1
Kışın en soğuk hali, Zemheri. Kapak Çizimleri: Hande İşler Grafik Tasarım / Dizgi: Alper Pek Hazırlayan: Bilge Arslan
Panzehir
“O nasıl?” “İyi. Seni soruyor arada. İsmini söylemeye çekiniyor, o da senin sorduğun gibi soruyor.” Çocuklar ağlamaktan uyuyamadığı zamanlarda hayaller kurmalı Panzehir. Ve o hayaller mor ölümlerle değil, bembeyaz rüyalarla son bulmalı. Çocuklar zehirlendiklerinde, onlara zehirlerini emecek kadar zaman ayrılmalı. Çocuklar büyüdüklerinde, zehirlerini akıtmak için kâğıt ve kalem kullanmamalı. Kadınlar umutsuz olmamalı Panzehir. Gerçi sen iyi biliyorsundur. Umutsuz kadınlar sevilmezler. Uçurum kenarından itilen ve bir süre sonra ayağa kalkıp yeni umutlarla devam eden kadınlar sevilirler. Uçurumun kenarından kendi kendilerini atanlar değil. 4 yaşındaki bir kız çocuğunun kolları, tüm bu olanları apartman kapısından, iki sandalyeli bir mutfağa taşımaya yetmez. 4 yaşındaki bir kız çocuğundan seçimler yapmasını istersen, iki yanlış şıktan daha yanlış olanı seçecektir. 4 yaşındaki bir kız çocuğunun sizin ego savaşlarınızda, çatışmanın en ortasında kalıp yaşam mücadelesi vermekten daha önemli işleri vardır Panzehir. Mesela bilyelerle oynaması gerekir. Mavi bilye, kırmızı bilye, mavi bilye, kırmızı bilye, mavi bil… Depresyon mavidir. Anksiyete kırmızı. Benim en sevdiğim renkse mor. “Bu evden biraz uzaklaşmam gerek,” diyerek dışarı çıkıyorum. Gerçekten de biraz uzaklaşıyorum. Yan siteye kadar gidebiliyorum. Çünkü bedenim ruhumdan bile yorgun. Soluk soluğa kalıp, bir ağacın gölgesine oturuyorum. Çok da kuytuda olmamama rağmen kimse beni görmeden önümden geçip gidiyor. Bu iyi haber. Hayır! Hayır canım, ne iyisi? Kuytuda olmamama rağmen beni görmüyorlar. Görünmez olmamama
2
rağmen beni görmüyorlar. Beni görmüyorlar. Tıpkı yalnız olmayı sevip, yalnız hissetmekten nefret etmem gibi bundan da nefret ediyorum. “Göreceksiniz. Halimi hatrımı soracaksınız. Hatta belki sigara içtiğim için bana kızacaksınız. Beni darlayacaksınız. Sinirlerim bozulacak, buradan da kalkacağım.” Sonunda! “İyi akşamlar kızım.” Akşam mı olmuş? “İyi akşamlar.” Ne ara akşam olmuş? Bir numara çeviriyorum. Birkaç soru sorduktan sonra telefonu kapatıyorum. Sen beni görmezken, duymazken, umursamazken bırak akşamı bulmayı, 20 yaşımı buldum ben. Başkaları için bitip tükenmiş panzehirim olmasaydın, ismini söyleyebilirdim. Hatta çocukluğumu birkaç yerinden bıçaklamış olmasaydın, sana bilyelerimi bile verebilirdim.
İpek Su Durmaz
3
Trafik Lambaları Sarı Olunca
Trafik lambaları sarı olunca Saat sıfır on bir geçiyordu Sokakta köpekler özgürce dolaştığında Kapatıyorsa telefonu suratınıza Yeni yılda aradığınız Eski sevgiliniz Ve siz O esnada kendi dilinden şiir dinliyorsanız Furuğ’dan Küfredersiniz Çünkü sarhoşsunuzdur Ve insanların sevgisinden uzak Kedilerinkine yakınsınızdır Çünkü Yalnız insanları sever kediler
Doğan Belge
4
Kayıp Sokakların Şehidi
Haydi, herkes Kayıp akıllarının içinde En haz dolu tavırlarını takınsın Sen ki haz aldıkça Sosyal ayıplarının içinde Ölüme bir kulaç daha yakınsın Titrer ellerin, yandıkça yıldırımların Kaydıkça yıldızların, altında göz kapaklarının Durumlar kötü kaptan! Fırtınalı denizlerdeyiz Ve paramparça hallerde Limanlara varıyor gemilerimiz Kimse ellerini sıkmıyor bu perişan mürettebatın Kimse yüzümüze bakmıyor Kayboluyoruz üstlerinde, titreyerek Bu yabancı kaldırımların Damarlarımızda akarken yıldız tozu, tonlarca Burunlarımız kanar Kaderken okkalı onlarca tokattır her fırtına Her fırtına eksiklerimizden doğar Öfkelerimizle kan kusarız dalgaların tokatlarına Ve düşerse birimiz kızıl denizlere Bilin ki isyan bayrakları çekilecek Ve kanlı gözyaşları kamaralara akacak Bu sonsuz mürettebatta Eksiklerimizi doldurmasa da ellerimizi tek tutanlara ağlayacağız Ve hala açlık olacak gözlerimizde! Ağlayacağız, kayıp, denizlerde O sokaklarda var olup Denizlerde kayıp olan şehidimize Geleceğimizi bir kez daha göreceğiz Batıp, hiçliğe doğru Nefesinde korku hiç var olmamışcasına dalgalara karışan Eksik dostumuzun cesur cesedinde.
5
Ege Sağışman
Ölmemeli Ne Çok Değişmişsin
kafam o kadar karla karışık ki bir çığ tanesi düşüyor yeryüzüne bu sebepten sen, insanlığın intihar tablosu açık artırmalarla dizlerine kapanılmış ağza alınmayacak sözler veriyorum kendime daha yarın gibi hatırladığımda seni sen hiçlik veya yokluk veya her şey bir okyanusun, bir ölüyü intihara sürüklemesi unutmadan, ölmeyeli ne çok değişmişsin neden karşında yutkunuyorum, neden? gözlerine tüpsüz dalmak göz kapakların açılınca, kapılmak bir akıntıya boğulmamak için kirpiklerine doğru attığım kulaçlar ve oksijensiz solumak seni işte sana neden, kendimden geçince ulaşamıyorum sana yutkunuyorum bu sebepten, boğazımdan geçsen siyasete atılır tüm şairler ve daha neler, bir bilsen
Evren Günberi
6
รงizim: hande iล ler
7
Sezar’ın Düeti
Guguk kuşu bir ırmak kenarında Durmuş öterken, Suskun kalabalığın müsterih tavrı Cırcır böceğini baştan çıkarır Öyle ki çıldırasıya öter Kirpik kirpiğe değer ses çıkar Tüm çıkarımlar bundan oluşur. Kalemin ucu, kalemin izi olur. Derin sessizliğin arkasında kahkaha gizlenir. Uykusuz gecelerin ardından uyku… Düzen kendini düzenler. Beyaz ışığın izdüşümü, renklerdir. Bütün –Özele indirgenir Özel geneli yadırgar. Varlığın yoksunluğu vicdan bütünlüğünü Özele indirger iken kibire kırdırmaktadır. Ve şiir öyle ya, İnsan yaşamının özelidir.
Merve Aksakal
8
รงizim: hande iล ler
9
Kırmızı Anı Yeni taşındığımız apartmanda dikkatimi çeken ilk şey engelliler için yapılan merdiven eğimi olmuştu. Özellikle yaşadığım semtte böyle şeylere rastlamak oldukça güçtür. Düşünün, belediye bile kaldırımlarını ona göre yapma zahmetinde bulunmamıştı. İnsanlar vicdansız, kalpsiz demek istemem ama ‘aldırmaz’ kelimesi durumu daha iyi anlatır. Olumlu, hatta Avrupai (böyle ince şeyler düşünüldüğünde eylemin önüne getirilen bir sıfat gibi) bir davranış olduğunu düşünüp mutlu olmuştum. Asansörlerimiz üç hafta çalışmamış, asık suratlı yönetici aidat haricinde selam bile vermiyor olsa da geçen günler duyduğum toplumsal mutluluktan bir şey eksitmemişti. Her giriş çıkışımda eğimin üzerinden geçiyordum. ‘Burası oldukça dik, nasıl yavaşça iniyor acaba?’, ‘Kapı ağır, oturduğu yerden nasıl açabiliyor?’ gibi düşüncelere dalıyordum. Yapılan küçük bir yol onların gözünden bakmamı da sağlamıştı. Muazzam bir şey, engelsiz olana sunulan bir armağan gibi. Onlardan kaçıyor muyduk? Görmemezlik, yok olmalarına yetiyor muydu? Hep köşede kaldıklarını sandığımız sandalyeye bağlı insanlar acaba biz, ‘normal insanlar’ mı itiyordu? Zihnim ara ara bu sorularla meşguldü. İstemsiz itiliyordum. Otoparkta duran arabama bindiğim bir gün sileceğin arasına sıkıştırılmış bir kâğıt gördüm. “Aracınızı park ettiğiniz yer engelli geçiş yoludur, lütfen buraya bırakmayınız.” Arkama baktım, hakikaten de araçların olduğu bölüme girişteki tümseği düzlemek adına yapılan; küçük, demir levhadan bir köprü vardı. “Ulan zaten otoparkta akşam oldu mu yer bulmak sıkıntı, bir de kim bilir ne zaman geçeceği belli değilken güzelim bir arabalık yeri işgal etmek bencillik değil mi? Ne bu iş adamı mı, milletvekili mi, bakan mı, sabah akşam işe gelip gidiyor mu? Kendi haftada iki kere geçecek diye bu işgal ne?” İçimden saydırarak defoldum gittim. Aynı akşam, aynı yerde park etmiş kırmızı bir Transporter duruyordu. Gittim sileceğini kaldırdım. Sabah geldiğimde silecek inmiş araba aynı yerde duruyordu. Bu sefer kırdım attım. Aynı araç aynı yere, kırık sileceğiyle günlerce park etmeye devam etti, ben de sinir olmaya... Bir gün A4 sayfaya bir yazı yazıp gittim ön camına yapıştırdım, üzerine de bir prezervatif... “ENGELLİ GEÇİŞİNDE DURMAMAYI ANLAYAMIYORSAN ÇOĞALMA” İnternette gördüğüm zaman çok hoşuma gitmişti. Nihayet ben de yapmıştım. Kahrolsun popülist mizah.
10
Ne kırmızı Transporter alındı bu yazıma ne de ben kafaya taktım. Zaman zaman ‘Keşke fotoğrafını çekip koysaydım’ dediğim oldu ama iş işten geçmişti. Hem arka sokakta sote bir yer bulmuştum, park sorunum çözülmüştü. Apartman girişindeki eğime de fazla takılmıyordum artık. Öyle görünce içim hümanizmle falan dolmuyordu. Sadece suni empati ile yetiniyordum. O da bir zaman sonra fazla kesmiyordu. İnsan her şeye alışıyor, kötüye bile. Balkonda oturduğum bir gün aşağıdan bir şeyin geçtiğini fark ettim. Ne olduğunu anlamadım, balkonda sigara içiyordum. Görebilmek için ayağa kalktım. Genç bir kızdı, en fazla on beş-on altı yaşlarında, güneşte parlayan saçları vardı, onun üzerinde de kırmızı bir kurdele. Otoparka doğru gidiyordu, sandalyesini babası olduğunu sandığım, orta yaşlı biri itiyordu. Tümseğin oraya geldiklerinde zorlanarak çıktılar. ‘Bir babanın yavrusu için yapamayacağı şey yoktur’ diye düşündüm. Otuz altı dairenin olduğu apartmanda kızı için her türlü imkânı sağlama iradesini gösterebilmiş, koca yürekli babayı... Bir de kendimi düşündüm, oğlumu. İçim sızladı. Tümseği baba kız geçtiler ve otopark girişinde durdular. Adam cebinden anahtarı çıkarıp düğmeye bastı ve kırmızı Transporter’ın dörtlüleri yandı. Durup öylece bakakaldım, hem de hiç hareket etmeden. Sanırım benim içimde de bir şeyler yanmış olmalıydı. Kalp gibi, beyin gibi… Yaşamsal bir şeyler.
Efe Elmastaş
11
Doğmuş Bulundum Ve son Kafamı kaldırdım. Bu Tanrı’ydı. Saflıktan oluştuğu söylenilen Tanrı griydi tamamen. O sırada bilinçaltımı tekrar hissetmeye başladım. Zamanım azalıyordu. Her an tehlikeyi fark edip yok edebilirdi beni. Gözümün önünden ışık hızında sayılabilecek görünmezlikte geçmişim geçti. Olamaz. Oğluna ihanet eden yüz karası! Sol elimi yumruk haline getirip o denli sıkmıştım ki elmanın suyu akmaya başlamıştı. Gözlerimle elimi süzdüğümde tekrar dehşete düştüm. Sanki yok oluyordu yavaş yavaş elim. Elimin arkasını görebiliyordum. Tanrı hala duaları dinlerken sıranın benim duama gelmesini bekledim. Elmayı hemen atabilecekken benim çektiğim acıyı hissetmesi için biraz daha bekledim. O sırada geçmişimi düşündüm. Şimdi her şey yerine oturuyordu. Tüm acılarımın anlamı vardı artık. Şu ana dek hissetmediğim acılıktaki şeyi bunları düşünürken hissetmiştim. Sırf ona itaat etsinler diye beni aç kurtların arasına göndermişti. Kendi gelip söyleyemezdi bana söylettiklerini, korkaktı çünkü o. Bir anda irkildi. Fark etmişti burada olduğumu. Vücudu griden siyaha doğru kayan renklere bürünüyordu. O esnada elimdeki elmayı tüm gücümle fırlattım. Tüm melekler ayağa kalkmıştı. Derin bir sessizlik. Ve babam ağladı. Suçluluk hissine kapılmış olmalı ki bana bir şeyler demeye çalışıyordu. “Oğlum anneni arıyorsun. Annen beyaz yerde ağlayan kadın. Dur sen konuşma! Beni bir melekle aldatınca gözlerini çıkardım ve eski haline bürünmesin diye kendisini de çıkardım ondan. Meleği ise onu kullanarak sürekli savaşmak zorunda kalacağı bir kum saatinin esiri yaptım. En azından bir şeyleri bilmeye hakkın var diye söylüyorum bunları. Ne olur acımasız biri olduğumu düşünme.” Biraz daha dikkatli bakınca babamın acı çektiğini anladım. Gövdesinden başlayıp dairesel bir biçimde vücuduna dağılan bir yok oluş. Hayır, hak etmiyordu benden duyacağı son sözleri. Kafamı çevirip meleklere bakınca aynı şekilde onların da yok olduğunu fark ettim. Tanrının tüm gerçekliği boşluğa gidiyordu. O sırada başım dönmeye başladı sonra tüm melekler ve gökyüzü… Gözlerimi açıyordum. Kafam Logos’un dizlerinin üstünde.
12
“Neredeyiz?” “Şimdiki zamanda.” “Ah Logos, biz kardeşmişiz!” Etraf çok sessiz. Son gördüğümden çok farklı burası. Biraz daha ileriye bakınca meteorların oluşturabileceği büyüklükte dev çukurlar görüyorum. Ama dünyadayız en azından. Büyük oyuklar ve yeni oluşmaya başlamış yosunlar burada neler olmuş sorusunu sormaya itiyor beni. “Yaşamdaki tüm gerçekliği yok ettin ve geride kalan iki insanız.” “Peki senin gerçekliğin?” Gülümseyerek, “Ölü birini öldüremezsin. Anneme hala bağlı olan 5 melek dirilttiler gerçekliğimi.” Her zamankinden farksız olarak; “Yapmamız gereken şey nedir?” “Yeni bir dünya oluşturmak.” “Nasıl olur ki bu ama biz kardeşiz, babalarımız farklı olsalar da.” “Adem’in çocukları gibi işte.” Bu sözleri söylerken Logos daha da güzel görünüyor bana. Elime baktım, düzelmiş. “Babam kendi gerçekliğinin bağlı olduğu kum saatini kırdı ve senin boşluğunu doldurdu.” “Annemize ne oldu peki?” “Cehennemi söndürebilmek için gerçekliğini yakmasını istedi İblis’ten. En azından cehennem bir süre gerçek olacak. Gerçeklik yanılsamaları yok edene dek. Bu büyük oyuklarsa annemizin son gözyaşları.” “Babanı asla unutmayacağım Logos, herkes başka insanlarla kendi boşluğunu doldururken o benim boşluğumu var etmek için kendini yok etti. En azından bu iyi bir şey. Baban için sonucu kötü olsa da.”
13
Logostan yürümek için izin alıp biraz ilerledim. Artık onun babasını ya da herhangi birini düşünmek için çok geçti. Logos bile kendini var edebilmek için birini yok etmişti. Ben istemesem de sonuç olarak aynı durum bende de gerçekleşmişti. İyi ya da kötü olmadan, cennet ya da cehennem -bir an önce sönmesini dileyerek- olmadan, ödül ya da ceza olmadan özgürce yaşayabilecekti artık bizden sonraki insanlar. Peki, biz insan mıydık? Tanrı ne kadar insansa ben de en az o kadar insandım. Logos ise artık her gün ölmek zorunda kalmayacağı için insan sayılabilirdi. Peki, hastalıklı bir türün son üyeleri olmaya sevinmeli miydik? Dünyaya yeni yanılgılar getirmeye ne kadar hakkımız vardı? Bunları düşünürken birkaç arkadaşımla yaptığım sohbet aklıma geldi: “Tanrının ortadan kaybolup gitmesi bizi gerçeklikle karşı karşıya bırakmıştır. Peki ya gerçeklik de kaybolursa o zaman ne yapacağız?” demişti bir dostum. Sanki bugünü öngörüp de söylemişti bu cümleyi. Mutlak gerçeklik var mıydı peki? Eğer varsa şu an nasıl bulabilirdik onu? ‘Gerçeklik inanmayı bıraktığımız zaman kaybolmayan şeylerdir’ diyen birini hatırlıyorum. Sanırım onun için Tanrı’nın gerçekliği geçen her dakika daha da belirginleşmiştir. Çünkü biz inansak da inanmasak da o bir yerlerdeydi hep. Peki, neydi bu gerçeklik? Bilinçten ayrık mıydı yoksa bilinçle işbirliği içinde miydi? Belki bir yanılsamaydı. Masanın sağ köşesindeki arkadaşı hatırladım. ‘Yanılsama olduğunu unuttuğumuz yanılsamalar’ derken ne içten gülüyordu. Bitti
Ali Suat Arslanlı
14
Beni Yanlış Anlarsan Her Şey Düzelir Ayşegül’ü gördüğüm ilk yer, erkekler tuvaletinin önüydü. İçeride kimse olmadığını düşünüp beni oraya kilitleyen zalim, Ayşegül ile aramızdaki mesafeyi kısaltmış, beni adeta Ayşegül köyünün meydanına bırakmıştı. Köyde beni bütün güzelliğiyle yine Ayşegül karşıladı. Gözümün içine baktı, ya da ben suratımda binlerce göz olduğunu varsaydım. “Kilitlediler mi seni?” dedi. Güldü. Ayşegül’ün bir tatil köyü olduğunu o zaman anladım. Çünkü elinde ve omzunda havlular taşıyan binlerce insan geçti yanımdan, hepsinde de büyük bir huzur ve yoğurt kokusu vardı. Ertesi gün pastanede rastlaştık. Çikolatalı açma aldı. Bir insan çikolatalı açmanın nesini sever bilmem. Kafamın içinde yüzlerce kez sordum ona, en çok verdiği cevap “Ne biliyim, seviyorum işte,” oldu. Seviyor işte. Bense dertli bulduğum poğaçaları tercih ediyorum. Ayşegül’e bunu da söylemek istedim. Peşinden koşup omzuna dokunacaktım. O da dönecekti. Belki “Buyrun?” filan derdi. Ben de “Poğaçalar kuruntulu ev hanımları gibi değil mi?” derdim. Ama cesaret edemedim. Çünkü fark ettim ki sesimi evde unutmuşum. Zaten otobüs şoförüne de “Orta kapı!” diye bağıramadım. Daha fazla yürümek zorunda kaldım. Annem kapıyı açtığında sarıldım ona. Sonra sesim geldi, bacaklarıma süründü. “Ayşegül çok güzel anne,” dedim. Annem “Ayşegül kim?” demedi. “Yemek hazır,” dedi. Takım arkadaşım, iş yerindeki bir kadını sevmenin büyük bir risk olduğunu söyledi. Ona Ayşegül’den bahsetmedim, bakışlarındaki deniz kokusundan haberi yok. Hem Ayşegül iş yerindeki bir kadın değil ki. Peki, Ayşegül kim? Ayşegül sen kimsin? Sabahları neden somurtuyorsun? Öğleden sonra nasıl çiçek açıyorsun? Neden bu kadar gururlusun? Mutfaktan aldığın bardakla sürahiyi içeriye taşırken dengeni kaybettiğinde “Yardım ediyim mi?” demiştim hani. Sen de “Gerek yok, ben hallederim,” minvalinde bir karşılık verdin. Bana böyle bir cevap verirsen ben ısrar edemem ki. “Yahu siz beni tuvaletten kurtardınız. Siz benim kahramanımsınız,” diyemem. Onun yerine “Peki o zaman,” der giderim. Yine de metrodaki akşamı bana yaşattığın için teşekkür ederim. Muhtemelen benim ben olduğumu ve aynı şirkette çalıştığımızı bile
15
bilmiyorsun. Fakat acelen vardı, akbilinde para yoktu ve ben doğru zamanda doğru yerdeydim. Benimkini kullanmıştın. Ben olur da arkanı dönersin ve benim giriş yapmadığımı görürsün diye telefonumu kulağıma götürmüştüm. “Evet abi, geliyorum birazdan, evet,” diyerek rolümün hakkını da vermiştim. Sen arkanı dönmedin. Ben de dışarı çıkıp şirketin oradaki bankamatikten para çektim ve gelip akbilime para yükledim. Dünyayı kurtarmıştım sanki. Metronun içindeki herkes gelip tebrik etmişti, birlikte şarkılar söylenmişti. Yazık ki bunların hiçbirinden haberin yok. Beni ve hissettiklerimi öğren diye bir gün gelip kolumu bırakabilirim masana. Muhtemelen sol kolumu. Not da yazarım yanında. “Kolumu getirmene gerek yok, sevmezsen bir yere atabilirsin,” Kolumu neden seveceğini ya da onun ne işine yarayacağını bilmiyorum. Bunların bir önemi de yok. Önemli olan tek şey benden haberin olması. Sonuçta masanda bir kol bulduğunda, ofisteki kolsuz kişiyi araştırırsın değil mi? Sonra beni bulursun ve ne diyeceğini bilemezsin. Ben de bütün karizmamla “Aslına bakarsan değiştirme fişiyle birlikte bırakmam gerekirdi ya da doğrudan gelip sana sorabilirdim benden hangi parçamı istersin diye. Düşünemedim, kusura bakma,” diyebilirdim. Bana şaşkınlıkla biraz baksan tüm bunlara değerdi. Neyse Ayşegül... Sen yine de sabahları somurtmaya devam et. Çünkü bir gün kendimi tutamayıp bir parça “Günaydın” düşüreceğim önüne. Korkuyorum. Eğilip o günaydını yerden alıp aydınlanan yüzünle “Günaydın,” diyerek mukabele etmenden korkuyorum.
Selim Sevim
16
34 J 07
Sırtımda kambur ağaç kökleri Harabe garlar terk edilmiş Islığımda taş sesleri Trenler bir daha gelmeyecek Yol kenarında ismi unutulmuş köy kahveleri Ufkumda güreş tutmuş Göğün diğer yüzleri Kuşlar bir daha gelmeyecek Sen bunları bilmeyeceksin.
Çağla Uzkanbaş
17
Med - Cezir yıllardır pimi küçük bir çocuğun elinde bomba idim. masumane hülyaları, söndürdü mum ışıklarını aştık ölüm hattını, heyhat maraton koşucusu kopardı ipi. karnıyla göğsü arasındaki bölgeden, yaraladı kendini. meksika’da bir barı hayal edince hep gelir ya insanın aklına tavan pervanesi, ne zaman gözümü açsam yakamozlardan emanetin gelir aklıma. koşullanmıştır beynim, ismine güdümlenmiş küfürlerim gibi. kol manşetleri henüz yıpranmamış bir krupiyer bile, ikinci bir şans tanır doyumsuza. hayalleri yumruk olur kumarbazın boğazının iki yakasında. silahsızlandırmıştım oysaki mevzileri, bir görkemli şalupaya doymak uğruna kaç filikaya göz yummuştum. (zayiat nafile!) ay, dolunaydı yükseldi sıfır noktası kaçakçılar kayıklarının altında, selamladılar, uykularında, ölümü.
Korcan Aytaç
18
Kırık Lirika on dördünde, ayın son dördününde parklarda uyuma hayaliyle diş bileyenler, on yedi yerinden bıçaklananlar hala yaşayanlar on yedisinde, evden kaçmaya güzellemeler dizenler, on dokuz saate kuyruk kıstıranlar hala koşanlar on dokuzunda, aşık olanlar, aşık olmayı düşleyenler, aşık olmaktan başka hiçbir haltı aşamayanlar hala üçlü takılanlar hala okuyanlar hala titremeyenler hala paranoya karnavalına gitmeyenler hala sokulanlar hala fitne fesat hala halelerime ala diyenler. sıkıntılı ikiyüzlülüklerle sürdürülen gündüz kuşakları, kabuğu kendine benzeyenleri tiksinti tasmalarıyla sürgün edenler, kütük fetişistleri, dansla hükmetmeye değil köleliğini yasallaştırmaya koşanlar, amaçsızlığa övgüler dizenler, alışkanlık haline getirenler, ellilik kovalayanlar, metalaşanlar, otobüslere sağ kapaklar atanlar, gözlüklerin ardında dünya turuna çıkanlar, bomboş odalarda oturup dört duvara beş beleş hikaye düzenler, ebeveyn kaygısıyla sigara yakanlar, sol lobu ihya edenler, fikirlere katalizör olarak bırakılan birkaç gram bademi ayaklarının altında ezip sunakların masumiyetini terletenler, asit, kolaj ve mide ağrısıyla yanıp tutuşanlar,
19
cehennemi övenlerin en boktan çukurunda, cehennemi övenlerin en boktan kurabiyelerinin tozunu burun temizlemek için hizalayanlar, bomboş gözlerle bakanlar, objektifliği terk edenler, katatoni ile kakafoni isteyenler, kokaini kahveye bulayanlar birçok ayini mahvetmeye bayılanlar her yeri dövenler, her yeri dönenler, yer yer sönenler, kördüğümle tariz kovalayanlar, sakalları şer kokan terle kutsanmış monşer! okundu riyakar maval, rüya karnaval taçlandıranlar uzun cümlelerle intihar mektuplarını ve alışveriş listelerini sonuna ekleyenler öğrenilmiş çaresizlikle deneysel prova kaçıkları, korkunç gece salgınla beraber defalarca sayıklarken adımı kaos sarmalı, sayıkla adımı yüce kaos sarmalı! dayanamayanlar benimle, anlam arayanlar benimle, kopamayanlar benimle, rahatlatanlar ve yatıştırıcılar benimle! … ruhlardan biriyle bütünleşemeyenler, yuhalarlar kiriyle tüm leş yiyenleri.
20
Alper Pek
Aylak Adam İncelemesi “Egzistansiyalistler, halka hitap eden, halkın anlayabileceği dilde bir edebiyat yapmaktan uzaktırlar. Popülist edebiyat yapmadıklarını da açıkça belirtirler.” İsmail Çetişli Kafka, Camus, Sartre gibi eserlerini felsefeyle harmanlayıp popülizme, sıradanlığa ve sığlığa karşı dik durmayı amaç edinmiş insanların ısrarla en popüler yazarlar olmaları hep dikkatimi çekmişti; ancak oturup konu üzerinde uzun uzadıya düşünmeyi hep ertelemiştim. Gün gelip de Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ını okuyup kitap hakkında yapılan yorumlara göz attığımda, konuyu derinlemesine düşünme ihtiyacı hissettim. Epigrafta da belirtildiği üzere, varoluşçular, halk yığınlarının kolaylıkla anlayabileceği türde eserler vermekten hoşlanmazlar. En çok bilinen yerlerden vereyim örnekleri: Kafka’nın Franz K’si, Camus’nun Meursault’u, Yusuf Atılgan’ın C’si aydınlanma yolunda ilerlemeyi deneyen, farkındalık sahibi olduğu için topluma entegre olamamış karakterlerdir. (Yanlış anlaşılmamak adına açıklayayım: Varoluşçuların yarattığı tüm karakterler, aydınlanma çabalarından dolayı topluma yabancılaşmazlar. Anayurt Oteli’nin başkahramanı Zebercet, bunun en bariz örneğidir.) Bu kişiler entelektüel ve sorgulayıcı kişilikleri gereği topluma entegrasyon sürecinde problem yaşarlar. Varoluşçu felsefeden etkilenerek eser veren yazarların bazı kitaplarının popüler olması/kalması bazılarının daha az okunması da bu yüzdendir. Ortalama bir popülist, başkahramanı aydınlanma çabasında olan bir eseri okuduğunda kendini karakterlerle özdeşleştirerek “Çok entelektüelim, zekiyim, kimse beni anlamıyor, bu yüzden yalnız kalıyorum” imajı yaratabiliyor ve bu sayede beğenilip onaylanıyor. Unutmamak gerekir ki popülizm, çoğunluğa ayak uydurarak beğenilme ve onaylanma arzusundan beslenir. Şimdi gelelim Aylak Adam’ın derinliğine ve tüketilmesinin ne kadar zor olduğuna. Daha eserin kapağını açmadan ismi vuruyor okuyucuyu: Aylak Adam. ‘Aylak’ ne demek, ‘Adam’ ne demek? Yusuf Atılgan’ın zıt anlamlı iki kelimeyi bir araya getirip bu kelimelerden oluşan ismi kitaba vermesinin nedeni, kitapta hissettiriliyor okuyucuya. Sayfaları çevirdikçe anlıyoruz ki ‘Aylaklık’, toplum tarafından kabul görmüş bir konumda olmamayı ifade ediyor. Bu, bilerek ve isteyerek edinilmiş bir sıfat çünkü toplumun değerleriyle başkarakter C’nin değerleri asla uyuşmuyor. Adamlık ise, toplum tarafından kabul görmüş bir konumda olmayı ve C’nin babasını ifade ediyor. Dışarıdan bakıldığında yeterince para kazandığı, ailesine baktığı, evine zamanında gelip gittiği için kabul gören baba, adamlığı temsil ediyor. C de bu iki kavram arasında sıkışıp kalan bir karakter. Aylaklığı tercih etmek istemesine rağmen, babasının kendinde
21
babasının kendinde yarattığı etkiyi tam olarak aşamıyor, onun gölgesinde bir yaşam sürmeye devam ediyor. Bu durumu en güzel açıklayan örnek de ev meselesi. Babasının ruhunda bıraktığı izleri silmek için Alemdar’daki evini satan C, Nişantaşı’ndaki babadan kalma eve taşınıyor ancak burada da rahat edemiyor. Babasından kalan parayla geçinip onun bıraktığı evlerde yaşadığı için babasının etkisinden kurtulamıyor. (Babasının onda bıraktığı etkiye başka bir örnek de kulak ve bacak meselesidir.) Psikanalist İncelemeler Işığında Aylak Adam Hap bilgilerle donanmış günümüz popülistinin entelektüelliği ile C’nin entelektüelliği arasındaki fark da ilgi çekici bir konu. C, daha bir yaşındayken annesini kaybedince sevgiye muhtaç kalır ve otoriter baba, bu sevgiyi göstermekten uzaktır. C, aradığı anne sevgisini teyzesi Zehra’da bulur ve onu annesiyle özdeşleştirir. Zehra teyzesi, onun tek sevgi figürüdür. Eve gelen hizmetçilerle olan ilişkisinden kadınlara düşkün olduğunu anladığımız baba, bir gün Zehra teyze ile tensel temas kurarken C istemsizce durumu görür. Bunun üzerine babasının üzerine atılıp elini ısırır ve bu davranışının karşılığında babası tarafından kulağı çekilir. Bu olay, başkarakterimizin yaşadığı Ödipal kompleksin başlangıcıdır. Bu olaydan sonra C’nin, babasıyla olan ilişkisi tamamen zayıflar ve onun zıttı bir karakter olmayı arzular. Babasının kendi eğitimine yönelik olumsuz yorumlarından dolayı okumaya daha fazla önem verir. C’nin entelektüel kişiliğinin temelinde de bu durum vardır. Yani üstünkörü okumalardan yola çıkılarak yapılan, yabancılaşmanın sosyal düzeyde doğduğu düşüncesi bir yanılgıdır. Atılgan’ın işlediği yabancılaşmanın temelinde psikolojik nedenler yatar. Onun, Freud’un Psikanaliz Kuramına olan düşkünlüğü, kitaptaki bu olaylarla birleştirilerek düşünüldüğünde şunu da net bir şekilde söyleyebiliriz: Psikanaliz hakkında fikir sahibi olmadan yapılan Atılgan okumaları hep eksik kalacaktır. Yukarıda bahsettiğim bazı detaylar ve çok daha fazlası Aylak Adam’ı ölümsüzleştiren, edebiyatımızın başköşesine çıkmasını sağlayan unsurlar. Aylak Adam’ı değerli kılan, yüzeysel okumalarla edinilen “Ben aydınım, kimse beni anlamıyor, çok acı çekiyorum” fikri değildir; ki o, bu durumu, verdiği bir röportajda “Şimdi olsa romanı bile bile anlamazlardı sözcüğüyle bitirmezdim,” diyerek eleştirmiştir. Yusuf Atılgan’ın ölümsüzlüğünün bekçileri gerçek edebiyatseverlerdir. Anlamadan, özümseyemeden ona hayranlık duyan insanlara en güzel cevabı Aylak Adam’da ince bir mizahla vermiştir Atılgan: “Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin ‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlülüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!”
22
Sonuç olarak; anlamadan Kafkasever, Atılgansever olanların birçoğu, tam da bu yazarların eleştirdiği kitledir. Günümüz Joseph K’sini, C’sini yaratan bu kitleye kulak kaşıyarak selam vermek gerekir.
Minik bir kaynakça: İsmail Çetişli, Batı Edebiyatında Edebi Akımlar Hilmi Yavuz, Roman Kavramı ve Türk Romanı Alparslan Nası, Aylak Adam ve Anayurt Oteli’ne Psikanalitik Yaklaşım: Atılgan’ın Ödipal Roman Kişileri Olarak C. ve Zebercet
çizim: bilge abur
Ferit Şeker
23
Fanus Samir, o gün eve kırmızı bir Betta balığı alıp gelmişti. Odasına çıktığında, fanusun içine mutfaktaki sürahilerden biraz su doldurdu. Daha sonra balığı o fanusa koydu. Fanus için herhangi bir süs eşyası almamıştı, ayrıca balığı satın aldığı yerdeki adam plastiğin balığa zarar verebileceğini söylemişti. Hem bu yüzden, hem de Samir süs ile ilgilenecek kadar düşünceli olmadığından, balığın fanusu tamamen boştu. Samir kendi odasıyla da ilgilenmiyordu, odası da aynen fanus gibiydi. Samir, İstanbul’da bir oda kiralamıştı. Burada eğitimini sürdürecekti. Odasında sadece bir sedir, bir yorgan, bir yastık, bir masa ve bir perde vardı. Yanında getirdiği elbiseleri ve eşyaları da odanın köşesindeki eski ve tozlu gazete kâğıtlarının üstünde duruyorlardı. Odadaki tek eski ve tozlu şeyler sadece gazete kâğıtları değildi. Oda tamamen pislik içindeydi, Samir de dahil. Ortak kullanılan banyo onun için bir sorundu. Sadece etrafta kimseler yokken banyo yapıyordu. Şimdi ise, yatağına oturmuş balığa bakıyordu. Onu masasının köşesine koymuştu. Masayı çalışma masası olarak kullanıyordu ve bu masa, yatağının dibinde ve pencerenin önündeydi. Samir, balığa bakıyordu. Ona ‘Hikmet’ ismini verdi. “Gel bakalım küçük Hikmet Benol,” dedi, parmağını fanusun camına dayadı. Küçük kırmızı Betta, onun parmağına doğru yüzdü. Samir parmağını sola, sağa ve aşağıya doğru hareket ettirdi. Hikmet de onun parmağını takip etti. Daha ilk günden, aralarında bir samimiyet oluştu. Hikmet’e bakarken, Samir’in yüzü gülüyordu. Uzun süreden sonra Samir gülümsüyordu. Artık bu soğuk odada yalnız değildi. Monoton ve genellikle mutsuz hayatında bir yenilenme olmuştu. Bu sebepten, Samir biraz heyecanlıydı ve mutluydu. Üstünü çıkardı. Odanın köşesindeki yığından yeni elbiseler buldu. Sonra da banyoya girdi. Akşam olmuştu, Samir odasına geçerken, sessizce bir melodi mırıldanıyordu. Kapısını açıp içeri girdi, Hikmet’e baktı. Hareketsiz duruyordu. Kapıyı kapattığında ise kımıldandı. Samir onu uyandırdığını fark etti. Daha sessiz olması gerektiğini düşündü. Sessizce üstünü giyinmeye başladı. Gece boyunca asla ses çıkarmayarak ders çalıştı. Ev
24
sahibi ve evde kalan diğer insanları bile hiç bu kadar düşünmemişti, onlar için ses yapmaktan kaçınmıyordu. Böyleydi işte, Samir’in hayatı artık az da olsa değişmişti, eskisi gibi değildi. Samir sınavdan sonra hoşlandığı kızla kavga etmişti. Kız onu sevdiğini söylemişti fakat söylediklerine aykırı hareketler yapmaktaydı. Garip nedenlerden tartışmalar çıkarmakta, durup durup Samir’in yanından uzaklaşmaktaydı. Samir onu anlamıyordu. Samir onu seviyordu. Böyle zamanlarda Samir hem sinirli hem de şaşkın bir ruh halinde oluyordu. Odasına geldiğinde kapıyı çarpıp hemen kendini yatağa attı. Birkaç kez ellerini dizlerine vurup öfkeyle soluduktan sonra uykuya daldı. Samir boşa sinirleniyor ve üzülüyordu. Kızın sorunu belliydi, Samir’i sevmiyordu. Fakat Samir buna inanmak istemiyordu, fark etmemiş gibi davranıyordu. Belki kız fikrini değiştirirdi. Samir neden bu kadar umutluydu? Yüzeye ulaşması için en az iki bin kulaç gerekirken, neden Samir bu şekilde yaşamaya devam ediyordu? Damarlarındaki gereksiz umut muydu sebebi yoksa Hikmet’in onda yarattığı heyecan mıydı? Asla Hikmet değildi. Sebebi Hikmet olsaydı odaya geldiğinde ona bakmadan uyumazdı. Hikmet ile ilgilenmiyordu. Küçük kırmızı Betta, Samir uyurken onu seyrediyordu. Yüzgeçlerini bir kuşun kanatlarını çırpması gibi bir hızla çırptı. Samir’e doğru uçmak istiyordu, kafasını cama çarptı. Hikmet, Samir’i seviyordu. Kendisine karşı bu ilgisizliğini engellemek istiyordu. Fanusun içinde resmen dans ediyordu, Samir’in ilgisini çekmeye çalışıyordu. Hikmet’in yaptığı bu kur, uykusunda bir kızın rüyasını gören Samir tarafından fark edilmeyecekti bile. Aylar sonra Samir bir gün, odaya başka bir kızla geldi. Aslında kız denilmeyecek yaştaydı bu kadın, Samir’den daha olgun ve uzun boyluydu. Samir onu içeriye doğru çekti, yatağa oturtup üstünü çıkarmaya başladı. Dakikalarca seviştiler. Kadın çantasından bir sigara çıkartırken, Hikmet’i fark etti. Sağ elini fanusa doğru uzattı, sol eli yeni yakmış olduğu sigarayı tutmaktaydı. Samir’e bakarak “Balığın ne kadar da güzelmiş,” dedi. Samir’in umurunda olmadı. Ayağa kalkıp kadını kollarıyla sardı. Sonraki gün Samir o kadından bir daha haber alamadı. Telefonuna ulaşılamıyordu, Samir onun evini de bilmediğinden, kadın artık tamamen ulaşılmaz olmuştu. Belki de kadın haklıydı, çocuklarla
25
uğraşacak pek vakti yoktu. Başka çocuklarla ve onların küçük kırmızı balıklarıyla ilgilenmeliydi. Samir üzüldü. Samir, hayatının monotonluğundan ve heyecansızlığından kurtulmuştu. Artık insanlarla tanışıyor ve ayrılıyordu. Bu süreçte Hikmet ile hiç ilgilenmemişti neredeyse. Neredeyse bir haftadır yem bile vermiyordu. Hikmet’in kuyruğu çürümeye başlamıştı. Fanusun suyu kirlenmişti. Hikmet kötü hissediyordu. Bir gece Samir yatağında uyurken, Hikmet fanustan dışarıya atladı. Çıplak zemine düştü ve yarım saat kadar sonra öldü. Samir uyandığında bu manzara karşısında asla ne yapacağını bilmiyordu. Şaşkın ve üzgün bir şekilde tekrar yatağına oturdu. Ellerini yüzüne götürdü, ağladı. Sevip ayrıldığı o kızlar için bile ağlamamıştı. Hikmet’e ne kadar haksızlık yaptığını anlamıştı, onu özlemişti. Onu eline alıp bahçeye gömdü. Küçük kırmızı Betta balığı, kendisinden biraz büyük olan fanustan ve sahibi Samir’den vazgeçmeyi tercih etmişti. Samir ise, daha önce ailesini kaybetmişti ve vazgeçmeyip hayatına devam etmişti; fakat bu çok ağırdı. Yatakta otururken aklından tonlarca ağırlıkta düşünceler geçmekteydi. Hikmet gibi ailesi de onun yüzünden mi ölmüşlerdi? Kendini paraladı. Dünyada tanıdığı bir kişi daha kalmamıştı. İnsanlar da Samir’i tanımıyorlardı. Samir kimi tanısa, kimi sevse; kısa süre sonra tekrar yabancı oluyorlardı. Samir düşündü. Böyle bir üzüntü yaşayınca, aslında ne kadar berbat bir hayatı olduğunu fark etti. Elinde hiçbir şey kalmamıştı. En ufak bir hüzün, diğer hüzünleri çağırıyordu. Küçücük bir gözyaşı, Marmara Denizi oluyordu. Ayağa kalktı, pencereden dışarıya baktı. Artık burada kalmanın pek anlamı kalmamıştı. Kendini pencereden dışarıya attı. Bu eski, ahşap evin en üst katındaki bu küçük odanın kiracısı artık ölüydü. Hikmet ve Samir aynı kaderi paylaşmışlardı. Hikmet, Tayland’daki ailesinden koparılıp buralara getirilmişti. Samir de en az Tayland kadar uzak bir yerden geliyordu, o da kimsesizdi. Küçük kırmızı Betta, fanusundan; küçük Samir de odasından kaçmıştı. Aralarında hiçbir fark yoktu neredeyse. Hikmet’in fanusuyla Samir’in odası da aynı büyüklükteydi.
Umut Yay
26
Sümüklü Bir Şiir yapmasaydın o zaman beni? gözyaşın seni gıdıklandırır biri burnuna bir tüy bir tüy değdirmişçesine sonra ürperir silersin. bundan önceleri aklına gelen kelimeler ve o hiç söyleyemediğin ama sürekli dizdiğin cümleler, ağzından çıkamaz bir suya dönüşür içinde gözünden yürür dışarı belki başka bir yerinden bir şekilde , söyleyebilseydin istemiyorumdeseydin ne çişin gelirdi ne yüzün bu kadar çabuk buruşurdu ama işte sen bunlara da inanmadın benim bir peçetem yok sana verecek koluna sil benim bir tavsiyem de yok ama biraz bencil ol bana mı sordun? yapmasaydın işte. bir anlık doğan insanlar, geldikleri yeri yadırgadı böylece
27
babasının parasızlığından kendini dünyada bulanlar, alışverişi kürtaja seçen annesi yüzünden yaşayanlar, hepsi yanlışlıkla işte bir yanlışlık. koskoca bir yanlışlık neticesi var eden bazen var edemeyen öldüren, öldüren, seni gıdıklayan ağlamalara dönüşür burnunu gıdıklar en büyük yeri kalbinin ağzına giren sümükler konuşmanın ciddileştiğini haber verir bunun konumuzla alakası yok ama benim sana verecek hiçbir şeyim yok sen de anlıksın gülüşün de ağlaman da reglin de biraz uzun bir an olsa da her şey bir an bu kelimeler bi’ gitmeyecek öyle uzağa üzülüyorum. ne olduğumuzu bilmiyoruz amacımızı, bilmiyoruz duygularımızdan hangisi fazlaysa biz o’yuz bizi babamız sevmedi, bir annemiz vardı baba gibi sevdi işte o onu ağlarken gördüğümüz belki tek bir iki an vardı onlar geçmezdi işte onlar an’lık değildi onlar ömürlerce silinmez aklına getir annenin ağladığı anı kim üzdü o kadını? öldürmek istemedin mi?
28
beni niye yaptınız? siz de bilmiyorsunuz bu anların neye tekabül ettiğini benim sana verecek bir peçetem yok koluna da silme o elbisen yeni ağlama işte yavrum, biliyorsun bu adamlar böyle sen değiş gençsin hem değişirsin.
Adsız
çizim: hande işler
29
30