1
Kışın en soğuk hali, Zemheri.
Çizim: Hande İşler Grafik Tasarım / Dizgi: Alper Pek Hazırlayan: Bilge Arslan
Durum Bildiğin Gibi Değil
Durum bildiğin gibi değil, Belki de senin de bildiğin gibi. Bir gülüyorsun Taş kaldırımlarda lale açmış gibi Bir bakmışım Üzgünsün, ağustosta kar yağar gibi, Yahu ağustosta kar yağar mı ? Yağıyormuş, Hüzünlü olduğunu düşününce içimde Bugün ayrı bir güzelsin gözlerimde, Yarın daha bir ayrı, Ertesi gün apayrı, Kim bilir! Sanki göğün mavi olması senin sayende, benim gözlerimde, Sanki tabiatın güzelliği seninle beraber anlamlı, Olmadı havanın güzelliği ya da Başımdan uçan minik kuş cıvıltısı Armonisi bile farklı! Ben de bazen şaşıyorum, Sana yazacağım her cümle Şiire dönüşecekmiş gibi bir his var içimde, Sana gelen kelimeler başka bir havaya bürünüyor bir anda. Hava da güzel, tabiat da, Kuşlar da uçuyor, İçimizde umut ve mutluluğa dair levhalar var, Yüreğimizde yeniden bahar trafiği yeşeriyor Kim bilir!
Kemal Çetiner
2
Bir Süre Sonra
Bir süre sonra; gündüzün yerine geceyi, bugünün yerine dünü, yürümenin yerine oturmayı seviyor insan. Bir süre sonra her şeyin sarpa sardığını görüyor. Hayatta arzuladığı ne varsa, erişemeyecek olduğunun farkına varıyor. Erişse de bir halta yaramayacağını anlıyor, bir süre sonra... Kıyısında yürüdüğü uçurumun farkında değilken, başka hikâyelerin uçurumlarına kafayı takmak gibi bir şey bu. Şarkıların içinde var ama az... Bizi çok yalnız bırakıyorlar. Başıboş bırakılınca âşık oluyoruz. Âşık olunca, insanın kalbine bir şeyler oluyor. Ama ben sigaradan kaynaklandığını düşünüyorum. Düşünmek de garip şey... Misal şimdi sevdiklerimin günden güne öldüklerini düşündüm. Ben hep böyleydim zaten, yani olmadık zamanlarda çıkagelen, olmadık zamanlarda konuşan, gülen, ağlayan... Ağlayan demişken, ben hanidir öyle salya sümük ağlayamadım. Ağlayamıyorum, akmıyor gözümden lanet olası gözyaşları... İnsan hiç üzülür mü ağlayamıyor diye? Üzülür tabi! Ağlamak da gereklidir çünkü. Hep tatlısıyla doyurmaz insanı bu hayat. Arada acısı da geçer boğazından... Son zamanlarda kaldırımları kafama takar oldum. Kaldırımlarda rahat edemiyor insan. Kısıtlanıyor sanki. Ya da bir zorunluluk gibi oluyor. Yolda yürümeyi denediğimde, arabaların kornaları birbiri ardına sıralanıyor. Ben bu kurmacanın içinde yaşamak istemiyorum! Ormanda yürümek istiyorum. Ormanda kaldırımlar olmaz. Arabalar da giremez ormana. Bir süreliğine tabi! Sonrasında, önce dozerler girer. Yol yaparlar. Kaldırımlar gelir ardından. Sonra birer ikişer dikilir beton bloklar. Beton blokların içi, bir süre sonra insanlarla dolar. O insanlar ki, bu beton yığınından önce buradaki var olan ormandan bir haberdir. Palmiyeler vardır artık etraflarında. Yapay şelalelerin önünde fotoğraf çektirirler. Kalıplar halinde getirilen çimenlerin üzerinde piknik yaparlar. Orman gerçeği yansıtır, geri kalan ne varsa sahtedir bu oyun parkında... Oyuncular iyi bir yatırım yaptığının farkındadır. Ya da en azından öyle sanmaktadırlar. Ceplerini dolduracak bir yapı vardır karşılarında. Oysa torunlarının cehennemi yaşayacağı bir dünyaya yatırım yapmışlardır!
3
Ben kaldırımları sevmem. Kaldırımlar, bir şeylerin üzerini örtmektedir. Yaşamak istediğim dünyada, kaldırımlara yer yoktur benim. Ben hiçbir şeyin müdahale etmediği bir ormanı arzularım. Yaşlanan bir ağacın kuruduğu, onun yerine yenilerinin filizlendiği bir dünya... Ama insanoğlunun en büyük aşkı, betonarme bir dünyadır. Kaldırımlarında uslu uslu yürüyeceği, yaşam merkezleridir tek dertleri... Anlamamaya başlar insan bir süre sonra. Anlamayıp, anlamış gibi yapmayı çok sever. İnanmadığı şeyleri, sırf başkaları da yaptığı için yapmaya başlar. Hiç sevmeyeceği bir dünyayı inşa etmektedir. Hiç gülmeyeceği bir geleceğe koşmaktadır. Garip bir sanallık girdabına sürüklenmiştir. Bir süre sonra bataklığa batmış olan bedenin daha da derine çekilir. Yaşıyorum diye sevinir insanoğlu. Oysa az sonra ölecektir... Şimdi herkesin bir kamarası var bu lüks gemide. Pırıl pırıl, gıcır gıcır kamaralara sahip herkes... Ama kimse farkında değil, gemi batıyor...
Korsan Kalem
4
Sis Mavisi
Herkes kendi doğrularına göre yaşıyordu. Ancak bazen insanlar diğer insanlardan rahatsız olduğunda, onları, kendileri gibi görmek istiyorlardı. O zaman doğrularını kiralıyorlardı biraz huzur karşılığında. Kendi doğruları da huzur getirmiyordu kimi zaman. Çoğu zaman… Her zaman… Buraya sonbaharda geleceğimi, burayı bu halde göreceğimi hiç düşünmezdim. Yere kadar uzanan cam -yazın olduğunun aksinedünyanın tüm sıkıntısını davet ediyordu eve adeta. Şu anı seyrettikçe burada sahip olduğum tüm anılarımın borsada değerleri düşüyor gibi. Neredeyse kapkara bir gökyüzü, boş bir kumsal ve onu takip eden cansız kıyı yolu, köşedeki kimsesiz park, fırtınadan dolayı masası sandalyesi devrilmiş gazino, bakkalda ıslanmış gazeteler… Burayı hiç böyle hayal etmemiştim gelirken. Sahi ben ne zamandır buraya gelmiyordum? Yorgunluk oturunca belli olur derler, halt etmişler. Oldum olası otomobil ve türevleriyle seyahatten nefret ettim ve bugün altı saatlik yol öyle yordu ki beni üç gün uyusam belki kendime gelebilirim. Dün gece uykularımı kaçıran sanrılarımın da etkisi olabilir tabi bunda, suç yalnız yolların değil. Neyse, kavuşturduğum kollarımı çözdüm ve iç karartıcı manzaramı terk edip pencerenin kenarındaki tekli koltuğa yerleştim. Dışarıdan, abimin çocuklarının oynarlarken çıkardıkları kıkırdamalar ve ikizimin telefonla konuşan “manita”sının sesi geliyordu. Sanırım İspanyolca konuşuyordu. İlknur, elindeki çaylarla salona geldiğinde abim, eşinin getirdiği çaylardan ilk nasiplenen oldu ve çayını karıştırdığı kaşığı yanındaki masanın üstüne bırakınca söze başladı: -Şu sevimsiz konuyu halledelim isterseniz daha sonra lak lak ederiz. Evet, iyi olur, tabii gibi kelimeler cüretkarca tüketildikten sonra söz hakkı ve gözler tekrar abimdeydi: -Aramızda hır gür çıkmasını istemem. Hepimizin hali vakti yerinde olduğuna göre üç beş kuruşun hesabını gereksiz görüyorum. Üç
5
oğula pay eşit olarak dağıtılmalı. Konuyu devletin memuruna aktaralım. Usulüne göre paylaşımı adilane yapacaktır. Tabii ki kanuna da uygun olarak… -Kanuna uygun olanın adil olduğunu kim söylemiş? dedim ama dediğime kendim de pişman oldum. Çok gürültülü bir sessizlik beynimi iğdiş etmeye başladı cümlemi bitirdiğim andan itibaren. Bu; odadaki insanların, söylediklerimden hoşlanmamalarına rağmen, sırf nezaket adlı o kaygan örtünün hatırına bana cevap vermeyişlerinin gürültüsüydü Top ağızdan çıkmıştı artık şarapnel parçaları kime isabet edecek bunu merak ediyorduk hepimiz. Ben de umarsızca devam ettim: -Şöyle ki herkes mirastan elbette pay almalı. Ancak bunun herkesin eşit alması gerektiği anlamına gelmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Abim koltuğunda oturamaz hale gelmişti şimdiden:
-Ne geveliyorsun ağzında Bora? Bize kürsünün ardından konuşma. Açık açık söyle aklından geçeni. -Demek istediğim şu. Ben, siz diğer iki kardeşimden daha çok hak ediyorum babamızdan kalanları. Dolayısıyla aslan payını almayı da kendime hak görüyorum. -Bunu nasıl ağzına alabiliyorsun dahi demeyeceğim. Bunu nasıl düşünebilirsin? deyip koltuğunda doğrulmuştu abim. İlknur Yengem daha fazla sinirlenip yanlış bir şey söylememesi için yavaşça koltuğun kenarındaki abimin elini tuttu. İşe yaramış gibi görünüyordu. O sırada içeri giren çocuklarının belleğinde kötü bir anı kalmasın diye de düşünmüş ve sakinleşmiş olabilir. Amacım kimseyi sinirlendirmek değildi. Ancak yıllardır içimde büyüyen ağacı artık günışığına çıkarmalıydım. Meyve versin diye… -Mirası ortak bölüşmek, sırf aynı kanı taşıdığımız için mirasçı olmamız anlamına gelir. Peki ya benim yıllardır verdiğim emekler? Aileye karşı yükümlüklerimizi yerine getirip getirmediğimizin hiç mi hükmü yok? Yıllardır şirketin hukukî danışmanlığını yaptığımı biliyorsunuz. Siz, işler yürüsün diye ayda bir gelip yönetim kurulu toplantısında
6
imza atmaktan fazlasını nezaketen dahi teklif etmezken; ben, her Allah’ın günü bu kuruluşa emeğimi verdim. O ortaktan bu ortağa koş, şu şirketten bu şirkete git, anlaşmaları düzenle, haczi başlat, aman şu gücenmesin, işler gizli yürüsün sen evine git rica et… Hep piyade gibi en öndeydim. Hep muhatap olan ve olunan ben olmak zorunda kaldım. Siz kurduğunuz düzen bozulmasın diye hiç elinizi taşın altına koymadınız. Zaten uzun zamandır da ne annemin ne babamın yanındaydınız. Kocaeli’de babam kalp krizi geçirdiğinde neredeydiniz? Ya annemin dernek başkanlığını kutlama yemeğinde? Amcamı kaybettiğimizde dahi sizin haberiniz olduğunda adamın üzerine kürekle toprak atıyorduk. İşte bu denli uzaksınız siz bu yaşantıdan, bu evden. Babamdan, aileden bu denli uzaktınız. Ancak kendiniz vardı hayatınızda. Başkası giremedi. Ne istediyseniz oldu hep, ne istemediyseniz de iki edilmedi lafınız. Şımartıldınız ama yine de eşiti oynadınız. Sizin yapmacık oyununuz açık edilmesin diye tüller gerildi sahneye. Hayallerinizi sundunuz hep kendinize referans olarak. Uykuya dalmaktan dahi korkuyordunuz ama rüyalarınızı herkese anlattınız. Hakkımı aramak için başladığım konuşma tirada dönüşmüştü ve fark ettiğimde geç olmuştu. Söyledim ya kimseyi kırmak istemiyordum. Gemi azıya almış, kendimi kaptırmıştım. Duygularımı dizginlemem gerekliydi. Nasıl buraya kadar dinlediler ona da şaşkındım. Hak mı veriyorlardı yoksa bunca yılın zehrini kustuğum için hastalıklı bir adam olduğumu düşünüp acıyorlar mıydı? Bilmiyorum. Bunalmıştım. Oradakileri öylece bırakıp nefes almak için bahçeye açılan kapıyı kullanıp dışarı çıktım. Dalga sesleri geliyordu. Harmonik bir müzik gibi rahatlatıyordu bu ses insanı. En azından olağan zamanlarda bu işlevi görüyordu. İkizim Tolga yanıma geldi, sigarası yarıdaydı. Sanırım bir süredir arkamda sessizce bekliyordu.
-Aslında haklısın. -Öyle mi düşünüyorsun? Ya da ne zamandır böyle düşünüyorsun?
-Bak, parayı pulu o kadar da önemsemediğimi bilirsin. Payımdan hakkın olan kadarı feragat edebilirim. Bunu içeridekilere de söyledim. Önce hastalıklıymışım gibi baktılar ama sonra karışmayı kendilerine hak görmedikleri için susmak zorunda kaldılar. Sonra
7
onlara “Bu ticaret işlerinden aramızda en iyi Bora çakozluyor. Ona şirketi rahatça yönetebilecek bir alan sağlamak adına, geniş yetki, yani daha fazla pay, verirsek kendimize daha az pay düşmesine rağmen daha fazla kâr edebiliriz. Bizim fikirlerimizden daha fazla para edecek fikirlere sahip olduğuna eminim.” dedim. Ben çıkarken bunu tartışıyorlardı. -Anladım. -Anlasan sevinirdin birader. Sorun ne, anlamıyorum. -Boşver. Burası çok soğuk. Hadi içeri girelim. İçeriye döndüğümüzde sanki bir şey söylemeliymişim gibi yine herkes bana bakıyordu. Yeni oturmuş bulunduğumdan birinin ışığı yakmasını rica ettim. Çünkü salon öyle karanlıktı ki şirketin siyahi çalışanı Larry burada olsa parıldayabilirdi. İçim sıkılıyordu ve bunun bir çaresi yoktu. Odadaki insanlar benim kardeşlerim ve onların sevdiği insanlardı. Dolayısıyla benimde… Ancak sürdüğüm yaşam, seçtiğim yahut zorlandığım yol, beni; bu odadaki sevdiklerimle yüz yüze getirmekle sonuçlanıyordu. Düşündükçe daralıyordum. Tabiri caizse boncuk boncuk terliyordum eylül ayında. Kravatımı gevşetmek için boynumu yokladım ama elim boşa çıktı. İstemsizce kravatımın ne halde olduğunu görmek için başımı eğdiğimde tüm vücudumun yavaşça yerçekimine boyun eğdiğini hissettim. Başım çok ağırdı. Kendimi tutamamış koltuğun hemen önüne yığılmışım. Kendime gelip bilincim açıldığında algıladığım ilk şey ritmik bir makine sesiydi. Dıt dıt dıt dıt dıt dıt.. Yalnızca bu sesi dinleyişim oldukça uzun sürdü çünkü gözkapaklarımı dahi kaldıramayacak kadar yorgun hissediyordum kendimi. Hastanede olduğumu anlamıştım. Gözlerimi açtığımda ikizimin kız arkadaşı hariç herkesi tam takım hastane odasında buldum. Benimle ilgilenmiyorlardı çünkü henüz uyandığımın farkında dahi değildiler. İlk fark eden İlknur yengem oldu ve hemen doktoru çağırdı. Yorgunluktan ve aşırı stresten dolayı bayıldığımı tahmin ediyordum. Doktor hanım geldiğinde de zaten buna paralel bir şeyler söyledi, istirahat ve tatil önerdikten sonra vitamin kullanmamı ve düzenli beslenmemi tembihleyip gitti. Bir süre sanki beni görmüyorlarmış gibi dik dik abimi ve ikizimi inceledim. Sonra abim yine her zamanki gibi öne atılıp ilk söze giren oldu:
8
-Korkuttun bizi.
Konuşacak halim olmadığı için bunu anlamalarını ummaktan başka bir şey yapamıyordum. Yine de kafamı hafifçe aşağı yukarı sallamaya çalıştım. Becerebildim mi, gördüler mi, anladılar mı, hiç bilmiyorum.
Korcan Aytaç
9
Beyaz Ölüm Kuşları’ndan Bir Alıntı gerilir gıcırtısı bir tüfek tetiğinin öfke yalnız tekliği besler büyür çocuk çocuk büyür sesi nemli yine elleri yine soğuk hayat sığmıyorsa gövdene yüreğini sığdır çocuk nemli bir sesi sığdır o gittikçe nemlenen çocuk çocuk sana bir dost gerek işte yeniden giyiniyor kendini çocuk bir çiçek gibi kopardı başkalarına uymıyan yanlarını kendini üstlemişsin var olmak için susmalar köprü çocuk çocuk sana bir aşk gerek sen iyilikler ve güzellikler uzmanı suskunun gizemli sabrı bir teraziyi en iyi kullanan iğnenin ve ipliğin mercek gözlü büyücüsü karnaval gecesinin eğlentisiz parmak çocuğu ey hayat canbazı ey ip şaşkını ezberle o incecik tel üzerinde hayatı dengeliyen asayı: aşkın ve dostluğun ayrımı yoktur çocuk ikisini de doğuran şey aynıdır bir kuşa bakarken hüzünlendiren, bir güle baktıkça yürek kanatan, bir yüreği açmadan solduran, bir kadınla yatarken çocuk gibi ağlatan, uyuz bir kedi gördükçe kanı kudurtan, suyu yüz derece sıcaklıkta donduran, anneyi üreten babayı çoşturan çocuğu güldüren, seni izmirlere çılgın gibi koşturan, bir vagon penceresinden şaşkın baktıran, bir mektubu ısrarla bekleten, umudu dalında çürüten, acıyı dayanılır kılan bir çıbanı irinle onduran aşka merhem sürdüren, güneşsiz bir gök gördükçe öldüren öldüren öldüren. sevgi: tragedyanın kaynağı yaşamın kökeni insanı var kılan umut
10
Arkadaş Zekai Özger
Bolu’ya Mektuplar ela gözlü sevmem ki ben hoşgeldin bak vallahi insek burada bizi keserler nereden biliyorsun ama öyle bakma işte üzülüyorum kapıyı aç, anlatayım hayır ama seni çok seviyorum seni çok seviyorum ela gözlü sevmem ben yılan olur onlar ya belki severim denesem herhalde bilmiyorum yılanı da ben söylemedim ki denerim yani belki sevmeyi ne biliyorsun ama dört ay oldu bir kadınla konuşmayalı seninle konuşuyorum şimdi üç sene çalışsan sen de kazanmaz mısın kelebek? Kazanırdın ya! On sene bekle beni Geleceğim bir gün yemek yiyeceğiz Sana aşığım ben Bu çok farklı bir şey Bu Bu çok farklı, Büyüyorsun işte gitgide Büyüme Ben de evlenicem ki seneye kalmam ama
11
Sen büyüme Yanına oturmayayım barda, sevmiyorum Bu gece de yanında kalamayacağım affet Babam kızıyor Ama beni affet olur mu Adanaya gel Birlikte uyuruz söz Ama beni affet sen Zaten bu dünyada kimi üzdüysem gitti, Bir sen kaldın Gitmeyeceveğini nereden bileceğim Gitmedi, ben gelmedim ama o gitmedi hiç, peki ya giderse? Ciğer yemeden bırakmam seni Belki bu sokaktadır inan tesbih? Bulduk kelebek, Ama bu sefer fişi yerden alayım bak Belki bir kuş boşalmıştır kafamıza olamaz mı Elini tutamam arkadaşlarım var Bacakların kalınmış bak Sen brezilyalı Ben urfalı.
Urfalı
12
Anka
Eserken rüzgar Taşır bana Yıldızlarımızın tozunu Yıkılmayacağım artık Yüküm ağır da olsa Kemiklerimde hissediyorum Kader oynadı son kozunu Bir tel saçlarından uçuyor Gökyüzünün kıvrımlı koynunda Rengine karışıyor güneşin en tepede olduğu Mavi gökyüzünde Yıldızlarımız düşüyor başıma Düşündükçe Güneş batarken ellerimden tutuyor Sigaralarla nefes alıyoruz ikimiz de Gece teninin hayalleriyle geliyor Ve tanrılarla konuşuyoruz içimizde Güneşle beraber hayallerde yatıp Rüyalara sarılıyoruz Sen kanatlarıma dokunuyorsun Benim tüylerim titriyor Bir anka Yeniden doğmayı Sanki ilk defa öğreniyor
Ege Sayışman
13
Ve Ben
“Ve ben” diye başlanmaz cümlelere! Ve hiçbir cümle anlatamaz hislerimizi Yoldakiler gibi veya değil! Hiçbir zaman yapılmaz yolculuk dünyada! Varsa eğer bir yolculuk, kendi içimizedir o! Diyorum ya! Herkes kafası estiği gibi gidemez bir yerlere! Bir tenekede bir peynir Bir ormanda bir aslan Ve sen, yollardaki sen Rüya mı görüyorum, nedir bu vurgun? Kim alıyor böyle canımı benden habersiz? Kalkmış gitmiş duygularım erkenden Sen hala oturuyorsun, olmuyor be adam! Kalkıp da kıralım mı illa camı çerçeveyi? Ve bekleyelim mi bir deniz kıyısında bir tramvayı? Gelmez deyişini duyar gibiyim? Yapma! Umutlarımı kırma gelir belki! Belki şimdi gelir de gideriz öyle saçma yerlere seninle. Nasıl olsa gitti elden memleket! Nasıl olsa kaldık ortada! Lafı mı olur bir yolculuğun, yapma! Kırma canımı! Alma umutlarımı benden. Onlar giderse nolur? Gün çekilir penceremden. Kalmaz dolapta peynirim ve şarabım. Güneşimi alırsın, yapma! Alma umutlarımı benden Kırma canımı!
Seda Güzel
14
Lepistes
Ferzhan Amca ben kendimi bildiğim bileli emekliydi mesela. Ne biliyim belki de hiç çalışmamıştı. Hakkında kimse, hemen hemen hiçbir şey bilmiyordu. Anne Simpson’a benzeyen saçları olan bir oğlu vardı örneğin. Bir garip giyinirdi, Laf Lafı Açıyor’u sunan Cem Özer gibi, onun da demode şakaları vardı. Televizyonda çalışıyor diye bilirdik ama hangi televizyon olduğunu bilmezdik, hiçbirimiz de onu televizyonda görmemiştik ama arada sırada sokakta, apartmanda görür selamlaşırdık. Babasıyla mı kalıyor onu dahi bilmezdik. Sonra eşi aşırı güler yüzlüydü ama adını bilmezdik. Alt sokaktaki kuran kursunda gönüllü hocaydı, hatta bazen evinde de ders verir diye duyardık. Çünkü evine hiç tanımadığımız koyu renk pardösüleri ile topuklu ayakkabıları çat çat ses çıkarta çıkarta yürüyen kapalı kadınlar girer ve çıkardı. Büyücü, falcı diye adı çıktı ama sonra kahve falı baktırtmak isteyen bir komşuyu rencide ede ede ağlama krizi sokunca unutuldu. Bir de unutmadan evlerine kadınlar geldiğinde Ferzhan Amca beyaz kaniş köpeğini alır çıkardı. Bunlar cidden bir garipti, köpekleri bile hiç havlamazdı. Köpeğinin adını da kimse bilmezdi, çocuklar köpeği sevmek için geldiklerinde “Issırırsa karışmam” derdi. Bunları neden mi anlatıyorum. Uzun süredir bunları gören yok, arabaları kapının önünde ve iki aydır aidatı ödemiyorlar. Ferzhan Amca öyle ödememezlik yapmaz hiç. Çok zengin olmasa da üst orta gelir seviyesindedir. Her gün kapılarını kokluyorum ceset kokusu gelecek mi diye, gelmiyor. Balkona da hiç çıkmıyorlar. Bilerek izmaritleri onların balkona atıyorum ki; biri temizleyecek ya da olay çıkacak diye ama o da olmuyor. Balkonları devasa bir kül tablasına döndü. Akşam iş çıkışı kapının önünde dikilir oldum sırf diğer komşulara Ferzhan Amca’yı sormak için. Hiçbiri görmemişti ve benden başka hiçbirinin umurunda da değildi. Memlekete gitmiştir en popüler cevaptı, ikinci popüler cevap ise hasta evde yatıyordurdu. Arabasının kapının önünde olmasını ise kimse yadırgamıyordu, yaşlı adam araba ile mi gidecek diyorlardı ve kimse Ferzhan Amca’nın memleketini bilmiyordu. Merak ise içimi ise dev bir bağırsak kurdu gibi kemiriyordu. Eşim her konuda olduğu gibi bu konuda da bana köstek oldu. Polisi arama fikrimi delice buldu ve yetersizliklerim hakkında uzun bir konuşma yaptı. Ona ne zaman bu konuyu açsam; açtığıma, açacağıma
15
pişman oluyordum. Bu işe polisi elbette karıştırmayacaktım ama içeri de girecektim. Gittim ve çilingirin insan azmanı çırağına durumu anlattım. Çocuk köpekleri çok seviyordu. “Olum bunlar gitti köpek kaldı, ölecek lan” dememle “Tamam abi” demesi bir oldu. “Ustana haber verme, tüm parayı sen al” dememle de “Tamam abi” demesi yine bir oldu. Mesaisinden sonra geldi. Konu komşu çekilince de işe başladı. Abartısız iki saat uğraştı çocuk. Kapıyı kırsa daha az zahmetli ve daha az gürültülü olurdu. Tişörtü sırılsıklam oldu ama sonunda kapıyı açtı kraannk diye bir ses çıktı ve kapının dili düştü. İçeri girmekte tedirgin oldu çocuk, kapıyı açtım ve içeri girmek için ilk adımımı kaldırdım.
Dıkşın! Dıkşın!
Yerdeydim ve bacaklarım kanıyordu. Çilingirin çırağı da benim gibi ayaklarından vurulmuştu ve bana sarılmış ağlıyordu. Can havliyle öyle sıkıyordu ki beni, saçmaların acısını o kadar çok hissetmiyordum. Bacaklarımdan on tane saçma çıktı. Hastane, karakol, adliye, avukatın ofisi derken tam iki sene geçti. Biraz para cezası ile yırttım. Yaz kızım, tüm duruşmalarda bana acır gözlerle baktı; ondan başka kimsenin de bakışlarından rahatsız olmadım. Olaydan sonra taşınmayı düşündüm; insanların bana yargılar gözlerle bakacaklarını, ben bir ortama girince susacaklarını, kimsenin bana selam vermeyeceğini... Hiç öyle olmadı. Ferzhan Amca’yı da bir kez gördüm; o apartmana girene kadar arabadan inmedim, o kadar. Zaten mahkemelere de katılmadı. Aklımda ise yerde yattığımda Ferzhan Amca elinde tüfek, kapıyı kapatmadan önceki o an var. Zigon bir sehpanın üstünde orta boy bir akvaryum ve içinde belki binlerce lepistes.
Abdullah Barış Küçükbabuççu
16
Rüyadan
(22:41) Eve gitmek için otobüs bekliyordum Durağın karşısında. Gözlerinden tenleri görülen kadınlar Geçiyordu yanıbaşımdan. Sonra, Güneşi yatırıp -tanrı- ışıkları kapattı Doğru durağı bulabildim bu sefer Kara okuldan bir kız adım adım attı avcuma Okul gibi -oda kara (ışıklar açıldı)
Eren Burhan
17
Apartman Münasebetlerimiz birkaç kalp, yan yana olmasa da birbirini düşler ayrı yataklarda aslında aynı apartmandalar aslında her şey tam iki kalbin de yeterince hüznü var merdivenlerden aşağı sarkıp birkaç sigara içecek kadar peki iki kalbin de, aynı anda dairelerinden çıkma ihtimali ne kadar? bakın ben dörtlük yazmıyorum siz onları ayırmayı bilin lüzumsuz yere birçok şeyi ayırıyorsunuz sizden ziyade mimarlar daha iyi (gerçi hangi mimar bu kadar kasvetli bir apartman yapar ki?) ben yapardım siz yapardınız yine de çeşitli sebeplerden dolayı apartmanları bitişik yapan mimarların alnından öpmeye geliyorum bakın bu apartmanı da ben yaptım siz beni bulmayı bilin lüzumsuz yere birçok şeyi buluyorsunuz sizden ziyade geçen gün gördüğüm kadın daha iyi (gerçi o yaşta kim kendine kadın der ki?) ben derdim siz derdiniz yine de çeşitli sebeplerden dolayı kadınları sevmeye programlanmışım caddemden geçiyorsunuz yorulup merdivenlerime oturuyorsunuz biraz eski ve yorgun görününüyorum doğrudur hoşunuza gidiyor fotoğraf çekiyorsunuz bakın ben eski değilim bu duvarlarımdaki boyaları da ben sökmedim fakat bunları kime anlatıyorum? bazı geceler her yere soru işareti koyuyorum yalnızlık zor yine de içimde onca insan var
18
hepsi de benden, benim kadar bakın ben bir apartman değilim ellerim var, gövdem var siz beni görmeyi bilin lüzumsuz yere birçok şeyi görüyorsunuz ben bir apartman değilim bakın anlatmaya çalışıyorum işte beni daha fazla yormayın kabul de ediyorum bazen kendi kendime ben kendi halinde bir apartmanım bakın ben sizden bahsedeceğim siz hepiniz birer apartmansınız kalpleriniz birer apartmandır umutlarınız saksınızdaki çiçekler eğlenceniz de kahveniz ve şekerlerinizdir merdivenleriniz ise sevginizdir sevgisiz yapamazsınız (gerçi ben farklı mıyım ki?) bir apartman da merdivensiz yapamaz apartman kendi merdivenlerinden iner kaldırıma bir apartman her gece yürür sokaklarda bazen mersin’den mardin’e gider ama sıkışıp kalmak kaçınılmazdır sıkışıp kalmaktan bahsediyordum işte ben sürekli bir şeylerden bahsediyordum duymamıştınız anlamıştım bakın ben bir apartmanım yine de çeşitli sebeplerden dolayı anlamaya programlanmışım yaşamak ne zor bir kelime söylerken titriyor demir kapılarım merdivenlerim gövdeme yapışıyor sanki tutunuyorum kendime birkaç hadsiz şiir yazıyorum ellerim üşüyor, ben üşüyorum bazen onu hatırlıyorum caddemdeki onların üstüne düşüyorum ben düşünüyorum
19
(gerçi kim kabul etti şimdiye kadar kendinden başka düşüneni?) ben ederdim siz ederdiniz yine de çeşitli sebeplerden dolayı onu unutamıyorum kendi duvarlarıma tutunamıyorum eskidi artık her şey içimde nereye uzansam dökülüyor bakın ben eski değilim siz beni eskitmeyi bildiniz bakın ben bir apartmanım merdivenlerime oturmuş şiir yazıyorum (gerçi kim inanır bir apartmanın şiir yazabileceğine?) ben inanırdım siz inanırdınız peki ya hepiniz apartmansanız mimarınız kim? peki tüm apartmanları mimarlar mı yapar? doğarken yanında kim vardı? çok soru soruyorum iyi kahve içtim (gerçi kahveyi de sevmem ki) bakın ben bir mimarım bu konuşan apartmanı ben çizdim ben diktim ve sen kendinin mimarı onu nasıl çizeceksin? neye benzediğini bilmiyorsun eskiden, ama çok eskiden yani illa ki bir zamanda, ayna yoktu (gerçi ben de yoktum) konumuz bu değil aşktan hoşlanmam dün caddemden geçen kadını unutmam yine de çeşitli sebeplerden dolayı unutmaya programlanmışım geçen yıl solumda oturan kadını bile unuttum bazı geceler bütün suratıma soru işaretleri çiziyorum neden bu kadar çok soru soruyorum? bazen gözlerimi kapatıp her şeyi yok ediyorum kulaklarım duymuyor, ellerim tutmuyor (gerçi o yokken hep böyle oluyorum)
20
her şey ne kadar eder? zamanla öğreniyorum jeff buckley’den bahsediyordum onu çok özlüyorum yine de çeşitli sebeplerden dolayı özlemeye programlanmışım daha dün caddemden geçen kadını özlüyorum o diğerleri gibi hayran kalmadı döküntülerime (gerçi toparlamaya da çalışmadı) durup dururken her şeyi daha fazla yıkacaktı gözlerinden belliydi bakın ben kendi halinde bir apartmanım dün olan tek şey buydu unutmayın lüzumsuz yere birçok şeyi unutmuyorsunuz bunu da ellerinize yazın
21
tanklageldim
Eski Uzun zamandır görülmemiş bir insan. Eskimiş fakat adresi zihinden silinmemiş. Beyin unutsa bile ayakların unutmaz adresi. Ezberci sistemin en büyük mağdurları ayaklar götürür seni adrese. Adrese varırsın. Zile basarsın. Kim o sesini duyup heyecanlanırsın. Benim ben özledim geldim, uzun zaman oldu dersin. Sizi çıkaramadım diye bir cevap gelir dumur olursun. Ben eski bir dostumu görmeye gelmiştim, dersin, o gitti buradan, geçmişine dair hiçbir kalıntı bırakmamak için evini sattı, der. Üzülürsün, yola dönersin. Yürürsün, biraz daha yürürsün. Bulacağını sanırsın. Filmlerde, kitaplarda olur ya hani, aradığını aradığın yerde bulamazsın vazgeçersen bulursun, fakat bu kurgu değil gerçektir, latifeleri bırak, diye emreder sana. Önünde birini görürsün, işte bu buldum diye haykırırsın. yaklaşırsın, omzuna. Nefesin nefesine karışacak kadar yaklaşırsın. Artık bitirici hamleyi yapman gerekir. Elini omzuna atarsın. Sana döner ters ters bakar. - hayırdır birader? diye tersler. Pardon, dersin; birine benzettim, dersin, özür dilersin fakat azar yemeni değiştirmez, her benzettiğinle böyle temasa geçiyorsan işin var, der ve senden uzaklaşır. Üzülürsün, umudunu kaybetmezsin ama, bulucaksın, bugün bulacaksın eski dostunu! Tam kafandan bunlar geçerken, kardeşim bakar mısın, diye bir ses duyarsın. arkana dönmeden önce işte buldum dersin, ses aynı onun sesi, tonlama her şey onun dersin. Dönersin fakat dumura uğrarsın... - Bir liran var mı kardeşim? Yola gidicem de param eksik, der. + Ha siktir dersin ha siktir tüm ha siktirleri loopa alıp demek istersin...
Burak Yıldız
22
Her Ömür Tutuşmuş Bir Ot Gibidir Ezilen birkaç ayak parmağımdan dolayı kesik ve nizami bir şekilde yürüyor, aynı deprenmeli hareketleri tekrarlıyordum. Yaktığım sigarayı sağ el avucumun içerisinde olacak şekilde; baş ve işaret parmağımla tutuyor, sol el işaret ve orta parmağımın arasına aldığım mineral suyunu; baş parmağımı çene altına alıp,kafamı hareket ettirmeden içiyordum. Seyrekleşmiş saçlarım yağan yağmurda ıslanıyordu. Yağmur damlalarının yanı sıra tinselliğimin kargaşası fiziksel bir baş ağrısına neden oluyor; beynimi sağmam gerektiğini hatırlatıyordu. Nereye gittiğimi bilmeden yürüyor. Nereye gittiğimin önemsiz olduğunu düşünüyordum. Nereye gidebilirdim ki? Sahip olmadığım bir eve? Bir arkadaşa? Veya akşam yemeğini yemek için bir bistroya? En son ne zaman yemek yediğimi hatırlamadan, bunların hiç birine yürümediğimi düşündüm. Ben yürümüyordum, ayaklarım yürüyordu. Nereye yürüdüklerini biliyordum lakin onca vakit sonra neden oraya yürüdüklerini bilmiyordum. Üstünde çirkin bir baykuşun ötüşünü gördüğüm bir ağacın önüne geldiğimde yolun karşısına yürümeye başladım. “Bir ağırlık, bir kesiklik vardı üstümde; ayaklarımı güçlükle sürüyordum.” Yolu yarılamışken biten sigarayı atıp yeni bir tane yaktım. Neden üç tarafı camlarla çevrili bu durağa gelmiştim; bilmiyorum. Islak mı diye kontrol edip; kafamla kendime yetki verince, oturdum. Beklemeye başladım ama neyi? “Tanrı düşüncesi takılmıştı, zihnime tekrar.” Tanrıya olan ihtiyacımı kaybetmeme rağmen hala düşünceye ihtiyacım vardı. Tanrıya olan ihtiyacım tükendiğinde; sigaraya başladım. Hep böyle olur. Bir şeye ihtiyaç duymayı kestiğimde başka şeylere ihtiyacım olur. İnsanlar hızla geçiyor, arabalar daha da hızla uzaklaşıyordu. İçinde bulunduğu su birikintisinden hoşnut olmayan bir kedi gözlerini bana dikmişti. Bana doğru yavaş adımlarla ilerliyor, gözlerini benden ayırmıyordu. Önüme vardığında işine yarar mıyım diye koklayıp; geldiği yoldan sola sapıp ilerledi. Bir işe yarar mıydım? Daha önce bir işe yaramış mıydım? Gemilerde kamarot, kafelerde garson, ailede evlat, toplumda birey; olmuştum. Bunların hiçbirini ben seçmedim. Bunlar sayılır mı? Düşüncelerimden sıyrılıp mineral suyumdan büyük bir
23
Bunlar sayılır mı? Düşüncelerimden sıyrılıp mineral suyumdan büyük bir yudum alıyorum. Yanıma ihtiyarın teki yaklaşıp bir dal sigara istiyor; uzatırken kendiminkini de tazeliyorum.
“Nereye?” dedim.
“Bilmiyorum.” cevabını verdi. “ Yağmurda yürümeyi seviyorum herhalde.” Hızlı adımlarla uzaklaşıyor. Acaba yağmurda yürümeyi mi seviyorum? Sanmıyorum; eğer öyle olsaydı burada oturmaz, yağmurda yürüyor olurdum. Beklemekten sıkılınca -kime olduğunu bilmediğimbir küfür savurdum. “Kendimi bir penguen kadar sarhoş hissediyorum, birden kalktım.” Ayağımın seğirdiğini fark ettim. Elimdeki boş şişeyi durağın arka kısmına fırlattım. Cam bütünüyle yere serildi. Gelebilecek tepkiler için çevreyi kontrol ediyorum. Kimsenin umurunda olmadığını görüyorum. Sigaraya niyetleniyorum lakin paket bitmiş. Sigara almak için köşedeki bakkal dükkanına ilerliyorum. “Sessiz sakin basamakları çıktım, kapıda küçük bir kızla karşılaştım, yanından geçip kapıyı kapadım.” Dışarı çıktığımda yaktığım sigaradan nefes aldım. Nereye gideceğimi biliyordum. Emin adımlarla yürümeye başladım. Yürürken, artık durağın iki tarafı tek kapalı diye düşündüm. “Sokak kapısında ayakkabılarımı elime aldım, öyle çıktım yukarı. Sessizdi her taraf. İlk katta bir saatin tik-tak’larını, bir çocuğun hafiften ağlayışını duydum, sonra hiçbir şey duymaz oldum. Odamın kapısını rezelerinden kaldırdım hafifçe; eski alışkanlık, anahtarsız açtım, odaya girdim. Kapıyı yine sessiz kapadım.”
Doğan Belge
24
Yaprak Döken
İçimde kuytu karanlık hafif hafif sızlanırdı. Sen bilmezdin kaç gece Düşünce ağrısında yatamazdım Mevsimler ve hatta koskoca yıllar değişirdi. Sen yine bilmezdin Güzel veya çirkin filmlerde bulduğum küçücük senle Dünyama bir delik daha açar onunla oynardım. Sen bilmezdin Her açılan yarama seni katardım, Işığa hasret gözlerle karanlığa kaçardım. Sen yine bilmezdin, Gökyüzüne uçurtma salardım Peşinden koştururdum bulutların Siyahtı simsiyahtı uçurtmam Sonbahar olurdu, Sen yine bilmezdin Ağaçlardan yaprakları ben dökerdim.
Merve Aksakal
25
Garip
siz de boğulmuyor musunuz bakışmalarla, akışkanlarla, alışkanlıkla kimi zaman karmaşayla, bak hepsi ulaşmakla bayat sesleri ve işlevsiz dil içeri kaçtı, tribe girmek için çatıda daire gri bi gömlek için batı vesaire ya, her neyse. sabahlara kucak açan, gölde bir seraptır, yalandır tavanda delik açan gözde afitaptır, inan dur! oldukça amorf kafada hulâsa kahkaha, oldukça amorf, onundur. izleriz biz de gün ışığı, felaketleri zamanaşımı çeşme dibindeki hayallerle ekmek kavgası, garip gurur, şimdi gülmek garip durur gülmek için yağla çark ve aklı duvara bi kere çarp. boyun ağrısıyla acaba paranoya ve kes sesini, beni bi dinle deva, doğadır; seninki kanmaktır, kağıt açılmış mıdır? sözümona yok oluş, içimizde zürafa zerafeti, ciğerle teranesi terapisi eziyetti, meşguliyeti bahanesi. el kol çiziktir karşımda bıyık yoktur, alkol, çiziktir ve karışımda ayık yoktur. ve şimdi çokça zaman geçmiştir, verdiğim sözler bitmiştir zaman çokça kırılmıştır, o buna aldırmamıştır zaten çok deli kafasında, çoğu zaman çocuk deli kafasında, bugün öğlen uykusunda, sarhoş seda yokmuş esasında çalkalanıp durmaktaymış, geçmişi gazabında.
26
ittirenle ecele ders, acele der, kafa bozanı transa boğup beğenemez, cadı deriz, boynuz yarıştırıp kafamızı yatıştırıp düşeriz, adi deniz, hecele keriz! süzülmesi, girdaptan uzakta yok olması. seninki duvarda delik buldu ve bu yüzden bulutlu bi baksan da yoklasan, basamakta durur muydu, uyku keser, söz keser, anlamıyorsa elini keser çekiyor şimdi kehanetleri ve içgörüleri ve saadetleri iki bulaşık kutupla tarot sırnaşık, bağlıyorlar elleri birbirlerine, piç birileri vaad ettikleri ekibe aşıkmış, hiç birileri yad ettiği dilberi almış mı günaşırı ışığa alerji şımartanlar, bi susup da dinlemiyorlar, trafik ışıkları ne diyor bu yakada.
27
Alper Pek
28
Ağda Zamanı alnının en kırışık yüreğinde kazıyarak sileceğini sandığın bir kaşıntı kırmızı kırmızı ve tırnakların derinle doluncaya kadar mor aklına pek gelmedi unuttun yine ağda yandı pudralı ve seni üzen bir acı evin duvarlarına sür annen içeri girsin bak anında yakalan alnından alnından vurulmuşçasına arkana düşüver bu kaşıntı bacaklarının en büyük yerinde ve aynştaynın dediği gibi en sevmediğin yeri dizkapağının tam ortasında belki birkaç adem türevi yaratığın ısırığı pankreasından yenmiş gibi yenilmiş gibi elime düşüver bu bir ağda zamanı ve yanıyor pembe pembe ellerinde çek hayatında istemediğin ne varsa bir hamlede parmak ucundan boğazına kadar tek hamlede çek sanki iki hafta sonra yüzsüzce çıkıp geri gelmeyeceklermiş gibi.
29
Adsız
30