, konunun formülasyonu ve çözümü için kurulan ilişki bir karşılıklı öğrenme ilişkisidir. Bu ilişkide, danışan, uygulamanın içinde bulunmaktan gelen günlük yaşamın bilgisini verirken, danışman kuramsal bilgiyi getirir. Birbirini eğiterek ikisinin de razı oldukları bir noktada çözüme ulaşırlar, çözüm müşterek hale gelir, uygulanma olasılığı yükselir.
H. 24° Danışmanlık ilişkisi aynı bilgi kökenli kişiler arasında oluşuyor ise karşılıklı öğrenme ilişkisi aynı bilgi alanında yayılma şeklinde olur ve kolayca gerçekleştirilebilir. Değişik bilgi kökenliler arasında daha uzun bir süreç söz konusudur; bilginin başka alanlara yayılmasından çok aynı alan içinde uygulamaya dönük odaklara ulaşılması şeklinde olur ve bir kalite değişikliğini içerir. H. 25° Danışma ve danışılma ilişkileri aynı sistem içindeki kişiler ya da kurumlar arasında değil de ayrı sisteme (ulus) ait kişiler yapa kurumlar arasında kurulmuş ise bu ilişki, iki sistemin birbirine bağımlılık durumundan etkilenir. Danışmanlık ilişkileri sistemler arası bağımlılığı sürdürmekteki kontrol mekanizmalarından biri haline getirilebilir. H. 26° Danışma ilişkisinin kontrol aracı haline gelmesi için danışan ülkenin isteği dışında belirli danışmanlık hizmetlerini alması doğrudan doğruya ya da dolaylı yollarla zorunlu hale getirilir. Danışmanlık hizmetleri kontrol edilerek danışan ülkenin kararları kontrol altına alınabilir. Sunulan çözüm alternatifleri devamlı olarak bağımlılığı (ticari, teknolojik, askeri, kültürel vb.) artıracak yönde geliştirilebilir. Bu halde danışmanın danışana iş bağı ile bağlılığından daha güçlü biçimde kendi sistemindeki çıkar gruplarına bağı vardır. Çözümlerini bu ikili bağlantıyı da tatmin edecek yönde geliştirir. H. 27° Danışmanın, danışanın kararını sunduğu tek bir çözüm ile alternatifsiz bırakarak bir çeşit oldu bitti altında bırakması olasılığı vardır. Bu olasılık özellikle çok uzun süren ve çok masraflı danışmanlık hizmetlerinde yüksektir. Bu uzun hizmet süresi ve paha dolayısıyla karar verici yeni bir çözüm isteyemez, tek alternatif ile karşı karşıya kalır, bunu uygulamaya koymak zorunda kalır. H. 28° Danışan, danışma ilişkisine genellikle bir tek güdü ile girmez, a) bilgi almak, b) fetva alarak başkalarına güvence sağlamak, c) danışmanın aracılığı ile yeni çevrelere girmek, d) danışman aracılığı ile belirli çevrelere bilgi aktarmak, e) danışmanlık hizmeti yoluyla bir kişiye ya da gruba şükran borcunu (geçmişteki ödenememiş bir hizmetin karşılığını) yasal bir ilişki içinde ödemek, güdülerinden birkaçı ya da hepsini bir arada yerine getirmek ister. Bu güdülerden hangisi ağır basıyorsa ilişki biçimini o tayin eder.
H. 29° Danışman da danışma ilişkisine birden fazla güdü ile girer, a) profesyonel olarak kazanç sağlamak, b) belirli hizmeti yaparak deneyim kazanmak, c) danışan hakkında veya özel sorun hakkında bilgi toplamak, d) belirli çevreler adına danışanın kararını etkilemek, e) karar verenin yetkisini bölüşerek danışmanlık yoluyla statüsünü yükseltmek. Danışmanın hizmeti birçok halde bu güdülerine göre karmaşık olarak çeşitli yollardan ödenmektedir. Danışan, kararı etkileyen çevreler ve toplum ödeyiciler olmaktadır. Danışmanın güdülerine göre bunlardan danışanın yaptığı dışındaki dolaylı ödemeler daha çok önem kazanabilir. Böyle olunca bazı durumlarda danışanın danışmandan elde ettiği net hizmet dengesi danışan aleyhine oluşabilir. H. 30° Danışanın statü ve yaş dizgesindeki yeri aşağılara indikçe danışmandan beklenen daha çok kendi kararına destek sağlamaktır. Danışan statü ve yaş dizgesinin alt basamağında iken risk alma eğilimi yüksek, buna karşılık bu karara destek sağlayabilecek danışmanın statü ve yaş dizgisindeki yeri yukarılardadır ve yeni atılımlara kapalıdır. Dolayısıyla bu iki eğilim ters yönlerde çalışır. Danışanın statü dizgisindeki yeri yükseldikçe danışmandan beklediği fonksiyonlar daha çok bilgi tamamlama ve planlama ile ilgili işlerin kendisini yapmaktır. Bu bölümde sıralanan varsayımlar bütünü hakkında genellikle iki soru sorulabilir. Birincisi, bu varsayımlar ne kadar geçerlidir sorusudur. Bu sorunun cevabını ancak ampirik araştırmalar yapıldıkça, önermeler bu araştırmalar yoluyla sınandıkça vermek mümkün olabilir. Halen birer varsayım düzeyindedirler. ikinci soru burada verilen önermeler bütününün bir danışmanlık kuramı için yeterli sayıda olup olmadığıdır. Bu soruda ancak uygulama içinde ve bir amaca göre cevaplandırılabilir. Hangi soruların çözümlenmesinde yeterli bir çerçeve vermektedir, hangi sorularda ise yetersiz kalmaktadır? Başka bir deyişle bu sorunun cevabı ve buna bağlı olarak kuramın gelişmesi bir uygulama sorunu haline gelmektedir.
PLANLAMADA UYGULAMA KURAMI VE KURAM KURUCU UYGULAMA*
1. Giriş Uygulama planlamanın esas varlık nedenidir. Uygulanmayan planların ya da planlamayı uygulama dışında tutmanın toplumsal işlevlerinden söz edebiliriz, ama bu savlar kaçınılmaz olarak özel durumlara ilişkin olacaktır. Planlamanın esas yöneliminin uygulama olması gerçeğini ortadan kaldırmazlar. Oysa, planlama kuramları uygulama sorununa sürekli olarak ikincil bir yer vermişlerdir. Bugün gerek Türkiye'de olsun gerek gelişmiş batı ülkelerinde olsun plancıların uygulama konusunda açık bir tutumu yoktur. Bir uygulama kuramının bulunmayışı bu durumun hem bir sonucu hem bir nedenidir. Uygulama oldukça tartışma dışı bir alan olarak kalmıştır. Bunun değişik nedenlerinden söz edilebilir. Planlama kuramının gelişiminde rasyonel karar verme konusunun ön plana çıkmasının plan-uygu- lama bütünlüğünü koparması, ya da söz konusu edilen planlamanın kapitalist ülkelere özgü olmasının esas uygulama mekanizmasının piyasa güçlerine bırakılması dolayısıyla uygulama sorununun geri plana itilmesi vb. gibi. Hangi nedenle olursa olsun uygulama konusunun bugüne kadar yeterli şekilde tartışma alanına çekilmemiş olması bizi bu sorunu bir seminer içinde ele almaya itti. Bu seminer süresince uygulama konusunu enine * 13-14 Kasım 1980'de OTDÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümünce düzenlenen Kent Planlamada Kuram ve Kılgı Seminerinde sunulan bildiri, aynı yıl yayımlanan seminer kitabında yer almıştır
boyuna tartışacağız. Ben bu konuşmamda uygulama ile kuram arasındaki ilişkileri açmağa çalışacağım. Önce "uygulamanın kuramı olabilir mi? Olursa nasıl olur?" Sorusunu ele alacağım, sonra uygulamanın kendisinin kuram oluşturmakta nasıl bir araç olabileceğini inceleyeceğim. 47. Uygulama Kuramının Temel Sorunları
Her kuramın yanıtlamayı kendisine amaç seçtiği bir soru vardır. Bu sorunun değişmesine göre de kuram değişir. Bu sorunun sorulmasında kazanılan açıklık geliştirilecek kurama da açıklık kazandırır. Bir uygulama kuramı kanımca şu temel sorulara yanıt getirebilmelidir. 47. Bir planın uygulanması ne demektir? 47. a) Bir plan hangi çevre koşullarında uygulanır, hangi koşullarda uygulanmaz? b) Eğer çevre koşulları biliniyorsa, bu koşullarda uygulanacak planın nitelikleri nasıl saptanır? Bu üç sorunun yanıtlanabilmesi doğrudan doğruya ele alınamaz, plan ve uygulama konusundaki farklı yorumlardan, pratiklerden etkilenir ve ona göre değişir. Bu nedenle önce plan ile uygulama kavramlarının birbirine göre konumlarını inceleyelim. 48. Plan ve Uygulama Ayrımı ya da Sürekliliği
Plan ve uygulama kavramlarının birbirlerine göre konumları açısından planlama kuramlarında birbirinden farklı üç tutum gözlemlenmektedir. Birinci tutum planlama ve uygulamayı tamamen iki ayrı işlem olarak ele alan yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşım geleneksel rasyonel karar verme kuramının bir sonucudur. Planlama faaliyeti sadece karar verme düzeyinde görülmektedir ve genellikle seçkinlerin işlevidir. Uygulama onun dışında bırakılmıştır. Bu eylemlerin örgütlenmesi de bu inanışa paralel olarak gelişmiştir. Planlama ve uygulama büroları birbirinden tamamıyla ayrı olarak örgütlenmiştir. (Friedmann, 1969). Bu ele alışta planlama faaliyeti tüm kararları verir, uygulamaya da bunu sadakatle gerçekleştirmek kalır. ikinci tutum, planlama ve uygulamayı birbirinden kopuk iki ayrı işlem olarak değil, birbirinin devamı olan sürekli işlemler olarak düşünmektedir. Planlama aşamasında uygulamanın tüm sorunlarının görülemeyeceği gerçeğinden yola çıkar. Bu durumda planlamanın tüm kararları vermesi
söz konusu değildir. Plancı ancak bazı kararlan verir. Uygulamada da gerçekleştirme bitinceye kadar sürekli olarak yeni kararlar verilir.(Pajestka 1967). Planlamada genelde verilen kararlar, uygulamada verilen kararlarla ayrıntılandırılacak ve gerçekleştirilecektir. Bu halde karar verme uygulama karşıtlığı kırılmış ve bir karar verme sürekliliği kurulmuş olur. Üçüncü tutum, planlamaya bir toplumsal eylem olarak yaklaşmaktadır. Bu halde planlamanın temel yönelimi karar olmaktan çıkmış eylem haline gelmiştir. Artık planlama ve uygulamanın karşıtlığından ya da birbirini izleyen sürekliliğinden söz etme olanağı yoktur, ancak planlama ve uygulamanın içiçeliğinden ya da planlamanın uygulamaya indirgenmesinden söz edilebilir (Friedmann, 1973). Böyle olunca planlama ve uygulamanın ayrı ayrı örgütlenmesi de düşünülemez. Planlamanın sorunu kararların nasıl rasyonelleştirileceği olmaktan çıkar, eylemin kalitesinin nasıl geliştirileceği haline gelir. Planlama uygulama kavramlarının birbirlerine göre olan konumları üzerindeki bu üç farklı tutum, planın uygulanmasından ne anlaşılması gerektiğini belirler. Her üç halde de uygulamanın anlamı değişir. Şimdi bu soruna eğilelim. 4. Bir Planın Uygulanmasından Ne Anlaşılmalı? Eğer etkin bir planlamanın kuramı kurulmak isteniyorsa, bu kuram da diğer kuramlar gibi sınanabilmelidir (Dyckman, 1969). Sınamanın yapılabilmesi için de öncelikle uygulamadan ne anlaşıldığının açıklığa kavuşturulması gerekir. Bu konuda berraklık sağlanmadan sınama yapılamaz. Bu açıklık sağlanmadan, sınamanın sonuçları, geliştirilen kuramın yeterliliğini ya da yetersizliği ortaya çıkarılamaz. Bir planın uygulanmasının sınanmasında iki çıkış noktası söz konusu olabilir. Birincisi planda var olan kararlar kümesidir, ikinci ise bunun da üstünde olan planın da ulaşmayı amaçladığı toplumsal hedeflerdir. Planın uygulamadaki başarısının çok daha dar kapsamlı birinci referansa göre mi yoksa çok daha geniş kapsamlı ikincisine göre mi değerlendirileceği, planlama ve uygulama kavramlarının birbirine göre konumlarındaki üç farklı ele alışa göre değişecektir. Ama sorun bu kadar sade değildir. Hangi değerlendirme çizgisinin seçileceği, aynı zamanda planlama kararlarının toplumdaki etkilerinin ne olacağı konusundaki anlayışlardan etkilenecektir. Önce bu konuyu ele alalım.
Bir planlama eyleminin toplumdaki gelişmeye ya da toplumdaki kararlara etkileri iki gruba ayrılabilir. Birinci gruptaki etkiler, planlama kararlarının doğrudan doğruya olan etkileridir. İkinci gruptakiler ise dolaylı etkileridir. Doğrudan doğruya olan etkiler, planlama kararlarının kendilerinin uygulanmasından doğar. Dolaylı etkiler ise planlama kararları içinde öngörülmemiştir, ama planlamanın varlığı yüzünden ortaya çıkarlar. Bir planın hiçbir kararı uygulanmamış olsa bile çok önemli dolaylı etkileri olabilir. Bu noktada somutlaşmayı sağlamak için bir örnek vermekte yarar var. Bir imar planı içinde verilen sanayi alanı kararını ele alalım. Plancının seçtiği yer pek çok halde eğer planlama olmasa sanayicinin de seçeceği yerdir. Ama plan kararı verilince bu yerde arsa fiyatları yükselecek, bu durumda sanayici kendisi için daha az uygun ama daha ucuz bir yere yerleşecektir. Bu örnekte de açıkça görüldüğü gibi plan kararı uygulanmamıştır, ama planın varlığı dolaylı olarak uygulamayı etkilemiştir. Planların uygulamada etkilerini bu biçimde doğrudan ve dolaylı etkiler olarak ikiye ayırınca, planın uygulamasında seçilecek referans konusu da belli bir açıklık kazanır. Sadece plan kararlarına göre uygulamayı tartışmak ancak planın doğrudan etkileri ile ilgilenildiğinde anlamlı olabilir, dolaylı etkileri de değerlendirmeğe katmak istersek planın toplumda ulaşmayı amaçladığı genel hedefler açısından değerlendirmeyi gerekli kılar ve değerlendirme çalışması pek çok halde keskinliğini kaybeder, esnek hale gelir. Planda öngörülemeyen dolaylı etkilerin varlığını ampirik olarak te- mellendirmek kolaydır. Ama kuramsal olarak böyle etkilerin varlığının kabulü bizi bir başka sorunla karşı karşıya bırakır. Eğer böyle öngörülmeyen dolaylı etkiler varsa planlama bu etkileri öngörecek kapsamlılığa ulaşamamıştır denilebilir. Eksiklik ve hata varsa, planlama işlemindedir, uygulamada değil. Öyle ise dolaysız ve dolaylı etkileri birlikte değerlendirmek, planlama ve uygulamayı ayırmadan bir arada değerlendirmeyi içerir, bu ise bizi yine planlama ve uygulamanın karşılıklı konumları üzerinde üçlü ayırımı yeniden ele almağa götürür. Rasyonel karar verme modeli içinde planlama ve uygulamayı birbirinden tamamen ayrı olarak ele alan yaklaşımlarda, planın uygulanıp uygulanmadığının değerlendirilmesi, sadece plan kararları esas alınarak yapılabilir. Planın tek tek kararlarının değil de, planlama ile ulaşılmak istenilen toplumsal hedeflerin gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda ya
pılacak plan sonrası bir değerlendirme ise planın uygulanıp uygulanmadığından çok planlamanın tüm olarak başarısını sınamış olacaktır. Bu halde iki farklı değerlendirme referansı; planlama kararlan ve planın gerçekleştirmeye yöneldiği toplumsal amaç, açıkça iki farklı öge olan uygulama ve planlamanın başarısını sınamakta kullanılmış olacaktır. Bu iki ayrı değerlendirmenin birbirini tamamlaması gerekir. Önce uygulamanın gerçekleşip gerçekleşmediği sınanmalı, eğer uygulama gerçekleşti ise daha sonra bu planın toplumsal hedefler açısından başarısı sınanmalıdır. Eğer planlama ve uygulama işlevlerinin birbirine göre konumlarını ikinci tutumdaki gibi bir süreklilik içinde görüyorsak, uygulamayı planlama kararlarına göre değerlendirmek açısından bazı kavramsal sorunlarla karşılaşırız. Bu tür planlama anlayışında plan ve uygulama, birbirini izleyen kararlar dizisi olarak kabul edildiğine göre bu kararlar arasında bir esneklik bulunması kaçınılmazdır. Ve uygulamanın hangi karar aşamasına göre değerlendirileceği sorunu ortaya çıkar. Bu ise bizi iki türlü değerlendirme sorunu ile karşı karşıya bırakır. Bunlardan birincisi değerlendirmeyi planlamanın ulaşmayı amaçladığı genel hedeflere göre yapmaktır. İkincisi ise bu genel hedeflerden uygulamaya inen kararlar dizisinin iç tutarlılığını araştırmaktır. Birinci değerlendirme genelde kalma ve belirsiz olma sakıncalarını taşırken, ikinci değerlendirme biçimi ise ayrıntıların tartışılması içinde boğulma tehlikesi ile karşılaşacaktır. Planlamaya bir toplumsal eylem olarak yaklaşan üçüncü ele alışta planlama ve uygulama arasında bir öncelik sonralık değil bir içiçelik söz konusu olduğu için, uygulamanın planlama kararlarına göre değerlendirilmesi söz konusu olamaz. Ancak planlama eylemine girerken öngörülen amaçlar açısından tüm eylemi birden değerlendirmek gerekir. Bu durumda bir adım daha atmak olanağı vardır. Planlama öncesi konulan bir genel amacın bulunmayacağı bile söylenebilir. Bu durumda ise sadece planlama olgusunun toplumsal etkisinin ne olduğunu ölçmek gerekir. Planlama konusundaki tutumların çok çeşitlenmiş olduğu bugünkü ortamda uygulamanın bu üç ayrı planlama tutumuna göre nasıl değerlendirileceğini açıkça tartışmanın gereği vardır. Yoksa uygulamanın değerlendirilmesi çalışmalarına, geçmişin rasyonel karar verme modelinden kaynaklanan dar kapsamlı değerlendirme şemaları hakim olmaktadır.
5. Planların Uygulama Sorunlarını Çevre Koşullarının Belirleyiciliği Bir planlama kuramının ikinci önemli sorununun, planın hangi çevre koşullarında uygulanıp uygulanmayacağını saptamak olduğunu görmüştük. Bu sorunun tartışılabilmesi için önce çevre koşullarından ne anlaşıldığı üzerinde durmak gerekir. Çevre kavramı ilgilenilen nesneye göre değişen göreli bir kavramdır, ilgilenilen nesnenin özellikleri anlamlı çevrenin niteliğini belirler. Onun için önce plan ve uygulama konusundaki durumumuzu daha da netleştirmek gerekir. Bundan önce plan ve uygulama kavramlarının karşılıklı konumlarına ilişkin farklı tutumları netleştirmiştik, ama planların içeriğine eğilmemiştik, şimdi planları bu bakımdan sınıflandırmaya tabi tutalım. Planlama kavramını genel olarak ele aldığımızda iki farklı karar öğesi ile karşılaşırız. Birincisi planın kararlarıdır, ikincisi ise toplumdaki davranışsal birimlerin kararlarıdır. Bu davranışsal birimleri kişiler ya da hane halkları, firmalar hatta devlet olarak farklı düzeylerde düşünebiliriz. Planın uygulanması, toplumdaki davranışsal birimlerin kararlarının planda öngörülen kararlara uygun hale gelmesi halinde olanaklıdır. Öyle ise planları, plan kararlarının davranışsal birimleri etkileme konusundaki varsayımlarına göre şöyle sınıflandırabiliriz. 49. Planlama kararları veren ve bu kararların uygulanmasını toplumun davranışsal birimlerinin kararlarını, verdiği izinlerle denetleyen planlama türü, 50. Planlama kararlan veren ve bu kararları uygulayacak davranışsal birimlerin, planlama kararlarına uygun olarak davranmasını sağlayacak özendirici ve yönlendirici yatırımlar ve kaynak tahsisleri yapabilen planlama, 51. Planlama kararları veren ve bu kararları kendi kaynakları ve araçlarıyla uygulayan planlama. Bu halde plan kararı ve davranışsal ünitenin kararı ikilemi ortadan kalkmıştır. Planlama ve uygulayıcı davranışsal birim özdeşleşmiştir. Kuşkusuz genel olarak planlamanın davranışsal birimlerin kararlarını etkileme yolları bakımından daha ayrınülı bir sınıflaması yapılabilir. Ancak bu seminerde kentsel planlama konularına değinildiği için böyle üçlü bir sınıflama ile yetinilmiştir.
Bu tür planlamalar bakımından anlamlı çevrenin ne olduğunu tartışmaya başlamadan önce bir konuda daha açıklık sağlamakta yarar vardır. Bu da daha önce planlama ve uygulama kavramlarının birbirine göre konumlarına ilişkin üçlü sınıflama ile şimdi geliştirilen planlama kararlarının, toplumun davranışsal birimlerinin kararlarını etkilemekteki yöntemlerine ilişkin üçlü sınıflamanın ilişkisidir. Bu ikili sınıflama birbirinden bağımsızdır. Başka bir deyişle bu ikili sınıflama ile dokuz ayrı plan çeşidi türetilebilir. Bu yazıda kentsel planlarla ve bu planlar yoluyla toplumdaki davranışsal birimlerin kararlarının etkilenme biçimiyle ilgilenildiğinden, planlamanın çevresini sadece iki temel öge ile tanımlamak yeterli olacaktır. 51. Planın içinde geliştiği toplumun karar çevresinin özellikleri, (Bolan, 1969) 51. Planın etkilemeyi amaçladığı kentleşme süreçlerinin niteliği, (Al- terman ve Hill, 1975)
Bu şekliyle her iki çevre koşulu da çok geneldir, planların hangi koşullarda uygulanıp uygulanmayacaklarını tartışmaya olanak sağlamaz. Ay- rıntılandırılması ya da operasyonelleştirilmesi gerekir. Bu yazıdaki tartışmalar için planın karar çevresini beş ayrı alt özelliği ile incelemek yetecektir. 51. Politik rejimin niteliği, 51. Ekonomik gelişme düzeyi, 51. Kent planlama kararlarından etkilenen ve onu etkileyen çıkar grupları, 51. Toplumda çıkar gruplarının plan kararlarını etkileme dinamiği, 51. Planlamaya ve uygulamaya ilişkin bürokratik yapının örgüdenme biçimi ve etkinlik düzeyi.
Bu karar çevresi özelliklerinin ayrıntısına girmeden, planlama kararlarının uygulanmasında nasıl etkili olduklarını kısaca açıklamak gerekirse; bir ülkenin politik rejim tercihi, toplum içindeki davranışsal birimlerin niteliklerini, güçlerini ve planlama örgütünün bu birimlere göre konumunu, ekonomik gelişme düzeyi ise gerek planlamanın gerek davranışsal birimlerin denetlediği kaynakların düzeyini belirler. Planlamayı etkileyen ve ondan etkilenen davranışsal birimler ile bunların kendi aralarında oluşturdukları çıkar birliklerini kent planlamasından etkilenme açısından ta
nımlamak gerekir, tekelci yapım şirketleri, yapsatçılar, arsa spekülatörleri, konut kiracıları, gecekondu sakinleri, kullanıcılar, vb. Bunların örgütlenme biçimleri ve plan kararlarını etkilemekte kullandıkları, adeta meslek pratiklerinin ayrılmaz bir parçası haline gelen rüşvet vb. yollar ve yöntemler karar çevresinin yakından tanınması gereken özellikleridir, (Tekeli, Şayian, 1974). Tabii bu yolların etkililik düzeyi planlamaya ilişkin bürokratik yapının örgütlenme niteliklerinin fonksiyonu olacaktır. ikinci grup çevre özelliğini planın etkilemeyi amaçladığı kentleşme süreçleri belirleyecektir. Bu süreçleri şu alt gruplarda ele alabiliriz. 51. Kentli nüfusun artış hızı, 51. Kendi nüfusun yaşam normlarının ve alışkanlıklarının değişme biçimi, 51. Kentsel topraklar üstünde mülkiyetin niteliği ve toprak spekülasyonunun yaygınlık derecesi, 51. Gecekondulaşma olgusunun varlığı ve yaygınlık derecesi.
Bu alt gruplardaki süreçleri ayrıntılandırmaya gerek yok. Plan konusundaki sınıflamayı ve çevre koşullarının genel kategorilerini belirledikten sonra; bir planın hangi çevre koşullarında uygulanıp hangi koşullarda uygulanmayacağına ilişkin sorumuzu yanıtlamağa geçebiliriz. Bu sorunun yanıtlanabilmesi için görgül temellendirmeye gereksinme vardır. Bu soru ancak değişik plan uygulamalarının yapılıp, uygulama sonuçlarının değerlendirilmesi sonucunda yanıtlanabilir. Böyle geniş bir görgül temel- lendirme olmadan burada yapılabilecek olan ancak belirli varsayımlar ileri sürmek olabilir. Bu tür varsayımları ileri sürmeden önce planlamayı yapanların, bunlar kişi, küçük mesleksel bir grup ya da katılımlı bir grup olabilir, planı çevreleyen koşullara karşı tutumlarının neler olabileceğini incelememiz gerekir. Plancıların bu çevre koşullarına karşı tutumlarının planlama tarihi içinde bir saptaması yapılırsa, başlıca üç çeşit olduğu görülür. Birincisi, plancının kendisini toplumun üstünde tam bir şekillendirici olarak görmesidir. Geleneksel şehir planlamasında görülen bu türde, toplumun fiziksel düzeninin plancının tasarımına göre aynen kurulabileceği varsayılmaktadır. ikincisi, birinci tür planlamanın başarısızlığı sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu halde plancılar toplumu kısmen şekillendirmeğe çalışmaktadırlar. Toplumun içinde var olan eğilimleri, başka bir deyişle çevre koşul
larını tanıyarak, ortaya çıkacak gelişmeleri tahmin ederek belirli bir yönde değiştirmek istemektedir. Plancı bu halde toplumun değişme yönünü kestirmek için kurama gereksinme duyar. Başka bir deyişle plancı kendi biçimlendirme isteğini kuramla paylaşmaktadır. Üçüncüsü, plancının kendi başına toplumun gelişme çizgisini belirlemekten vazgeçmesi ve planı tamamıyla çevre koşullarının belirlediği yönde geliştirmesidir. Bu halde plancı gelişmeyi önceden kestirerek ve bazı politika değişkenlerini etkileyerek planlama yapmağa çalışacaktır. Böylece planlama faaliyeti bir çeşit simülasyon modeli kurmaya indirgenmiştir. Plancıların çevre koşullarına karşı tutumları, onların uygulamadaki başarısızlıkları ya da çevre koşullarının etkilerini yorumlama biçimini değiştirecektir. Önce birinci tür, yani kendi tasarımına göre toplumu biçimlendirmeğe çalışan plancıyı ele alalım. Böyle bir planın uygulanması için genel olarak toplumdaki davranışsal ünitelerin bu planın istekleri yönünde davranması gerekir. Bunun için de, a) davranışsal birimlerin planda öngörülen biçimde uygulama yapacak güdüleri olmalıdır, b) davranışsal birimlerin denetlediği ya da harekete geçirebileceği kaynaklar planda öngörülenleri gerçekleştirmeye yeterli olmalıdır, c) eğer davranışsal ünitelerin güdüleri ve maddi kaynakları planda öngörülenleri gerçekleştirmeye yetmiyorsa, bu davranışsal birimlerin eylemlerinin, onlar bu olanakları sağlayıncaya kadar geciktirilebileceği ya da davranışsal ünitenin olanaklarının planlamanın istekleri yönünde, değişik yardım biçimleri ile geliştirilebileceği varsayılmalıdır, d) davranışsal birimlerin eylemlerini izin verme sistemiyle denetleyen güçlü bir örgüt bulunmalıdır. Böyle bir plancı, uygulamanın gerçekleşmesini ya da gerçekleşmemesini de ancak bu dört koşulun gerçekleşip gerçekleşmemesi bakımından irdeleyecektir. Böyle bir plancı için gerçekleşmemenin nedenleri ancak şu kategoriler içinde tartışılabilecektir. Planın davranışsal birimlerce benimsenmesi için yeterli tanıtma ya da indoktrinasyon yapılmamış, yeterli kaynak ayrılmamış, planın uygulanması için yeterli bir denetim mekanizması kurulmamıştır. Ayrıca böyle bir plancı için bu üç uygulama öğesi birbiriyle ikame edilebilir öğeler değildir. Uygulama için üçünün de belli bir kompozisyonda sağlanması gerekir. Söz konusu plancı için planın uygulanmaması, planın bir kusuru olmaktan çok çevre koşullarının yukarıdaki olanakları sağlamaması yüzün
dendir. Bu plancının tasarımı çevrenin ya da plandan etkileneceklerin istekleriyle temellendirilmeyip, biçimlendirmeye çalıştığı toplumun olması gereken yapısına ilişkin ütopyalarla temellendirildiği için, planın kendisinin çevre koşulları ile tutarlılığı sorunu ortaya çıkmaz. Ancak çevrenin kaynaklarını planı gerçekleştirecek biçimde harekete geçirme sorunu ortaya çıkar. Bir plan uygulanamıyorsa bunun nedeni ya halka ya da politik sorumluya anlatılamamış olmasıdır. Ya da halkın kültürü planı anlamaya yetmemektedir. Belki de kurumsal yapılar rüşvetle bozulmuştur. Planlama bürokrasisi güçlendirilmelidir. İşte çevreye ilişkin planların uygulanmasını engelleyen ve sayısı kolayca artırılabilecek birçok neden.(!) Bu tür bir plancının kararlarını etkilemek için planlama çalışmasının kapsamını genişleterek disiplinlerarası hale getirmek de çok bir şey değiştirmeyecektir. Böyle bir kent plancısı diğer bilim dallarına ondan daha çok denedeme gücü, daha çok fon ve indoktrinasyon sağlamakta yararlanmak için eğilecektir. Başka bilim dallarına bakış açısı onun bulgularından kararlarını daha gerçekçi hale getirmekte yararlanmak için değil, onları kendi isteklerini gerçekleştirmekte kullanmak içindir. Böyle bir modelin, planlama yaklaşımı ve uygulamayı değerlendirme biçiminin ortaya koyduğu kapalı döngü içinde gelişme olanağı yoktur. Planının kurgusundan kuşkusu olmayan böyle bir plancı planının gerçekleşmesini engellemiş olan bir çevre koşulunu her zaman bulup ortaya çıkarabilecektir. Bu modelin geçersizliği çeşitli nedenlere dayanarak ortaya konulabilir. Kent planlama kararları herkesin eşit olarak paylaşabileceği salt fiziksel düzenleme kararları değildir. Bu kararlarla bir çıkar dağıtımı ve paylaşılması gerçekleştirilmiş olmaktadır, bu yüzden toplumda sadece plancının isteklerine bırakılamaz. Ayrıca davranışsal birimler bu kararlara uymak isteseler bile pek çok halde olanaklan sınırlı olduğu için bu kararlara uya- mazlar. Tüm bu nedenler böyle bir planlama yaklaşımının geçersizliğini ortaya koyar. Böyle bir planlama tutumunun geçersizliğini genel olarak göstermek yeterli olmayabilir. Tarihsel örnekler içinde uygulanmış bu tür önemli planlar vardır (Benevolo,1971). Bu uygulamaların nedenini de açıklamak gerekir. Bu uygulamalar daha çok toplumda belli bir sınıf iktidarının kesin hakimiyetinin bulunduğu, planın başarısının rejimin başarısıyla özdeşleş
tiği ve yeterli kaynakların plan uygulaması için harekete geçirilebildiği dönemlerde ortaya çıkmıştır. Genel olarak çevreye karşı birinci tür bir tutuma sahip plancıların başarısızlığı, birbirinin devamı olarak yorumlanabilecek ikinci ve üçüncü tür tutumların gelişmesine neden olmuştur. İkinci tutumda plancı toplumu kısmen biçimlendirme ile yetinirken, üçüncü tutumda toplumu biçimlendirmekten vazgeçerek sadece toplumsal dinamiğin sonuçlarını saptamaya çalışacaktır. Plancı böyle bir tutuma iki farklı düşünce yoluyla ulaşmaktadır. Bunlardan birincisi görgiil saptamalardan yola çıkarak plancının toplumsal gerçeği biçimlendirmekte yetersiz kalışını kabul etmektir. İkincisi ise toplumdan bağımsız bir plancı isteğinin olmayacağını, plancının da diğer toplum öğeleri gibi toplumca koşullandırıldığını varsaymaktır. İster ikinci tutumda, ister üçüncü tutumda olsun, planın uygulanmasının sağlanması, daha iyi kurama sahip olmaya indirgenmiştir (Branch, 1978). Plancı eğer çevre koşullarını çok iyi bilebiliyor ve bu bilgileri bir kuram yoluyla değerlendirerek ne kadar iyi bir önceden kestirim yapabiliyorsa o kadar başarılı olacaktır. Bu halde planların uygulanamamasının nedeni birinci haldekinden tamamen değişik olarak çevre koşulları değildir. Uygulanmama nedeni ya çevre hakkındaki bilgilerimizin yetersizli- ğindedir ya da kuramlarımızın yetersiz oluşudur. Soruna böyle bakan bir plancı için planlamanın başarısızlığının nedeni bilgimizin, kuramımızın yetersizliğidir, önerilen çözüm ise daha yeterli kuram ve daha iyi bilme olacaktır. Bu sav karşımıza çok ciddi bir sorunu getirmektedir, acaba bizim kuramlarımız hiçbir zaman bu istekleri karşılayacak bir nitelik kazanabilecek midir? Özellikle fiziksel biçimlendirme ile ilgili konularda bu yeterlilik çok tartışma konusudur. Burada planlama alanında kullanılan kuramların ayrıntılı bir değerlendirmesine giderek teker teker yeterlilikleri tartışılmayacak, bu konuda belirtilen genel kuşkuların sayılması ile yetinilecektir. Bu konudaki savlardan biri var olan sosyal bilim kuramlarının yapılarının planlama için uygunluğu sorunudur. Gerek fonksiyonalist, gerek evrimsel yapıdaki sosyal bilim kuramlarının planlamanın gereksinmelerini karşılamadıkları ve bu kuramların yapılarının planlama kararlarını belli kalıplar içine hapsettikleri üzerinde çok durulmuş bir konudur (Chin, 1969).
Eğer bu yapıdaki kuramlar toplumun fiziksel şekillendirilmesinde kullanılmak istenilirse, daha çok morfolojik kuramlar ya da bunun evrimsel biçimleri söz konusu olur. Bu kurumların ise değişik bakımlardan eleştirilmesi mümkündür. Bunların önce kent planlamasını yönlendirecek bir ayrıntı düzeyine sahip olup olmadıkları eleştirilebilir. İkinci bir eleştiri bu kuramlar üzerinde planlama faaliyederinin etkinliğinin açıkça göz önünde tutulamayışıdır. Bu kuramlar, toplumsal güçler kendi haline bırakıldığında, piyasa mekanizması içinde kent formunun ne hal alacağını gösterir. Oysa hemen hemen her kentte bir planlama eylemi yer almıştır. Plan ister uygulanarak ister uygulanmayarak olsun doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bu oluşumu etkilemiştir. Böyle olunca gözlenen formlar üstünde planlamanın etkisine ilişkin saptamaların yapılmış olması ve bunların kuram içinde yer alması gerekir. Planlamanın etkisini hesaba katmayan bu morfolojik kuramların planlamada kullanılması önemli bir sorundur (Tekeli, 1978). Bu sorunu açıklamak için bir basit düşünce denemesi yapalım. Kuruluşundan beri uzun yıllar değişik plan uygulamalarına sahne olmuş bir kent alalım, bu uygulamalar sonucunda ortaya çıkan kent formunu bizim planlarımızın bir toplamı olarak mı, yoksa morfolojik kuramlara göre mi açıklayacağız. Bu iki saf açıklama modelinden birincinin kabulü bizi ütopyaya, ikincinin kabulü ise planlamanın varlığının yadsınmasına götürür. Buradaki soruna bir çözüm bulmak için belki bir başka bilime, tarihe bakmak yararlı olabilir. Burada da karşımızda benzer bir durum var. Geçmişte iki ayrı tarih yazını vardı. Birisi tarihi kişilerin ya da liderlerin iradelerinin toplamı olarak görüyor, ötekisi ise deterministik bir tarih çizgisi gösteriyordu. Belki ikisi de haklıydı, toplum içinde kişiler kendi iradelerine göre davranarak deterministik bir çizgiyi ortaya koyuyorlardı. Kent plancısının bu örnekten alabileceği bir ders bulunabilir. Toplumun bir parçası olan kent plancısı da toplumu değiştirirken, kendi seçmelerinin toplumsal koşullanmasından haberdar olmadan kent için böyle evrimsel morfolojik bir yapıyı geliştirmiş olabilir. Planlamada çözümlenmesi söz konusu sorunlara ilişkin olarak geliştirilen kuramların çok önemli bir yapısal zayıflığı olduğunu Weber ileri sürüyor. Bu sorunları "wicked" (hınzır) problemler olarak adlandırıyor (Rittel ve Weber,1973). Bu tür problemlerde, problemin formülasyonu ve çözümün bulunması eşzamanlıdır. Bulunacak çözümün çıkarların yeni
den dağıtılması ile yakından ilişkili olması, onun nesnel olarak ortaya konmasını engeller ve öznelleştirir. Eğer "wicked" (hınzır) problem savı benimsenirse toplumu plancının kendisinin ya da üyesi olduğu sınıf adına biçimlendirme isteği, bu kez kuram aracılığı ile yeniden gündeme gelmiş olur. Çevre koşullarına karşı tutumu, onu biçimlendirmekten çıkıp onun varlığını ve etkinliğini benimseyerek ona uygun plan yapmak haline gelen plancı, böyle bir planı başarmak için gerekli olan kuramların yetersizliği ile karşılaşmaktadır. Bu bölümde şimdiye kadar kurama gereksinmesini incelediğimiz plancının plana, plan ve uygulama ayrımı açısından yaklaşımı, planın ve uygulamanın ayrılığını benimsetmek biçiminde olmuştur, ayrıca bu plancı plan kararını, toplumun davranışsal birimlerinin dışında vermektedir. İşte plancıya çevre koşullarına uygun bir plan yapmak için kurama gereksinme duyuran bu ayırımdır. Bu noktadan hareketle çevre koşullarını planın içeriğini belirlemekte kullanmak isteyen plancı için yeterli bir kuramın bulunmamasının eksiklikleri, planlama sürecinin niteliği değiştirilerek çözülebilir. Bu halde planlama süreci, bu planın kararlarından etkilenen tüm davranışsal birimlerin katıldığı bir biçimde oluşturulmaktadır. Böylece plancı ve toplumun plandan etkilenen davranışsal birimleri ikilemi ortadan kaldırılmaktadır, hatta planlamanın yadsınması düzeyine varan örneklerde plan ve uygulama farkı yok olmaktadır. Bu halde planlamanın temel sorunu, plandan etkilenecek kişilerin ya da davranışsal birimlerin isteklerinin plana nasıl yansıtılacağı sorunudur. Böylece kişilerin seçmelerinden toplumsal seçmelere geçecek bir sürecin tasarımı ön plana çıkar. Oysa böyle bir süreç bilinmektedir. Bu süreç piyasa mekanizmasıdır. Piyasa mekanizması kişisel seçmelere dayanarak toplumsal seçmeyi ortaya koymaktadır. Ama bunun sorunları bilindiği ve yeterli görülmediği için planlama ortaya çıkmıştır. Tekrar piyasa mekanizmasına dönmek planlamanın yadsınması demektir. O halde planı yadsımayan ve fakat davranışsal birimlerin seçmelerini yansıtacak bir süreç bulmak gerekir. Bu arayışa planlama pratiğinde biri diğerinin gelişimi olarak yorumlanabilecek iki yanıt verilmiştir (White,1979). Birincisi katılım ikincisi ise karşılıklı eylem ya da ilişkidir. Katılım sürecinde kişilerin planlamayı etkilemesi oldukça pasiftir. Katılım planlamadan etkilenecek kişilerin daha çok plancıya istekleri konusunda bir bilgi aktarması, planlamaya girdi vermesi şeklindedir. Bundan
toplumsal tercihe geçmek plancıya kalan bir işlemdir. Böylece plan ve uygulama ayrımı, plan kararı ve etkilenen davranışsal ünitenin kararı ayrımı yine varlığını korumuştur. Bunun ortadan tamamen kalkışı karşılıklı ilişki modelinin benimsenmesi ile olur. Plandan etkilenen toplumun üyeleri ve plancı bir araya gelerek karşılıklı öğrenme ve etkileşim süreci içinde karar oluştururlar. Bu yaklaşım içinde plancının rolü, değişik çıkarların belirli hedeflerde birleşmesini sağlamak için süreci, bilgi vererek, açıklamalar yaparak etkilemeğe çalışmaktır. Böyle bir planda çevre koşulları ile planın tutarlılığı planlama sürecinin özelliği ile sağlanmıştır, başka bir deyişle bu çelişki çevrenin planlama içine alınması ile çözümlenmiştir. Böyle bir durumda planın uygulanması, plan kararları ile davranışsal birimin kararları arasındaki farklılık ortadan kaldırılarak sağlanmaktadır. Bu aşamada, gerçekte böyle bir tutarlılığın sağlanıp sağlanamadığı sorulabilir. Belki bu farkın, çok küçük, oldukça homojen grupların, kısa süreli planlamaları için ortadan kaldırıldığı söylenebilir. Ama çok büyük ve heterojen gruplar için yapılacak uzun süreli bir planlamada bu farklılık kalkmaz ve uygulamanın kendiliğinden gerçekleşmesi sağlanmış olmaz. Bu biçimdeki bir planlama ele alışının içinde taşıdığı bir tehlikeye dikkati çekmek gerekir. Bu yöntemi benimseyen bir plancı, daha önceki örneğin tam tersine kuramı küçümser ve hatta yadsır. Unutmamak gerekir ki kuramda yeterli gelişme olmadan, ne katılım olanaklarını ne de plancının denetim gücünü artırmak tek başına planlamanın ilerlemesine yardımcı olamaz. Gerçekten katılımlı bir planlamada ancak sağlam bir kuramsal çerçeve içinde başarılı olunabilir (Branch,1978). Katılım sürecindeki istekleri birbirine uyumlu hale getirmek ve bu isteklerin toplamından içinde yaşanabilir bir çevre çıkarmak ve katılımcılarla pazarlığa girebilmek için plancının yine bir kuramsal yapıya gereksinmesi olacaktır. Eğer bir planın hangi çevre koşulları içinde uygulanıp hangi koşullarda uygulanmayacağı şeklindeki planlamanın uygulama kuramının ikinci esas sorusunu bu uzun tartışmadan sonra kısaca yanıtlamak istersek, önce bu sorunun yanıtının plancının çevre koşullarına karşı olan tutumuna bağlı olduğunu belirtmek gerekir. Eğer plancı çevreye karşı onu biçimlendirmek şeklinde bir yaklaşıma sahipse, bu plancının başarı şansı ya da uygulama şansı sınırlıdır. Ve bu plancı her zaman planının uygulanmamasını çevre koşullarına bağlayabilecektir. Yeterli denetim gücünün bulunmaması, davranışsal üniteler üzerinde yeterli indoktrinasyon sağlana
maması, kaynakların harekete geçirilmemesi, uygulamayı denetleyen bürokrasinin yetersizliği vb. gibi. Oysa çevre koşullarına, onu tamamen yeniden biçimlendirmek için değil kısmen değiştirmek için yaklaşan ya da bu koşulları benimseyerek, bunların etkinliğinin uzantısında planlar yapmayı kabul eden plancının uygulama şansı çok daha yüksek olacaktır. Bu tür plancıların da çevre koşullarını plana yansıtmakta farklı yaklaşımları olabilir. Bu yansıtmayı sağlamakta ya kuramlardan yararlanabilirler, ya da katılma süreçlerinden. Ne kuramlar ne de süreçler bu yansıtmayı sağlamakta tam olarak yeterli olamazlar. Uygulamada başarılı olmayan bu tür bir plancı, daha önce gördüğümüz plancı gibi uygulamadaki başarısızlığını çevre koşullarına bağlamayacak, başarısızlığı ya kuramın yetersizliğine ya da öngörülen planlama sürecinin katılımı yeterince sağlayamadığına bağlayacaktır. Burada sorun çevre koşullarının yeterli biçimde algılanamayışında ve planlamaya yansıtılamayışında yatmaktadır. Uygulanmama çevreyle değil onun plana yansıtılmasıyla ilgili bir sorundur. Bu nedenle eğer bir yerde çevre koşulları nedeniyle planın uygulanmayışından söz ediliyorsa orada çevre koşullarına karşı birinci türdeki tutuma sahip bir plancı var demektir. Çevre koşullarının uygulamayı nasıl etkileyeceğini ve çevre koşullarıyla tutarlı bir planın hazırlanmasındaki değişik yaklaşımların neler olabileceğini tartışırken, kuramın önemini görmüştük. Ama kuramın uygulamayla ilişkisi bu kadarla kalmaz. Uygulama kuramın geliştirilmesi için önemli bir fırsat olarak görülebilir, kuram geliştirmekte araçsal bir nitelik kazanır, şimdi de bu konuya eğilelim. 6. Kuram Kurmada Uygulamanın Olanakları Sosyal bilimlerle doğa bilimleri arasındaki farklılıklar üzerinde duranların özellikle belirttikleri bir fark, doğa bilimlerinde laboratuvarda deney yapmak olanağının bulunması ve tümevarım yoluyla genellemelere gidilebilmesi, sosyal bilimlerde ise bu olanağın bulunmamasıdır. İşte bu noktada plancının durumunun, bir sosyal bilimciden daha avantajlı olduğu söylenebilir. Plancı, bir sosyal bilimci gibi sadece pasif bir gözlemci olmak durumunda değildir, bir doğa bilimcisi kadar olmasa bile deney ya da uygulama yapmak olanağına sahiptir. Bu acaba sosyal bilimler ve planlama için bir fırsat olarak görülemez mi?
Oysa planlamanın bu yolda kullanılma alışkanlığı gelişmemiştir. Plancılar deneysel planlamadan sık sık söz etmişlerdir. Ama bu yoldaki uygulamaları çok az olmuştur (Mandelbaum,1975). Bu az sayıdaki denemenin kuram geliştirmekte kullanılması söz konusu olmamıştır. Bunun değişik yapısal nedenleri vardır. Plancı uygulayacağı planını belirli bir gruba ya da kişiye kabul ettirmek durumundadır, birçok halde de bu kişiler bu planın uygulanmasından doğrudan doğruya etkilenmiş olacaktır. Plancının bu grupları deney konusu haline gelmeğe ikna etmesi çok zordur. Plancının takınacağı tavır bu nedenle planının uygulamadaki sonuçlarından emin bir otorite tavrı olacaktır. Hem plancı hem de bu planın uygulanmasını kabul edenler için en az riskli tutum planlama mesleğinin kurumsallaşmış normlarına uygun hareket etmektir. Böylece sonuçtaki sürprizlerden kaçınılmış ve sorumluluk plancının kişisel sorumluluğundan çıkarak mesleğin geçmişine yayılmış olur. Ayrıca böyle bir deneysel planlama yaklaşımının en önemli öğesi devamlı olarak gözlem ve sonuçların değerlendirilmesi olacaktır. Bu değerlendirme programın ya da planın devam edip etmemesinde önemli bir baskı öğesi haline gelebileceği için birçok halde kurumsallaşmaz. Bu değerlendirmenin plancı tarafından yapılması halinde nesnellikten uzaklaşma ortaya çıkar. Plancı tarafından yapılmaması halinde ise olayları yakından bilmemenin sorunları plancıya karşı tutumların değerlendirme olarak açığa vurulması sonucunu verebilir konusu olabilir. Bu nedenlerle deneysel bir planlama yaklaşımı gelişmemiştir. Planlama pratiğinin kurumsallaşma düzeninin deneyselliğe olanak vermeyen yapısı planlama pratiğini yaratıcılığı az çözümlere hapsetmektedir. Bu, ancak planlamada kurumsallaşmış yapının risk alma eğiliminin artırılması ile sağlanabilir. Planlama pratiğinin deneyselleşmesi, gerek planlama mesleğinin, gerek planlama uygulama örgütlenmesinin, gerek planın etkilediği grupların öğrenme sürecini hızlandıracak ve riskleri göze alma eğilimini artıracaktır. Deneysellik belki de kararları değişmeye kapalı bir plana göre karar çevresinden doğacak tepkilerin yumuşamasında da etkili olacaktır. Bu tür bir yaklaşım planın gelecekteki değişmelere uyumunu da kolaylaştıracaktır. Ama unutulmaması gereken husus geleceğe uyum kapasitesinin artmış olmasının, geleceğe ilişkin bilgisizliğimizin azaltılmasına hiçbir katkısı olmayacağıdır.
Planlama pratiğinin uygulamanın deneyselleşmesini önleyen kurumsal engellerinin ortadan kalktığını varsayarsak, planlama da uygulamanın deney selleşerek kurumsal gelişmeyi hızlandırmakta kullanılması nasıl ola- ı aktır? Böyle bir gelişme, planlamada uygulamanın gözlemlenmesinin siste - nıatikleştirilmesi ve kurumsallaştırılmasını gerektirecektir (Weiss, 1972). Ayrıca planın tasarımında bu deneysellik ve kuramın geliştirilmesi kaygı- ları ağırlık kazanacaktır. Plan ve uygulamanın kararları bu kuramsal gelişime yardımcı olacak şekilde tasarlanacaktır. Ama plan tasarımını bu yolla sadece bir istatistik yöntem olan "deneysel tasarıma" (experimental design) indirgemek söz konusu olamaz. Her zaman planlama kaygısı ön planda kalmalı, bu yolla kurama katkıda bulunmak ikincil bir amaç olmalıdır. Bu biçimde uygulamanın sistematik olarak gözlenmesine dayanarak ne tür kuramsal gelişmeler sağlanabilir? Sağlanacak kuramsal gelişme de daha önce gördüğümüz plancının çevre koşullarına farklı yaklaşımına paralel olarak değişecektir. Eğer çevreyi kendi tasarımına göre biçimlendirmek isteyen bir plancı varsa deneyeceği şey, değişik uygulama araçlarının etkinliğini sınamak olacak ve belli çevre koşullarının verili olmasına bağlı olarak uygulama araçlarının kendi ulaşmayı istediği hedeflere olan doğrudan ve dolaylı ilişkilerini kuran önermeler geliştirecektir. Oysa çevre koşullarına göre planını yönlendirmekte duyarlı olan ve bu duyarlılığını, ister kuram yoluyla, ister katılımcı süreçlerle plana yansıtmak isteyen plancılar için de deneysel ele alışlar planlama yaklaşımlarını geliştirmede rol oynayacaktır. Kuram yoluyla çevre koşullarının belirleyiciliğini plana yansıtan plancı, kuramının yetersizliğini görecek, kuramını devamlı gözlemlerle geliştirecek, eğer gelişmeyi yönlendirmekte kullandığı politika değişkenleri varsa bu politika değişkenleri ile gelişme arasındaki ilişkilerini daha yeterli olarak saptayacaktır. Birçok halde yeni politika değişkenlerini kullanmayı deneyerek kuramsal modelinin yapısını da değiştirebilecektir. Çevrenin isteklerinin ve güdülerinin plana katılımcı süreçlerle yansımasını sağlamak isteyen bir plancı ise sonuçları değerlendirerek katılım süreçlerinde ve ortamında ifade edilen isteklerle uygulamada gerçekleştirilen istekler arasındaki farklılığı gözleyerek, katılım süreci sonuçlarından plan kararlarına geçişte gerekli düzeltmeleri yapmaya olanak verecek önermeleri geliştirecektir.
Kuşkusuz her planlama deneyi kendisi için yararlı olacak kuramların gelişmesine yardımcı olacaktır. Bu tür kuramların planlama olgusuna, planlamanın gereksinmelerini düşünmeden ve planlama olgusunun etkisini göz önüne almadan hazırlanan kuramlardan çok daha yararlı olacağı söylenebilir. 7. Son Birkaç Açıklama Uygulama ile kuram ilişkilerinin incelendiği bu yazıyı sonuçlandırmadan önce birkaç nitelik üzerinde kısaca durmakta yarar var. Bu yazı içinde değişik tartışmaların kolaylaştırılma sı için her biri üç ögeli üç ayrı planlama tipleştirmesine gidildi. Eğer bu tipleştirmelerin her üç boyutunun da birbirinden bağımsızlığı kabul edilirse yirmi yedi farklı planlama tipi elde edilecektir. Böyle bir sınıflandırmaya gidilince uygulama kuram ilişkilerini de bu farklı yirmi yedi tip için ayrı ayrı ele almak gerekir. Ama böyle bir tipolojinin her kutusunu bu kısa yazı içinde doldurmak olanağı olmadığı için, sadece en önemli birkaç kutusu doldurulmakla yetinilmiş- tir. Diğer kutularda aynı şekilde doldurulabilir. Bu yazıdaki tartışmalar sonunda bir uygulama kuramının geliştiril- mediği ya da bir sonuca ulaşılmadığı söylenebilir. Bu doğru bir yargı olacaktır. Burada yapılan sıkı bir şekilde uygulama kuramı geliştirmek değildir. Daha çok bir uygulama kuramının nitelikleri ve çevresi üzerinde konuşmak ve böyle bir kuramın sorunlarını tartışmaktır. Bu tartışmalar bizi açıkça bir noktaya getiriyor. O da planlama ve uygulama kuramının bir bütünlük içinde ele alınması gereğidir. Planlama konusundaki farklı tutumlarımız, farklı uygulama kuramlarının ortaya çıkmasına neden olmakta, çevrenin uygulama üstündeki etkileri de planlama yaklaşımının farklılığına göre değişik şekillerde yorumlanmak zorunda kalmaktadır. Başka bir deyişle uygulamanın çevre koşullarına bağlı olarak değişmesi üzerindeki önermelerde planlama tipolojisine ilişkin koşullar bulunacaktır.
KAYNAKLAR
Alterman Rachclle, Hill Morris. "Implementation of Urban Land Use Plans" Journal of the American Institute of Planners, Volume 44, No.3, July 1978,297-306. Benevolo, Leonardo. The Origins of Modern Town Planning, Cambridge, Massachusetts, The M.I.T. Press, 1971. Branch, C. Melville. "Critical Unresolved Problems of Urban Planning Analysis" Journal of the American Institute of Planners, Vol. 44, No. 1, January 1978. Cartwright T.J. "Problems Solutions and Strategies" Journal of the American Institute of Planners, Vol. 39, No.3, May 1973. Chin. R. "The Utility of System Models and Development Models for Practioners" Ed. Bcnnis, WG., Benne, K.D., Chin, R., The Planning of Change, New York, Holt Rinchart and Winston, 1969, 201-214. Dyckman, W John. "The Practical Uses of Planning Theory" Journal of the American Institute of Planners, Vol. 35, No. 5, September 1969. Fricdmann, John "Notes on Societal Action" Journal of the American Institute of Planners, Vol. 35, No. 5, September 1969. Fricdmann, John. Retracking America, New York, Anchor Press/Eoubleday; 1973. Fricdmann, John ve Hudson Barclay. "Knowledge and Action A Guide to Planning Theory" Vol. 40, No. 1, January 1974. Ian Masscr. "Some Dilemmas Of Urban Planning" Fifth Advanced Summer Institute In Regional Scicnce, Amsterdam, August 1980. (çoğaltma) Hudson, M. Barclay "Comparison of Current Planning Theories; Counter Parts and Contradictions" Journal of the American Planning Association, Vol. 45, No. 4, October 1979. Mandelbaum, J. Seymour. "On Not Doing One's Best: The Uses and Problems of Experimentation in Planning" Journal of American Institute of Planners, Vol. 41, No. 3, May 1975. Pajestka, Josef. "Planning Methods and Procedures and Plan Implementation" United Natioas: Planning And Plan Implementation, New York, United Nations Publications 1967,2-10. Pressman, J.L. ve Wildavsky A. Implementation, Los Angeles, University of California Press, 1973. Rittcl, H. W J. ve Webber, M. "Dilemmas in a General Theory of Planning" Policy Sciences, V 4,1973,155-169 Tekeli İlhan, Gencay Şayian. "Rüşvet Kuramı" Amme İdaresi Dergisi, Cilt 7, Sayı 3, Eylül 1974,92-113. Tekeli, İlhan. "Metropoliten Planlamanın Dayandığı Kuramlar Üzerine Bir Değerlendirme" 29. Dünya Şehircilik Günü İçin Hazırlanan Bildiri, 6-8 Kasım 1978. Weiss, H. Carol. Evaluation Research, New Jersey, Prentice-Hall Inc. 1972. White, G. Louise. 'Approaches to Land Use Policy" Journal of the American Planning Association , Vol. 45, No. 1, January, 1979.
KENT PLANLAMASI VE KATILIM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER*
1. Giriş Bu yıl Dünya Şehircilik Gününde kent planlamasında "katılım" konusunu tartışacağız. Bugün katılımın Türkiye'deki kent plancıları arasında, üzerine olumlu değer yargıları yüklenmiş, gerçekleştirilmesinin gerekli olduğu savunulan bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Ama pratiğe geçmemiştir, her plancı katılımdan başka bir şey anlamaktadır. İçeriği belirsiz ve olumlu olarak mitoslaştırılmış bir haldedir. Biraz muz gibidir, yenilen niyete göre değişmektedir. Bu toplantıdan beklenen herhalde bu bulanıklığa bir ölçüde açıklık getirmektir. Katılım kavramının Türkiye'de böyle bir içerik kazanmış olmasının hem ülke dışından hem ülke içinden gelen nedenleri vardır. Dünya planlama yazını 1960'ların ikinci yarısından sonra katılımcı yöntemleri yüceltmektedir. Belli ölçülerde de olsa, planlama pratiğine yansıtılmıştır. Türkiye'de katılımın savunulmaya başlamasının arkasında, dünyadaki bu eğilim kadar, Türkiye'ye özgü nedenler de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, teknik bilgilerine dayanarak, çoğu kez o kentten uzakta olan plancıların yaptıkları, belediye meclislerinden geçirilerek, uygulamaya konulan planlann, kentlerin gelişmesini yönlendirmekte yetersiz kalmasıdır. Bu başarısızlık katılımın toplumun gerçeklerinin plana yansımasına yol açacağı, uygulamada daha etkili olabilecek planların elde edilebileceği kanısının * Bu konuşma 6-7 Kasım 1990'da İstanbul'da toplanan 14. Dünya Şehircilik Günü Kolokyumu için hazırlanmıştır. Ayrıca İlhan Tekeli, Kent Planlaması Konuşmaları TMMOB, Mimarlar Odası Yayınları, Ankara 1991, ss. 66-78 de yayımlanmıştır.
gelişmesine yol açmıştır. İkinci önemli neden Türkiye'nin siyasal kültürü içinde önemli yer tutan popülizmin planlama alanına yansımasıdır. Türkiye kentlerinin yaşadığı gecekondu olgusu siyasal yaşamdaki bu popülist eğilimin planlamayı kolayca etkilemesine olanak vermiştir. Oldukça küçük bir aydın kesim için geçerli olan bir üçüncü neden de 1968 öğrenci olaylarıyla birlikte gelişen kapitalizmin eleştirisinden kaynaklanmaktadır. Bu eleştirilerin özellikle üzerinde durduğu yabancılaşma sorununun çözümü katılımda aranmaktadır. Gerçekte bu üç nedenin her birinin öngördüğü katılım anlayışları, pratiğe yansıması ve siyasal sonuçları çok farklıdır. Türkiye'de katılım konusunda planlama pratiği üzerindeki bu üç tür eleştirinin koalisyonunun yarattığı olumlu bir hava sürmektedir. Ama Türkiye'deki planlama pratiği içinde katılım bazı denemeler dışında ciddi bir uygulamaya kavuşamamıştır ve büyük ölçüde bir mitos olarak varlığını sürdürmektedir. Bunun belki de bir nedeni Türkiye'deki kentlerin yarı planlı, yarı plansız gelişmesinin katılım talebinin ciddi olarak ortaya çıkmasını engellemesidir. Plancılar bazı ufak değişikliklerle eski planlama alışkanlıklarını sürdürmeyi daha kolay bulmaktadır. Kent yönelimleri bu yönde ciddi bir talepte bulunmamaktadır. Halk ise izinsiz yapılaşmaya göz yumulması ve zaman zaman yapılan aflarla kendi katılım gereksinmesini belki de bir başka yoldan karşılamış olmaktadır. Onun için bu yazıda önce planlamaya kaç farklı türde katılımın söz konusu olabileceği konusunda bir tipleştirmeye gidilecek daha sonra bunların her birinin planlama üzerindeki etkileri irdelenecek, hangi toplumsal koşullarda böyle bir katılım gerçekleştirilebileceği üzerinde durulacaktır. 2. Planlamada Katılımın Farklı Düzeyleri Planlamada değişik işlevleri yerine getirmek için beş farklı düzeyde katılımdan söz edilebilir. Bunlardan birincisi, planı halka benimsetmektir. Eğer bir pazarlama terimi kullanılırsa, halka planı satmak olarak ifade edilir. Bu halde plancı, kendi mesleki uzmanlığının üstünlüğüne, planlama ahlâkının kamu yararını en iyi biçimde koruyacağına ve genelde siyasal süreç içine girmesinin planlamayı çıkarlar kavgası alanına getireceğine, planlamanın siyaset üstü kalmasının gerekliliğine inanmaktadır. Bu plancı yaptığı çalışmalar, topladığı bilgiler sonrasında, teknik birikiminden yararlanarak kamu yararını en çoğa çıkaracak rasyonel planlama kararını ver
diğini sanmaktadır. Böyle bir plancı için planın kendisi tartışma konusu değildir. Eğer bu plana karşı halkın bir tepkisi varsa, bu tepki ya plan kararının kamu yararına olan yönlerinin halka yeterince anlatılamaması yüzündendir ya da planda özel çıkarı kamu yararına zedelenmiş bir kimsenin ya da grubun kamu yararı karşısında kendi çıkarlarını korumaya çalışmasından doğmaktadır. Çünkü plan bir kez yapılıp bitti mi, her noktası kamu yararının somutlaşmış bir hali olmaktadır. Böyle olunca da karşımıza mis- tifıye edilmiş bir planlama ve plan anlayışı çıkmaktadır. Böyle kendinden emin olan bir planlamanın katılıma gereksinmesi olmadığı bile söylenebilir. Planın kararlarını değiştirme bakımından böyle bir gereksinmesi yoktur, ama planını halka benimsetilerek uygulamaya konulması bakımından halkın desteğinin kazanılması gerekmektedir. Plan kamu yararını gerçekleştirmede tüm ahlak normlarına uyularak hazırlandığına ve teknik olarak mükemmel olduğuna göre yapılacak olan planı halka anlatmaktır. Plan halka iyi olarak anlatılırsa, hem planı anlayamamaktan doğacak tepkileri azalacak, hem de kamu yararı karşısında kendi kişisel çıkarlarını savunanlar üzerinde bir kamuoyu baskısı doğacak, bu iki etki bir arada plana tepkileri azaltacak, uygulama olasılığını artıracaktır. Bu birinci halde, tek yönlü bir bilgi akımıyla halkın desteğini sağlamanın söz konusu olduğu, halktan gelecek tepkilere göre planın yeniden biçimlenmesinin söz konusu olmadığı, dolayısıyla bir katılımdan söz edilemeyeceği söylenebilir. Burada üretilmiş bir sanayi ürününün bir reklam kampanyasıyla pazarlanmasındaki gibi bir durum söz konusudur. Nasıl bir ürünün pazarda halka satılacağının bilinmesi tasarımında başka kaygılar bulunsa da bir ölçüde de halkın beğenilerinin göz önünde tutulması sonucunu doğuruyorsa, planın halka benimsetilmesi gereği de böyle dolaylı, gizil bir katılıma neden oluyor denilebilir. Planın tek yönlü bilgi aktarımı biçiminde de olsa halka anlatılması, saydamlaştırılması, gizli ve kapalı kapılar arkasında tutulan bir planlamaya göre, sınırlı da olsa bir katılım sağladığı düşünülebilir. En azından plancı üzerinde ahlaksal bakımdan temiz kalma baskısı doğurur. İkincisi ise, katılım yoluyla plancının bilgilenmesidir. Bu halde de birinci türdeki plancının niteliği çok değişmemiştir. Plancı kamu yaran adına rasyonel kararı üretmekle ilgili rolünden vazgeçmemektedir. Planlama işlevi üzerindeki mistifîkasyon sürmektedir. Ama bu halde plancı bir ko
nuda karşılaştığı sınırlamaların farkına varmıştır. Kentte yaşayan kişilerin isteklerini ve sorunlarını aktarmakta ya plancının uyguladığı araştırma teknikleri yetersiz kalmakta ya da plancının halkla doğrudan ilişki kurarak onun sorunlarını serbestçe dile getirmesine olanak vermediği hallerde hazırlanan planın halka benimsetilmesinde güçlüklerle karşılaşmaktadır. Bu sorunları aşabilmek için plancı kendi planlama sürecine halkın sorunlarını aktarmasına olanak veren ilişkilerin kurulmasını da eklemektedir. Bu halde de halkın karar sürecine katılması henüz söz konusu değildir. Sadece halkın isteklerinin tek yönlü bildirilmesi vardır. Eğer bu ikinci anlayış birinci anlayışla birlikle kullanılsa, böyle iki yönlü bir bilgi akışı planlama süreci içinde kurumsallaşmış olsa bile, halk ile plancı arasında oluşturulmuş gerçek bir diyalog yoktur. Plancı halkın karara katılmasına olanak verecek biçimde planlamayı da mistifiye etmemektedir. Bu bakımdan bu halde de gerçek bir katılım söz konusu değildir. Ama plancı ne kadar karar yetkilerini elinde tutmakta titiz davranmış olsa da, halkla sorunlarını dinleme konusunda yüz yüze ilişkiye girdiğinde ondan etkilenmemesi beklenemez. Açıkça ifade edilmese de dolaylı bir diyalog başlamış olur. Üçüncüsü halkın plan kararına katılmasıdır. İlk iki halde katılım var olan bir planlama yaklaşımını iyileştirici ek bir önlem iken bu halde planlama anlayışında köklü bir değişiklik söz konusudur. Bu köklü değişikliğin temellendirilebilmesi için büyük ölçüde kamu yararı kavramının ve bunu gerçekleştirmekle plancının rolünün eleştiriye uğraması gerekmektedir. Bu eleştiri gerçekte kamu yaran kavramı adı altında toplumda güçlü sınıfların çıkarlarının korunduğu, plancıların orta ve üstorta sınıftan gelen kökenleriyle, kendi sınıflarının değer yargılarını topluma kamu yararı adı alnnda empoze ettikleri biçiminde olmaktadır. Plancıların siyaset dışı kalmaya çalışmalarının, gerçekte kendi sınıflarının siyasetini yapmak olduğu ileri sürülmekledir. Böylece planlama siyaset dışı teknik bir eylem olmaktan çıkmakta, çıkar çatışmalarının arenası ve herkesin katılabileceği bir siyasal eylem alanı olarak görülmeye başlamaktadır. Bu yolla da planlama mistifiye edilmektedir. Bu halde yapılan planın teknik kaliteleri değerlendirme konusu olmaktan çıkmakta, planın elde edilmesinde kullanılan katılım sürecinin mükemmelliği değerlendirme konusu haline gelmektedir. Bir anlamda katılımın kusursuzluğunun planın kusursuzluğunun bir güvencesi olacağına inanılmaktadır. Plan bir siyasal süreç haline gelmektedir.
Bu halkçı bir bakış açısıdır. Arkasında belli bir siyasal görüşü, belli bir demokrasi anlayışını barındırır. İdeal demokrasinin küçük topluluklarda yerel demokrasiler olarak kurulabileceği görüşünden kaynaklanmaktadır. Demokrasi ancak küçük yerel toplumsal birimlerde yeşerecektir. Bu birimlerde insanlar, kendi yaşamlarını kontrol edip, biçimlendirebilirlerse, kendilerini gerçekleştirebilecekler ve yabancılaşmadan kurtulabileceklerdir. İnsan onurunun korunması ve insanın özgürlüğü ancak küçük toplulukların demokrasisi ile yaşama geçecektir. Toplum iradesinin belirmesinin tek yolu demokratik siyasal süreçtir. Bu siyasal sürecin demokratikliğinin tek ölçütü vardır. O da katılımdır. Burada bir noktanın altını çizmekte yarar vardır. Söz konusu olan, küçük topluluklar demokrasisidir. Küçük topluluklar demokratik sürecin bir çoğunluk diktasına dönüşmesini engellemenin bir önkoşuludur. Toplumdaki hareketlilik, benzer yaşam biçimlerini seçenleri bir araya getirecek onların da kendilerini gerçekleştirmelerine yani çoğulculuğa olanak verecektir. Bu halde küçük topluluğun nasıl tanımlanacağı sorusu karşımıza çıkacaktır. Bu soru, çok aynntıya girmeden "territoryal birim" olarak yanıdanabilir. Böyle bir katılımcı yerel demokrasi anlayışının bir kent planlaması önerisi olmaktan çok, yeni bir toplum düzeni önerisi olduğu açıktır. Kendi kaderine hakim olan bu topluluk eğer bir kent planına sahip olmak isterse ona da hakim olacaktır. Bu planlamanın, eğer o toplulukta yaşayan kişiler dünya kültürünün globalleşltirici etkilerine karşı koyabilirse yerel farklılıkları, tatlan üreteceği söylenebilir. Eğer, toplum tüm olarak dünyadaki ekonomik ilişkilerin dünya kültürünü standartlaştırıcı baskısından kurtulamama kuşkusuz benzer çevreler üreteceklerdir. Ama birinci ve ikinci planlama türüne göre yerel çeşitlilikleri üretme olasılığının bu halde daha yüksek olacağı düşünülebilir. Bugün için kent planlama pratiğinde katılım söz konusu olduğunda, böyle kapsamlı bir siyasal dönüşümün parçası olarak ortaya çıkmamaktadır. Var olan siyasal düzende salt kentsel planlamaya konu olan karar alanlarıyla ilgili bir katılım söz konusu olmaktadır. Belki de bu konuda katılım yoluyla elde edilen başarının daha geniş alanlarda katılımcı önerilere haklılık kazandırması beklenmektedir. Böyle sınırlı bir alanda ve kurumsal yeni düzenlemelere gitmeden karara katılımın gerçekleştirilmesi de sınırlı olabilmektedir. Bunun için yapılan bir ölçüde planlamanın demisti- fıkasyonudur. Bu da planlama sürecinin belli kritik karar aşamalarında
plancının toplumun değişik kesimleriyle diyaloga girmesiyle sağlanmaktadır. Bu diyalogun iki farklı temele oturtulduğu görülmektedir. Bunlardan birincisi bilgilerin tamamlayıcılığından yola çıkıyor. Hem plancının ve hem de o yerde yaşayanların başarılı planlama için hayati önemi olan farklı tür bilgilere sahip olduğu kabul edilerek, karar aşamalarında diyaloga girmesi sağlanıyor. İkincisi ise, toplumda yaşayan değişik grupların çıkarlarının farklılığından yola çıkıyor. Savunucu planlama yöntemini öneriyor. Karar aşamasında değişik grupların çıkarlarının aynı yetkinlikle savunulmasından sonra bir uzlaşmaya ulaşılması amaçlanıyor. Savunucu planlamada savunmanın bir plancı grup tarafından yapılmakta oluşu, mistifı- kasyonun önemli ölçüde sürmekte olduğunu gösteriyor. Siyasal sürecin ya da uzlaşmanın sonuçlarını kabul eden bu planlamanın ne kadar etkinlik sağladığı ya da rasyonel olduğu sorusunu açıkça tartışmakta yarar vardır. Bu durumda uzlaşmalar somut eylemler üzerinde olmaktadır. Açıkça ifade edilmiş amaçlar bulunmadan ortaya çıkmış bir planlama kararı ya da eylemler dizisiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Hedeflere açıklık kazandırmadan bunların rasyonel olup olmadıkları tartışılamaz. Yapılabilecek olan bu eylemler listesinin gerçekte toplumun gizil kalmış hedeflerine göre rasyonel olduğunu varsaymak ya da bu eylemleri böyle hedeflerin varlığının işareti olarak yorumlamaktır. Katılımcı planlamanın rasyonalizm açısından irdelenmesi bizi dördüncü bir katılım yaklaşımına getirmiş oluyor. Dördüncü yaklaşım, katılımın "Kritik Rasyonalizmin gerçekleştirilmesi aracı olarak görülmesidir. Birinci ve ikinci tür yaklaşımların öngördüğü rasyonalizm araçsal bir rasyonalizmdir. Bu pozitivist bir ele alıştır. Değerler dıştan verilmiştir. Bilimin doğrusu ile ahlakın iyisi, başka bir deyişle teori ile pratik birbirinden ayrılmıştır. Kritik rasyonalistler iyi toplumun kuı alabilmesi için, bu ayrımın kaldırılmasına, doğru ile iyinin ilişkilendirilmesine çalışmaktadırlar. Bu bağlamda iyi bir toplumun ne olduğu açıkça sorgulanmaktadır. Üçüncü yaklaşımda olduğu gibi değişik istekler arasındaki uzlaşmanın yaratacağı sonuca razı olunmamaktadır. İyi toplum arayışı bir anlamlı yaşam arayışıdır. Bu ise içinde yaşanan toplumda kişilerin kendisiyle ve başkalarıyla anlamlı ilişkiler içinde bulunması demektir. İyi toplumu bu anlamlı ilişkiler örüntüsü belirler. Biz bir ilişkiyi, olumluluk yüklediğimiz, ahlaksal, estetik, hatta işlevsel değerlerin bir boyutunu, bir yönünü
sergilediğinde olumlu buluruz. Her ne kadar, estetik ve ahlaksal değerler nesnel olarak gözlenemezlerse de halkın geliştirdiği söylem içinde nes- nelleştirilebilirler. Sınanmış, geçerliliği kanıtlanmış hale gelirler. Kritik rasyonalizmin geleneği böyle bir söylemin kurulmasına yol gösterir. Bu söylem içinde değerler açıkça adlandırılır, karşılaştırılır, kritik olarak değerlendirilir, birbiriyle ilişkilendirilir, kapsamlı bir yapı haline getirilir. Bu biçimiyle insanların birbirine anlatabildiği ve nakledilebilir bir niteliğe sahip olurlar. Bu biçime gelince de bir söylem içinde yer alır ve rasyonel analize konu olurlar. Bir toplumda değerler üzerinde ideal bir söylemin kurulabilmesi yaşamın ideal koşullarıyla ilişkilidir. Özgürlük ve adalet olmadan bu kurulamaz. Bu yapısıyla kritik teori günün teorisidir ama ilgisi geleceğe dönüktür. İnsanların kendi iradesi ve bilinciyle kendi tarihlerini yaptıkları, araçsal rasyonelliğin ötesinde, gerçekten rasyonel toplumun gerçekleştirilmesini amaçlar. İnsanların böyle bir toplum içinde ilişkilerine yükledikleri anlamın geçerliliği toplumsal ilişkiler içinde başkalarınca da sürekli olarak teyit edilmeli ve bunlara güven pekiştirilmeli- dir. Sonsuz olanakların bulunduğu bir dünyada bir değerin mudak olarak geçerli ya da geçersizliğinden söz edemeyiz. Onların geçerliliği, içinde yer aldığı toplumun oluşturduğu söyleme bağlıdır. Bu nedenle de benim değerlerim şu demek yetersizdir. Onları üzerinde değerlendirmelerin yapılmasına olanak verecek söylem içinde yer almasına olanak sağlayacak soyudukta ifade etmek gerekir. Rasyonelliğin böyle değerler alanını da kapsayacak biçimde yeniden kurulması katılıma bakışı iki yönde de etkileyebilir. Birincisi, değerlere ilişkin söylemin oluşmasını toplumun işleyişinin normal sonucu olarak görmek, plancının bu nesnelleştirilmiş değerlerle çalışacağını söyleyerek, teknisyen plancı rolünü restore etmeye çalışmaktır. Bu yaklaşım kritik rasyonalizmin yüzeysel olarak anlaşılması demektir. İkinci yaklaşım, planlamanın değerlere ilişkin söylem alanının oluşturulmasında halkla diyalog halinde aktif rol almasıdır. İdeal söylemin kurulmasında, toplumun ideal özelliklere sahip olmayışının getirdiği sapmaları azaltmaya çalışmasıdır. Geliştirdiği plana halkın katılımının sağlanması, kurulan söylemin toplumdaki geçerliliğini sınamak olacaktır. Nitekim insanlar kendi aralarındaki ilişkilerde bu geçerliliği her seferinde yeniden sınamakta ve pekiştirmektedir. Katılım bu sınamanın bir başka tekrarı olacaktır.
Burada ilginç olan özellik katılımın yönünün değişmesidir. Toplumda var olan bir sürece plancı katılmaktadır. Daha önceki katılım anlayışında dışlanmış olan halktır, onun katılması sağlanmaya çalışılmaktadır. Oysa bu halde dışlanmış plancıdır. Onun katılması söz konusudur. Belki de Türkiye'de dışlanma konusunda gerçeğe daha yakın olan bu durumdur. Beşinci katılım yaklaşımı olarak, bölüşmeye değil yaratmanın heyecanına katılım ele alınabilir. Gerçekte bunun üçüncü katılım yaklaşımının geniş yorumu olan yerel demokrasi anlayışı içinde ilerlediği söylenebilir. Burada ayrıca ele alınışının nedeni katılımın kaynak yaratıcı işlevine açıklık getirmek içindir. Katılımın bugün pratikteki uygulamaları, var olan bir kurumsal yapı içinde olmaktadır. Bu da var olan belli bir kaynağın kullanım alanlarını halkın özlemleriyle daha tutarlı hale getirmek için yapılmaktadır denilebilir. Burada söz konusu olan paylaşmaya katılımdır. Katılım bu düzeyde kaldıkça çok başarılı olamaz, toplumun ilerlemesini hızlandırıcı bir nitelik kazanamaz. Katılım yoluyla toplumun geniş kesimlerinin talepleri açık hale geldikten sonra, kıt kaynakların bunlar arasında bölüştürülmesi çok zorlaşır. Oysa katılıma birlikte iş yapmanın, birlikle bir şey yaratmanın heyecanına katılım boyutu kazandırılırsa, insanlar sadece kamu kaynaklarına bağlı kalmazlar, kendi kaynaklarını da harekete geçirirler. Böylece toplumdaki toplu tüketim, özel tüketim dengesi değişir, katılım kaynak sorununu çözücü bir boyut kazanmış olur. 3. Kişilerin Katılımının Gerçekleşmesini Sınırlayıcı Etkenler Üzerinde durduğumuz beş farklı katılım anlayışının değişik katılım biçimleri gerektirdiği ve pratikteki sorunları incelerken, her biri üzerinde ayrı değerlendirmeye gitmek gerektiği düşünülebilir. Burada daha çok üçüncü türdeki katılımın pratik sorunları üzerinde durmakla yetinilecek- tir. Plancılar katılımın gerekliliğini savunmaya başladıklarında, halkın katılıma istekli olacağı varsayımından yola çıkmışlardır. Oysa pratikte hayretle görmüşlerdir ki, katılım beklendiği gibi yüksek olmamaktadır. Kişilerin katılımlarını sınırlayan öznel ve nesnel nedenler bulunmaktadır. Katılımın gerçekleştirilebilmesi için bu öznel ve nesnel nedenlerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Nesnel nedenler arasında başlıca ikisi üzerinde durulabilir. Bunlardan birincisi, katılımı örgüdeyen kurumun toplumdaki meşruiyeti ya da saygınlık derecesidir. Eğer planlamanın bir kurum olarak etkinliğine inanılı-
yorsa, arkasında ciddi bir siyasal destek görülüyorsa, katılım için önkoşullardan biri gerçekleşmiş demektir. Ama örneğin bugün Türkiye'de olduğu gibi kentsel gelişme alanlarında gecekondu mafyaları egemense, uygulamayı onlar yönlendiriyorsa, katılım için bir neden kalmamaktadır. Her halde mafyalar karar süreçlerine katılacak değillerdir. ikincisi, katılımın büyük ölçüde zaman tüketici bir etkinlik olmasıdır. Özellikle katılım yüzeysel olmaktan çıkıp derinleştikçe, kişilerin zaman bütçesi üzerinde önemli bir baskı yaratmaya başlar ya yaşam alışkanlıklarını değiştirmek ya da katılımdan vazgeçmek zorunda kalırlar. Yüzeysel katılımlarda bile katılım çok zaman tüketici nitelik kazanabilir. Bunun için katılım çok iyi planlanmalı ve katılanların zamanlarının boşuna tüketildiği duygusuna kapılmalarına olanak verilmemelidir. Bu nesnel nedenlerin yanı sıra katılmamanın kişiden kaynaklanan öznel nedenleri de vardır. Bunlardan birincisi sinik, kötümser ve kendi girişimleri dışındakileri küçümser bir ruh halidir. Bu genel olabildiği gibi sadece plancılara da dönük olabilir. Bazı kişiler bu ruh halinin kendilerinin toplumda önemsenmesine yol açtığına, kendilerine saygınlık kazandırdığına inanırlar. Bu grupların katılımı bir biçimde sağlansa bile, katılımın coşkusunun oluşmasını engellerler, ikincisi, kendisine güven yokluğudur. Bu beraberinde kararları etkilemekte güçsüz kaldığı, katılımda yetersiz kaldığı duygusunu da getirir. Katılımcının kendi kaderine razı olmayan, güçlükleri karşılamaya kararlı, toplum içinde kolay ilişkiler kurabilen bir kişi olması beklenmektedir. Üçüncüsü ise başka düşüncelere hoş görü- süzlüktür. Katılım süreci içinde kişilerin kolay uzlaşır olması birçok halde yanlış kararlara neden olursa da, başka düşüncelere açık olmayan, başka düşünceleri benimseyip onu geliştirme yolunda katkıda bulunmayanlar da katılım sürecinden ya kendilerini dışlarlar ya da dışlanırlar. Katılımcı düşünce için katılanlarla yetinmek gerçekte kendini inkâr etmek olur. Katılımcı düşüncenin meşruluğu katılımı genişletebildiği ölçüde artar. Katılımı genişletmekte katılımcı düşüncenin iki önemli aracı olduğu söylenebilir. Birincisi, katılımın içeriğidir. Katılım ne kadar gerçek karara katılım niteliği kazanırsa, katılma eğilimi o kadar artar, ikincisi ise, katılıma hemen kendiliğinden gerçekleşecek bir süreç olarak bakılmayıp özenle planlanması gereken zaman içinde gerçekleştirilecek bir proje olarak ele alınmasıdır. Her katılım projesinin başarısı daha sonraki aşamalarda daha geniş katılımların güdüsünü oluşturacaktır.
4. Bir Proje Olarak Katılım Nasıl Geliştirilebilir? Plancıların planlamada (burada planlama, hem karar, hem de uygulama aşamalarını kapsayan bir bütün olarak düşünülmektedir) başarılı katılım örnekleri vererek, katılımcı demokrasinin gelişmesine yardımcı olabilmeleri katılımı da üzerinde özenle çalışılacak bir proje olarak ele almalarıyla olanaklıdır. Başarılı olabilmeleri için katılım projelerini nasıl seçmeli ve nasıl geliştirmelidir? İlk olarak seçilecek konunun halkın kendisi için hayati önemde bir sorunla ilgili olduğuna dikkat etmek gerekir. Örneğin bir kentin uzun erimli, kapsamlı makro-planlaması genel hedefleriyle geniş halk kitlelerinin ilgisini çekmek için iyi bir seçim olmayabilir. Kısa erimli, hemen sonuç verecek yaşantısını doğrudan etkileyecek konular halkın daha yoğun ilgisini çekecektir. Unutulmaması gereken, halkın katılımını sağlamakta başarılı konu seçiminin tek başına yeterli olmayacağıdır. Bu konu çevresindeki kamuoyunun oluşturulması ve katılımcı grubun belirlenmesi ve örgütlenmesi gerekir. Bu grubun büyüklüğünün ne olduğu, kendi sorunlarını nasıl gördükleri, örgütlenme kapasitelerinin bulunup bulunmadığı araştırılmalıdır. Grubun belirlenmesi ve tanınmasının yanı sıra konu çevresinde eğitilmesi gerekir. Gerçekte bunu tek taraflı değil iki taraflı bir eğitim olarak görmek doğrudur. Plancıların neyi başarmak istediğini anlamadan onları halbn desteklemesi beklenemez. Benzer biçimde grubu ve sorunlarını tanımadan plancıların ne tür destek sağlayacaklarını kestirmeleri zordur. Grubun belirlenmesi ve birbirini karşılıklı olarak tanımasından sonra, grup içinde planlamanın amaçlarını sürekli canlı tutacak ve ona bağlı ve o topluluğun değişik kesimlerinin çıkarlarını temsil edebilecek önderlerin saptanması ya da oluşturulması gerekir. Böylece topluluk katılım ilişkilerini daha az zaman sarfıyla etkin olarak gerçekleştirecek bir yapılanma kazanmış olur. Örgütlenmiş bu grup planlama ile ilişkilerini yürütmeye hazır olduğu kadar, toplumda etkili kişi ve kurumlarla ilişki kurmaya, siyasal etki mekanizmalarını harekete geçirmeye de hazır hale gelmiştir. Bir başka deyişle siyasal güç kazanmıştır. Bu siyasal güç sonuçları etkilemek için başka gruplarla geçici ya da sürekli işbirliği yapmaya ya da koalisyonlar kurmaya yarayacaktır. Grubun saygınlığı bu işbirliklerinin güvenilir olmasıyla artacaktır.
Bir planlama ekibinin birkaç konuda iyi düşünülmüş ve gerçekleştirilmiş, başarılı katılım örnekleri verebilmesi, daha sonra daha karmaşık ve soyut konularda da katılımcı yolları izleyebilmesine olanak sağlayacaktır. Toplumda hem katılıma güven yaratılmış olacak, hem de katılım için bir altyapı gelişmiş bulunacaktır. 5. Sonuçlandırırken Dünya'da ve Türkiye'de yalnız planlamada değil hemen hemen tüm siyasal ve yönetsel karar alanlarında katılımcılık temel değerlerden biri haline gelmiş durumdadır. İnsanlara kendi istekleri dışında, kalkınma ya da ilerleme amacıyla da olsa, değişikliklerin zorla kabul ettirilmesini savunmak gün geçtikçe olanaksız hale gelmektedir. Gene de bu noktada bir soru akla gelmektedir. O da, acaba kent planlamasının katılım dışı, hada gizli kalmasında yarar umulan alanları var mıdır, sorusudur. Bu sorunun yanıtı o kentsel alandaki toprak mülkiyetine bağlı olacağı söylenebilir. Eğer planlama alanlarının mülkiyetinin kamu eline geçmesi gerekiyorsa, planlamanın katılıma açılması, mülkiyet sorunu çözümlendikten sonra olmalıdır. Ancak bu aşamada planlama sürecinin katılıma açılması ve bu noktaya değin planlama operasyonunun gizli kalmasının yararlı olacağı düşünülebilir. Eğer bu tartışmanın bir özedemesini yapmak gerekirse, katılımcı planlama süreçlerinin başarısıyla mülkiyet düzeni arasında sıkı bir ilişki olduğu, bazı hallerde katılım süreçlerinin başlatılabilmesi için önceden kamu eliyle yeni mülkiyet düzenlemelerine gidilmesinin gerektiği söylenebilir. Katılımın mülkiyet düzenindeki koşulları değerlendirmeden mudak bir değer haline getirilmesi, savunulması güç, hakça olmayan sonuçlara yol açabilir. Bu sorunu sürekli olarak göz önünde tutmak gerekir. Son yıllarda planlamanın başarısını saldırgan bir bireyciliğin aracı haline getirmekte gören eğilimler bulunsa da, planlamanın başarısı özgür ve hakça bir toplum düzeninin gerçekleşmesine olan katkılarıyla ölçülür. Katılımın meşruiyeti de bu ana amaçlara yaptığı katkıya bağlı kalacaktır.
KAYNAKLAR
Agger, Simon Ganasi. Urban Self-Management, M.E.Sharpelnc., White Plains, New York, 1979. Bleikcr, Hans. Citizens Participation Handbook, Institute for Participatory Planning, Laramie, 1978. Burke, Edmund M. A Participatory Approach to Urban Planning, Human Sciences Press, New York, 1979. Checkoway, Barry. "Building Citizen Support for Planning at theCommunity Level", Ed. Milan J. Dluhy, Kan Chen: Inter disciplinary Planning, Center for Urban Policy Research, Rutgers-Thc State University of New Jersey, 1986. Friedman,John. The Good Society, The MIT Press, Cambridge, 1979. Glass, James, J. "Citizen Participation in Planning", Journal of the American Planing Association, Vol. 45, April 1979. Habcrmas, Jiirgen and Legitimation Crisis. Polity Press, Cambridge, 1988. Knokc, David. "Urban Political Cultures", Ed. Terry Nichols Clark: Urban Policy Analysis, Vol 21, Urban Affair Annual Reviews, Sage Publications, Beverly Hills, 1981. Lineberry, Robert L. Equality and Urban Policy the Distribution of Municipal Public Services, Sage Library of Social Research, Beverly Hills, 1977. Manuel Castells and Karen Murphy. "Cultural Identity and Urban Structure: The Spatial Organization of San Francisco Gay Community" Ed, Norman I. Faninstein: Urban Policy Under Capitalism, Vol. 22, Urban Affairs Annual Re views, Sage Publications, Beverly Hills, 1982. Shirvani, Hamid. The Urban Design Process, Van Nostrad Rcinhold Company, New York, 1985. Stcinbcrger, Peter J. Ideology and the Urban Crisis, State University of New York Press, Albany 1985. Rieckcn, Henry W, Robert F. Boruch. Social Experimentation A Method for Planning and Evaluating Social Intervention, Academic Press, New York, 1974. Roscnbaum, Nelson, ed. Citizen Participation Models and Methods of Evaluation, Center for Responsive Governance, Washington, 1985.
PROJE DEMOKRASİSİ KAVRAMI ÜZERİNE*
Halk, belli ölçülerde de olsa kararı etkileme olanağı bulunduğu için katılımı kendi çıkarları açısından yararlı görmektedir. Bu özellikler dolayısıyla bu alanda katılım iyi örgütlendiği zaman başarılı olmaktadır. Günümüz toplumunda artık temsili demokrasi yeterli olmuyor. Demokrasinin katılımcı boyutunun geliştirilerek halkın kararlara doğrudan katılımı sağlanmak isteniyor. İlke düzeyinde katılımı istemek çoğu kez uygulamaya yansımayan iyi niyet ifadeleri olmayı aşamıyor. Bu ilkenin yaşama geçirilebilmesi için pratikte katılım yollarının örgütlenmesi gerekiyor. Ankara Büyükşehir Belediyesi bir yandan bu kaygılara sahip olduğundan öte yandan Hacı Bayram çevre düzenleme projesinin uygulanmasında karşılaşılan pratik sorunları aşabilmek için proje demokrasisi kavramını geliştirmiş ve uygulamaya koymuş bulunuyor. Katılımı özendirmek konusunda yönetimlerin yaptığı pek çok girişim halkın ilgi duymaması yüzünden başarılı olmamıştır. Oysa projeler kentte uygulanan politikaların somutlaştığı ve kentlinin yaşamını nasıl etkileyeceği açık hale gelen kısa bir süre sonra uygulanacak kararlardır. Kısa süre sonra uygulamaya geçecek olmasına karşın, belli sınırlar içinde kalmak üzere kararlarında değişiklik yapılabilmesine, halkın isteklerine daha uygun hale gelmesine açıktır. Bu nedenle projeler üzerinde halkın ilgisi yoğundur. Düşünceler somutlaştığı için katılım kolaydır. Belli ölçülerde de olsa kararı etkileme olanağı bulunduğu için halk katılımı kendi çıkarları açısından yararlı görmektedir. Bu özellikler dolayısıyla bu alanda katılım iyi örgütlendiği zaman başarılı olmaktadır. 1 Ankara Bülteni, sayı 9, yıl 1991.
Kentte yapılan büyük projeler genellikle iki farklı kamuoyuna sahip olmaktadır. Bunlardan birinci grubu bu projenin yakın çevresinde yaşayanlar oluşturmaktadır. Söz konusu proje uygulandığında bu kişilerin yaşamının hemen her dakikası etkilenecektir. İkinci grubu ise genellikle kentte yaşayanlar oluşturmaktadır. Bunlar projenin getirdiği değişiklikleri daha çok bir seyirci olarak algılayacaklar, dıştan bir değerlendirme yapmaya çalışacaklardır. Dünyada yapılan birçok proje uygulaması ikinci gruba hoş gelecek biçimde birinci grubun yakınmalarına kulaklar tıkanarak gerçekleştirilmiştir. Birinci grupta olan ve bir projenin toplumsal pahasını taşıyan kimselerin örgütlenerek seslerini kamuoyuna duyurmaları, ikinci gruptakilerin desteğini yanlarına alarak etkili olmaları pek az örnekte gerçekleştirilebilmiştir. Bu nedenle de büyük projelerin uygulanmaları çevrelerinde çoğu kez rahatsızlık yaratmıştır. Hacı Bayram çevresinin düzenleme projesinde uygulanan katılım modeli bu bakımdan Türkiye için ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Hacı Bayram çevre düzenlemesi örneğinde bir kent tasarım yarışmasıyla elde edilen projenin uygulamaya geçme aşamasında Ankara Büyük- şehir Belediyesi, projenin uygulanmasından doğrudan etkilenecek kişilerin temsilcileriyle, belediyenin projenin uygulanmasından sorumlu bürokratlarının katıldığı karar kurulları oluşturmuştur. Projenin uygulanması sırasında düzenli aralıklarla toplanan bu kurullarda alınan kararlar uygulamanın toplum içinde gerilmeler yaratmadan gerçekleşmesini sağlamıştır. Hacı Bayram'da proje demokrasisi, projenin uygulanması aşamasında devreye girmiştir. Bu konuda çok düşünmeden gösterilebilecek bir tepki, proje demokrasisinin bu örnekte çok sınırlı uygulandığı, katılım uygulamasının daha projelendirme aşamasında başlatılması gerektiği olabilir. İlkesel düzeyde kolayca haklı görülebilecek bu sav konusunda dikkatli olmakta yarar vardır. Hacı Bayram örneğinin başarılı olmasında projenin önceden hazırlanmış olmasının sağladığı yararları da göz önünde tutmak gerekir. Hem somutlaşmış projenin varlığının katılımı kolaylaştırmış olduğu hem de meslek tercihlerinin o çevreye ilişkin küçük çıkarlar karşısında projenin geliştiği bir aşamada örgüdenmesi, değişik bakış açılarının daha sağlıklı bir bileşiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Proje demokrasisi kavramı ve şimdiye kadar Ankara'daki uygulaması, katılımcı demokrasinin yaşama geçirilmesi açısından çok ümit verici bu
lunuyor. Kent yönetimleri, kent plancıları proje demokrasisi kavramıyla toplumun demokratikleştirilmesinde yararlanabilecekleri ilginç bir araç geliştirmiş oluyorlar. Bu kavramı pratik içinde de daha da geliştirerek zenginleştirmek durumundalar. Bunun için her katılım uygulamasının sonuçlannın ciddi bir değerlendirilmesinin yapılması ve bunlardan alınan derslerle proje demokrasisinin yeni biçimler kazanarak yeni alanlara yaygınlaştırılması gerekiyor. Bu uygulamalar Türkiye'de demokrasi deneyinin zenginleşmesini ve derinleşmesini sağlayacaktır.
YÖNETİM KAVRAMININ YANI SIRA YÖNETİŞİM KAVRAMININ GELİŞMESİNİN NEDENLERİ ÜZERİNE*
1. Giriş 1990'lı yıllarda yönetim kavramı yanı sıra yeni bir kavram olarak yönetişim (governance) kavramı gelişmeye başladı. Var olan yönetim pratiklerinin değişik bakımlardan yetersiz kalması üzerine, pratikte gelişen yeni arayışlar uygulamada etkili olmaya başlayınca, bu yeni gelişmeleri anlatmak için yönetişim kavramı ortaya çıktı. Gerek pratikte gelişen yeni buluşlar, gerek yapılmakta olan kuramsal çalışmalar yönetişim kavramının içeriğini belirtiyor, yönetim kavramından olan farklılıklarına açıklık kazandırıyor. Bu yazı da bu yoldaki çalışmalara bir uçtan katılmaktadır. Bunun için önce yönetim kavramı üzerinde durularak, hangi varsayımlardan hareketle, neyi gerçekleştirmeye çalıştığına açıklık kazandırılmaya çalışılacak, daha sonra dünyanın yaşamakta olduğu dönüşüm içinde bu varsayımlardan hangilerinin dayanaklarını yitirdiği ve aşınmaya başladığı üzerinde durularak yeni arayışları doğuran nedenler araştırılacaktır. Son olarak da bu bağlamda yönetişim kavramının yönetim kavramından farklılıkları ve yönetişim kavramı içinde yer alan pratiklerin neler olduğu üzerinde durulacaktır.
* Habitat II. Kent Zirvesi (İstanbul 3-14 Haziran 1996) çalışmaları için hazırlanmış ve İlhan Tekeli, Habitat II. Konferansı Tazıları, TC Başbakanlık Toplu Konut idaresi Başkanlığı, 1966, ss 113-126'da yayımlanmıştır.
2. Yönetim Kavramının İçeriği ve Dayandığı Varsayımlar Üzerine Yönetim üç kavrama referansla tanımlanıyor. Yönetimden söz edebilmek için öncelikle bir topluluğun bulunması gerekmektedir. Yönetilmesi söz konusu olanlar bu topluluktaki bireylerdir. İkinci olarak bir biçimde meşruiyeti oluşturulmuş bir (siyasal) gücün varlığı gerekmektedir. Yönetimi bu gücü elinde tutanlar gerçekleştirecektir. Üçüncü olarak bu topluluğun ulaşmaya çalıştığı bir ortak amacın varlığı gerekmektedir. Yönetenler meşruiyetlerini böyle bir amacın varlığına dayandıracaklardır. Bir yöneticinin toplumdaki diğer bireyleri yönetmesi ancak ulaşılmak istenilen böyle bir amacın varlığı halinde haklı gösterilebilecektir. Eğer bu üç öğe bir arada bulunmuyorsa kurulan insan ilişkilerini yönetim olarak adlandırmak doğru olmaz. Bu üç öğenin farklı biçimlerde tanımlanmasına bağlı olarak, değişik türdeki yönetimlerden söz edilebilir. Bir firma yönetiminde, bir üniversite yönetiminde, bir yerel yönetimde, bir ulus devletin yönetiminde her üç öge de farklı nitelikler kazanmıştır. Örneğin, çok genel çizgileriyle, gücün kaynağı; birincisinde sermaye, ikincisinde bilgi, üçüncüsünde ve dördüncüsünde seçilmiş olma ya da temsil etme, ortak amaç; birincisinde birlikte bir piyasa malı üretimini gerçekleştirme, ikincisinde öğretim ve bilimsel araştırma yapma, üçüncüsünde o yerde yaşayanların ortak kamu mal ve hizmet gereksinmelerini karşılama, sonuncusunda ulusal düzeydeki kamu mal ve hizmetlerini üretmedir. Her dört halde topluluğun büyüklüğünde ve niteliğindeki farklılıklar üzerinde ise ayrıca durmaya gerek yoktur. Yazının bu bölümünden sonra genel olarak yönetim üzerinde değil, sadece devlet düzeyindeki yönetim üzerinde durulacaktır. İnsanlığın gelişmesine bağlı olarak devlet yönetimleri de zaman içinde değişik aşamalardan geçmiştir. Çok değişik devlet türlerinden söz edilebilir, teokratik bir devletten söz edilebildiği gibi bir faşist, bir sosyalist, bir liberal devletten vb. söz edilebilir. Bu devlet türlerinin her birinde ortak amacın tanımlanması ve yönetim gücünün meşruiyetinin temellendirilmesinde, toplum yapısına ilişkin ontolojik kabullerinde farklılıklar vardır. Bu yazıda devlet yönetiminden söz ederken aydınlanma sonrasında gelişmiş olan temsili demokrasiyle yönetilen ulus devlet esas alınacaktır.
Böyle bir devlette yönetimin temellendirilmesinde karşılaşılan temel sorun yöneten gücün yönetme yetkileriyle bireyin özgürlükleri arasındaki dengenin nasıl kurulacağıdır. Bu sorun birey ve toplumun iki ayrı varlık düzeyi olarak kabul edilmesinin sonucu ortaya çıkmaktadır. Tabii bu sorundan kaçınmanın bir yolu bu düzeylerden birini yok saymaktır. Anarşist düşünce toplumu yok sayarak sadece bireyin varlığını ve özgürlüğünü esas alarak bir ucu oluştururken, totalitarizm ise bireyi yok sayarak toplumun varlığını esas alarak ikinci ucu oluşturmaktadır. Oysa toplum ve birey düzeylerinin birlikte varlığını kabul eden bir yönetim sisteminin kurulabilmesi için de değişik modeller söz konusu olabilir. Temsili demokrasiyi benimseyen, aydınlanma sonrasında gelişen düşünce ortamı içinde şekillenen ulus devlet bu seçeneklerden biridir. Aydınlanma bireye ya da insana güveni iki yönlü olarak geliştirmiştir. Birincisi insan aklının, doğanın ve toplumun işleyişinin yasalarını ortaya çıkarabileceği ve insanların bilimsel bilgiye dayanarak kendilerine daha mudu bir dünya kurabileceğine inançtır, ikincisi insanın kendisini yönetebileceği, kendisi için en iyi olanı ancak bireyin kendisinin seçebileceğinin kabul edilmesiydi, insana güvenen aydınlanma düşüncesi insanın kaderini ilahi güçlere bağlı olmaktan kurtarıyor insanın kendi eline veriyor, özgürleştiriyordu. Düşüncede yaşanan bu devrim yönetimin dayanaklarını da değiştiriyordu. Siyasal gücün temellendirilmesinde ilahi nedenlere bağlı kalmak anlamını yitiriyordu. Böyle olunca yönetimin temellendirilmesi ve toplum düzeyinin varlığı ancak bireyden yola çıkarak kurulabilecektir. Yönetici gücün meşruiyeti toplumun bireyleri temsil edebildiği ölçüde gerçekleşmektedir. Toplum için ortak amaçlar ya da ortak iyilerin ne olduğu da ancak bireylerin tercihlerine göre saptanabilecektir. Yönetici gücün bireyin seçmelerine yapabileceği müdahalenin sınırı ortak iyinin ne kapsamda tanımlandığına bağlı olacaktır. Aydınlanma düşüncesinde bir yönetimin meşruiyeti sadece temsil esasına göre kurulamaz. Yönetici güç, ortak iyi tarafından belirlenen alanda, araçsal rasyonelliği gerçekleştirecek biçimde kullanılma durumundadır. Böyle bir yönetim sistemi içinde özgürlük ve düzen ile hak ve yetki karşıtlıkları sürekli olarak gündemde kalacak birbirinin sınırını oluşturacaktır. Otorite ve gücün birlikteliğiyle işlerliğini koruyacaktır. Bu durumda bir devlet yönetiminin oluşabilmesi konusunda dört koşulun gerçekleşmesi gerekmektedir. Bunlardan birincisi siyasal gücün tem
sil esasına dayanması, ikincisi söz konusu toplumun bulunduğu alanda tam bir bütünleşmenin bulunması, üçüncüsü bu bütünleşmiş toplumu vergilendirebilme otoritesinin bulunması, dördüncüsü ise sorumlulukların dağıtılabilmesi yetkisinin var olmasıdır. Bu dört koşul yönetimin yapılabilirliği ve meşruiyeti için gereklidir ve birbirini tamamlamaktadır. Yönetecek siyasal gücün oluşumunun meşruiyetinin ve toplumun yöneleceği ortak iyilerin seçiminin tek dayanağının birey olduğu kabul edilince, bunun pratikteki çözümü temsili demokrasi olarak gelişmiştir. Oy çokluğunu sağlayanlar yönetim yetkisini elde edeceklerdir. Oy çokluğunu sağlayan seçmenler gerçekleştirilecek ortak amacı belirlemiş olacaktır. Demokratik rejimlerde yapılan seçimler gerçekte siyasal partiler arasında seçme yaparken hem siyasal gücü kimin kullanacağını, hem de ulaşılmak istenilen ortak iyinin ne olduğunu birlikte belirlemiş olmaktadır. Böyle bir seçimin anlamlı olduğunu savunabilmek için bu toplumun bulunduğu alanda (territory) tam bir bütünleşme içinde olduklarını varsaymak gerekir. Eğer böyle bir bütünleşme yoksa söz konusu alanın her yeniden tanımlanmasına göre sonuçları değişebilecek bir oy çoğunluğu ne ortak amaca ne de bunu gerçekleştirmeye yönelen siyasal güce meşruiyet sağlamakta yeterli olabilecektir. İlk iki koşul ortak amacın saptanması ve yönetme işlevini kimin yürüteceğini belirlemek bakımından yeterli olmakla birlikte, yönetimin yapabilir kılınması bakımından yeterli değildir. Diğer iki koşul yönetimin yapabilir kılınması için gereklidir. Devlet yönetiminin ortak iyiyi gerçekleştirebilmesi için kaynağa gereksinmesi vardır. Bu kaynak yönetimin vergilendirme yetkisine sahip olması halinde sağlanabilecektir. Böyle bir yetkinin meşruiyetini ancak bir ortak iyinin varlığı ve yönetimin denetimi altındaki alanda bir toplumsal bütünlüğün bulunması sağlayacaktır. Dördüncü koşul ise yönetimi yapabilir kılmanın bir başka koşulunu sorumlulukların toplum içinde dağıtılma yetkisini gündeme getirmektedir. Kuşkusuz aydınlanma dünyasında bu yetki ancak araçsal rasyonelliği gerçekleştirebilecek biçimde kullanıldığında yerinde kullanılmış olacaktır. Temsili demokrasiyle yönetilen bir toplumda, ortak amaca ulaşılmasında değişik aktörlerin çabalarının koordinasyonunun gerçekleştirilmesi, toplumun kurumsal yapıları aracılığıyla sağlanır. Bunlardan birincisi değişik alanlardaki piyasa mekanizmalarıdır. İkincisi ise hiyerarşik bir yönetim mekanizmasıdır. Aslında yönetim denildiğinde piyasa mekanizmasıyla yön-
lendirme değil, karar hiyerarşisi içinde olan yönlendirme anlaşılmaktadır. Ortak iyinin siyasal süreç içinde saptanabildiği kabul ediliyorsa buna ulaşmada hiyerarşik bir karar mekanizmasını esas alan bir yönetim biçiminin araçsal rasyonelliği sağlama kaygısının sonucu olduğu düşünülebilir. 3. Yönetim Kavramının Dayandığı Varsayımların Aşınması Üzerine Dünyada çok yönlü bir dönüşüm yaşanıyor. Bu dönüşümün ne olduğu üzerine dört farklı söylem gelişmiş bulunuyor. Bunlardan birincisi sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişin, ikincisi Fordist üretimden esnek üretime geçişin, üçüncüsü ulus devleder dünyasından küreselleşmiş dünyaya geçişin, dördüncüsü modernist düşünceden post modernist düşünceye geçişin senaryosunu oluşturuyor. Gerçekte bu dört senaryo birbiriyle ilişkili, biri diğerini tamamlayan senaryolardır. Bu çok yönlü dönüşüm yönetimi meşru ve yapılabilir kılan koşulları aşındırıyor. Bu aşındırma süreci yönetimi ortadan kaldırmasa da yeni arayışların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yönetimi olanaklı kılan dört koşulun nasıl aşınmakta olduğunu birer birer ele alalım. Siyasal gücün ve toplumsal iyinin oy çokluğu ile belirlenmesi ve temsil esasının varlığı artık iyi işleyen bir demokrasi için yeterli olmamakta, bu yönetim insanları doyurmamaktadır. Demokrasi teriminin günümüzde katılımcı ya da çoğulcu nitelemeleriyle birlikte kullanılması bu yetersiz kalışın bir göstergesi olarak düşünülebilir. Oy çokluğunun sosyal tercihi belirlediği, hakimiyet oluşturmaya olanak verdiği demokrasi, bu çoğunluk içinde yer almayanların tercihlerinin dışlanması sonucunu doğurmaktadır. Onlar için demokrasinin varlığı anlam taşımamaktadır. Bu nedenle günümüzün demokrasisi farklılıklara önem vermeyi dolayısıyla çoğulculuğu ön plana çıkarmaktadır. Demokrasinin kurumsallaşmış siyasal gücü kimin kullanacağını seçim yoluyla saptamaya indirgemesi ve siyasal gücü ele geçirenlerin, bu gücü belli bir süre için kendisini seçen toplumdan kopuk olarak kullanması, önemli ölçüde otonomlaşması yüzünden ortaya çıkan olumsuz sonuçlar ve bu konuda biriken deneyler temsil esasını yıpratmıştır. Demokrasiden beklenen siyasal gücün oluşumunun demokratikleşmesidir. Siyasal gücün demokratikleşmesinden anlaşılan ise toplumda yaratılan oydaşmanın doğrudan siyasal güç haline gelebilmesidir. Bu da kamu alanının sadece siya
sal güç tarafından oluşturulması pratiklerine son verilmesi ve sivil toplum güçleri tarafından da oluşturulma pratiklerine yer verilmesi taleplerini beraberinde getirmektedir. Katılımcı pratiklerin ön plana geçmeye başlamasının daha başka nedenleri de vardır. Bireylerin seçmelerinden toplumsal seçmeye geçmekte oy çokluğuna dayanmanın yeterli olamayacağı, bu yolla tutarlı seçmeler yapılamayacağı kuramsal düzeyde de gösterilmiştir. Ortak iyinin tutarlı olarak tanımlanamayacağının ortaya konulmasının önemli sonuçları vardır. Bu durumda araçsal akılcılığa bir işlev alanı kalmayacaktır. Ayrıca modernist düşüncenin ciddi eleştirilerle karşılaşması da, araçsal rasyonalizmin dayanaklarını bir başka yönden ortadan kaldırmıştır. Bu ise yönetimin teknokratik dayanaklarının yitirilmesi demektir. Böyle olunca toplumda insanların bir arada yaşamasının ve birlikte bir şeyler yapabilmesinin te- melendirilmesi ancak yöneten yönetilen ikiliğini aşan katılımcı pratiklerle olanaklı hale gelecektir. Yönetimin olabilirliğinin dayandığı ikinci koşul olan, söz konusu toplumun içinde yer aldığı alandaki bütünlüğü (territorial integrity) konusunda da büyük ölçüde aşınma vardır. Bilgi toplumuna geçen, küreselleşen dünyada ulusların yer aldığı mekanları, içinde doğanların kimliklerini kaçınılmaz bir biçimde belirleyen bir kap gibi düşünmek olanağı kalmamaktadır.1 Ülkeleri çevreleyen sınırlar mal, kapital, haber ve bilgi akımları bakımından büyük ölçüde bir engel olmaktan çıkmaktadır. Günümüz dünyasında uzaklık insanlar arası ilişkileri belirleyiciliğini önemli ölçüde yitirmiştir. İlişki ağlarının geliştiği bir dünyada artık bir alanda (territory) kurulan siyasal denetim, toplumsal bağlılıkları oluşturmakta tek başına yeterli olması olanağını yitirmiştir. İlişki ağları üzerinde yeni kimlikler oluşabilmektedir. "Yurttaş"ın yanı sıra "ağdaş" (netizen) kavramı gelişmeye başlamıştır.2 Çok çeşitli ilişki ağları içindeki insanlar, tek kimlikli olmaktan çıkmakta çok kimlikli hale gelmektedir. Çok kimlikliliğin yayıldığı uzaklığın ilişki kurulmasına engel olmaktan çıktığı bir dünyada alansal (territorial) esaslı temsil esası ve dolayısıyla oy çokluğu da anlamını yitirmektedir. 1 1
Peter J Taylor: "Beyond Containers: Internationally, Interstateness, Interterritoriality", Progress in Human Geography, Cilt. 19, Sayı.l, 1995, ss.1-15. Michael R Ogden: "Politics in a Parallel Universe", Futures, 1994 Cilt. 26, Sayı. 7, ss. 713-729.
Ağ ilişkilerinin hakim olduğu bir toplumda sınır kavramı anlamını yitirmektedir. Bu yalnız ulusların sınırları için değil, toplumdaki aktörlerin her biri içinde söz konusudur. Artık esnek üretimin geliştiği bir dünyada büyük firmaların kendisi ile onun çevresi arasındaki ayrım yok olmakta, önemi kalmamaktadır. 3 Bir devlet yönetiminin yapabilir kılınması için gerekli ilk koşul olan toplumu vergilendirebilme yetkisi de aşınmaktadır. Ortak iyinin saptanmasında doğan tereddütler, temsil esasının çökmesi belli bir alandaki toplumun bütünlüğünün zayıflaması vergilendirmenin temellendirilmesini zorlaştırmaktadır. Ama bu konuda günümüzde esas sıkıntı, bu tür teorik kaygılardan çok yönetimin elindeki kaynakların kullanılmasındaki bulanıklıktan, etkin olarak kullanılmakta olmasına ilişkin kuşkulardan doğmaktadır. Devletin yapabilir kılınmasının ikinci koşulu, sorumlulukların toplum içinde dağıtılma yetkisine sahip olması gerektiği, bunun dayanağını araç- sal rasyonellikte bulduğu daha önce belirtilmişti. Oysa araçsal rasyonellik, gerek ortak iyinin tanımlanmasında karşılaşılan bunalım, gerek postmo- dernizmin bilim alanına getirdiği eleştiriler dolayısıyla önemli bir sarsıntı geçirmiştir. Araçsal rasyonelliğin karşısında iletişimsel rasyonellik gelişmeye başlamıştır. İletişimsel rasyonellik bir kamu alanı oluşturmasını gerektirmektedir. Kamu alanı kişiler arasında yapay bir eşitlik yaratır. Bu alanda hiyerarşi, zorlama ve şiddet bulunmaz, bir özgürlük alanıdır. Bu alanda insanlar birbirine bağlanarak ve ayrılarak insani durumlarını korurlar.4 İletişim rasyonelliği bu diyalog ve oydaşma yoluyla ortaya çıkar. Böyle olunca da araçsal rasyonalizmin ortaya çıkardığı hiyerarşik yönetim ya da sorumluluk dağıtma şemaları anlamlarını yitirir. 4. Yönetişim Kavramı Nasıl Gelişiyor Hangi Pratiklerle Yaşama Geçiyor Yönetişim bireyle devlet (toplum düzeyi de diyebilirsiniz) arasında yeni bir ilişki biçiminin gelişmesini kavramsallaştırmak için kullanılıyor. Yönetim kavramının dayanaklarında gördüğümüz aşınmalar yeni arayış 1 1
Andrew Dunsire: "Modes of Governance", Jan Kooiman (editör) lModern Governance, Sage Publications, London, 1993, ss. 21-34 Dana R Villa: "Postmodernizm ve Kamu Alanı", Gelecek, Bahar. 1993, ss. 57-69.
lara kaynaklık ediyor.5 Buna paralel olarak gelişen pratikler yönetişim kavramının içeriğini dolduruyor. Bunları değerlendirdiğimizde, önceden belirlenen bir ortak amacı gerçekleştirmek için, tek özneli, merkezi, hiye- rarşik bir iş bölümü içinde, araçsal rasyonelliği ön plana alarak, yapan, üreten bunun için kaynakları ve yetkileri kendilerinde toplayan yönetimden, önceden belirlenen bir iyiye doğru değil, insan haklarına dayalı perfor- mas ölçütlerini gerçekleştirerek, çok aktörlü, desantralize, ağsal ilişkiler içinde, iletişimsel bir rasyonellik anlayışında, kendisi yapmaktan çok toplumdaki aktörleri yapabilir kılan, yönlendiren, kaynakların yönlendirilmesini kolaylaştıran yönetişim anlayışına geçilmektedir. Bu özellikleriyle yönetişim siyasal ve ekonomik gücün daha yaygın dağılımını da içermektedir. Bu yeni durum, toplumu yönlendirmekte sorumluluk dengesinin devletten sivil topluma doğru kaymasına işaret ediyor. Çok aktörlü bir sistemin birlikte, karşılıklı etkileşimle yönlendirme (steering) sürecini öneriyor. Böyle bir ele alışta çözümleri tek öznenin hakimiyetinde aramak yerine yerel, ulusal, uluslararası ölçekte ortaklıklarda aramak özellikle önem kazanacaktır. Yönetişim ile bir yandan yönlendirme gücüne sahip hükümet dışı aktörleri de içeren esnek bir yapılaşma kastedilirken, demokratiklik, açıklık, hesap verme, çoğulculuk, kararın ilgililere en yakın yerde üretilmesi gibi ilkelere de işaret edilmiş olmaktadır.6 Merkezi bir yönetimin yerini böyle çok aktörlü bir yönetişim sisteminin alacağı kabul edilince, modernist planlama anlayışının yerini de özgürleştirici bir planlama anlayışı alacaktır.. Yönetişime geçilmesi, işlerin devlet tarafından yapılmasından, devlet tarafından yönlendirilmesi (steering) anlayışına yönelmeyi içermektedir. Bunun için devlet düzenleyici roller yüklenecektir. Böyle bir yönelim değişikliğinin ortaya çıkardığı bazı üstünlükler, sistemin değişikliklere uyum esnekliğini çoğaltır. Tüm tarafların biraraya gelerek politika geliştirmesini kolaylaştırır. Performans ölçütleri üzerinden hesap verilmesi üzerindeki ısrarı artırır. Burada sorulan soru, devletin büyüklüğü ya da küçüklüğü değil, nasıl olması gerektiğidir. 1 1
David Osborne ve Ted Gaebler: Reinventing Government, A Plume Book, New York, 1992. Adrian Leftwich: "Governance, Democracy and Development in the Third World", Third World Quarterly, Cilt.14, No. 3, 1993, s. 605.
Yönetişim yaklaşımı, devlet-birey arasında ya da aktörler arasındaki ilişkiye yeni bir bakış açısı getirmektedir. Bireyin ya da toplumun diğer aktörlerinin yaratıcı güçlerine, yapabilirliklerine iyimser bir bakış açısı vardır. Devletle birey arasındaki ilişki himayecilik (patron-client) türündeki bir ilişki değildir. Himayecilik ilişkisinde birey, zafiyeti olan, kendisi adına başkasının eylemde bulunmasını beklemekte olan bir kişidir. Oysa yönetişim sisteminde eylemde bulunma kapasitesine sahip bireylerin ya da aktörlerin varlığı öngörülmektedir. Kendi gereksinmelerini algılayacak, çözümü için tek başına ya da bir ortaklık içinde eyleme girişeceklerdir. Böyle bir yönetişim sisteminin işlerliği, toplumda yer alan bu aktif aktörlerin, kendi kendini yönlendirme kapasitesine sahip olmalarıyla, yani yurttaş olmalarıyla, hak arayabildikleri kadar sorumluluk da yüklenebil- meleriyle yakından ilişkilidir. Sınırların erimeğe başladığı bu dünyada yurttaş olmanın içeriği de değişiyor. Fransız devriminden sonra gelişen merkezi ve akılcı cumhuriyetin ulusal bütüncü ve eşit bireylerden oluşan yurttaşı olmak ile yerel ve özel (particularist) bir topluluğun üyesi olmak arasındaki gerilim yeniden tanımlanıyor.7 Bir yandan artan evrensel sorumluluklar ve ulusları aşan ilişki ağları evrensel bir bireyi oluşturuyor. Öte yandan ulus bağlılıklarının aşınması sonucu yeni evrensel ilişkiler içinde yerelin ve yerel bağlılıkların yeniden tanımlanmasını getiriyor. Bu durumda bireyin evrensel ve yerel bağlılıklarını ve sorumluluklarını bağdaştırması daha kolaylaşıyor. Tek kimlikli yurttaşların yerini çok kimlikli yurttaşlar almaya başlıyor. Pasif bireylerden oluşan bir toplum yerine, eylemde bulunma kapasitesine sahip bireylerden oluşan bir toplum kabulüne geçildiğinde, devlete düşen rol de onlara servis üretmekten çok, toplumdaki bireyleri güçlendirmek, yetkilendirmek ve yapabilir kılmak olacaktır. Yapabilir kılınan, yaratıcı güçlerini harekete getirmeleri beklenilen bireyler ya da aktörlerin yönlendirilmesinde uygulanacak yöntem onları kurallarla bağlamak değil, onların ödevler (mission) yüklenmelerini sağlamaktır. Böyle ödevler yüklenen bireyler, kendi yaratıcılıklarını kullanarak, tepeden konulan kurallarla yönetilenlere göre daha yüksek başarı göstereceklerdir. Böyle bir sistemin 1 Colin Crouch: "Citizenship and Community in British Political DebateColin Crouch, AnthonyHeath: Social Research and Social Reform, Clarendon Press. Oxford, 1992.
yönlendirilmesinde ise performas ölçüderine dayanılacaktır. Bu yaklaşım iş pratiğine toplam kalite yönetimi söylemi içinde yansımaktadır. Hiyerarşide üst kademede olanın tek yönlü kararlarıyla yönetilme yerine, otonom çok sayıda aktörün kendi aralarında karşılıklı etkileşmeleriyle oluşan yönetişim, aktörlerin kendi aralarında uyumu ve koordinasyonu ile sağlanacaktır. Böyle bir karmaşık, farklılaşmış, dinamik bir sistemin yönlendirilmesi, etkilenmesi nasıl sağlanacaktır. Bunun kuramsal arayışları başlamıştır. Çok aktörlü böyle bir sistemi ağ ilişkileri içinde temsil edebiliriz. Bu sorunlar oyunlar kuramı içinde ilişkili (connected) oyunlar olarak ayrı bir kategori oluşturmaya başlamıştır.8 Sibernetik sistem kuramları bu bağlamda yeniden ele alınmaktadır. Özellikle kendi kendini yönlendirme sistemleri önem kazanmıştır. Böyle bir sistemin üyeleri kendi kendini yönlendirme kapasitesine sahip değilse yönetişim olanaksız hale gelir. Yönetişim bir ilişki ağındaki farklı, çıkarları çelişebilen, birbirine göre belli ölçüde bağımsız olan aktörlerin birlikte gerçekleştirdikleri bir yönlendirmedir. Bu bağlamda toplumdaki karşı güçlerin varlığından yararlanarak kararlılığın sağlanması çok uzun süredir kullanılan bir yaklaşımdır.9 Bu arayışlar yeni özneleri gündeme getirmektedir. Önceki dönemin çözümleri ya devlette ya da özel kesimde gören yaklaşımlarıyla yetinil- memektedir. Örneğin ortak olarak sahip olunan, meraların, deniz kaynaklarının aşırı kullanılmasının önlenmesinde yasaklayıcı devletten ya da özel mülkiyete bırakılmasından medet ummak yerine yararlananların kendi aralarında bağlayıcı sözleşmeler geliştirebilmeleri ciddi bir seçenek olarak ortaya konulmuştur.10 İnsanlığın bugün ulaştığı aşamada, bir çok alanda, işlerin tek aktör tarafından yapılması kabul edilebilir olmaktan çıkmıştır, görevleri ve sorumlulukları bölüşme talebi yükselmiştir. Bu talep çevresinde değişik ortaklık biçimleri gelişmeye başlamıştır. Birlikte yönlendirme, birlikte üretim, özel ve kamu ortaklıkları bu bağlamda gelişmektedir. Yönetişim toplumdaki aktörlere ortaklar olarak bakmaktadır. Yönetişim toplumdaki ekonomik, siyasal, toplumsal aktörlerinin etkileşiminden doğan bir yönlendirme, denetleme kalıbı olarak oluşmaktadır. Bu 1 1 1
Fritz W Scharf (Editör). Games in Hierarchies and Networks, Campus Verlag: Frankfurt am Main, 1993. Andrew Dunsire: A.g.e. Elinor Ostrom: Governing the Commons, Cambridge University Press, Cambridge, 1990.
nedenle yönetişim değişik aktörlerin etkileşiminin ortaya çıkardığı, sürüp giden bir süreçtir. Yönetişimin gelişmesi devlet ile toplum arasındaki sınırları değiştirmektedir.11 Yönetişim bir toplumsal koordinasyon biçimi olarak da düşünülebilir. Yönetişimi sadece tanımlamak yeterli değildir. Yönetişimin hangi koşullarda gerçekleştirilebilir olduğu üzerinde durmak gerekir. Tabii toplumda çok büyük radikal farklılıklar bulunuyorsa bu farklılıklar çatışmalara dönüşmüşse yönetişim için uygun bir ortam yoktur. Birbirinin varlığını kabul eden etkileşmeye açık aktörler arasında yönetişimin olabilirliği söz konusudur. Yönetişimin başarısı toplumun gereksinmeleriyle aktörlerin kapasiteleri arasında uyum sağlanabildiği ölçüde gerçekleşecektir. Foucault'un dediği gibi gücünü zalimce kullanan yönetimlerin bile sürdürülebilmesi için bir söyleme gereksinmesi vardır. Güç toplumun her noktasında bu söylemce üretilmedikçe bu gücü sürdürmek olanağı bulunamaz. Günümüzde hakim söylem yönetim söylemidir. Yönetim söyleminin hâkim olduğu bir ortamda yönetişim ikna edici olamaz. Yönetişimin söylemi henüz gelişmeye başlamıştır. Başarılı olabilmesi yönetişim anlayışını toplumun her noktasında üretebilmesine bağlıdır.12 Bu herhalde kendini yönetmek ile başkalarını yönetmek ve yönetilmek farklılıklarını ortadan kaldıran bir söylem olacaktır. 5. Son Verirken Yönetim alışkanlıklarının yerleştiği ve insan düşüncesini koşullandırdığı bir ortamda yönetişim kavramının güven verici olması kolay değildir. Hiyerarşik yönetim insanların iradeci eğilimlerine daha çok güven vermektedir. İnsanlar böyle bir yönetimin bulunmadığı bir yerde karışıklık doğacağı, sistemlerin felaketle karşılaşacağı kanısına kolayca kapılabile- ceklerdir. Gerçekte büyük dış türbülansların bulunmadığı bir ortamda sistemler yönetilsin ya da yönetilmesin çökmekten çok varlığını sürdürmek eğilimindedir. Hiyerarşik olmayan yönlendirme ancak deney sonrasında, yani yaşamda başarılı hale gelmesinden sonra ikna edicilik kazanacaktır. 1 1
Jan Kooiman: "Social-Political Governance Introduction", Jan Kooiman (Editör): Modern Governance, Sage Publications, London, 1993 Mitchell Dean : Critical and Effective Histories Foucault's Methods and Historical Sociology, Routledge, London, 1994
Nitekim firma yönetiminde toplam kalite yaklaşımın gelişmesi büyük ölçüde Japon firmalarının başarısından sonra gerçekleşmiştir. Yönetimden yönetişime geçiş kolay ve kısa sürede gerçekleşebilecek bir olgu değildir. Uzun bir toplumsal öğrenme sürecini gerektirir. Bu toplumun örgütlenmesinde sosyal öğrenmeye elverişli yapıların oluşması sağlanmalıdır.13 Aslında yönetişimin başarısı karşılıklı öğrenme sürecini harekete geçirebildiği ölçüde olacaktır. Yönetişime geçiş konusunda tek kaygı sistemin işlerliğini sürdürebilmesi konusunda ortaya çıkmamaktadır. Yönetişimin daha eşitsiz bir toplum ortaya çıkarabileceği konusunda kaygılar bulunmaktadır. Bu konuda karşıt yönlü savlar da geliştirilebilir. Yönetişimin varlığı daha desantralize bir siyasal ekonomik güç öngörüsüne dayandığı için bu sistemin işleyişinin de daha eşitlikçi bir toplum ortaya çıkaracağı söylenebilir. Öte yandan bu toplumun yarışmacı bir toplum olacağı eşitsizlik yaratacağı da ileri sürülebilir. Her halde böyle bir sorunun yanıtı apriori olarak verilemez. Bu açıdan yapılabilecek doğru değerlendirme ancak yaşananlar sonrasında ortaya çıkacaktır. Ama bu noktada söylenebilecek var olandan farklı bir eşitsizlik kalıbının oluşturulacağıdır. Son olarak ortak iyinin çözülmesi, alansal bütünlüğün önemini kaybetmesi ve yönetişime geçilmesinin toplumsal dayanışmanın temellendi- rilmesinde nasıl değişmeler yapacağı üzerinde duralım. Ortak iyinin varlığının dayanağını yitirmesi toplumsal dayanışmanın temellcndirilme biçimini de değiştirecektir. Bütünleşmeye zorlayıcı mekanizmalar meşruiyetini kaybedecektir. Bütünleşme ancak toplumdaki bireylerin işbirliği gereksinmelerini karşılayacak toplumsal uzlaşmalarla sağlanabilecektir. Böyle bir gelişme halinde oluşan toplumsal sistemin meşruiyeti sadece bireyin çıkarlarına dayanır hale geldiğinden tamamen araçsallaşmış olur. Böyle bir gelişme ulus devletin bireyi içine soktuğu ikilemden bir ölçüde kurtaracaktır. Ulus devlet kaçınılmaz olarak, bireyi bir yandan kendi tercihlerini en yükseğe çıkarma, öte yandan yurttaş olarak ortak iyiden kaynaklanan görevlerini yerine getirme ikilemi içine sokacaktır. Ama bir topluluğun varlığını sadece pragmatik gereksinmeler üzerine kurmak yetersiz olur. Bir kişinin varlığı topluluk içinde hitap ettiklerine kendisini 1 Lester W. Milbrath: Envisioning A Sustainable Society, State University of New York Press, New York, 1989. Ch.14
kabul ettirmesine bağlıdır. Bu gerçekte bir bireyin içinde yaşadığı topluluğa sürekli hesap verme sorumluluğuyla yükümlü olması demektir. Kişinin kendisine etik güveni böyle oluşur. Bu halde toplumsal bağlılık bireysel varlık düzeyinde temellendirilmiş olmaktadır. Eğer insanlığın bugün geldiği aşamada yaşam bireyin kendisi tarafından kararlaştırılma- dıkça iyi olmadığı kabul ediliyorsa seçme için koşullar ve olanaklar uygun olmalıdır. Demokratik siyasetin benimsendiği bir ortamda yurttaş olmak diğerleriyle hakça bir işbirliği yapmaya açık olmak demektir. Bu ortamdaki yurttaşlık insanların kendilerinin seçmelerini yaşama geçirebilecekleri bir toplumun etik biçimi olmalıdır.14 1 J.M. Bernstein: Recovering Ethical Lift, Routledge, London, 1995
BİR DEMOKRASİ PROJESİ OLARAK YEREL HABİTATLAR*
1. Giriş İstanbul'da 3-14 Haziran 1996'da yapılan Habitat II. Konferansı başarıyla tamamlandı. Konferansın hazırlıkları sırasında bu konferansın bir son olmadığı, bir başlangıç olduğu, sık sık belirtilmişti. Hazırlanmış bulunan Ulusal Rapor ve Eylem Programında da bu paralelde olmak üzere, yerel habitat gündemlerinin hazırlanması ve bir ulusal habitat konferansının toplanması gerekliliği yer almıştı. 1996 yılı sonbaharı içinde bu konularda hazırlıklar yapıldı ve ilk girişimler başladı. Bu aşamada habitat gündeminin ve İstanbul Deklarasyonunun ruhuna uygun olan bir gelişme sağlayabilmek için iki konuda düşünce geliştirmekte ve tartışmakta yarar vardır. Bunlardan birincisi sivil toplum kuruluşlarının demokratik rejimlerde kazandığı yeni işlevler, kamu alanındaki rolleri ve meşruiyet alanlarının nasıl temellendirileceği konusunda kuramsal bir hazırlık olacaktır. Habitat II. Konferansında sorunların çözümlerinde devlet merkezli yaklaşımlar yerine toplumun tüm aktörlerinin kaynaklarını ve yaratıcı güçlerini harekete geçirecek desantralize yaklaşımlar benimsenmiş olmasına karşılık, bu yaklaşım değişikliğinin siyasal rejimlerin nitelikleri bakımından anlamı üzerinde yeterince durulmamıştır. Birleşmiş Milleder platformları bu bakımdan uygun değildir. Yaklaşım değişikliği daha çok birinci yaklaşımdan sonuç alınamayışı gibi pragmatik nedenlere dayandırılmıştır. Oysa yerel habitat gündemlerinin hazırlanmasına geçilirken bu konuda kuram 1 Ada Kentliyim dergisinin 1966 yılındaki 8. sayısında, ss. 86-96'da yayımlanmıştır.
sal bir tartışmanın yapılması pratiğe yol göstermek bakımından yararlı olacaktır. Üzerinde durulması gereken ikinci konu yerel habitat gündemlerinin hazırlanmasında nasıl bir yol izleneceğidir. Eğer önceden böyle bir kuramsal hazırlık yapılmazsa, yerel habitat gündemlerinin hazırlanmasında hemen akla geliveren eski alışkanlıkların, çok söylenmiş ama hiç uygulanmamış çözüm önerilerinin, bu çalışmalara egemen olmasından kaçını - lamaz. Bu nedenle yerel gündemlere ne tür bir örgüdenmeyle ve ne tür çalışmalar yapılarak ulaşılabileceği, yerel gündemlerin içeriğinin neler olabileceği, üzerinde eleştirel bir yaklaşımla düşünce geliştirmek gerekecektir. Bu konuları sırasıyla ele alalım. 2. Sivil Toplum Kurumlarının Bir Özne Olarak Ortaya Çıkışı ve Çoğulcu Demokrasinin Yaşama Geçirilmesindeki Önemi Sivil toplum kurumlarının günümüzde özel bir önem kazanması ve özel alanla kamu alanı arasında yer alan bu kurumlara, çoğulculuğun yaşama geçirilmesinde, demokrasilerin niteliğinin geliştirilmesinde, umut bağlanması belli bir tarihsel gelişme sonucunda olmuştur. Bu yazıda önce tartışmamızın üzerinde yoğunlaşacağı kavramların tarih içinde nasıl geliştiği kısaca ele alınacaktır. Bu tartışma içinde özel alan, kamu alanı, sivil toplum ve kamu otoritesi kavramları merkezi bir yere sahip olacaktır. Özel alan - kamu alanı ayrımı aydınlanma sonrasında kapitalizmin gelişmesi ve burjuvazinin güçlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Tarihsel olarak klasik Yunan toplumunda özel ve kamu ayrımı vardır. Ama daha sonra feodal toplumda böyle bir ayrım yoktur. Mudakiyetçi rejimlerde siyasal gücü elinde tutan monarkın iradesi ile toplumun iradesi tanım gereği özdeştir. Bu durumda özel ve kamu alanı ayrımının ortaya çıkması devlet otoritesinin gayri şahsileşmesiyle başlar. Bunun ortaya çıkabilmesi aydınlanma sonrası burjuvazinin güçlenmesi, kendi alanını keyfi müdahalelerden koruyabilmesi ve güvence altına alabilmesi çabalarıyla oluşmuştur. Bu gelişmeyi daha iyi değerlendirebilmek için önce devlet müdahalesine karşı korunmuş bulunan özel alanın tanımlanmasında yarar vardır. Burjuvazi, özel alanın dört bakımdan dış müdahalelerden korunmasını sağlamaya çalışmıştır. Bunlar çok kapsamlı bir mülkiyet hakkı,
mal ve emek piyasalarındaki serbestlikler, dini ve ahlaki inançlar ile ailenin ya da bireyin mahremiyetidir. Bunlar özel alanı güvence altına alan kişisel dokunulmazlık haklarıdır. Bu alan medeni kanunlar, liberal mülkiyet anlayışı ve piyasa mekanizmasının kurumsallaştırılmasıyla güvence altına alınmıştır. Güvence altına alınmış bulunan özel alandaki bireylerin etkinlikleri iki alt küme içinde toplanmıştır. Sivil toplum diye adlandırılan birinci alt kümede bireyler ekonomik girişimleriyle ve emek arzlarıyla yer alırlar, ikinci alt küme bireylerin ve ailelerin insani ve duygusal ilişkilerinin mahremiyet alanıdır. Salt özel alandaki aktörlerin oluşturduğu bir toplumda kaosa ya da anarşiye düşülmesi olasılığı çok yüksektir. Sistemin işleyişini garanti altına alacak mekanizmalar kurulamamıştır. Böyle mekanizmaların yokluğu halinde özel alanın dokunulmazlığının güvence altında olmasından da söz edilemez. Bu işlev kamu otoritesince, daha özel deyimiyle devletçe yerine getirilecektir. Devlet özel alanın dokunulmazlığının güvencesini sağlayacak, bu amaçla şiddet kullanma tekelini elinde bulunduracak, özel alandaki aktörlerce yerine getirilemeyecek işleri yapacaktır. Kamu otoritesinin özel alan üstü işlevleri olmasına karşın, bireylerden ve özel alandan bağımsız olması düşünülmemektedir. Bu kamu otoritesinin yaptıklarının meşru görülmesi ancak bireylerin seçmeleriyle temel- lendirilmesine bağlıdır. Eğer bu kamu otoritesi kendisini bağımsız olarak görmeye başlarsa mudakiyetçi döneme dönülmüş olacaktır. Bireylere ve özel alana dayanan bir kamu otoritesinin varlığından söz edebilmek için bir kamu alanının bulunması gerekir. Kamu alanı bir aleniyet mekanıdır. Bu aleniyet mekanında bireyler kendilerini ve düşüncelerini ifade ederler. Bu alana bireylerin eşit katılımı esastır. Bu alanda bireylerin eşitsizlikleri olabildiğince parantez içine alınarak dışta tutulacaktır. Bu alanın işlevi eieştirel-rasyonel tartışmaların yapıldığı bir mekan olmasıdır. Eğer bireyler böyle bir karşılıklı etkileşme içine giremiyorsa kamu alanı, toplumun genelini ilgilendiren konularda, eieştirel-rasyonel tartışmayı gerçekleştirme işlevini yerine getiremez. Toplumun seçmelerinin rasyonel bir yönelim kazanması ancak bu halde olanaklıdır. Bireylerin seçmelerinden toplumsal seçmelere geçmenin pratikte bilinen yolu oylama yapmak ve çoğunluğun oyunu toplumsal seçme olarak kabul etmektir. Eğer bu süreç öncesinde kamu alanında eleştirel-ras-
yonel bir tartışma yapılmamışsa, bireyler tercihlerini bu tartışmadan etkilenerek yeniden belirleme fırsatına sahip olamadıysa, oylama sürecinin toplumun seçmelerini ortaya çıkaracağı savunulamayacaktır. Kamu alanının bir aleniyet mekanı niteliği kazanabilmesi için toplumda bunu sağlayacak kurum ve kuruluşların gelişmiş olması gereklidir. Bunlar zaman içinde değişik biçimlerde ortaya çıkmış ve çeşitlenmiştir. Bir toplumun kamu alanını çeşitlenmiş bu kurumlar birlikte oluştururlar. Bunlar arasında parlamento, kahvehaneler, salonlar, gazeteler ve diğer medya, vb. sayılabilir. Siyasi partiler gibi kamu otoritesini denedemek ya da siyasal gücü ele geçirmek için gelişen örgütler bu kamu alanında etkili olmaya çalışırlar. Böyle bir sistemde toplumda güç sahibi olmak büyük ölçüde kamu alanını denedemekle olanaklıdır. Bu sistemin gelişimi burjuvazinin öncülüğünde olduğu için büyük ölçüde onun denetiminde kalmıştır. Bu denetim tarih içinde değişik yollarla kurulmuştur. Bunlar arasında başlangıçta kamu alanına girişin mülk sahipliği ile sınırlandırılması, daha sonra kamu alanının devletin bir organı gibi onun denetiminde oluşturulması ve nihayet otoriter olmayan bir biçimde söylemsel olarak hegemonik bir denetimin kurulması sayılabilir. Kamu alanını deneüemekte değişik yolların bulunması ve başlangıçta burjuvazinin denetimi altında oluşmuş olması bu alanın siyasal mücadele konusu olacağının bir işareti olarak görülebilir. Bu mücadelenin etkileri sadece kamu alanıyla sınırlı kalmamış, özel alanın ve kamu otoritesinin de nitelik değiştirmesi sonucunu vermiştir. Bu değişim çok yönlüdür. Bir yandan oy kullanma hakkı tüm topluma yaygınlaştırılarak, kamu alanı toplumun tüm bireylerine açılmıştır. Toplumun işleyişinde ortaya çıkan ekonomik eşitsizlikler, devletin eşitsizliğe karşı önlemler geliştirmesini zorlamıştır. Özel alana kamu otoritesinin müdahalesi ortaya çıkmıştır. Sosyal refah devletinin gelişmesi özel ve kamu arasındaki ayrımı bulanıklaş- tırmaya başlamıştır. Ulus devlette, siyasal güç sivil topluma göre büyük ölçüde otonomi kazanmaya başlamıştır. Kamu alanını devlet biçimlendirir hale gelmiştir. Aile daha çok mahremiyet alanına çekilirken, özel alanın diğer öğesi iş alanı kamunun düzenlemesine konu olarak, büyük ölçüde özel ile kamu arasında bir alan haline gelmiştir. Toplumlarda kendini tartışan bir kültürden, tartışmayan, tüketimle yetinen bir kültüre geçilmiştir. Kamu alanı eleştirel rasyonel tartışmanın yapıldığı bir platformdan, siyasetin ve iş çevrelerinin kide üretimini sürdür225
meşine olanak veren, bir propaganda platformuna dönüşmüştür. Bu ise kamu alanının devlet tarafından belirlenmesini kolaylaştırmıştır. Kamu alanı yarışma ve etkileme mekanı olmaktan çıkarak, çıkarların çatışma alanı haline gelmiştir. Kamu alanı bu şekilde çatışmalı hale geldikçe ve çıkarların uzlaştırılması işlevini yüklendiği ölçüde, eleştirel-rasyonel tartışmaların gerçekleştirildiği bir platform olma niteliğini yitirmeye başlamıştır. Bu dönüşüm içinde siyasal partiler halkın siyasal iradesinin oluşmasını sağlayan etkili araçlar olmaktan çıkarak, delegelere çıkar sağlama mekanizmaları haline dönüşmüştür. Siyasi pratik içinde himayecilik yaygınlaşmıştır. Kamu alanını eşitlerin eleştirel rasyonel tartışma alanı olmaktan çıkararak, değişik himayecilik sistemlerinin siyasal gücü ele geçirmek ve çıkar sağlamak için çatıştığı bir alan haline getirmiştir. Siyasal partilerin niteliğindeki değişmeler ve kamu alanının işlevini yitirmesi temsili demokrasiyi önemli bir krizle karşı karşıya bırakmıştır. Bu demokrasi pratiği siyasal gücün oluşumunu demokratikleştirmekten çok, siyasal gücün kimin tarafından kullanılacağını belirleyen bir sürece indirgenmiştir. Siyasal gücün bu süreçle elde edilmesinden sonra bugünkü siyasal parti yapıları içinde kullanılma biçimini demokratik olarak adlandırmak olanaklı değildir. Özel alan, kamu alanı, kamu otoritesi ilişkilerindeki değişmeler ve temsili demokrasinin yetersiz kalması üzerine toplumlarda yeni arayışlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ama bu arayışları değerlendirebilmek, daha yeterli bir çözümlemeye tabi tutabilmek için küreselleşen dünyada ulus devlet olgusunun yaşamakta olduğu dönüşüme de değinmek gerekir. Ulus devlet olgusu günümüzde iki yönlü baskı altında kalmaktadır. Bunlardan biri küreselleşmedir. Artık ülkelerin sınırları hala emeğin yer değiştirmesini denetleme işlevini görmekte olmasına karşın bilgi, haber, mal ve sermaye akımlarını denetlemekte büyük ölçüde yetersiz kalmaktadır. Bunun sonucu olarak ulusal ekonomileri yönlendirmekte ulus devletlerin araçları etkinliğini yitirmiştir. Artık toprak (territory) üzerinde kurulan denetim toplum üzerinde denetimin kurulması için yeterli olmamaktadır. Bireylerin kimliklerini doğduğu yerin belirlemesi olasılığı gittikçe azalmaktadır, ikinci önemli gelişme çoğulculuğun anlamının değişmeye başlamasıdır. Siyasal alanda değişik güçlerin birbirine ödün vermesi anlamındaki çoğulculuk yetersiz kalmaya ve kültürel çoğulculuk 226
talepleri toplumların gündeminde önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Farklı kimliklerin tanınması, farklı grupların oldukları gibi var olma (authenticity) hakkı talebinin gelişmesi, ulus devletin toplumu homojenleş- tirici yaklaşımları konusunda büyük kuşkular yaratmıştır. Bir kişiyi ya da grubu olduğu gibi tanımamak ya da çarpıtılmış biçimde tanımak, onları toplumda aşağı konumdaki bir varoluş biçimine hapsetmek anlamına gelmekte ve bir baskı biçimi oluşturmaktadır. Artık demokrasinin tanımında temsili sürecin işleyişi değil, farklılıkların bir arada yaşamasına izin verilmesi ön plana geçmeye başlamıştır. Ulus devlet konusundaki bu gelişmeler kamu alanı kavramının yeniden gözden geçirilmesini gerektirecek önemdedir. Bir ulus için tek bir kamu alanından söz etmek yerine bir ulus için çoklu kamu alanlarından söz edilmesinin uygun olacağı fark edilmeye başlamıştır. Toplumda tek bir kamu alanının etkin olduğunun kabul edilmesi halinde devletin kamu alanını denetlemesi onunla özdeşleşmesi kolaylaşır. Bu da demokrasiyi toplumdaki çoğulculuk taleplerine yanıt veremez hale getirir. Kamu alanının toplumsallaşmasına olanak vermez. Ulus devlet alanında bu gelişmeler olurken, üzerinde düşünülmesi gereken bir başka gelişme, sivil toplum kurumlarının gittikçe önem kazanması olmaktadır. Bu kapsamda yer alan vakıflar, dernekler, sivil inisiyatifler, kozalar vb.den toplumların beklentileri gittikçe artmaktadır. Habitat II. Konferansı sırasında hem dünyada hem de Türkiye'de STK' ların ön plana çıkışı açıkça gözlenmiştir. STK' 1ar buraya kadar yaptığımız çözümlemenin kapsamı içinde kamu alanlarının çoklaşması olarak yorumlanabilir. Her bir STK küçük bir kamu alanı olarak görülebilir. Toplumda benzer kaygıları, özlemleri olan bireyler ya da diğer aktörler üzerinde görüş birliği (consensus) sağladıkları bir isteklerini yaşama geçirmek için bir araya gelmektedirler. Oluşturdukları bu küçük kamu alanında, üzerinde görüş birliği sağladıkları konular için, kendi kaynaklarını, düşüncelerini ve emeklerini bir araya getirerek onu gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Kazançlarını özel tüketim malları için harcama özgürlüğüne sahip olan bu bireylerin bir araya gelerek kazançlarını kendi tanımladıkları bir toplu tüketim içiiı harcama özgürlüğüne sahip olmadıkları düşünülemez. Yani, STK'lar meşruiyederini özel alandan almaktadır. Aslında temsili demokrasiyle oluşturulan kamu otoritesi de kaynağını özel alandan almak durumundadır. 227
Toplumun tümünü kapsayan, temsili demokrasinin işlerliğini sağlayan kamu alanını kısaca siyasal kamu alanı olarak adlandırabiliriz. Bir toplumda siyasal kamu alanı yanısıra STK'ların çok sayıda küçük kamu alanları oluşturması siyasal kamu alanının işleyişinin bireyleri doyurmayışı yüzündendir. Toplumun bireyleri, siyasal kamu alanını etkileyerek gerçekleştiremediklerini kendi oluşturdukları küçük kamu alanlarında gerçekleştirmekte, toplumun kullanımına sunmaktadırlar. Bir toplumda siyasal kamu alanı yanı sıra çok sayıda STK' nın oluşturduğu küçük kamu alanları mozayiğini kısaca sivil toplum kamu alanı diye adlandıralım. Sivil toplum alanının aktörleri çok sayıda ve çeşitli isteklerin yaşama geçirilmesini sağlayarak farklılıkların gerçekleşmesine olanak tanıyacaktır. Bu noktadan yola çıkarak uzun erimde sivil toplum alanının gelişmesinin siyasal kamu alanına bir gereksinme bırakmayacağı söylenemez. Çok sayıda küçük sivil toplum alanları ve onun eylemlerini gerçekleştiren özneleri, eğer siyasal bir kamu alanı ve buna dayanan bir kamu otoritesi yani devlet yoksa kendilerinden beklenilen işlevleri yerine getiremeyecek ve bir kaos ya da emrivakiler alanı yaratacaktır. Bu nedenle sivil toplum kamu alanı ve siyasal kamu alanı ve bunların özneleri ancak birlikte var olduklarında demokrasinin niteliğini geliştirecek, o toplumda yaşayanlar için daha doyurucu sonuçlar doğacaktır. Siyasal ve sivil toplum kamu alanlarının birlikte varlıklarının gerekli olduğunu söylemek yeterli değildir. Bu iki kamu alanının birbirlerine göre konumlarının ne olacağı üzerinde de düşünce geliştirmek gerekir. Bu iki alanın ahlakı birbirinden farklı olmak durumundadır. Siyasal kamu alanında siyasal gücü ele geçirmek için partiler, siyasal hareketler, baskı grupları çatışmakta siyasal gücü ele geçirmek ya da etkilemek için faaliyet göstermektedir. Bu gerilimli, başka güçlerle görüş birliği oluşturmaktan çok, diğer aktörleri dışlama çabalarının yoğunlaştığı bir alandır. Bu alanın çatışmalı, gerilimli karakteri denetim altında tutulmaya çalışılan tekli bir kamu alanı olmasından doğmaktadır. Oysa sivil kamu alanının bir çatışma alanı haline gelmesine gerek yoktur. Burada güç uzlaşmadan, görüş birliği sağlamaktan doğmaktadır. Bunun için bu alanda bulunanlar karşılıklı bir öğrenme, görüş geliştirme süreci içindedir. Ne olursa olsun kendi görüşlerini başkalarına kabul ettirmeye uğ- raşmamaktadırlar, katılanlar karşılıklı olarak ikna edilmeye açıktırlar. Kuşkusuz böyle bir sivil toplum kamu alanı içinde farklı görüş gelişti
renler bulunabilir. Eğer bunlar diğerlerini ikna edemiyorlarsa bu alan içinde çatışma çıkarmak durumunda değildirler. Bu görüşü benimseyenler kendi kamu alanlarını oluşturarak düşüncelerini yaşama geçirmeye çalışacaklardır. Siyasal kamu alanının çatışmalı ahlakını, sivil toplum kamu alanına taşımak tahrip edici olur. Bu iki farklı kamu alanında, iki farklı ahlakın egemen olacağını söylemek, bu iki alan arasında bir etkileşme olmayacak demek değildir. STK'ların oluşmasını sağlayan bu bireyler, bir toplu tüketim hizmeti üretmeye yöneleceği gibi, siyasi kamu alanını etkileme amacına da yönelebilir. Bu halde iki kamu alanı arasında bir etkileşme söz konusu olacaktır. Ama bir STK siyasal kamu alanında etkili olmaya çalışsa bile kendi içinde sivil toplum kamu alanının ahlakına uyulmalıdır. STK içine siyasal kamu alanının ahlakını taşımak gerekmez. Siyasal kamu alanını etkilemeye çalışan STK'ların kendi kamu alanında yer alan bireylerin kendi özel alanından getirdiği bir fedakarlıkta bulunması ya da ortak risk alması beklenir. Bu bakımdan "sivil itaatsizlik" ilginç bir örnek oluşturabilir. Bu STK'ların siyasal kamu alanında etkili olmada kolaycı yollara başvurmaması demektir. Aslında siyasal ve sivil toplum kamu alanlarının yan yana bulunması iki farklı meşruiyet anlayışının toplumda kendilerine yer açmakta yarışması olarak görülebilir. Temsili demokrasiyi kabul etmiş ve devlet sistemini buna göre oluşturmuş bir toplumda siyasal gücün kullanılmasının meşruiyeti seçim süreçlerinin işleyişiyle temellendirilmiştir. Böyle oluşmuş bir meşruiyet alanı bulunmaktadır. Oysa sivil toplum kamu alanında gücün oluşması görüş birliğinin sağlanmasına bağlı olmaktadır. Burada ortaya çıkan temel soru var olan kurumsallaşmış temsili meşruiyet sistemi yanında yeni bir meşruiyet anlayışının kendisine nasıl bir yer açacağıdır. Temsili yolla siyasal gücü eline geçiren toplumun tümü adına söz söylemek iddiasını taşımaktadır. Bu toplumun içinde bir grubun sağladığı görüş birliğini ve bunun oluşturduğu gücü başkalarını ileri sürerek yadsımak gücünü kendisinde bulacaktır. Küçük kamu alanlarının kendilerini kabul ettirmesinde iki seçenek ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi STK' ların faaliyederini, kurumsallaşmış kamu otoritesinin faaliyet alanları dışına yönelterek kendilerine yeni faaliyet alanları açmasıdır, ikincisi ise STK'lar ile kamu otoriteleri arasında ortaklıklar oluşturarak her iki meşruiyet temelini biraraya getirmektir. 229
3. Yerel Habitat Gündemlerinin GeliĢtirilmesinde Ġzlenebilecek Yollar Üzerine DüĢünceler Yerel habitat gündemlerinin geliştirilmesinde, Habitat Gündemi ve İstanbul Deklarasyonunun ruhuna uygun olarak, yerel sivil toplum kamu alanının harekete geçirilmesi ve güçlendirilmesine öncelik verilmelidir. Böyle bir seçmenin demokratik işleyiş bakımından ne anlama geldiğini önceki bölümde inceledik şimdi böyle bir yaklaşımın pratikte nasıl uygulanabileceği üzerinde duralım. Türkiye'nin hazırladığı Ulusal Rapor ve Eylem Planı ülke düzeyinde yapılacak yeniden düzenlemelerin ve izlenecek politikaların neler olduğu üzerinde durmaktadır. Bu eylem programının yaşama geçmesinin sorumluluğu sadece devlet kuruluşlarından beklenmiyor. Gerçekleştirmede STK'lara ve yerel yönetimlere önemli sorumluluklar düştüğü belirtiliyor. STK'lar ve yerel yönetimlerden sorumluluklarını kendi başlarına yerine getirmeye çalışması beklenebileceği gibi, yerel habitat gündemlerini de hazırlayarak, daha etkin biçimde yerine getirmeye çalışmaları da beklenebilir. Yerel habitat gündemlerinin hazırlanmasını bir iş programı hazırlamanın ötesinde bu yörelerde ve yerleşmelerde yaşayanların, kentli ve çevre haklarına sahip çıkması, bunların gerçekleştirmesinde sorumluluk alması bilinç ve heyecanının yaratılması süreci olarak düşünmek gerekir. Yerel habitat gündemlerinin hazırlanması için bir örgüdenmeye gidilmelidir. Her örgütlenme biçiminin büyük ölçüde elde edilecek sonucu belirlediği göz önünde tunılmalıdır. Katılımın yüksek olması, insanların sorumluluk yüklenmesi, yaratıcı güçlerini harekete geçirmesi bekleniyorsa başlangıçta her şeyi denetlemeye çalışan hiyerarşik ilişkiler içinde bir örgütlenme olmamalıdır, ilgilenenlerin katılmasına açık, ilgisi azalanların ise ayrılabilecekleri gönüllü katılım biçimleri bu örgüdenmenin yapı taşlarını oluşturmalıdır. Bunları adlandırmakta Habitat II. Konferansı hazırlıkları sırasında kullanılan ve benimsenen koza terimi çok uygun düşüyor. Bir yerel habitat için iki tür koza oluşturulabilir. Bunların bir bölümü mahalle kozaları, diğerleri ise o yerin sorunlarına dönük olan özel kozalar olabilir. Başlangıç aşamasında kurulan kozaların sayısı zaman içinde ilgi duyulan konuların artışına paralel olarak artabilir. Soruna özgü kozaların olabildiğince kendi ilgi alanları içinde kalmasına çalışılmalıdır. Yeni konular için yeni kozalar oluşturulması yeğlenmelidir. Kozalar içinde bireyler, ilgili özel ve kamu kuruluşları yer alabilir. Koza içinde ve kozalar arasındaki
ilişkiler hiyerarşi içermeyen eşitler arası ilişkilerdir. Kozalar toplumda her gerekli gördüğü aktörle yatay ilişkiye girer. Bu yerel kozaların çalışmaları sırasında ortaya konulan sorunlar için bulunan çözümler, bu çözümlerin yaşama geçirilmesinde değişik aktörlerin yüklenecekleri roller ve verilen sözler belirlenir. Bu yerel olarak üretilen çözümler çoğu kez merkezi olarak, o yerden uzakta, sadece teknik bilgiye dayanarak üretilen çözümlerden önemli farklılıklar içerecektir. Önce sorunlar o yerde yaşayanların katılımıyla belirlendiği için daha gerçekçi olarak ortaya konulmuştur. Bulunan çözümlerde uzaktan algılanması olanaksız pek çok kaynak ve olanak harekete geçirilmiştir. Hem sorunların, hem olanakların algılanması için yaşanan karşılıklı öğrenme süreci, kozanın kamu alanında yeni bir bilinç düzeyi oluşturmuş ve sorumluluk anlayışı ortaya çıkarmıştır. Kozaların faaliyetlerini sadece sorun çözmeye yönelmiş olarak düşünmek doğru olmaz. Kozalar yaşamı zenginleştirecek pek çok türdeki faaliyetin gerçekleştirilmesi için de örgütlenebilir. Eğer bu tür kozaların gelişmesi yaygınlaşırsa yaşam biçimlerinde önemli değişmeler ortaya çıkmaya başlar, yaşam zenginleşir. Gerek mahalle kozalarının, gerek konuya özgü kozaların çalışmaları tüm kozaları içeren yerel habitat kozası içinde bir araya getirilir. Kozalar ile yerel habitat kozası arasında bir hiyerarşi ilişkisi yoktur. Yerel habitat kozası diğer koza çalışmalarının aleniyet kazandığı, verilen sözlerin açık hale geldiği, kozaların kararlarının birbirine uyumunun sağlandığı, kozalar arası kararların oluşturulduğu bir platformdur. Bu platform temelde yerel habitat gündemini oluşturan iş programını saptar. Bu platformda kozaların yüklendiği işler ve diğer özel ve kamu kuruluşlarıyla oluşturulan ortaklıklar açıklık ve meşruiyet kazanmış olur. Yerel habitadarın iş programlarının bazı niteliklerine açıklık kazandırmakta yarar vardır. Bu programlar başlangıçta minimum programlardır. Kozalar çalıştıkça yeni görüş birlikleri oluştukça programların kapsamları genişleyecektir. Bu ise, özel alandan daha çok kaynağın toplu tüketim alanına kayması demek olacaktır. Programın zaman içinde genişleme niteliği sivil toplum kamu alanının işleyiş özelliğinden doğmaktadır. Ayrıca bu program içinde başarılması çok zor, büyük kaynaklar isteyen, siyasal kamu alanında oluşması gerekli projelere yer verilmesi doğru olmayabilir. Programın zaman içinde sürekli gelişen, çeşidenen bir program olacağı kabul edilince, başlangıçta kolayca gerçekleştirilen işlere yer vermenin doğru bir 231
seçme olduğu açıldık kazanır. Elde edilecek küçük başarılar, küçük zaferlerin yarattığı heyecan daha büyük katılımları, kaynakları harekete geçirecek daha büyük ve zor projelere yönelinmesi ve bunlarda başarı sağlanması kolaylaşacaktır. Kozalar sivil toplum kamu alanlarıdır. İster tek tek kozaların olsun ister yerel habitat kozasının olsun yöneticileri yoktur. Ancak kolaylaştırıcıları olabilir. Kolaylaştırıcı işlev yüklenenler kozaların toplantısını olanaklı kılarlar, kozaya katılanlar arasında haberleşmeyi sağlarlar. Kozaların çalışmasında sivil toplum kamu ahlakı egemen olmalıdır. Buraya siyasal kamu alanı davranışlarının taşınmasına katılımcılar olanak vermemelidir. Kozalar yerel siyasal aktörlerin kendilerini sergiledikleri bir alan haline getirilmemelidir. Bu siyasal kamu alanının alışkanlıklarının kozalara sızması demek olur ve onu tahrip eder. Sivil toplum örgüdenmesiyle yerel yönetimlerin ortaklığında siyasal aktörlerin kozalardaki çalışmalarından beklentileri kozaları siyasallaştırmak olmamalıdır. Ortaklığın yerel yöneticiler bakımından bazı yetkilerini bölüşmek anlamını taşırken, katılımcılar açısından da bir sorumluluk yüklenmek anlamı taşıdığını unutmamak gerekir. Her iki taraf da bunun bilincinde olmalı, bu ilişkinin siyasallaşarak bir himayecilik (patron-client) ilişkisine dönmesine olanak vermemelidir. Siyasetçinin tek beklentisi beldesinde iyi işleyen bir demokrasinin gerçekleşmesine katıda bulunmuş olmanın getirişi olmalıdır. Yerel habitat gündemlerinin hazırlanmasında üzerinde düşünülmesi gereken bir başka konu, yerelin ölçeğinin nasıl tanımlanacağıdır. Bunun için değişik ölçekler söz konusu olabilir. İlk akla gelenler belediye, metropoliten alan, ilçe, il, ekolojik bütünlükten yola çıkan su havzaları olmaktadır. Bunun kararı yerel girişimlere bırakılmalıdır. Ama denilebilir ki bir yörede en belirleyici faaliyet ya da sorunun gerektirdiği alanı kapsamasında yarar vardır. Ama yerel habitat gündemlerinin kapsadığı alanların ülke mekanını birbirinin üstüne binmeyecek biçimde paylaşması sorunu yoktur. Bu ele alışta yerel inisiyatiflerle oluşan değişik nitelikte ve ölçekte yerel Habitat gündemlerinin oluşturduğu bir kolaj söz konusu olacaktır.
4. Son Değinmeler Yerel habitat gündemlerinin burada tanımlandığı biçimde gerçekleştirilmesine çalışılması bu aşamada bir proje düzeyindedir. Bu proje uygulamada etkili olursa Türkiye'de kenderde yaşayanları homojen ve sınırlı 232
toplu tüketim yapmak zorunda kalmaktan kurtaracaktır. Bu kentlilerin daha sevdikleri, daha kimlikli çevrelerde yaşamalarına olanak verecektir. Tüm tüketimleri ev içine dayanıklı tüketim maddelerine, kişisel eğlenceye ve dinlenceye gitmeyecek, tüketimlerinin bir kısmı da çevrenin kalitesinin gelişmesine, yaşamın toplumsallaşmasına yönelecektir. Başka bir deyişle insanlar iyi halılarla döşenmiş evlerine çamurlu sokaklardan geçerek gelmeyeceklerdir. Yerel habitat gündemlerinin hazırlanması kuşkusuz bir çevre ve yaşam kalitesi geliştirilmesi projesidir. Ama bu projenin dayandığı çerçeve göz önünde tutulursa, bunun daha çok bir demokrasiyi geliştirme projesi olduğu ortaya çıkar. Temsili demokrasinin karşılaştığı sorunlara bir sivil toplum kamu alanı yaratarak çözüm bulmaya çalışmaktadır. Temsili demokrasiye dayanan meşruiyet alanlarıyla küçük kamu alanlarının görüş birlikleri oluşturarak yarattığı meşruiyetlerin bir arada bulunmasını ve yaşamasını sağlamaya çalışmaktadır. Bu farklılıklara izin veren çoğulcu bir demokrasi anlayışının yaşama geçmesi demektir. Temsili demokrasinin sağladığı meşruiyetle oluşan kamunun topluma sunduğu büyük ölçüde homojenleşmiş hizmetler, toplumda yaşayanları özel alanlara sığınmak zorunda bırakmaktadır. Bu biraz da insanlıktan uzaklaşmaktır. İnsan olmak başkalarıyla birlikte yaşamak, birlikte paylaşarak bir şeyler yapabilmek demektir. Oysa STK'ların yarattığı küçük kamu alanlarında oluşan görüş birlikleri yaşama geçmeye başlarsa, bireyler isteklerini gerçekleştirmek için özel alanlarına sığınmak zorunluluğundan kurtulacaklardır. Bireyler bu yeni kamu alanına çıkmayı çekici bulmaya başlayacaklar ve yaşam zenginleşecektir. Burada bir nokta üzerinde durmak gerekir. Sivil toplum kamu alanının kendisinden beklenen demokrasiyi geliştirebilme işlevini yerine getirebilmesi, bireylerin özgür olmasına bağlıdır. Bu süreç içinde bireyin kendisini, kamu alanında geçerliliği tartışmaya açık olmayan doğmalara teslim etmeyeceği varsayılmaktadır. Kuşkusuz böyle bir projenin yaşama geçebilmesi özenli ve ısrarlı çabaları gerektirecektir. Ama böyle bir projenin başarıya ulaşabilmesi büyük ölçüde uygulama sırasında sürekli olarak birlikte öğrenmeye ve gelişmeye açık olmasına bağlıdır. Habitat II. Konferansı hazırlıklarından günümüze kadar geçen sürede birlikte öğrenme konusunda oldukça yol alınmıştır. Bu ümitli olmak için önemli bir nedendir. 233
KAYNAKLAR
Joan Kcanc: Demokrasi Sivil Toplum, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994. Samir Amin, Noam Chomsky, Andre Gundcr Frank: Düşük Yoğunluklu Demokrasi, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1994. Jürgcn Habcrmas: The Structural Transformation of the Public Sphere, Polity Press, Cambridge, 1989. Jürgcn Habcrmas: Sivil İtaatsizlik, AFA Felsefe Yazıları Ansiklopedisi, İstanbul, 1995. Phillip Hansen, Hannah Arcndt: Politics, History and Citizenship, Polity Press, Cambridge, 1993. Julie C.Inness: Privacy Intimacy and Isolation, Oxford University Press, New York, 1992. Alfonso Lingis: The Community of Those Who Have Nothing, Indiana University Press, Bloomington, 1994. Charles Taylor vc Diğerleri: Çok kültürlülük, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996. Rolf Cantzcn: Daha Az Devlet Daha Çok Toplum, Özgürlük, Ekoloji Anarşizm, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994. Tom Bottomore vc Diğerleri: Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993. Craig Calhoun (editör) Habermas and the Public Sphere, The MİT Press, Cambridge-Massachusets, 1992. The UN System and NGO's New Relationships for a New Era?, 25'th Unite Nations Issues Conference February 18-20, 1994, The Stanley Foundation, Iowa. 234
ARTIK YURTTAġLIK BĠLGĠSĠ KĠTABINA HAPSOLAMAYAN YURTTAġLIK SORUNU*
52. GiriĢ
Yurttaşlığın ne olduğunu anlama konusunda son yıllar içinde dünyada ve Türkiye'de bir ilgi yoğunlaşması oldu. Daha önceki yıllarda bu kavramın yurttaşlık bilgisi kitaplarındaki tanımı bize yetiyordu. Onu sorgulama gereksinmesi duymuyorduk. Oysa günümüzde demokrasi, geliştirilmek amacıyla sorgulanmaya başladığında, yurttaşlık bu tartışmalarda merkezi bir konuma sahip bir kavram olarak ilgi konusu olmaya başladı. Yurttaşlığın siyasal, yasal, alansal (territorial), kültürel ve ahlaksal sınırlarının yeniden çizilmesinin gerçekte demokrasinin yeniden tanımlanması anlamına geldiği daha iyi anlaşıldı. 53.
Ulus Devletin YurttaĢı
Günümüzde var olan yurttaş kavramı modernite projesi içinde ulus devletin oluşumuyla ortaya çıkmıştır. Bu kavramının varlığı toplumda sivil ve siyasal alanın ayrılmasına dayanır. Bu gelişme içinde yurttaşlık kavramı ulus devlet içinde hem sivil hem de siyasal alanların oluşması bakımından önemli işlevlere sahiptir. Yurttaşlığın tanımlanması devletin yapabileceklerine sınır getirerek bireyleri devlete karşı koruyarak özel alanın otonomisini güvence altına alır. Böyle özel alanı güvence altına alınmış yurttaşların seçmeleri siyasal gücün meşruiyetinin dayanağını oluşturur. Yurttaşlık bu siyasal topluluğa katılmanın ölçüderini belirler. Bu ölçüdere * Ada Kentliyim dergisinin 1997 yılında yayımlanan 12. sayısında ss. 65-67'de yayımlanmıştır.
235
sahip olanların yasal hakları onların özel alanını korurken, siyasal hakları siyasal sürece eşitler olarak katılmalarını sağlar. Bir siyasal toplumun üyesi olmak koşulludur. Bu üyeye sorumluluklar yükler. Üyeliğini sürdürebilmesi ve haklardan yararlanabilmesi, sorumluluklarını yerine getirmesine bağlıdır. Özel alanları güvence altına alınmış yurttaşların bir siyasal topluluk oluşturmasından söz edebilmek için yurttaşları arasında bir dayanışmanın, bir tutunumun bulunması gerekir. Dayanışmanın varlığını sağlamanın en elemanter yolu bir toplumsal kapanışın gerçekleştirilmesidir. Bu kapanışı sağlamada ulus devlette genelde iki yola başvurulmaktadır. Bunlardan birincisi bir öteki yaratmaktır. Bu yolla bir ulusal kimlik iddiası oluşturulmaktadır. Bu homojenleştirici ve başka kimliklere ancak ikincil yer veren bir kimliktir. İkincisi ise bir toprakla (territory) sınırlamaktadır. Ulus devlet olgusuna paralel olarak oluşmuş bu yurttaşlık anlayışı bir iç çelişkiyi barındırmaktadır. Ulus devlet kapitalist bir ekonomik sistem içinde korunmuş özel alanlar oluşturarak yurttaşları arasında sürekli olarak ekonomik eşitsizlik yaratmakta ve bu eşitsizliğin sürmesini güvence altına almaktadır. Oysa yurttaşlık temelde söz konusu siyasal topluluk içinde yer alan yurttaşlarının eşitliğini öngörmektedir. Ekonomi alanında eşitsizlik yaratıcı mekanizmalar hüküm sürerken, siyasal alandaki eşitlik iddiasının doyurucu olması ve dayanışmayı güçlendirmesi beklenemez. Bu çelişki zaman içinde ulus devlederde refah devleti anlayışının gelişmesine ve yurttaşların sosyal haklarının kurumsallaşmasına sebep olmuştur. Ulus devlet, refah devleti anlayışı içinde bir yeniden dağıtım işlevi yüklenmiştir. Yurttaşlık kavramının tanımlanmasında bireyin ulus denilen siyasal toplulukla ilişkisinin bir aidiyet ilişkisi olarak mı yoksa bir üyelik ilişkisi olarak mı yorumlanması gerektiği demokrasi açısından çok önemlidir. Yurttaşlığı bir aitlik ilişkisi halinde yorumlamanın demokratik olmayan sonuçlar doğurabileceği söylenebilir. Ait olan bağımlı hale gelmiştir. Onun dışında varlığı anlamını yitirecektir. Oysa üyelik ilişkisi bir bağımlılık ilişkisi değildir. Onun dışında da bireyin varlığı anlam taşımaktadır. Ulusun içinde üyeliğini sürdürmesi her an czgür olarak yeniden verilen kararlarla olmaktadır. Bu bakış açısı Renancı ulusçuluk anlayışıyla tutarlıdır. Bu halde demokratik bir siyasal katılımdan söz etmek olanaklı hale gelir. Oysa aidiyet ilişkisi ön plana çıkarıldığında bireyin bağımsızlığı si- likleşir, demokratik olmayan siyasal pratikler olanaklı hale gelir. 236
3. YurttaĢlığın Yeniden Gündeme Gelmesinin Nedenleri Üzerine Bizi yurttaşlık kavramı üç nedenle ilgilendiriyor. Bunlardan birincisi Türkiye'ye özgü nedenlerden kaynaklanıyor. Türkiye'de ulus devletin kuruluşundan beri 75 yıl geçmiş olmasına rağmen çağdaş anlamda yurttaşın oluşmadığı konusunda ciddi bir tartışma başlamış bulunmaktadır. İkinci neden dünyada küreselleşmeyle birlikte ulus devletin etkinliğini kaybetmeye başlamasıdır. Bu gelişmeler sonucunda ulus devlet anlayışına göre oluşmuş olan yurttaşlık kavramı üzerinde de tartışmaların ortaya çıkmasıdır. Üçüncü neden ise Ada Kentliyim dergisinin niteliğinden kaynaklanmaktadır. Yerel yönetimler alanında uzmanlaştığından, Ada Kentliyim dergisini yurttaşlık kavramındaki değişikliklerin yerel bağlılıklar konusunda getirdiği yeni yorumlar ilgilendirmektedir. Sırasıyla bu üç neden üzerinde duralım.
Türkiye'nin Gündemindeki Yeri Türkiye'nin gündemine yurttaşın oluşamadığı kaygısının girmesi genellikle yurttaşın toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeyişi dolayı- sıyladır. Bu sorumluluklarını yerine getirmeyiş değişik boyutlarıyla gündeme gelmektedir. Bunlardan birincisi insanların bir arada yaşama kültürünün gerektirdiği davranışları sergilememesi, sorumluluk yüklenmemeleri ve bu bakımdan fırsatçı bir tutum içinde bulunmalarıdır. İkincisi bireylerin toplumdan tek yönlü bir hak talebinde bulunmakta olmalarına karşın, katılımcı siyasal pratikler içinde yer almak konusunda büyük ölçüde ilgisiz kalmalarıdır. Kuşkusuz bu tutumlar sağlıklı bir demokratik rejimin gelişmesinde büyük bir engel oluşturmaktadır. Toplumda böyle bir sorumluluk ahlakının gelişmemiş olması Türkiye'deki siyasal pratikle ilişkili görülmektedir. Türkiye'de demokrasi pratiğini işleten siyasal partiler çevresinde gelişen siyasal kültür büyük ölçüde himayecilik üzerine kurulmuştur. İktidara gelen siyasal partinin yandaşları partilerinden himayecilik yapmasını beklemektedirler. Bunu gerçekleştiremeyen partilerin iktidar olamadıkları yargısına kolayca varılmaktadır. Böyle bir siyasal parti yurttaşları arasında ayrımcılık yapmış olmaktadır. Siyasal alanda yurttaşların eşit muamele görmesi koşulunu ihlal etmektedirler. Böyle bir pratik, bir yandan tüm seçimleri meşruiyet iddia edemez bir konuma sokarken, öte yandan katılımcı pratiklerin gelişmesini anlamsızlaştırmakta, kendile 237
II
rini eşit olarak görmeyen bu bireyler arasında da sorumluluk ahlakı geli- şememektedir. Eğer Türkiye'de yurttaşlık bilincinin yeterince gelişmediğinden yakınılıyorsa üzerinde durulması gereken ilk konu işte bu himayecilik kültürü olmaktadır.
KüreselleĢen Dünyadaki Anlamı Yurttaş konusunun dünyada gündeme yeniden gelmesi küreselleşmenin temsili demokrasinin dayanaklarını önemli ölçüde aşındırmasıyla yakından ilişkilidir. Bir ulus devletin toprağının (territory) işlevi ve anlamı değişmektedir. Bir ülkenin toprağını ulusu içinde barındıran bir kap olarak kavramsallaştırmak artık yeterli olmamaktadır. Bir ülkenin toprağının bir kap olarak kavramsallaştırılıp kavramsallaştırılamayacağı büyük ölçüde sınırının anlamına bağlıdır. Sınır eğer hiçbir akımı geçirmiyorsa bir ülke bir kap olarak düşünülebilir. Ama ülkelerin sınırlarının niteliği, son yıllarda hızlanan küreselleşmeyle birlikte her geçen gün yeniden tanımlanmaktadır. Günümüzde sınırlar artık bilgi, haber, mal ve kapital akımlarını sınırlamıyor. Ama emeğin akımını denetliyor. Bir ülkenin içinde yaşayanların kaderini çoğu kez ülke dışından alınan kararlar belirlemeye başlamıştır. Ülke toprağının sınırlarında sağlanan (territorial) denetim artık toplumsal denetimi sağlamanın otomatik bir aracı olmaktan çıkmıştır. Öte yandan küreselleşen bir dünyada insanların yerle ilişkileri de değişmektedir. İnsanları bir ülke içinde sadece bir noktaya bağlı olarak düşünmek gerçekliği temsil etmekte yetersiz kalmaktadır. Küreselleşen dünyanın insanı, doğumundan ölümüne kadar bir noktaya bağlı olmamakta, bir yerde doğmakta, bir başka yerde öğrenim görmekte, farklı yerlerde çalışmakta, emekliliğini farklı yerlerde geçirmektedir, yani yaşamı boyunca bir güzergah üzerinde yaşamaktadır. Ayrıca insanların aynı anda birden fazla yerle ilişkisi bulunmakta bu birden fazla noktayı kendi yaşam alanı olarak görebilmektedir. Bu güzergahlar ve farklı noktalar bir ülkenin toprakları içinde kalmamaktadır. Çok sayıda ülke gibi Türkiye'de son yıllarda birden çok uyruklu yurttaşlığı kabul etmek durumunda kalmıştır. Küreselleşmenin getirdiği bu yeni gerçekliğin konumuz bakımından bir yansımasını günümüz dünyasında insan haklarının, yurttaş haklarının önüne geçmesinde gözlemlemekteyiz. İnsan hakları artık uluslar üstü bir hak haline gelmiştir. Hiçbir ulus insan hakları konularında uluslararası müdahaleleri egemenliğine saldırı olarak yorumlayamamaktadır. Küre 238
selleşen dünyanın bireyleri hangi ülkede yaşıyor olursa olsun insan haklarına sahiptir. İnsan hakları ve yurttaş hakları karşımıza iki farklı kategori olarak ortaya çıkmaktadır. Tarihsel ve evrensel olma niteliğini taşıyan insan hakları zaman içinde gelişen bir uzlaşma alanını oluşturmaktadır. Yurttaş haklarına göre daha sınırlı bir alandaki uzlaşmayı kapsamaktadır. Bu halde sorulabilecek bir soru yurttaş haklarına göre daha sınırlı olan insan haklarının küreselleşen dünya için yeterli olup olmayacağıdır. İnsan hakları niyet olarak olmasa bile pratikte iki bakımdan sınırlı kalmaktadır. Bunlardan birincisi siyasal haklar diğeri ise sosyal haklar alanındadır. Bu iki eksikliğin her ikisi de insan haklarının bir topluluğa ve toprağa (territory) bağlı olmadan sadece bireyüstünden giderek tanımlanmış olmasıyla ilişkilidir. Kuşkusuz küreselleşme ulus devletin toprağının ya da sınırlarının kurduğu toplumsal denetimin aşılmasını getirmiştir. Ama bu aşılmanın iki türlü arayışa yol açması düşünülebilir. Bunlardan birincisi sınırların bulunmadığı bir mekanda demokrasi pratiğinin ne olabileceğinin ve buna bağlı olarak bireylerin haklarının ve sorumluluklarının ne olması gerektiğinin araştırılmasıdır. İkincisi ise dünyanın bugünkü gelişme aşamasında tek anlamlı sınırlı alanın dünyanın tümü olduğunu düşünmek ve bunun içinde dayanışması olan bir dünya topluluğunu hayal etmektir. Bu dünya toplumu siyasal olarak örgütlenebilirse ve bir yeniden dağıtım mekanizması gerçekleştirebilirse böyle bir dünyadaki yurttaşın hakları günümüzün insan haklarının ötesinde siyasal ve sosyal hakları da içerecek hale gelecektir. Dünya yurttaşının haklarından ayrı bir insan hakları kavramına gerek kalmayacaktır.
ADA' nın Gündemindeki Yeri Küreselleşmenin beraberinde bir yerelleşme getirdiği, yerelin anlamını değiştirdiği ve bu yeni yerel içinde demokrasinin nasıl yeniden kurulabileceği ADA Kentliyim dergisinin son sayılarında ilgisini yoğunlaştırdığı temel sorunsal olmuştu. Bu sorunsal üzerinde durmak bizi kaçınılmaz olarak yeni yerelin bireyinin tanımlanması üzerinde düşünme noktasına getirdi. Türkiye'de yurttaş sözcüğü ulus devlet aşamasında ortaya çıktığı için ulusun toprağına referansla gelişmiştir. Avrupa'da ise, bu kavramın gelişmesinin başlangıcı kent devletleri aşamasına tekabül ettiği için kent kö239
kündcn gelen bir sözcük kullanılmaktadır. Yerele işaret eden hemşeri sözcüğünün içeriği ise yerel demokrasinin bireyini tanımlamakta yetersiz kalmaktadır. Günümüzde kullanılma biçimiyle hemşerilik bir yerden göç edenlerin yeni gittikleri yerde keşfettikleri bir yakınlığa işaret etmektedir. Gittikleri yerde gerçekleştirilmek istenen bir dayanışmayı sağlamakta, himayeciliğin etkili olmasına yardımcı olmaktadır. Ama başlangıçta yaşanmakta olan yereldeki dayanışmayı ifade etmemektedir. Yeni yerel demokrasinin tanımlanması büyük ölçüde bu demokrasinin bireyinin haklarının ve sorumluluklarının yeniden tanımlanması olacaktır. Bireyin hak ve sorumluluklarının yerel düzeydeki dayanışmanın gerçekleştirilmesindeki işlevleri yeni koşullar içinde açıklık kazanırken, bu oluşum kendisine uygun sözcüğü de bulacaktır.
4. Yeni Birlikte YaĢama Kültürleri ve DayanıĢma Kalıpları Üzerine Dünyada yaşanan dönüşümün ortaya çıkardığı küreselleşme ve yerelleşme süreçleri yeni topluluk biçimleri ve yeni birlikte yaşam kültürleri oluşturmakta, dayanışma kalıpları ortaya çıkarmaktadır. Bu sürecin henüz tamamlandığı söylenemez. Ama belli bazı özellikleri ortaya çıkmıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz. Bunlardan birincisi tek kimlikli bireyler dünyasından çok kimlikli bireyler dünyasına geçilmekte olmasıdır. Ulus devleder dünyasında ulusal kimlik, tek hakim kimlik olmak iddiasını taşımaktadır. Bu kimlik diğer kimliklere ancak ikincil bir yer bırakmaktadır. Diğer kimliklere göre konumunu müzakere etmeye hazır değildir. Oysa küreselleşen dünya çok kimlikli bir dünyadır. Bireyler birden fazla yerelliğin üyesi, ilişki ağlarının parçası, dünyada yaşadığının bilincinde olan bir birey ve bir ulusun üyesi olmayı aynı esnada gerçekleştirmek durumundadır. Böyle çok kimlikli bir dünyada kimlikler çatışmalar üstüne ve ötekiler yaratarak kurulamaz. Kimliği ve dayanışmayı birlikte üretilen, birlikte yaratılan sağlayacaktır. Birlikte başaramayanların birlikte olmaları için bir gereklilik kalmamaktadır. Bu yalnız içe karşı değil, dışa karşı da barışçı bir birlikteliktir. Zaten iç ve dışın ne olduğunun belirsizleştiği bu ortamda dışa karşı bir düşmanlığın formülasyonu da olanaksızlaşmıştır. Başarılar üzerine kurulan, her bireyin üstünde kesişen çok sayıda topluluğun bulunması bireyin sorumluluklarının ne olduğunu da belirle 240
mektedir. Bu sorumlulukların tanımlanmasının iki kaynağı vardır. Bunların birincisi birbirine saygılı bir bir arada yaşama kültürünü benimsemek, bunun sorumluluklarını yerine getirmektir. İkincisi ise birlikte başarılmak istenilenin ne olduğuna göre ayrıca belirlenen sorumluluklardır. Küreselleşen bir dünyada bile insanın varlığını gerçekleştirebilmesi için bir yerel yaşam çevresinin, bir yerel topluluğun içinde bulunması gerekir. Küreselleşen dünyanın çok kimlikli insanının çok sayıda başarması gerekenlerden biri de mudaka kaliteli bir yaşam çevresi ve yerel topluluk oluşturmaktır. Böyle bir kaliteli yerel yaşam o toplulukta yaşayanlar dışından değil, o yerelliğin içinden, yerel topluluğun üyelerince gerçekleştirilecektir. Böyle bir yerelin üyeleri çözümleri başkalarından bekleyen, himayeci siyasal pratiklere bel bağlayan bireyler olamaz. Aktif sorumluluk alabilen bireyler olmalıdır. Bu bireylerin oluşturduğu yerel topluluklar geçmiştekilerden nitelik bakımından farklı olacaktır. Bu yeni yerel, insanların yaratıcılıklarını, özgürlüklerini sınırlayan, bireyi silikleştiren, baskıcı, homojenleşti- rici bir topluluk olmayacaktır. Çoğulculuğa açık, çeşitlilik içinde birliği gerçekleştirebilen, bunu bir zenginlik olarak değerlendirebilen, yeni katılımlara olanak veren bir topluluk olmayı başaracaktır. Böyle çok sayıdaki topluluğun üyesi ve parçası olabilen bir birey bu toplulukların üyesi olmakla, sadece değişik sorumluluklar yüklenmeyecek, bu toplulukların parçası olmasıyla birlikte, haklar da elde edecektir. Bu nedenle haklar da standartlaşmış değildir; çeşitlenmiştir. Ama bu bireylerin, garanti altına alınmış, olmazsa olmaz olan, en sınırlı uzlaşıyı kapsayan insan hakları bulunacaktır. Bunları dünya toplumunda yaşayan bir insan olmanın asgari hakları olarak düşünmek gerekir. Nasıl, küreselleşen dünyada yaşayan bir insanın başarması gerekenler arasında, kaliteli bir yaşam sağlayan bir yereli gerçekleştirmek varsa, aynı zamanda insan haklarını gerçekleştiren bir dünyanın oluşumuna katkıda bulunmak da vardır. Ancak insan haklarını gerçekleştirebildiği ölçüde yerelin kaliteli ve onurlu bir yaşam sağladığını da unutmamak gerekir. Bu saptamalar bize günümüzde birey ve toplum ilişkisinin yeniden düzenlendiğini gösterdi. Dikkat edilirse bu son bölümde yurttaş ya da dünya yurttaşı demeden doğrudan birey kavramını kullanmaya başladık. Böyle bir tutumun benimsenmesinde artık eski sözcüklerin anlatılmak istenileni tanımlamakta yetersiz kalması ve henüz yeni bir sözcük öneril
memiş olmasının etkisi bulunmaktadır. Ama çok kimlikli dünyada yeni bir sözcüğe gereksinme duyulmayacağı birey sözcüğünün anlatılmak istenilen için yeterli olacağı da söylenilebilir. Yeni dünyanın çok kimlikli ve çok sayıdaki topluluğun üyesi olan bireyi, çok yönlü ve çeşitli olan hak ve sorumluluklarının bilincinde olacaktır. Onun bu çok sayıdaki topluluğun hepsinin birden üyesi olduğunu belirten ayrı bir kavrama gerek olmadığı, yeni dünyanın bireyinin zaten bu niteliği taşıyacağı söylenebilecektir.
1 242
YEREL DEMOKRASĠ ĠÇĠN KAMU ALANI OLUġTURMAK GEREKĠR*
Türkiye, demokrasisinin kalitesini geliştirmek ve işlerliğini artırmak için yerel yönetimlerini güçlendirmek istiyor. Bu konuda henüz somut adımlar atılmasa da siyasal partiler arasında yaygın bir görüş birliği bulunuyor. Bir ülkede yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yani karar ve yetki alanlarının genişletilmesinin her koşulda demokrasinin kalitesinin geliştirilmesini sağlayacağını varsaymak doğru olmaz. Türkiye'de ve diğer birçok ülkede gözlendiği üzere, eğer yetkileri artırılan yerel yönetimlerde siyasal güç demokratik olarak kullanılmıyorsa yerel prensler yaratılmaktadır. Bu prensler yetkilerini keyfi bir biçimde kullanmaktadırlar. Ülkede demokrasinin kalitesinde bir gelişme sağlanmamaktadır. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin demokrasinin kalitesinin gelişmesine katkı yapabilmesi yerel yönetimlerin demokratik olmasına bağlıdır. Bu nedenle bir yerel yönetimin demokratikliğinden ne anlaşılması gerektiğine açıklık kazandırmak gerekir. Bir yerel demokrasiden söz edebilmek için o toplum için yapılması gerekenlerin yerel kamu alanında rasyonel ve eleştirel bir tartışmayla belirlenmesi gerekir. Eğer bir yerel yönetimin yaptıkları böyle bir kamu alanı tartışmasına konu olmadan ger- çekleşiyorsa, bu yönetimin başındakilerin seçimle gelmiş olmaları, o yönetimin demokratik olmadığı iddialarını geçersiz hale getirmez. Öyle ise bir yerel toplulukta o topluluk adına yapılacakların demokratik olarak kararlaştırıldığından söz edebilmenin ön koşulu bir yerel kamu alanının varlığı olmaktadır. * Ada Kentliyim dergisinin 10. sayısında, Haziran-Ağustos 199^de yayımlanmıştır.
243
Türkiye'deki yerel yönetimlerin yeniden düzenlenmesi çalışmalarının daha yaratıcı öneriler getirebilmesi ve demokrasiyi geliştirmekte yararlı olabilmesi için ilk yapılacak işlerden biri yerel kamu alanının olup olmadığı, varsa niteliğinin ne olduğunun araştırılması olmalıdır. Günümüz Türkiye'sinde medyanın yüksek derecede tekelleşmiş olduğuna bakarak bir yerel kamu alanının bulunmadığını söylemek doğru olmaz. Belki Türkiye'deki siyasal pratikler ve medyanın tekelleşmiş olması dolayısıyla yerel kamu alanının büyük ölçüde ulusal siyasal kamu alanı tarafından işgal edilmiş olduğu söylenebilir. Hangi koşullarda özgür bir yerel kamu alanının varlığından söz edilebilir? Böyle bir kamu alanının en yalın hali insanların bir araya gelebildikleri kendi yaşamlarını ilgilendiren konuları bir baskı altında olmadan konuşabildikleri mekanlardır. Bu ortamlarda insanlar birbirlerini düşünceleri ile etkileyebilmektedirler. Bu mekanların Türkiye'deki en yaygın biçimlerinin kahveler olduğu söylenebilir. 1960'lı yıllarda ilk kez Güneydoğu Anadolu'yu gezdiğimde özellikle ağa ya da aşiret köylerinde kahvelerin bulunmadığını gözlemlediğimde çok şaşırmıştım. Bazı köylerde var olan köy odaları ise ağaların adamlarının denetimi altında bulunuyordu. Köyde güçlerini korumak isteyenler ya kamu alanının oluşmasına olanak vermiyor ya da onu denetlemek istiyorlardı. Belki köy gibi küçük bir yerleşmede kamu alanını oluşturmakta yeterli olan kahveler daha büyük yerleşmelerde yetersiz kalacaktır. Daha büyük yöreler ve yerleşmeler konusunda kahveler ya da benzeri toplantı mekanları yanı sıra, yerel medya önemli roller üstlenmek durumunda kalacaktır. Günümüzde yerel medya çok çeşidenmiştir. Gazeteler, dergiler, radyolar, tv'ler bu kapsam içinde yer almaktadır. Bunların en eskisi gazetelerdir. Türkiye'de ilk yerel gazeteler 1870'li yıllarda ilk yerel matbaaların kurulmasıyla yayımlanmaya başlamıştır. Salnameler ve yerel tarih kitaplarının yayımlanmaya başlaması da aynı tarihlere rastlar. Bunlar çoğunlukla resmi gazetelerdir. Yerel kamu alanını oluşturmaktan çok yerel yönetimin işlerliğini sağlamak için ilan verilen ve merkezin mesajlarını yerele ileten organlardır. Ülkede demokratik süreç geliştikçe yerel gazeteler çeşiden- miş, resmi organlar olmaktan çıkarak yerel kamu alanlarının oluşmasında etkili araçlar haline gelmiştir. Zaman içinde gazeteler bir yandan yönetimin merkezileşmesi öte yandan gazetelerde tekelleşmenin yükselmesi ile yerel kamu alanının oluşmasında etkili araçlar olma niteliğini kaybetmiştir. Türkiye'de yerel kamu ala
nında esas canlanma son on yıl içinde yerel radyo ve tv'lerin sayılarındaki padamayla ortaya çıkmıştır. Bu alan henüz tekellerce denetim altına alınmamıştır. Ulusal düzeyde yayın yapan radyo ve tv'lerle yarışabilmek için yerel radyo ve tv' 1er yerel konulan, ilgi alanlannı ön plana çıkarmaktadırlar. Artık günümüz Türkiye'sinde yerel kurum ve kuruluşlar kendi kamu oylarıyla başarılı bir ilişki kurabilmek için yerel medya ile iyi ilişkiler kurmak durumundadırlar. Yerel medya on yıl öncesine göre güç kazanmıştır. Belli bir ölçüde yerel medyanın gelişmiş olması, yerel kamu alanının etkin işleyişi için gereklidir ama tek başına yeterli olmamaktadır. Yerel medya yerel olgulara ilişkin bilgilerin ve haberlerin yayılması için bir ortam sağlamaktadır. Ama bu alanda etkileşim kahvehanelerde olduğu gibi bireyler arasında gerçekleşmemektedir. Medyanın sağladığı etkiler de en sonunda bireyleri etkilemeyi amaçlıyor olsa da bu alanda bireyler tek başına etkili olamamaktadırlar. Bireyler bu alanda ancak örgütienirlerse etkili olabileceklerdir. Bu nedenle yerel kamu alanının demokratik bir işlerliğe sahip olabilmesi için sivil toplum örgütlerinin de gelişmiş olması gerekir. Günümüzde yerel sivil toplum örgütlerinin güçlenmekte olduğu görülmektedir. Özellikle Batı Anadolu'daki kentlerde çok aktif sivil toplum örgüderi oluşmuş bulunmaktadır. Bu saptamayı yaparken bir konuya daha açıklık kazandırmak gerekir. Son yıllarda genel olarak tarikaüann ve İslami cemaaderin faaliyederinin arttığı bilinmektedir. Bunları da sivil toplum örgüderi olarak değerlendirmek doğru olur mu? Bu soruya benim verdiğim yanıt hayırdır. Ama bu yanıtın nedenlerini açıklamak gerekir. Tarikadar tarihsel olarak ele alındığında örneğin Osmanlı döneminde bir tür muhalefet odakları oluşturmuşlardır. Ama bu dönemlerde siyasal meşruiyet dine dayandırılıyordu. Bu ortamlarda muhalefet de yeni dinsel yorumlar üzerinden meşruiyetini kurmaya çalışıyordu. Böyle olunca tarikadar da bir muhalefet odağı olarak değerlendirilebilecektir. Bu tarihsel olgulara dayanarak tarikadann günümüzde bir sivil toplum örgütü olarak değerlendirilmesi doğru olmaz. Çünkü günümüzün modern demokratik toplumlarında meşruiyet dinle değil bireylerin özgür tercihleriyle temellendirilmektedir. Öyleyse yerel kamu alanında yer alacak sivil toplum kurumlannın kamu alanında karşılıklı etkileşmeye açık olarak bireyin özgür iradesinin oluşmasına yardımcı olması gerekir. Oysa tarikadar kapalı topluluklardır. Bir mürşidin yol göstericiliğinde bireyin iç dünyasının yönlendirilmesini amaçlayan bu topluluklar bireyin kamu ala 245
nındaki özgür tartışmadan etkilenmesini sınırlamakta ya da ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle yerel demokrasinin gelişmesine katkı yapan sivil toplum örgütleri kategorisi içinde değerlendirilmeleri doğru olmaz. Yerel kamu alanının hangi koşullarda oluştuğunu gördükten ve Türkiye'de yerel kamu alanının belli ölçüde de olsa oluştuğunu saptadıktan sonra sorulması gereken iki soru var. Bunlardan birincisi yerel siyaset pratikleriyle yerel kamu alanları arasında sağlıklı bir ilişkinin nasıl kurulacağıdır. ikincisi ise kamu alanının onu işgal etme ve sağlıksızlaştırma girişimlerine karşı nasıl korunacağıdır. Eğer bir yerel yönetici, daha somut olarak ifade edersek bir belediye başkanı, demokrat bir kişiliğe sahipse, başka bir deyişle her konuda en iyiyi kendisinin bildiği saplantısına sahip değilse ve kişi ve grup çıkarları doğrultusunda değil de kamu yararını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yerel kamu alanının varlığı onun en önemli gücünü oluşturacaktır. Özellikle siyaseti kişi ve grup çıkarları için kullanmak isteyenler karşısında en güçlü desteği kamu alanından sağlayacaktır. Parti içi delege oyunlarına, partinin yerel örgütünün baskılarına karşı ancak kamu alanının desteğiyle ayakta kalabilecektir. Bir çok belediye başkanı kamu alanını bu yönde kullanabilmektedir. Özellikle merkezi yönetimin yerel ekonomi üzerinde yarattığı emrivakilere karşı kamu alanını harekete geçirebilmektedir. Bergama'nın siyanürle altın çıkartılmasında ve Karabük Demir-Çelik fabrikasının özelleştirilmesi örneklerinde olduğu gibi. Kamu alanında sağlanacak oydaşmanın bir siyasal güç haline kolayca dönüşebilmesi bu alanın denetlenmesi konusundaki gayretlerin kaynağını oluşturmaktadır. Kamu alanı denetlenerek distorsiyona uğratılmaktadır. Bu değişik biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Medyanın tekelleşmesi, kamu alanının demokrasi karşıtı inanışlara sahip olanlarca işgal edilmesi, kamu alanının oydaşma alanı olmaktan çıkarılarak çatışma alanına dönüştürülmesini sağlayan söylemlerin hakimiyeti altında kalması vb. sayılabilir. Tüm bunlardan kaçınmanın yolu çoğulcu ve hoşgörülü bir kamu alanının oluşmasını sağlamaya çalışmak olacaktır. Türkiye'de demokrasinin kalitesini geliştirme konusunda arayışlarda bulunduğumuz bu günlerde dikkatlerimizi kamu alanlarının oluşumu ve sağlıklı işleyişi üzerine yoğunlaştırmak çok yararlı olacaktır. Temsili demokrasiyi kendi iktidarları için bir araç olarak gören, bunun her türlü yozlaşmayı mubah varsayan siyasi pratiklerin sınırlılıkları daha iyi kavranabilecektir.
KÜRESELLEġEN VE MODERNĠTEYĠ AġAN DÜNYA ARTIK TEMSĠLĠ DEMOKRASĠYLE YETĠNEMĠYOR*
1. GiriĢ Günümüzde dünya çok yönlü bir dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşümünün nereye varacağını değişik senaryolar kurarak kavramaya çalışıyoruz. Bunlar arasından geleceği farklı açılardan kavramaya çalışan dört ayrı senaryonun ön plana çıktığını görüyoruz. Bu senaryolardan birincisi sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş üzerinde duruyor. Yaşanan dönüşümü teknolojideki değişiklikler açısından kavramaya çalışıyor. Elektronik ve bilgi işlem alanındaki gelişmelerin toplumu nasıl dönüştüreceği konusunda kestirimlerde bulunuyor. Bu alandaki gelişmeler bilgiyi kütüphanede ya da bir insandaki bilgi birikimi olmaktan çıkanyor, yaşamın içine sokuyor. Bu yaşamın içine sokulma üretim alanında emek sermaye ve teknoloji dışında bilginin de bir üretim faktörü haline gelmesini sağlıyor. Bilgi iletişim ve işlem kapasitesindeki gelişmelerin yaşamı etkilemesi yalnız üretim alanında kalmıyor. Bireyin yaşantısını ve oluşumunu da etkiliyor. Bir ikinci senaryo ise günümüzdeki dönüşümü Fordist bir üretim biçiminden, esnek üretim biçimine geçiş üzerinde durarak kavramaya çalışıyor. Benzer çizgideki ele alış da aynı probleme Fordist birikim biçiminden PostFordist birikim biçimine geçiş üzerinde durarak yaklaşıyor. Fordist üretim biçiminde belli işlerde uzmanlaşmış makinelerle, ölçek ekonomilerinden yararlanarak, Taylorist iş disiplini içinde, homojen, kitle üretimi * Yeni Türkiye Dergisi, sayı 20, Mart-Nisan 1998, s. 429 - 436'da yayımlanmıştır.
248
yapılmaktadır. Oysa teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklar sonucunda, günümüzde bu katı üretim biçimlerinden uzaklaşılarak küçük grupların beğenilerine uygun, çeşitlenmiş esnek üretim yapılmaktadır. Esnek üretim değişik biçimlerde gerçekleşmektedir. Gelişmiş ekonomilerde fonksiyonel esneklik söz konusu olurken, gelişmekte olan ülkelerde emek kullanımında esneklik söz konusu olmaktadır. Birinci türdeki fonksiyonel esneklik, üretimde iyi yetişmiş, farklı alanlarda kabul edilebilir bir etkinlikle çalışan (polyvalent) hünerli emeğin önemini artırmaktadır. Bu durumda toplumda bu tür becerilerden yoksun hünersiz emek kitlelerinin dışlanması ve işsizlik ciddi bir yapısal sorun olarak ortaya çıkmaktadır. İkinci türdeki, yani fason üretim ilişkileri içindeki emek kullanımındaki esneklik ise yaratılan artı değerin bölüşülmesinde emeğin payı düşmekte, emeğin bu payı artırmak için örgüdenmesi dolayısıyla güç oluşturması olanağı yok edilmektedir. Aynı gelişmelere birikim biçimleri açısından bakıldığında, Fordist birikim biçiminin yaptığının, kitlesel üretimin sürdürülebilmesi için gerekli alış gücünü yaratmak açısından devletin yeniden dağıtım fonksiyonlarını yüklenmesinin ve Key- nes'çi refah devletinin önem kazandığı görülmektedir. Oysa Post-Fordist birikim biçiminde üretimin çeşitli küçük pazarlara yönelmiş niteliği bu tür bir refah devletini üretim bakımından bir zorunluluk olmaktan çıkarmaktadır. Olup biteni açıklamakta kullanılan üçüncü senaryo, dünyada yaşanan dönüşümü küreselleşme olarak kavramlaştırmaktadır. Küreselleşme günümüzün dünyasında kendisini değişik yüzleriyle gösteriyor. Bilgi ve haber iletişim sistemlerindeki gelişmeler ve ulaşım teknolojisindeki ilerlemeler her geçen gün dünyayı küçültüyor, karşılıklı ilişkilerin kurulmasında coğrafi uzaklıkların caydırıcı etkisinin hegemonyası ortadan kalkıyor. Küreselleşme sadece bir teknolojik olanak olarak ortaya çıkmıyor. Dünya ölçeğinde yeni bir denetim biçimi getiriyor. Ulus devleder, sınırların ya da egemenliklerin sürekli olarak yeniden tanımlanması karşısında denetim güçlerini yitiriyor. Ancak küreselleşme aslında kavramsal düzeyde dünyanın tek toplum olması gibi iyimser bir duruma işaret etmesine karşın küreselleşmenin yaşanmakta olan biçimi dünyayı bütünleştirmekten çok, alan ve nüfus açısından büyük bir kesiminin dışlanması sonucunu doğurmaktadır. Bu dışlanmayı yaratırken söylem düzeyinde de dışlanılmışlığın sorumluluğunu dışlanana yüklemeyi ihmal etmemektedir. 249
Dünyada olup biteni dördüncü kavramlaştırma çabası modemizmden ne kadar kopulduğu üzerine yoğunlaşıyor. Bu bakımdan yaklaşıldığında olup biteni yüksek modernizm gibi değerlendirenler olabildiği gibi post- modernizm olarak adlandıranlar da bulunuyor. Ama özellikle toplum bilimleri alanında nesnel temsilin olanaklılığı üzerinde bir tartışma sürmektedir. Nesnel temsilin olanaksızlığına rağmen, olanaklı olduğu varsayımına göre kurulan bilimsel bilginin insanları var olan düzeni kaçınılmaz bir gerçeklik olarak görmeye ittiği üzerinde durulmaktadır. Bilimsel bilgiye böyle yaklaşılması halinde eyleme yol gösteren de ancak araçsal bir rasyonellik olabilmektedir. Bu da bireyin eylemlerini ancak var olan düzeni yeniden üretmeye hapsetmektedir. Oysa siyasal ideolojiler insanı özgürleştirmenin yeni seçmeler yapabilir hale getirmenin olanağını aradıklarını söylemektedirler. Bu siyasal ideolojilerin aşmasını becerebildiklerini göstermesi gereken bir çelişkidir. Hem temsil krizini aşma hem de insanın seçme olanaklarını artırma arayışları değişik yönlerde gelişiyor. Bu yönlerden birincisi sadece öznelliğe, duygusallığa anlık tepkilere dayanarak gelişiyor. Bu yaklaşım her şeyi herkese göre değişir hale getirdiği için bilginin toplumsallaşmasını ve varlığını olanaksız hale getirmekte ve kendisini yeniden üretebilecek bir sosyal sistemin kurulmasını sağlayabileceğinin garantisini verememektedir, ikinci gelişme yönü ise bilgiyi öznellikler arasındaki uzlaşımlara dayandıran yeni bir eleştirel gerçekçilik biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu halde hem bilginin varlığı hem de insanların seçme yapabilmesi olanaklıdır. Böyle bir yaklaşım kendi kendisinin bilincine varmış, dolayısıyla kendini eleşti- rebilen ve kendisini yeniden yapılandırarak üreten ve dönüştüren bir toplum oluşumuna olanak vermektedir. Bu dört senaryonun her biri üzerinde düşünüldüğünde hemen görülecektir ki bu gelişmeler temsili demokrasinin modernite projesinden ve ulus devletin temel toplumsal birim olmasından kaynaklanan dayanaklarını hızla aşındırmaktadır. Bu aşınmayı kavrayabilmek için önce temsili demokrasiyi geçerli bir çözüm olarak gösteren dayanakların neler olduğunu, sonra bu dayanakların neden ve nasıl aşındığı ve en son olarak da yeni bir demokrasi projesi geliştirebilmek için ne yapılabileceği üzerinde duralım. 250
2. Temsili Demokrasiyi YaklaĢık Bir Çözüm Olarak Savunulabilir Kılan Ön Kabuller Üzerine Türkiye'deki siyasal pratik içinde demokrasi "sandıktan çıkmak"la öz- deşleştirilmiş olmasına ve demokrasinin varlığı ya da yokluğu bu koşula bağlı olarak irdelenmesine karşın gerçekte temsili demokrasi ancak bir yaklaşık çözüm olarak savunulabilmektedir. Esas olarak istenilen, meşruiyeti tartışma dışı olan doğrudan demokrasidir. Aydınlanmanın bir insan için iyi olanı ancak o insanın kararlaştırabileceğine olan inancı karşısında demokrasi meşruiyetini insanın yaşayacağı ortamı kendi seçmeleriyle belirlemesine olanak veren bir rejim olmasından almaktadır. Bu ise bir doğrudan demokrasidir. Ulus devletler gibi büyük ve mekanda dağılmış topluluklarda doğrudan demokrasiyle işlerliği olan karar verme süreçleri oluşmrulamadığı için temsili demokrasi doğrudan demokrasiye yaklaşık bir çözüm olarak önerilmiştir. Bu nedenle temsili demokrasi süreçlerine kendi başlarına bir meşruiyet atfedilemez. Meşruiyetini doğrudan demokrasiye yaklaşık kalabildiği sürece koruyacak, ondan uzaklaştığı sürece de savunulması zorlaşacaktır. Temsili demokrasinin doğrudan demokrasiye yaklaşık sonuçlar vereceği kabulünün yapılabilmesi bazı ön kabullere bağlı olmaktadır. Buradaki tartışmamızı sürdürebilmek için ana ön kabuller üzerinde duralım. Bunlardan birincisi sınırları belli bir toprak (territory) içinde iç tutunumu olan bir topluluğun bulunduğunun kabul edilmesidir. Bu ön kabul temsili demokrasilerin modernite projesi içinde ulus devletler için geliştirilmiş bir yaklaşım olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu topluluk ayrı bir kimliğe sahiptir ve bu kimlik bireylerin kimliğini belirlemekte baskın bir konumda bulunmaktadır. Bu toprak içinde yaşayanların kaderlerinin büyük ölçüde bu devletlerce alınan kararlarla belirlendiği varsayılmaktadır. İkinci ön kabul bu topluluğun kendi toprağı içinde kendisini yeniden üretebilmesi için bir devlete yani toplum düzeyinde bir örgütlenmeye gereksinmesinin olduğudur. Toplum düzeyinde verilecek kararların neler olduğu konusunda ise bir uzlaşı bulunmaktadır. Bu uzlaşı alanının temelinde devlete o toplumdaki bireylerin özel alanının korunması ve bireylerle onların eşitler olduğu kabulü altında ilişki kurması koşulunu getirmesi bulunmaktadır. Bunu çoğu kez insan haklarını korumak ve hukuk devleti olmak olarak da ifade etmekteyiz. Devletin, üzerinde uzlaşılan görev alanı zaman içinde belli bir genişleme göstermektedir. Zamanla bireyin tek ba 251
şına üretemeyeceği, dışsallıkları olan kamusal mal ve hizmetlerin üretilmesi, o toplum içinde yeniden dağıtım işlevlerinin yerine getirilmesi (refah devleti), o toplumun krize düşmesini önleyici ve kalkınmasını sür- dürücü düzenlemelerin (regulation) geliştirilmesini içerir hale gelmiştir. Üçüncü ön kabul pratikteki zorluklar dolayısıyla devletin kararlarının kişilerin doğrudan seçmeleriyle yönlendirilemeyeceği, kişilerin seçecekleri sınırlı sayıdaki temsilcileri eliyle yönlendirilebileceğidir. Bu temsilcilerin de toplumda belli grupların seçmelerini yansıtan programlar doğrultusunda örgütlenmiş siyasal partilerin kadroları arasından yapılan seçimlerle saptanacağıdır. Dördüncü ön kabul bu toplumda bir kamu alanı bulunduğu, bu alanda toplumu ilgilendiren konularda rasyonel ve eleştirel bir tartışmanın yürütüldüğü, siyasal partilerin de devletin şeffaf olan faaliyetlerini bu kamu alanında eleştirerek, kendi programlarını savunarak, açıklayarak seçimlerde iktidara yani siyasal gücü kullanmaya aday olabilmeleridir. Toplumun tüm aktörlerine açık kalan bu kamu alanında olup biteni değerlendiren bireyler, kendi seçmelerine en yakın olan güvendikleri siyasal partilerin adaylarını seçeceklerdir. Beşinci olarak toplumdaki bireylerin genel ve eşit oy hakkına sahip olarak yapılan serbest seçimlerle temsilcilerini seçeceği, bu yolla oluşan siyasal iktidarın bu siyasal gücü, halkın temsilcisi olduğunu unutmadan yani kamu alanındaki eleştirel rasyonel tartışmalardan sürekli olarak etkilenerek kullanacağı kabul edilmektedir. Eğer bir ülkedeki gerçekler bu ön kabullerdeki koşullara uygun ise temsili demokrasinin işleyişi içinde oluşan kararların eğer doğrudan demokrasi pratikte işletilebilseydi ulaşılabilecek kararlarla uyum içinde olacağını varsaymak bir düşünce deneyi düzeyinde de olsa olanaklı hale gelmektedir.
3. Günümüzde Ön Kabulleri AĢınmıĢ Olmasına KarĢın Temsili Demokrasi Pratiklerinin Sürdürülmesinin Sonuçları Üzerine Eğer bir önceki bölümde üzerinde durduğumuz ön kabuller, dünyanın yaşamakta olduğu dönüşüm karşısında artık geçerliğini yitirmiş olmasına karşın sadece kurumsallaşmış olduğu için bir temsili demokrasi pratiği sürüyorsa bunu nasıl değerlendirmek gerekir? Bu halde var olan temsili demokrasi meşruiyetini sadece üzerinde uzlaşılmış araçsal bir pra 237
tik olmasından alır hale gelmektedir. Bu durumda artık doğrudan demokrasiye yakın bir çözüm olmasına dayanan bir savunma yapılamaz. Doğrudan demokrasiye yaklaşılmak için bir şey yapılamadığından böyle bir araçsallığa razı olunmaktadır. Bu halde temsili demokrasiyle yapılan daha önce kapsamı belirlenmiş bir siyasal gücü kimin kullanacağını belirlemek olmaktadır. Oy çokluğunu sağlayan siyasal parti ve onun lider kadrosu büyük ölçüde bu siyasal gücün kullanılma biçimini belirlemektedir. Bu halde artık siyasal gücün demokratik olarak oluşumu söz konusu olmaktan çıkmaktadır. Temsili demokrasi sadece siyasal gücü kimin kullanacağını belirlemeye olanak veren bir araç haline gelmektedir. Burada artık araçsallık ön plandadır. Eğer demokrasi halkın kendi kaderini belirlemesine yani siyasal gücün oluşumunun demokratik olmasına bağlı olarak savunulamıyorsa, sadece araçsal olarak savunulur hale geldiyse burada bir yanlışlık var demektir. Buna günümüzün insanı razı olamaz. Günümüzün gerçekliğine uygun işlerliği olan bir demokrasiyi yeniden kurmak için yeni arayışlara girer. Böyle bir yeniden kurma işlemi üzerinde düşünebilmek için öncelikle temsili demokrasinin ön kabullerinin neden gerçeklikten uzaklaştığı üzerinde durmak gerekir.
4. Temsili Demokrasinin On Kabullerinin AĢınması Üzerine İlk ve en önemli aşınma temsili demokrasinin araçsallık alanına çekilmiş olmasından doğmaktadır. Siyasal gücün kullanımının meşruiyetini sadece belli bir toprak (territory) içindeki oy çokluğunu kazanmaya bağladığınızda sorunlar ortaya çıkmaya başlamaktadır. Bu siyasal güç belirlendikten sonra iktidarı kazanan siyasal parti meclisteki çoğunluğuna dayanarak, hemen hemen her istediğini gerçekleştirebilir hale gelmektedir. Çoğunluğu her şeyi yapar hale getirdiğinizde, bu yetkilerin kötüye kullanılması çok ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Hukuk devleti askıya alınabilmekte, insan hakları ihlal edilebilmektedir. Bu ihlalleri yapanlar oy çoğunluğunu ileri sürerek kendilerini haklı gösterebilmektedirler. Bu ise temsili demokrasiyi savunulabilir kılan ön kabulleri sıralarken gördüğümüz bu koşulların aşılmasına neden olmaktadır. Kendisini savunulabilir kılan çerçevenin dışına çıkarmaktadır. Bu ön kabullere ancak demokrasi kültürünün çok yerleşik olduğu ülkelerde bir ölçüde sadık kalınmaktadır. Demokrasiye yeni geçmiş ve demokrasi kültürünün kök253
leşmemiş olduğu ülkelerde temsili demokrasi içinde oy çokluğuyla siyasal gücü ele geçirenler kendi karar alanlarının sınırlanmasını kabul etmek istememektedirler. Tüm gücün kendi elinde toplanmasını iktidar olmanın tek koşulu olarak görmektedirler. Temsili demokrasinin, meşruiyeti oy çoğunluğunda bulan bu anlayışı, siyasal gücün kullanılışını merkezi- leştirici ve uygulanan kararları homojenleştirici bir etki yapar. Günümüz insanı artık tüm siyasal gücü elinde toplayanlarca yönetilmek istememektedir. Günümüzde demokrasi kelimesi artık tek başına kullanılmamaktadır. Başına mutlaka katılımcı ve çoğulcu sözcükleri eklenmektedir. insanlar artık merkezileşmiş siyasal gücün homojenleştirici kararlarını artık tatmin edici bulmamaktadır. Kendi seçmelerinin, kendi kararlarının doğrudan uygulanabileceği bir siyasal rejim arayışı içindedirler. Bu nedenle katılımcılık ve çoğulculuk talep edilmektedir. Bu istekler demokrasinin farklılıklara olanak veren bir rejim olarak tanımlanmasına neden olmaktadır. Bu noktada ulaşılan demokrasi anlayışı siyasal gücün oluşmasının demokratikleştirilmesini gerekli kılmaktadır. Temsili demokraside olduğu gibi araçsal bir demokrasi anlayışı artık doyurucu bulunmamaktadır. Temsili demokrasinin günümüzde eleştiri konusu olması yalnızca araçsal niteliği dolayısıyla olmamaktadır. Günümüzde temsili demokrasinin çok sayıda başka sorunu vardır. Bunlardan birincisi yaşanan küreselleşme ile birlikte dünyanın mekansal yapısında ortaya çıkan dönüşümlerle yakından ilişkilidir. Ulus devletler dünyasında bir ulus devletin toprağı (territory) bir kap olarak düşünülüyordu. Bu kap içinde yaşayanların kaderini belirleyen kararların büyiik ölçüde bu kap içinde alındığı varsayılıyordu. Oysa günümüzde çeşitli nedenlerle bu varsayımı sürdürmek olanağı kalmamıştır. Bu nedenlerden en önemlisi ülke sınırlarının ya da ülke toprağının işlevinin ve anlamının değişmesidir. Bir ülkenin toprağının bir kap olarak kavramsallaştırılıp kavramlaştırılamayacağı büyük ölçüde sınırının anlamına bağlıdır. Eğer sınırları hiçbir akımı ge- çirmiyorsa, bir ülke bir kap olarak düşünülebilir. Ama ülkelerin sınırlarının niteliği son yıllarda hızlanan küreselleşmeyle birlikte her geçen gün yeniden tanımlanmaktadır. Günümüzde sınırlar artık mal ve kapital akımlarını sınırlamıyor. Ama emeğin akımını önemli ölçüde denediyor. Bir ülkenin içinde yaşayanların kaderini çoğu kez ülke dışından alınan kararlar belirlemeye başlamıştır. Ülke toprağının sınırlarında sağlanan 254
denetim artık toplumsal denetimi sağlamanın otomatik bir aracı olmaktan çıkmıştır. Bu toprağın sınırları geçirgendir. Ülke içinde yaşayanların kaderini o ülke dışında başka ülkelerde alınan kararlar belirlemektedir. Oysa bu kararlardan etkilenenlerin bu kararları verenleri oylarıyla seçme hakkı yoktur. Bir ülkenin toprağı günümüzde olduğu gibi kapalı bir kap olmaktan çıkınca temsili demokrasinin meşruiyetinin temellendirilme- sinde önemli kavramsal zorluklar ortaya çıkmaktadır. Temsili demokrasiye ilişkin ön kabulleri incelerken üzerinde durduğumuz birinci ön kabul önemli ölçüde aşınmış bulunmaktadır. Temsili demokrasinin sorunlarla karşılaşmasında ikinci neden insanın yerle ilişkisine ait varsayımının önemli ölçüde geçersiz kalmasına ilişkindir. Temsili demokraside her bireyin ulusal sınırlar içinde tek bir noktada yaşadığı varsayılıyor. Bu birey göç ederek ulusal sınırlar içinde yerini değiştirdiğinde de sadece yeni yeri ile ilişkili olarak görülmektedir. Oysa günümüzde bir kişinin ulusal mekanda tek noktayla ilişkisi yoktur. Çok noktayla birden ilişkilidir. Oturduğu yer, çalıştığı yer, tatilini geçirdiği yer, sivil toplum kurumu içinde aktif olduğu yer birbirinden çok farklı noktalar olabilmektedir. Oysa günümüzde yerel yönetim seçimlerinde bunlardan sadece birinde oy kullanabilmektedir. Belki bundan da önemlisi bireyin mekanla ilişkisini bir noktaya bağlılık olarak kurmanın yeterli olmaktan çıkması ve bir güzergah olarak düşünülmesi gerekliliğidir. Günümüzde insanlar bir noktada doğmakta, başka noktalarda eğitilmekte, çalışması sırasında değişik noktalarda yaşamakta, emekliliğini tamamen farklı bir noktada geçirmektedir. Bu yaşam öyküsünün mekansal temsili artık bir nokta değil güzergahtır. Bu güzergah zaman zaman ülke sınırlarının dışına da çıkabilmektedir. İnsanın mekanla ilişkisini güzergah olarak düşünmeye başlayınca temsili demokrasiye ilişkin birinci ön kabul de aşınmış olmaktadır ve temsili demokrasi de meşruiyet dayanaklarını kaybetmektedir. Üçüncü sorun ise temsili demokrasilerde karara oy çokluğuyla ulaşılmasından doğmaktadır. Bu konu oldukça çok işlenmiştir. Arrow oy çokluğuyla karar verme yolunun iç tutarlılığı olan bir seçmeler sıralaması yapamayacağını daha 1950'li yıllarda göstermişti. Öte yandan bu karar sisteminin çoğunluk sultası yaratabildiği birçok örnekte ortaya çıkmış bulunuyor. Temelde karar meşruiyetini oy çokluğuna dayandırdıktan sonra siyasal gücü elinde tutanlar bunu sınırlayan uzlaşımları (convention) ken
dileri için bir ayak bağı olarak görmektedirler. Bu sorun daha önce sözünü ettiğimiz ön kabullerin aşınmasının da ötesinde daha temeldeki bir yetersizliği gündeme getirmektedir. Dördüncü sorun alanı seçmenin ya da yurttaşın niteliğinde ortaya çıkmaktadır. Temsili demokrasi siyasal partiler eliyle işletilmektedir. Oysa siyasal parti pratiği pek çok ülkede himayecilik (boss-client relations) yaratmaktadır. Yani iktidar sahipleri siyasal sadakat karşılığında karar yetkilerini yandaşlarına çıkar dağıtmak için kullanmaktadır. Bunu yaomayan iktidar sahipleri kendi partilileri tarafından iktidar olmamakla suçlanmaktadır. Eğer bir yerde himayecilik varsa siyasetçiler ve yöneticiler yurttaşları arasında ayrımcılık yapıyor demektir. Bu temsili demokrasinin dördüncü ön kabulünün gerçekleşmemesi sonucunu doğurmaktadır. Demokrasinin temel varsayımlarından biri olan yurttaşların eşidiği varsayımı ortadan kalkmaktadır. Böyle bir durumda artık herhangi bir seçimin sonuçlarının meşruiyetinden söz edilemez. Ele alacağımız beşinci sorun toplumdaki her aktörün kolayca etkili olabileceği eleştirel rasyonel bir tartışmanın sürdürüldüğü kamu alanının varlığına ilişkindir. Günümüzdeki siyasal kamu alanı bundan çok uzaktır. Modernite projesi içinde ulus devlet ve temsili demokrasinin oluşması sırasında özel alan ve kamu alanının farklılaşarak kamu alanının ortaya çıkışı ve yapılanması tamamen burjuvazinin denetimi altında gerçekleşmiştir. Bu nedenle kamu alanı daha başlangıcındaki oluşumunda tarafsız değildir. Burjuvazinin devleti önemli ölçüde belirlediği bu dönemde devlet büyük ölçüde kamu alanını işgal etmiştir. Kamu alanının serbest oluşumundan söz etmek olanaksız hale gelmiştir. Günümüzde ise burjuvazinin denetiminde tekelci olan medyanın etkinliğinin daha da arttığı göz önüne alınırsa kamu alanının serbestçe oluşumunun daha da zorlaştığı ortaya çıkar. Bu durumda dördüncü ön kabulün geçerliliğinden söz etmek olanağı kalmamıştır. Temsili demokrasinin üzerinde duracağım altıncı sorunu bireyleri özel alan öznesi olmaya hapsetmesi ve kamu alanı öznesi olma yolunu tanımı gereği kapamış olmasıdır. Bireyin yaşamına anlam katan, doyum sağlayan kamu öznesi olma alanı siyaset içine girmeyen bireylere kapanmış bulunmaktadır. Temsili demokrasi yurttaşlara kamusal öznenin kim olacağını seçme olanağını veriyor. Bu seçim gerçekleştikten sonra ise bu kamusal öznelerin kararlarıyla üretilen kamusal mal ve hizmetleri tüketiyorlar. Ama 256
bu günümüzün insa.ıını doyurmuyor. İnsanların demokrasi sözcüğünü çoğulcu ve katılımcı nitelemesiyle birlikte kullanmasının arkasında böyle bir kamusal özne olma arayışı bulunmaktadır. Birey kendisine kamusal özne olma yolunun açılmasını istiyor. Bireyin kamusal özne olma yolunun tıkanmış olması onun kendisini gerçekleştirme yolunun sınırlanması anlamına gelmektedir. Bu başında temsili nitelemesinin bulunduğu bir demokrasinin hiçbir biçimde aşamayacağı bir sorundur. Temsili demokrasinin aşmakta zorlanacağı yedinci sorun alanı moder- nitenin büyük ölçüde pozitivizmin etkisi altında olan bilim anlayışının çok ciddi eleştiriler karşısında bulunmasıyla yakından ilişkilidir. Sosyal bilim alanı eğer daha önce üzerinde durduğumuz üzere eleştirel gerçekçilik doğrultusunda yeniden şekillenecekse ve bu bilginin oluşumunda özneller arası bir uzlaşı öngörülüyorsa bu uzlaşının oluşumunda temsil esaslı bir mantığa dayanma olanağı bulunamayacaktır. Temsili demokrasinin dayanaklarını yitirmeye başlayarak bir meşruiyet kriziyle karşılaşması konusundaki saptamaların sayısını daha da artırmaya gerek yok. Karşımızda dünyanın mekansal örgüdenmesindeki yeni gerçekliğe uygun ve bireylerin beklentilerini gerçekleştirebilecek olan yeni bir demokrasi pratiği geliştirebilmek sorunu bulunmaktadır. Kuşkusuz böyle yeni bir öneriyi geliştirmek kolay değildir. Bu alanda var olan öneriler henüz yeterli ölçüde gelişmemiştir.
5. Siyasal Gücün OluĢumunun DemokratikleĢmesinde Kamu Alanında OydaĢma Sağlamanın Önemi Araçsal bir demokrasiye razı olmayıp demokrasiyi siyasal gücün oluşumunun demokratikleşmesinde arayanlar bundan ne anlaşıldığına açıklık kazandırmaya çalışmalıdırlar. Bunun için kamu alanında bir oydaşma- nın sağlanması ile siyasal gücün oluşumu özdeşliği kurulabilir. Kamu alanında sağlanan oydaşma temsili demokrasinin yanşamayacağı kadar güçlü bir meşruiyet temeli oluşturmaktadır. Kamu alanında bir oydaşma sağlamaya dayanan ve işlerliği olan bir demokrasi pratiğinin kurulmasında önemli zorluklar olduğu ileri sürülebilir. Bu anlayışa göre işlerliği olabilecek demokratik bir sürecin kurulmasında zorluklar olduğunu söyleyerek temsili demokrasiye razı olunması gerektiğini savunmak kandırıcı olamaz. Pratikte bu kurulamasa bile kamusal alandaki oydaşmanın demokratik olan talepleri demokratik olma
yanlardan ayırmada kullanılan temel ölçüt olarak görülmesinin çok önemli pratik yararları vardır. Örneğin bir kişinin demokratik davranıp davranmadığını bu ölçüte göre kolayca ayırabiliriz. Eğer bir kişi doğru bildiğini kamu alanındaki tartışmalardan etkilenerek değiştiremiyorsa onun demokratik davranamayacağı yargısına ulaşılabilir. Temsili demokrasinin doğru ve yeterli bir işleyişinden bahsedebilmek için eleştirel ve rasyonel bir tartışmanın gerçekleştirilebildiği bir kamu alanının oluşması gerekir. Eğer böyle bir kamu alanı oluşmadıysa, temsili demokrasinin neyi, neden seçtiği belirsiz hale gelir. Temsili demokrasinin işleyişi için söz konusu olan kamu alanı tüm toplumu içeren bir kamu alanıdır. Bu temelde siyasal bir kamu alanıdır. Siyasal kamu alanında siyasal partiler yarışırken çatışmalı bir alan yaratmaktadır. Bu alan içinde bir uzlaşma oluşturmaya çalışan söylemlerden çok rakiplerini yanşma dışı bırakmaya çalışan söylemler başattır. Günümüzde kamu alanında etkili olmaya başlayan siyasal partiler dışında yeni aktörler var. Bunları sivil toplum kuruluşları (STK) diye adlandırıyoruz. Gün geçtikçe önemleri artan demokrasinin gelişmesinin bir göstergesi olarak kabul edilen bu kuruluşları kamusal alan açısından bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Bu kuruluşları en genel çizgileriyle iki gruba ayırabiliriz. Bunlardan birinci gruptakileri belki de kitle demokratik örgütleri diye adlandırmak daha doğru olur. Bu gruptakiler siyasal kamu alanını bir baskı grubu olarak etkilemeye çalışmaktadırlar. Başka bir deyişle kendi dışındaki özel kesim ya da kamu kesimi aktörlerinin neler yapması gerektiğini söylemektedirler. Siyasal kamu alanının çatışmalı ve dışlayıcı söylemleri arasında etkili olmaya çalışmaktadırlar. Oysa kanımca konumuz açısından daha ilginç olan ikinci gruptaki sivil toplum kuruluşları, kendileri bir şey yapmaktadırlar, yani kamusal alan öznesi olmaktadırlar. Bu kuruluşları birer küçük ya da kısmi bir kamusal alan olarak düşünebiliriz. Kişiler bir kamusal etkinliği gerçekleştirmek için bir araya gelmektedir. Kendi kamusal alanlarında bir oydaşma sağlayan bu insanlar, kendi özel alanlarından kaynak aktararak, zamanlarını ayırarak ve yaratıcı düşüncelerinden yararlanarak bir kamusal etkinlikte bulunmaktadırlar. Bu ele alışta oydaşma ile yapabilme gücü (siyasal güç) bir özdeşlik haline gelmektedir. Bu durumda kamusal alanda meşruiyetini temsili demokratik süreçlerle oluşturan siyasal güç yanında meşruiyetini çok sayıda küçük kamusal alandaki oydaşmalardan alan güçlerin yan yana 258
yaşayacakları bir güçler dokusu ortaya çıkmaktadır. Bu sivil toplum kurumları tüm kamusal alanı kapsamak iddiasında değillerdir. Bu alanda birlikte var olmak, bu alanı zenginleştirmek, bu yolla çoğulculuğu yaşama geçirmek iddiasına sahiptirler. Sivil toplum kuruluşlarına siyasal otorite yanında yer verebilmenin üç olanaklı yolu vardır denilebilir. Bunu gerçekleştirmenin birinci yolu STK'ların siyasal otoritenin kendisine görev alanı olarak seçmediği konularda kamusal mal ve hizmeder üretmesidir. İkinci yolu STK'lar ile ortaklıklar geliştirmektir. Günümüzde ortaklık önerilen ve uluslararası platformlarda benimsenmiş bir yaklaşımdır. Üçüncü yolu ise devletin STK'ları yapabilir kılmayı kendisinin en önemli görevlerinden biri olarak görmeye başlamasıdır. Kamu alanında siyasal otorite yanı sıra STK'ların bir arada faaliyet göstermesi siyasal otoritenin mutlak belirleyiciliğinin azaltılması, yaratıcı ve çoğulcu uygulamalara olanak vermesi açısından küçümsenemeyecek bir gelişmedir.
6. Son Verirken Bu irdelemeler bizi ilginç bir noktaya getiriyor. Bir yandan temsili demokrasinin dünyanın yaşadığı çok yönlü dönüşümler karşısında ve özellikle bir ülkenin toprağını bir kap gibi algılama olanağı kalmadığında, meşruiyetini temellendirmenin önemli güçlüklerle karşılaştığını gördük. Öte yandan kamusal alanda oydaşmayı ön plana alan bir demokrasi pratiğini büyük ölçekli toplumlar için kurmanın zorluğunu ortaya koyduk. Bu saptamalar bizi işlerliği olan ve bizi günümüzdekinden daha doyurucu bir demokrasinin nasıl kurulabileceği sorusunu sormak noktasına getiriyor. Bu soruya iki farklı düzeyde yanıt getirilebilir. Bunlardan birincisi soruyu kuramsal düzeyde tutarlı olarak yanıtlamaya çalışmaktır. Tartışmamızın bizi getirdiği nokta sınırları belli olmayan bir toplum için bir demokrasi pratiği tasarlamanın olanaklı olup olmadığını sormaktır. Bu soruya verilebilecek olanaklı bir yanıt değişik konularla ilgilenenlerin oluşturdukları ağların oydaşmalarına dayanan bir demokrasi tasarlamaktır. Bunun kaotik bir sistem yaratmayacağının bir garantisi yoktur. Bu nedenle tek başına ağsal demokrasinin bir çözüm olduğunu ileri sürmek zordur. Olanaklı bir başka yanıt sınırları olmamak kavramının yorumlanma- sıyla geliştirilebilir. Küreselleşme içinde tek olanaklı sınır dünyadır. Tüm dünya için demokratik bir regülasyon sisteminin geliştirilme sürecini pra
tikte gerçekleştirmekte zorluklar olsa bile bunu tasarlamak olanaklıdır. Böyle bir kapanış sağlandıktan sonra bunun içinde kaotik olmayan bir ağlar demokrasisi savunulabilir hale gelebilecektir. Kuşkusuz böyle bir tasarımın hemen uygulanacağını düşünmek gerçekçi değildir. Bu nedenle eklektik de olsa var olan demokrasi pratiğini geliştirmeye dönük öneriler üzerinde durmakta da yarar vardır. Önce ulusal devlet sınırları içinde siyasal iktidarın temsili demokrasi pratiği ile oluşacağını kabul etmek, sonra da bunu iyileştirme yoluna gitmektir. Bu bağlamda ilk yapılması gereken temsili demokrasinin işleyişini eleştirel rasyonel bir tartışmanın gerçekleştiği bir siyasal kamu alanına dayandırmak ve bu alanın değişik nedenlerle distorsiyona uğramasını engellemeye çalışmaktır, ikincisi ise STK'ların kamu alanındaki etkinliğini artırarak STK'lara yaşamı zenginleştirme, çoğulculuğu gerçekleştirme, bireylere kamusal özne olma yolunu açma olanağı sağlamaktır.
LĠBERALĠZMĠ ONTOLOJĠK KABULLERĠNDEN YOLA ÇIKARAK SORGULAMAK*
1. GiriĢ Liberalizmin 1990'lı yıllarda siyasal ve ekonomik yaşamı en yaygın biçimde etkileyen ideoloji haline geldiği görülüyor. Bu ideoloji toplumda bireye ve insan haklarına verdiği önem, piyasa mekanizmasına verdiği öncelik, "bırakınız yapsınlar" ilkesini benimsemesi, seçme özgürlüğünü genişletme arayışı, etkinlik alanı sınırlandırılmış bir hukuk devletini savunması gibi özellikleriyle tanınıyor. Temelde insana güvenen iyimser bir ideoloji, insana iki yönden güveniyor. Bir yandan bir insanın kendisi için iyi olana ancak kendisinin karar verebileceğine, öte yandan insanın akılcılığına inanıyor. Bu nitelikleriyle aydınlanma geleneğinden kaynaklanıyor. Böyle olunca da evrensel olarak geçerlilik iddiasını taşıyor. Yaşamı bütün olarak sarmaya çalışıyor. Oysa siyasal pratik içinde uygulanırken çoğu kez liberalizmin bütünlüğü parçalanarak ele alınıyor. Genellikle ekonomi ve siyasal alanda liberalizm diye ikiye ayrılıyor. Ekonomi alanında liberalizm benimsenirken, liberalizmin siyasal yönü yadsınıyor. Liberal ekonomik doktrini benimsediğini ama siyasal alanda muhafazakar olduğunu söyleyenler çıkabiliyor. Bunu söylerken muhafazakarlık ile liberallik arasındaki karşıdığı görmezden gelebiliyorlar. Siyasal pratik içinde bu tür çelişkiler her zaman karşımıza çıkabilir. Siyasal yaşamda önem verilen şey kavramlar arası tutarlılıktan çok alınan sonuçtur. Kuşkusuz her siyasal ideolojinin nihai mihenk taşı pratiktir. Pratikteki başarılar ya da başarısızlıklar o ideolojinin varlığını sürdürmesini sağlar ya da yeniden formüle edilmesi gereksinmesini doğurur. * Bu yazı Yeni Türkiye sayı 25, Ocak-Şubat 1999, ss. 77-81'de yayımlanmıştır.
Bu nedenle de siyasal alanda bir ideolojik çerçevenin tartışılması pratikteki sonuçları üzerinden yürütülür. Ama ben bu yazıda tamamen farklı bir tutum izlemeğe çalışacağım. Liberalizmin, bir ideoloji olarak, pratik üzerinden değil, ontolojik kabulleri üzerinden bir eleştirisini yapmak istiyorum. Her toplum kuramı ve her toplumsal ideoloji gibi liberalizminin gerisinde de birey, toplum ve toplum birey ilişkisinin niteliği üzerinde gizil ya da açık olarak yapılmış ontolojik kabuller bulunmaktadır. Bu ontolojik kabuller büyük ölçüde geliştirilen kuramı ya da ideolojiyi belirlemiştir. Eğer liberalizmin ontolojik kabullerinin her birinin ideolojik sonuçlarının ne olduğunu açıkça ortaya koyabilirsek, bu ontolojik kabullerin değişikliklerinin nasıl farklı sonuçlar yaratabileceği de açıklık kazanacaknr. Böylece de liberalizmin ontolojik kabullerinden kaynaklanan içkin sorunları kolayca görülebilecektir.
2. Liberalizmin Ontolojik Kabulleri Üzerine Liberalizmin birinci kabulü bireye ilişkindir. Bu birey hedonisttir, sadece kendi hazzını en çoğa çıkarmaya çalışır, ikinci kabulü ise topluma ilişkindir. Toplum bu atomistik bireylerin bir arada bulunmasından oluşur. Ayrı bir varlık düzeyi teşkil etmez. Bu iki kabul bir arada ele alındığında görülmektedir ki liberalizm sadece bir tek varlık düzeyi kabul etmektedir. O da birey düzeyindedir. Toplumun ayrı bir varlık düzeyi oluşturduğu kabul edilmemektedir. Toplumsal düzey bireyin seçmeleri, eylemleri sonucunda kendiliğinden oluşandır. Böyle olunca da toplumsal düzeyden, ister yapı olarak, ister ulaşılmak istenilen bir amaç olarak bireyin kararlarını ve seçmelerini etkileyen bir etki gelmemektedir. Bu bireyi seçmelerinde özgür bırakan bir ontolojidir. Önceden tanımlanmış bir toplumsal iyi yoktur. Bireyin özgürlüğünü sınırlamak için de önemli bir neden kalmamaktadır. Bireyin toplum içindeki varlığı diğer bireylerden tamamen kopuk olarak ele alınmaktadır. Diğer bireylerin varlığı sadece bireyin özgür seçmelerini sağlamak amacıyla göz önünde tutulmaktadır. Bu bireyin özgürlüğünün sınırını diğer bireyin özgürlüğü çizmektedir. Başka bir deyişle, diğer bir bireyin varlığı ilişki kurmak için değil, onun dışsallığından korunmak ve ona dışsallık yaratmamak için kabul edilmiş olmaktadır. Bu halde başka bireylerin varlığı adeta ilişkiden kaçınmak için kabul edilmektedir. 262
Toplumsal düzey kabul edilmeyince de devletin varlığı en aza indirgenmekte, işlevi de sadece bu dışsallıkların oluşmasını engellemek, ontolojik kabulleri geçerli kılmak düzeyinde tutulmaktadır.
3. Liberalizmin Ontolojik Kabullerinin EleĢtirisi Üzerine Bir toplum bilim alanının ya da toplumsal ideolojinin ontolojik eleştirisi nasıl yapılabilir? Eleştirinin iki farklı biçimde yapılması olanaklıdır. Bunlardan birincisi gerçeklik bakımından yapılan bir sınamadır. Her bilim alanının ontolojisi gerçeğin soyudanmış bir temsilidir. Dış gerçeklik üzerinde düşünebilmek için böyle bir temsil gerekmektedir. Ama ontoloji bir kez kabul edilerek benimsendi mi dış gerçeğin yerine geçer ve düşünceyi belirler. Toplumların çok karmaşık yapıları karşısında gerçekliğin her yönünü tüm ayrıntılarıyla temsil etme olanaksızdır. Ayrıca çok ayrıntılandı- rılmış ontolojilere dayanarak düşünce geliştirmek de zordur. Bu nedenle genellikle kabul edilen ontolojiler gerçekliğin çok basitleştirilmiş bir temsilidir. Böyle olunca da bu basitleştirilmiş ontoloji üzerine kurulan düşünce de gerçeğin önemli bir kesimini dışlamak durumunda kalır. Bu da bizi ontolojilerin ikinci sınama biçime getirmektedir. Bu halde bir ontolojinin kabulünün ne türde sapmalar yarattığı, hangi tür bakış açılarının dışlandığı gösterilerek bir irdeleme yapılır. Önce liberalizmin ontolojik kabullerinin gerçeğe ne kadar yakın olduğu üzerinde duralım. Liberalizmin hedonist, sadece kendi hazzını en çoğa çıkaran atomistik bireyi insanın gerçekliğinin ne kadar yeterli bir temsilidir? Bu yaşanan gerçekliğin yani insanın çok tek yanlı bir temsili olduğu açıktır. Önce insan atomistik bir birey değildir. İnsanın temel niteliği başka insanlarla ilişki içinde olmasıdır. İnsan toplum içinde var olabilen bir canlıdır. İnsan yaşamdan bir haz alıyorsa, bu kendi içine dönük, sadece insanın biyolojik gereksinmelerinin doyurulmasıyla sağlanan bir haz değildir. Bu hazzın önemli bir kesimi diğer bireylerle olan ilişkilerinin varlığından kaynaklanmaktadır. İnsanın böyle, atomistik değil ilişki içinde bulunan bir insan olduğu kabul edilince de bu insanın salt bencil bir insan olduğunu kabul etmek de imkansız hale gelir. İnsanların bencil bir yanının olduğu belki bir ölçüde savunulabilir bir saptamadır. Ama insanların ilişki içinde olduğu insanların, üzüntülerine, kayıplarına, sorunlarına tamamen duyarsız olduğunu kabul etmek de gerçeğin bir yanını hiç görmemek ve insana haksızlık etmektir.
Ayrı bir toplumsal düzeyin varlığını yadsımak da gerçeği yansıtmak bakımından yetersizlikler doğurmaktadır, insanlar bir toplum içinde yaşamaktadırlar ve karar verirken, eylemlerini seçerken bu toplumsal düzeyin varlığını sürekli olarak göz önünde tutmaktadırlar. İnsanların algıladığı eylem fırsatları ya da sınırlamalar toplumsal düzey tarafından belirlenmektedir. Bu toplumsal düzey içinde belli bir yapı bulunmaktadır. Başka bir deyişle belli bir ilişki kalıbı vardır. Ama bu düzey bireylerin eylemleriyle zaman içinde sürekli değişmektedir. Böyle bir değişmenin yaşanmakta olması bireylerin kararlarında eylemlerinde bu yapıyı göz önünde tutmaması sonucunu doğurmaz. Tersine böyle bir yapının farkında olarak karar verirler, ondan etkilenerek eylem yaparlar. Bu kısa irdeleme gösteriyor ki günlük yaşantımızda bizim algıladığımız toplum ve birey ontolojisi liberalizmin ontolojik kabulleriyle uyum içinde değildir. O zaman önemli bir soru ortaya çıkmaktadır. Liberalizm neden bizim sağduyumuzla uyum içinde olmayan bir ontoloji seçmiştir? Bu sonınun yanıtını ancak liberalizmin ontolojik kabulü yerine bireyi ilişki içinde olarak gören, toplumun da bireyden farklı bir varlık düzeyi olduğunu varsayan, bireyin eylemlerini kararlaştırırken toplum düzeyinin varlığını göz önünde tutan ama bu eylemlerin birikerek toplumsal düzeyi değiştireceğini de kabul eden bir ontoloji benimsendiğinde ileri sürülecek olan siyasal ideolojinin nasıl değişebileceği ortaya konulduğunda açıklık kazanacaktır. Böyle bir çözümleme liberalizmin ontolojisinin sonuçlar açısından, yani ikinci türdeki bir eleştirisi olacaktır. Toplumun ayrı bir varlık düzeyi olarak kabulünün sonuçları üzerinde duralım. Önce böyle bir kabulün tehlikesine değinelim. Bu düzeyin bireyden bağımsız kendi başına bir düzey olarak kabul edilmesi insanın özgürlüğü üzerinde bir baskı kurmak için kullanılabilmektedir. Bu düzey ister insanın seçmelerinden bağımsız bir yapı olarak ortaya konulsun, ister ulaşılması gereken bir amaç olarak formüle edilsin insanı şeyleştirmektedir. Bu şeyleşen insan yaşarken gerçekte daha önceden kendisine toplum tarafında biçilen rolü oynar hale getirilmektedir. Böyle bir ontolojik seçme oto- riterliğe gerekçeler oluşturmaktadır. Oysa liberalizmde olduğu gibi ayrı bir varlık düzeyi olarak kabul edilmezse toplumsal düzen vb. onun yaratığı sorunlar, istenilmeyen yönleri tamamıyla tartışma dışı kalmaktadır. Bu toplumsal düzenin eleştirisi ancak bireylerin seçme özgürlüklerini kullanıp kullanamadıkları açısından yapılabilmektedir, bunun dışındaki eleştiriler için bir dayanak kalmamaktadır.
Oysa burada değinilen iki yönlü sakıncaların her ikisinden de kaçınmak olanağı vardır. Hem bireyin seçme özgürlüğünü koruyan hem de toplum düzeyinin varlığını kabul ederek onu da eleştiri gündeminin içinde tutan bir ontolojik konum olanaklıdır. O da toplumsal düzeyin bireyin seçmelerine bağlı olarak oluşacağını kabul ederek sağlanabilir. Giddens'in yapılanma kuramının gerisinde bulunan ontolojik kabullerde olduğu gibi. Şimdi de biraz atomistik, hedonist birey kabulü üzerinde duralım. Günümüzün hâkim ekonomi yaklaşımı neo-klasik iktisat yazınının arkasında böyle bir kabul vardır. Neo-klasik iktisat çerçevesi içinde marjinal maliyetin fiyata eşit olması halinde ekonominin işleyişinin optimum olacağı yani kaynakların optimum dağılımını sağlayacağı söylenmektedir. Oysa bu optimum anlayışı toplumda gelirin yeniden dağılımını gündem dışı tutan bir "pareto" optimumudur. Bu liberalizmin bireyi temsil biçimiyle yakından ilişkilidir. Oysa bu bireyi ilişki içinde bir birey olarak temsil edersek çok farklı bir sonuca varırız. Bir bireyin yaşamdan aldığı hazzın sadece kendi tüketimine bağlı olmadığını, ilişki içinde olduğu bireylerin tüketiminin de buna katkıda bulunduğunu kabul edersek toplum içinde gelirin yeniden dağıtımına olanak veren yeni optimumlar ortaya çıkar. Toplumdaki eşitsizliği görmezden gelme olanağı kalmaz. Artık liberalizmin ontolojik kabullerine dayanarak eşitsizliği tartışma dışı tutma olanağı bulunamaz. Yeni ontoloji bu konuyu kaçınılmaz olarak gündeme taşır. Toplumdaki gelirin yeniden dağıtımı, sosyal nedenlerle razı olunan bir politika olmaktan çıkar, toplumun etkin işleyişi için gerekli bir müdahale niteliğini kazanır.
4. Son Verirken Günümüzde liberalizm, ideolojisini güçlü olarak savunabilmek için doğal haklar kuramına başvurmaktadır. Bireylerin kimse tarafından kısıtlanmaması gereken hak ve özgürlükleri vardır. Bireyin muduluğu araması ve bunun için uğraş verebilmesi özgürlüklerinin temeli olarak görülmektedir. Devletin varlık nedeni bireylerin bu doğal hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktır. Liberalizmin özgürlüklere bakışı daha çok negatif özgürlükler denilen çerçevede olmaktadır. Sadece dıştan gelebilecek baskıcı yönlendirmelere karşı koruyucu bir özgürleşmedir. Bu özgürleşme anlayışı değişik bakımlardan eleştiri konusu olmaktadır. Bu eleştirilerden biri liberalizmin onto 265
lojisinde toplumdaki bireylerin özgürlüklerini başarıyla kullanabilecek aşağı yukan benzer nitelikleri olduğu varsayılmakta olmasına yönelmektedir. Toplumda güçsüzlerin var olabileceği olasılığı tamamıyla hesap dışı kalmaktadır. Güçsüzleri kendi yetersizlikleriyle baş başa bırakmaktadır. Özgürlüğün bunlar için ne anlama geldiği sorgulanmamaktadır. Bu bakış açısının uzantısında bir başka eleştiri ortaya çıkmaktadır. Özgürlüklerin kullanılması bireyin genelleştirilmiş bir kapasiteye sahibi olması halinde anlamlıdır. Genelleştirilmiş kapasitenin varlığı pozitif özgürlükler diye adlandırılır. Ancak özgürlüğün bu yönünün varlığı halinde negatif özgürlükler anlam kazanır, yararlı hale gelir. Bu genelleştirilmiş kapasite eğitimle elde edilmiş bilgi ve hünerler olabileceği gibi, parasal ya da başka tür kapitalin varlığı, bireyin toplumsal ilişkilerinin yaygınlığı olarak da düşünebiliriz. Bir toplum bireylerinin bu kapasiteleri elde etmesinde fırsat eşitliğini sağlayamıyorsa salt negatif özgürlüklerin savunulması toplumdaki eşitsizliklerin pekiştirilmesi anlamını kazanacaktır. Günümüzde bireyin özgürlüğünü göz ardı eden bir siyasal ideolojinin destek bulması öngörülemez. Bu nedenle günümüzde geliştirilecek siyasal ideolojiler daha kapsamlı yani negatif ve pozitif özgürlükleri bir arada gerçekleştirmeyi amaçlamak durumundadır. Oysa Liberalizmin ontolojisi böyle kapsamlı bir özgürlüğün geliştirilmesine kapalıdır. Kuşkusuz bir siyasal parti söylemi içinde bir yandan liberalizme yer verirken pozitif özgürlüğe de duyarlı kalacağını söyleyebilir. Ama bu eklektik bir söylem olur. Bu nedenle da çok ikna edici olmaz. Oysa burada yapıldığı gibi liberalizmin ontolojik kabulleri eleştirilerek onun yerine ilişki içinde birey ve bireye dayanarak oluşturulmuş bir toplumsal düzeyin varlığını kabul eden bir başka ontolojiden yola çıkan bir siyasal ideoloji geliştirilebilir. Bu ideoloji toplumda daha kapsamlı bir özgürlüğü gerçekleştirirken liberalizmin duyarlı olmadığı eşidik, hakçalık gibi kaygılara da eklektik olmayan yanıtlar verecektir. Günümüzde liberalizmin karşısında özgürlükçü bir başka siyasal ideolojiyi sosyal demokratlar geliştirmeye çalışıyorlar. Avrupa'da son seçimleri kazanarak belli bir başarı da göstermiş bulunuyorlar. Ama gelişen yeni ideolojinin liberalizmden önemli farklar taşıdığı söylenemez. Liberal siyasi partilerin kolayca içerebilecekleri değişikliklere dayanmaktadırlar. Liberalizm karşısında onun tarafından hiçbir biçimde işgal edilemez eleştirel bir konum oluşturamıyorlar. Böyle eleştirel bir konumun elde edilebilmesi için 266
liberalizmin ontolojisini yadsıyarak yeni bir ontolojik kabule dayanarak ideoloji geliştirmek gerekir. Böyle bir ontolojinin kabulü hem iktisat kuramında çok önemli değişiklikler yaratacak, hem de demokrasi kuramında yeni açılımlar getirebilecektir.
CUMHURĠYETĠN ELEġTĠRĠCĠ KONUMUNUN DEMOKRASĠNĠN GELĠġTĠRĠLMESĠNE KATKI OLANAKLARI*
Demokrasi konusunda gelişmiş bir kuramsal çerçeve olmasına karşın cumhuriyet konusunda gelişmiş ayrı bir kuram bulunmuyor. Daha çok cumhuriyetçi bir gelenekten söz ediliyor. Kanımca bunun nedeni her ikisinin de gerçekleştirmeyi amaçladıkları arasında büyük bir ortaklık bulunmasıdır. Eğer demokrasi hiçbir sorunla karşılaşmadan, kolayca, başarıyla uygulanabilseydi, ayrı bir cumhuriyet kavramına gereksinme duyulmayacaktı. Oysa bu gerçekleşemediği için var olan demokrasi pratiğinin eleştirilmesinden kaynaklanan ya da demokrasiye geçişte bir aşama olarak görülen cumhuriyet kavramı ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyet ister var olan bir demokrasi pratiğinin eleştirisi olarak, ister demokrasiye geçişin bir aşaması olarak ortaya çıkmış olsun, içeriğini ve meşruiyetini demokrasiye referansla belirlemektedir. Onun tamamlayıcısı ya da geliştiricisi konumundadır. Ancak demokrasiyle ortak olarak kavranabilir. Öyle ise ortak olan nedir, ayrılık neden ve nasıl yaratılmaktadır? Ortak olan konuların birincisi insanların potansiyellerini gerçekleştirmek için bir topluluk içinde yaşamaları gerektiğinin ve bu topluluk içinde yaşamın sürdürülebilmesi için de bir yönetim işlevine gerek duyulduğunun kabulüdür. İkincisi, bu yönetim işlevinin, siyasal örgütlenme içinde, oluşturulan siyasal kurumlar aracılığıyla, toplumda yaşayan, birbirine siyasal bakımdan eşit kişilerce kolektif bir egemenlik anlayışı içinde gerçekleştirebileceğidir. * Nuri Bilgin: Demokrasi, Kimlik ve Yurttaşlık Bağlamında Cumhuriyet, Ege Üniversitesi Yayınları, İzmir, 1999
Üçüncüsü bu kolektif egemenliğin ancak bir hukuk devleti anlayışı içinde kullanılacak olmasıdır. Dördüncüsü ise böyle bir yönetim işlevinin başarılı olabilmesi için insanların bir topluluk içinde yaşadığının bilincinde olan erdemli yurttaşlar olmalarıdır. Böyle bir toplumda yaşamanın istenilir olduğu ve insan onuruyla bağdaştığı konusunda bir ayrım yoktur. Ayrım bunun uygulanması sırasında çıkan bazı sonuçlara cumhuriyetçilerin razı olmamasından doğmaktadır. Toplum içinde demokrasi benimsenerek, siyasal kurumsallaşması tamamlanıp, işlemeğe başladığında değişik sorunlar ortaya çıkmaktadır. Hizipler oluşmakta, demokrasi bir ayırmacılık pratiği ile özdeşleşebilmekte, azınlıklar üzerinde çoğunluk sultaları kurulmakta vb. birçok olumsuz sonuç ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bu olumsuzlukların demokrasinin içinin boşaltılması, siyasi süreçlerin mekanikleşmesi, anlamlarını ve özelliklerini kaybetmesi sonucu olduğu, bunun demokrasinin kusuru olmadığı söylenebilir. Ama böyle olumsuz sonuçlar ortadayken, bu savunu yeterli olamaz. Sonuçlananın, amaçlanandan çok uzaklaşmasına cumhuriyetçi boyun eğmek istemez, eleştirici sesini yükseltir. Cumhuriyetçilerin eleştirisinde üç nokta ön plana geçer. Bunlardan birincisi baskıya (tahakküm) razı olmamaktır. Cumhuriyetçi siyaseti özgürlük talepleri açısından düşünür. Özgürlük ise tahakküm ile birlikte düşünülemez. Ama içerikleri iyi saptanmış ve ortak olarak kabul edilmiş kuralların varlığını özgürlüğün engeli olarak görmez. Özgürlüklerin baskı altında olmasından anladığı, keyfi bir yönetime maruz olması, kendi seçmelerini başkalarının keyfi iradeleri ve yargılarıyla değiştirmek zorunluluğunu duymasıdır. Bir cumhuriyetçi, şu ya da bu tür bir güçlüye ya da belli bir sosyal gruba boyun eğmek istememektedir. Cumhuriyetçiyi rahatsız eden sadece bir baskının gerçekleşmiş olması değildir, aynı zamanda toplumda bunu yapabilecek potansiyellerin bulunmasıdır. İkinci eleştiri noktası yaşadığı toplum için ortak bir iyinin varlığına ilişkin bir inancı taşımasından doğmaktadır. Cumhuriyetçi geleneğin temelde toplulukçu bir yönelime sahip olduğu söylenebilir, insanlar topluluk içinde yaşadıklarından toplum için iyi olanı kendisi için iyi olanla birlikte düşünecektir. Bu bireylerin seçmelerinden hareket ederek tanımlanmış bir ortak iyidir. Demokratik süreçlerin ortak iyi karşısında bireysel ve grupsal çıkarları gerçekleştirecek biçimde işletilmesine cumhuriyetçi katlanmak istemez. Cumhuriyetçi için herhangi bir iyi insanın değil de, 269
yurttaşın referans noktası olması da bu nedenledir. Yurttaş, ortak iyiyi iç- selleştirmiş olandır. Üçüncü eleştiri noktası kuralların oluşması ve uygulanmasında hukuk devleti normlarına uyulmamasıdır. Bu hukuk devleti normlarının aşın- masındaki iki farklı yöne dikkati çekmek gerekir. Bunlardan birincisi var olan süreçler içinde üretilen kuralların belli grupların çıkarlarının koruyucusu haline gelmesi ve hukuk devletinin bir kanun devletine dönüştürülmesidir, ikincisi ise var olan kuralların kayırmacılık anlayışı içinde keyfi olarak uygulanmasıdır. Bu tür eleştirileri ön plana alan cumhuriyetçi arzuladığı toplumsal işleyişe ulaşmak için nasıl bir yaklaşım önermektedir. Cumhuriyetçinin önerisi demokrasiyi yadsımak olamaz. Onun önerisi sadece devlete verdiği rolde ayrılmaktadır. Liberal demokraside olduğu gibi olabildiğince silikleşmiş bir devlet yerine etkili ve müdahale edebilen bir devlet vardır. Devlet tahakkümsüzlüğü, hukukun üstünlüğünü gerçekleştirecek, ortak iyinin koruyuculuğunu yapacaktır. Tahakkümsüzlüğün gerçekleştirilmesi küçük gruplar içinde garanti altına alınamaz. Desantralize olan bunu garanti edemez. Bu devlete ilişkin gruplar üstü merkezi bir roldür. Bu devletin baskıcı hale gelmemesi için yurttaşların yönetimin yaptıklarına karşı çıkabilmesi yollarının kurulması ve bunun sürekli olarak açık kalması gerekir. Uygunsuz yasalar yurttaşların başvurusu ile ayık- lanabilmelidir. Cumhuriyet geleneğinin böyle bir kalıp içinde tanımlanmasında en kritik olan konu ortak iyinin içinin nasıl doldurulduğudur. Gerçekte ortak iyinin tanımlanmasına göre farklılaşan cumhuriyet biçimlerinden söz edilebilir. Ortak iyinin eşitiik kaygılarına ön planda yer vererek ve toplumlarda çalışanlarca tanımlanacağı kabul edildiğinde sosyalist bir cumhuriyet söz konusu olacaktır. Eğer ortak iyi, demokratik olmayan bir toplumdan demokratik bir topluma geçişin sağlanması olarak düşünülüyorsa bu halde cumhuriyet hükümederi demokrasiye geçiş işlevini yüklenecektir. Hatta daha da öteye giderek ortak iyinin içeriğinin dini buyruklarca doldurulacağı düşünülürse İslam cumhuriyetlerinden söz edilebilecektir. Bu kısa çözümleme açıkça göstermektedir ki ortak iyinin tanımlanması cumhuriyetin ideallerinin tam tersi yönde bir rejime dönüşmesi sonucunu doğurabilecek önemde kritik bir konudur. Eğer ortak iyi insanların seçmelerine bağlı olmadan, onlardan etkilenmeyen bir biçimde ta 270
nımlanırsa.bunun koruyucusu olan devlet de baskıcı bir nitelik almakta, cumhuriyetin tahakkümsüzlük ideali yok olmaktadır. Bir cumhuriyetin, demokrasi idealinin dışında, ortak iyinin kapsamını genişleterek, büyük ölçüde otonom hale gelen bürokrasisi aracılığıyla bireylerin üzerinde baskıcı bir nitelik kazanması halinde, kendisini demokrasi idealleriyle temellenmiş ciddi eleştirilerle karşı karşıya bulacaktır. Bu durumda eleştiri işlevini görmek bakımından demokrasiyle cumhuriyetin konumları yer değiştirmiş olacaktır. Cumhuriyet düşüncesi insanlığın gelişmesi sırasında yönetimi söz konusu olan topluluğun büyüklüğüne göre iki önemli aşamadan geçmiştir. Birinci aşama kent demokrasisiyle ilişkilidir. Bu aşamada mekan olarak ve ilgili insan sayısı olarak, küçük bir topluluk söz konusudur. Doğrudan demokrasi olanaklılığını korumaktadır, ikincisi ulus devlet aşamasıdır. Bu halde çok daha büyük bir topluluk, çok daha büyük mekansal bütünlük söz konusudur. Bu ölçekle ancak temsili bir demokrasiye olanak bulunabilecektir. Her iki aşamada farklı demokrasi pratiğiyle karşı karşıya kalan cumhuriyetçi gelenek farklı eleştiriler geliştirmiştir. Günümüzde ise ulus devlet önemli derecede bir aşınmayla karşılaşmıştır. Küreselleşmeye başlayan dünya yeni bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Artık kent devleti ya da ulus devlet aşamasında olduğu gibi bir mekansal bütünlük, toplumsal bütünlüğü sağlayamamaktadır. Bu mekansal birimde yaşamak diğer kimliklerin yanşamadığı bir üst kimlik oluşturmamaktadır. Ağlar toplumuna geçilen dünyada tek bir anlamlı mekansal bütünlük vardır o da yeryüzünün tümüdür. Bu aşamada dünyanın demokratikleşmesini artık tek tek tüm ulus devletlerin demokrasiyle yönetilmesi olarak düşünmek olanağı kalmamıştır. Yeni bir dünya yönetim biçimi ve demokrasisini düşünmek gerekiyor. Acaba cumhuriyetçi gelenek bu bakımdan yol gösterici olabilir mi? Buna yanıt olarak içeriği sınırlı olarak tanımlanmış dünya için bir ortak iyi ve bunu gerçekleştirecek bir regülasyon sistemi ve her türlü tahakkümün engeli olacak bir denetim mekanizması ve yerel demokrasiler sistemi önerilebilir. Ama bu sistemde sorumluluk geçmiştekinden çok daha uygar, erdemli dünya yurttaşlarına düşecektir. Dünyada cumhuriyetçi ideallerin ancak sivil bir gerçeklik haline gelmesiyle dünya demokrasisi olanaklı hale girecektir.
DÜZENLEMENĠN OLANAKLARI VE SINIRLAMALARI ÜZERĠNE*
1. GiriĢ Özgür bireylerin bir topluluk oluşturarak onurlu ve kaliteli bir yaşam sürdürebilmesinin bu konuda aralarında toplumsal sözleşmeler yapabilmelerine ve bunlara uymalarına bağlı olduğunu biliyoruz. Günümüzün toplumsal sözleşmelerinden en merkezi öneme sahip olanının piyasa kurumu olduğunu söyleyebiliriz. Piyasa kurumunu oluşturan kurallar toplumdaki bireylerin ekonomik ilişkilerini düzenlemektedir. Bireylerin ekonomi alanında seçmelerini yaparken ya da özgürlüklerini kullanırken birbirleriyle ilişkilerini bu kurallara uygun olarak kurmaları halinde iki yararlı sonucun doğması beklenmektedir. Bunlardan birincisi bireyler düzeyindedir, bireylerin ekonomik ilişkilerinin ve sonuçlarının meşru olduğunun kabul edilmesidir. İkincisi ise toplum düzeyindedir, eğer o toplumun bireyleri bu kurallara göre davranırsa, o toplumun kaynaklarının optimum biçimde kullanılacağının ve toplumun en uygun gelişmeyi göstereceğinin başka bir deyişle toplumsal iyinin sağlanacağının beklenmesidir. Bu iki sonuçtan birincisi piyasa kurumunun bir toplumsal sözleşme olmasının doğal sonucudur. Asıl önemli olan ikinci sonuçtur. Bu kurum konusunda bir toplumsal uzlaşmanın varlığı ve uzlaşmanın sürebilmesi için ikinci sonuca ilişkin beklentinin güvenirliğini koruması gerekir. Bu * Mart 1999'da tamamlanan, Dünya Bankası'nca finanse edilen Konut Politikası Geliştirme Çalışması için hazırlanmıştır. Çalışma T.C Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı için Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından hazırlanmıştır.
272
bakış açısı içinde piyasaya güvenirlik günümüzde iki ayrı kanaldan hareketle kurulmaya çalışılmaktadır. Bir yandan bazı kabullerden yola çıkarak kuramsal analizlerle piyasa kurallarına uyulmasının toplumsal iyiyi ortaya çıkaracağı simule edilmektedir. Öte yandan gözlemlerden yola çıkarak, görgül çalışmalara dayanarak piyasa kurallarına uyulan toplumlarda toplumsal iyinin ne ölçüde gerçekleştirildiği araştırılmaktadır. Her ne kadar piyasa kurumunun işleyişinin yetersiz kaldığı yönleri görmezden gelen yaklaşımlar bulunsa da, ister kuramsal çalışmalar olsun ister görgül çalışmalar olsun piyasa kurumunun toplumsal iyinin yaratılmasında birçok bakımdan yetersiz kaldığını göstermiştir. Bu saptamalar piyasa kurumunun yanı sıra onun eksikliklerini giderecek, toplumsal iyiye ulaşılmasını sağlayacak düzenlemelerin (regulation) geliştirilmesini gerektirmiştir. Piyasa nasıl bir toplumsal sözleşme ise düzenlemeler de bir toplumsal sözleşmedir. Meşruiyetini aynı kaynaktan almaktadırlar. Günümüzde toplumsal iyiye ulaşmakta şimdiye kadar üzerinde durduğumuz iki toplumsal sözleşme arasında; Piyasa Mekanizması + Düzenlemeler —> Toplumsal iyi şeklinde bir ilişki öngörülmektedir. Bu ilişki bize belli bir anda bir toplumda ne tür düzenlemelere gereksinme duyulacağının diğer iki değişkene bağlı olarak belirleneceğini ortaya koymaktadır. Bir yandan piyasa mekanizmasının yetersizlikleri değişik gelişme aşamasında ve değişik konjonktürlerde farklı olabilecek ve zaman içinde değişebilecektir, öte yandan ulaşılmak istenilen toplumsal iyi zaman içinde sürekli olarak yeniden tanımlanmaktadır. Böyle olunca da düzenlemeler sürekli olarak yeniden tanımlanmak durumunda kalacaktır. Dünyanın 1970'li yılların ikinci yarısından sonra yaşadığı yeniden yapılanma süreci içinde sloganlaşan düzenlemesizleşme (deregülation) kavramı problemi yanlış olarak ortaya koymaktadır. Burada geliştirilen yaklaşım içinde söz konusu olması gereken bir yeniden düzenlemedir. Bir önceki dönemin toplumsal iyi anlayışına ve piyasanın yetersizliklerine göre oluşturulmuş düzenlemeler toplumun kendisini yeniden üretmesinin engeli haline gelmiştir. Bu düzenlemelerin bir kısmı kaldırılmaktadır. Ama daha az sayıda ve nitelikte de olsa yeni bazı düzenlemelere gerek görülmektedir.
Yeniden düzenleme yerine düzenlemesizleşme teriminin kullanılması piyasa mekanizmasının tek başına yeterli olabileceği konusunda yanlış bir kanıya yol açmaktadır. Bundan daha önemlisi toplumsal amaçlı olarak yapılabilecek müdahaleleri gündem dışına itmek gibi bir ideolojik tutumla yüklü olmasıdır. Oysa yeniden düzenleme düzenlemesizleşmeyi de içeren, toplumsal kaygılara kapalı olmayan daha yeterli bir kavramlaştır- madır. Öyle ise karşılaşılan sorun piyasa mekanizmasıyla eklemlenebilen bir düzenlemenin nasıl tasarlanabileceğidir. Bu çok duyarlı tasarlama işlemi üzerinde nasıl düşünülebileceği bu yazının ana konusu olacaktır. Bunun için bu giriş bölümünde açıklanan yaklaşıma uygun olarak önce piyasa mekanizmasının bir tanımı yapılacak ve ne tür yetersizliklerle karşı karşıya olduğu ve bu nedenle ne tür düzenlemelere gerek yarattığı üzerinde durulacaktır. ikinci olarak toplumsal iyinin nasıl tanımlanabileceği ele alınacaktır. Üçüncü adımda ilk iki adımdaki hazırlığa dayanarak iyi ya da uygun bir düzenlemenin nasıl tasarlanarak uygulamada nasıl etkili olacağı üzerinde durulacaktır. 2. Bir Toplumsal Kurıım Olarak Piyasa ve Yetersizlikleri Üzerine Günümüzdeki piyasa kurumunun insanlığın gelişimi sırasında ortaya çıkan başka kurumsallaşmaların üzerine oturduğu söylenebilir. Bunlardan biri mülkiyet diğeri ise paranın ortaya çıkmış olmasıdır. Piyasa kurumu toplumda bireylerin sahip olduklarını karşılıklı değişimlerini düzenlemektedir. Bir piyasa kurumunun işleyişinde en kritik öneme sahip olan değişken fiyattır. Fiyat piyasada serbestçe toplumdaki aktörlerin sunum- larıyla taleplerini eşitleştirecek biçimde serbestçe oluşmaktadır. Eğer bir toplumda yaşayanlar kendi yapmak istediklerini piyasada oluşmuş bu fiyatları göz önünde tutarak kararlaştırıyor ve uyguluyorlarsa toplumda gerçekleşen üretim ve tüketim kompozisyonunun kaynakların en etkin olarak kullanılmasını sağlayacağı başka bir deyişle toplumsal iyiyi gerçekleştireceği kabul edilmektedir. Piyasa kurumunun bu tür bir toplumsal iyiyi yaratamadığı konusundaki eleştiriler genel olarak dört grup altında toplanabilir. Bunlardan birinci grubu piyasa kuramının başlangıç kabullerinin gerçekleşmediği üzerinde durmaktadır. Bu kabuller; 1) pazarın mükemmel yarışmalı olması, 274
2) üretim faktörlerinin mükemmel hareketliliği, 3) mükemmel serbest ticaretin bulunması, 4) mükemmel bölünebilirliğin varlığıdır. Genellikle bilinmektedir ki ekonomik aktörlerden firmalar monopollaşma ya da oli- gopolleşme ve karteller oluşturma eğilimindedirler, emek de bu eğilimler karşısında örgütlenerek sendikalaşmakta, toplu pazarlıklar yapmayı kurumsallaştırmaya çalışmaktadır. Bu durumda fiyatın piyasada serbestçe oluşması olanağı kalmamaktadır. Bu koşullar altında piyasanın çalışması sapmalara uğramakta, öngörülen toplumsal iyiyi yaratamamaktadır. Benzer biçimde üretim faktörlerinden ne sermaye ne de emek mükemmel hareketliliğe sahiptir. Mükemmel hareketliliğin bulunmayışının bireylerin davranışlarından kaynaklanan nedenleri olduğu gibi, ülke sınırlarının varlığı bu sınırların akışkanlığı engellemesi gibi kurumsal nedenleri de vardır. Böyle mükemmel bir faktör hareketliliği olmadığı için de piyasa kuramının ön gördüğü ülkeler ya da bölgeler arası eşitlik gerçekleşmemektedir. Mükemmel serbest ticaretin varlığı kabulü de mükemmel faktör hareketliliği benzeri eleştirilere konu olmaktadır. Mükemmel bölünebilirlik kabulü ise ekonomideki ölçek ekonomilerinden, kapsam ekonomilerine, yığılma ekonomilerine kadar tüm dışsallıkların yadsınması anlamına gelmektedir. Bu kabul gerçeği yansıtmadığı için ekonomi kuramı içinde kamu malları ekonomisi gibi geniş bir alan ortaya çıkmıştır. İkinci grup eleştiriler piyasa mekanizmasının işleyişindeki karar ölçütlerinin yarattığı sapmalar üzerinde durmaktadırlar. Bu eleştirilerden birincisi bir ürünün, marjinal maliyetin fiyata eşit olacağı noktaya kadar üretilmesi ölçütüne yönelmiştir. Piyasa kuramında bir toplumda bu ölçütü gerçekleştirecek biçimde üretim yapılırsa o toplumda üretim kompozisyonunun en etkin üretim kompozisyonu olacağı kabul edilmektedir. Buna olan temel eleştiri ise fiyatın toplumdaki talebin fonksiyonu olarak oluştuğu, talebin de ülkede gelir dağılımı tarafından belirlendiği noktasından hareket etmektedir. Böylece piyasa mekanizmasının kaynak dağılımına ilişkin etkinlik yargısı o toplumdaki gelir dağılımına bağlı hale gelmektedir. Bir anlamda piyasa kuramının etkinlik iddiası eşitsizliği koruyucu bir nitelik kazanmış olmaktadır. Üretim miktarının marjinal maliyetin fiyata eşitliği ilkesini gerçekleştirecek biçimde saptanması ikinci bir tür eleştiriye konu olmaktadır. Bu eleştiri piyasanın işleyişinde üreticinin ne miktarda üretim yapacağı kararını vermek için marjinal maliyeti hesaplarken, sadece kendi ödedikle 275
rini, yani özel maliyeti dikkate alması, bu üretimin toplumsal maliyetini hesaba katmaması üzerinde durmaktadır. Girişimci kendi üretiminin birçok maliyetini topluma ve çevreye dışlayabildiği için gereğinden fazla üretim yapmaktadır. Bu ise çevre kirliliği ve benzeri bir çok sorunu doğurmaktadır. Üçüncü¿¡rup eleştiri daha çok görgül saptamalardan kaynaklanmaktadır. Sadece piyasa mekanizmasının rasyoneline göre işleyen ekonomik sistemler değişik sıklıklarda ve değişik derinliklerde bunalımlar yaşamaktadırlar. Görgül olarak yapılan bu saptamalar; eksik tüketim, aşırı üretim, KondratiefF döngüleri, hegemonya bunalımları vb. kuramsal analizlerin gelişmesine neden olmuşlardır. Bunlar da piyasa mekanizmasının daha yapısal sorunlarına işaret etmiş olmaktadırlar. Dördüncü grup eleştiriler ise piyasa kurumunun varlığının gerisindeki mülkiyet anlayışının yarattığı sonuçlar üzerinde durmaktadırlar. Piyasa mekanizmasının işleyişinin sonuçları büyük ölçüde bireylerin ya da kuruluşların başlangıçta mülkiyetleri altında tuttuklarına bağlıdır. Bir toplumda piyasa işlemleri sonuçlarının meşru görülebilmesi, bireylerin başlangıç mülkiyetlerinin haklı bulunmasına bağlıdır. Bu nedenle miras hakları, üretim araçları üzerindeki mülkiyetler, mülk sahiplerinin toplumsal sorumlulukları değişik türlerdeki eleştirilere kaynaklık etmektedir. Piyasanın bu dört türdeki eleştirisinin işaret ettiği yetersizlikleri azaltmak ya da ortadan kaldırmak için ne tür düzenlemelere gerek duyulduğu kolayca çıkarsanabilir. Anti tekelci düzenlemeler, veraset vergileri, kamu mallarının üretilmesi, kirleten öder ilkesinin benimsenmesi vb. günümüz toplumlarının benimsediği düzenlemelerdir. Bunların sayısını daha da artırabiliriz. Piyasa mekanizmasını neo-klasik iktisat kuramı içinde savunan analitik yaklaşımlar, biraz önce üzerinde durduğumuz biçimde, ayrıntılı eleştirilere kaynaklık etmektedir. Böyle ayrıntılı eleştiriler piyasa kurumu yanında yer alacak düzenlemelerin mantığına açıklık kazandırmak açısından yararlı olmaktadır. Ama piyasa kurumunun merkezi önemini korumasını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Piyasa kurumunun merkezi önemini koruması piyasa mekanizmasına ilişkin daha genel savunmalardan gelmektedir. Bu tür savunmaların bir kısmı, Nozick örneğinde olduğu gibi, piyasa mekanizmasının negatif insan haklarını gerçekleştirmesine dayandırmaktadırlar. Diğer tür savunmalar temel de piyasa mekanizmasının tümünün araçsal 276
bir değerlendirmesini ön plana almaktadırlar. Piyasa mekanizması içinde yaratıcılığın kışkırtıldığı, bu yolla gelişmenin sağlandığı üzerinde durulmaktadır, Hayek'in analizlerinde olduğu gibi. Piyasanın savunulmasının böyle çeşidenmesi, ondan beklenen işlevlerin çok yönlü olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durumda da bu işlevlerden birisi açısından yapılan eleştiriler onun merkezi konumunu sarsmamakta, bu eleştirilerin ek düzenlemelerle karşılanması yoluna gidilmesini gerektirmektedir. 3. Düzenleme Tasarımına Elverişli Bir Toplumsal İyi Tanımlaması Üzerine Belli bir anda bir sözleşme olarak, düzenleme tasarımının yapılmasının, o anda, o toplumda toplumsal iyinin nasıl tanımlandığına bağlı olduğunu görmüştük. Bu bölümde günümüzde toplumsal iyinin içeriğinin ne olduğu üzerinde durmaktan çok, piyasa kurumuyla eklemlenebilecek bir düzenlemeye olanak verecek bir toplumsal iyinin tanımlanma biçimi üzerinde durulacaktır. Toplumsal iyi değişik biçimlerde tanımlanılabilir. Toplumsal iyi somut, ulaşılması gereken bir hedef olarak dıştan belirlenmişse toplumdaki bireylerin davranışlarının bu hedeflere ulaşacak biçimde önceden belirlenmesi söz konusudur. Bu halde durum bir toplumsal mühendislik uygulaması olacaktır. Bireylerin seçmeleri çok büyük ölçüde yok olmuştur. Birey, toplumda kendisi için daha önce belirlenmiş rolü oynayan bir aktöre indirgenmiştir. Başka bir deyişle şeyleştirilmiştir. Bireye ve onun yaratıcılığına önem veren bir alan kalmamıştır. Bu nedenle piyasa kurumuyla eklemlenebilecek bir toplumsal iyinin tanımlanmasında gelecekte ulaşılacak bir hedef verilmeyecektir. Gelecekte ulaşılacak olanın bireylerin seçmelerine ve yaratıcılıklanna bağlı olarak belirlenmesine izin verecek biçimde tanımlanacaktır. Böyle olunca toplumsal iyi, toplumun gelişmesi sırasında gerçekleştirmesi gereken koşulların ya da performans ölçütlerinin neler olduğu biçiminde tanımlanmak durumundadır. Bu koşullar ve kriterler en genel olarak bir yandan toplumun kendisini sürekli olarak yeniden üretebilmesini sağlamaya, öte yandan insan haklarının yaşama geçmesini ve çevresel değerlerin sürdürülmesini gerçekleştirmeye yönelecektir. 277
4. İyi Bir Düzenlemenin Nitelikleri Üzerine İyi bir düzenlemenin özellikleri üzerinde durabilmek için önce düzenlemenin ayrıntılı bir tanımlamasını yapalım. En genel olarak düzenleme ile toplumdaki yurttaşların, firmaların, kurumların vb. aktörlerin uymaları gerekenleri ortaya koyan toplumun meşru kabul ettiği yollar ve otoritelerce belirlenmiş olan bir dizi araç anlatılmak istenmektedir. Bu araçlar olarak, yasalar, merkezi ve yerel yönetimlerin yönetmelikleri, yönetimce bir işin yapımında meşru görülen süreçler, toplumca benimsenmiş normlar, ablak kuralları vb. olarak sıralanabilir. Düzenlemenin ne olduğunu saptadıktan sonra iyi bir düzenlemenin niteliklerinin ne olacağına geçebiliriz. Düzenlemenin bir toplumsal sözleşme olduğu hatırlanırsa iyi bir düzenleme öncelikle bir toplumsal sözleşme olmanın gereklerini yerine getirmelidir. Bunun için;
278
Düzenleme meşru kanallarla ve güvenilir kurumlar ve kişilerce gündeme getirilmeli, kararlaştırılmalı ve uygulanmalıdır. Düzenlemenin amaçları açıkça belirtilmiş olmalıdır. Düzenlemenin hakça olduğu kolayca kavranabilmelidir. Düzenleme, bu düzenlemeden etkileneceklere açıkça anlatılmış olmalıdır. Uygulaması şeffaf olmalı, uygulamada yöneticilerin takdir hakları dar kalmalı, yurttaşların uygulamaya ilişkin hesap sorma kanalları açık kalmalıdır. Yapılacak düzenlemenin iyi olabilmesi için piyasa mekanizmasıyla eklemlenmesi ve insanların özgür karar vermelerini sağlayarak, yaratıcılıklarını engellememesi gerekir. Bu nedenle; Düzenlemelerin miktarı gerekli en az düzeyde tutulmalı, bireylerin yaratıcılıklarının engeli haline gelmesine izin verilmemelidir. Düzenlemeler basit, açık, uygulaması kolay işlemler halinde formüle edilmelidir. Düzenlemelerin pahası yaratacağı faydaya değmelidir. Bu nedenle ayrıntıdaki denetimleri sağlamak için pahalı düzenlemeler yapma yoluna gidilmemeli, stratejik, etkisi yüksek düzenlemelere gidilmelidir. Düzenlemeler birbirini destekleyen, tutarlı, biri diğerini tamamlayan bir bütün halinde geliştirilmelidir.
Yapılacak düzenlemeler toplumun değişik alanlarını kapsayacaktır. Yöneldiği alanın niteliğine göre geliştirilecek düzenlemelerin özellikleri dc değişecektir. Bu yazının amaçları açısından düzenlemeleri, ekonomik düzenlemeler, toplumsal düzenlemeler, yönetimsel düzenlemeler diye üç grup altında toplayabiliriz. Ekonomik düzenlemeler:
Temelde piyasa mekanizmasının yarattığı distorsiyonları ortadan kaldırmaya, sorunları gidermeye dönük olacaktır. Bunun için genellikle piyasaya giriş ve çıkış koşulları, yarışmanın sağlanması ve fiyat oluşumundaki distorsiyonların giderilmesi üzerinde duracaktır. Ekonomi alanındaki düzenlemeler konusunda çok dikkatli olmak gerekir. Amaçlananın dışında önemli maliyetler etkinlik kayıpları yaratabilir. Örneğin yarışma eksikliği haksız rantlar oluşturabilir, öte yandan yarışmanın sağlanması konusunda aşırı ısrar ölçek ve kapsam ekonomilerinden yararlanmasının engeli haline gelebilir. Bu nedenle ekonomi alanındaki düzenlemelerin sonuçlarının sürekli gözlenerek amaçlarını etkili ve etkin olarak yerine getirip getirmediğinin değerlendirilmesi ve yeniden ayarlanması gerekir. Bir toplumda düzenleme sisteminin piyasa mekanizmasıyla uyumlu olarak geliştirilmesi o toplumda kamu yararının gözardı edilmesi anlamına gelmemelidir. Unutulmamalıdır ki piyasa mekanizması da, kendi meşruiyetini kamu yararını gerçekleştirdiği iddiasından almaktadır. Bu nedenle bir toplumda yeniden düzenlemelere giderken, toplumsal dayanışma, sağlık, eğitim, güvenlik, çevresel ve tarihsel değerlerin sürdürülmesine ilişkin kamu yararını sağlayıcı toplumsal düzenlemelere yer verilmesi kaçınılmazdır. Toplumsal düzenlemelerde; Aşırı detaylı düzenlemeler yapmaktan kaçınılmalıdır. Bu düzenlemelerde başarılmak istenilen performans ölçütleri verilerek uygulamada yaratıcı çözümlere, yeni teknolojik ve organizasyonel buluşlara açık olunmalıdır. Başarılı bir düzenleme yönetimin kamu yararını gerçekleştirme potansiyelini aşındırmakta aranmamalı, tersine geliştirmekte aranmalıdır. Bir toplumda uygulanacak düzenlemelerin ekonomik ve toplumsal amaçlarına ulaşabilmesi için etkili ve etkin, güven duyulan bir yönetimin bulunması gerekir. Bu nedenle yapılacak yönetimsel düzenlemelerde; 279
Yönetimin toplumu yönlendirme kapasitesini geliştirmelidir. Bunun için maliyeti düşürülmeli, halka yüklediği kırtasiye yükü azaltılmalı, toplumdaki kayırmacılığa ve yolsuzluğa kapalı hale getirilmelidir. Günümüzün, karmaşıklığı ve belirsizlikleri artan dünyasında, toplumsal sistemlerin yönlendirilmesinde, hiyerarşik ve sadece önceden belirlenmiş kişilerin söz sahibi olduğu yönetim anlayışıyla sonuç alınamaz, güçlerin ve kapasitelerin yatay ilişkiler içinde bölüşüldüğü yönetişim anlayışına geçmek gerekir. Ancak bu koşullarda sistem değişmelere karşı yeterli yönlendirme kapasitesine kavuşabilir. Düzenlemelerin bir toplumsal sözleşme niteliğinde olması, toplumdaki her bireyin kendiliğinden bu düzenlemelere uyacağı anlamını taşımaz. Bazı düzenlemeler bir kez ortaya konulduğunda buna uyul- mayışında hiçbir bireyin çıkarı yoktur. Bu düzenlemelere "uzlaşım" (convention) diyebiliriz. Bunlar hiçbir baskı gücüne gerek duyulmadan uygulanır. Oysa diğer bazı düzenlemeler vardır ki, onlara uymayan bireyler toplum aleyhine sonuçlar doğuran özel çıkarlar sağlarlar. Bunlar kurumsal düzenlemeler olarak adlandırılır. Uygulanabilmeleri için devletin zorlayıcı işlevlerinin devreye sokulması gerekmektedir. Uygulanması için devletin zorlayıcı işlevlerinin devreye girmesini gerektiren düzenlemelerde, zorlayıcı işlevlerin, şeffaf olarak, çifte standart içermeden, toplumda haklılığı konusunda gelişen yargılara duyarlı kalınarak yerine getirilmesi gerekir. Bu konuda duyarlı olunmazsa tüm düzenleme haklılığını yitirir.
5. Son Verirken Toplumsal mühendislik anlayışıyla, toplumsal iyiye ulaşma yaklaşımlarından uzaklaşarak toplumsal iyiye düzenlemeler yoluyla ulaşmanın arkasında önemli bir yönetim felsefesi değişikliği yatmaktadır. Bunun arkasında bireyin kapasitelerine güven, özne olma taleplerine saygı, çeşitlilik arayışlarına duyarlılık bulunmaktadır. Tüm bu gelişmeler, içine girilen yönetim arayışlarının başarısı için çok iyi yetişmiş, kapasiteleri yüksek, toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan yurttaşın doğmuş olmasına bağlı olduğunu unutmamak gerekir. Bunun için her düzenlemenin, reformun tamamlayıcısı olarak küreselleşen dünyanın yurttaşının yetiştirilmesini içermesi gerekir. 280
KENTSEL ALANLARIN GELİŞMESİNDE DÜZENLEMENİN ÖZELLİKLERİ ÜZERİNE*
1. Giriş Toplumsal yaşamın değişik alanlarındaki gelişmelerin merkezi bir öneme sahip olsa da sadece piyasa mekanizmasının yönlendirmesine bırakılamayacağı, toplumsal iyiye ulaşabilmek için piyasa mekanizması yanı sıra kurumsallaşmış düzenlemelere gereksinme duyulduğu bir önceki yazıda ele alınmıştı. Aynı yazıda zaman içinde bir yandan piyasa mekanizmasının yetersizliklerinin değiştiği, öte yandan toplumsal iyinin yeniden tanımlandığı için düzenlemelerin sürekli olarak gözden geçirilmesi gerektiği üzerinde durulmuştu. Bu yazıda ise özel bir alana inilecek ve kentsel alanların gelişmesinin yönlendirilmesinde ne tür düzenlemelere gerek durulduğu üzerinde durulacaktır. Bunun için önce kentsel arsanın el değiştirmesi ve bu arsalar üzerinde yapılacak yapıların niteliklerinin belirlenmesinde piyasa mekanizmasının yetersizlikleri üzerinde durularak ne tür düzenlemelere gereksinme duyulacağı araştırılacaktır. Daha sonra kentsel alana ilişkin toplumsal iyinin nasıl tanımlanacağı ve ne tür düzenlemelere gereksinme yarattığı araştırılacaktır. En son olarak da bu düzenlemelerin uygulanmasında ne tür yaklaşımların tutarlı olacağı üzerinde durulacaktır. * Mart 1999'da tamamlanan, Dünya Bankası'nca finanse edilen Konut Politikası Geliştirme Çalışması için hazırlanmışar.
281
2. Piyasa Mekanizmasının Kentsel Alanları Yönlendirmedeki Yetersizlikleri Kentsel gelişmede el değiştirmesi söz konusu olan malların taşınmaz olması ve bu taşınmaz malların mekansal yayılımları bulunması yüzünden, kentsel gelişmenin salt piyasa mekanizmasının işleyişiyle iyi sonuç verecek biçimde yönlendirilmesi gerçekleştirilememektedir. Bu alanda piyasa mekanizmasının işleyişinden söz edebilmek için bile daha önceden kurumsallaştınlmış bazı düzenlemelere gereksinme duyulmaktadır. Kentsel gelişmenin piyasa mekanizması içinde gerçekleşmesinden söz edildiğinde düşünülen kentsel arsaların ve bunların üzerindeki yapıların üretilme ve el değiştirme kararlarının piyasada oluşan fiyadara göre verilmesi anlaşılmaktadır. Bu basit tanımlamada bile üzerinde durulmayan gizil bir düzenleme vardır. İster arsa olsun ister arsa üzerinde bulunan bir yapı olsun sahip olunan şeyin ne ve nerede olduğunun toplumda tartışmaya konu olmayacak şekilde belli olması gerekir. Bu ise bir tapu kayıt sisteminin gelişmiş olmasını gerektirir. Ancak bu halde piyasa mekanizması içinde herkesin meşru göreceği bir mülkiyet hakkı ve bu hakkın el değiştirmesi gerçekleşebilir. Kentsel gelişmeyi buradaki tartışmamız bakımından iki aşamalı bir üretimin sonucu olarak düşünmek doğru olur. Modern toplumların kurumsallaşmasıyla uyumlu olarak önce tarımsal topraklar kentsel arsaya dönüşmekte, daha sonra bu arsa üzerinde gerekli kentsel kullanılışların yer alacağı yapılar gerçekleştirilmektedir. Önce kentsel arsa üzerinde duralım. Genel olarak kentin büyümesine paralel olarak tarımsal toprakların bir kısmında arsa üretilmektedir. Tarımsal toprağın kentsel arsaya dönüşümü üç değişiklik getirmektedir. Bunlardan birincisi tarımsal toprağın kentsel kullanışlara uygun büyüklüklere ayrılması, ikincisi bu arsaya ulaşılmasını sağlayacak ve bu arsa üzerinde yer alacak kullanışların gerektirdiği altyapının sağlanması, üçüncüsü ise bu arsa üzerinde yer alacak yapılara ve kullanışlara ilişkin kararların verilmesidir. Bu üç dönüşüm gerçekte piyasa mekanizması içinde parselasyon planı denilen bir düzenlemeyle birlikte gerçekleştirilmektedir. Eğer böyle bir parselasyon planı olmazsa kentsel arsanın değerini bularak alınıp satılması, yani piyasanın işleyişi gerçekleşemez. Bunun nedeni kentsel arsaların birbirine bitişik olarak mekanda yayılımının, liberal özel mülkiyet 282
anlayışı ile bir araya geldiğinde, yarattığı çok yüksek dışsallıklardır. Liberal mülkiyet anlayışına göre bir arsanın altının ve üstünün nasıl kullanılacağı kararının tamamen mülk sahibinin iradesine bağlı olacağı kabul edilmektedir. Ama bir arsa sahibi arsası üstünde, istediği gibi bir yapı yaparsa, bitişiğindeki arsanın değerini birden çok düşürebilecektir. Böyle her an risk altında olan bir malın değişim değeri ise hızla düşer. Ayrıca rasgele yapılmış binaların ortaya çıkardığı bir kentsel doku yaşanmaz hale gelebilir. Tüm yatırım israf edilmiş olur. Böyle olunca arsalar üzerindeki imar haklarının belirlenmesi, geçiş haklarının ya da yolların garanti altına alınması gerekir. Öyle ise bu tür bir parselasyon planlaması piyasa mekanizmasının etkin işleyebilmesi için ön koşul haline gelmektedir. Nitekim kent planlama pratiklerinin ilk yıllarında parselasyon ölçeğinde planlama büyük ölçüde piyasa mekanizmasının işleyişini sağlamak için geliştirilmiştir. Bu tür bir parselasyon planlaması her arsa sahibinin yaratabileceği dışsallıkları ya da emrivakileri denedeyerek piyasa mekanizmasının çalışmasını anlamlı hale getirmektedir. Kentsel arsanın alım ve satımı riski azaltılmış bir ortamda cereyan etmektedir. Parselasyon planlamasının kurumsallaşmasından sonra zaman içinde bir kentsel arsa üzerinde yapılan yapıların ve üzerinde yer alan kullanışların yaratabileceği dışsallıkların çok çeşitli olduğu fark edilmeye başlanmıştır. Bu kullanışların yarattığı gürültü, kirlilik vb. negatif dışsallıklar olabildiği gibi, bir arada bulunma ekonomileri gibi pozitif dışsallıklar da olabilmektedir. Olumsuz dışsallıkların etkisini azaltmak pozitif dışsallıkların etkisini en çoğa çıkarmak için yeni düzenlemeler gelişmiştir. Bunlar kent içinde bölgeleme (zoning) kararlarının verilmesi yoluyla olmuştur. Bu biçimde kentin kapsadığı alanda arazi kullanma ve yoğunluk bakımından düzenlemelere gidilmesi tüm kentin formunu kararlaştıran kapsamlı planlama düzenlemelerinin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Planlama kentin parçalarına ilişkin parselasyon planı yapmaktan çıkarak tüm kent formunu denetleyen bir planlama haline gelmiştir. Bir düzenleme olarak planlamanın niteliği önemli bir biçimde değişmiştir. Farkına varılan dışsallıkların sayısı arttıkça düzenlemelerin çeşidi de çoğalmaktadır. Örneğin her yapının mimarisi ve görünüşü kamusal bir maldır, insanlar mülk sahibinin verdiği kararla gerçekleşen binanın dış görüşünü yaşamları sırasında, oradan gelip geçerken tüketmektedirler. Bu nedenle bir çevrenin görüntüsünü bozan bir yapı orada yaşayanların
yaşam kalitesini etkilemektedir. Bu halde de kamu yararını gerçekleştirmek için yapıların çevre estetiği üzerine etkilerini düzenleyen kurumsallaşmalara talep doğmaktadır. Eğer kentin yeniden yapılanma süreci içinde kentin yapılaşmış kısımlarında mal sahibinin kararıyla eski yapıların yıkılıp yapılması söz konusuysa başka bir tür dışsallık ortaya çıkmaktadır. Eğer o toplumda tarih bilinci gelişmişse, bir kentin tarihi kimliğinin sürdürülmesi toplumsal iyinin tanımı içinde yer almaya başladıysa, böyle tarihi değeri olan bir binanın yıkılması o topluluğun kimliğinden kayıp gibi çok olumsuz bir dışsallık yaratacaktır. Bu nedenle kentin tarihi kimliğinin parçası olan binalar üzerinde mal sahibinin kullanabileceği mülkiyet haklarının toplum yararı adına sınırlanması gündeme gelmektedir. Bu sınırlamayı gerçekleştirecek düzenlemelerin geliştirilmesi ihtiyacı doğmaktadır. 3. Kente İlişkin Toplumsal İyinin Tanımı Düzenlemelerin tasarımı için, yalnız piyasanın yetersizliklerinin saptanmasının yeterli olmadığını, aynı zamunda da toplumsal iyinin tanımlanması gerektiği görülmüştü. Ama bu toplumsal iyinin, piyasa mekanizmasıyla eklemlenebilecek biçimde, bireylerin seçme özgürlüklerini tamamen ortadan kaldırmayan, bireylerin yaratıcılıklarına açık biçimde tanımlanması gerektiği üzerinde durulmuştu. Bir kentin gelişmesi sırasında gerçekleştirilmesi gereken performans ölçütlerinin belirlenmesinin, yukarıda sayılan bu koşulları gerçekleştiren bir toplumsal iyi tanımlaması olduğu ileri sürülebilir. Örneğin havadaki kükürt dioksit miktarının belli bir düzey altında kalması, kentte kişi başına düşen yeşil alan miktarları, kentte yaşayanlara ödeme koşullarına uygun konut sağlanması, kişi başına belli bir miktar su sağlanması bu türdeki performans ölçüderidir. Ama bu ölçütlerin doğrudan mekansal bir içeriği yoktur. O zaman karşımıza bir soru çıkmaktadır. Acaba bir kent için toplumsal iyinin tanımlanmasının mekansal boyutunun tamamen ortadan kaldırılması halinde eksik kalan bir yan kalmaz mı? Böyle bir yan kaldığı kabul edilirse, ikinci bir soru gündeme gelmektedir. O da kentin toplumsal iyisini mekansal içeriği olacak bir biçimde tanımlamaya çalıştığımızda, bu tanımlamanın bireysel seçme özgürlüğünü ve yaratıcılığa açık olmayı ortadan kaldırmadan nasıl yapılabileceğidir? Bunun için değişik yaklaşımlar izle 284
nebilir. Bunlardan en basiti, kentsel alanda korunması gereken tarihsel ya da doğal değerleri de saptamak, bunları aşılmaz veriler olarak almak ama bunlar dışındaki kentsel alanın oluşumunu kişilerin performans ölçütlerini gerçekleştirmeyi gözeten serbest seçmelerine bırakmaktır. Daha karmaşık bir yol, üzerinde kamu alanında uzlaşılmış bir kent formunu mekansal içeriği belirli bir toplumsal iyi olarak görme halinde, ortaya çıkar. Böyle bir yol olarak kent formunun oluşumunu denetlerken bireysel düzeyde seçme özgürlüğünü tamamen ortadan kaldırmayan bir yaklaşım öngörülebilir. Bu halde kent formu ve bu forma ilişkin belli nitelikler toplumsal iyi olarak tanımlanmıştır. Bu formun iskeletini oluşturan altyapı sisteminin oluşturulmasına kesinlik kazandırılarak bu altyapı sisteminin eşiklerini aşmamak koşuluyla bireylerin ve girişimcilerin tercihlerine yaratıcılıklarına açık bir oluşuma izin verilebilir. Burada sıralanan eskiz halindeki bu düşünceler kişilerin yaratıcılıklarını ve seçmelerini ortadan kaldırmadan mekansal içeriği olan toplumsal iyileri tanımlama yolları bulunabileceğini ortaya koymaktadır. 4. Kent Gelişmesindeki Düzenlemelerin Uygulamadaki Özellikleri Üzerine Kentin yapılaşmasında piyasa mekanizmasını olanaklı kılan ve dışsal- lıkları denetieyen düzenlemelerin çok büyük kısmına uymamak konusunda bireysel eğilimler yüksektir. Bu nedenle bu düzenlemelerin uygulanabilmesi için bir kurum olarak düşünülmesi ve buna uymayanları zorlayıcı müeyyidelere sahip olması gerekir. Bir kentsel alanda toplumsal iyiye ulaşmak için ortaya konulacak düzenlemelerin sayısı, piyasa mekanizmasının engellenmek istenilen dışsal- lıklarının çeşidinin artırılmasına, ulaşılmak istenilen toplumsal iyinin tanımlanmasındaki ayrıntıların çoğalmasına bağlı olarak hızla artar. Bu düşünce ekzersizi kaçınılmaz olarak kendi içinde bir aldanmayı taşımaktadır. Piyasa mekanizmasının başarısızlıklarını gören düzenlemeci, kendi düzenlemelerinin başarısızlıklarını aklına getirmemektedir. Piyasanın başarısızlıkları gibi düzenlemelerin de başarısız olması söz konusudur. Düzenlemelerin uygulanmasını, çoğu kez, bürokratik aygıt eliyle, bürokrasiye geniş takdir yetkisi alanları bırakarak yapılmasının ortaya çıkaracağı çok sayıda dışsallık vardır. Bu dışsallıklara bazı örnekler vermek gerekirse; dü
zenlemelerin uygulanmasında takdir hakkını yerinde ve zamanında kullanmayan bir yönetimin, bir girişimcinin büyük kayıplarına hatta yok olmasına neden olması, toplumda kayırmacılığın gelişmesi, haksız rantlar oluşması, hukuk devletinin zedelenmesi, yolsuzlukların yaygınlaşması vb. sayılabilir. Bu yorumlardan sonra ilk ilişki formülasyonunu yenileyerek şöyle yazabiliriz. Piyasa + Piyasa + Düzenleme + Düzenleme —> Toplumsal iyi mekanizması sapmaları sapmaları
Düzenlemelerin uygulanmasının da başarısızlıkları olduğunun kabul edilmesi, sadece piyasa mekanizmasının sonuçlarına razı olunması, toplumsal iyiye ulaşmak arayışından vazgeçilmesi sonucunu doğurmamalıdır. Her toplumda piyasa mekanizmasının ve bürokratik düzenlemelerin başarısızlıklarını birlikte göz önüne alan optimum düzenleme arayışlarına girilmelidir. Her toplumsal iyinin tanımlanmasındaki incelmişlik düzeyi, öte yandan bunun için gerekli düzenlemeler ve bu düzenlemeleri uygulayacak yönetişim sisteminin kapasitesi arasında tutarlılık aranmalıdır. Bu çoğu kez aşırı düzenlemelerden kaçınmak, düzenlemelerin bir toplumsal mukavele olarak oluşmasını sağlayacak katılımcı süreçler içinde ortaya çıkmasını sağlamak, uygulanmasında halkın denetiminin devreye sokulması yoluyla gerçekleşecektir. Böyle esnek bir düzenleme sisteminin oluşturulmasında ilk akla gelen yol toplumda düzenleme kurallarını ve performans ölçüderini ortaya koyduktan sonra toplumun bireylerini projelerini uygulamakta serbest bırakmak ve projeleri bu performans ölçüderini gerçekleştirip gerçekleştirmedikleri bakımından uygulama sonrasında denetlemektir. Oysa kenderdeki imar düzenlemelerinin kurumsallaşması genellikle iki izin aşamasına sahip olmaktadır. Birinci aşamada yapım için bir ön izin verilmekte inşaat bittikten sonra ikinci aşamada kullanış izni verilmektedir. Esneklik sağlamak için yalnız ikinci aşamadaki denetimle yetinilemeyişi kentteki gelişmenin kendine özgü nitelikleri dolayısıyladır. Kentte bir projenin uygulanmasında çok önemli geriye dönülmezlikler ve emrivaki etkileri bulunmaktadır. Örneğin bir kentsel gelişme sırasında bir tarihi değerin ya da doğal değerin zarara uğratılması geri dönülmezliği yüksek kayıplar yaratmaktadır. Bir binanın yapıldıktan sonra düzenleme kurallarına uymadığı için yıkılması önemli ekonomik kayıplara neden olacaktır.
Eğer bu durumdaki yapılar çok sayıdaysa düzeltilemez emrivakiler haline gelecektir. Bu nedenlerle kentin imarına ilişkin düzenlemelerde bir ön izin sistemi gerekmektedir. On izin geciktirici etkiler taşısa da girişimci için de güvenli bir yoldur. Ön izin olmadığı halde yıkım riskiyle karşılaşması, bürokrasinin takdir yetkileri karşısında tamamen savunmasız kalması söz konusu olabilir. Bir kentin imarı konusundaki düzenlemelerin uygulanabilmesi için, bu düzenlemelere uymayan uygulamaların ortadan kaldırılmasını sağlayacak zorlayıcı müeyyidelerle donatılması gerekmektedir. İmar alanındaki düzenlemelerin etkili olabilmesi için bu zorlayıcı yönünün de başarılı olarak düzenlenmesi gerekir. Kuralların aşılmasının geri dönülmez emrivakiler haline gelmesine olanak bırakmamak için bu aşılmalar hakkında kısa süre içinde bilgi sağlayan, aşılmaları ortadan kaldıracak ve bunu zorlayacak kararların kısa sürede verilmesini ve uygulanmasını sağlayacak bir sistemin oluşturulması gerekir. Böyle bir sistemin işletilmesinin bir baskı mekanizması haline gelmemesine özen göstermek gerekir. Bunun için hukuk devleti ilkeleri uygulanmalı, halkın itiraz kanalları sürekli açık tutulmalı, düzenlemelerin aşılmasını engellemekte halkın birbirini denede- mesini güçlendirecek demokratik yollar yeğlenmelidir. 5. Son Verirken Kentsel gelişmenin sadece piyasa mekanizmasına bırakılamayacağı ve kendine özgü nitelikleri dolayısıyla bir düzenleme rejimi gerektirdiğini gördük. Burada yapılan tartışmalar kent planlama anlayışının da bu yeni düzenleme anlayışı paralelinde yeniden tanımlanması gereğini ortaya koydu. Böyle bir yaklaşım içinde kent planlaması bir yönetim tekniği olmaktan çıkarak bir yerel demokrasi projesi haline gelmektedir. Böyle bir projenin başarısının da iyi yetişmiş, kapasiteleri yüksek, toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan yurttaşların varlığına bağlı olduğunu unutmamak gerekir. 287
KENT POLİTİKALARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER*
54. Giriş
Bu yıl (1997) Dünya Şehircilik Günü Kolokyumunu düzenleyen arkadaşlarımız, toplantının teması olarak kent politikalarını seçmişler. Benden de bu konuda bir başlangıç konuşması yapmamı istediler. Başlangıç konuşmaları genellikle kavramlara açıklık kazandırmak, sorunları sınıflamak ve tartışmaların oturtulabileceği bir düşünce zemini oluşturmak işlevi yükleniyorlar. Böyle bir işlevi görebilmek için başlangıçta politika kavramı üzerinde duracağım. Politika kavramının ne tür bir arayış sonucunda ortaya çıktığına ve yapısının ne olduğuna açıklık kazandırmaya çalışacağım. Daha sonra da bu kavramın kentsel alanda uygulanmasının sorunları üzerinde duracağım. 55. Politika Kavramının Nasıl Ortaya Çıktığı ve Geliştiği Üzerine
Bugünkü gelişme aşamasında politika kavramının iki ayırıcı özelliği olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi aydınlanma geleneğiyle, mo- derniteyle yakından ilişkilidir. İnsanın toplumun gelişmesini yönlendirmekte, kendi geliştirebileceği bilimsel bilgiyi kullanabileceğine ilişkin bir inancı içermesidir. Bu bakımdan politika ile plan benzer niteliğe sahiptir. Bu bakımdan bir ayrım yoktur. İkincisi ise bu yönlendirmeyi genel ifadelerle, dolaylı yoldan yapmayı amaçlamasıdır. Yapılan genel seçmelerin * 6-8 Kasım 1997 tarihlerinde, Ankara'da, ODTÜ'de toplanan Dünya Şehircilik Günü 21. Kolokyumunda sunulan bildiri.
288
içeriğinin toplumdaki aktörlerin kendi serbest iradeleriyle verecekleri kararlar ve eylemlerle doldurulacağı varsayılmaktadır. Bu iki özellik hep korunmuş olmasına karşın, politika kavramının içeriği zaman içinde oluşmuştur. Kamu politikalanndan ne anlaşılması gerektiği 1950'li yıllarda politika bilimleri denilen alanın oluşmasıyla yakından ilişkilidir. Bu alanın oluşmasında iki önemli eser önemli rol oynamıştır. Bunlardan birincisi Herbert Simon'un 1945 tarihli "Admi- nistrative Behavior" kitabıdır. İkincisi ise Daniel Lerner ile Harold Lass- vvell'in 1951 tarihli "The Policy Sciences: Recent Developments in Scope and Methods" kitabıdır. Bu kitapların getirdiği bakış açısının arkasında neo-klasik iktisadın ve VVeber'ci geleneğin etkileri bulunsa da temelde We- ber'in ideal tipin rasyonelliğine dayandırılan yaklaşımından bir kopuş ve davranışsal bir bakış açısına geçiş bulunmaktadır. Burada normatif bir rasyonellik arayışından, insanların davranışlarına ilişkin bilgilere dayanan ras- yonalite arayışına geçilmiş olmaktadır. Politikanın ikinci özelliği olarak saydığımız dolaylı olarak yönlendirme amacının başarılabilmesi için böyle bir davranışsal yaklaşıma geçişe gerek vardır. 1960'lı yıllarda özellikle üçüncü dünya ülkelerinde ulusal planlamanın kurumsallaştığı dönemlerde politika kavramının planlamayla ilişkisi yeniden tanımlanmıştır. Bu planlarda genellikle, Türkiye'de olduğu gibi, Tin- bergen'in aşamalı planlama (planning in stages) yaklaşımı uygulanmıştır. Bu yaklaşımda genel kararlardan başlayarak uygulamaya kadar uzanan bir kararlar dizisi oluşturulmaktadır. Stratejiler, politikalar, makro planlar, sek- törel planlar, programlar, projeler bir bütün olarak tasarlanmaktadır. Böyle bir kararlar manzumesi kuruldu mu, kağıt üstünde de olsa genel düzeydeki kararların uygulanması garanti altına alınmış görünmektedir. Böyle bir kararlar manzumesi içinde politikalar yine genel bir karar düzeyine işaret etmektedir. Ama bu kararın gerçekleştirilmesinde toplumun aktörlerinin kendi başlarına verecekleri kararlara güvenilmemekte onların kararları da aynntılı olarak belirlenmektedir. 1970'li yıllarda gelişen normatif anlamlılık ağaçları (normative rele- vance trees) yaklaşımı da benzer bir sıkı bütünlük arayışını içermektedir. Bu yaklaşımda başarılmak istenilen çok genel bir amaç konulduktan sonra bu amacı gerçekleştirecek alt amaçlar saptanmakta kademe kademe somut eylem düzeyine inilmektedir. Böyle amaçtan eyleme kadar uzanan kararlar kademelenmesinde politikalar üst kademelerden birini oluşturmakta 289
dır. Bu yaklaşımda da politika düzeyinde benimsenen hedeflerin gerçekleştirilmesi hiyerarşik bir nedensellikle ulaşılan eylemlerle garanti altına alınmaya çalışılmaktadır. Eylemi gerçekleştirecek olanların bu halde kendi eylemini seçme özgürlüğü kalmamaktadır. İster planlama ister normatif anlamlılık ağaçları yaklaşımında olsun modernist bir yaklaşım egemendir. Her iki yaklaşımın da önem verdiği bütünlük ve iç tutarlılık arayışı modernist yaklaşımın bir özelliğidir. Post- modernizmin moderniteye getirdiği eleştiriler altında bir toplumsal sistemde böyle bir bütünlük öngörüsünün bir gerçekliği yansıtmaktan çok bir varsayım olduğunu ortaya koydu. Günümüzde bir toplumsal sistemin yönlendirilebilirliği bir tür emir komuta zinciri kurularak gerçekleştirilmeye çalışılmıyor. Tersine yatay ilişkiler içinde gerçekleştirilebilen yönlendiricilikler aranıyor. Günümüzde bir toplumun performansını yönlendirmek isteyen politikaların bu amaçlarını aktörlerin eylemlerini ve kararlarını serbest bırakarak gerçekleştirmek durumundadır. Bu halde de ancak dolaylı bir yönlendirme söz konusu olmaktadır. Günümüzde politikalardan beklenenler böyle tanımlanınca, ilk bakışta 1950'li yılların "politika bilimi" anlayışına bir dönüş olduğu kanısı uyanabilecektir. Oysa bu kanı yanıltıcıdır. Günümüzde politikalardan gerçekleştirmesi beklenenler politika bilimini önerenlerin gerçekleştirmek istediklerinden farklıdır. Bu farkı ortaya koyabilmek için Lerner ve Lasswell'in gerçekleştirmek istediği politika bilimi üzerinde biraz daha ayrıntılı olarak duralım. Lerner ve Lasswell 1950'li yıllarda bir politika bilimi kurulması çağrısını yaparken bu bilimin iki farklı yönü olması gerekliliği üzerinde duruyorlardı. Bunlardan birincisinde kamu karar süreçlerinin davranışsal özelliklerini anlama ve açıklamayı ele alması öneriliyordu. İkincisinde ise kamu politikalarının kalitesini geliştirici tekniklerin ve yaklaşımların araştırılmasının gerekli olduğu üzerinde duruluyordu. Günümüze kadar geçen süre içinde iç tutarlılığı yüksek bir politika biliminin geliştiğini söylemek zordur. Ama politikaların kalitesini geliştirmeyi sağlayacak çok sayıda teknik ve yaklaşımlar değişik bilim alanları tarafından geliştirilmiştir. Günümüzde bu konuda geniş bir teknikler ve yaklaşımlar yelpazesine sahip bulunuyoruz. Bu yelpazenin içinde yer alanlar arasında refah ekonomisi, kamu tercihleri teorisi, sistem mühendisliği, sistem teorisi, ekonometri, organizasyon teorisi, programlama, oyunlar
teorisi, simülasyon vd. sayılabilir. Böyle bir listenin incelenmesi politika alanı içindeki yaklaşımlara özgü bir nedensellik anlayışının bulunduğunu ortaya koyması açısından öğreticidir. Genellikle doğa bilimlerinde A B biçiminde bir nedensellik anlayışına dayanan açıklamalar yapılmaktadır. Sosyal bilimlerde de uzun yıllar buna benzer mekanik açıklamalar hâkimiyetini sürdürmüştür. Oysa politika bilimlerinin yaklaşımlarında A "* > B türü bir nedensellik anlayışı bulunmaktadır. Bu şekildeki geri beslemeli (feedback) ilişkilerin ön plana çıkarılması, politika bilimlerinin dolaylı denetim sağlama arayışıyla tutarlıdır. Bu sistem yaklaşımının bir sonucudur. Bir toplumsal sistemin bu türdeki bir geri beslemeli ilişkiler sistemini ön plana alarak yönlendirilmeye çalışılması halinde başarılabilecekler sınırlıdır. Böyle bir yönlendirme sistemi toplumu iki seçenekle karşı karşıya bırakmaktadır. Bunlardan birincisi "kararlı denge" (steady state) halidir. Sistem bunu başarmak için tasarlanmıştır. Bunu gerçekleştiremezse sitemin hangi noktaya varabileceği büyük bir belirsizlik konusu olacaktır. Böyle bir yaklaşım içinde insanlar bir yandan belli ölçüde seçme ser- besdiğine sahip iken, öte yandan sistemin kurgusu onları sistemin performansını belli nitelikte tutacak biçimde davranmaya itmektedir. Kent plancıları bu ilişkiyi belki de en iyi biçimde A. G. VVilson'un entropi mak- simizasyonuna dayanan modellerinde somutlaştırmaktadırlar. VVilson'un modelinde bir yerleşmedeki toplam ulaşım harcamaları ya da kişi başına ortalama ulaşım masrafı verildiğinde kentin en olasılıklı formu hesapla- nabilmektedir. Bu örnek aydınlatıcıdır. Kentte kişiler kendi seçmeleriyle konutlarının yerini belirlemektedir. Ama ulaşım harcamalarına ayırabilecekleri kaynaklann belli bir düzeyde olması belli bir kent formunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Böyle bir model kabul ediliyor ve belli bir kent formunun gerçekleştirilmesi isteniyorsa yapılacak olan ulaşım harcamalarına müdahale etmektir. Bu tür bir müdahalenin istenilen sonucu elde etmek için yeterli olacağı kabul edilmektedir. Bu çözümleme bizi John Friedmann'ın Kamu Alanında Planlama (Planning in Public Domain) kitabındaki saptamasıyla aynı noktaya getiriyor. Friedmann bu kitabında politika bilimlerini küçük değişiklikler yaratmaya dönük, tutucu bir planlama kategorisine yol gösteren bir bilim alanı olarak tanımlamaktadır. Toplumdaki çelişkilerin ve çatışmaların varlığının ve dayanağını bunlardan alan değişmelerin bu çerçeve içinde yeri bulunmamaktadır. 291
1950'li yılların politika bilimleri çerçevesi bu niteliği dolayısıyla günümüzün politika kavramından beklentilerine yanıt verecek durumda değildir. Günümüzün beklentileri doğrultusunda sistemde değişiklik yaratabilmeye açık, daha esnek bir politika anlayışı nasıl kurulabilir? Böyle bir politika anlayışını geliştirebilmek için epistemolojik düzeye dönmek gerekir. Bu konuşmada olduğu gibi, daha başlangıçta, politikanın bilgi temelli bir müdahale biçimi olduğu kabul edilince, epistemolojik pozisyonlara göre politika anlayışının da değişeceği daha başlangıçta kabul edilmiş olur. Bu ilişkiyi açıkça sergileyebilmek için üç farklı epistemolojik konumun ne tür politika anlayışları getirdiği üzerinde duralım. Birinci konum olarak toplum bilimlerindeki pozitivist bir yaklaşımı ele alalım. Bu yaklaşımda toplumların gözlenerek bunların işleyişlerine ilişkin düzenliliklerin genelleştirilmiş bir kural ya da pekin bir yasa olarak ortaya çıkartılabileceği kabul edilmektedir. Bu deterministik bir bilgi anlayışıdır. Böyle bir bilimsel bilgi anlayışı varsa, bu bilgilere dayanarak bazı politika değişkenlerine verilecek farklı değerlere göre toplumun performansının ne olacağının önceden kestirilebileceğine inanılmaktadır. Bu tür bir simülasyon çalışmasına dayanarak elde edilecek sonuçlara göre en uygun politikanın ne olacağı siyasal süreçler içinde saptanabilecektir. Makro ekonomik politika modelleri, Lowry türü kent planlama modelleri bu yaklaşımın örnekleri olarak verilebilir. Lerner ve Lassvvell'in politika bilimi yaklaşımın arkasında bu tür bir bilim yaklaşımı bulunmaktadır. İkinci bir konum olarak sosyal mühendislik ele alışının toplum bilimlere yaklaşımını ele alalım. Birinci konumda toplumun yönlendirilebileceği kabul edilirken, sosyal mühendislik anlayışı bu tür bir yönlendirmeyi yeterli bulmamakta, toplumların önceden belirlenmiş bir amaç doğrultusunda yeniden şekillendirilebileceğini kabul etmektedir. Bu yaklaşıma göre toplumsal düzen önceden tasarlanmakta daha sonra bunun uygulanması için gerekli kararlar alınmaktadır. Bu amacı gerçekleştirebilmek için genelden bireysel eyleme kadar uzanan bir karar kademelenmesi oluşturulmaktadır. 1960'Iı ve 1970'Ii yıllarda gördüğümüz sıkı belirlenmiş şemalarda bu tür bir yaklaşım söz konusudur. Üçüncü konum olarak eleştirel gerçekliği ele alabiliriz. Bu halde toplumda hem pozitivist hem de toplumsal mühendislik yaklaşımları yad 292
sınmaktadır. Bu yaklaşıma göre pozitivizmin gözleme dayanarak toplumda değişmez kurallar olarak saptadığı düzenlilikler gerçekte bize değişebileceği değişmez gösterme işlevini yüklenmektedir. Eleştirel gerçekçilik gözlenenin yinelenmesine dayanan bir nedensellik anlayışından, doğurucu bir nedensellik anlayışına geçmektedir. Bir toplumda gözlenenin gerisindeki doğurucu mekanizmaları açığa çıkarmaya çalışmaktadır. Böyle bir analiz var olanın hem eleştirilmesine, hem de değiştirilmesine olanak vermektedir. Bu yaklaşımda da değişme merkezi bir konuma sahiptir. Ama bu değişme ikinci konumdaki gibi önceden saptanan ve toplumdaki kişilerin eylemlerini önceden belirleyen bir değişme değildir. Bu toplumda kişilerin seçimleriyle her an yeniden belirlenen bir değişmedir. Bilimsel bilginin varlığı nesnel temsilin olanaklılığıyla değil, öznellikler arası uzlaşmayla temellendirilmektedir. Böyle bir yaklaşım benimsendiğinde politika kavramının içeriğini kamu alanında üzerinde uzlaşma sağlanan regülasyon sistemi olarak düşünmek doğru olur. Bu regülasyon sistemi kamu alanındaki uzlaşmalarla oluşacaktır. John Ravvls'ın "hakkaniyet teorisindeki çerçevenin bu bakımdan uygun olacağı düşünülebilir. Kanımca günümüzün demokrasi anlayışına en yakışan politika kavramı bu üçüncü konumun ortaya çıkardığı yaklaşımdır. 3. Politika Tasarımı Üzerine Hangi yaklaşım içinde olursa olsun politika saptanması bir tasarım sorunudur. Bu tasarım problemi, mimarlık ve mühendislik alanlarındaki tasarım problemlerinden farklıdır. Mimarlık ve mühendislik alanında belli koşullar içinde açık seçik belli olan ve çaüşmayan hedefleri gerçekleştirmek için bir tasarım söz konusudur. Oysa politika tasarımı konusunda çok farklı bir durum vardır. Yüksek belirsizliklerin bulunduğu, çatışan hedeflerin hüküm sürdüğü, denetim araçlarının gücünün sınırlı olduğu, sürprizlere açık bir alanda politika tasarlanacaktır. Her politika tasarımı üç alanda gerçekçi değerlendirmeler yapabilmek sorunuyla karşılaşacaktır. Bunlardan birincisi ilgilenilen alana ilişkin değerlerin netleştirilmesidir. Her politika alanının bir normatif yönünün bulunması kaçınılmazdır. Politikanın gerçekleştirmeye çalışacağı toplumsal iyinin ne olduğunun saptanması gerekecektir. Toplumsal iyinin nasıl saptanacağı temel bir demokrasi ve aynı zamanda da bir epistemoloji sorunudur. Pozitivistler için ayrı olarak saptanacak ve daha sonra
araçsal bir rasyonellik anlayışı içinde gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Oysa eleştirel gerçekçi yaklaşım içinde amaç ve araç ayrımının anlamı kalmaz birlikte kararlaştırılması gerekir. Değerler ve araçlar ancak birlikte net- leştirilebilir. Politika tasarımlarının üzerinde durması gereken ikinci önemli konu politikanın bağlamının gerçekçi bir çözümlemesinin yapılmasıdır. Bir politikanın bağlamını iki farklı yönüyle değerlendirmek gerekir. Bunlardan birincisi politika analizi ve tasarımı yapanların içinde bulunduğu ortamdır. İçinde bulunulan zaman, politika araçlarının niteliği, ele alınılan konuya ilişkin bilginin yaygınlığı, sistem içinde etkileri, yayma mekanizmalarının nitelikleri, politika tasarımcısının gerçekçi olarak değerlendirmesi gereken faktörlerdir. Politika bağlamının ikinci yönü dışa dönüktür. Politika önerisinin doğrudan etkilemeyi amaçlamadığı, bir veri olarak kabul ettiği tüm faktörler de politikaların mutlaka göz önünde tutması gereken dış bağlamını oluşturmaktadır. Politika tasarımlarının üçüncü belirleyici faktörünü muhataplarının eğilimleri oluşturmaktadır. Konuşmamın başlangıcından beri politikaların kişilerin eylemleri için bir reçete olmayıp daha çok katalitik etkiler yapmak istediği üzerinde durdum. Politikaların bu tür etkiler yaratabilmesi muhataplarının gayretlerine, iş yapma isteklerine bağlıdır. Bu nedenle politika tasarımını gerçekleştirenler muhataplarının eğilimlerini yakından tanımalıdırlar ve muhataplarıyla eleştirel bir diyalog içinde bulunmalıdırlar. Bu üç faktör alanını görmezden gelen bir politika tasarımcısının başarılı olması beklenemez. Şimdi de bu üç alana ilişkin çözümlemeler yaparken karşımıza çıkabilecek bazı durumlar üzerinde duralım. Bunlardan biri politikaların geliştirildiği ortama ilişkindir. Eğer türbülanslı bir ortam içinde bulunuluyorsa yani toplumda değerler çok hızlı olarak değişiyor ve bir kamu alanı oluşturulamıyorsa böyle bir ortamda politika geliştirmenin bir anlamı ve olanağı yoktur. Bu tür ortamlarda başka türde karar stratejileri uygulanmalıdır. Bunun ayrıntısı üzerinde durmayacağım. Bu konuşmamız bakımından önemli olan politikaların başarısının ancak belli ortamlarda sağlanabileceği saptamasını yapmış olmaktır. Bir sorunun çözülmesinde politika geliştirilmesi söz konusu olduğunda politika tasarımı yapanların bu sorunun çözülebilirliği konusunda ön kabulleri olmaktadır. Oysa karmaşık toplumsal problemlerde bu ka
bulü yapmak zordur. Hınzır problemler (wicked) denilen toplumsal sorunlarda bir çözümden söz etmek zordur. Çünkü sorunun açık bir tanımı yoktur, sorun zaman içinde nitelik değiştirebilmektedir, hangi aşamada problemin ortadan kalktığının ya da nitelik değiştirdiğinin kabul edileceğinin ölçütü belirlenememektedir. Böyle hınzır sorunlar karşısında akılcı politikaların geliştirilmesinde ciddi metodolojik sorunlar bulunmaktadır. Genellikle politika tasarımcılarının politikalarını geliştirirken seçtiği yaklaşımlara baktığımızda bir tür olumluyu seçme sapması taşıdıklarını görürüz. Politika tasarımcıları, bilgi düzeyinin yükseltilmesi, belirsizliğin azaltılması, dengesizliklerin azaltılması vb. nitelikleri sağlayacak biçimde tasarımlarını geliştirirler. Oysa belirsizliklerin, dengesizliklerin de önemli işlevleri olabilir. Hirschmann'ın, Lindblom'ın kuramları bu tür ele alışların olanaklarını ortaya koymaktadır. Dolaylı etkilerden yararlanmak isteyen politika tasarımcıları bu olanakları görmezlikten gelememe- lidir. Politika tasarımı yapanların çözme durumunda kaldıkları önemli bir sorun da geliştirdikleri politikaların başarısının nasıl ölçülebileceği olmaktadır. Bu sorunun yanıtlanmasındaki zorluk politikanın özelliğinden ve dayandığı nedensellik anlayışlarından kaynaklanmaktadır. Eğer politikaların arkasında doğrusal ya da mekanistik bir nedensellik anlayışı bulunsaydı, etkilerini dolayısıyla başarılarını kolaylıkla sınamak olanağını bulurduk. Oysa kişilerin davranışlarını dolaylı etkileşimlerle yönlendirmeye çalışan, bunun için de sistem türü ilişkilerden yararlanan politikaların etkilerini doğrudan gözlemek olanağı bulunamaz. Yapılabilecek olan genellikle sistemin performansını değişik bakımlardan ölçmek ve istenilen sonuçlara ulaşılıp ulaşılmadığını araştırmaktır. Bu ölçüderde bir başarıya ulaşıldığı saptansa bile bu başarının izlenen politikalar dolayısıyla oluştuğunu iddia etmek yolu bulunamaz. Aynı nedenle bir politikanın uygulanmaya başlamasından sonra beklenmeyen sürpriz etkilerle karşılaşılması çok sık rastlanan bir olgudur. Bir politikanın etkilerinin ölçülmesinin güç olması bir politikanın başarısızlığı halinde yeniden tasarlanmasında da ampirik verilere dayanılmasında güçlükler doğurur. Bu nedenle genellikle politika tasarımlarına olan eleştiriler ampirik sonuçlarından çok ön kabullerine yöneltilmektedir. 295
4. Kentsel Politakalar Üzerine Politika konusunda bu genel tartışmayı yaptıktan sonra bu kavramın kentsel alandaki uygulamaları üzerinde durabiliriz. Kent politikaları konusunda değişik türlerde konuşmalar yürütülebilir. Kuşkusuz somut kentsel politikalardan yola çıkan tartışmalar yapılabilir. Ama bu türdeki yaklaşımların kolokyumdaki diğer bildiriler tarafından ele alınacağını düşünerek, ben kentsel politikalar konusundaki konuşmamı da genellikler düzeyinde tutacağım. Bu amaçla da politika tasarımlarının üzerinde durması gereken üç konuyu ele alacağım. Kentsel politikaların amaçları, bağlamları ve muhataplarını çözümlemeye çalışacağım. Önce amaçlar üzerinde duralım. Politika alanında ekonomi paradigmasının hakimiyeti tartışmaların etkinlik (efficiency) ile hakçalık (equity) amaçları üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bu tartışmada bu iki amaç genellikle birbirinin karşıtı olarak ele alınmakta bu ikisi arasında dengenin nasıl sağlanabileceği üzerinde durulmaktadır. Böyle bir ele alış tüm sosyal amaçların bir etkinlik kaybı olarak ya da ekonomik paha olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu bir gerçek olmaktan çok analiz için seçilen yaklaşımın yarattığı bir sonuçtur. Bu iki amaç arasındaki karşıtlık ancak pozitivistik politika bilimleri çerçevesi içinde söz konusudur. Oysa eleştirel gerçekçilik yaklaşımı içinde böyle bir karşıtlık iddiası savunulamaz hale gelir. Ekonomik politikalar alanına ilişkin bu amaç tartışmaları büyük ölçüde kentsel politikalar alanı için de geçerlidir. Çevre hareketinin gelişmesi sonucu Brundtland Raporu diye tanımlanan "Ortak Geleceğimiz" kitabının yayınlanmasından sonra gündeme gelen diğer bir politika amacı sürdürülebilirlik (sustainability) olmuştur. Bu ilke nesiller arası bir hakçalık ilkesidir. Nesiller arası bir hakçalık ilkesinin aynı nesil içindeki hakçalığa duyarsız olamayacağı düşünülürse onu da içermesi gerektiği kolayca kavranabilir. Bu saptama bizi bir başka noktaya getiriyor. Böyle olunca da sürdürülebilirlik hakçalık kavramının kapsamının genişletilmesi olarak düşünülebilir. Bu amacın da etkinliğe göre konumunu bundan önce yapılan tartışma çerçevesinde düşünmek gerekir. Sürdürülebilirlik daha çok yenilenebilir kaynakların kullanılması açısından anlamlı bir amaçtır. Bu da sürdürülebilirliği kentsel politikalar açısından da anlamlı bir amaç haline getirmektedir. Ama kanımca kentsel politikalar için etkinlik, hakçalık ve sürdürülebilirlik yeterli bir amaçlar
çerçevesi oluşturmamaktadır. Bunun ötesinde bir amacın konulması gerekmektedir. Bu amacı Habitat II. Kongresinde Türkiye temsilcileri "ya- şanabilirlik" olarak tanımlamışlar ve kabul ettirmişlerdir. Yaşanabilirlik kısaca insan haklarının kentsel yaşamda uygulamaya kavuşturulması diye tanımlanabilir. Burada ayrıntıya girmeye gerek yok. Ayrıntı için Türkiye Ulusal Raporu ve Eylem Planına başvurulabilir. ikinci olarak kentsel politikaların bağlamı üzerinde duralım. Kentsel politikaların tasarımında etkili olabilecek çok sayıda faktör vardır. Bunların önemli bazıları üzerinde duralım. Bunlardan birincisi kentin sağladığı yüksek dışsallıklardır. Kent bir dışsallıklar mekanıdır. Bu dışsallıklar bir yandan bir kentsel politikanın dayanacağı olumlu dolaylı etkilerin yaratılmasında çok önemli bir etken oluşturabilecektir, öte yandan bir politikanın sürpriz sonuçlarla karşılaşmasının temel nedenlerinden biri de yaratılan negatif dışsallıklar olabilecektir. Bu saptamalar bizi kentsel politikaların büyük ölçüde bir dışsallık denetimi anlamına gelebileceğini ortaya koymaktadır. Dışsallıklar özellikle kentsel politikaların etkinlik amacını gerçekleştirebilmesi bakımından önem kazanmaktadır. Kentsel politikaların bağlamını oluşturmak bakımından önem kazanan ikinci etken kentin bir rantlar alanı olmasıdır. Her kentsel gelişme kentin randar yüzeyinin değişmesi sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Belki bu tek başına önemli değildir. Bu liberalist mülkiyet anlayışıyla bir araya geldiğinde karmaşık bir politika sorunu yaratmaktadır. Hiçbir katkısı olmayan arsa sahibi toplumun yarattığı bu değer artışının sahibi haline gelmektedir. Bunun ise kentsel politikaların hakçalık amacı bakımından kritik bir öneme sahip olduğu açıktır. Kentin bir randar yüzeyi olduğunu görmezden gelen politikalar gerçeğin önemli bir boyutuna gözlerini kapamış olacaklardır. Kentsel sorunların önemli bir kısmının hınzır (wicked) problem olma özelliği politika tasarımlarını sürprizlere açık hale getirmektedir. Çoğu kez kentin bir dönemdeki sorununu çözmek için geliştirilen politikalar belli bir süre için çözüm gibi görülmesine karşın, bir süre sonra uygulamaların sonuçlarının birikmesiyle yeni bir problemin kaynağı haline dönüşebilmektedirler. Bu dönüşümün arkasında birikerek yapılaşma sürecinin ortaya çıkardığı gerçekliğin etkisi bulunduğu kadar, toplumda çevre standartları konusundaki beklentilerin yükselmesinin etkilerini de görmek olanaklıdır. 297
Kuşkusuz kent sorunlarının hınzırlık niteliği kent politikalarının tasarlanmasının karşısında çok ciddi bir tehdit unsuru olarak durmaktadır. Kentsel politikaların bağlamı bakımından etkili bir başka etken çözülmek istenilen kentsel sorunun arkasında bir toplumsal hareketin bulunup bulunmadığı olmaktadır. Eğer arkasında güçlü bir toplumsal hareket varsa kentsel politikalar konservatizme mahkum olmayacak, daha radikal yeniden düzenlemeleri önerebileceklerdir. Üçüncü olarak kentsel politikaların muhatapları üzerinde durmak gerekecektir. İlk bakışta kentsel politikaların muhataplarının kentlerde yaşayanlar olduğunu söylemek doğru bir saptama olarak görülebilir. Oysa bu çok yüzeysel bir saptama olacaktır. Bir kentsel politikanın etkisini kentte mülk sahibi olanlar ve mülk sahibi olmayanlar açısından farklılaştırmak gerekir. Bu gereklilik büyük ölçüde kentin bir rantlar alanı olması yüzündendir. Bu iki grubun çıkarları çoğu kez karşı karşıya gelecektir. Kentsel politikalar bu farklılığı görmezden gelirse önemli eksikliklerle karşılaşacaktır. Kentsel politikaların muhataplarının üzerinde durulması gereken ikinci yönü yurttaşlık bilincinin bulunup bulunmadığıdır. Bir kentsel politikanın başarısı büyük ölçüde muhataplarının yurttaş niteliğini kazanmış olmasına bağlıdır. Yurttaş olmakla kastedilen haklarına sahip çıkabilecek kadar sorumluluklarını yerine getirmek bilincine sahip bulunmaktır. Eğer kentsel politikaların muhatapları yurttaşlık bilincine sahip değilse orada birlikte yaşam kültürü gelişmemiştir, orada uygar bir kentsel yaşam yaratılamaz. Öyle ise eğer yurttaşlık bilincinin gelişmediği bir ortamda bir kentsel politika geliştirilecekse ilk atılacak adım bu bilincin geliştirilmesi olmalıdır. Kentsel muhataplar alanında son olarak üzerinde duracağım konu kentte yaşayanlara kamusal alan öznesi olma yolunun ne kadar açık ya da kapalı olduğudur. Temsili demokrasi mantığıyla siyasal gücün oluşturulduğu tüm kamusal alanın bu güce teslim edildiği bir toplumda kentte yaşayanlar büyük ölçüde piyasa ya da kamu malı tüketicisi olmaya hapsedilmiş olmaktadır. Kamusal özne olma yolu sadece siyasal kanala girenlere bahşedilen bir ayrıcalık olmaktadır. Oysa sivil topluma kamusal özne olma yolunun açıldığı toplumlarda bireylerin kendilerini gerçekleştirme yolları çeşitlenecek ve zenginleşecektir. Kuşkusuz bireylerin kamusal özne olabildikleri ve olamadıkları durumlarda geliştirilebilecek kentsel politikaların içerikleri çok farklı olacaktır. 298
5. Son Sözler Bu bölüme kadar yürüttüğümüz tartışmada gerek politika, gerek kentsel politika alanında olsun kesin bir tanımlama yapmaktan çok, bu alanlar üzerinde düşünmemize, önerilen politikaları irdelememize yardımcı olacak ipuçları verilmeye çalışıldı. Böyle bir konuşmanın sonucunda bu aşama da söylenebilecek olan bu ipuçlarının bu kolokyum süresinde kullanılarak olanaklarının sınanması ümidini ifade etmek olacaktır. 299
BİR DEMOKRASİ PROJESİ OLARAK* YEREL (BÖLGE) PLANLAMA*
1. Giriş Bu incelemede bir demokrasi projesi olarak yerel (bölgesel) planlama konusundaki düşüncelerimi anlatacağım. Bu başlık iki önemli yeniliği ifade ediyor. Birincisi bölge planlaması yerine yerel planlama kavramını önermesidir. Onun için başlığa yerel sözcüğünün yanına parantez içinde bölge kelimesini koydum, ikinci yenilik elitist ve teknisist bir planlama anlayışından kopuşu göstermesidir. Burada önerilen planlamanın demo- kratikleştirilmesinin ötesinde bir şeydir. Demokrasiyle planlamanın özdeşleştirilmesi gereği anlatılmaya çalışılmaktadır. Böyle radikal bir yenilik önermemin arkasında, kuşkusuz benim keyfi seçmelerim bulunmuyor. Dünyanın yaşamakta olduğu dönüşüm böyle bir yeniliği gerekli kılıyor. Yaşanan dönüşüm bir yandan dünyanın nesnel gerçekliğini, öte yandan insanların anlayışlarını ve yaşama bakışlarını değiştiriyor. Bu iki değişim bir araya gelerek var olan bölge planlama anlayışının dönüşmesini gerektiriyor. Yeni bir bölge (yerel) planlama anlayışı önerebilmek için bu yazıda önce varılan bölge planlama anlayışının ne olduğu ve hangi gerçeklikler tarafından belirlendiği üzerinde duracağım. İkinci olarak ise mekansal yapının nasıl değiştiğini ve ne tür temsil sorunları yarattığını ele almaya çalışacağım. Üçüncü adımda ise temsili demokrasinin aşınması ve yönetim anlayışındaki yeniden şekillenmeleri incelemeye çalışacağım. * Bu çalışma 20-22 Ekim 1997\ie İzmir'de düzenlenen 7. Ulusal Bölge Bilimi Bölge Planlama Kongresi'ne sunulmuştur. Planlama TMMOB Şehir Plancıları Odası, 97/1 s. 11-16
Son olarak da bu dönüşümler karşısında bir demokrasi projesi olarak yerel planlamaya nasıl ulaşıldığını anlatacağım. 2. Var Olan Bölge Planlama Anlayışı 1960'lı Yıllarda Nasıl Belirlenmişti? 1960'lı yıllar dünyada refah devleti anlayışının yerleştiği, özellikle üçüncü dünya ülkelerinin gelişmelerini kalkınma planlarının yönlendiriciliğinde gerçekleştirmeleri gerektiğine inanıldığı, bunun paralelinde bir kalkınma iktisadı kuramının geliştiği bir dönemdir. Bölge planlaması da bu genel yaklaşımın doğurduğu bir alt planlama kategorisi olmuştur. Bizim ilgi alanımızda, Türkçede, "bölge" sözcüğü üç ayrı anlamda kullanılmaktadır: Bunlardan birincisi bir kent içinde değişik arazi kullanışlarını göstermek için bölgelemeden söz edilmektedir. Bu halde bölge sözcüğü kentin alt bölümlerini oluşturan mekanları anlatmak için kullanılmaktadır. ikinci tür kullanımda ise Avrupa Topluluğu örneğinde olduğu gibi ulusların bir araya gelmesiyle oluşan birlikler anlatılmak istenmektedir. Dünyanın alt bölümleri kastedilmektedir. Üçüncü tür kullanımda ise bir ülkenin alt bölümleri ifade edilmektedir. Türkiye örneğinde bir kaç ilin bir araya gelerek oluşturduğu bütünlükler olarak tanımlanmaktadır. Bizim burada tartışma konusu yaptığımız bölge bu üçüncü türdeki kullanımıdır. Bu bölge bir ulus devletin ülke altı bir mekanına işaret etmektedir. Bu niteliğiyle tanımlanan bölge kapalı olan bir sistem içinde açık olandır. Bu bölge ülke mekanının alansal farklılaşması (areal differentiation) sonucu oluşmuştur. Hettner ya da Hartshorne paralelinde Neo-Kantist bir anlayışla iç bütünlüğü olan total bir bölge olarak görülmektedir. Aynı yıllarda bir alternatif bakış açısı olarak bölgeye sistem teorisi çerçevesinde de yaklaşılmıştır. Bu halde gerek bölgeyi oluşturan alt birimler ile bölge arasındaki, gerek bölgelerle ülke arasında ilişkilere parça bütün arasındaki mekanistik bir sistem anlayışı ile yaklaşılmaktadır. Bu bölge makro ya da mikro ölçeğe değil, mezo ölçeğe tekabül etmektedir. Böyle bir bölgeye genellikle bir refah devleti anlayışı içinde planlı bir müdahale edilmesi öngörülüyordu. Bu nedenlerle de geri kalmış bölgelerin geliştirilmesi ana sorunsalı teşkil ediyordu. Bu müdahalenin ne türde olacağını ve hangi araçlarla yapılacağını ise ulusal kalkınmacı iktisat paradigması belirtiyordu. Ulusal kalkınmanın mekansal farklılaşması denetim altında tutulmak isteniyordu. 301
Bu müdahaleyi yapacak olan siyasal güç meşruiyetinin temelini temsili demokratik sistemde buluyordu. Temsili demokrasi içinde oluşan siyasal gücün, kamu yararının gereği olarak öngörülen, bölgeler arası gelişmişlik farklılıklarını ortadan kaldırmak için var olan piyasa süreçlerine müdahale ederek, kapitalist sistemin bünyesinde bulunan eşitsiz büyüme eğilimini yumuşatması bekleniyordu. Devletin bu müdahalesinin en doğru biçiminin ne olduğunun saptanmasında ise en genel kapsamıyla sosyal bilim yol gösterecekti. Bunları ise sosyal bilimi bir araç olarak kullanan plancılar saptayacaktı. Planlamaya böyle araçsal rasyonellik mantığı içinde yaklaşınca da planlama elitist olma niteliği kazanıyordu. Türkiye'de de 1960'lı yıllarda bölge planlamaya böyle yaklaşılıyordu. Bölge planlama yapılması konusunda siyasal isteklerin çok canlı olduğu bu yıllarda Türkiye'deki bölge planlama söylemini de bu çerçeve oluşturuyordu. 1960'lı yıllardaki tüm bu çabalar değişik nedenlerle Türkiye'de bölge planlamanın kurumsallaşmasına yetmemiştir. Buna karşın, Türkiye'de bölge planlama çevrelerinde egemen söylem, hâlâ, 1960'ların bu söylemidir. Oysa bu söylemin biraz önce sıraladığımız dayanakları önemli ölçüde erozyona uğramıştır. Bunlar; ulus devletin kapalı bir sistem olması varsayımının aşınması, total bölge anlayışının bir mitos olduğunun anlaşılması, ulusal kalkınma paradigmasının yerini küresel entegrasyon paradigmasının alması, refah devletinin nitelik değiştirmekte olması, temsili demokrasinin yetersiz kalmaya başlaması, bireylerin kamu öznesi olma taleplerinin ortaya çıkması vb. olarak sıralanabilir. Bu değişmelerin bölge planlama konusuna nasıl yansıyacağını düşünerek yeni bir söylemin geliştirilmesi Türkiye'de bölge planlama çevrelerine düşen bir görevdir. 3. Dünyada Mekanın Dönüşümü ve Yeni Temsil Sorunları Günümüz dünyasında mekansal örgütlenmeye ilişkin mekansal gerçekliğin değişmesine rağmen, eski mekansal gerçekliğe uygun olan rep- rezantasyon biçimi korunursa, yeni gerçekliği kavramak olanaksız hale gelir ve yanlış çözümlemelere neden olur. Bu nedenle günümüzdeki gibi böyle önemli dönüşümlerin yaşandığı dönemlerde doğru düşünebilmek için öncelikle yeni reprezentasyon biçimlerini geliştirmek gerekir. Ulus devletler dünyasında bir ulus devletin toprağı (territory) bir kap olarak düşünülüyordu. Bu kap içinde yaşayanların kaderini belirleyen kararların büyük ölçüde bu kap içinde alındığı varsayılıyordu. Dünya da bu
ulus hücrelerin yan yana gelmesinden oluşan bir mekan olarak betimleniyor ya da temsil ediliyordu. Uluslararası ilişkileri çözümlemekte bu temsil yeterli oluyordu. Ayrıca böyle bir dünyada insan ve mal akımları açıklanmaya çalışıldığında mekanın non-isotropik özelliklere sahip olduğu kabul ediliyordu. Yani bir mekandaki davranışsal birimlerin karşılıklı ilişkilerinin aralarındaki uzaklıkla azalması mekanın bir özelliği olarak kabul ediliyordu. 1960'h yıllarda mekanın yan yana gelen hücreler halinde ve non-isotropik olarak temsili toplumsalmekansal analizler için yeterli oluyordu. Bu dönemin mekansal modeli belki de en iyi ifadesini "merkezi yerler ku- ramı"nda buluyordu. Bu mekansal örgütlenme modelinin üç ilginç özelliği bulunuyordu. Bunlardan birincisi bir ulus mekanının tüketici biçimde bölgelere ayrılmasıydı; ikincisi, bu bölgelere ayırmanın bir yerleşmeler ve bölgeler hiyerarşisini içerecek biçimde gerçekleştirilmesi; üçüncüsü ise yerleşmeler arasında belli bir kent ve kır ayrımını içermesiydi. Bu tür bir mekansal temsilin 1990'lı yıllarda yetersiz kalmasının iki önemli nedeni bulunmaktadır: Bunlardan birincisi ülke sınırlarının ya da ülke toprağının (territory) işlevinin ve anlamının değişmesidir. Bir ülkenin toprağının bir kap olarak kavramsallaştırılıp kavramsallaştırılamaya- cağı büyük ölçüde sınırının anlamına bağlıdır. Sınır eğer hiçbir akımı geçirmiyorsa bir ülke bir kap olarak düşünülebilir. Ama ülkelerin sınırlarının niteliği son yıllarda hızlanan küreselleşmeyle birlikte her geçen gün yeniden tanımlanmaktadır. Günümüzde sınırlar artık mal ve kapital akımlarını sınırlamıyor; ama emeğin akımını denetliyor. Bir ülkenin içinde yaşayanların kaderini çoğu kez ülke dışından alınan kararlar belirlemeye başlamıştır. Ülke toprağının sınırlarında sağlanan territorial denetim artık toplumsal denetimi sağlamanın kendiliğinden bir aracı olmaktan çıkmıştır. 1960'ların mekansal temsilinin yetersiz kalmasında ikinci önemli neden, mekanın non-isotropik özelliğinin büyük ölçüde aşınmaya başlamasıdır. Haberleşme ve bilgi aktarımında bu özellik tamamen yok olmuştur. Mal ve insan akımlarında uzaklığın sürtünmesi azalmakta dolayısıyla mekanın non-isotropik olma özelliği zayıflamaktadır. Bu gelişmeler karşısında dünya mekanının ağsal (network) olarak temsili gerçeklik üzerinde daha doğru düşünebilmeye olanak veriyor. Bir ağ düğüm noktaları ve bunları değişik biçimlerde ilişkilendiren akım kanal
larından oluşuyor. Burada ağ denildiğinde iç bağlantıları (connectivity) yüksek bir ağ kastedilmektedir. Yoksa merkezi yerler kuramında da bir ilişki ağı öngörülmektedir; ama bu ağ içinde yerleşmeler arası hiyerarşik bir ilişki söz konusudur. Oysa şimdi ağ denildiğinde böyle hiyerarşik az ilişkili bir ağ değil, yatay ilişkileri gelişmiş bir ağ öngörülmektedir. Ayrıca hem ağsal ilişkilerin biçimi hem de akım kanallarının kapasitesi ve akımın hızı bu mekanın non-isotropik olma karakterini ortadan kaldırıyor. Bu ağsal temsil, mekanı alanlara ayırmıyor. Sadece mekanın değişik noktaları arasındaki ilişkileri gösteriyor. Ben bir mekanın bu biçimdeki temsilinin de yetersiz olduğunu düşünüyorum. Ağsal temsil içinde "yerel" bir noktaya indirgenmiş oluyor. Yerelin kendisi yani mekansal yayılımı analiz dışı kalmış oluyor. Oysa yaşanmakta olan iletişim devrimi yereli yok edemiyor. İnsan ilişkileri içinde yüz yüze ilişkiler hâlâ önemini koruyor. Bu gerçeklik kabul edilince yerel düzeyde uzaklığın önemini koruyacağını kabul etmek gerekiyor. Bu da yerel düzeyde mekanın non-isotropik karakterinin aşınmadığı anlamına geliyor. Yerelin mekansal yayılımı olan bir alan olarak tanımlanmasında yerelin büyüklüğünü bir emek pazarı olma özelliği çiziyor. Eğer emek pazarı bütünlüğünün yerelde yüksek bir iç tutunum sağlamak için yeterli olacağı düşünülürse, yereli kendi kaderini değiştirmekte etkili olabilecek bir aktör olarak kavramsallaştırmak da olanaklı hale gelir. Bu irdelemeler sonrasında günümüz dünyasının mekansal gerçekliği üzerinde düşünebilmek için iki tür temsilin bir arada kullanılmasında yarar olduğu söylenebilir: Bu iki düzeyi yerel düzey ve yerel üstü düzey olarak saptayabiliriz. Yerel düzey emek pazarı alanını kapsıyor. Bir hücresel ya da alansal mekan temsilidir. Yerel içinde mekanın sürtünmesi yani non- isotropik karakteri özelliğini korumaktadır. Yerel üstü düzeyde ise mekanın ağsal temsili kullanılmalıdır. Bu durumda yerel üstünün temsili ile yerelin temsilinin üst üste getirilmesinin ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinde düşünmekte yarar vardır. Bu temsilde "mezo düzey" yok olmaktadır. Yereller arası (intercommunity) kararlı gelişme koalisyonları oluşumu için bir neden kalmamaktadır. Yereller arası gelişme koalisyonları yeni düzende sürekli olarak çözülmekte ve yeniden formüle edilmektedir. Kararlı bir mezo düzey kalmayınca bölge kavramını korumak da zorlaşmaktadır. Onun için bu yazının başlığında "bölge" sözcüğünün yerini "yerel" almıştır. 304
J
Bir ilişkiler ağının bir düğüm noktasının etrafında bir alan ve topluluk (community) olarak betimlediğimiz yerel, merkezi yerler kuramındaki yerelden iki önemli farklılık göstermektedir. Bunlardan birincisi yerelin konumunun artık merkezi yerler hiyerarşisi içinde olduğu gibi değiştirilemez biçimde belirlenmiş olmayışıdır. Bu dönemin yereli konumunu değiştirebilmektedir. Kapasitesini geliştirmesine ve öğrenen bir yerel (learning re- gion) olabilmesine bağlı olarak dünyadaki işbölümü içinde daha önemli bir konuma gelebilmektedir. Yerelin durumunu pazarlık edebilmesi, dünyanın küreselleşmesi ve içine girilen ağ ilişkilerinin sağladığı olanaklar yüzündendir. İkincisi ise merkezi yerler kuramında yereller tüm mekanı hiç boşluk bırakmayacak biçimde kaplarken, burada önerilen temsil biçiminde yereller tüm mekanı kapsamamaktadır. 4. Temsili Demokrasinin Aşınması ve Yönetim Anlayışının Yeniden Yapılanması Bugün var olan yönetim anlayışı ve bunun paralelindeki planlama, anlamını büyük ölçüde ulus devletin belli bir toprağa (territory) egemen olmasından almaktadır. Bugünkü demokratik yönetim anlayışımızın arkasında dört varsayım vardır. Bunlardan birincisi temsil esasına dayanan bir siyasal gücün oluşmuş bulunması; ikincisi, ülke toprağı üzerinde iç bütünlüğü olan bir toplumun varlığı; üçüncüsü, bu topluluğun kamu alanında bir ortak iyi anlayışının ortaya çıkmış bulunması; dördüncüsü, bu güce vergilendirme, zor kullanabilme ve toplumda sorumlulukları dağı- tabilme yetkisinin verilmesidir. Bu dört varsayımdan en merkezi konuma sahip olanı temsili demokrasidir. Günümüzde temsili demokrasinin çok sayıda sorunu vardır. Bunlardan birincisi dünyanın mekansal yapısındaki dönüşümlerle ilişkilidir. Daha önce de üzerinde durduğumuz üzere bir ülkenin toprağını bir kap gibi düşünme olanağı kalmamıştır. Bu toprağın sınırları geçirgendir. Ülke içinde yaşayanların kaderini o ülke dışında başka ülkelerde alınan kararlar belirlemektedir. Oysa bu kararlardan etkilenenlerin onları oylarıyla seçme hakkı yoktur. Bir ülkenin toprağı kapalı bir kap olmaktan çıkınca, temsili demokrasinin meşruiyetinin temellendirilmesinde önemli kavramsal zorluklar ortaya çıkmaktadır. Temsili demokrasinin sorunlarla karşılaşmasında ikinci neden, insanın yerle ilişkisine ait varsayımının önemli ölçüde geçersiz kalmasına ilişkin-
dir. Temsili demokraside her bireyin ulusal sınırlar içinde tek bir noktada yaşadığı varsayılıyor. Bu birey göç ederek ulusal sınırlar içinde yerini değiştirdiğinde de sadece yeni yer ile ilişkili olarak görülmektedir. Oysa günümüzde bir kişinin ulusal mekanda tek noktayla ilişkisi yoktur. Çok noktayla birden ilişkilidir. Oturduğu yer, çalıştığı yer, tatilini geçirdiği yer, sivil toplum kurumu içinde aktif olduğu yer birbirinden çok farklı noktalar olabilmektedir. Oysa günümüzde yerel yönetim seçimlerinde bunlardan sadece birinde oy kullanabilmektedir. Belki bundan da önemlisi, bireyin mekanla ilişkisinin bir noktaya bağlılık olarak kurulmasının yeterli olmayıp, bir güzergah olarak düşünülmesi gerekliliğidir. Günümüzde insanlar bir noktada doğmakta, başka noktalarda eğitilmekte, çalışması sırasında değişik noktalarda yaşamakta, emekliliğini tamamen farklı bir noktada geçirmektedir. Bu yaşam öyküsünün mekansal temsili artık bir nokta değil, güzergahtır. Bu güzergâh zaman zaman ülke sınırlarının da dışına çıkabilmektedir. İnsanın mekanla ilişkisini güzergah olarak düşünmeye başlayınca, temsili demokrasi meşruiyet dayanaklarını kaybetmektedir. Temsili demokrasinin sorunları sadece mekansal organizasyondaki değişiklikten kaynaklanmıyor. Üçüncü olarak ele alacağımız pratikten kaynaklanan temsili demokrasi sorunu, himayeciliktir. Temsili demokrasi siyasal partiler eliyle işletilmektedir. Oysa siyasal parti pratiği pek çok ülkede himayecilik (patron-client relations) yaratmaktadır. Yani iktidar sahipleri siyasal sadakat karşılığında karar yetkilerini yandaşlarına çıkar dağıtmak için kullanmaktadır. Bunu yapmayan iktidar sahipleri kendi partileri tarafından iktidar olmamakla suçlanmaktadır. Eğer bir yerde himayecilik varsa yöneticiler yurttaşları arasında ayrımcılık yapıyor demektir. Bu, temsili demokrasinin temel varsayımlarından biri olan yurttaşların eşidiği varsayımının çökmesi demektir. Böyle bir durumda artık herhangi bir seçimin sonuçlarının meşruiyetinden söz edilemez. Dördüncü sorun ise temsili demokrasilerde karara oy çokluğuyla ulaşılmasından doğmaktadır. Bu konu çok işlenmiştir. Arrow, oy çokluğuyla karar verme yolunun iç tutarlılığı olan bir seçmeler sıralaması yapamayacağını gösterdi. Öte yandan bu karar sisteminin çoğunluk sultası yaratabildiği birçok örnekte ortaya çıkmış bulunuyor. Bu nedenle demokrasi son yıllarda farklılıklara olanak verme rejimi olarak tanımlanmaya başlamıştır. Ayrıca her demokratik rejimin hukuk devleti olması ve insan hak 306
larına saygılı olması vurgulanarak, oy çokluğu ile verilecek kararların alanına sınırlama getirilmeye çalışılmaktadır. Aslında bu sınırlamalar özellikle yeni ve demokrasi kültürünün derinleşmemiş bulunduğu demokrasilerde etkili olmamaktadır. Temelde karar meşruiyetini oy çokluğuna dayandırdıktan sonra siyasal gücü elinde tutanlar bunu sınırlayan uzla- şımları (convention) kendileri için bir ayak bağı olarak görmektedirler. Ayrıca bu nitelikleriyle ve siyasal güce yaklaşımıyla temsili demokrasi, sistemi merkezileştirme eğilimini güçlendirmektedir. Temsili demokrasinin üzerinde duracağım beşinci sorunu, bireyleri özel alan öznesi olmaya hapsetmesi ve kamu alanı öznesi olma yolunu tanım gereği kapamış olmasıdır. Bireyin yaşamına anlam katan, doyum sağlayan kamu öznesi olma alanı, siyaset içine girmeyen bireylere kapanmış bulunmaktadır. Temsili demokrasi yurttaşlara kamusal öznelerin kim olacağını seçme olanağı veriyor. Bu seçim gerçekleştikten sonra ise bu kamusal öznelerin kararlarıyla üretilen kamusal mal ve hizmetleri tüketiyorlar. Ama bu günümüzün insanını doyurmuyor. Bu nedenle artık demokrasi sözcüğü tek başına kullanılmıyor. Hep çoğulcu ve katılımcı nitelemesiyle birlikte kullanılıyor. Birey kendisine kamusal özne olma yolunun açılmasını istiyor. Dünyada yaşanan dönüşümlerin temsili demokrasinin meşruiyetinin temellendirilmesinde yarattığı sorunlar yönetim anlayışının aşınmasına neden olmakta ve bunun yerine yönetişim anlayışı önerilmektedir. Bu sorunlar yalnız yönetim anlayışını değil aynı temeller üzerinde oluşmuş bulunan teknik akla dayanan planlama anlayışını da bir krizle karşı karşıya bırakmaktadır. Temsili demokrasi mekanizmaları içinde oluşan siyasal güç ve onun programı çerçevesinde yönlendirilen yönetim, yetkilerini keyfi olarak kullanmayacak, kamu yararını gerçekleştirecek biçimde rasyonelliği gösterilebilecek kararları vererek kullanacaktır. Plancı da toplum bilimlerini araçsal bir mantıkla kullanarak yönetimin kararlarının rasyonelliğini gerçekleştirmeye yardımcı olacaktır. Bu plancı teknik aklı kullanarak toplumun işlerliğini ve gelişmesini sağlayacak kararları alacaktır. Bu plancı tipinin karşılaştığı bir başka önemli sorun sosyal bilimlere bakış açısının postmodernist eleştirilerden sonra büyük değişiklik geçirmekte olmasıdır. Postmodernizmin iki etkisi olduğu söylenebilir: Post- modernizm benimsenirse bilim büyük ölçüde olanaksız hale gelecektir. O halde de planlama olanaksız hale gelecektir. Bu uç durumun anlamsızlığı
kısa sürede anlaşılmıştır. Ama postmodernizmin özellikle positivist sosyal bilimlere getirdiği eleştiriyi görmezden gelme olanağı yoktur. Var olan sistemi değişmez kabul ederek kestirimler yapabilecek önermeler geliştirmeye çalışan pozitivizmi savunmak çok zorlaşmıştır. Bu nitelikte bir sosyal bilim olmayınca bunun önermelerine dayanarak araçsal rasyonelliği gerçekleştirmek olanağı da kalmaz. Bu plancıları yeni bir yaklaşım aramak zorunluluğunda bırakır. Bu bağlamda eleştirel jjerçekçilih akımı önemli bir gelecek vaat ediyor. Eleştirel gerçekçilik özneler arası uzlaşmaya dayanan bir bilimi olanaklı kılıyor. Toplumda değişebilecek olanı değişmeye açık tutuyor. Toplum için verilecek kararlarda araçsal rasyonellik yerine iletişimsel rasyonelliği (communicative rationality) geçirebiliyor. Bu gelişmeler yönetim anlayışının varsayımları içinde kendisine elitist bir rol biçen plancıyı, yönetişim anlayışına ve iletişimsel rasyonelliğe geçilirken kendisine oydaşma oluşturma, siyasal gücün demokratik oluşumuna katkıda bulunma rolünü yakıştırma durumunda bırakıyor. 5. Nasıl Bir Planlama Yaklaşımı Geliştirilebilir? Bu bölüme kadar yaptığım çözümlemeler bize dünyada mekansal örgütlenmenin dönüştüğünü, yer ve insan ilişkilerinin niteliğinin değiştiğini, temsili demokrasiye dayanan siyasal güç oluşturmanın sorunlar taşıdığını, bilimsel bilginin temellendirilmesinde yeni anlayışların geliştiğini gösterdi. Böyle büyük dönüşümlerin yaşandığı bir ortamda plancılar bu dönüşüm karşısında nasıl bir tavır takınacaklardır? Sanırım plancıların karşısında üç olanaklı tutum vardır: Bunlardan birincisi yaşanan aşınmaları, dönüşümleri görmezden gelerek eski planlama paradigmasını sürdürmeye çalışmaktır; ikincisi ise, bu sorunların üstesinden gelebilecek kapsamlı bir model ya da ütopya üretmek ve onu savunmaktır; üçüncüsü ise toplumda ve planlama pratiğinde yaşanmakta olduğu gözlenen değişmeleri sistemleştirmeye gitmek ve bu yöndeki değişmelerin gerçekleşmesine yardımcı olmaya çalışmaktır. Ben üçüncü tutumu geliştirmeye çalışacağım. Aslında temsili demokrasi önemli meşruiyet sorunlarıyla karşılaşmasına ve ciddi eleştirilere uğramasına karşın, ulus devletlerde siyasal gücü oluşturmanın esas kanalı olmayı hâlâ sürdürüyor. Buna alternatif oluşturacak ve pratikte işlerliği olan yeni bir siyasal güç geliştirme yolu henüz ufukta görünmüyor.
Ama günümüzde sivil toplum kurumları alanında gözlenen gelişmeler yeni yorum olanakları yaratmaktadır. Toplumda özel sektör ve devlet dışında üçüncü türde yeni bir aktör olarak STK'lar ortaya çıkmaktadır. STK'ların her biri bir küçük kamu alanı olarak görülebilir. Topluma bir alanda hizmet üretmek isteyen bir grup insan bir araya gelerek bir konuda oydaşma sağlamakta ve kendi özel alanlarındaki kaynaklarından aktarmalar yaparak görüşbirliğine vardıkları konuyu yaşamda gerçekleştirmektedirler. STK'lar kendi kamu alanlarında görüşbirliği (consensus) sağlama ile siyasal güç oluşturma arasında bir özdeşlik kurmuş oluyorlar. Bu temsili demokrasinin meşruiyetinden daha güçlüdür, çünkü dolaylı olmayan bir yolla, meşruiyet alanı oluşturuyor. STK'lar bu özellikleriyle temsili demokrasinin ülkelere hakim olan siyasal gücü yanında kendilerine meşru faaliyet alanları açmaya çalışıyorlar. Bu iki yolla gerçekleşme olanağı buluyor: Bunlardan birincisi, var olan kamu otoritesinin faaliyet alanları dışında yeni kamu hizmet ve mallan üretme yoluyla oluyor; ikincisi ise varılan kamu otoritesinin faaliyet alanlarında kamu ile ortaklıklar geliştirmek oluyor. STK'lar temsili demokrasiye dayanarak oluşan siyasal gücün karşısında henüz yeni bir alternatif oluşturamıyorsa da onun tamamlayıcısı olarak kendilerini kabul ettirmiş bulunuyor. Yaşamı zenginleştiriyor, çoğulculuğu olanaklı kılıyor, bireylere kamusal özne olma olanağını açıyor. Bunun dışında daha önce de üzerinde durduğumuz üzere özneler arası ile temellendirilen eleştirel gerçekçilik plancılara oydaşma sağladığında, değişebileceği değiştirme yolunu açık tutuyor. Böyle bir bilim anlayışı içinde araçsal rasyonellik tüm dayanaklarını yitiriyor. Rasyonellik ancak iletişimsel olduğunda yani oydaşmaya dayandığında anlam kazanıyor. Tüm bu gelişmeler bir araya geldiğinde yeni bir planlama anlayışı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu planlama anlayışında oydaşma sağlama merkezi bir öneme kavuşuyor. Planlama belli bir kamu alanında oydaşma sağlamaya yöneliyor. Bu ise planlamayı bir demokrasi projesi haline getiriyor. Böyle bir planlamanın dayandığı kamu alanında çatışma ahlakına dayanmaktan çok işbirliği ahlakına geçme önem kazanıyor. Bu işbirliğini öne alan kamu alanında karşılıklı öğrenme süreçleri içinde oydaşmalar ortaya çıkıyor.
........... ......
Eğer planlama anlayışının bu tür bir dönüşüm geçirmekte olduğu saptanıyorsa, bu bakış açısıyla mekansal örgütlenmenin yeni temsil biçimini bir araya getirmek bölge planlamanın yerine neyin geçmekte olduğunu ortaya çıkaracaktır. Mekansal örgütlenmenin temsilinde yerel ve yerel üstü ayrımına gidilmesinin uygun olacağını, yerelin büyüklüğü emek pazarıyla belirlenen, mekanında non-isotropik özelliklerin geçerli olduğu bir topluluk olarak düşünülmesi gerektiğini, yerel üstünün ise ağsal ilişkiler olarak temsil edilebileceğini daha önce görmüştük. Böyle bir çözümleme içinde tanımlanan yerel, bir kamu alanı oluşturması bakımından, bir demokrasi projesi olarak ele alınmaya uygun bir birim oluşturmaktadır. Ağsal olarak temsil edilen yerel üstünün mezo ölçekte ancak geçici gelişme koalisyonları sağlayabileceği için bu düzeyde ancak sorunları çözmeye yönelmiş ad hoc planlama çabalarının bir anlamı olacaktır. Böyle bir yerel planlamanın temelde toplumun demokratikleşme özlemleriyle tutarlı olarak gerçekleştirmesi gereken dört genel hedefi olduğu söylenebilir: Bunlardan birincisi yaşayabilir bir ekonomidir. Bunu dış ve iç ilişkileri bakımından tanımlayabilir, dış ilişkileri bakımından dünya ekonomik sistemiyle bütünleşmiş ve dünyadaki fırsatları algılayabilir hale gelmiş olarak formüle edebiliriz, iç ilişkileri bakımından ise iç bütünlüğünü koruyan bir üretim kültürünü geliştirebilmesi olarak ele alabiliriz. İkincisi yaşanabilir bir çevre oluşturmasıdır. Ekonomik gelişme kaynak kullanma bakımından sürdürülebilir olmalıdır, yaşam destek sistemlerinin işlerliği sürmelidir, ekonomik sistem ile çevre sistemi birlikte bir evrim geçirmelidir. Üçüncüsü öğrenen bir yerel olmasıdır. Bu yenilikçi (innovative) bir kapasite oluşturmasına yani gerekli insani kapasiteyi geliştirmesine ve gerekli altyapıyı kurabilmiş bulunmasına bağlıdır. Dördüncüsü yerelin ilk üç hedefi gerçekleştirmesini sağlayacak bir yönetişim sisteminin geliştirilmesidir. Böyle bir sistemin oluşabilmesi için, bireyin aktif, yani kamu öznesi olmayı yaşamına anlam katan bir faaliyet olarak görmesi gerekir. 6. Son Verirken Son verirken bir noktaya dikkatleri çekmek istiyorum. Bu çalışmada kendimi yerel ile sınırladım, yerel üstü konularına girmedim. Yerel üstüne girmek önemli zorluklar taşıyor. Bir çoklu ağlar sistemi içinde değişik ölçekler için işlerliği olan bir demokrasinin nasıl oluşturulabileceğini düşünmemiz gerekiyor. 310
Aslında küreselleşen dünyada tek bir anlamlı toprak sınırı var. O da dünyanın tümüdür. İşte yer küre ölçeğinde bir regülasyon sisteminin demokratik olarak nasıl oluşturulabileceği, üzerinde düşünülmesi gereken bir başka demokrasi sorunu olarak duruyor. Kuşkusuz bunu dünya ölçeğinde bir ulus devlet gibi düşünmemek gerekir. Bu nedenle regülasyon sistemi ibaresini kullandım. Eğer böyle bir regülasyon sistemi kurulabilirse bir demokrasi projesi olarak yerel planlama da içine oturabileceği bir çerçeve bulacaktır. Kısacası dünyanın gündeminde demokrasiyi yeniden tanımlama sorunu bulunuyor. Buna yanıt bulabilmek için ise yaratıcı düşünceye gereksinme var.
TÜRKİYE KENT PLANLAMASININ YENİDEN KURUMSALLAŞMASINI DÜZENLERKEN DÜŞÜNÜLMESİ GEREKENLER ÜZERİNE*
1. Giriş Yeni bir imar planlama mevzuatının geliştirilmesi Türkiye'nin gündemine girmiş bulunuyor. Böyle bir soru gündeme geldiğinde öncelikle sorulması gereken soru bu değişikliklerin neye dayanarak yapılacağıdır. Birinci yol pratikten yola çıkmaktır. Bu halde var olan yasal sistemin uygulama sırasında yarattığı sorunla gözden geçirilerek, yapılacak değişikliklerin neler olması gerektiği saptanır. Eğer planlama konusunda önemli bir paradigma değişikliği gereksinmesi yoksa bu yol akla yakındır. Ama dünyada planlama konusunda çok önemli yaklaşım değişiklikleri yaşanıyorsa bir ikinci yola başvurmak gerekir, ikinci yol ise paradigma değişikliğini gerçekleştirecek bir yeniden yasal düzenleme yapmaktır. Bunun için de uygulamadaki sorunlardan çok yaşanmakta olan paradigma değişikliğinin gerisindeki nedenleri tanımak ve bunların gerektirdiği düzenlemeleri yapmak gerekir. Günümüzde Türkiye için söz konusu olması gereken durum ikincisidir. Türkiye'de kent planlaması konusunda 1960'lı yıllarda bir paradigma değişikliği yaşanmıştır. Bu paradigma değişikliği kısaca kapsamlı-akılcı (comprehensive- rationalist) planlama olarak adlandırılabilir. Aradan geçen 40 yıl içinde tüm dünya ve Türkiye çok önemli dönüşümler yaşamıştır. Bunlardan konumuz bakımından anlamlı olan bazılarını; bilimsel bilgiye ve onun kestirebilme gücüne bakış açımızın değişmesi, demokra-
* Planlama, TMMOB Şehir Plancıları Odası, 2002/1. s. 4-11
312
siye, yurttaşlığa ve insan haklarına ilişkin anlayışlarımızın yeni derinlikler kazanması ve zenginleşmesi, yönetim anlayışımızın yerini yönetişim anlayışının almaya başlaması, hiyerarşik denetim biçimlerinin göreli öneminin azalması ve yatay, alan türü denetimlerin gelişmesi olarak sıralayabiliriz. Bu gelişmeler sonunda dünyada iletişimsel rasyonelliği ön plana alan müzakereci ya da işbirliğine dayanan planlama yaklaşımları gelişmeye başlamıştır. Türkiye'de yeni bir imar mevzuatı geliştirirken dünyadaki bu gelişmeleri göz önüne alan düzenlemelere gitmelidir. Bu yazıda yeni bir planlama paradigmasına geçişin gerekliliğini göstermek için önce 1960'lı yılların kapsamlı-akılcı planlamasının ne tür bir denetimi gerçekleştirmeye çalıştığı üzerinde durulacak, daha sonra amaçladıklarını neden gerçekleştiremediği üzerinde çözümlemeler yapılacaktır. Bu hazırlıktan sonra 1960'dan günümüze kadar yaşanan değişmeler ve bu değişmeyi kavrayışımızdaki gelişmeler üzerinde, en son olarak da gerçekleştirilmesi gereken planlama paradigması değişiklikleri üzerinde durulacaktır. 2. Kapsamlı-Akılcı Planlama Neyi Gerçekleştirmeye Çalışıyordu? Var olan imar mevzuatının gerçekleştirmeye çalıştığı planlama paradigmasının temel özellikleri şöyle özetlenebilir. Bir kentin formunun sosyo-ekonomik süreçler ve içinde yer aldığı coğrafya tarafından belirlendiği kabul edilmektedir. Bu nedenle bir plancı plan yapmadan önce çok yönlü ve kapsamlı bir araştırma yaparak kentin yirmi yıl sonra alacağı formu kestirmeli/ planlamalıdır. Bu; bütünlüğü ve iç tutarlılığı olan, bozulmadan uygulanması gereken bir plandır. Bu bütünlük ve tutarlılık arayışı her planın bir planlar hiyerarşisi içinde ele alınmasını da beraberinde getirmektedir. Orta büyüklükte bir kentin planlaması nazım plan ve uygulama planı olarak iki kademeli olarak ele alınmaktadır. Nazım plan makro düzeyde kararlar verirken, bunun ayrıntıları uygulama planlarında belirlenmektedir. Tabii metropoliten kentlerde daha üst ölçekteki planlar söz konusu olmaktadır. Bu düşünce biçimi pratikte gerçekleştirilmese de bölge planı ve ulusal fiziki plan kavramlarıyla daha da üst kademelere taşınmaktadır. Bu tür bir planlama anlayışının gerisinde ister kent ölçeğinde olsun, ister ülke ölçeğinde olsun coğrafık mekândaki gelişmeleri bir bütün olarak denetim altına almak arayışı bulunmaktadır.
3. Bütünlük Arayışı Üzerine İrdelemeler Böyle bir planlama anlayışının geçerliliği iddiası kavramsal düzeyde yapılan bazı varsayımlara dayanmaktadır. Bu tür bir total denetime dayanan bir planlama anlayışının gerisindeki en kritik kavram bütünlük ya da yüksek derecede iç belirleyicilik ve tutarlılık olmaktadır. Kent plancıları arasında bütünlüğün mitoslaştırılması tek bir varsayımdan kaynaklanmamaktadır. Değişik plancıların değişik nedenlerle bütünlük kavramına sahip çıktıkları söylenebilir. Bu nedenle planlamada bütünlük arayışı aşırı olarak belirlenmiştir (overdetermined). Bu değişik nedenleri teker teker ele alalım. Bütünlüğün yüceltilmesinin gerisinde mimarlık ve planlama pratiklerinin farklılaşmadığı dönemden kalan bir eğilim vardır. Mimarlığın total tasarım eğilimleri kenti adeta bir obje gibi tüm olarak tasarlamak biçiminde planlama pratiğine sızmıştır. Bir kentin bir plancı tarafından total tasarımının yapılmasının ve kentte yapılan her şeyin buna göre şekillenmesinin gerekliliği nasıl savunulabilir? Kent planlama tarihi bize bu yaklaşımın iki farklı yolla meşrulaştırıldığını göstermektedir. Bunlardan birincisi ilahi bir vizyona ya da kozmolojiye dayandırmaktır. Örneğin eski uygarlıklardaki kentlerinin planlaması böyle gerekçelendiriyordu. Siyasal gücün ilahi olarak temellendirildiği dönemlerde bu pekâlâ olanaklıdır. Ama modernite sonrasında böyle bir gerekçe anlamını yitirir. Modernite sonrasında böyle bir total tasarımı gerekçelendirmede ilahi vizyonun yerini belli bir dönemde estetik almıştır. Modernite sonrasında kentin total tasarımını estetikle temellendirme değişik bakımlardan eleştiri konusu olmaktadır. Bunlardan biri alt ölçeklerde bir ölçüde geçerli olabilecek estetik argümanının üst ölçeklerde tamamen desteğini kaybetmekte olmasıdır. İkincisi ise kenti biçimlendirmekte, modernite sonrası birbirinden bağımsız olarak tanımlanan bilim, etik ve estetik alanlarından birine öncelik verilip diğerlerinin geri plana itilmesinin dayanaksızlığıdır. Modernite döneminde planlamanın dayanağını büyük ölçüde bilimden aldığı hatırlanırsa bütünlük arayışının gerisinde bilimsel dayanaklar bulmak gerekir. Bütünlük değişik dönemlerde farklı bilimsel geleneklerden kaynaklanan gerekçelere dayanarak savunulmuştur. Coğrafyada Neo- Kantist paradigmanın egemen olduğu dönemlerde bütünlük coğrafyanın idiografık bir bilim olmasına dayandırılmıştır. Bu bakış açısı içinde her bölge ve her kent diğerinden ayrı, diğerine benzemez olarak görülmekte314
dir. Bu farklılık kent ya da bölge geliştiğinde de sürecektir. Bu farklılığı yaratan ve sürdüren neden aynı zamanda bütünlüğü de üretmektedir. Yapılan analizler sonunda elde edilen bilgilere dayanılarak gerçekleştirilecek bir sentez sonunda bu farklılığı yaratan ideaya ulaşılacaktır. Bu sentez gerçekleştiğinde kentin gelişmesi de aynı ilkelere göre bütünlüğünü yitirmeden planlanabilecektir. 1960'h yıllarda Türkiye'de hâkim olan planlama anlayışının gerisinde böyle bir coğrafya anlayışı bulunuyordu. ikinci bir bilimsel açıklama yolu Darwin'in Türlerin Kökeni"n\ yayımlamasından sonra sosyal bilimlerde nedensellik ya da açıklayıcılık şemalarının Newton fiziğinin mekanistik açıklamalarına benzerlikten kurtularak, biyolojiden esinlenen açıklamalara yer vermeye başlamasıyla yakından ilişkilidir. Bu tür açıklamalarda kente bir organizma olarak bakılmış, kende kent parçaları arasındaki ilişkiler bir organizmayla organı arasındaki ilişkiler halinde ele alınmıştır. Tabii ki böyle bir bakış açısı daha başlangıcında bir bütünlüğün varlığını kabul etmiş olmaktadır. Aynı zamanda da bu bütünlüğün bozulmasının bir anomali ya da bir distorsiyon olarak görülmesi sonucunu doğurmaktadır. Üçüncü bir bilimsel yaklaşım kentlere evrensellik iddiasına sahip kes- tirimde bulunan (predictive) kuramlarla yaklaşmaktır. Bu genel kategori içinde çok değişik türde kuramlardan söz edilebilir. Bunlardan en eskileri ve üzerinde en çok konuşulanı Şikago Okulu'nun sosyal ekoloji anlayışı içinde ileri sürdükleri kent formuna ilişkin morfolojik kuramlar olmuştur. Bu kuramlar günümüzde mekânı tek belirleyici hale getirmesi ya da fetişleştirmesi açısından çok eleştirilmesine karşın zamanında çok etkili olmuştur. Kent formuna ilişkin olarak evrensel geçerliliği olan bir kesti- rimde bulunduğu için de plancılara çekici gelmiştir. Böyle evrensel geçerliliği olan bir kestirimde bulunmak kaçınılmaz olarak bir bütünlük iddiasını taşımaktadır. Tabii ki burada verilen üç farklı bilimsel açıklama yaklaşımı çok şematiktir. Bunlara göre önemli farklılıklar içeren, bütünlük açısından daha esnek anlayışlara sahip daha başka kuramlar ve modeller vardır. Ama buradaki tartışmamız açısından bu basit şematik ele alışların yeterli olacağını düşünüyorum. Bu kısa tartışma gösteriyor ki kent planlamasında bütünlük arayışının gerisinde değişik kaynaklardan gelen aşırı bir belirlenme bulunmaktadır. 315
2. Bütünlük Arayışını Ön Plana Alan Kapsamlı-Akılcı Planlamanın Gerçekleştirmeye
Çalıştıkları 1960'lı yıllarda hâkim olan kapsamlı-akılcı planlamanın başarısının ne olduğunu değerlendirebilmek için öncelikle bu planların neyi gerçekleştirmek istediğine netlik kazandırmak gerekir. Başarılmak istenenleri de makro ve mikro düzeyde olarak ayrı ayrı ele almakta yarar vardır. Zaten bu dönemin planlarının nazım plan ve uygulama planı diye iki farklı düzeyde hazırlandığı hatırlanırsa bu ayırımın nedeni de açıklık kazanır. Genellikle yapıldığı dönemden yirmi yıl sonraya kadar olacak olan kentsel gelişmeyi tam olarak denetlemeyi amaçlayan plan makro düzeyde neyi gerçekleştirmeye çalışmaktadır? Tabii ilk olarak bir bütünü gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Ama bütünlüğün gerçekleştirilmesinin neyi sağlayacağı, bir üst bölümde gördüğümüz bütünlük iddiasının neye dayandırıldığına ilişkin kabullere bağlı olacaktır. Bir üst iradeyi, estetiği, o yerleşmenin kimlikli kalmasını, anormal olmayanı, kaçınılmaz olanı gerçekleştirecektir. Bu düzeyde bir planlamanın gerçekleşirken ortaya çıkaracağı bazı sonuçların da bulunduğunu unutmamak gerekir. Bunlar pozitif dışsallıklar sağlarken, negatif dışsallıklardan kaçınmak, doğa ve tarihi değerlerin korunmasını sağlamak, kentin gelişmesine ilişkin beklentileri stabilize etmek, vb. olarak sıralanabilir. Ayrıca tüm bu amaçlara yönetimlerin kentsel gelişmeye müdahalesinin hukuki belgesini oluşturmayı da eklemek gerekir. Mikro düzeyde gerçekleştirmeye çalıştıkları ise, her yaşam çevresinin belli bir ya da uyumlu (negatif dışsallık yaratmayan) arazi kullanımı türlerinde kalmasını sağlamak, her taşınmaz (arsa ve bina) sahibinin yatırımının değerini emrivakiler karşısında korumak, yaşam çevrelerinin standartlarının belli bir düzeyde gerçekleşmesini sağlamak, bu yaşam çevrelerinde yaşayanların altyapı ve kamu hizmetlerine ulaşmasını gerçekleştirmek olarak sayılabilir. 3. Kapsamlı-Akılcı Planlama Neden Yetersiz Kaldı?
Bu amaçları gerçekleştirmek için yapılan kapsamlı-akılcı planlamanın yetersiz kalmasının kuramsal gelişmelerden ve pratikteki başarısızlıklardan kaynaklanan nedenleri var. Önce kuramsal düzeyde olanlar üzerinde duralım. Bunlardan en önemlisi bütünlük kavramının ve buna bağlı olarak total denetim isteklerinin dayanaklarını yitirmesidir.
Kentin planlamasının bütünlük kavramının dayanaklarında önemli aşınmalar vardır. Makro form düzeyinde ilahi bir vizyona, estetik kaygılara, Neo-Kantist bir coğrafya anlayışına, organik analojilere dayanarak bütünlük iddiasında bulunulamaz. Tek dayanılabilecek sav kentin 20 yıl sonraki formunun kestirilebilirliği olabilir. Tabii ki Şikago Okulu'nun morfolojik kuramlarının geçerliliğini ve kestirilebilirliğini iddia etmek olanaksızdır. Buna göre çok daha esnek kent formunu kestirmeye yarayacak Lowry ve benzeri simülasyon modelleri de kaos kuramındaki gelişmelerden sonra dayanaklarını yitirmişlerdir. Kentlere kendi kendini organize eden (self-organizing) sistemler olarak bakılmaktadır. Eğer bu kabul yapılırsa bu sistemlerin uzun erimli kestirimlerinin de olanaksız olduğunu kabul etmek durumunda kalınır. Kentin bir bütünlük olarak planlanmasıyla buna bağlı olarak ortaya çıkan kent formunun total denetimi istekleri arasındaki ilişki üzerinde de biraz düşünmek gerekir. Eğer bu form bir bilimsel kestirime dayanıyorsa, denilebilir ki ayrıca bir denetime gereksinme yoktur. Kentte yaşayanların normal davranışları sonrasında bu form kendiliğinden oluşacaktır. Oysa biliyoruz ki bu planların gerçekleşmesi için denetime özel önem verilmektedir. Hatta planların gerçekleşmemesi halinde suçlanan plandaki başarısızlıktan çok denetimlerdeki başarısızlık olmaktadır. Eğer planın bütünlüğü bir ilahi vizyona ya da estetik kaygılarla yapılan bir tasarıma da- yandırılsaydı, denetimdeki başarısızlık yargısı haklı olabilirdi. Ama kent makro planının kararlarının bilimsel analize dayandırıldığı iddia ediliyorsa sorunu denetimin başarısızlığında görmemek gerekir. Eğer bilimsellik iddiasının sürdürülmesine karşın başarısızlık denetim yetersizliğinde görülüyorsa burada bilimin bilim olarak kullanılmasından çok ilahi vizyona bir tür ikame olarak kullanılmakta olduğu düşünülebilir. Değişik bakımlardan dayanağı kalmadığını gösterdiğimiz bütünlük anlayışının sürdürülmesinin ciddi bir meşruiyet sorunu yarattığı düşünülebilir. Denilebilir ki her çizilen plan çizildiğinde kaçınılmaz olarak bir bütündür. Onun için bütün sorununu abartmamak gerekir. Eğer bu plan temsili demokrasinin oluşturduğu kanallar içinde onanmışsa bu bütünün uygulanması bakımından bir meşruiyet sorunu yoktur. Hemen fark edilebileceği üzere bizim tartıştığımız bütünlük kavramı herhangi bir plan çizildiğinde onun bütünlüğü olacağı söylendiğinde söz konusu olan bütünlük iddiasından çok farklıdır. Burada üzerinde vurgu yaptığımız bü 317
tünlük kavramı toplumun oylarıyla vazgeçilemeyecek bir iç belirleyicilikten söz etmektedir. Böyle bir bütünlük kavramı ile belirlenmiş bir kent makro formu bireyin tercihlerine kapalı olan bir üstün iradeden ya da bir tür doğal yasadan kaynaklanmaktadır. Eğer böyle bir bütünlük kavramının dayanaksız olduğu kabul ediliyorsa total denetimin savunulması da zorlaşır. O halde makro kararlar günümüz demokrasisinin değerlerine uygun olarak bireyin seçmelerine duyarlı hale gelmelidir. Planların ayrıca bu seçmelerin zaman içindeki değişmelerine açık kalması yani dondurul- maması gerekir. Bir kentin kapsamlı-akılcı planlama paradigması içinde gelişmesinin yirmi yıllık bir süre için önceden belirlenmesi ve gelişmenin bu plana uygun olarak denetlenmesi çabalarının yetersizliği ve yarattığı olumsuz sorunlar pratiği gözleyerek de ortaya konulabilecektir. Gözlenen sorunların bir bölümü bu planlamanın total kontrol talebinin kentteki mülkiyet düzeniyle tutarlı olmamasından kaynaklanmaktadır. Kentte çok yaygın bir özel mülkiyet bulunmaktadır. Bu mülk sahiplerinin planda kendilerine tanınan imar haklarını aşma ve bu yolla kentin büyümesi sırasında kendi arsası üzerinde oluşacak'imar rantlarına el koyma çabası, yapılan planın bozulması ve uygulanmaması için baskılar yaratmaktadır. Bu çekici randara genellikle siyasal pratikteki kayırmacılık ya da imar bürokrasisini yolsuzluğa bulaştırarak sahip olunmaya çalışılmaktadır. Öte yandan bir kentte yirmi yıl sonra gelişmesi söz konusu alanlar daha başlangıçta imar haklarıyla donatılırsa birden spekülatif hareketlere konu olmakta ve eğer böyle bir plan yapılmasa piyasa güçleri içinde gelişebilecek bir kent formu, plan yapıldıktan sonra gerçekleşen arsa fiyat yüzeyleri karşısında gerçekleşebilirliğini kaybetmektedir. Plan yapılmasıyla birlikte uygulanabilirliğini kaybetmektedir. Bu planlar kentteki arsa mülkiyeti gerçeğini unutarak denedeyebileceğinden daha çok şeyi denetlemek istemekte ve daha başlangıçta başarısızlığı satın almış olmaktadır. Onun böyle bir yola girmesinin gerisinde büyük ölçüde bütünlük konusundaki kanıları ya da kaygıları bulunmaktadır. Bu planlama yaklaşımının, günümüzün hızla değişen dünyasında yirmi yıl gibi çok uzun bir sürede total bir denetim kurmaya çalışmasından kaynaklanan daha başka sorunlar da bulunmaktadır. Yirmi yıl gibi uzun bir sürede toplumdaki değerler, beklentiler değişmektedir. Başlangıçta öngö- rülemeyen, değerlendirilmesi gereken yeni fırsatlar doğmaktadır. Plan ha 318
zırlandığında yeterli olsa bile, geçen zaman içinde yeterliliğini kaybetmekte, yeni koşullar içinde savunulabilir olmaktan çıkmaktadır. Bu durumda doğan fırsatlardan yararlanabilinmesi için planda değişiklik yapılması gerekmektedir. Bu değişikliğin gerçekleştirilmesi çoğu kez önemli zaman kayıplarına ve yolsuzluk eğilimlerinin beslenmesine neden olmaktadır. Planlarda değişiklik yapılabileceği kabul edilince ve pratikte de bu gerçekleştirilince plan yapılırken başlangıçta ileri sürülen bütünlük iddiaları da güvenilirliğini kaybetmiş olmaktadır. Genel olarak denilebilir ki planın total denetimi sağlamaktaki başarısızlıkları daha çok makro düzeydedir. Kuşkusuz uygulama planı düzeyindeki başarısızlıklar bir bakıma makro düzeydeki başarısızlıklarla ilgilidir. Ama bu düzeye makro düzeyden gelen belirsizlikleri kavramsal olarak bir paranteze alırsak uygulama planı düzeyindeki planlann amaçlarını önemli ölçüde gerçekleştirebildikleri söylenebilir. 6. Yeni Bir Planlama Yaklaşımının Önerilebilmesi İçin Göz Önüne Alınması Gerekenler Yeni bir planlama yaklaşımının önerilebilmesi için öncelikle geçmişteki planlama yaklaşımlarının yetersiz kalmasından ders almak gerekir. Bu derslerden birincisi gerekli en az denetimi yapmaya çalışmaktır. Denilebilir ki eski planlama paradigması denetimi en çoğa çıkarmak istiyordu. Oysa böyle bir denetimin nedenini oluşturan bütünlük anlayışının ciddi bir dayanağı bulunmamaktadır. Öte yandan planlamanın, böyle bir denetimi sağlayacağı iddia edilen mekanizmaları yetersizdir ve var olan mekanizmaların kullanılması birçok olumsuz sonuçlar yaratabilmektedir. Ayrıca böyle bir denetim, birçok fırsatların yitirilmesine neden olmaktadır. Planlama denetleyebileceğinden fazlasını tasarlamaya çalışmamalıdır. Alınacak derslerden ikincisi tüm kararları, uygulanmasından yıllarca öncesinden vermeyi olumlu bir planlama değeri olarak görmemek, planlama kararlarını uygulanmaya en yakın zamanda vermek seçeneğini her zaman açık tutmaktır. Önceden verilecek her karar kaçırılacak bir fırsat demek olmaktadır. Üçüncüsü ise planlamayı tek üstün iradenin planı olarak görmekten vazgeçerek çok aktörlü bir dünyada müzakere edilebilir, her an gelişmesine katkıda bulunabilir bir yol gösterici olarak görmektir. Yeni bir planlama yaklaşımının geliştirilebilmesi için ilk olarak planlama kavramının dayandığı temel kabullerdeki değişmelere açıklık kazan
dırmak gerekiyor. Denilebilir ki yeni planlama paradigmasını etkileyecek üç önemli değişiklik ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi toplumların ya da kentlerin geleceğinin kestirilebilirliği konusundaki anlayışlarda meydana gelen değişmedir. Genellikle fizikteki gelişmeler toplum bilimlerindeki nedensellik ve geleceğin kestirilebilirliği konusundaki anlayışları etkilemektedir. Eğer Newton'cu bir nedensellik anlayışına sahip olunuyorsa, toplumlarda da gelişmelerin deterministik olacağı ve geleceğin sürprizlere kapalı ve kestirilebilir olacağı varsayılmaktadır. Bu durumda da uzun erimli planların yapılması kuramsal bir dayanağa sahip olabilmektedir. Ama fizikte önemli gelişmeler olmakta ve Nevvtoncu anlayışların yerini yenileri almaktadır. Termodinamiğin olasılıklı dünyası ve daha sonra Heisenberg'in belirlenemezlik anlayışları toplumların geleceğinin kestirilebilirliği konusundaki beklentileri önemli ölçüde aşındırmışım. Son dönemde kaos kuramında gerçekleşen gelişmeler toplumlarda uzun erimli kestirimlerin olanaksızlığını göstermiştir. Kaos kuramı toplumlarda bir düzen olsa da, uzun erimde o toplumun hangi noktada olacağının kesti- rilemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. Yani toplumlar sonuçları kestirilemeyen düzenlere sahiptir. Bu sistemler (kentler) kendi kendini düzenleyebil- mektedir. Eğer bilimsel alandaki gelişmeler bize kentlerin bu tür özellikleri olduğunu ve uzun erimli geleceğinin kestirilemeyeceğini gösteriyorsa, bunun kent planlaması bakımından önemli sonuçları olacaktır. Bu planlamanın uzun erimde nasıl bir gelişme olacağını daha baştan sıkı bir biçimde denetlemeye çalışmasını anlamsızlaştırmaktadır. Planlamadan beklenebilecek olanı her zaman belli bir düzeni korumaya çalışmak ve bu düzen korunurken ortaya çıkacak sonuca razı olmak haline getirmektedir. Planlama yaklaşımını etkileyecek ikinci önemli değişiklik demokrasi ve yönetim anlayışındaki gelişmelerdir. Günümüzde temsili demokrasiler ve buna dayanarak oluşturulan kamu yönetimleri meşruiyetlerini savunmakta önemli kavramsal zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Günümüz demokrasisinde artık oy çokluğuna dayanarak verilen kararların, buna katılmayan gruplara uygulanması çoğunluk diktası olarak görülmektedir. Günümüzde demokrasi, oy çokluğuna dayanan karar süreçleriyle değil farklılıklara olanak vermesiyle tanımlanmaktadır. Günümüzün demokrasisi temsili olmasıyla değil müzakereci özellikleriyle dikkati çekiyor. Temsili demokrasinin çatışmacı politikalarının yerini, kamu alanındaki
müzakereci arayışlar alıyor. Bir kolektivite varlığının dayanağını bu müzakereyi gerçekleştirerek bazı konularda ortaklaşa bir eylemliliği sağlayabilmesinden alıyor. Günümüzde demokrasinin ancak katılımcı ve çoğulcu olduğunda ve müzakereye açık bulunduğunda meşru olarak görülmesi beraberinde yönetim anlayışından yönetişim anlayışına geçişi getirmiştir. Böyle bir toplumun oluşumu, çok sayıdaki aktörün kararları ve karşılıklı etkileşimiyle gerçekleşmektedir. Yönetişimde, yönetimde olduğu gibi, toplumu bir noktadan kalkarak daha önce belirlenmiş bir başka noktaya götürmeyi amaçlamamaktadır. Tersine yönetişimde, varılacak noktaya göre hesaplanmayan bir yönlendirme söz konusudur. Toplumdaki değişik aktörler yata)r ilişkilerle, içinde yaşadıkları toplumları birlikte yönlendirmekte, birlikte düzenleme söz konusu olmaktadır. Yönetimden yönetişime geçilmesiyle bir toplumun yönlendirilmesine artık araçsal rasyonalite yol gösterici olmaktan çıkmakta, yerini iletişimsel rasyonaliteye bırakmaktadır. Müzakereci bir demokrasiye ve bunun paralelinde yönetişim anlayışına geçilmesi planlamadan ve plancılardan beklenilenleri önemli ölçüde değiştirmiştir. Öncelikle plandan beklenenin toplumda aktörlerin ne yapacağını belirleyerek, bunun dışındaki eylemleri yasaklayan bir tutum içinde olmaktan çıkarak, izin verici bir planlama yaklaşımının benimsenmesi anlayışını getirmiştir. Demokrasi anlayışındaki bu değişmeler plana izin verici bir nitelik kazandırınca, planın meşruiyetinin nasıl kurulacağı konusunda da farklı bir bakış açısını gerektirmiştir. Plan artık tüm kararları başlangıçta belirleyen donmuş bir belge olmaktan çıkmaktadır. Plan bir süreç haline gelmektedir. Sonuç vurgulu bir planlamanın yerini, süreç vurgulu planlama almaktadır. O halde planın geçmişteki bir tarihte demokratik usullere uygun olarak meşruiyetinin ilan edilmiş olması da anlamını yitirmekte ve planın meşruiyetinin kendi süreci içinde sürekli olarak yeniden ve yeniden üretilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Böyle bir anlayış içinde planın oluşması için, planın kamusal müzakereye konu olması gerekir. Bir kentin kamusal müzakere mekanlarında yer alan, karşılıklı olarak bağımlı aktörlerin bir araya gelerek, aralarında oluşturdukları güven ortamında; geleceğe dönük bir kent vizyonu oluşturmaları gerekecektir. Planlama ya da karar süreçleri sürekli olarak kamu mekânında sorgulanma taleplerine açık kalacaktır. 321
Bu tür bir yaklaşımın yeni bir planlama paradigması olarak kabul edilmesi halinde kent plancısından beklenenler ve onun sahip olması gereken hünerler değişmektedir. Artık plancıdan beklenen salt bir planlama uzmanı olmak değildir. Bunun yanı sıra, kamu platformunda bir tartışmanın kolaylaştırıcısı, karşılıklı öğrenme sürecinin bir tarafı, işbirliğini gerçekleştirmeye çalışan bir aracı, planın haklılığını savunan argümanların oluşturucusu, düzenleme (regülâsyon) tasarımcısı vb. rollere sahip olacaktır. Üçüncü önemli değişiklik denetim anlayışındaki yeni gelişmelerde görülmektedir. Yönetim sisteminin hiyerarşik, tek yönlü, bir tür emir komuta anlayışı içindeki denetim biçimi, hem demokrasi anlayışındaki gelişmeler, hem de yeni planlama anlayışının niteliği gereği dayanağını ve anlamını yitirmiştir. Yöneten ve yönetilen ayrımının çok kesin olarak ku- rumsallaştığı toplumlarda tek yönlü bir denetim vardır. Ama yatay etkileşime dayanan yönetişim anlayışının geliştiği bir yerde alan kontrolü, iki yönlü işleyen karşılıklı kontrol vb. yeni denetim biçimleri önem kazanacaktır. Planın da önceden belirlenmediği, sürekli olarak müzakere edildiği kabul edilince bunun uygulanmasında tek yönlü denetimlere ağırlık verilmesi de dayanağını yitirmektedir. Böyle bir süreçte ancak alan kontrolü ve karşılıklı kontrol türü denetim biçimleri anlam kazanacaktır. 7. Yeni Paradigma Ġçinde GeliĢtirilebilecek Kent Planlaması YaklaĢımı Bu bölüme kadar yaptığımız çözümlemeler kent planlaması konusunda gelişmekte olan yeni planlama paradigmasının özelliklerini ortaya koydu. Bu bölümde ise buraya kadar ulaşılan sonuçlar bir araya getirilerek yeni planlama anlayışının sistematik bir sunumu yapılmaya çalışılacak. Yeni planlamanın total tasarımdan ve total denetimden uzaklaşması, planlamanın uzun erimli bakış açılarından vazgeçmesi anlamına gelmiyor. Eğer bir kentin gelişmesi o kentte yaşayanların kısa erimli güdülerinin yarattığı dinamiklere bağlı bırakılırsa o kentte yapılan yatırımlar kendi kendilerini değersizleştirir, doğal ve tarihi değerler tahrip edilir vb. birçok olumsuz sonuç gerçekleşir. Kentte doğabilecek bu tür sonuçlardan kaçınabilmek için, planlamanın uzun erimli perspektiflerine gereksinme duyulacaktır. Ama bu uzun erimli perspektiflere dayanan yönlendirmeleri yeni yaklaşımlar içinde gerçekleştirmek gerekecektir.
Yeni planlama yaklaşımında, uzun erimli bir bakış açısının etkisi, kendisini kent vizyonunun oluşturulmasında ve kent stratejik planının geliştirilmesinde ön plana çıkaracaktır. Bir kentte yeni bir planlama yaklaşımı uygulamaya konulacaksa, öncelikle o kente ilişkin bir vizyon geliĢtirmek gerekir. Toplumumuzda vizyondan çok sık söz edilmesine karşın, bu konuda çok belirgin bir görüş olmadığından, üzerinde biraz durmakta yarar vardır. Vizyondan beklenen gelecekteki eylemlere yol göstermesidir. Vizyonlar içlerinde adeta gizil bir eylem programı taşırlar. Bu nedenle bir vizyona sahip olanın eylemleri arasında bir tutarlılık olması beklenir. Bir vizyondan beklenen, yeni eylemlere, geçmişteki eylemlere göre bir sıçrama yaptırması yani daha iddialı bir hedefi ortaya koymasıdır. Vizyon eylemlere yol gösterecek olmasına karşın içinde bir müphemliği de taşıyacaktır. Bu müphemlik onu herkesin yorumlamasına ve yaratıcılığına açık hale getirmekte ve üzerinde oydaşmayı kolaylaştırmaktadır. Bir toplumun geleceğine ilişkin bir vizyon üstünde bir oydaşma olması bir anlamda da o toplumdaki kamu yararının somutlaştırılması olarak da yorumlanabilir. Kent vizyonu dediğimizde nasıl bir ifadeden söz ediyoruz. Vizyonlar ayrıntılı detaylı tanımlar değildir. Temelde kısaca ifade edilmiş olandır. Kentin işlevleri, kentteki yaşam biçimi ve yönetim biçimi için işaretler, ipuçları taşır. Vizyon kavramı içinde gizil olarak görsel bir yön vardır, Yani önemli ölçüde görsel olarak hayal edilendir. Vizyon uzun erimli bir geleceğe yönelmiştir. Bu vizyon yalnız yönetim tarafından değil toplumdaki diğer aktörler tarafından da gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Onun için toplum tarafından bölüşülmüş olması, kamu alanında müzakere edilerek üzerinde oydaşma sağlanmış olması gerekir. Kamuoyunda müzakere edilmesi demek, hem dünyada gelişen toplumsal hareketlerden, hem de yerel kültürden etkilenmeye açık kalması demektir. Yeni planlama yaklaşımında uzun erimli kaygıların esas yönlendiricisi stratejik planlar olacaktır. Daha önceki tartışmalarda üzerinde durduğumuz üzere, yeni planın gerekli minimum kontrolü gerçekleştirebilmesini ve kentin bir düzen içinde kalarak yeni oluşumlara açık kalmasını sağlayacak olan stratejik planlardır. Stratejik plandan gerçekleştirmesi beklenen işlevler kentin altyapı yatırımlarının rasyonalize edilmesi, tarihi ve doğal değerlerin tahribinin önlenmesi, erkenden belirlenen imar hakları dolayısıyla kent toprakları üzerinde spekülatif faaliyetlerin doğmasına olanak 323
verilmemesi, kent yönetiminin uygulama planlarının devreye sokulmasında pazarlık gücünü koruyabilmesi, vb.leri sayılabilir. Stratejik plan minimum gerekli denetimi sağlayacaktır. Stratejik plan uygulama kararlarının verilmesini uygun zamanlara er- teleyebilmeye olanak verdiği için, uygulama kararlarının çok önceden verilmesi yüzünden, geçen zamanda doğabilecek gelişme fırsatlarının heba edilmesini önleyecektir. Esnekliğiyle kentin belli bir düzen içinde kalarak kentin varacağı nokta daha önceden belirlenmeyen bir oluşum geçirmesine olanak verecektir. Bu noktada kentin belli bir düzen içinde kalarak oluşmasından ne anlaşılması gerektiğine açıklık kazandırmak gerekir. Gelişmenin belli bir düzen içinde kalarak gerçekleşebilmesi için planın iki araç geliştirmesi gerekir. Bunlardan birincisi performans ölçütleri, diğeri ise regülâsyonlardır. Performans ölçütleri kentin gelişmesi sırasında hangi düzeyde bir yaşam kalitesi sağlaması gerektiğini belirlemektedir. Bu ölçütler dayanağını bir yandan kente ilişkin vizyondan, diğer yandan ise insan haklarının kentsel yaşama tercüme edilmesinden alacaktır. Regülâs- yon ise planlamanın kurumsal yönünü oluşturacaktır. Kentteki değişik aktörlerin izin verici plan anlayışı içinde kentin gelişmesine, oluşmasına katkıda bulunmasının hangi koşullarda gerçekleşebileceğinin kurallarını belirleyecektir. Stratejik planı da bu regülâsyonlardan biri olarak düşünmek olanaklıdır. Tabii regülâsyonların bir kısmı uluslararası ve ulusal düzeylerdeki, diğer bir kısmı da yerel düzeydeki kaygılardan kaynaklanacaktır. Kentin gelişmesini mikro düzeyde denetleyecek/ izin verecek olanlar uygulama planlarıdır. Daha evvelki bölümlerde değinildiği üzere, önceden değil olabildiğince uygulamaya yakın olarak geliştirilecek, yaratıcı gelişmelere en son noktaya kadar açık kalacaklardır. Uygulama planlarının hangi yerellerde, kimlerce, hangi koşullarda gerçekleştirileceği, stratejik planın ön gördüğü altyapı kapasitelerinin oluşmasıyla, zaman ve mekan bakımından tutarlı olarak kent yönetimiyle belli müzakereler içinde belirlenecektir. Burada önerilen yeni planlama paradigmasının başarılı olmasında aktif yurttaĢlık bilincinin gelişmiş olması, yurttaşların sorumluluklarının farkında olmaları, ortaklaşa çözüm arama ve sorun paylaşma kültürünün bulunması, karşılıklı öğrenmeye açıklık çok yardımcı olacaktır. 324
8. Son Verirken Dünyanın yaşadığı anlayış değişiklikleri karşısında, Türkiye'de de kent planlaması paradigmasının değişmesinin gerekliliğini ve böyle bir deği\ şiklik anlayışı benimsendiğinde kent planlamasının ne şekil alabileceğini gördük. Eğer bu gerekliliği kabul ediyorsak, bu değişiklikleri yapmamız gerekiyor. Ama böyle yeni bir planlama anlayışını uygulamaya sokmak için sadece yeni planlamanın nasıl olacağına ilişkin kavramsal çerçeveyi geliştirmek ya da tasarlamak yeterli değildir. Bu yeni planlamanın uygulanmasının en önemli engeli, imar planlamasına ilişkin var olan mevzuatın başka bir planlama paradigmasına göre hazırlanmış olmasıdır. Bu mevzuat içinde böyle yeni bir planlama anlayışını uygulamaya koymak ve meşruiyetini sağlamak olanağı bulunamaz. Bu nedenle yeni paradigmayla tutarlı kurumsal düzenlemeleri yapmak gerekir. Bu yeni düzenlemelerin yapılmasına en büyük direnç ise var olan planlama kadrolarının eski paradigmanın alışkanlıklarıyla koşullanmış bulunmasından gelmektedir. Bu dirençler dönüşmeyi ne kadar çok geciktirirse planlama başarısız olmaya devam edecek ve toplumda güvenilirliğini yitirecektir. Eğer yaşanan gelişmeler karşısında plancılar yeni koşullarla tutarlı planlama yaklaşımlarını devreye sokmayı ne kadar çabuk gerçekleştirirlerse, o kadar işlevsel olacak, toplumda saygınlık kazanacaklardır. Dönüşemeyen planlama, dışlanmasının gerekçelerini kendi yaratmış olacaktır. Dışlanmasının nedenlerini başkalarında aramamalıdır. 325
BĠR DEMOKRASĠ PROJESĠ OLARAK KENT PLANLAMA"
1. GiriĢ Sivil Toplum Dergisi benden bu sayısı için kent planlama ve sivil toplum kuruluşları ilişkisi konusunda bir yazı istedi. Ben de bu günlerde kent planlamaya bir demokrasi projesi olarak nasıl yaklaşılabileceği üzerinde düşünmek istiyordum. Bu iki isteğin üst üste düşmesi bu yazının ortaya çıkmasını sağladı. Kent olgusunun anlamı günümüzde yirminci yüzyılın başlarına göre önemli bir değişme geçirmiştir. Artık kent yaşamı anlamını belli bir zaman keskindeki köy kent karşıdığından almamaktadır. Her ne kadar, kent karşıtı ütopyalar üretiliyor olsa da günümüzde insanların yaşamı değişik bü- yüklüklerdeki kenderde geçmektedir. Her ülkenin kaderi büyük ölçüde en büyük kentlerinin kaderine bağlı hale gelmiştir. Ülkelerin birbiriyle yarışmaları en büyük kentleri üzerinden yapılmaktadır. Kentsel yaşam ve onun paralelinde oluşan yaşam kültürlerini hakkında reddiye düzülecek bir olgu olmaktan çok, geliştirilecek, insan onuruna yakışır hale getirilecek bir olgu olarak değerlendirmek daha doğru olur. Kenti planlayabilmek ya da kentin oluşumuna müdahale edebilmek için, önce kenti tanımak gerekir. Değişik bakış açılarına göre kent; bir üretim mekanı, emeğin yeniden üretildiği yer, eşitsizlikler alanı, çatışmalar mekanı, bir güç odağı, bir kültür alanı, bir yaratıcılık ve yenilikler mekanı, bir özgürlükler alanı olarak tanımlanabilir. Kente ilişkin bu tür töz* İlhan Tekeli: "Bir Demokrasi Projesi Olarak Kent Planlaması" Sivil Toplum Dergisi., Sayı 17-18, Ocak- Haziran 2007, s. 8-20
326
lerin sayısı daha da artırılabilir. Bu özelliklerin her birini kentte bulmak olanaklıdır. Ama her biri ya da bir araya toplandığında tümü kenti kavramamızda yetersiz kalır. Kent çok karmaşık bir sürecin sonucunda oluşmuş bir olgudur. Bunu doğrusal ilişkilerin toplamıyla kuşatmamız bu olgu üzerinde düşünmemize belki bir dereceye kadar yardımcı olabilir ama bize derinden müdahale edebilecek bir kavrayış vermekte yetersiz kalır. Günümüz toplumları çok karmaşık hale gelmiştir. Bu karmaşıklık sosyo-mekansal bir süreç içinde doğmaktadır. Kentin oluşumu da bu karmaşık sürecin sonucu ortaya çıkmaktadır. Kentin bir oluşum olduğu kavrayışına ulaşmak, neo-liberallerin yaptığı gibi onu müdahale edilemez ve sadece sonuçlarına razı olunacak bir şey olarak görmemize yol açarsa bu kavrayış hem planlama açısından hiç işimize yaramaz, hem de fena halde yanılmış oluruz. Neo-liberaller toplumun gerçekte işlemekte olan gerçek sürecinden farklı, fıktif bir süreci esas almaktadır. Yani çıkarlarını en çoğa çıkarmak isteyen atomistik bireylerin, piyasa ve mülkiyet kurumlarının sağladığı bir düzen içindeki davranışlarının oluşturduğu bir sürecin sonuçlarının toplum için en iyi olduğuna inanmakta ve bu sonuca razı olunması gerektiğini savunmaktadırlar. Oysa her insan bilmektedir ki kendisi atomistik bir birey değildir, diğer insanlarla ve toplumla ilişki içinde varlığını sürdürmektedir. Gerçekte kent mekanının oluşumu neo-liberal yaklaşımların olumsuz sonuçlarının en iyi gözlenebileceği bir yer olması bakımından da ilginçtir. Bu konuda açıklığa kavuşmak için basit bir düşünce deneyi yapabiliriz. Bir kentsel alandaki arsa sahiplerinin mülk sahibi olduğu arsalar üzerinde istediği türde ve istediği yükseklikte binalar yapmakta serbest bırakıldığını düşünelim. Ortaya çıkan bina yığılması içinde yaşanamaz bir çevre oluşacağı gibi her yeni yapılan bina daha önce yapılanları değersiz- leştirecek, çok büyük bir yatırımı gerçekleştirenler umdukları rantı sağlamayı bir yana bırakın ellerindeki sermayeyi de yitirecektir. Böyle bir sonuca hiçbir insan toplumu tahammül edemez. Kent mekanındaki yapılaşmayı düzenlemeye girişir, toplumsal kayıp sürecine mani olur. İşte en genel biçimiyle bir kentin planlamasından söz edildiğinde kentin oluşumunu ortaya çıkaran sosyo-mekansal süreçleri etkileyecek bu tür bir düzenlemeden söz edilmiş olmaktadır. Kent dediğimizde insanların oldukça yoğun bir biçimde toplu yaşadıkları bir yerleşmeden söz ediyoruz. Sorun bu topluluk içinde insan onu 327
runa yakışır bir toplu yaşam kültürünün yaratılmasıdır. Bu kültür içinde geliştirilmiş düzenlemeler ve bunların dayandığı kurumsal yapılar sosyo-mekansal süreçleri etkileyerek onurlu insan yaşamına olanak verecek bir yaşam çevresi oluşturacaktır. Bu düzenlemelerin toplumlarda hangi biçimlerde ortaya çıktığı ve ne tür meşruiyet çerçevelerine dayandırıldığı toplumların gelişme aşamasında bulunduğu yere ve geçerli olan siyasal rejimlerine göre şekillenmişlerdir. Bu düzenlemelerin Türkiye'de nasıl temellendirilmesi gerektiği de Türkiye'nin içinde bulunduğu demokratik rejimle tutarlı olarak kurulmalıdır. Bu nedenle bu yazıda kent planlamasına bir demokrasi projesi olarak bakılıyor. 2. Temsili Demokrasi ve Katılımcı Demokrasinin Zorunlu Birlikteliği Kent planlamasını bir demokrasi projesi olarak kavramlaştırabilmck için demokrasi konusundaki anlayışımıza açıklık kazandırmak gerekir. Demokrasiye değişik düzeylerde yaklaşabiliriz. Onu bir toplulukta karar verme yöntemi olarak, bir siyasal rejim türü olarak, bir ahlak olarak ele alabiliriz. Hatta daha da ileri giderek bireylerin var oluşuna anlam kazandıran yollardan biri olarak görebiliriz. Bu çok yüzlü kavramın değişik yüzlerini ihmal ederek başarılı bir demokratik pratik kuramayacağımız açıktır. Ama demokrasinin buradaki çözümlemelerimiz bakımından bizi doğrudan ilgilendiren yönü siyasal rejim olarak nitelikleridir. Denilebilir ki bundan çeyrek yüzyıl önce demokrasi denildiğinde genellikle temsili demokrasi anlaşılıyordu. Oysa günümüzde dünyada her yıl çok sayıda demokrasi üzerinde kitap yayımlanıyor. Yeni demokrasi biçimleri öneriliyor. Bir arayış hâkim. Günümüzde demokrasi bilinen bir şey olmaktan çıkarak, daha çok yaratıcılığa açık sürekli bir arayış haline gelmiştir. Günümüzde demokrasiye bakış açımızın böyle nitelik kazanması temsili demokrasi alanında yaşanmakta olan bunalımla yakından ilişkilidir. Bir yandan yaşanmakta olan küreselleşme bir ülkenin sınırları içinde yaşayanlarının kaderini salt o ülke içinde alınan kararlara bağlı olmaktan çıkarmıştır. Bu durumda temsili demokrasi mantıksal dayanaklarını önemli ölçüde kaybetmiştir. Öte yandan bireylerin onurlu yaşam hakkına bakış açısında yeni bir derinlik oluşmuştur. Bireyler yaşam doyumlarını salt bir tüketici olmakta değil aynı zamanda da bir kamusal
özne olmakta bulmaya başlamışlardır. Onlar artık yöneten yönetilen ayrımına kolayca razı olmamaktadır. Bu ayrımı normal karşılamamaktadır. Kendi yaşamlarını etkileyecek kararlarda söz sahibi olmak istemektedirler. Temsili demokrasi bu isteğe yanıt getirememektedir. Temsili demokraside söz konusu olan bireylerin daha önce çizilmiş yetki alanında iktidarı kullanacak siyasal partileri ya da kadroları seçmektedir. Bir kere seçim olup iktidar belirlendikten sonra, somut kararların verilmesinde bireyin seçmeleri doğrudan etkili olmamaktadır. Bundan sonra kararların ya teknokratlar ya da bürokradarca farklı kaygılarla üretilmesi söz konusu olabilmektedir. Kararın demokratik olarak oluşumu söz konusu olmamaktadır. Bu eleştirileri haklı bulanların geliştirdikleri demokrasi önerilerini genel olarak katılımcı demokrasi başlığı altında toplayabiliriz. Kararın ve gücün birlikte üretiminin demokratikleşmesine katılımcı demokrasi denilmektedir. Bir insan topluluğu bir araya gelerek bir eylemi gerçekleştirmek konusunda oydaşma yarattıklarında ve bunun gerektirdiği özveriyi yapmayı kabul ettiklerinde hem bir karar vermiş hem de demokratik olarak bir güç üretmiş olmaktadırlar. Bu halde yöneten yönetilen ayrımı kalmamıştır. Artık iktidar tüm toplum tarafından bölüşülmektedir. Katılımcı demokrasi kavramsal olarak tutarlıdır. Ama pratikte önemli sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Küçük gruplar dışına çıkıldığında, bu tür bir demokrasi anlayışını uygulamak pratikte olanaksızlaşmaktadır. Bu model daha çok küçük gruplarda anlam kazanmaktadır. İşte sivil toplum kuruluşlarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. STK'larda gönüllü bireyler bir araya gelerek kendi aralarında bir küçük kamu alanı oluşturmaktadır, bu kamu alanında belirli bir konu belirlenmekte ve katılımcılar bu konuda üzerinde oydaştıkları bir kamu hizmetini, oydaştık- ları bir biçimde, zamanlarını, paralarını, sosyal ilişkilerini kullanarak topluma sunmaktadırlar. Bireyler bu yolla temsili demokrasinin siyasal kanallarına bulaşmadan toplumsal özne haline gelebilmekte ve bunun yaşamlarını onurlu hale getirmesinin doyumunu yaşamaktadırlar. Kanımca STK'ları bu bağlamda temellendirmek gerekir. Çünkü bu halde STK'lar ontolojik bir temel kazanmaktadır. Küçük gruplar düzeyinde işlerliği savunulabilen katılımcı demokrasi toplum düzeyine uzatıldığında sorunlarla karşılaşıyor. Tek yekpare katılımcı demokrasi tasarımımız yok. Olabilecek bir perspektif çok sayıda küçük grupların katılımcı demokrasilerinin bir aradalığından doğan 329
bir yönetişimdir. Bunu tasarlamak olanaklıdır. Ama içinde çok sayıda anarşik öğe taşıyan bu sistem kendi kendini üretebilmesinin sürekliliğini sağlayamamaktadır. Katılımcı demokrasi ne kadar ideal görünürse görünsün bu pratik nedenlerle temsili demokrasiyi ortadan kaldıramamaktadır. Bundan dolayı günümüzde temsili demokrasi ve katılımcı demokrasi pratikleri yan yana yaşamakta ve birbirlerine sınır oluşturmaktadır. Bu ise iki farklı meşruiyetin bir arada bulunması ve birbirine saygı duyması ve ortaklık yapabilmesi demektir. Yani katılımcı demokrasinin süreçleri kanalıyla oluşturulmuş bir siyasal iktidar, salt çoğunluk oyuna dayanarak topluma emrivakiler oluşturmaktan kaçınacak, oydaşmalar aramaktan vazgeçemeyecektir. Öte yandan STK'lar sistemin regülasyonlarını göz önünde tutarak faaliyetlerini geliştirecektir. Bu iki demokrasinin birlikteliği ise demokrasinin kalitesini geliştirecek, demokrasi açığını kapatacaktır. Günümüz demokrasilerinde temsili ve katılımcı demokrasinin birlikte var olacağı kabul edilince, sosyo-mekansal bir süreç olarak kentlerin oluşumunun düzenlenmesini de bu ikili meşruiyet açısından ele almak gerekecektir. Bu kolayca çözülebilecek bir sorun değildir ama önce sorunun bu şekilde kavramsallaştırılması gerekir. Bugün Türkiye'de kent planlamasında yaşanan bunalımın en önemli nedenlerinden biri sorunun bu yönünün görülmemekte olmasıdır denilebilir. 3. Sosyo-Mekansal Bir Sürece Nasıl Müdahale Edilebilir? Bizim burada yapmaya çalıştığımız gibi bir sosyo-mekansal sürecin ortaya çıkardığı kent dediğimiz bir oluşuma müdahale etmenin yollarını arıyorsak daha başlangıçta iki konuda açıklık kazanmamız gerekir. Bunlardan birincisi böyle bir müdahalenin ortaya çıkacak oluşumu nasıl değiştireceğini bilip bilemeyeceğimizdir. İkincisi ise bu müdahale ile neyi, ne yönde değiştirmek istediğimiz konusunda bir fikrimizin olmasıdır. Birinci sorunun yanıtı kanımca açıktır. Bir sistemdeki her sosyo-me- kansal süreç hem sistemin dışından hem de içinden gelen etkilerle yaratacağı sonuçları değiştirebilirler. Örneğin bir sistemin dış ilişkilerindeki değişme sosyo-mekansal süreçlerin neden olduğu oluşumların biçimlerinde önemli değişiklikler yaratabilir. Aynı şekilde bir sosyal sistemde kurumsal yapıda gerçekleştirilecek yeniden düzenlemeler o toplumdaki aktörlerin eylemlerini kararlaştırırken yapacağı hesaplan değiştireceği için 330
bu eylemlerin ortaya çıkaracağı oluşumların niteliğini de değiştirecektir. Tabii bu süreçlere yapılabilecek müdahalenin biçimleri siyasal rejimlerin niteliklerine göre çok değişik olabilecektir. Örneğin çok kesin yasaklamalar ya da dıştan belirlemeler biçiminde olabileceği gibi sürecin değişkenleri arasındaki ilişkiler değiştirilerek sinerjiler yaratmaya yönelebilinecektir. Konumuz bakımından ikinci sorunun yanıtlanması daha önemlidir. Kent gibi yaşamın tüm karmaşıklığını taşıyan bu yerleşmelere müdahale ederek performanslarını geliştirmek için çok değişik nedenler bulunabilir. Bunların bir kısmı kentin bir bütün olarak performansına yönelmiştir. Örneğin kentin gelişmesinin sürdürülebilirliğini sağlamak, kentin dünyaya eklemlenmesinde merkezilik konumunu artırmak, kentin yarışabilirliğini yükseltmek, kentte emeğin yeniden üretimini ucuzlatmak vb. sıralanabilir. Bir başka türdeki müdahale nedenleri kentte yaşayanların yaşam kalitesini geliştirmekle temellendirilebilir. Örneğin insan yaşamının sağlıklı olarak sürdürülebilmesi için gerekli çevre standartlarının sağlanması, kentte yaşayanların trafikte kaybettikleri zamanın en aza indirilmesi, kentte yaşayanların bir tür kamusal ürün olarak tüketmek-durumunda kaldıkları kentteki yapıların dış yüzeylerin estetik kalitesi vb. olarak sıralanabilir. Bu müdahale nedenlerinin sayısını artırabiliriz. Bu sayıların artırılması öyle bir noktaya varabilir ki bu sistem içinde her şeyin önceden ve dıştan belirlenmesi anlamına gelir. Bir başka deyişle kentlerin tarih içinde bir oluşuma yeri kalmaz. Önceden konulmuş hedeflere göre tarihsiz bir oluşturma arayışına girilmiş olabilir. Tabii böyle bir arayış ancak totaliter rejimler içinde anlam kazanabilir. Bunun ileri aşamalarında denetimler kamusal alanda kalmakla yetinmeyip bireylerin özel alanlarına kadar uzanabilir. Tabii ki böyle bir ortamda kent planlaması bir demokratik proje olarak algılanmayacak, tersine totaliter ideolojilerin bir aracı olarak görülecektir. Kente müdahale nedenlerinin sayıları artırıldıkça ve bunun nedenleri toplum dışından kararlaştırılan teknik nitelikli sorunlara bağlandıkça kent planlamasının topluma yol gösteren elitist bir faaliyet olarak temellen- dirilmesi ağırlık kazanır. Bu halde plan o toplumda yaşayanların dışındaki uzmanlar tarafından toplumda yaşayan bireylerin yapabileceklerini önceden çok uzun süre için belirleyen bir belge/kurum haline gelir. Böyle bir durumun meşruiyetinin savunulabilmesi için iki farklı olanak vardır. Bun 331
lardan birincisi o toplumda tartışma dışı bir ideolojiye dayanması ve planın da o ideolojiyi en doğru şekilde yaşama geçirme iddiasını taşımasıdır. Günümüz dünyasında böyle bir toplumun varlığından söz edilememektedir. ikinci halde ise bilime dayanarak uzun erimli bir kestirimin yani mükemmel bir hesaplamanın ve mükemmel bir denetimin olanaklılığı kabul edilmiş olmaktadır. Bu halde modernitenin bilim anlayışına dayalı bir planlama söz konusudur. Kentteki gelişmelerin de modernist bir meşruiyet anlayışına uygun olarak gerçekleştirilmesi beklenmektedir. Kentteki her yapı önceden izin alınarak gerçekleştirilecektir. Kentte emrivakiye yer olmayınca da hiç olmasa kent mekanının tümünde bir denetim sağlanacaktır. Bu tür bir planlamanın temsili demokrasinin varsayımlarıyla tutarlı olduğu kolayca söylenebilecektir. Zaten pratik de bunu kanıdamak- tadır. Böyle bir planlama günümüzde varlığını sürdürememektedir. Bunun çok değişik nedenleri vardır. Türkiye gibi çok hızlı kendeşen, kentleşmesini demokratik rejim içinde ve kapital kıtlığı koşulları altında, modernist meşruiyet anlayışı içinde gerçekleşen ülkelerde kentlerin oluşumu denet- lenememiş, bir tür gecekondu vb. emrivakilere razı olunmak durumunda kalınmıştır. Bunun ötesinde kentler gibi karmaşık olguların ne yönde gelişeceğinin uzun erimli kestirimlerinin olanaksız olduğu kaos teori alanındaki çalışmalarla açık hale gelmiştir. Elitist planlamanın başarısızlığı beraberinde yeni planlama arayışlarını gündeme getirince, dünyada demokrasi arayışlarının katılımcı pratiklere yönelmesi gibi planlama da katılımcı planlama pratiklerim yönelmiştir. Ama bu pratikler planlamanın içinde dayanağını teknik bilgiden alan elitist yönlerini ortadan kaldıramamış aynen temsili demokrasiyle katılımcı demokrasinin birlikte varlığını sürdürmesi gibi iki farklı planlama eğilimi de meşruiyetlerini farklı kaynaklardan alarak bir arada kent denilen sosyo-mekansal sürecin yarattığı oluşumu düzenlemeye çalışmışlardır. Bu iki farklı türdeki planlama anlayışı birlikte yaşanmakta olan sosyo- mekansal süreci etkilemeye çalışırken önceden belirlenmiş bir kent şemasını gerçekleştirmeye çalışmıyorlar, bir tarihsel oluşumu etkileyen değişik faktörlerden biri oluyorlar. Oluşumun ucu ya da tarihselliği açık bırakılıyor. Planlamanın getirdiği bu oluşumun kendi kendini değersizleştir- mesini önlemek, insanların zamanlarını daha rasyonel kullanılmasını sağlamak, bireylerin yaşadıkları çevreye yabancılaşmadan kendi yaşam ter 332
cihlerini daha çok gerçekleştirebilmesine, toplumun gelişmesi sırasında karşısına çıkan fırsatları daha iyi değerlendirmesine olanak vermek oluyor. Bu yaklaşımın kentin bütünlüğüne özel bir bakışı var. Modernist kent formu kuramları kentleri adeta organik bir bütün gibi görüyorlardı. Ya da kent kuramlarını organik bütün analojileri üzerinden üretmişlerdi. Oysa modernist kuramların eleştirileri bu varsayımın gerçeği yansıtmadığını ortaya koyduğu gibi pratikteki uygulamalar da bunun gerçek olmadığını açık hale getirdi. Tabii bunu kentleri hiç iç bağımlılaşması olmayan sistemler olarak yorumlamamak gerekir. Kentler az bağımlılaşmış sistemlerdir. Yani kentler kendi tarihsel oluşumlarını sürdürürken öğeleri arasında bazı ilişkileri sağlamış olacaklardır. Ama kentlerin oluşumunun tarihselliği ortadan kalkmayacaktır. Eğer kentleri tam olarak belirlenmiş sistemler olarak kabul edersek onlar tamamen belirlenmiş olacak, olumsallığa yani tarihsel oluşuma kapalı kalacaktır. Böyle bilgiye dayalı elitist yönünü ve katılımcı yönünü birlikte koruyan bir planlama pratiğinin geçerliliğini kentin karmaşık bir olgu olması açısından da sınamak gerekir. Bu tür karmaşık sistemlerde uzun erimli kestirimler yapılamayacaktır. Yapılabilecek olan ancak kısa erimli kesti- rimlerdir. Eğer karmaşık bir oluşum yönlendirilmek isteniyorsa bu yönlendirme sürekli gözlemde bulunarak yapılmak durumundadır. Bu sistemlerin yönlendirilmesinde fırsatların kaçırılmaması için sürekli gözlem sırasında çatallanma noktalarında doğru kanalların seçilmesi gerekecektir. Bu sistemlerde değişkenler arasında doğrusal toplamsal ilişkiler değil, etkileşimli ilişkiler söz konusudur. Günümüzde sık sık sözü edilmeye başlanan sinerji olgusunun sağlanması bu tür ilişkilerin kurulmuş olması demektir. İşte geleceği açık bırakan bu tür müdahale biçimleri her an yaratıcılığa açık kalacaktır. 4. STK Aktörleri Arasındaki FarklılaĢmalar Denilebilir ki katılımcılığın en tartışmasız aktörü toplumdaki bireyler/yurttaşlardır. Bireyin katılımının anlamı, salt o bireylere sağlayacağı çıkarlar ya da yararlar açısından düşünülürse katılımcılığın gerisindeki nedenler eksik olarak kavranmış olur. Yani katılımcılığın bireyi kamusal özne haline getirerek yaşamını onurlu kılan, başka bir deyişle varlık düzeyindeki anlamı kaybedilmiş olur. 333
Katılımcı demokrasi düşüncesinde yol alınması beraberinde yeni bir yurttaşlık anlayışının gelişmesini gerektirmiştir. Ulus devlederin temsili demokrasinin kayırmacı pratikleri içinde biçimlendirilmiş pasif yurttaşına dayanarak katılımcı bir demokrasi kurulamaz. Katılımcı demokrasinin gelişmesi yeni bir kategori olan aktif yurttaş kategorisinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aktif yurttaş için katılımcılık yaşamın anlamı haline gelmiş, bir yaşam biçimi niteliği kazanmıştır. Aktif yurttaşın tek bir birey olarak katılımcılık işlevini yerine getirmesinin yolları bir demokratik toplumda tamamen kapalı değildir/olmamalıdır. Bireyin katılımcılığı herhangi bir kamu alanında soru sormaktan, dilekçe vermekten başlayarak, kendi özel kaynaklarından, ilişkilerinden yararlanarak kendisini kamusal özne haline getiren eylemlerde bulunabilme düzeyine kadar çıkan bir yelpaze içinde dağılabilir. Bu bağlamda devletten beklenen sadece bu eylemlere izin vericiliktir. Bu tür yurttaşlardan oluşan bir sistemde temsili demokrasi kayırmacı pratiklere gidemeyecek, sistem saydam olmaya ve hesap verebilirliğe sürekli zorlanacaktır. Böylece iktidarın kullanımı büyük ölçüde meşruiyet sınırları içinde kalacaktır. Bir sosyal sistem karşısında tek bir birey ne kadar aktif olursa olsun taşıyabileceği iddiaların sınırları vardır. Onlar bir araya gelerek değişik türde birliktelikler oluşturabilirler. Bu birliktelikler kendi kamu alanlarında oluşturdukları oydaşmalarla bireyden daha güçlü aktörler olarak da ortaya çıkabilirler. Bu birlikteliklerin iç örgütlenmesi en eşitlikçi ve en basit olanı sivilgirişimlerdir. Sivil girişimler bir olgu, bir gereksinme karşısında çoğu kez spontane olarak oluşmuşlardır. Bu birlikteliğe katılmanın ve ayrılmanın hiçbir formalitesi yoktur. Bir olguya gönüllü ve içten tepki göstermektedirler ya da o gereksinmeyi gidermek için uğraş vermektedirler. Bir anlamda STK'ların en saf modelini oluşturmaktadırlar. Bu birlikteliklerin gerçekleştirmek istedikleri kamusal hizmet uzun erimli ya da uzun soluklu olduğu ve akçalı işleri içermeye başladığında kalıcı örgütlere dönüşmeye zorlanırlar. Bu halde de toplumun tanıdığı, meşruiyetini kabul ettiği dernek ya da vakıf formunu alırlar. Bu tür kurumsallaşmış aktörleri demokrasi açısından iki ayrı kategoriye ayırabiliriz. Bu kategorilerden birincisi katılımcı demokrasi için anlamlıdır. Bu halde bireyler oluşturdukları bu örgüt aracılığıyla kendi küçük kamusal
alanlarında yarattıkları oydaşmalardan ydla çıkarak bir kamu hizmeti üreterek kamusal bir özne haline gelmektedirler. Kanımca esas STK'lar bunlardır. ikinci türdeki kuruluşlar faaliyetlerini bir toplumsal baskı grubu işlevi görmek için yönlendirmektedirler. Bunlar üyelerinin çıkarlarını korumak için oluşmuş kuruluşlardır. Amaçları temsili demokratik sistemde bir basb grubu olarak çalışmaktadır. Katkıları temsili demokrasinin siyasal çoğulculuğuna olanak vererek temsili demokrasiyi bir çoğunluk sultası olmak eleştirisinden kurtarmak ve bu yolla demokrasinin kalitesinde bir yükselme sağlamaktır. Toplumumuzda bu tür kuruluşlara da STK demek eğilimi bulunmaktadır. Kanımca bu tür kuruluşları STK diye adlandırmaktan çok demokratik kitle örgütleri (DKÖ) olarak adlandırmak doğru olur. Bunlar da STK'lar gibi demokrasinin kalitesini yükseltici demokrasi bakımından önemli aktörlerdir. Ama bu iki tür kuruluşu karıştırmamak gerekir. Çünkü her iki kuruluşun ilişki kurma ahlakları farklı temellere dayanmak durumundadır. STK'lar içinde karşılıklı öğrenme ilişkisi kurulurken ilişkiler iç oydaşmayı sağlamaya dönükken, demokratik kitle örgütleri çatışmalı bir alanda, ötekileştirici bir söylemi geliştireceklerdir. Bu iki örgüt türünün aynı kap içine konulması birçok karışıklığın kaynağı olmaktadır. Son olarak bir başka aktör üzerinde duralım. Burada aktörler kâr amacı gütmeyen kuruluşlar olacaktır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde STK terimi kullanılmamakta NGO (kâr amacı gütmeyen kuruluş) kavramı kullanılmaktadır. Bu kurumlar kamu hizmetlerinin sunumunda devlet kuruluşu ve özel sektör kuruluşu yerine yeni bir seçenek olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşım dayanağını demokrasinin bir varlık sorunu olarak görülmesinden değil, ilgilendiği alanda sektör mantığından almaya çalışmaktadır. Genellikle üçüncü sektör olarak da adlandırılan bu yaklaşım, savunmasını diğer iki sektörden, kamu hizmeti üretmede daha yeterli olmasına dayandırmaktadır. Genellikle savunması diğer iki sektörden pro- düktive yüksekliği vb. özelliklerinin ortaya konulmasıyla yapılmaktadır. Burada bir demokrasi mantığından çok yönetim etkinliği mantığı hâkim olmaktadır. Sosyo-mekansal süreçlerin bireyler, özel girişimler, devlet kuruluşları ve STK'lardan oluşan aktörlerin etkinliklerinin ortaya çıkardığı sosyo-me- kansal süreçlerin oluşturduğu kente müdahale etmenin dayanakları, dola 335
yısıyla meşruiyetleri değişik kaynaklardan gelmektedir. Bu meşruiyetin kaynaklarını üç grupta toplayabiliriz. Bunların bir kısmı içinde öznelliğe çok az yer kalan bilimsel bilgiye dayanan belirleyiciliklerdir. Bu karar alanları tanımları gereği demokratik sürecin dışında kalmaktadır. Tabii kent planlamasına demokratik bir proje olarak yaklaşıldığında bu alanı olabildiğince küçük tutmaya çalışmak gerekecektir, ikincisini müzakereci pratikler alanı olarak görebiliriz. Bu halde kararların meşnıiyeti toplumdaki etkili güçlerin, çıkar gruplarının uzlaşmasına dayandırılmaktadır. Temsili demokrasinin çoğulcu pratikleri içinde düşünülebilirler. Üçüncüsü ise toplumdaki bireylerin özneller arası oydaşmasına dayanmaktadır. Kent planlamasını demokratik bir proje olarak görürsek bu alanın kararlarının göreli önemini artırmak gerekir. Ama bu oydaşmaları büyük ölçeklerde sağlamak olanağı olmayınca bu ölçeklerde müzakereci, uzlaşmacı pratiklere başvurulmak zorunda kalınmaktadır. Oydaşmalar ise küçük alanlara, küçük gruplara ilişkin kararlara kalmaktadır. Bu durumda da çeşitliliğe izin verici yeni oluşumlara açık karar alanlarının genişletilmesi önem kazanmaktadır. 5. Günümüzdeki Kent Planlama Prosedürlerinin Demokratiklik Ölçütlerine Göre Değerlendirilmesi Bir toplumda aynen temsili demokrasiyle katılımcı pratiklerin bir ara- dalığının yarattığı oluşumlara açık olunduğu gibi, günümüz kentlerinde de nesnel verilere ve araçsal rasyonelliğe göre oluşacak kararlarla, müzakereci ve katılımcı pratiklerin birlikte ortaya çıkaracağı bir oluşuma da razı olunmaktadır. Kent planlamasında bireysel kararların ve küçük grupların katılımcı pratiklerinin sorunlar yaratabileceği bu nedenle bilimsel bilgiye dayalı araçsal rasyonalite içinde ele alınması gereken üç alanın olduğu düşünülebilir. Bu üç alanı kısaca adlandırmak istersek meĢruiyeti bilimsel bilgiye dayanan kararlar olarak adlandırabiliriz. Bunlardan birincisi mülk sahiplerinin ya da yerel grupların katılımcı da olsa kısa erimli güdülerine terk edilemeyecek doğal ve tarihi miraslardır. Bunların gelecek nesillere aktarılması o yerelliğin yalnız kendi hem- şerilerine karşı değil, insanlığın tümüne karşı bir sorumluluğudur. Bu alanı belki de bir tür kutsallar/tabular alanı olarak da düşünebiliriz, ikincisi genellikle kentin altyapı sistemleridir. Kentsel altyapıların hem büyük 336
ölçüde yatırımı gerektirmesi, hem kentçe yaşayanların kararlarını belirleyici bir tür bağımsız değişken olarak oynadığı rol, gerektirdiği teknik yeterlilik koşulları, bunların bilimsel kestirimlere ve teknik akıla dayanarak ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Üçüncüsü ise sistemin varlıĢjnı sürdürmesi için gerekli düzenlerdir. Bu üç tür karar da meĢruiyetini bilimsel bilgiden almaktadır. Bu alandaki kararlar ya doğrudan bilimsel bilgiye dayanmaktadır ya da bilimsel kestirimlere dayandırılan araçsal rasyonellik iddiası taşıyan tartışma dışı çözümlerdir. Temsili demokrasinin siyasetçisi bu alandaki yetkilerini sadece amaçlar ve stratejik kararlar konusunda kullanacak, gerisini teknokratlarına bırakacaktır. Bu noktanın ötesine geçen bir müdahale siyasetçinin aklının ucundan bile geçmemelidir. Bunun adı siyasi yetkinin kullanılması değil keyfi müdahale olur. ikinci tür meĢruiyet, kaynağını temsili demokrasinin siyasal süreçleri içinde oluşturduğu siyasal güçten almaktadır. Aslında var olan yasalara bakarsanız kent planlamayla ilgili tüm kararların verilmesinde tek yetkili budur. Oysa bu gerçekte var olandan çok daha büyük bir karar alanının varlığı sanısını ya da illüzyonunu yaratmaktadır. Temsili demokrasi kanalları içinde yerel iktidara gelen güç sahipleri yetki alanlarını bu kadar geniş olarak görerek, bu karar alanlarını meşruiyetini farklı temellerden alan çıkar gruplarıyla ve katılımcılarla paylaşmazlarsa toplumda ciddi gerilimler doğacaktır. İktidarı bölüşmenin temsili demokrasi anlayışıyla uyumlu yönü müzakereci demokrasi/planlama yaklaşımı olacaktır. Günümüzde temsili bir demokrasiden gücünü almış olan siyasetçi belli alanlardaki kararları yerelliğin yurttaşlanyla bölüşmek durumundadır. Aslında onun meşruiyetinin kaynağını da o katılımcıların oyları yani genele ilişkin tercihleri belirlemiştir. Günümüzde seçildiği yerelliğin kamu alanında uzlaşma/oydaşma olmadan adeta onlardan bağımsız yerel bir derebeyi gibi kullanmayı günümüzün demokrasisi hazmedemez. İşte bu nedenle günümüz temsili demokrasilerinde geri çağırma hakları kurumsallaşmıştır. Temsili demokrasilerin kuramsal açıdan yumuşak karnı siyasi partiler aracılığıyla uygulandığında çoğunluk sultasına dönüşebilmesidir. Oysa çıkar gruplarının sayısının yüksek ve örgüdenmiş olduğu toplumlarda karşılıklı etkilenmelerle siyasal çoğulculuk ortaya çıkabilmektedir. İşte müzakereci planlama anlayışı dayanağını bu tür bir çoğulculuktan almaktadır. Uzlaşılan çözümler meşruiyetinin bu tür siyasal anlayıştan almaktadır.
Üçüncü meĢruiyet kaynağını, katılımcı süreçler, kamu alanında oluşturulacak oydaşmalar sağlayacaktır. Kent söz konusu olduğunda iki tür kamu alanından söz edilebilir. Bunlardan birincisi bir yerellik olarak kentin kamu alanıdır. Ne yazık ki günümüzün çok merkezileşmiş temsili demokrasi pratikleri yanı sıra hem yazılı hem de görsel medyanın yerel kamu alanlarını işgal etmiş olması, pratikte yerel kamu alanlarını yok etmiş durumdadır. Bunun en ilginç yansıması Türkiye'de siyasal partilerin yerel örgütlerinin siyaset yapma biçimlerinde görülmektedir. Partilerin yerel örgütleri yerel sorunlarla uğraşmak yerine merkezdeki partiler arası çatışmaları içinde bulundukları yerelliklerde yeniden üretmektedirler. Eğer kent planlamasına bir demokratik proje olarak yaklaşacaksak yerel kamu alanlarını merkezin işgaline karşı özgürleştirmek gerekir. Kent planlamaları bu özgürleştirmeye başlamak için uygun bir başlangıç olabilir. Kentteki bireyler için ikinci tür bir kamu alanı küçük grupların kamu alanlarıdır ya da başka bir deyişle STK'ların kendi kamu alanlarıdır. Demokrasi projesi olma iddiasını taşıyan bir kent planlaması bu yeni kamusal öznelerin çeşitlilik üretmelerine ve demokrasinin kalitesini geliştirmeye açık olmalıdır. Bir yandan kentsel yapıda ve kentsel yapılaşma süreçlerinde yaşanan değişmeler, öte yandan çok aktörlü, çok değişik meşruiyedere duyarlı bir yönetişim sistemi içinde kentlerin oluşumunu yönlendirmek için değişik düzeylerdeki kararlardan ve planlardan oluşan oldukça karmaşık bir mekanizmadan yararlanılmaktadır. Bu karmaşık sistem tasarlanmış olmaktan çok pratik içinde oluşmuştur. Bu mekanizmayı günümüz planlama pratiklerine bakarak şöyle sıralayabiliriz. 56. Kentin geleceğine ilişkin vizyon, 57. Kentin stratejik gelişme planı, 58. Kent stratejik planının uygulanması ve değiştirilmesi için müzakere süreçleri, 59. Kentin eski bölümlerine ilişkin dönüşüm süreçleri ve planlan, 60. Kentin yeni bölümleri için uygulama planları ya da kentsel tasarım projeleri, 61. Katılımcı önerilere açık kalan bir uygulamayı izleme mekanizmaları. 338
Günümüzde kenderin gelişmesinin 9 kentte yaşayanların tercihleriyle uyumlu ve girişimcilerin iş fırsadarını değerlendirmesine olanak verecek biçimde kalmasını bu tür bir kararlar mozaiği içinde sağlamaya çalıştığımız söylenebilir. Şimdi de bu mozaiğin her düzeydeki karar ya da saptamalarının meşruiyet temellerinin nelere dayandırılabileceği üzerinde duralım. Vizyon, uzun erimli bir zaman perspektifi içinde kentin edinmesi istenilen işlevler, yaşam kaliteleri hatta görsel/fiziksel niteliklerine işaret eden bir ifadedir. Bu ifade toplumda bulunan tüm aktörlerin bölüştüğü bir özlem haline gelebilmelidir ki bu aktörlerin faaliyetleri bu vizyonun oluşmasına katkı yapabilsin. Dolayısıyla orta erimli bir programı gerçekleştirmek için toplumun belli sayıda üyesi tarafından temsili demokrasi mekanizmalarınca seçilmiş bir siyasetçinin meşruiyet temeli vizyonu belirlemek için yetersiz kalır. O ancak toplum tarafından benimsenecek bir vizyon arayışının başlatıcısı olabilir. Böyle bir vizyon üzerinde oydaşma- nın/uzlaşmanın sağlanmasında kolaylaştırıcı işlevinin ötesinde bir işlev edinmeye çalışmamalıdır. Eğer böyle bir vizyon geliştirilmesini sağlayabilirse tüm diğer kararları için güçlü bir dayanak oluşturmuş olacaktır. Bir kez vizyon üzerinde oydaşma sağlandı mı, bu yolla oldukça kararlı ve önemli bir yönlendirici elde edilmiş olacaktır. Ama vizyon da değişmez değildir. Dünyada yaşanan ve bu kentin dış ilişkilerinde ortaya çıkan önemli değişmeler, o kentin gelişmesinde ortaya çıkan başarıların ya da başarısızlıkların birikmesi vizyonda da değişmeler doğurabilecektir. Kararlar mozaiğinin ikinci düzeyinde kentin stratejik planının yapılması yer alıyor. Kente bir tasarım nesnesi olarak değil yönlendirilebilecek bir oluşum olarak bakıldığında stratejik planı bu oluĢumunun belkemiğini tanımlamak olarak düşünebiliriz. Strateji vizyonun gerçekleşmesine olanak verecek temel kararları saptayacak ve onların kentin mekanında nasıl bir omurga oluşturabileceğini ortaya koyacaktır. Önemli ölçüde bilimsel analize ve bilimsel kestirimlere dayanacaktır. Ama aynı zamanda da temsili demokrasinin siyasal aktörlerinin stratejik önemdeki kararlarını içerecektir. Bu kararların seçimde önerilen programlarla meşruiyet çerçevelerinin kurulduğu da söylenebilir. Bu ana yönlendirici planın, böyle bir işlevini yerine getirebilmesi için topluma empoze edilen bir plan olması beklenemez, toplumda özellikle ilgili STK'ların teknik düzeydeki katılımına açık olması gerekir. Yani bu planın meşruiyetinin üç 339
farklı meşruiyet kaynağına da dayanması gerekecektir. Pratikte bunun üzerinde bir oydaşma sağlamaktan çok uzlaşma sağlama olasılığı yüksektir. Stratejik planın uygulamaya nasıl geçeceğini ve bu konudaki meşruiyet sorunlarını da ayrıca düşünmemiz gerekir. Bu konudaki en önemli yanılgı stratejik plana geçmiş dönemlerin master planları gibi yaklaşmaktır. Stratejik plan çok daha esnek bir plandır. Kentin zaman içindeki fırsadan kaçırmaması için uygulama konusundaki kesinleşmiş kararları son noktaya kadar geciktirebilen bir plandır. Bu planın esnekliği ve kent oluşumunun belkemiği olması nasıl sağlanacaktır? Bu soruyu yanıtlamak için iki farklı konu üzerinde durmak gerekir. Bunlardan biri kente ilişkin standartlar ve performans kriterlerinin belirlenmesidir. Bunlar stratejik planm belke- miğinin etrafındaki oluşumun hangi sınırlamalar içinde gerçekleşmesi gerektiğini belirleyecektir. Bir başka deyişle her stratejik planın böyle bir tamamlayıcısı olacaktır. Bu standartların ve göstergelerin meşruiyet temeli önemli ölçüde bilimsel bilgiden gelmektedir. Bunun üzerinde diğer iki meşruiyet kaynağının getirebileceği çok fazla bir şey yoktur. Stratejik plan yaşama geçerken bu kentte uygulama yapmak isteyen değişik aktörlerin, girişimcilerin, STK'ların müzakeresine sürekli açık kalacaktır. Aslında bu müzakere süreci stratejik planın kendisinden beklenenleri yerine getirebilmesinde ve başarılı olabilmesinde en kritik aşamadır. Stratejik plan müzakere sürecine kapalı tutulamaz, aksi halde gelişmemiş bir nazım plan haline gelir. Müzakere sürecinde uygulamada etkili olabilecek bir güçlü aktörle ilişki içine girilmektedir. Bu müzakerenin hakça bir çözüme bağlanması o kent için çok önemli bir fırsatın değerlendirilmesi olabileceği gibi, o toplumun özenle korunması gereken bir değerin kaybı anlamına da gelebilecektir. Bu nedenle müzakerenin kimin tarafından hangi ilkeler çerçevesinde yürütüleceği, hangi tür bir müzakerenin meşru, hangi tür bir müzakerenin ahlak dışı olacağı üzerinde açık seçik fikirler geliştirilmesi gerekmektedir. Kısaca her kentsel stratejinin uygulanması için üzerinde uzlaşılmış bir müzakere ahlakına ihtiyaç duyulacaktır. Bu konu aşağıdaki bölümlerde ayrıca ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Bu ahlak kamu alanında tartışılarak üzerinde bir oydaşma sağlanmadan siyasetçinin müzakere edebilirliğinin koşulları oluşamaz. Müzakereyi sadece siyasetçi ve tek bir aktör arasında bir alışveriş olarak kavramlaştırmak yetersiz olur. Çoğu kez çok sayıdaki aktör arasında olan bir müzakere olarak da düşünmek gerekir. Bu halde plancının rolü bir
moderatöre de dönüşebilecektir. Tabii moderatörlük rolünü konuyu bilen ve toplumda saygı duyulan bir kişinin uygulaması doğru olur. Kentin karar mozaiğinin dördüncü öğesi, kentin eski bölgelerine ilişkin dönüşüm ve yenileme süreçlerinin başlatılması va da planlanma- sıdır. Bu düzeydeki bir müdahalenin başlatılması için C,abii ki stratejik planla ilişkisinin bulunması gerekir. Böyle bir ilişki açık değilse müzakere edilerek ilişkisinin yeniden kurulması gerekir. Bundan sonra söz konusu olan artık bu kent parçasının nasıl ele alınacağıdır. Bunun çok değişik biçimleri söz konusu olabilir. Bazı hallerde bu, orada yaşayanların katılımıyla bir sağlıklaştırma, olabileceği gibi, piyasa süreçleri içinde yenileşme, hatta bazı hallerde yıkılarak tamamen yeniden yapılanması söz konusu olabilecektir. Hangi tür ve hangi derinlikte bir yenilenme söz konusu olursa olsun gözden kaçırılmaması gereken orada yaşayanların varlığıdır, günümüz demokrasisinde onları dışlayan, onların olurunu aramayan ele alışları meşru olarak kabul etme olanağı yoktur. Plan mozaiğinin beşinci öğesi olan yeni kent parçaları tabii ki dayanaklarını önce stratejik planlarda ve müzakere süreçlerinde bulacaklardır. Ama bir kent parçası olarak tasarlanacaklardır. Bunlar konut alanları, sanayi bölgeleri, iş bölgeleri vb. olabilir. Önemli bir kısmının kullanıcıları başlangıçta belli olmayabilir. O halde katılımcı bir meşruiyet dayanağı bu- lunmayabilecektir. Meşruiyeti büyük ölçüde temsili demokrasi içinde oluşmuş siyasal otoritenin kararına ve bu karar üzerinde STK'ların kamuoyunda ifade edilmiş itirazlarının bulunup bulunmayışına bağlı olacaktır. Bir yerde plan varsa tabii ki bunun uygulanıp uygulanmama sorunu da olacaktır. Günümüzün burada sözü edilen plan mozaiğinin uygulanma sorunu ile şümullü rasyonel planlama anlayışının 1960'lı yıllardaki nazım plan uygulama planı ayrımına dayanan paradigmasının uygulama sorunu çok farklıdır. Geçmişteki paradigmada kent mekanının her noktası önceden tasarlanmış/betimlenmiştir. Tek tek binalar olarak bunların gerçekleştirilmesi ve gerçekleştirilirken denetlenmesi söz konudur. Oysa günümüzün daha esnek planlaması içinde daha başlangıçta bu düzeyde bir belirlenmişlik yoktur. Ayrıca kent pazarlık edemeyecek güçsüz bireylerin bina düzeyinde plan kararına uyumuyla değil tersine kent parçalarını gerçekleştirebilecek güçlü bireylerin müzakerelerine açık olarak parçalar halinde oluşturulacaktır. Burada bir oluşum söz konusudur. O zaman uygulamadan ne anlaşıldığına açıklık kazandırmak gerekir. Bir olanak bel341
kemiğinin uygulanması üzerinde durmaktır. İkincisi ise ortaya çıkan oluşumun başarı göstergelerinin istenilen düzeyde kalması olarak ele alınabilir. Tabii tasarım konusu olan kent parçalarında daha disiplinli bir uygulama söz konusu olacaktır. Bu parçaya ilişkin yönetim birimleri bunlardan sorumlu olmalıdır. Bu denetimlerde katılımcı pratikler de geliştirilebilir. Bu parçaların uygulamasının disiplinli olup olmayışı stratejik plan açısından hayati bir öneme sahip değildir. Ama alt parçalar açısından önemlidir. Bireylerin tek tek tüm tasarımı anlamsız hale getirecek uygulamalarının engellenmesi kent parçalarının piyasa değerlerinin ve o küçük topluluk içinde bireylerin bir diğerine saygısını koruması bakımından anlamlıdır. Tabii bu topluluğun kendi oydaşmasıyla daha esnek bir uygulamaya gitmesi de düşünülebilir. Stratejik plan geliştirilirken hangi alanların kamusal özne niteliğindeki küçük grupların geliştirdikleri önerilerin uygulanmasına açık kalacağı hakkında da kararlar üretilmesinde yarar olacaktır. 6. Sözü Sonlandırırken Kente onun kendi aktörlerinden bağımsız dıştan bir otorite tarafından biçimlendirilecek bir nesne olarak görülmeyerek insanca yaşam koşullarını sağlamak için müdahale edilmesi gereken sosyo-mekansal bir oluşum olarak bakmaya başladığımızda, kentin planlanmasına da bir demokrasi projesi olarak yaklaşabiliriz. Türkiye'de bu konudaki değişik sorumluların böyle bir noktaya geldiğini söylemek zordur. Pratik içinde bu konuyla her gün uğraşmak durumunda kalanların böyle bir anlayışa ulaşmasının kolay olmadığını kabul etmek gerekir. Günümüzde Türkiye'de özellikle büyük kentlerin planlamasında yaşanan sorunlar eski kentsel planlama paradigmalarına dönerek değil yeni paradigmalara açılarak çözülebilir. Bu açılmayı da bu konu üzerinde görüşerek karşılıklı öğrenme süreci içinde geliştirmemiz gerekmektedir. 342
PLANCININ MEġRUĠYETĠNĠ OLUġTURMAKTA ETĠK SORUNLAR*
Planlama düşüncesi bir aydınlanma çocuğudur. Aydınlamanın insana ve akılcılığa güveninin getirdiği bir sonuçtur. Aydınlanma düşüncesi insanların ve toplumların kaderinin ilahi güçlerle belirlendiği inancını yıkarak, kendi kaderlerini kendilerinin eline vermiştir. Aydınlanma iki bakımdan insana güveniyordu. Bunlardan birincisi insan aklına güvenmektir. İnsan aklının doğanın ve toplumun düzenini kavrayabileceğine ve bunun yasalarını ortaya çıkarabileceğine ve toplumun gelişmesini insanın mutluluğunu artırabilecek biçimde yönlendirebileceğine inançtır. İkincisi ise insanların kendi kendilerini yönetebileceklerine güvendir. İnsanların kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğunu değerlendirebileceklerine inanmaktadır. Bunlardan birincisi bilgi alanına ikincisi ise ahlak alanına ilişkin bir güvendir. Aydınlanma sonrasında bilgi, ahlak ve estetik alanı birbirlerinden bağımsız otonom alanlar haline gelmiştir. Bu alanların her biri için evrensel geçerlilik olan kurallar bulunmaya çalışılmıştır. Bu ayrım yirminci yüzyılda gelişen planlama anlayışını da belirlemiştir. Bu anlayışa göre planlama ahlak ve bilimsel bilgiyi özel bir biçimde yan yana getirmektedir. Planlama iyi toplumun ne olduğuna ilişkin hedeflerini ahlak alanından alacak ve bu hedefleri bilim alanında geliştirilmiş bilgilerden yararlanarak en etkin bir biçimde gerçekleştirmeye çalışacaktır. Bu halde araçsal bir akılcılık söz konusudur. Planlamanın genel olarak teknik aklın toplumun
1. GiriĢ 1 TMMOB Şehir Plancıları Odası tarafından 14-15 Aralık 1995'de düzenlenen "Planlamanın Meşruiyeti ve Plancıların Konumlan" temalı 1. Planlama Kongresine sunulan bildiri.
işlerliğini sürdüren ve toplumu dönüştüren eylemlerin saptanması diye yapılan tanımlamasının arkasında da böyle bir araçsal akılcılık anlayışı bulunmaktadır. Planlamanın gelişmesine ilişkin böyle bir kısa bakış planlamanın bilim alanında bir etkinlik olduğu kadar ahlak alanında da bulunan bir etkinlik olduğunu gösteriyor. Bu yazıda planlamanın bilgi alanından çok ahlak alanıyla olan ilişkileri üzerinde durulacaktır. Bir plancının karşılaşacağı üç farklı düzeyde ahlak sorunu vardır. Bunlardan birincisi toplum düzeyindedir. İyi toplumun ne olduğuna ilişkin değerler ve tanımlamalardır. İkincisi planlama faaliyeti düzeyindedir. İyi bir planlamanın niteliklerinin ne olacağına ilişkindir. Üçüncüsü ise plancı düzeyindedir. İyi plancının ahlakının ne olacağını tanımlayacaktır. Denilebilir ki üçüncü düzeyi oluşturan iyi plancının nitelikleri ilk iki düzeyi de içerir. Çünkü iyi plancı, iyi planları yaparak iyi toplumun gerçekleşmesine katkıda bulunacaktır. Böyle üç düzeyi de içeren bir planlama ahlakından söz edebilmek için önce ahlak önermelerinin niteliği ve nasıl temellendirildiği üzerine durulacak daha sonra da bir plancı ahlakının önermelerinin nasıl kurulabileceği ele alınacaktır. 2. Ahlak Önermelerinin Niteliği ve Nasıl Temellendirileceği Üzerine Ahlakın nasıl temellendirileceği konusunda felsefeciler üç farklı yoldan söz etmektedirler. Bunlardan birincisi insanı iç dünyasıyla temellen- dirmeye çalışmaktır. Sokrates, Aziz Augustinus gibi düşünürler için ahlak kendi kendisiyle baş başa kalan insanın vicdanından kaynaklanmaktadır. Bu ele alışın en çok üzerinde konuşulan örneği Aristotales'in ahlak felsefesidir. İnsan için ereğin muduluk olmasından yola çıkar. Mutluluk üzerine dış olayların, eylemlerin etkisi söz konusu olsa bile, temelde insanın özüyle ilgili yüce bir erektir. Muduluk ereği usun bütün gücünü kullanarak "iyi"ye ulaşmasını gerektirir. Bu nedenle insan kendi özüyle, kendi varlığını yönlendiren ruhla karşı karşıya gelerek, dış olayların etkisinden kurtulur, mutluluğu kendi iç evreninde arar. Kişiyi mutlu kılacak "iyi"ye ulaştıracak olan ise erdemdir. Ahlakın özünü oluşturan erdem usun etkinliğiyle bağlantılı bulunduğundan tutum (ethos) ve düşünme (dianoia) gibi iki eylemi gerektirir. Erdem yalnız bilgi edinmekle, erek olan "iyi"
nin ne olduğunu bilmekle kazanılmaz, kişinin istencini eğitmesi, olgunlaştırmaya çalışması, kendisini eylemleriyle dengeli bir duruma getirmesi gerekir. "Orta yol" kişi davranışlarının, eylemlerinin "iyiye" yönelmesiyle muduluğa ulaşmayı sağlar. Bu yaklaşımda ahlakın konusu bireyi erdeme kavuşturmaktır. Bu daha çok özel alana ilişkin bir ahlaktır. Bu ahlakın doğrudan kamusal bir yönü yoktur. Ama dolaylı bir varsayımı içerdiği söylenebilir. Erdemli davranışın bireyin mutluluğunu gerçekleştirirken, toplumu ayakta tutmak için gerekli koşulları yarattığı varsayılmaktadır. Kamusal ahlakla özel ahlak arasında bir paralellik olduğu düşünülmektedir. Ahlakı ikinci temellendirme yolu akıla dayanmaktadır. Descartes'e göre aklın başlıca görevi iyi ve kötüyü değerlendirmektir. Bu nedenle akıl bize davranış kurallarını verecektir. Ahlakı akılla temellendiren yaklaşımlar daha çok evrensel geçerliliği olan ilkeler geliştirmeye yönelmiştir. Akılla temellendirme konusundaki yaklaşımlardan en çok üzerinde durulanı Kant felsefesi olmuştur. Kant'ta bilgi fenomenler alanına, ahlak ise numenler alanına ilişkindir. Numenler alanının varlığı insanı diğer canlılardan ayırır. Eğer bu alan olmasaydı insanın özgürlüğünden söz edilemezdi. Bu alanda ahlak tümel (evrensel) geçerliliği olan önermelerden oluşur. Ahlakın içgüdülerle, doğal eğilimlerle ilişkisi yoktur. Ahlak akılda bulunan bir yasaya, kesin buyruğa (Katolik imperative) dayanır. Bu kesin buyruk önsel (a priori) dir. Bu buyruğun özünü "iyi istenç" oluşturur. Bu iyi istenç yalnız insanı ilgilendiren bir ödevdir. Bu ödev sadece aklın sesidir. Bunun içinde duyguya yer olmadığından, ahlak yasaları tümeldir, başka bir deyişle göreli değildir, evrensel olarak geçerlidir. Bu nedenle insan genel bir yasa olmasını isteyebileceği bir ilkeye göre eylemde bulunmalı, bütün insanlığı kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil, bir erek olarak görecek biçimde davranmalıdır. Üçüncü ele alış biçimi ise ahlakın dayanaklarını toplumda bulmaktadır. İnsanların karşılıklı ilişkiler içinde yaşarken birbirleriyle ilişkilerini sürdürebilmeleri ve topluluk oluşturabilmeleri için insanların birbirlerine karşı sorumluluklar yüklemesi gerekir. Ahlak bu işlevi yerine getirir, toplumdaki bireylerin ilişkilerini düzenleyen kuralları oluştururken bunu bireyin diğerlerine karşı ödevlerinin ne olduğuna açıklık kazandırarak yapar. İnsanlar bunları birer ölçüt olarak kullanarak kendisinin ve diğerlerinin davranışlarını olumlu ya da olumsuz olarak yargılarlar. 345
Bu yazıda da üçüncü yol benimsenecektir. Ahlakın temel öğesi olan sorumluluğa açıklık kazandırmak için bireyin kime karşı sorumlu olduğu, yüklendiği sorumluluğun bireyi ne yapmaya zorlayacağı, hangi koşullarda bireyin sorumluluğunun ortaya çıkacağı sorularını yanıtlamaya çalışmak gerekir. Bireyin içinde bulunduğu moral topluluğa karşı sorumluluktur. Sorumluluk bir toplulukta yaşayan kişinin diğerleriyle ilişkileri içinde biçimlenir. Bir başka deyişle toplumsal olarak müzakere edilmiştir ya da sürekli olarak üzerinde pazarlık yapılmaktadır. Bir moral topluluk bu biçimde oluşur. Ama bir insan tek bir moral topluluk içinde daha yer almaz. Bir kişinin üzerinde birden fazla moral topluluk kesişmektedir. Aile, iş, arkadaş, meslek, hemşeri çevreleri, ulus vb. bu moral toplulukların örneğidir. Bu değişik moral çevrelerin bireylerden beklediği değişik sorumluluklar vardır. Bu beklentilerin bazı hallerde birbiriyle çelişmesi söz konusudur. Bireyleri tutarsızlığa itebilir. Bu tutarsızlıkların çok açık hale geldiği durumlarda bu bireyler içinde bulundukları moral toplulukların bir kısmından dışlanmak durumunda kalabilecektir. Moral çevrelerinin yüklediği sorumluluklar kişileri nasıl davranmaya zorlamaktadır. Bu bakımdan iki farklı ahlaksal tutumdan söz edilebilir. Bunlardan birincisi nihai amaç ahlaktır. Bu ahlak anlayışında amacın aracı meşru kıldığı anlayışı hakimdir. Bu ele alışta amaçların yüceltilmesiyle her araç dolayıyla her davranış meşru hale getirilebilecektir, ikinci ele alış sorumluluk ahlakıdır (deontology) bu durumda araçların meşruiyeti, amaçların meşruiyeti kadar önemlidir. Moral topluluk içinde iyinin ne olduğuna ilişkin bir uzlaşı gelişirken yalnız amaçlar konusunda değil aynı zamanda araçlar konusunda da saptamalar yapılacaktır. Kötü araçların kullanılması ulaşılacak amacın da kirletilmesine neden olacaktır. Sorumluğun hangi koşullarda ortaya çıkacağı sorusu duruma bağlı bir ahlak düşünüldüğünün bir işaretidir. Durum ahlakında tüm değerler, kurallar ve reçetelerin koşullara bağlı olduğu kabul edilmektedir. Kurallar ve kaideler önceden dondurulursa gerçekler karşısında yetersiz kalacaktır. Durum ahlakından söz edildiğinde bireylerin sorumluluğuna ve özgürlüğün yaratıcılığına geliştirilebileceğine güven ifade edilmiş olmaktadır. Böyle olunca bir toplumda belli bir eylem yapanlar ya da karar verenlerin içinde bulundukları durumların onları çok farklı ahlaksal seçme sorunlarıyla karşı karşıya bırakacağı kabul edilmiş olmaktadır. 346
Seçmelerdeki en basit durum iyi ile kötü arasında yapılan seçmedir. Bu seçmeyi yapabilmek için iyi ve kötünün ne olduğuna ilişkin değerleri bilmiş olmak yeterli olacaktır. Biraz daha karmaşık ve duyarlı olan durum iyi ile en iyi arasındaki seçmedir. Rasyonel bir hesaplamayı gerektirir. Üçüncü seçme halinde durum birden karmaşıklaşır. İnsanların yapmayı seçtikleri bir eylemin iyiyi doğurduğu kadar kötüye de neden olduğu durumlarda yapılan seçmedir. Burada basitleştirilmiş her durum için geçerli bir kural söylemek zordur. En karmaşık durum ise kötüyle daha kötü arasında seçme durumunda kalındığında ortaya çıkacaktır. En çok karşılaştığımız seçme durumu üçüncüsüdür denilebilir. Üçüncü ve dördüncü durumda moral topluluğun sadece ideal ahlak değerlerine dayanarak bir seçme yapma olanağı kalmaz. İdeal ahlakın yol göstericiliğiyle pratik yani duruma bağlı ahlakın yol göstericiği arasında bir ayrım ortaya çıkar. Ahlak önermelerinin moral topluluklara referansla, duruma bağlı olarak belirlenmekte olduğunu, yani göreliliğini gördükten sonra bir konuya mudaka açıklık kazandırmak gerekiyor. O da insan haklarıdır. İnsan hakları evrenseldir diyoruz. Evrenseldir demek insan haklarının tüm ahlak sistemleri tarafından içerildiğini kabul etmektir. Eğer Kantçı ahlak anlayışında olduğu gibi ahlakı akılla temellendirmeyi kabul etseydik, evrensellik iddiasında bulunmak bir sorun olarak görülmezdi. Oysa ahlak önermelerinin moral topluluğa özgü olduğunu söyledikten sonra onların evrenselliği nasıl iddia edilebilmektedir? Bu akılla temellendirilmekten gelen değil, pratik içinde ortaya çıkan bir evrenselliktir. Pratiğe dayanan evrensellik iki yolla kurulabilir. Bunlardan birincisi insan haklarını tüm ahlak sistemlerinin kesiştiği ortak bir küme olduğunu kabul etmektir. İkincisi ise insan haklarını moral topluluğu tüm dünya olan bir özel ahlak alanı olarak görmektir. Her iki halde de ahlakın hem moral topluluğuna bağlılığı, hem de evrensellik iddialarını birlikte sürdürmek olanağı doğmaktadır. Böyle bir yorum olanaklı hale gelince, insan haklarının hem evrensel, hem de tarihsel olduğu söylenebilecektir. Zaman içinde gelişecek ve zenginleşecektir. Oysa akılla temellendirilen bir evrensellik olsaydı bunun zaman içinde gelişmesinden söz etmek olanaksız hale gelirdi. 3. Kent Plancısının Ahlakı Üzerine Kent plancısının ahlakının üç farklı düzeye; iyi plancı, iyi plan ve iyi kente ilişkin değerlerden ve sorumluluktan oluştuğunu daha önceki bö-
Kimlerde görmüştük. Plancı ahlakının üç farklı düzeydeki öğelerini plancı düzeyinden başlayarak kurmaya çalışalım. • Ġyi Plancının Nitelikleri Üzerine Plancı üzerinde değişik moral kümeler kesişmektedir. Bunlar; a) bir toplumun bir bireyi, b) bir profesyonel, c) bir kamu görevlisi, d) bir yasa uygulayıcısı, e) bir toplum bilim kullanıcısı olmak diye sıralanabilir. Bu kümelerin her biri plancıya farklı sorumluklar getirmektedir. Bazı hallerde de bu sorumlulukların birbirleriyle çelişmesi söz konusu olacaktır. Bu sorumlulukların her birini tek tek ele alarak açıklamaya çalışalım. Plancının toplumun bir bireyi olması, ona iyi insan, iyi vatandaş olma sorumluluğunu yüklemektedir. Bu da plancıya hem özel, hem de kamu alanına ilişkin çok sayıda sorumluluk getirmektedir. Özel alanda ailesine karşı sorumluluklarıyla, kamu alanında ise daha çok vatandaş olarak so- rumluluklanyla yer almaktadır. Bu alanı burada aynntılı olarak tartışmada yarar yok. Ama bir noktaya dikkati çekmekte yarar vardır. Bazı hallerde kentlerin gelişmesi konusunda alacağı tavırları saptarken bir vatandaş olarak sorumluluğu, plancı olarak sorumluluğunun önüne geçebilecektir. Profesyonel plancı olarak yapamadığı talepleri, vatandaş olarak yapma durumundadır. Plancı ahlakın öğelerinin bir bölümü de bir profesyonel olmasından kaynaklanmaktadır. Profesyonellik ahlakının en önemli koşulu müşteriyle olan ilişkisinde ortaya çıkmaktadır. Profesyonellik iddiasında olan bir kişi müşteriyle gayrı şahsi ve güvene dayalı ilişkiler kurmak durumundadır. Bu ilişkide güven doğması profesyonelin şahsi ilişkileri ve sempatilerinden kaynaklanmamaktadır. Söz konusu ilişki anonim bir ilişki olmalıdır. Bu ilişkide güven profesyonelin elde ettiği bilgiyi üçüncü kişilere açıklamamasından ve müşterinin sahip olmadığı profesyonel bilgisinden kaynaklanmalıdır. Profesyonellik ahlakının en önemli özelliklerinden biri de müşteriye karşı bağımsızlığın korunmasıdır. Bir profesyonel müşterisinin hoşuna gidecek biçimde konuşmamalı, bir dönem siyasal yaşamımızda moda haline gelen bir söyleyişle nabza göre şerbet vermemelidir. Müşterisinin önyargılarına karşı çıkabilmelidir. Müşterinin önyargıları profesyoneli de hapsetmemelidir. Profesyonellik ahlakının olmazsa olmaz koşulu bilgi ve yeterliliğe sahip olunmasıdır. Eğer bu niteliğe ve birikime sahip olmayan bir kimse pro 348
fesyonellik iddiasında bulunuyorsa bir dolandırıcı durumuna düşecektir. Profesyonellik bilgilerini sürekli zorunluluğuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Profesyonellik ahlakının bir başka özelliği lonca sadakatidir. Bu ahlak anlayışının kökleri sanayi öncesi döneme gider. Profesyonel hizmetini piyasada satılan bir mal düzeyine indirmeyecektir. Başkasının müşterisini kandırmayacak, kendi propagandasını yapmayacak, başkasından müşteri çekmek için fiyat düşürmeyecektir. Profesyonellerin kendi aralarında böyle göreli olarak kapalı bir sistem oluşması bu grubun sadece kendi çıkarını koruması için gerekli değildir. Aynı zamanda da kendi alanlarındaki profesyonelitenin dayanağını oluşturmak için gereklidir. Modernitenin araç- sal rasyonalite kavramını aşındırmasından sonra Brown yeni bir rasyo- nalite kavramı geliştirmiştir. Buna göre rasyonel olan karar uzmanlar arasında üzerinde oydaşma olan karar olarak tanımlanmıştır. Böyle bir profesyoneller topluluğunun varlığı bunun için bir temel oluşturacaktır. Çoğu kez belli konularda toplumdaki oydaşma ile profesyoneller arasında oydaşma aynı noktada teşekkül etmez. Bu ikisi arasındaki fark gerçekte üzerinde durulan bir konuda popülizmin ne olduğunun teşhisini sağlar. Kuşkusuz, popülizmden kaçınma plancı ahlakının önemli öğelerinden biridir. Bir profesyonelden beklenen bir başka ahlak özelliği de işverenine sadakattir. Ama plancı söz konusu olduğunda bu ilişki karmaşıklaşmaktadır. Çünkü işveren bir kamu yöneticisidir. Büyük olasılıkla da seçimle gelmiş bir siyasetçidir. Bu siyasetçi halk adına orada bulunmaktadır. İşte bu noktada plancının bir kamu görevlisi olmasından kaynaklanan özellikleri ön plana çıkmaktadır. Plancının sadakati hemen üstündeki yöneticiye mi yoksa halka mı olacaktır? Bu sorunun yanıtını bulmak o kadar kolay değildir. Ahlakın duruma bağlı niteliği burada ortaya çıkmaktadır. Eğer bir plancı kendisini üstündeki yöneticisine karşı sorumlu görmezse planlama örgütünün bir karmaşaya düşmesi, etkinliğini kaybetmesi söz konusudur. Oysa kendisini yalnız üstüne karşı sorumlu görürse, üstünün hatalarına, hatta kötü niyetli tutumlarına alet olmuş, halka karşı sorumluluğunu yerine getirmemiş olur. Bu bir noktada sağduyu sorunudur. Eğer ister yönetici, ister plancı olsun, sonunda halka karşı sorumlu olduklarının bilincinde iseler ve bilgilerini yeniliyorlarsa bir sorunun ortaya çıkmaması gerekeceği düşünülebilir.
Bu noktada plancı ile seçilmiş yöneticilerin ilişkisine açıklık getirmek gerekir. Bu durum bir planlama bürosunun içinde çalışarak yükselmiş bir plancı yönetici ile plancı arasındaki ilişkiden çok farklıdır. Her iki durumda da söz konusu olan üst ve ast ilişkileri aynı nitelikte değildir. Birinci durumda meşruiyet temelleri farklı iki aktör arasındaki ilişki söz konusudur. Siyasetçinin meşruiyeti halkın temsilcisi olmasından kaynaklanmaktadır. Onunla ast üst ilişkisi içinde bulunan plancının meşruiyeti teknik bilgisinden yani profesyonel olmasından kaynaklanmaktadır. Böyle bir meşruiyetin dayanaklarındaki farklılık Türkiye'de siyasetçilerin yaymaya çalıştığı, atanmışlar seçilmişlerin her dediğine evet demelidir biçimindeki ilkeyi geçersiz kılmaktadır. Meşruiyet temellerindeki farklılık aralarında kendiliğinden işbölümü ortaya çıkarmaktadır. Toplumun hedeflerinin ne olduğunu planlamaya aktarmak siyasetçinin meşruiyet alanına ilişkindir. Teknik tutarlılığına ilişkin karar alanları ise plancı-teknokratın meşruiyet alanına ilişkindir. Siyasetçinin bu alana müdahalesinin dayanağı olmayacaktır. ikincisinde ise meşruiyet temelleri aynı olan iki aktör arasındaki ast üst ilişkisi üzerinde durulmaktadır. Bu halde böyle bir ayrım söz konusu değildir. Beklenen daha deneyimli olan üstün kararlarına uyulmasıdır. Ama kuşkusuz bir farklılık varsa bunun çözümlenmesi sadece yetki üstünlüğüne dayanacak değildir. Profesyonel alanın ortak değerleri ve yönelişleri içinde doğru kararın ne olduğu belirlenebilecektir. Bir plancının kamu görevlisi olmasının getirdiği sorumluluk sadece sadakatle boyun eğmeme arasındaki hassas dengeyi kurmak konusunda ortaya çıkmamaktadır. Takdir yetkilerini kullanırken vatandaşlar arasında ayrım yapmamak, özel yararları değil, kamu yararını savunmak, yolsuzluk yapmamak gibi başka sorumluluklar getirmektedir. Kamu yararı kavramı üzerinde ilerideki bölümlerde ayrıntılı olarak duracağız. Diğer ikisi ise çok açıktır, üzerinde ayrıca durmak gerekmez. Plancı kamu görevini yaparken bunu yasal sistemin koşulları içinde gerçekleştirecektir. Bu plancıya yasal çerçeveyi bilme ve pratiğini onun içinde geliştirme sorumluluğunu getirmektedir. Kamu adına görev yapmanın bir başka yolu da yoktur. Bu demek değildir ki bu yasal sistemi geliştirmek için düşünce geliştirmek plancının görevi dışındadır. Hem bir vatandaş, hem de plancı olarak yeni ve daha iyi bir yasal sistemin geliştirilmesi talebinde bulunmak sorumluluğu her zaman gündemde kalacaktır. Plancı bu değişiklik talebini gündemde tutmasına rağmen, faaliyetlerini var olan yasal sistem içinde sürdürme sorumluluğunu taşıyacaktır. 350 4
Plancı ahlakının profesyonellikten gelen öğelerini tamamlamak için plancının bir sosyal bilim kullanıcısı olmasından gelen sorumlulukları üzerinde de durmak gerekir. Bu plancıya bilimin gelişmelerinden yararlanma ve gelişmesine yardımcı olma sorumluluğunu getiriyor. Daha başlangıçta planlamanın aydınlanma sonrası gelişen bir olgu olduğunu belirttiğimiz düşünülürse bu sorumluluğun planlamanın olmazsi olmaz koşulu olduğunu hemen görebiliriz. Ama bu noktada akla gelebilecek bir soruya açıklık kazandırmak gerekiyor. Biliyoruz ki ilk planlı kent çok eski tarihlere, eski Mısır'a, eski Yunan'a gitmektedir. Bu örneklerde bir kent vizyonu (görüşü) hayata geçirilmiştir. Bu planlamaya günümüzde ortogonal planlama diyoruz. Bu planlama dayanağını toplumun değerlerinden ve bilimsel bilgiden almıyor. Bir plancının bir bakıma ilahi vizyonundan alıyor. Bu nedenle burada bilimi olumlayan yaklaşım, üzerinde durduğumuz günümüz plancısının ahlakının içinde, ortogonal planlamaya olumlu bir değer yüklememenin de bulunduğunu hatırlatmakta fayda var. • Ġyi Planm Nitelikleri Üzerine Plancı ahlakının, ikinci düzeydeki ilkeleri, yapılan planın nasıl iyi bir plan olacağına ilişkindir. Bunlar; a) kamu yararına hizmet etmesi, b) halkın katılımıyla hazırlanmış olması, c) kapsamlı ve uzun erimli olması, d) o toplumda yaşayanların seçme olanaklarını artırması, e) toplumdaki kişiler hakkında ayrım gözetmemesi ve herkesin plan hakkında kolayca bilgi edinmesi, f) kentte yaşamın akışını durdurmaması olarak sıralanabilir. Bu ilkeler konusunda günümüzde plancılar arasında genellikle bir uzlaşma olduğu söylenebilir. Ama her birinin yorumu konusunda oldukça farklı görüşler bulunmaktadır. Planlama sürecine ilişkin kurumsal görüşler değiştikçe, çeşitlendikçe bu ilkeler de değişecektir. Planlama konusundaki en tartışmalı alanlardan biri kamu yararı kavramıdır. Son yıllarda kamu yararını yadsıyan birçok tartışma yapılmıştır. Elitist planlama pratiğine karşı çıkan bir kısım yazarlar kamu yararı diye bir şeyin bulunmadığını, toplumda hakim sınıfların ya da genellikle plancıların içinden geldikleri orta sınıfların yararının topluma kamu yararı diye yutturulduğunu ileri sürmüşlerdir. Gerçekte planlamada kamu yararını gerçekleştiriyor diye sunulan pek çok şeyin toplumdaki değişik güçlerin pazarlık süreci içinde ulaştıkları bir denge hali olduğunu söylemişlerdir. Kamu seçmesi (public choice) kuramıyla uğraşan bir kısım yazarlar da ki 351
şilerin seçmelerinden yola çıkarak tutarlı bir toplumsal seçmeyi sağlayacak bir sürecin (çoğunluk oyu) tanımlanamayacağını ileri sürmüşlerdir. Eğer biz plancılar kamu yararı kavramını yaralarsak elimizde, kendisini sevmekten başka hiçbir özelliği olmayan, bireyin çıkarını en çoğa çıkarmaktan başka bir şey kalmaz. Yalnız planlama değil, kamu yönetimi hukuku da dayanaklarını yitirir. Kamu yararı kavramı üzerinde bir krizin varlığını ileri sürmek insana ve topluma ilişkin ontolojik varsayımın ne olduğuna bağlıdır. Kamu yararı konusunda değişik ontolojik kabuller farklı sonuçlar çıkarılmasına neden olacaktır. En uç ontolojik varsayım organik devlet varsayımında bulunarak tek ontolojik düzey olarak ulusu kabul etmektir. Bu durumda bireyin çıkarı yoktur. Bu anlayış bizi faşist devlete onun kamu yararı kavramına götürür. Bireyin yararı kamu yararı ile özdeşleşmiştir. Ondan ayrı düşünülemez. Öteki uç varsayım ise toplumun sadece atomistik bireylerden oluştuğunu varsaymaktadır. Buradaki tek ontolojik düzey bireydir. Bu durumda bireyin istekleriyle temellendirilmeyen bir kamu yararı söz konusu değildir. Kamu yararı bireylerin yararlarının toplamı haline gelir. Ayrıca bir toplumsal düzenlemeye gerek yoktur. Oysa bu durumda bile bir kamu yararından söz edilmek durumunda kalınacaktır. Çünkü bu libera- list toplumun bireylerinin özgürlüklerinin kullanılması, hele bu bireyler bir kentte yaşıyorsa, diğerlerinin özgürlüklerini sınırlayacak ve hiçbirini özgürlüklerini kullanamaz hale getirecektir. Böyle bir toplumda bireylerin özgürlüklerinin gerçekleştirilebilmesi için toplum düzeyinde çok sınırlı da olsa bazı düzenlemelere gidilmesi gerekecektir. Bu gerekli minimum düzenleme liberalizmin kamu yararının sınırını çizecektir. Oysa bir üçüncü ontolojik varsayım olanaklıdır. İlişki içinde bireylerin oluşturduğu bir toplumun bulunduğu varsayılabilir. Birey ve toplumun her ikisi de ontolojik varlık olarak kabul edilebilir. Birey seçmelerini toplumun varlığını kabul ederek yapacak, seçmeleriyle toplumu değiştirebileceğini kabul edecektir. Bu halde insanların çabalarıyla, uzlaşımlarıyla oluşturulabilecek bir "iyi toplum" vardır. İşte kamu yararı bu ortak olarak üretilmiş iyi toplum anlayışıyla temellendirilmiştir. Tarihseldir. İnsanların zaman içinde gelişmesine açıktır. İnsanların siyasal mücadeleleriyle zaman içinde kapsamı genişletilmektedir. İster liberalizmin dar kapsamlı, ister "iyi toplum" uz- laşımına dayanan geniş kapsamlı toplum yararı kavramı olsun, plancının pozitif değerler yüklediği kavramlar olacaktır. 352
Planın halkın katılımıyla hazırlanmış olması ilkesi, 1970'li yıllardan sonra planlamanın temel ilkelerinden biri haline gelmiş, bu yaklaşım daha önceki dönemlerde planlamanın kamu yararını ve teknik gerekçeleri ön plana geçirerek, elitist bir planlama haline gelmesine tepki olarak gelişmiştir. Planlanan alanlarda yaşayanların kendi sorunlardı ve tercihlerini planlamaya aktarabilmesinin yolu olarak gelişmiştir. Bugün artık plancılar arasında halkın desteğini almamış bir planlama pratiği meşru görülmemektedir. Genel olarak katılım benimsenen bir değer olmasına karşın uygulamada karşılaşılan sorunların nasıl aşılacağı konusu önemini hâlâ korumaktadır. Halkın katılımında kaçınılması gereken iki yanlış tutum olacağı söylenebilinir. Birincisi halkla kurulan ilişkiyi sadece onlara bilgi vermeye ve onları bilgi almaya indirgemektir. Katılımcılar karar sürecinde etkili oldukları yani katıldıkları duygusunu edinemeyecekler ve yabancılaşmaları sürecektir, ikinci yanlış tutum planlamanın sadece halkın isteklerini kayda geçirmeye indirgenmesi ve popülizm yapılmasıdır. Bu halde kamu yararı gündemden tamamıyla çıkmaktadır. Katılım sürecini geliştirirken bu iki sapmaya da düşülmemeli plancıyla katılımcılar arasında etkileşimli bir diyalog oluşturulmalıdır. Bu diyalogun sağladığı karşılıklı öğrenme süreci içinde kamu yararı tanımlanabilmeli ve korunmalıdır. Planların ayırıcı niteliklerinden biri de kapsamlı ve uzun erimli olmasıdır. Bu ilke de önemli ölçüde eleştiriye uğramaktadır. Kapsamlı rasyonel planlamanın olanaksızlığı, toplumun birbirinden ayrı küçük kararlarla geliştiği planlama yazınında uzun süredir tartışılmaktadır. Uzun süreli planlamanın ise dış dünya koşullarındaki gelişmenin kestirilmesindeki zorluklar ve amaçların değişmesi vb. nedeniyle olanaksızlığı ileri sürülmektedir. Tüm bu eleştirilere karşın plancıdan kararlarını toplumdaki herhangi bir aktöre göre daha kapsamlı araştırmalara ve uzun erimli bir perspektife dayandırması beklenmektedir. Yoksa plancı işlevinin yönetici işlevinden farkı kalmamaktadır. Planların kişilerin seçme olanaklarını ve fırsatlarını artırması ilkesi kaynağını genel olarak iyi toplumun insanlara özgürlük sağlaması, çoğulculuğa olanak vermesi inancından almaktadır. Planlama kişilerin seçme olanağını kaldırma, insanları başkalarının seçmelerine mahkum etme anlamına gelmemelidir. Ama bunun sınırlarını unutmamak gerekir. Bir çevre değerinin ya da, tarihsel dokuların korunmasının seçmeleri sınırlamakla olanaklı olduğunu unutmamak gerekir. Kişilerin seçmelerini artırma bir regülasyon rejimi içinde olacaktır.
Planlama kişiler arasında ayrım yapamaz. Eşitlikçi olmak durumundadır. Plan kararlarının gizli tutulması yoluyla toplumda belli kesimlerin kayrılması, yolsuzluğa yol açması savunulamaz, plan kararları o toplumda yaşayan herkese açık olmalıdır. Eğer plan kararlarının açıklanmasının spekülatif faaliyetlere yol açmasından çekiniliyorsa, yapılacak şey kararları gizlemek değil bu kararları uygun zaman gelmeden vermemektir. Son olarak üzerinde durulacak husus planların gerektiği zamanda geciktirilmeden yapılmasıdır. Türkiye'de yaygın olarak kullanılan planı yaşamın önüne geçirmeliyiz sözü bu kaygıdan doğuyor. Plancı bu konuda da hassas bir denge sorunuyla karşı karşıyadır. Plancının durum saptaması ve araştırma yaparak planlamasını geciktirmesi planlamayı ne kadar etkisiz hale getirirse, zaman baskısı var diye inceleme yapmadan kararlar vermesi onun plancılık iddiasını o kadar ortadan kaldıracaktır. Plancı hem kendisine verilen zaman içinde hem de yeterli araştırma yaparak kararlarını üretmek durumundadır. • Ġyi Kentin Nitelikleri Üzerine Kent plancısının ahlakının üçüncü düzeyini iyi kentin, iyi yerleşmenin ne olduğuna ilişkin değerler oluşturacaktır. Bunları dört grup altında toplayabiliriz; a) yaşanabilirlik, b) sürdürülebilirlik, c) hakçalık, d) yurttaş bağlılığı. İnsanlık tarihi boyunca, iyi bir yerleşmenin özelliklerinin ne olması gerektiği konusunda çok sayıda ütopya geliştirilmiştir. Bunlar daha çok bir yerleşme tasarımını içermektedir. Böyle bir konuda yaygın bir uzlaşma sağlanması olanağı yoktur. Ama yaşanacak bir yerleşmenin gerçekleştirmesi gereken performans kriterlerinin ne olması gerektiği üzerinde yaygın bir uzlaşma sağlanabilir. Yaşanabilirlik, toplumların yerleşmeleri gerçekleştirmesi gereği üzerinde uzlaştıkları performans ölçütleriyle tanımlanan bir ilkedir. Böyle bir ilkenin tanımlanması, içeriğinin zaman içinde gelişmeye açık olması, nasıl gerçekleştirileceğinin yerel koşullara ve kültürel göreliliğe açık olması açılarından da uygundur. Yaşanabilir bir yerleşmenin niteliklerinin neler olduğu daha ayrıntılı olarak üzerinde durulması gereken bir konudur. Ama öncelikle belirtilmesi gereken husus yaşanabilirliğin insan haklarıyla temellendirilmesi gereğidir. İnsan hakları genel olarak ifade edildiğinde soyut ilkeler düzeyindedir. Bunların günlük yaşama geçirilmesi büyük ölçüde yerleşme dü 354
zeyinde gerçekleşecektir. Dolayısıyla yaşanabilir yerleşme ilkeleri bir anlamda insan haklarının somuttaki ifadeleridir diye düşünülebilir. Köylerin, kasabaların ve kentlerin sunduğu fiziki koşullar ve yaşam standartları, diğer sosyal ve ekonomik etkenlerin yanı sıra, insanların yaşam kalitesini belirleyen öğeler arasında yer almaktadır, insanlar, temel gereksinimlerinin karşılanmasının ötesinde, günlüjt hayatlarını gitgide daha fazla etkilemesi açısından içinde yaşadıkları mahallelerin ve yerleşimlerin iyileştirilmesini arzulamaktadır. Bu bağlamda yaşanabilirlik, bireysel ve toplumsal refah ve mutluluk ile kişilerin bir yerleşimde yaşamaktan duyduğu tatmin hissine doğrudan katkıda bulunan insan yerleşimlerinin mekansal özellik ve nitelikleriyle alakalıdır. İnsan yerleşimlerinin çevre niteliklerinin bozulması, yerleşim gelişiminin sürdürülemez hal alması, trafik sıkışıklıkları ve artan kentsel şiddet olayları gibi birçok nedenden ötürü yerleşmeler yaşanamaz hal almaktadır. Tarihi kent merkezlerini ve bölgeleri harap eden yıkıp-yapmalar, insanların gereksinim, kültür ve beklentilerini dikkate almayan niteliksiz tasarımlar da kişilerin kimlik ve aidiyet duygularını zedelemektedir. Yaşanabilirliğin ölçütieri aşağıda sıralanmaktadır; gelişen toplum bunlara yenilerinin katılmasını sağlayabilecektir. Altyapı, hava ve su kalitesi, gürültü kontrolü, temizlik gibi konularda yeterli sağlık koşullarının ve çevresel niteliklerin sağlanması ile vatandaşların yaşam ve sağlık hakkının korunuyor olması, Evde, iş yerinde ve kamusal alanda, her zaman, başta kadın ve çocuklar olmak üzere, tüm vatandaşların emniyet ve güvenlik içinde olması, Hakça hizmet, tasarım, esnek bölgeleme ve yönetsel ve yasal önlemlerle mahalleler, konut piyasaları, kamusal mallar ile hizmetlerde ayrımcılığın önleniyor olması; Özellikle özel ve kamusal kullanımlar ile mahalle parkları, oyun alanları gibi yeşil alanlarla yapılı çevre arasında olmak üzere, dengeli arazi kullanım planlaması ve pratiğinin derinlemesine müzakere süreçleri sonucunda elde ediliyor olması, Dengeli yapı ve nüfus yoğunluklarının derinlemesine müzakere süreçleri sonucunda elde ediliyor olması, Vatandaşların zaman ve mali bütçelerinin etkili kullanımını randımanlı kent formu, konut ve iş yerleri arasında anlamlı mesafeler, nitelikli ula
şım ve bunun kamu taşımacılığı ile sağlanıyor olması; yolların araçların egemenliğine terk edilmemesi, yaya önceliklerinin korunmuş ol- ■ ması, Sağlık, eğitim, ulaşım ve iletişim alanlarını da içermek üzere, kamusal alan, mal ve hizmetlerinin, başta özürlü, korunmasız ve mahrum kalmış bireyler olmak üzere tüm vatandaşlar için kolay ve hakça erişilebilirliğinin ve mevcudiyetinin sağlanıyor olması, Dinlenme, eğlenme ve spor amaçlı yeterli alan ve olanakların kolay ve hakça erişilebilirliğinin ve mevcudiyetinin sağlanıyor olması, Ruhani, tarihi ve kültürel anlamı bulunan yapı, bölge ve yaşam pratiklerinin korunması, j) Yerleşim estetiğinin, sanat, mimari, kent tasarımı ve planlaması alanlarındaki geleneksel, yerel, modern ve diğer stillerdeki gelişmeleri dikkate alan ve bunlar arasında müzakere sonucu oluşmuş dengeyi gözeten bir yöntemle oluşması, k) Sosyal bütünleşmeyi güçlendiren ve yaşam biçimlerine, farklılıklara, kültürel kimliklere ve diğer vatandaşların haklarına saygıyı geliştiren, vatandaşlar arasında ve o yerleşim ile dünya arasında etkileşimi sağlayan şebekelerin artırılması ve geliştirilmiş olması, 1) Öğrenme, bilgi yayma ve vatandaşların bireysel ve toplu gelişimine güç katan eğitim, yetiştirme ve kültür merkezleri, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar, konser salonları, gazete ve televizyon istasyonları gibi yerel kuruluşların niteliği ve mevcudiyetinin olması, m) Vatandaşların tüketici haklarının korunması ve sürdürülebilir tüketim kalıpları hakkında bilginin mevcut olması, n) Yaşanabilirlik koşullarının bozulmasına yol açan faaliyet ve süreçlerin önlenmesi ve düzeltilmesi için derinlemesine ve müzakere edilmiş izleme ve denetim mekanizmalarının var olması ve bunların işlerliğinin olması, Hiçbir kişi veya gruba ayırımcılık yapılmadan daha iyi yaşanabilirlik koşullarının tüm vatandaşlar için sağlanması için elbirliği içinde kamusal alanda çaba gösterilmesi. İkinci ilke olan sürdürülebilirlik, kalkınmaya referansla gelişmiş bulunan çevre hareketinin söylemi içindeki bir kavramdır. Sürdürülebilir kalkınma günün gereksinmelerini, gelecek kuşakların kendi gereksinmelerini karşılaması olanaklarını azaltmadan karşılayan kalkınma olarak tanımlan
maktadır. Gelecek kuşakların gereksinmesini karşılayabilmek ilkesi kabul edilince de doğal kaynakların tahrip edilmemesi, ekolojik dengelerin sürdürülmesi ve korunması gereği hemen görülmektedir. Bu kavramı kalkınmaya değil de iyi bir yerleşme sistemine ilişkin olarak kullandığımızda gelecek nesillerde sürdürülebilir olan yaşanabilir yerleşmeler söz konusu olacaktır. Başka bir deyişle tanımlanması birinci ilkeyle yakından ilişkili hale gelecektir. Yanılgıyı önlemek için "yaşanabilir yerleşme" ile "sürdürülebilirlik" ilkesinin birbirine ilişkin konumunu belirlemek gerekir. Sürdürülebilirlik gerçekleştirilmesi gereken bir koşuldur. Yerleşmenin nasıl olması gerektiği hakkında bir bağlayıcılık getirmez. Sürdürülebilirlik çok farklı nitelikteki yerleşmeler tarafından sağlanabilir bir koşuldur. Bunlar arasında seçme yapmaya olanak vermez. Ancak yaşanabilir yerleşme ilkesinin yanında sürdürülebilirlik anlam kazanır. Sürdürülebilirlik ilkesi en dar anlamıyla bile ele alınsa kuşaklar arası bir adalet ilkesidir. Kuşaklar arası adalete duyarlı bir düşüncenin aynı kuşak içinde adalete duyarlı olmaması düşünülemez. Bu nedenle sürdürülebilirlik ilkesi ilk tanımlandığı yıllarda ekolojik denge kadar hakçalığa da önem vererek tanımlanmıştır. Fakat uygulamada sürdürülebilirliğin hakçalık boyutu geri plana itilmiştir. Bu nedenle hakçalık burada üçüncü bir ilke olarak ayrıca ortaya konulmaktadır. Yurttaş bağlılığı her kadın ve erkeğin temel haklarının bulunması ya- nısıra diğerlerinin haklarını koruma ve ortak iyiye katkıda bulunma sorumluluğu olduğu üzerinde durmaktadır. Yaşanabilir yerleşme ilkesinin üçüncü nesil yani ancak dayanışmacılıkla gerçekleşebilen insan haklarından biri olduğu düşünüldüğünde yurttaş bağlılığının önemi ortaya çıkmaktadır. Eğer bir toplumda yurttaş bağlılığı gelişmemişse orada yaşanabilir bir yerleşmeyi gerçekleştirmek olanaklı değildir. Toplumun bireyleri yalnız kendi çıkarlarını düşünmekten uzaklaşıp yurttaş olduklarında yurttaş bağlılığı doğar, bu da toplumda dayanışmanın gelişmesi demektir. Yurttaş bağlılığını sadece bir yerleşme için göstermek günümüzün küreselleşen dünyasında yeterli olmayabilir. Küresel düzeydeki sorumlulukları da yüklenmek gerekir. Çevre hareketi bu kapsamda bir sorumluluk anlayışını gerekli kılmaktadır.
4. Son Birkaç Söz Bir yıl önce Dünya Şehircilik Gününde yaptığım konuşmada "Şehir Plancısının Utangaç Olmayan Talepleri"ni dile getirmiştim. Ve "Bu talepler sadece toplumdan istenilen bir şey değildir. Aynı zamanda topluma karşı bir söz vermektir. Onun için böyle bir talepte bulunmak bir sorum- luluktur. Ezikliğini üstünden atmış utangaç olmayan taleplerde bulunabilen bir plancı, başarılı olmak için bilgili olmak, zamanını esirgememek zorundadır, sorumluluk almaktan hesap vermekten kaçmamak durumundadır" demiştim. Bu sözler yeni bir plancı ahlakına talebi dile getiriyordu. Bugün yaptığım bu konuşmayla geçen yıl yaptığım konuşmayı tamamlamış oluyorum. Sorumluluk talep eden bir meslek grubu kendi iyilerini, ilkelerini tartışarak ahlaksal çerçevesini nedeştirirse toplumda o kadar meşrulaşacak ve utangaç olmayan taleplerde bulunabilecektir.
KENT PLANLAMA MESLEĞĠ GELĠġMESĠNĠ SÜRDÜRÜRKEN AHLAKINI NASIL OLUġTURUYOR?* 1 GiriĢ
TMMOB Şehir Plancıları Odası "meslek pratiği"ne odakladığı 31. Şehircilik Günü toplantısı için benden bir konuşma isteyince "Kent Planlama Mesleği Gelişmesini Sürdürürken Ahlakını Nasıl Oluşturuyor" başlıklı bir konuşma yapmaya karar verdim. Bu benim kent planlama etiği konusundaki ikinci konuşmam oluyor. Birincisini 1995 yılında odanın düzenlediği 1. Planlama Kongresine sunmuştum.1 Bu bildiriyi hazırlarken o yazıyı tekrar okudum. Geçerliliğini bü)iik ölçüde koruyor. Ama bu konuşmada konuya farklı bir perspektifle yaklaşacağım. Geçmişteki yazıyı tekrar etmeyeceğim. Şehir Plancılığı artık toplumda kendisini kabul ettirmiş mesleklerden biri haline gelmiş bulunuyor. Şehir plancılığı için özel bir eğitim almak gerekiyor. Üniversitelerimizde çok sayıda bölümde lisans ve yüksek lisans eğitimi veriliyor. TMMOB'da ayrı bir odası var. Meslek pratiği için devletle müzakere etmekte, mesleğin ve meslektaşlarının çıkarlarını korumaya çalışmaktadır. Kısacası bugün, böyle önemli ölçüde kurumsallaşmış bir meslek alanının ahlakı üzerinde konuşacağız. Bu yazıda ahlakı, bir felsefe incelemesi olarak değil, bir sosyolojik olgu olarak ele almaya çalışacağım. Ahlakı yaşamda belli kişi, grup ve toplum için, belli bir zaman ve yerde, iyi ve kötüye ilişkin geçerli değer yargılarını anlatmakta kullanacağım. Genellikle her toplumun kendi ahlak biçimini inşa edeceği kabul edilmektedir. Bu ahlak toplumun sesi olarak o top* 31. Şehircilik Günü Kolokyumunda (7- 9 Kasım 2007) sunulan bildiri. 1 İlhan Tekeli: "Plancının Meşruiyetini Oluşturmakta Erik Sorunlar", İlhan Tekeli: Modernite Aşılırken Kent Planlaması, İmge Kitapevi, Ankara, 2000, s. 209-229
lumda bulunanlara belli bir biçimde davranmaları için çağrı yapmaktadır. İşte bu noktada üzerinde durmamız gereken bir özelliği onun bizim sesimiz değil toplumun sesi olmasıdır. Ahlak bizim dışımızda olandır.2 Toplumun üyelerine yapılan bu çağrı içinde, toplumda yaşanmakta olanların hiç olmazsa bir bölümü için geçerli olacak bir eleştiri çerçevesini barındırmaktadır. Böyle bir ahlak alanının varlığı toplumda değişik işlevler görmektedir. Toplumdaki bireylerin eylemlerinin rasyonelliğini/anlamlılığını olanaklı kılmaktadır. Toplumda insanların birbirlerinden beklentilerini stabilize ederken, birlikte yaşam kültürünün oluşmasının temelini oluşturmaktadır. Bu konuşmada ahlak sorununa bu anlayışla yaklaşılacaktır. Ama tüm toplum için değil, kent planlama meslek grubu için bir uygulaması yapılmaya çalışılacaktır. Günlük yaşamımızda planlama ahlakı denildiğinde genellikle anlaşılan plancının ahlakıdır. Bir birey olarak plancının ahlaklı davranıp davranmadığı söz konusu olduğunda, onun genel olarak toplumun kabul ettiği genel ahlaka ve meslek camiasının kabul ettiği normlara ne kadar uygun davranıp davranmadığı konusunda bir yargı geliştirilmektedir. Erdemli plancı dediğimizde kastedilen de bu tür, birey düzeyindeki bir ahlaklılık olmaktadır. Plancının ahlak normlarına uygun davranması, plancıların meslek ahlakının oldukça dar bir bölümüyle ilişkilidir. Meslek ahlakının esas bölümünü planın yapılmasında izlenecek yol oluşturmaktadır. Profesyonel plancılar bir planlama işiyle karşı karşıya kaldıklarında, bu işi görürken belli bir yol izlemekte ya da bir planlama senaryosunu uygulamaya başlamaktadır. Yapılan işin meslek camiasında profesyonel olarak kabul edilebilir ya da iyi bir plan olarak görülmesi bu senaryoya uygun olarak yapılmasına bağlıdır. Bu senaryonun oluşturulmasının bazı bilimsel dayanakları varsa da, temelde o ülkenin kurumsal yapısından etkilenerek, pratik içinde oluşturulmuştur. İyi planlamanın ne olduğuna ilişkin ahlak işte budur. Bu nedenle bir planlama paradigmasının bırakılıp diğer bir planlama paradigmasına geçişe aynı zamanda yeni bir planlama ahlakı oluşturulması olarak da bakmak gerekir. Tabii ki planlama mesleğine ilişkin her iki ahlak alanı da birbiriyle yakından ilişkilidir. Bireysel düzeyde güvenilmeyen, erdeminden kuşku 1 Ross Poole: Ahlak ve Modernlik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s. 183-184.
360
duyulan bir plancının yaptığı plana, bu plan plancılar camiasının kabul ettiği bir senaryoya uygun olarak hazırlanmış olsa da o toplumda hiçbir zaman güven duyulmayacaktır. Ahlaki zafiyeti olmamak iyi bir planı hazırlama sorumluluğunu yüklenebilmenin ön koşulu olmaktadır. İki alan arasındaki ilişki bunun ötesine de geçmektedir. Planlama sürecinde plancıya düşen rollerin ne olduğu her planlama paradigmasında değişmektedir. Bu rollerin değişmesine paralel olarak da plancının gerçekleştirmesi beklenen sorumluluklar da değişmektedir. Bu tartışma bize kent planlama meslek alanının ahlakının her iki yönünün de birbirinden etkilenerek, sürekli değişerek, oluştuğunu gösteriyor. Bu genel bakış açısı içinde konuşmamı üç bölümde geliştireceğim. Önce kent plancısının ahlakı üzerinde bir tartışma geliştireceğim, ikinci olarak iyi kent planından ne anlaşıldığı üzerinde duracağım. Üçüncü bölümde, ilk iki bölümde oluşturulan ahlak anlayışı çerçevesinde, Türkiye'de kent planlama mesleğinin ahlakında yaşanan paradigma değişmelerini ele alacağım. Son olarak da günümüzde planlama ahlakında ulaşılan noktada toplumun yurttaşlarına ne tür sorumluluklar düştüğünü sorgulamaya çalışacağım. 2. Plancının Ahlaki Sorumlulukları Ahlakın eski Yunandan beri gelen en eski açıklamaları kişinin ahlaklı olması üzerinde durmaktadır. Bunlar, günümüzde ahlak alanının, erdem ahlakı denilen özel bir bölümünü oluşturmaktadır. Ahlak ilkeleri ve kurallarından çok kişinin karakteri üzerinde durmaktadır. Aristoteles'e göre insanların eylemlerinin ortak amacı "mutluluk"tur. (eudomania) Bu mutluluğun temel koşulu erdemli davranmaktır. İnsanın iki tür erdemi vardır. Bu erdemlerinden bir kısmı düşünme yetisiyle ilgilidir. Bu erdemler sanat (tekhne), bilimsel bilgi (episteme), pratik bilgelik (phronesis), felsefi bilgelik (sophia) ve sezgici akıl (nous)tur. Erdemlerden ikincisi karakter üzerinedir. Bunlara örnek olarak serbestlik, ılımlılık, cömertlik, sadakat vb. sayılabilir.3 Bir kişi nasıl bir insan olmalıyım sorusunu yanıtlarken hangi erdemlerini nasıl kullanacağını belirlemiş olmaktadır. Sahip olduğumuz erdemler bizim insan olma projemizin ne doğrultuda gelişeceğini belirler. 1 Harun Tepe: "Bir Felsefe Dalı Olarak Etik Doğu Batı, Yıl. I, Sayı. 4. Ağustos-Ekim 1998, s. 16.
361
İnsanın erdemi öğrenmeyle, pratik içinde elde edilen deneyimle, kendisini denetleyerek (self-discipline) elde edilir. Bu yollarla içselleştirilerek insanın karakteri haline dönüşür. Bu analizde dikkatlerimizin bireyin içselleştiril- miş bir özelliğine yoğunlaşmış olması, bireylerin bu özelliklerini bir toplum (community) içinde geliştirmiş olduğunu görmezden gelmemize neden olmamalıdır. Bu karakter anlamlılığını içinde yaşanılan toplumdan elde etmektedir. 4 Bir toplumda erdemli davranmamanın iki tür yaptırımı olacağı söylenebilir. Bunlardan biri insanın vicdan azabı çekmesi, diğeri de içinde bulunduğu etik toplum tarafından dışlanmasıdır. Her ikisi de onun mutluluğunu engelleyecektir. 5 Bireyin ahlakına ilişkin bu bakış açısını bu konuşmada çok basideşti- rerek ele alacağım. Kent plancısının bilgiye ilişkin erdemini çok ayrıntıya girmeden meslek bilgisi olarak tanımlayacağım. Karaktere ilişkin erdemini de ikiyüzlü davranmamak olarak çok basitleştirerek ele alacağım. Plancının erdemli davranışının anlam kazanacağı çevreyi de plancılar camiası ve toplum düzeyinde olmak üzere ikiye ayırarak tanımlayacağım. Türkiye'de plancıların davranışlarının erdemli olup olmadığı yargısına ulaşılması için böyle üç referanslı bir değerlendirme yapmak gerekecektir. Bu yargıya ulaşmak için elimde yeterli bilginin olmadığını düşünüyorum. Kuşkusuz Türkiye'deki planlama alanında kimi plancıların karakter zafiyetini gösterdiklerini biliyorum. Bu konuda uygun kişiyi bulup uygun fiyatla iş çıkarılabileceği konusunda yaygın bir kanının varlığından da haberdarım. Ama bu bilgiler bu konuda bir yargı geliştirmek için yeterli olmayabilir. Örneğin karakter zafiyeti göstermeyen bir kişi aynı zamanda yeterli bilgiye sahip olma erdemiyle donatılmamışsa büyük bir iyi niyetle o toplumda planlamanın imajına büyük bir zarar verebilecektir. Aynı biçimde eğer bir toplumda fırsatçılık egemense bir plancının karakter erdeminin hiçbir anlamı kalmayacaktır. Plancıların erdemi konusunda tutarlı bir yargı geliştirebilmek için bilgi ve karakter erdemleriyle toplumdaki bireylerin erdemlilikleri konusunu birlikte ele almak gerekir. Burada böyle bir değerlendirme yapmaya çalışmayacağım. Burada geliştirmeye çalışacağım konu kent planlamacısının karakter erdemi olarak ön plana aldığım ikiyüzlü olmamak ilkesini enine boyuna 1 1
Manııel Velazauez ve Diğerleri: "Ethics and Virrue", http://www.scu.edu/elhics/practicing/decision/ethicsandvirtne.html http://en.wikipedia.org/wiki/Conscience
tartışmak olacak. Böyle bir tartışmanın, kent plancısının ahlakı konusunda bize çok önemli bir aydınlanma sağladığını birlikte göreceğiz. Bu tartışmayı çok dağılmadan yapabilmek için, planlamanın bir kamu hizmeti olarak, kamu yararını sağlamak amacıyla, bir kaplu ajanı olan plancı tarafından yürütüldüğü varsayımından yola çıkacağım. Tabii özel girişimci olarak çalışan plancıların bir kent için plan ürettiklerini, hatta özel girişimci olarak çalışan plancıların özel bir geliştirme firması için kent planı hazırladığı durumlar olduğunu biliyorum. Ama bu konuşmada bu ayrıntılara girmenin bize yararı çok sınırlı olacaktır. Kaldı ki başlangıçta yaptığım varsayıma göre ahlak konusunda yürütülecek bir tartışma bu özel durumlar için de anlamlı ipuçları taşıyacaktır. Kamu yararını gerçekleştirmek için var olan bir kamu ajanının ikiyüzlü olmasından anlaşılması gereken, bu kamu ajanının özel çıkarını gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Tabii bu açıkça yapılabilecek bir şey değildir. Gizil olarak yapılmak durumundadır. Çünkü açıkça yapıldığında o kamu görevlisinin pozisyonunu koruması olanağı kalmaz. Yani bu kamu görevlisi kamu yararını sağlıyormuş gibi görünürken kendi çıkarını da kollayacaktır. Bu durumda iki yüzlülük onların pratikte geliştirdikleri bir karakter olma niteliği kazanmaya başlayacaktır. Kent plancısının bu konudaki özel durumunu bir tarafa bırakarak, konuyu önce genel olarak değerlendirelim. Her kamu görevlisi kamu görevini görürken, belli ölçüde de kendi çıkarını gerçekleştirme olanağına sahip olabilmektedir. Rüşvet kuramları genellikle, bir kamu ajanına görevinde ne kadar yüksek takdir hakkı bırakılmışsa, o kamu görevlisinin kendi çıkarını o kadar yüksek oranda gerçekleştirebileceğini kabul etmektedir. Tabii bir bürokratik örgüt ne kadar hiyerarşikse yani yetkiler üst kademede toplandıysa, en üst kademedekilerin de kendi çıkarını gözetmesi o kadar kolay olabilecektir. Bu teoride kamu görevlisinin takdir hakkının genişliği üzerinde durulmasının nedeni, verilen kararların özel yararları gerçekleştirmek için saptırılmış olduğunun saptanmasını güçleştirmesi dolayısıyladır. Kamu görevlisi geniş takdir yetkisine sığınarak, suçlu durumuna düşmeden kendi yararını gerçekleştirebilecektir. Burada takdir haklarını kullanırken yetkilerini kötüye kullanmayı sadece bürokratlarla sınırlamak gerçeği kavramamızın önünde önemli bir engel haline gelir. Birçok kamu görevlisinin seçimle gelen politikacılar olduğunu unutmamak gerekir. Sistemlerin tepelerinde genellikle politika 363
cılar bulunmakta ve takdir yetkileri onlar tarafından kullanılmaktadır. Bu yetkilerin özel çıkarlar için kullanılması ya sadece politikacılar tarafından ya da bürokrasiyle belli bir iş bölümü içinde gerçekleştirilebilecektir. Bazı hallerde politikacı erdemli davranırken tüm çabasına rağmen bürokrasinin yetkilerini kötüye kullanmasını engelleyememektedir. Tersi durumlar da olanaklıdır. Şimdi de ister politikacı, ister bürokrat olsun ne tür özel çıkarlar sağlamaya çalışabileceklerini görelim. Çok değişik türde çıkardan söz edilebilir. Bunlardan birincisi parasal ve diğer maddi çıkarlardır. Bunlar doğrudan rüşvet biçiminde olabildiği gibi hediye ya da özel hizmetler verilmesi biçiminde de olabilmektedir, ikincisi gelecekte o kişiye ya da yakınlarına yeni bir iş pozisyonu sağlanması yoluna gidilmesi biçiminde gerçekleştirilmektedir. Rüşvet veren sosyal ilişkilerini kullanarak karar yetkisine sahip kamu görevlisinin istediğini sağlamaya çalışmaktadır. Üçüncü biçimi takdir yetkilerinin politik çıkar ya da daha açık bir sözle oy sağlamak için kullanılmasıdır. Biz bu tür kullanımları genellikle popülist uygulamalar halinde görüyoruz. Dördüncüsü ise yetki sahibinin pozisyonunu, kendisini kamuoyu gözünde parlatmak (self-agrandisment) amacıyla kullanmasıdır. Genellikle kamuoyunda birinci tür doğrudan maddi çıkar sağlamanın dışındaki özel çıkar sağlamalar karakter zafiyeti kapsamı içinde değerlendirilmemektedir. Bir kamu görevlisinin özel çıkarını sağlamakta yararlanabileceği değişik olanaklar vardır. Bunlardan birinin, bürokratik pozisyonunun görev tanımı içinde o kamu görevlisine kalan takdir yetkisinin düzeyi olduğunu gördük, yeter derecede de tartıştık. Üzerinde ayrıca durmakta yarar görmüyorum. Ama kamu görevlilerinin özel çıkara çevirebilecekleri başka olanaklarının da olduğu görülmektedir. Bunların başında konumu dolayısıyla sahip olduğu özel bilgileri kullanma biçimi gelmektedir. Sahip olduğu bilgileri kamuya açıklamayarak belli gruplar lehine çıkarlar oluşturabileceği gibi, sahip olduğu bilgileri belli gruplara sızdırarak bu grupların diğerleri karşısında üstünlük sağlamasına yol açabilecektir. Bu kamu görevlisinin karakteri el veriyorsa bilgi denetimi yoluyla da belli gruplara sağladığı kazançlar/rantlardan pay alma olanağı bulabilecektir. Bu noktadan sonra kent planlamasından sorumlu olan kamu yöneticilerinin özel durumunu devreye sokabiliriz. Özel mülkiyet ve kent planlaması kurumları bir araya gelince rant oluşturma ve kentsel rantların 364
değişik gruplar arasındaki dağılımını belirlemek bakımından çok güçlü bir mekanizma oluşturmaktadır. Bir yerde toprak sahibi olmak, o toprağın sahibine, o yerde planlama .kararlarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak oluşturulacak ranta el koyma hakkı vermektedir. İlgili kamu görevlisi, bir toprağı imara açarak, üzerindeki arazi kullanma biçimlerini değiştirerek, yapı yapma haklarını yükselterek, altyapı götürerek o toprakta oluşacak rant miktarını doğrudan yükseltebilir. Ayrıca o kentte üretilen toplam imarlı arsa sayısını düşük tutarak vb. yollarla kıtlık ya da mutlak rantları yaratarak kentteki tüm arsa sahiplerinin rantlarını dolaylı yollardan artırabilir. Kent planlama faaliyetinin rant oluşturma ve dağıtma faaliyetiyle içiçeliği hem plancı ahlakı, hem de plan yapma ahlakı bakımından üzerinde özellikle durulması gereken bir durum yaratmaktadır. Plan kararlarından sorumlu kamu yöneticilerinin (politikacı + plancı) takdir yetkisi çok geniş kalan kararlarıyla kent üzerinde oluşan rantın belli bir bölümünün, belli bir arsaya ya da bir başkası üzerine çökeltilmesini sağlayabilecektir. Bu o arsa sahibinin büyük rantlar elde etmesi demektir. Bu getiriyi kendi arsasına çökeltmek için arsa sahibi kamu görevlisi üzerinde her türlü baskıyı yapmakta, kaz gelecek yerden tavuğu esirgememektedir. Bu durumda kötü niyetli bir plancı planlama sürecini kendi çıkarını pazarlık ettiği bir süreç haline dönüştürebilmektedir. Maddi özel çıkar sağlamakta bu yerleşmedeki kamu görevlisinin (po- litikacı+plancı) başvurabileceği yollar arasında daha önce saydıklarımız bulunmaktadır. Ama onun ötesinde de olanaklar vardır. Başvurulabilecek yollardan biri özel mülkiyet kurumundan yararlanmaktır. Planın ne yönde gelişeceğini bilen kamu görevlileri bu alanlarda önceden arsa kapatma yoluna başvurabilmekte ve büyük kazançlar elde edebilmektedir. Bir merkez bankası yöneticisinin menkul kıymetler borsalarında işlemler yapması ahlak dışı kabul edilerek bu konuda etik sınırlar getirildiğini biliyoruz. Ama bir belediye başkanının ya da şehir plancısının kendi kararlarının etkili olduğu kentlerde gayrimenkul işlemleri yapmasına açık sınırlamalar getirilmemiştir. Tabii bu önemli bir eksikliktir. Kent rantlarının siyasal rant sağlamak isteyen siyasetçiler için de özel olanaklar getirdiği söylenebilir. Rant, siyasal desteğini artırmak için popülist bir çizgi izlemek isteyen politikacı için uygun bir araç oluşturmaktadır. Eğer bir yerel siyasetçi halka bir çıkar dağıtmak istiyorsa bunu sıkı denedenen bütçeler üzerinden gerçekleştirmesi olanağı yoktur. Ama imar 365
rantları üzerinden popülizm yapılmasında böyle bir sınır bulunmamaktadır. Yetkilerini kötüye kullanan bir kamu görevlisi açık olarak yakalanmayarak, cezalandırılmamayı başardıysa, görevini sürdürerek, özel çıkarını gerçekleştirmeye devam edecektir. Ama bu bölümün başlangıcında koyduğumuz çerçeveye göre çözmesi gereken iki sorunu olacaktır. Bunlardan biri vicdan dediğimiz mekanizmayla kendi kendine hesap vermesidir. Bunun çözümünü insanlar genellikle kendilerinin zengin rasyonalizasyon kapasitelerini harekete geçirerek yapacaklar, kendi davranışlarını kendilerine haklı gösterecek açıklamalar geliştireceklerdir.6 İkincisi ise kendisinin davranışlarını anlamlandıran ahlak çevresinde prestij kaybı ve kendisini dışlanmış olarak görmesidir. Bunun çözümü için de çevre değiştirerek, elde ettiği yeni maddi olanaklarla tüketim kalıbını değiştirerek, yaşamını anlamlı kılmaya çalışacaktır. 3. Bir Meslek Ahlakı Olarak Kent Planlaması Eğer bir ülkede kent planlama profesyonel bir meslek olma niteliğini kazandıysa, yani bu işlerin nasıl görüleceği kurumsallaşmışsa, o ülkede iyi kent planlama faaliyetinin ne olduğuna ilişkin meslek ahlakının oluştuğu söylenebilir. Bu kent planlama ve kent alanındaki bilgi birikiminden, dünyadaki gelişmelerden, ülkenin kurumsal yapısından, karar çevresinin niteliklerinden etkilenerek planlama camiası içinde "inter"subjektif oydaş- malarla oluşmuştur. Bu ahlak toplumdaki kent gelişmelerini düzenlemekte başarısızlığa uğramaya başladığında, eski ahlakın yerini yeni bir planlama ahlakı alacaktır. Her yeni planlama ahlakının gelişmesi kent plancısının rollerinin yeniden tanımlanması anlamına gelmektedir. Bu da kent plancısının ahlakının da değişmesi anlamına gelecektir. • Planlamanın Varlığının Kamu Yararıyla Temellendirilmesi Planlama camiasında bir planlama ahlakı geliştirildiğinde bazı konularda açık bir tutum saptamak, bir duruş sergilemek durumunda kalınmaktadır. Bunların başında "kamu yararı" kavramının içeriğinin nasıl doldurulduğu gelmektedir. Bu kavramın plan ahlaklarının karşılaştığı en problemli alanlardan biri olduğu söylenebilir. Ama bir planlama ahlakın 1 Mark H. Moore: "Realm of Obligation and Virtue", Martin Wachs (Editör), Ethichs in Planning. The State University of New Jersey, Rutgers, 1987. s. 115
vazgeçemeyeceği temel kavramlardan biri olduğu da açıktır. Tüm kamu hukuku bunun üstüne kurulmaktadır. Bir yerde kent planının var olabilmesi de şu ya da bu şekilde tanımlanmış bir kamu yararı anlayışının bulunması halinde anlam kazanacaktır. I Kamu yararı ortak iyi olma halinin geliştirilmesi olarak tanımlanabilir. Bunun nasıl temellendirileceği önem kazanmaktadır. Toplum bireylerden oluşmaktadır. Toplum yararının demokratik toplumlarda bireylerin seçmelerine dayanarak kurulması gerekir. Eğer toplum için iyi olan, bireylerin seçmelerinden bağımsız olarak, örneğin bir organik toplum teorisine dayanarak dıştan saptanırsa, araçsal bir akılcılıkla bir araya gelerek baskıcı ve otoriter rejimlerin kurulmasının gerekçesini oluşturabilir. Bu nedenle demokratik toplumlarda toplumsal iyi bireylerin seçmelerine dayanarak kurulmuş olması gerekir. Bu halde de izlenecek yöntem çoğunluğun tiranlığını oluşturmaktan çok azınlıkların haklarını koruyucu olmalıdır. Bu nedenle kamu yararına olduğu iddia edilen bir uygulamanın toplumun önemli bir kesiminin durumunu iyileştirirken, bunların dışındakilerin en azından kaybı olmamalı, insan hakları ihlal edilmemelidir. Bu anlayış "kamusal tercih" (public choice) teorisinin liberalist bakış açısı içinde geliştirilen bir kamu yararı anlayışıdır. Tarihin değişik dönemlerinde değişik ideolojiler, değişik siyasal rejimler kendilerine göre farklı kamu yararları tanımlamışlardır. Ama her birinin iyi toplum ya da iyi kentten anladığı bir şey vardır. Kenti geliştirmekten sorumlu olan kamu aktörleri bu doğrultuda hareket etmişlerdir. Kent planlaması gibi toplumsal sonuçları çok yönlü olan faaliyetlere ilişkin toplumsal iyinin nasıl saptanacağı salt "kamusal tercih" kuramının kapsamı içine sıkıştırılamaz. Örneğin bir kentte yapılan binaların dış yüzlerinin mimarlık kalitesi, insanların yaşam kalitesini etkileyen bir niteliğe sahiptir. Bu konuda iyinin ne olduğunun saptanması konusunda bazı demokratik süreçler tasarlanabilir. Ya da bu konu da toplumsal iyinin izin verici süreçlerle sağlanabileceği üzerinde de uzlaşılmış olabilir. • ikiyüzlülük Ahlakının Önünü Kesen Bir Planlama Kent planlamanın imar rantlarını manipüle etmedeki özel rolü dolayısıyla, bu alanda bir iki yüzlülük ahlakının gelişmesi olasılığının yüksek olduğunu gördük. Plancıların meslek camiasının bu konuda uyanık olması, plancıların eğitimleri sırasında kamu yararı konusunda koşullandı- rılması vb. önlemlerin bu konuda belli bir etkisi olacağı düşünülebilir. 367
Kuşkusuz bunlar yapılmalıdır. Ancak bunun ötesinde daha temel çözümler aramak daha doğru olur. Bunun yolu ikiyüzlü ahlaka olanak vermeyen bir kent planlama sürecinin geliştirilmesi ve topluma bir planlama ahlakı projesi olarak sunulmasında aranabilir. Eğer plancılar böyle bir proje ge- liştirebilirlerse toplumdan olabilecek yetki talepleri de dayanak kazanacaktır. Bu kaygı çok uzun yıllardan beri vardır. Eskiden bu soruna verilen yanıtlar genellikle erdemli (bilgi ve karakter erdemi) plancılar bulmak, onları yetkilendirmek ve beklentileri yerine getiremiyorsa cezalandırmak ve değiştirmek şeklinde olmuştur. Otoriter rejimler için belki başka bir yol olmadığı düşünülebilir. Kuşkusuz bir plancının erdemli olmasının önemini küçümsemiyorum. Ama bu konuda da kişilerin niteliklerine bağlı olmayan çözümler geliştirmek gerekir. Bunun yolu demokratik toplumlarda yönetim anlayışından, yönetişim anlayışına geçilmesiyle bulunmuştur denilebilir. Bu demokrasilerin çözüm geliştirme kapasitesi için de ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Bu çözümü demokratik ve katılımcı planlama ahlakı içinde bulabiliriz. Bu planlamada yönetim anlayışından yönetişim anlayışına geçildiği için hiyerarşik merkezileşmiş yetkiler yoktur. Verilen kararlar yatay etkileşimlerle oluşturulmuş oydaşmalarla üretilmektedir. Ortada, geniş takdir yetkisi olan bir karar verici kalmamaktadır. Ayrıca tüm süreç şeffaflaştırılmış olduğu için bilgiyi denetleyerek ya da saptırarak özel çıkar sağlama olanağı da kalmamıştır. Ayrıca bu süreç içinde araçsal bir rasyonellik peşinde gidilmediği ve iletişimsel bir rasyonellik gerçekleştirilmeye çalışıldığı için halkın dışlanması olanağı da bulunmamaktadır. Tabii bu mekanizmanın tam olarak işleyebilmesi için vatandaşın kendisini doğrudan ilgilendirmeyen konularda tek taraflı olarak sorumluluk duyması ve hesap sorma eğilimlerinin ya da aktif yurttaşlık anlayışının gelişmiş olması gerekir. • Siyasetçiyle Plancının Sorumluluk BölüĢümünün Nasıl Temellendirileceği? Bir toplumdaki planlama bürokratlarının karşılaştığı en önemli etik sorunlar siyasetçilerle iyi denilebilecek bir ilişki biçiminin nasıl kurulacağı konusunda yoğunlaşmaktadır. Bu konuda Türkiye'de seçilmişler atanmışlardan üstündür diye tanımlanan ve siyasetçilerin ileri sürdüğü slo- ganlaştırılmış bir görüş vardır. Bu ne kadar haklı bir görüştür? Bu soruya bir yanıt verebilmek için yanıtın dayandırılabileceği bir kuramsal temele
gereksinme vardır. Bu konuda bize VVeber'in araçsal rasyonellik anlayışı yol gösterebilir. Bürokrat yani kent plancısı bilimsel bilgiyi kullanarak araçsal rasyonelliği gerçekleştirecektir. Ama bu planın hangi hedefleri gerçekleştirmek yapılacağına ilişkin değerler alanının tamamen siyasetçinin yetki alanında kalacağı kabul edilmektedir. O siyasetti makamını halkın temsilcisi olarak işgal etmektedir. Bu durumda değener ve ideoloji konusunda yansız olan plancı alternatif planlar hazırlayacak, bunlar arasından halkın değerlerine en uygun olanı siyasetçi seçecektir. Geçmiş yılların planlama ahlakı bu varsayımlar üzerinde kurulmuştu. Günümüzde bu anlayış büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Seçilmişler atanmışlardan üstündür diyenler bu işbölümüne razı mıdır? Yoksa daha ötesini mi istemektedirler. Kanımca seçilmişlerin üstünlüğü söylemi kent plancısına teknik kararlar alanını da bırakmayı istememektedir. Onların karar alanlarını da işgal ederek, her şeye kendisinin karar verme yetkisini elinde tutmak çabası içinde bulunmaktadırlar. Bunu çok iyi niyetle yaptığını söylese bile, takdir yetkisi alanını çok genişletmiş olmakta ve bu yetkinin özel çıkarlar lehine kullanıldığı konusundaki kuşkular yoğunlaşmaktadır. VVeber'ci bu anlayış günümüzde sürdürülememektedir. Öncelikle bu tür iddiayı taşıyan plancıların bile değer tercihlerinden tamamen arınmış steril bir planlama yapmadığı bilinmektedir. Onun planlaması modern orta sınıfların tercihlerini yansıtmaktadır. Kaldı ki sorun bununla da sınırlı değildir, hızla değişen karmaşık toplumlarda araçsal rasyonelliğin tümüyle anlamını yitirdiği açık hale gelmiştir. Bunun yerini katılımcı demokrasilerin iletişimsel rasyonelliği almaktadır. Katılımcı demokratik planlamada aktif yurttaşlar hem siyasetçinin hem de kent plancısının takdir yetkisi alanını ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu halde hem siyasetçi hem de plancı artık aktif yurttaşlar gibi planlama sürecinin kendine düşen işlevleri yerine getiren aktörlerinden biri haline gelmiştir. Gördüğümüze göre, her iki aktör de yeni konumlarını içlerine sindirmekte zorlanmaktadırlar. • Gayrimenkul Piyasası Değerleri KarĢısında YaĢam Kalitesi Değerlerine Öncelik Veren Planlama Kent planlamasının gayrimenkul piyasasını çok etkileyen bir faaliyet olması kent planlamasını bu piyasanın belirlediği bir etkinlik haline getirmemelidir. Bir kent planlamasında o kentte yaşam kalitesi değerlerinin
I geliştirilmesine öncelik verilmelidir. Tabii bir plancı planını geliştirirken gayrimenkul piyasasının gerçeklerinden haberdar olmalıdır. Ama onun esiri haline gelmemelidir. BM'ler Habitat İstanbul Zirvesinde kabul edilen temel ilkelerden biri olan yaşanabilirlik ilkesinin gerçekleştirilmesini sağlamaya çalışmalıdır. Yaşanabilir kent geniş bir kavramdır. İçeriği değişik biçimlerde doldurulabilir. Üzerinde en kolay uzlaşılabilecek yol, bu kavramın içeriğini insan haklarına dayanarak doldurmaktır. Yaşanabilir bir kentin oluşması insan haklarının kent yaşamında hayata geçirilmesi olarak tanımlanabilir. İnsan hakları, insan hakları bildirgesinde bulunduğu şekliyle soyuttur. Onlar ancak bir yerde hayata geçebilir. Çünkü insanın varlığı, bir yerdeki varlıktır. Yani Heideger'in formiilasyonuyla "dasein"dır. Bu çok geniş bir başlangıç çerçevesidir. Pek çok şeyi içerebilir. Bazı örnekler vereyim. Havada sülfür dioksit miktarının belli düzeyin altında olması insanların yaşam hakkının gerçekleştirilmesi için gereklidir. Bir başka örnek vereyim. İnsanların düşüncelerini ifade etme özgürlüğüne sahip olması temel insan haklarından biridir. O halde kentin meydanlarından birinin trafik kaygılarıyla değil, insanların düşüncelerini sergileyecek biçimde, protestolarını ifade etmesine olanak verecek biçimde tasarlanması iyi bir planın ihmal etmemesi gereken bir husustur. Tabii ki planlama çoğulculuğa açık olacaktır. Kent planlama değerleri bakımından özel bir konuma sahip olan doğal ve kültürel değerlere sahip çıkan planlama yaklaşımını da insan hakları ve yer (place) kavramları çerçevesinde yorumlamaya çalışalım. Çevre hakkının Rio Zirvesindeki tanımı insan merkezlidir. Buradaki insan, tüm yönleriyle kavranan bir insan olmaktan çok, fızyolojisiyle soyutlanan bir insandır. Biyosferde yer alarak, biyokimyasal dönüşümlere dayanan yaşam destek sistemlerinden etkilenir, hayatta kalması için bu sistemlerin sağladığı hava, su, besinler, değişik mineraller ve değişik enerji türlerine gereksinmesi vardır. Çevre sorunlarından anlaşılan da biyosferin dengesinin bozulması ve yaşam destek sistemlerinin yaşam için gerekli girdileri vermekte zorlanmaya başlamasıdır. Çözümden anlaşılan ise bu dengelerin yeniden kurulmasıdır. Bu çok daraltılmış bir insan modelidir, genişletilmelidir. Bu genişleme insanın kültürel bir varlık olmasının kabulüyle yapılabilir. Bu genişlemeyi yaptığımız zaman, insanın yaşam hakkını da, salt bir biyolojik yaşam hakkı olarak değil, insan hakları bildirgesinde yer alan 370
biçimiyle onurlu yaşam hakkını içerecek biçimde tanımlamış oluruz. Bu durumda onurlu yaşam hakkı kültürel değerlere duyarlı bir nitelik kazanmaktadır. Bu halde çevrenin tanımı da yer olma niteliğini kazanmaya başlamaktadır. Bu durumda çevre artık soyut bir mekan olarak kavranmaya çalışılmıyor, kültürel referanslarıyla, taşıdığı sembolleriyle, bizim ona yüklediğimiz anlamlarla birlikte kavranmaya çalışılıyor. İşte bu noktada doğal çevre kavramı yetersiz kalıyor onun sosyo-kültürel çevreyle bir bütün olarak, yani yer olarak ele alınmasını gerektiriyor. Korumacı harekederin doğal ve kültürel çevrenin bütününe sahip çıkması gerektiğine açıklık kazandırıyor. Böyle genişletilmiş bir anlayışın getirebileceği pek çok olanak var. Bunlardan biri çevrecilerin kullandığı çevre anlayışı ile kültürel miras korumacılarının kullandıkları kültürel çevre kavramı arasında bir türlü sağlanamayan bütünlüğün gerçekleştirilmesidir. Bundan daha önemlisi yereli merkeze alan bir çevre söyleminin kurulmasının önünü açacak olmasıdır. Bu durumda yerelin çevre söylemi ikna ediciliğini artık cehennemde değil, cennette arayarak bulabilecektir. Yaşam kalitesine hak çerçevesi içinde yaklaşılması, başka bazı pozisyonların da netleştirilmesine olanak verecektir. Bunlardan birincisi, insan haklarının iç ilişkileri yüksek, birbirine bağlı bir bütün ve bölünemez olmasıdır. İnsan hakları kapsamına giren hakların hiçbirinin diğerine göre önceliği yoktur. Tümü birden gerçekleştirilme durumundadır. Yani bu haklardan birine öncelik verilerek araçsal bir akılcılıkla diğerlerinin savsaklanması yolunun kapalı olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. İkincisi ise hakların iki yönlü niteliğidir. Haklar bir kişinin isteklerini yerine getirmede hangi davranışlarının ya da harekederinin içinde bulunduğu toplumca geçerli olarak görüldüğünü belirler. İkincisi ise bu hakları tamamlayan bir sorumluluk yönünün bulunmasıdır. Bir bireyin hakkını kullanabilmesi diğerlerinin sorumluklarını yerine getirmesine bağlıdır. Her hak arayışının aynı zamanda bir sorumluluk talebi olduğunu unutmamak gerekir. Tabii ki böyle bir bakış açısı planlama sorumluluğunu bir anlamda toplumun tümüne yaygınlaştırmaktadır. Üçüncüsü hakların bir topluma dıştan verilmiş hak ve sorumluluklar olmayıp toplum içinde uzlaşmayla üretilmiş olmasıdır. Bir toplumdaki hakların, insan haklarından ve yasalarla güvence altına alınmış medeni haklardan gelen bölümleri olabileceği gibi, her yerelliğin kendisinin ürettiği, bir ahlak olarak uygulanan, başka nitelikte olan bölümleri de bulu 371
nacaktır. Yerel olarak üretilebilecek haklarla, her yerellik kendisine kimlik ve yaşam kalitesi farklılığı yaratmak olanağı bulabilecektir. Bir toplumda daha çok hak bulunuyorsa, biz yaşam projemizi gerçekleştirmekte daha zengin seçeneklere sahip olacağız demektir. Böyle bir ortamda daha yaratıcı, daha kaliteli ve zengin bir yaşam kurulabilecektir. Yani bir topluluğun hak üretme kapasitesiyle, yaşam kalitesi üretme kapasitesi büyük ölçüde paralel olarak gidecektir. 4. Türkiye'de Kent Planlama Mesleğinin Ahlakında YaĢanan DeğiĢmeler Türkiye'de çağdaş kent planlamasının tarihinin yaklaşık olarak 150 yıllık bir derinliğe sahip olduğunu kabul edebiliriz. Bu yüz elli yıl içinde kent planlaması ahlakının dört farklı dönem geçirdiğini söyleyebiliriz. İlk dönem, benim çeşitli yazılarımda "utangaç Osmanlı modernitesi" olarak adlandırdığım uygulamaları içeren, 1850'li yılların ortalarından 1920'li yılların ortalarına kadar uzanan yılları kapsamaktadır.7 Bu dönemde kent planlaması faaliyeti büyiik ölçüde harita mühendisliği hünerleri içinde görülmüştür. Kent planlaması henüz ayrı bir meslek haline gelmemiştir. Yine de kent planının yapılmasında normal harita alma bilgisi dışında şehir planlamaya ilişkin bazı bilgilerin bilinmesine gerek duyulmaktadır. Bu bilgiler ya imar yönetmelikleri içinde verilmekte ya da şehircilik kitaplarında verilen imar planı düzenlemesi örneklerinden elde edilmektedir. Bu planlarının temelde iki tür karar ürettiği görülmektedir. Bunlardan biri parsel düzenlemelerini yaparak yapı yapma haklarını düzenlemekte, diğeri ise kentteki yol şemalarını oluşnırmaktadır. Bu durumda açıkça söylenmese de oldukça sade bir kamu yararı kavramının bulunduğu çıkarsa- nabilir. Bu dönemin sonuna doğru 1890'lı yıllarda Osmanlı toplumunda ilk kez istimlak yasasının çıkmış olması kamu yararı kavramının daha kris- talize hale gelmesinin göstergesi olarak alınabilir. Bu kamu yararı kavramının içeriğinde iki öğe bulunduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi toplumda toprak yasasıyla bir tür özel mülkiyetin kurumsallaşmasının sağlanmasıdır. Modernleşmenin özel mülkiyetin sınırlarının kadastro harita1 İlhan Tekeli: "Bir Modemite Projesi Olarak Türkiye'de Kent Planlaması", İlhan Tekeli: Modcrmtc Aşılırken Kent Planlaması, İmge Yayınlan, Ankara, 2000, s. 9-34.
lanyla hassas olarak belirlenmesi, öte taraftan bu mülkiyet üzerindeki yapılaşma nizamının imar planlarıyla belirlenmesidir, ikincisi de bir başka dönüşümle ilişkilidir. Bu dönemde yayalar mekanı, olan araba trafiğinin olmadığı bir kentten, arabalarla ilişki kurulan bir lyent mekanına geçilmektedir. Kent mekanında yarı özel alan niteliğindeki çıkmaz sokaklar ortadan kalkmaktadır. Kent mekanında kent içi yolculuklar kolaylaşmaktadır. Planlamanın gerçekleştirmeye çalıştığı kamu yararı anlayışı biiyük ölçüde bu iki konuyla sınırlanmıştır. Yapılan bu planlar temelde tüm kenti kapsamamaktadır. Mevzii plan niteliğindedir. Kentin bütün olarak planlanması gerektiği ancak dönemin sonunda fark edilmeye başlanacaktır. Harita mühendisi olan plancı tamamen bir teknik adam niteliğindedir. Planlama yangın sonrasında ya da göçmen yerleştirmek vb. amaçlarla bir defa yapılıp bitirilen bir iştir. Plan yapıldıktan sonra plancının işi bitmektedir. Belediyenin ilgili teknisyenleri zaman içinde bu planın uygulanması için bürokratik işlevleri yerine getirecektir. Yani bu dönemin planlaması zamanda ve mekanda sürekliliği olmayan bir faaliyettir. Bu dönemde kentlerin nüfus artışları sınırlı olduğu ve arazi spekülasyonu ancak İstanbul ve İzmir gibi kentlerde henüz sınırlı olarak görüldüğü ve yeni toprakların yerleşmeye açılması padişah fermanına bağlanmış olduğundan imarla ilgili bürokrasinin takdir yetkisi alanı büyük ölçüde sınırlanmış bulunduğundan iki yüzlülük ahlakının gelişmesi için ortamın çok elverişli olmadığı çıkarsanabilir. İkinci dönem, benim çeşitli yazılarımda "Cumhuriyetin radikal mo- dernitesi" olarak adlandırdığım uygulamaların yapıldığı, 1920'li yılların ortalarından 1950'Ii yılların sonlarına kadar uzanan yılları kapsamaktadır. Bu yıllarda kent planlaması artık harita mühendislerinin hünerleri alanından çıkarak mimarların tasarım hünerleri kapsamı içinde görülmeye başlamıştır. Böyle bir sıçramanın temelinde kente ilişkin bakış açısında iki farklı etkiden kaynaklanan bir değişme vardır. Bunlardan biri kentlerde güzellik arayışıdır. Bu Türkiye'ye batıdan belli bir gecikmeyle gelmiştir. Cumhuriyet yöneticileri ise kentlere aynı zamanda sağlıklı bir kentsel yaşamı gerçekleştirme kaygısı taşımışlar ve dönemin dünyadaki etkin kent (effıcient city) anlayışından etkilenmişlerdir. Bu bakış açısı değişmesinin paralelinde kent parça parça planlanan bir şey olmaktan çıkarak bir bütün olarak tasarlanan kent olarak görülmeye başlanmıştır. 373
Harita mühendisliği bilgileri planlamada merkezi bir hüner olma konumunu yitirmiş, alınacak bir hizmet haline gelmiştir. Kent plancılığı mimarlık meslek alanı içinde düşünülmeye başlamıştır. Kenti adeta bir nesne gibi tasarlama pozisyonu elde eden mimar herhangi bir mimar değildir. Bu konuda eğitilmiş, şehircilik dersleri almış ve kendi pratiğini kent planlama konusuna yöneltmiş bir mimardır. Kenti planlarken temel işlevlerini tanımakta, tarihini öğrenmekte, kentin topoğrafık doğurucularını analiz etmektedir. Bu çözümlemelerinden sonra kenti tüm olarak tasarlamak iddiasını taşımaktadır. Yaptığı plan plancısının adıyla özdeşleşmiştir. Jansen planı, Prost planı gibi. Plan telif hakkı mekanizmasına tabidir. Planın tüm olarak uygulanması bu yolla garanti altına alınmak istenmektedir. Planda yapılacak değişiklik, bu bütünlüğü dolayısıyla da planı bozacaktır. Planın kendisi kamu yararı haline gelmiştir. Planın bozulması kamu yararına aykırıdır. Bu halde adeta tanrılaştırman bir plancı vardır. Bu dönemin iyi planlama ahlakında siyasetçiden beklenen, iyi, yetkin bir plancıyı seçerek onun otoritesini tanımasıdır. Toplumdaki siyasetçi ya da diğer aktörlerden hiçbir biçimde onun iyi/güzelini bozmaması beklenmektedir. Eğer bu plan uygulanmıyorsa, uygulamada sorunlarla karşılaşıyorsa bunun iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi plancının yetkilerinin azlığıdır, bu plancılarda bir yetki açlığı vardır denilebilir. Diğeri ise halkın kültür düzeyinin düşüklüğüdür. Halktan öğrenilecek bir şey yoktur, o eğitilmelidir. Üçüncü dönem, benim çeşitli yazılarımda "Cumhuriyetin popülist modernitesi" olarak adlandırdığım uygulamalara izin verilen, 1950'li yılların ortalarından 1990'lı yılların ortalarına kadar uzanan yılları kapsamaktadır. Bu dönemde artık kent plancılığı ayrı bir meslek haline gelmiş, eğitim mekanizmasıyla, meslek odalarıyla kurumsallaşmıştır. Ama artık kent planı bir kişiye emanet edilebilecek bir sorumluluk olmaktan çıkmış, disiplinler arası bir bilimsel faaliyet halinde düşünülmeye başlanmıştır. Kent değişik bilim alanlarının, büyümesi, sosyal tabakalaşması, siyaseti, formu hakkında kuramlar geliştirdiği bir ilgi alanı haline gelmiştir. Mo- dernitenin bilim anlayışının henüz ciddi bir eleştiriyle karşılaşmadığı bu ortamda bilimsel bilgiye dayanarak kentin büyümesinin kestirilebileceği kabul edilmektedir. Bu yıllarda Türkiye'de çok hızlı bir kentleşme yaşanmaya başlanmış, kentin büyümesi konusunda benimsenmiş modernist meşruiyet kalıplarının kente kırdan koparak yeni gelenlerin kapasiteleriyle uyumlu olmayışı 374
karşısında, kentlerin çevresinde gecekondu kuşakları oluşmuştur. Bu durumda bir önceki dönemin planlama ahlakı savunulamaz hale gelmiş yeni bir paradigma olarak şümullü rasyonel planlama diye adlandırılan bir pratik gelişmiştir. Bir üstün tasarımcının hazırladığı planların uygulama olanağı bulunamadığı görülünce, kentin gelişmesinin çok disiplinli bir araştırmaya dayanarak nasıl kestirilebileceği araştırılmaya başlamıştır. Bu kestirime dayanarak, 20 yıllık bir perspektifle hazırlanan planın uygulamaya konulduğunda çok büyük tepkiler doğurmadan başarıyla uygulanabileceği beklentisi hâkim hale gelmiştir. Planlama tasarımdan çok bir ön kestirim niteliği kazanmaya başlamıştır. Bu dönemde planın uygulanma olasılığını artırmak için, hem araştırma safhasında hem planın oluşturulmasında kent halkının katılımı için fırsadar yaratılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde de planın kendisinin kamu yararı olma iddiası sürmektedir. Bu planlamada yüceltilmiş tartışılmaz bir otorite yoktur. Plancı bir üstün yaratıcıda/1 çok disiplinler arası çalışmayı yönlendiren eşitler arasında bir birincidir. Politikacıyla plancı arasındaki iş bölümü modernite- nin araçsal rasyonelliği içinde bölüşülmektedir. Daha önce de üzerinde durduğumuz üzere değerler alanı politikacıya bırakılmakta, planlama teknik bilgiye dayanarak araçsal rasyonelliği gerçekleştirme sorumluluğunu yüklenmektedir. Hızlı kentleşme içinde siyasal gücünü korumak isteyen bir siyasetçi popülist politikalar uygulamak istediği için bu iş bölümüne razı olmamakta, yetkilerini bu yönde kullanmak eğilimi taşımaktadır. Eğer bu planlamaların dayandığı kuramların sıkı bir belirleyiciliği olsaydı, plana müdahale edilmesinin olumsuz sonuçlan hemen ortaya çıkacak ve plancının saygınlığını koruması kolay olacaktı. Oysa söz konusu kuramların formu belirleyici gibi görünse de gerçekte böyle yüksek bir belirleyicilikleri olmadığı için müdahaleler hemen olumsuz sonuçlara yol açmayabil- mektedir. Bu durumda plancı kendi meslek yaklaşımının saygınlığını korumakta önemli zorluklarla karşılaşmaktadır. Dördüncü dönemin on yıldan fazla süredir içinde bulunuyoruz. Bu dönemde de yeni bir planlama ahlakı oluşmaktadır. Böyle bir oluşumda bilimsel bilgiye modernist bir çerçevede yaklaşılmasında önemli aşınmaların yaşanmış olmasının payının yüksek olduğu açıktır. Kentle uğraşan bilim adamları arasında eleştirel gerçekçiliğin getirdiği açılımlar planlama ile bilimsel bilgi ilişkisini büyük ölçüde değiştirmiştir. Küreselleşen, bilgi
toplumuna geçen, yenilikçiliğin önem kazandığı, yönetim anlayışının yerini yönetişimin aldığı bir dünyada bir kentin yaşamını yirmi yıllık süreyle donduran planlama anlayışlarının savunulması olanağı kalmamıştır. Kentler yarışma içinde dünyadaki konumlarını geliştirmek arayışları içinde donmuş kent planlarının yararlanabilecekleri fırsatları kaybetmelerine neden olmasına izin vermemektedirler. Bu gelişmeler karşısında kent karmaşık, tarihsel süreç içinde sürekli oluşum içinde bulunan bir olgu olarak görülmektedir. Kent planlamasından anlaşılan da bu oluşuma bu alanların yaşam kalitesini koruyacak ve geliştirecek biçimde müdahalesi olmaya başlamıştır. Kentin söz konusu oluşum süreci çok aktörlüdür. Siyasetçi de, plancı da bu çok aktörlü, çoğulculuğa açık, değişik paydaşların katılımına olanak veren süreç içinde kritik rollere sahiptir. Onların iletişim kurma, müzakere etme, ikna etme kapasiteleri başarıları için çok önemli hale gelmiştir. Bir başka deyişle planlama büyük ölçüde siyasallaşmıştır. Başka bir çalışmamda üzerinde durduğum üzere planlama bir demokrasi projesi olma niteliğini kazanmıştır. Böyle bir anlayış içinde esnekliğini yitirmeden bir yönlendirmeyi başarabilen bir planlama yaklaşımı geliştirilmektedir. Burada planlama denildiğinde birbirini tamamlayan bir kararlar, belgeler bütünü anlaşılmaktadır. Bunları kısaca, kent vizyonu, stratejik plan, yaşam kalitesi standartları, kent parçaları için dönüşüm planları, koruma planları, yeni yerleşme alanlarının planları vb.leri olarak sıralayabiliriz. Bu planların hepsi müzakere edilmiş, şeffaf ortamlarda geliştirilmiş olmalıdır. Tabii burada çok hassas ahlaki bir durum söz konusudur. Esnek planlama şemalarının uygulanması eğer şeffaf olarak yapılmazsa, müzakereler kapalı kapılar ardında yürütülürse, kişisel çıkarlara konu olması ve ikili bir ahlakın yerleşmesine yol açması çok kolay olacaktır. Bu nedenle yerel yönetimlerde demokrasinin kalitesinin geliştirilmesi, demokratik hesap sorabilme mekanizmalarının güçlendirilmesi gerekir. Türkiye'nin planlama tarihinden yola çıkarak dört farklı planlama paradigması ve dört farklı planlama ahlakının oluştuğunu gördük. Bu dört farklı planlama ahlakını, sunum kolaylığı sağlamak için oldukça şematik- leştirerek vermeye çalıştım. Tabii ki gerçeğin ayrıntılarına girilince farklı durumlar ortaya çıkacaktır. Ama burada Türkiye'nin planlama mesleğinin gelişim tarihinin yazılması değil, bir planlama paradigmasının değişmesinin hem plancı, hem de planlama ahlaklarının yeniden belirlenmesine
nasıl yol açtığı gösterilmek istendiği için böyle bir şemalaştırma gerekmiştir. 5. Kent Planlamanın Günümüzde UlaĢtığı Noktada YurttaĢlara DüĢen Sorumluluğun GeniĢlemesi ya Son Sözler Kent planlaması ahlakının geldiği dördüncü aşamada kent planlaması adeta tüm toplumun bir sorumluluğu haline gelmektedir. Bunun nedeni dördüncü aşamanın betimlenmesinde katılımcı demokrasi mantığının egemen olmasıdır. Biliyoruz ki günümüzdeki demokrasilerde, temsili demokrasi ve katılımcı demokrasinin birlikte var olmasına dayanan bir pratik yürümektedir. Ama bu yazının şematikleştirme mantığı içinde ikisinin bir arada bulunmasının sorunlarını ele almadım Salt katılımcı bir pratiğin olabilirliğini kabul ettim.8 O zaman karşımıza bir başka ahlak sorunu gelmektedir. Katılımcı demokrasinin başarısı için yurttaşın ahlakının ne olması gerektiği üzerinde duralım. Kayırmacı siyaset pratikleriyle birlikte yürütülen, temsili demokrasilerde çoğunlukla yurttaşlar pasiftir. Onlar katılımcı pratiklerin heyecanlarını bölüşmeye henüz hazır değillerdir. Oysa katılımcı demokrasiler ancak aktif yurttaşlık anlayışının geliştiği yerlerde başarılı olabilirler. Bir demokrasi projesi olarak kent planlama projesini, aynı zamanda bir aktif yurttaşlık projesi olarak da görmek olanaklıdır. Aktif yurttaşlık özel bir sorumluluk ahlakına sahip olmayı içerir. Kente yaşayan insanlar kentte olup bitenden, doğrudan kendilerini ilgilendirmese de bir sorumluluk duymaları gerekir. Bu sorumluluk tek taraflı olarak kullanılacaktır. Bunun kullanılması için bu sorumluluğu olan aktörden talep edilen bir şey olması gerekmez. Onun harekete geçiren talep değil toplumdan aldığı işaretlerdir. Bu tür sorumluluğu olan bir aktör bu işareder karşısında kayıtsız kalamaz. 9 Yeni bir ahlak yalnız plancılara değil yurttaşlara da gereklidir.
Bu konuda ayrıntıya girmek isterseniz "İlhan Tekeli: 'Bir Demokrasi Projesi Olarak Kent Planlama', Sivil Toplum Dergisi, Sayı. 17-18, OcakHaziran 2007. Robert Gibbs: Why Ethics? Sign of Responsibilities, Princeton University Press, 2000.