Zemheri 3

Page 1

1


içimiz dışımız 2 Gündüz Düşleri - Ece Gizem Kubat1 3 Kayıp Kelimeler - Yunus Abid 7 Tutkal Kalp - Yağmur Yetim 8 BUMYÇ - wmmrw 10 Melus - ikimizdenbiranı 11 Ali - Erdinç Top 12 Ama, Bunları Yapan Ben- Kübra&Ferit 14 Dudaklarını Öpmelerden Geliyorum -Umut Yay 16 Ve Yine - Kağan Şahinoğlu 17 Masallar ve Toplumsal Cinsiyet Üzerine - Merve Öksüz 19 Geç Gelen Güz - Çağla Uzkanbaş 21 İnsansın - Elif Özdemir 22 Samael - Ege Sağışman 23 Hırsız -İpeksu Durmaz 24 Ölümsüz Hastalık - Süleyman Berç Hacil 25 Alaturka - sunayEngin 26 İki Farklı Yerinden Aydınlatır Odayı - İlker Öner 29 Bir Duygu - Adsız


bağırsağımız

Burada güzel bir kız vardı, içi içinden çıkan. Öncelikle ondan özür diliyoruz bu metnin uzamasından dolayı silindiği için ama seni hiç unutmadık sevgili içi içinden çıkan kız. Çizim Tuğçe’nindi. Üçüncü sayımızda ön kapakda Tuğçe Avcı, arka kapakta Hande İşler’in cici çizimleri var. Elinize ilk aldığınızda verdiğiniz tepkilerin sahibesiler. İçimizde de Cemre Buse Kırşan’ın renkleri. Peki neden içi içinden çıkan kız, Zemheri’nin bağırsağına kurban gitti? Biz de istiyorduk jaz çalan mekanlarda çalınmayı, yirmi otuz renkli kapakla mücadele etmeyi. Her ne kadar çoğul kipi kullansak da Zemheri’nin kış kadar yalnız oluşu bunlara pek ihtimal veremedi. Bu sayıyı elinize alamadınız sayfaları çeviremediniz. Mailden bize ulaşın iki kahve içelim pdf cebinize gelsin. Bir liralarımızı birleştirdik valla olmadı. Zemheri, kışın en soğuk günü yazın eriyor. Duygusal işler yapıyor. Annesinin çocuğu olmayı kabul ediyor. Dolayısıyla bu iş biraz zor yonca. Bu bir editor notu değildir. Sindirim sisteminde bir sorundur. Sizlere iletiyoruz, kısa yolculuğumuzda ulaşım yine ücretsiz olduğunda devam edebiliriz. Ultra duygusal ve taylorot kokan metni sonlandırıyor ve Zeki Müren’in şarkı bitirişlerini hatırlamanızı istiyoruz. Yapımda emeği geçenlere sonsuz teşekkürler.Öncelikle Mikail. Tülay Germen dinlediniz mi zamane gençliğim?

zemherifanzin@gmail.com

zemherifanzin


Gündüz Düşleri Gözlerimi kapattığımda kendimi dünyanın bir ucunda, pahalı ve popüler topraklarda bulacağıma emindim. Hiç bilmediğim bir yerde her şeyi unutmaya ve çılgın bir kalabalık içinde kaybolmaya öyle ihtiyacım vardı ki! Bilinçaltımı, göz kapaklarımı kapattığım an ıssız bir kumsalda yakalamak beni şaşırttı. Bir adada olmalıydım. Hiç insan görmememe rağmen, kendimi tehlikede veya yalnız hissetmiyordum. Hep olmam gereken yer burasıymış ya da her şeyin başladığı yere geri dönmüşüm gibi garip bir tanıdıklık duygusu içimi kapladı. Mideme kramplar sokan değil, tüm hücrelerime yayılan bir dinginlik, bir “bilmiş”lik hissiydi bu. Ait olduğum yerdeydim. Görebildiğim tek iskelenin yan tarafına, sıcak kumların arasına usulca uzandım. İncecik taneciklerin beni yavaşça derinlerine çekmelerine izin vermek, ruhumu özgürlüğe kavuşturmaya eş değerdi. Kumlar kadife, tenim kadife…Bulutlardan bir yatakta yatıyordum. Birden boyumun en az yüz yetmiş sekiz cm olduğunu fark ettim. Panikle vücudumdaki benleri kontrol ettim. Sanki sol yanağımda ve belimin sağ alt tarafında kararlı bir siyahlıkla vücuduma nokta konduran benlerim olmasa, ben “ben”likten çıkacaktı sanki. Oysa her şey yerli yerindeydi. Sadece boyum uzuyor, boyum uzadıkça sahil de önümde uzuyor, kollarım ve bacaklarım her yeri kaplıyordu ama nedense biliyordum, bedenim aslında zaten olmalıydı; ben de uzun kollarımla kendi kendimi şefkatle kucakladım. Güneşte yeterince ısınınca iskelenin kenarından yavaşça denize girdim. Acıtmaması için taşlar özel olarak törpülenmiş, suyun altından ayaklarıma hafifçe masaj yapıyordu. Her gün hayatıma özenle dizmeye çalıştığım taşlar, ben onları düzgün tutamayıp dağıldıkça burada toplanmışlardı sanki. Her birine tek tek, hissederek bastım. Her şey bir araya gelmişti, artık rahatlayabilirdim. Böylece kendimi berrak suya bıraktım. Biraz yüzüp serinledikten sonra, vücudumu güneşe doğru çevirerek sırt üstü uzandım. Kollarımı ve bacaklarımı açtım, bir kelebek oldum. Düşüncelerimi, duygularımı, benliğimi güneşe doğru uçurdum; bedenimin kalan son ağırlığını da denize akıttım. Nihayet tüm sesler susmuştu. Dünyada bir tek ben vardım. Huzurluydum.

Ece Gizem Kubat

Keşke hiç uyanmasaydım.

2


Kayıp Kelimeler Ne zamandır bir şeyler yapma dürtüsüyle kıvranıyoruz. Bildiğiniz gibi bizim sırtımıza bu yük süs olsun diye verilmedi. Evet, bir şeyler yapmalıyız; burada hemfikiriz, ama ne? Benim kafamda dönen birkaç tilki var. Müsaadenizle bahsedeyim değerli şövalyeler. Şimdi n’apıyoruz söyleyeyim. Bir ev yapıyoruz, kerpiçten olma, işçiliği az olursa samimi olur, süs bize yaramaz, bozkırda olsun sırıtmaz hem, yazın serin olur içerisi kışın ılık; ya da kerpici boş verelim biz iyisi, adamakıllı sağlam bir yapı olsun değil mi? Kemik gibi kolonlar dikelim, kocaman olsun upuzun, gök utansın boyumuzdan, yaklaştığımızı görünce üstüne bir şeyler giyer, bulut mulut atsın işte üstüne açık seçik durmasın yani, azametimizden ürksün ama korkmasın bizden, içten içe meyletsin cemalimize, tatlı olalım vakur olduğumuz kadar, sevimli bir şey ve de haşin. Kafam biraz karışık, ama sizlerin ne kadar leblebisever insanlar olduğunuzun farkındayım. Samimiyetimizi kaybetmememiz gerek. Öyle çok da kocaman olmanın manası yok baktığın zaman, başımızı soksak yeter icabında, iki göz olsun, iki katlı olsa ahşaptan, etti dört göz, tavanları uzun olmalı ama havadar derler, Ermeni işi, yürürken gıcır gıcır edecek tahtalar, atarız köşeye iki divan, arasına bir soba koyarız, taş kömürünü attık mı içine, cayır cayır nar gibi yanar, iliklerimize kadar hesabını veririz bunca geçen soğuk günün, kışları yanarız, yaz geldi mi de iki kütük sallarız dışarı balkon niyetine, alttan destek verdik mi dünya yansa bir şey olmaz, püfür püfür eser, tüm köyü seyrederiz çay içerken, şehri de seyrederiz, dünyayı seyredemeyebiliriz. Dünyayı seyretmezsek mutlu olabilir miyiz? Olamaz mıyız? Neden yapıyoruz ki şimdi böyle bir şey? Derdimiz neydi bizim? Bu merhem hangi derde iyi gelir? Neyse sonra düşünürüz onu. Dinliyoruz değil mi arkadaşlar? Düşündüm de arkadaşlar, ev işi biraz masraflı bir iş. Hem bizim amacımız zaten şey değil miydi, nedir onun adı; şimdilik şey olsun, adı sonra gelir aklıma. Şey için fazla masraf etmeye hacet yok. Şey aslında içimizde olur bazen, bazen de gözümüzün önünde. Bu sebepten eve gerek yok. Bize boş bir kâğıt verin, büyük olsun, kalın olsun su gibi de olmasın yani okkalı bir şey, mukavva demedik ama karton dokusunda parşömenden hallice, duvara asınca çöp gibi kalmaya, tablo ismi verilebilecek boyutta. Kuru boya kalemlerinden pek hazzetmem, ne öyle başlık yazar gibi, muğlak bir tarafı olmalı çizginin, bir boşluğu da seyir ehli

3


doldurmalı, pastel desek o da ayrı dert, tutamadığın mumsu bir tabaka sana hükmediyor utanmadan, aynı çizgiyi on kere de tekrarlasan bir beyazlığa karşı gelemiyorsun, olmaz olmaz, keçeli kalem diyeceksiniz fışır fışır sesler dişimi gıcırdatacak, ister istemez uyuz oluyor insan, ha bir de çok metanetsiz olur o melun boya; güçlü başlar, cılız devam eder çizgi. Bir yumruk çaksan yıkılacak kıvamda, eksik kalsın. Sulu boya değil mi? En iyisi o, biraz kabiliyet ister, e biz de biliriz birkaç figür, nihayetinde beğenmeyene “anlamadın” deriz, keyfimizi süreriz. Bir kırmızı bir yeşil, Amelie işi olsun diyorum, zaten fazlası bizi bozar, göz yorar, bilelim malzemeyi, diyelim bir yeşil var bir kırmızı, elma olur kırmızıya, Amasya olsun ama ufacık, kıpkırmızı, içi beyaz, kütür kütür, bal desen değil ekşi desen değil, mayhoş desek yeşil olur, yeşile ne yapalım, bence onunla da çimleri boyarız, çimlerin üstünde bir elma, ölmeyi beklesin, ama boş boş da beklemesin, beklerken Fransızca öğrensin, çimler n’apsın? Onlar da sallansınlar rüzgar estikçe, ne yöne, kendi bilir ona biz karışmayalım. Bu tabloyu ne yapalım usta, asalım anasını satayım, “Alın bunu biz yaptık, neden yaptık inanın bilmiyoruz.” diye de not yapıştıralım altına. Aslında biliyoruz neden yaptığımızı da anlatamıyorum. Şey için yaptık. Şey uğruna. Allahına kurban şey, sen ne büyüksün! Dinlemeyen varsa çıkabilir. Laf olsun diye anlatmıyoruz bunları. Neyse efendim, nerede kaldıydık, tablo vardı elimizde en son, atın gitsin onu. Ağırlık yapıyor, bende de bel var, dertli bel, her an kantarın topuzunu kaçırıp sağa sola savrulacak ve ben yıkılıp kalacağım gibi geliyor, öyle ufak öyle hassas dengelerle dik duruyorum ki anlatamam, anlatamayacağım şeylerin bahsinden söz açmaktan zerre keyif almam. Şey mesela, amacımız, anlatırım bunu, sadece doğru kelimeyi arıyorum, kaybolmuş gibi duruyor da bir yerden çıkar. Diyorum ki biz bir cihaz icat edelim, bu cihaz kaybolan kelimeleri bulsun bize. Mesela desin ki: “Rüzgâr kelimesini M.Ö. dünyanınenbüyüksayısı yılında adı lazım değil hanımefendi kaybetmişti. Çıktığı tepeden denizi izlerken esen rüzgâr saçını dağıtınca evine dönmek durumunda kaldı. Kız kardeşi falan filan hanımefendi neden bu kadar erken geldin diye sorunca adı lazım değil hanımefendinin aklına bir türlü rüzgâr kelimesi gelmedi. Ahan da bulduk onu. Evinize götürün çocuklar sıcaktan bunalmasın.” Ne çenesi düşük bir icat oldu, hem kaybolmuş onca kelimeden sıra bize gelene kadar, hey yavrum hey, daha işe yarar bir icat lazım bize, şöyle üç kafalı beş ayaklı, ne iş görür, toplu bir selamlaşma esnasında tokalaşmak üzere uzatılan fakat muhatap bulamadığından havada asılı kalan elleri yakalayıp selamlaşıyor, iyiymiş valla, hâl hatır da soruyor mu? Sorsun işi ne? Soruyor arkadaşlar, sizi mi kıralım? Ben sevdim bu icadı, benim çok hoşuma gitmedi bakarsan, hiç samimi değil bir, ikincisi ben o kadar adamın arasından kala kala bu donu düşüğe kalsam çeker giderim aga, bizim de bir ismimiz var bu eşrafta, ama bak şöyle düşün, ortamın maskotu bu olacak zaten, herkes ilk bizim üç kafalı beş ayaklıyla selamlaşmak isteyecek

4


o zaman da insanlar yine unutur birbirini. Doğru dedin. Benim de pek aklıma yatmadıydı zaten, bu icat işi, ne bileyim, bir istikbal görmüyorum, atalım mı çöpe? At gitsin. Sizi dinliyorum arkadaşlar, ne yapalım? Evet, arkadaşlar, konuşun. Lütfen buyurun. Susmayın arkadaşlar! Konuşun şimdi konuşun. Şey aşkına konuşun, şeyler aşkına. Dinliyor musunuz? Dinlemiyorsunuz gibi. Hiç olmazsa dinleseydiniz. Sonra beraber yakardık Roma’yı.

Yunus Abid

Fotoğraf: Yağmur Yetim

5


6


Tutkal Kalp Yüzümü yıkadım. Kükürtlü sabunla. Regli öncesi sivilcelerim için. Makyaj videoları izlemeye başladım. Kahverengi tonu far aldım. Saçımı kestirdim iki parmak. Badem yağıyla yağladım. Mat ojeler aldım kendime. Paraya kıyıp dişlerimi beyazlattım. Günde dört kez fırçalamaya başladım. Karanfilin ucunu yakıp kaşlarıma sürdüm gürleşsin diye. Bol su içmeye başladım. Ha bu arada sigarayı da bıraktım dişçiye o kadar para verince. Aynaya baktım. Kafamı sağa ve sola çevirdim. Şöyle süzdüm her bir parçamı. Bütünüyle kadındım. Sağlıklı bir kadın. Beni terk ettikten sonra en çok bunu düşündüm. Sağlıklı bir kadın değil miyim diye. Sarstı mı bu ayrılık? Halbuki sevgilin olduğunu bir arkadaş havadisiyle öğrenmeyi çoktan geçti bu çağ. İnternetten öğrendim. Böyle kolay uçucu sevgiler, kalpler o kadar yakın bir o kadar uzak. Birbirine çarpa çarpa kırılmış, kırıldıkça tutkal olmuş her tarafı. O kuruyunca da kaskatı. Nermin’i falan aradım. Semih’in sevgilisi var dedim.” İyi misin yanına geleyim mi canım” dediğinde Nermin, böyle bir şeye ihtiyacım olmadığını anladım. İyiden de öteydi aslında, hissetmiyordum. Bir yılı silip atmıştım. Hak verdim. Daha sonra da kendime, kalbimin kalıp gibi sert oluşuna… İçi sert dışı yumuşak bir kadın oldum. Sayın Ece oldum. Sayın genç ve güzel bayan Ece. Sünger gibi olması gerekirken, hüznü ızdırabı içine içine çekmesi. Tutkal kalbiyle tam bir kadın olamamış Ece.

Yağmur Yetim

7


BUMYÇ saat 3 sularında boğuldum 4 e gelirken akrep ateşlediğim zaman kendine durur, tam. mermilerim ıslak, o zaman kendimi vururum. vuramam-bam! göreceliliğine öreceğim örümcek ağı havlayan ruhuma köpek bağı. izafi uykularım, sana göre uyanmadım sana göre uyanmadıysam uykularımı orta yerinden oltaya takarım, balıklar yer başkalaşır gözlerini zoltan a bırakalım zoltan(kuzgun arkadaşım) yeryüzüne sırtımı dönüp sönmüş mumlara saygısız körüm. sessiz kalmak, aynalara lüzumsuz yüzüm, sayfalara dökülür; dilden belirsiz nesnelerden sualsiz öznelere bilgi bu değil bilge unutmanın getirdiği dezavantajı lehime çevirmek için rehine verdiğim bulutların aksi düşerken nehire, yani!

8


attığım sigaraları saymazsak hayli temiz denilen, zehire hatırlat, temmuz başlarında küllerimi katalım. kül rengi bulutlar kadar ağır ren geyikleri, -ruhumda açtığın gedikleri nasıl geçer, nasıl geçerler? sözüm ona, sana bıraktığım heybe yarı geçirgen? bu gidişle gidemem. olsun, bulutlar dağılır balıkların çığlığına kulak kesilen sağır, hep beni çağırır

wmmrw

9


Melus Ne diyor büyük üstat? Uyku tutmuyor gözüm, anılar sıraya girmiş… Can yakar anılar. En güzelinden en çirkinine… Tüm anılar can yakar hatırlandıkça. İşlevini yitiren gözler dolar yine, yeniden. Lakin ilk sefer zor olur. Canınızın yandığı ilk sefer, can yaktığınız ilk sefer… Tabii efendim, gayet zor olur. Sigara zor olur, rakı zor olur, gece zor olur, sabah zor olur, geri dönmesi zor… Çok mu büyüttüm kendimi ne? Belki sırf bir hikayem olsun diye. Öyle mi gerçekten? İtiraf etmesi de zor… Çaresiz kaldınız mı hiç? Yalnız? Gerçek çaresizlik ve yalnızlıktan bahsediyorum. Gidecek bir yerinizin olmayışından. İçinizdeki yangını annenize anlatamamaktan, yazmaya dahi güç bulamamaktan… Sırf aynı kanı taşıdığınız insanların birbirini öldürmemesi için içinizdeki çığlıkları yutmaktan; onca yıl sonra hala her gece gördüğünüz o kabusa çaresizce susmaktan bahsediyorum. İstemediğiniz biri dokundu mu hiç bedeninize? Kaba, iğrenç elleri gezindi mi en saklı yerlerinizde? Dudaklarınızda, boynunuzda zevk salyaları… Paramparça oldu mu ruhunuz? Ve bu gerçek on yedi-en güzel yaş-yaşınızda bir tokat gibi indi mi hayatınızın ortasına? İndi. Benim indi. Kanayanın sadece bedenim değil, ruhum olduğunu anladığımda indi. Öyle bir indi ki, ruhumun kanayan yerlerinin kabuk tutmasına izin vermeyenin her gece gördüğüm o kabus olduğunu anladım. Tanrım, bıktım artık senin saçma sapan oyunlarından. Yalvarışlarımı duymayan tanrılara küsüm on bir yaşımdan beri! Kabuslardan beri. Alın size can yakan ilk anı. O da zor olur. Şimdi izninizle cigaramı yakayım. Anılar sıraya girmiş… Sileyim diyorsun, sileyim hafızamı da kurtulayım tüm bu kabuslardan, oyunlardan, acılardan. Sonra saniyeler sürüp bir ömre bedel olan o an geliyor aklıma. O geliyor. O haziran günü. Tesadüfen kesişen iki çift gözün ilk andan itibaren birbirine aşkla bakışı geliyor. Ve en huzursuz uykularım, rüyalarımda bile benimle konuşmak istemeyen adam… Öyle saçma sapan kalpli kolyeler değil, otobüs biletleri saklardık. Kim bilir severdin belki. Hayat bize bazen şanslar verir. Ben hepsini boşa harcadım. En çok da aşkı. Can yakan bir diğer anı… Çok canım yanıyor. Sonra gene o an geliyor aklıma. Saniyeler sürüp bir ömre bed… Sırf o anı unutmamak için değer çekilen tüm acılara…

ikimizdenbiranı 10


Ali eskiden saçlarımız vardı eskiden allah küserdi bize ekmeğimizi pay ederdik avlulardan ziyade çocukluğumuza küser anneme sarılırdım ellerimiz derdim küçüktü o zaman aklığım beni soran bütün annelerin ağacı çocuk düşerdi bir kuşun ardına özlerdi sessizliğinden akan gizli yaşları masumdu peygamber suratları düzgün kesilen saçlarıyla bütün sokaklarda terleyen çocuk peygamberler kadar masum kadar duru

Erdinç Top

11


Ama, Bunları Yazan Ben Havanın koyu kül rengine büründüğü, mecbur kalanlar dışında yalnızca barınacak yer bulamayan hayvanların sokakta olduğu, küçük kurnazlıklarla var olabilen esnafların gözlerinin bile bir dükkanlarına bir dışarıya baktığı, karın daha yere düşmeden gökyüzünün boğucu renginin arasında kaybolduğu ve dahi doğanın tüm bunaltıcı özelliklerini sergilediği o gün; sokaktaki yaşam, evde beni bekleyen korkulardan daha çekici geliyordu. Evde; baktığım zaman bana yansıtacağı görüntülerden korktuğum aynalar, açıldığında sadece yolumu bulabilmek ve hayatta kalabilmek için çabaladığım sisi andıran televizyon, her an saygı ve itaat bekleyen oturma takımları, güzel günlerin ölümsüzleştirildiği ve her baktığımda değişimi, yanılgıyı gördüğüm vitrin; içinde ne saklandığı hakkında bazı fikirlerimin olduğu ama neyi sakladığını bilmediğim bir sandık ve bazen aynalara, bazen televizyona, bazen oturma takımlarına… benzettiğim ama asla tanıdığım haline benzetemediğim bir kadın bekliyordu. Evde göreceklerimden, yaşayacaklarımdan kurtulmak için çıkmıştım oysa bilmediğim sokaklara. Bilmediğimi sandığım o sokaklardaki her görüntüyü, kaçtığım görüntülerin yansımaları olarak algılıyordum şimdi. Söz gelimi, kapalı bir sahafhanenin önünden geçerken içindeki kitapları düşünüp heyecanlanıyordum; ama o kitaplara hemen ulaşamıyordum. Bu durum, onu tanımaya başladığım günlerdeki heyecanımı anımsatmıştı. Sokakların sessizliğinde onu buluyordum. Koyu kül rengine bürünmüş sessizlik, eşyaların arasında yaşanan sessizliği anımsatıyordu. Doğanın gazabından korkup sessizce, neyi beklediğini bilmeden duran hayvanların sessizliği, evdeki sıradan uyumun içinde huzursuzca kıpırdayıp duran görüntümdü. Sessizlik, boğucu; sessizlik, ürkütücü; sessizlik, düşünmeye engel; sessizlik, sona doğru atılan zor bir adım… Bilinmezlikleri korumak, en azından şehirde bilmediğim ve yaşantılarımla özdeşleşmemiş sokaklar bulundurmak adına ardımda bıraktığım her sokağı sabırla mühürledim içime ve evin yolunu tutmaya karar verdim. Eve gidip de dünyayı üstümüze kapatan demir kapı açılınca karşılaşacağım o bir çift gözü düşünüyorum. Bir zamanlar aynadaki yansımam bildiğim kadının, şimdilerde sırrı dökülmüş bir ayna gibi soluk bir ten ve hissiz bir ruhla gözlerime bakmasını kaldıramıyorum.

12


Öyle ki kimi zaman gözlerimi ondan kaçırdığım oluyor. Çünkü çok uzun zamandır gözlerine bakınca ruhumu göremiyorum. Parmaklarımı daldırıp en derinlerine dokunamıyorum; tırnaklarımın arasında ruhunun tadı kalmıyor uzun zamandır. Kendini bir uyumun enkazında yaşamaya mahkum etmiş bir ruha kim dokunabilir ki? Zihnim bu düşüncelerle bulanırken sırrını heybemde taşıdığım sokakları aştım; sınırlarını, içindeki mutluluğa yeğ tutmuş evleri ve kapıları... Pürüzlü ve gri duvarların dibinden geçip içinden bed akan bir sokağa sürüklendi bedenim. Sağında ve solunda aralıksız evler olan, kendi nefesimi bile duyamadığım bu sokakta; en büyüğünün içine bile yalnızca bir insanın sığacağı bu küçük bedenin içinde tepinip duran koca ruhumu duyabiliyordum. Adımlarımı sessizlik indirip kaldırıyordu. Sona doğru atılan bir adım ve bir adım daha... Ve işte oradaydı (!) Yıllardır üstüme gerinen, her açısını ezberlediğim ev yine karşımdaydı. Eve yaklaştıkça dikkatimi çeken bir detay vardı: Açılmasından, açıldığında karşılaşacağım manzaralardan korktuğum kapı zaten açıktı. Merakla evin içine girdim. Tanımadığım bir tonuyla odalarda dolaşan sessizliği tattım ilkin. Hızla girip çıktığım odalarda tanıdık bir kadın sesi aradım. Yoktu. Bir süredir yokluğuna zaten alıştığım kadın yoktu. Bu, onun tarafından ikinci eksilişim. Önce ruhunu çekip çıkardı kendi içinden; düşüncelerini, hislerini, arzularını... Şimdi de bir bedenden ibaret tüm varlığını alıp gitmişti.

Kübra&Ferit

13


Dudaklarını Öpmelerden Geliyorum 1. seni gördüm bir yitirişte paylaşılırdı her acı sağındaki kalbe girişte ne diyorum; bir kaybediş falan işte... 2. tutulmalıdır kayan her yıldız kara gökler yakılmalıdır deniz fenerleriyle saçların örtü olmalıdır ay çehrene bir adam tutulmalıdır gülüşüne 3. bitmez benim kaybedişlerim çok büyük kaybetmelerden geliyorum ağlıyorum, kayboluyor düşlerim adını unutmalardan geliyorum unutulmamalıdır elini tutuşlarım elini tutunca uçardı içimde kuşlarım seni sevmeyen yerlerden geliyorum ondandır hayatıma attığım rötuşlarım beni vurdun kanlar içinde bıraktın pek bir sansasyoneldi dudakların ilginç yerlerini öpmelerden geliyorum ilginç yerlerimde tırnakların unutulmamalıdır elini tutuşlarım elini tutunca uçardı içimde kuşlarım seni sevmeyen yerlerden geliyorum ondandır hayatıma attığım rötuşlarım beni vurdun kanlar içinde bıraktın pek bir sansasyoneldi dudakların ilginç yerlerini öpmelerden geliyorum ilginç yerlerimde tırnakların

14


bu pek bir sansasyonel aşk şiiridir biraz delice biraz da yeşildir seni dinlemelerden geliyorum beni ancak senin sesin iyileştirir ve sen aklımdan çıkmıyorsun adlı bir sinema filminden geliyorum müzikleri güzeldi bu filmin bütün şarkıları sen söylüyordun adını bilmediğim sevmelerden geliyorum pek bir heyecanlıyımdır yeridir sağdan soldan dört bir koldan geliyorum yüzümdeki ya gözyaşıdır ya alın teridir pek bir üşümekteyim elimi tut sonsuz üşümelerden geliyorum şimdi ısıt beni gerekirse de yut ölmek üzereyken bırakılır mı umut? karanlıklar içlerinden geliyorum sürü sürü fahişeler seviyorum tehlikeli bir oyundur bu hayat tehlikeli oyunlardan geliyorum dudaklarından öpmelerden geliyorum şimdi sen üşüyorsun avcunu öpüyorum ceketimi sana verdim üşüyorum sonsuz kere üşümelerden geliyorum 5. adınla süslenmiştir bütün şiirler dilin okumuştur hepsini gözlerin görmüş, ellerin tutmuştur kim bilir belki bu şair seni unutmuştur!

Umut Yay 15


Ve Yine İşte hemen şuracıkta gözlerindeki Gözlerindeki soğuk işte Az üstünde kalbinin ve hemen öteden, köşe başından göz kırpıyor kült kıskançığın, özlemişim Seviyorum diyorsan kalbin ağrıyor Seviyorum desem her taraf hür insanlık ağaçları Bir yanda çığlıklar Bir yanda masumiyetin Bir yanda özgürlük ve bu üçü de ağlıyor, hıçkırıklarla Bir avuç toprak oluyor kalbin, iki dakika içinde Filizleniyor her tür umut, Miras kalır mı bilmem, senden bana. İşte her böyle olduğunda Boşluğa bağırırım, bir sinir Sonra o umutlar çınar oluyor, bir kısmı kaldırım çiçeği Sonra sen uçuyorsun Hürriyetinin kanatlandırmasıyla Sen uçuyorsun ama tutuyorum ellerinden bu da benim hürriyetim. Az evvel olduğu gibi, ve daha önce de olduğu biçimde her şiirin son mısrasının başında sen, sonunda ben Kaldırım otları alevleniyor o an sokağın bir başında naçizane ben, öbür yanında varoluşsuz sen aramızda ebedi bir özgürlük

Kağan Şahinoğlu 16


Masallar ve Toplumsal Cinsiyet Üzerine İnceleme Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken çocukluğumuzun hayal dünyasını süsleyen masallar varmış. Prensler, prensesler, kötü kalpli üvey analar, büyülü meyveler, zindanlar… Sayfaları heyecanla çevirdiğimiz, tekrar tekrar okusun diye büyüklerimize yalvardığımız, o gizemli dünyalarında yer almak istediğimiz masalların acaba nasıl bilinçdışı mesajları vardı? Eminim çoğumuz masalları okurken kahramanların verilen özelliklerini hiç yadırgamadan, üzerine düşünmeden kabul ettik. Çünkü masal sonuçta; imkansızlığın var olmadığı, sürekli iyilerin galip olduğu bu dünya üzerinde kafa yormaya ne gerek var, öyle değil mi? Sonuç odaklı bakıldığında masal işte diyerek geçmekte bir sakınca yok gibi görünüyor; ancak masalların o gökten düşen üç elmayla sonlandığı ana kadar geçen olaylara, karakterlere dönüp bakıldığında aslında o kadar da masum olmadıklarını görebiliriz. Kötülerin iyilerle savaşından, insan yiyen devlerden, zindanlara hapsolmuş büyücülerden bahsetmiyorum. Bunlar masalların olmazsa olmaz motiflerinden. Masallar ve Toplumsal Cinsiyet’te farkındalık yaratmak istenen durum, masalların, gizli bir ataerkiye hizmet ediyor olması. Okuduğunuz masalların herhangi birini düşünün; hangisi olduğu hiç fark etmez, mutlaka bir cinsel ayrımcılık görürsünüz. Uyuyan Güzel, o derin uykusundan uyanıp eski haline dönebilmek için bir prensin öpücüğüne muhtaçtır. Pamuk Prenses, masalın iyi kahramanıdır ancak güçsüzdür, yaşamı sıradan bir avcının merhametine bağlıdır. Yedi cücelerle beraber yaşamasının bir bedeli vardır: günlük ev işlerini yapmak. Kendisini kurtaracak bir prense muhtaçtır. Dahası kendini kurtaran prensle evlenmek zorundadır. Her masalın sonu güzel biter elbette ama bu güzelliği taçlandıran, prens ile prensesin evliliği ve evliliklerinin meyvesi olan doğacak çocuklarıdır. Elbette kahraman kadınlar da vardır masallarda. Düşmanla yüz yüze gelir, yedi başlı devle mücadele eder. Ancak bunu bir prensi kurtarmak için değil, hayatta kalabilmek için yapar. Üstelik düşmanıyla erkek kılığına girerek yüzleşmek durumundadır. Tehlike ortadan kalktıktan sonra eski ve bilindik kadın figürüne geri döner. Masallarda ayrıca kırmızı renge dikkat çekme vardır. Meyvenin kırmızı tarafı büyülüdür, küçük kız ormanda kırmızı başlığıyla dolaşır, gökten düşen elmalar kırmızıdır… Diğer renkler neden saf dışı bırakılmış da

17


özellikle kırmızıya yöneltilmiştir dikkatler? Kırmızı bir tutkunun simgesi midir? Ataerkiden nasibini alan yalnızca kadınlar değildir. Erkekler de ataerkiden olumsuz etkilenir. Yine masallara bakacak olursak bir erkek kahraman mutlaka güçlü olmak zorundadır. Kıvrak zekası ve güçlü fiziği ile ülkeyi saldırılardan korumalı, zor durumdaki halkın imdadına yetişmelidir. Masalların yanında çizgi filmlere de göz atarsak süper kahramanların çoğunun erkek olduğunu görürüz. Powerpuff Girls’ü saymazsak… Bu, yine de bu güçlü bir örnek olmaz çünkü hepimiz biliyoruz ki üç küçük kız, kahraman olsunlar diye yaratılmamış, profesörün yanlış maddeyi eklemesiyle plansız bir şekilde kurtarıcı olmuşlardır. Öyleyse Ne Yapmalı? Kitap, masalların sakıncalı iletileri olduğundan bahsettiği gibi çocukların tamamen masal olmadan büyümelerinin de yanlış olacağını belirtiyor. Çünkü masalların, çocuğun zihinsel, duygusal ve dilsel gelişimine katkısı göz ardı edilemez. Masal kahramanlarıyla iyiyi kötüden ayırt ederiz. Sonunda mutlaka evlenmek zorundaymışız gibi anlatılsa da aşkın en güzel örneklerini masallarda görürüz. Hatta aşık olduğumuzda sanki her şey bir masalda geçiyormuş gibi hissederiz. Oysaki her şey gerçektir ama bu güzelliğe gerçek olamayacak kadar güzel deriz. Aşkı masallara benzetmemiz de bu sebeptendir. Nikos Kazancakis, El Greko’ya Mektuplar’da masalların gerçekten daha gerçek olduğunu söyler.* Bu yüzden masalları tamamen hayatımızdan çıkarmamız mümkün değildir, tehlikelidir. Masallar, eğer yorumlamayı bilirsek çocuklar için eğiticidir. Neden-sonuç ilişkisinin gelişimine katkı sağlaması bir yana kötü sonuçlardan nasıl sakınılabileceğini çocuklar masallardan öğrenir. Çocukları bu eşsiz hayal gücünden mahrum etmeyen harika masallar iyi ki var. Şimdi gökten her birinin rengi birbirinden farklı sayısız elma düşecek. Ama tek bir elma gökkuşağının tüm renklerine sahip. O elmayı bulan erecek muradına ve her rengin güzel olduğunu bilen bizler, çıkacağız kerevete.

Merva Öksüz

18


Geç Gelen Güz Siz, ince zalimler Salyangozlar çıkmazken kabuğundan Mezarlıklara uğrarsınız Kürek vuruşların üstündedir Naif bacaklarınız Kışın ayyaş ağzında Kınında durur kızıl çamlarınız Çağırır av kuşları Sizden evvel göçen İpten geçirilmiş zamanı Siz, Özbek bir kadının Memelerinin arasında ölen yaz Kimi vurdu Sekecek ihtimalini mermilerinin Gözlerinizde sakladığınız Sovyet yapımı macaron Bekleyin, unuttuğunuz bir şey var Siyah sutyenlerinize doldurduğunuz günahlar! Neyi beklerler? Üç şerefe dibinde, dilenci elleriyle Aramıza ıstırapları sızdırırken yüzünüz Önce yıkandınız sokakların şaraptan keskin kokusuyla Sonra sürüldünüz şehrin tabutlarına Kilise bahçelerinden Karanfiller size küstü Ve maskesi düştü Ölü dudaklarınızın ardındaki hayvani tanrıların Emzirirken etlerini sütten yeni kesilmiş güz

Çağla Uzkanbaş 19


20

Tu ğ ç e A v c ı


İnsansın Farz ettik ki şanslısın bugün. Göz yaşların kül tablasına denk gelmiş edebi zevklerin olmuş Ya da her ıssız sokakta hep aynı şarkı denk gelmiş Kaçmak istedikçe kalmak için kendini bağlamışsın aynı yere ve düzene Kedileri takip edip bir ılık süt aramışın meçhul adamın dudaklarında Bir korkutmayla kalkmışsın yılların hayalinden Bitmişsin zamanın adi rekabetinden Adamda yokmuş zaten Hayatında hiç sigara içmemişsin Müzik listende sadece o şarkı varmış Sen ölmemek için hikayeyi uzatan bir figüransın Çok fazla düşünme sen bir insansın.

Elif Özdemir

21


Samael Hikayem doğar asırlar önce Asırlar önce gerçekleşir ilk ihanet Milenyumlar önce sıçrar Habil’in kanı Ve yaradılıştan önce kopar Lucifer’ın kanatları Hikayem yazılır, kanımdan koyu bir kızılla Taşla işlenmiştir ilk cinayet Habil yatar, kan revan içinde Lucifer ağlar, ihanetinden babasına kızgın Hikayem başlar kanlı tırnaklarınla Göğsüme saplanan, her yer sefalet, acı ve kan! Lucifer ağlar, kanatları alevler içinde yandıkça Ve yüzün Kabil’i anımsatır, sen böyle sırıttıkça Hikayem doldurur bardağını gözyaşlarımla Göğsümden söker en hisseden parçamı Dikenli tellerle kundaklar Cam kırıklarıyla öper Yanan korlarla besler dudaklarımı Ve acıma bile ihanet eder Zehirlerle acımı söndürmeye çalışır damarlarımda Zehirlerle, merhamet adı altında! Ve beni kızıla, Samael’i Lucifer’a terk eder affınız! Alınız merhametinizi, alınız Kendinize saklayınız, tanrılar ve tüm ihanetkarlar! Yok eder, parça parça, yüzünüzdeki tebessüm içimizi, Ve hiç yapmayın giyotinin ipini çeken seçimlerinizi Kaldırın kırbaçlarınızı sırtlarımıza, emir gelince ise saldır! Hiç olmazsa acı kutsaldır

Ege Sağı ş m an 22


Metal Kapaklar … Çocukken, raylara dizdiğimiz metal kapakların üzerinden geçecek trenin ağırlığınca sevincimiz vardı, bir de bizleri sürekli ele veren saklambaç oyunlarındaki bir yere sığdıramadığımız heyecanımız. Ufaktı adımlarımız, ondan dolayı her yer uzak gelirdi bizlere. Küçük olduğu için yüreğimiz, mutlulukla çabuk dolardı. Avuçlarımızı dolduracak kadar şekerdi tüm hayallerimiz. Ne mesafelerin tanımı ne de zamanın nasıl bir şey olduğu ilgilendirmezdi. En büyük acımızın düşünce diz acısı ve en büyük korkumuzun ise karanlık olduğunu sanırdık. Mevsimler, sıcak ve soğuktan başka bir şey ifade etmezdi. Yağmurlar hep ıslak, karlar ise üşütmekten başka bir şey değildi. Sonra, zamanın tanımını öğrendiğimizden bu yana büyüdük. Aslında kendimizden kaçamadığımız için uzaktı her yer. Ve kalbimiz kırılacağı için yüreğin bir türlü dolmak bilmeyeceğini hissedemedik. Sadece bir avuç dolusu şeker olan hayallerimizin aslında kırılınca o kadar tatlı olmayacağını bilmiyorduk. Diz acısını özleyeceğimizi düşünmedik hiç en korktuğumuz gecelerin koyu karanlığında. Sonra hep bir sonbahar akşamına takılı kaldığımızı anlamıştık mevsimlerden yazın ne demek olduğunu bilince. Herkes bir bir gidince heyecanını yitirmeye başlamıştı bu oyun ve sanırım en büyüğü buydu saklambacın. En kötüsü, mesafenin tanımının ne olduğunu öğrendiğimizden beri o treni bir daha hiç beklemedik. Yerde kalan metal kapaklarda kaldı yüreğimiz, hislerimiz ise üzerinden hep geçmesini beklediğimiz trendi ne yazık ki…

Emrah Gök 23


Ölümsüz Hastalık İşlek bir soğanda Ha işlek bir soğanda buluşmuşuz ha işle bir sokakta Senin gözlerinde yapma Benim gözlerim Bir yangında aklanma Sokak lambaları ölü İzlediğimiz gözlerimiz şiir çevremizde dayalı döşeli çiftler bizim gibi ne bizden az ve ne bizden fazla Sarılırken ve el ele bolca ıslanmışız Yoksa biz -ki kesinKonu bulamayınca hep hava durumunu sordurtan ölümsüz bir hastalığa mı yakalanmışız?

Süle yman Berç Hacil

24


Alaturka Ruhlar hep azize Oyuncaklar gerçek Gerçekler gebe- çoğul gizlere Hafife alınmış göz torbaları Yalınayak o kız çocuğunun kubbealtları Esti geçti kaç bahar Kaç yorganaltı uyudu nevbahar Severek geçti ömrü zamanım Ne garip ki sevmeye doyamamış hüsnüzannım Meğer zatı değil vuslatı arzularım Ah ile vah yine bedende Sonsuz ahı diler vaha düşen de Öyleyse ah yeğdir Bir gecelik kelebeğim olsan bile

sunayEngin

Cemre Buse Kırşan

25


İki Farklı Yerinden Aydınlatır Odayı Ne yapacağımı bilemediğim, katli vacip olan zamanlardan biriydi. Kendimi bir kitapçıya atıp en azından elimdeki kanı sayfalarda kurulamak istemiştim. Düşündüğümü yapıp kendimi bir kitapçıya attım. Kitaplar türlerine göre ayrılmıştı, ben de şiire ayrılan kısımda kararsız el hareketleriyle kitapları yokluyordum. Elim Şükrü Erbaş’a gitti. Şükrü Erbaş, hayranlıkla okuduğum bir şairdi. Yalnız elimdeki bu kitap onun düzyazı derlemelerinden oluşuyordu. Yine öyle kararsız hareketlerle, bu sefer sayfaları karıştırırken ‘’Yeni (Olmayan) Bir Şair Tipi’’ isimli yazıda duraksadım. Belki de üstüme alınacağım bir mevzu vardır diye okumaya başladım: “Şairimiz genç. On sekizle yirmi arasında yaşı. Üniversite öğrencisi. Ya da yeni bitirmiş okulunu, özel bir şirkette çalışıyor. Bir entelektüel sakalı var. Sigarasını bir incelik işareti gibi tutmuş iki parmağı arasında. Kitap rafının önünde, önemini artırmaya yönelik bir ‘hüzün’le gülümsüyor. (…) Ama bir ‘sıkıntı’ taşıyor içinde, nedenini bilmediği bir sıkıntı, bir mutsuz bilinç. Bunalıyor, kalabalıklar içinde ‘garip’ bir yalnızlık duyuyor. Büyük kent kırgını…” Buraya kadarki kısım şaire olan hayranlığımı pekiştirmişti. Şairin betimlemeleri gerçekten çok hoşuma gitmişti ve aslında biraz da kalabalıklar içinde boğulan bir insan olarak kendime ‘şair’ payı çıkarmıştım. Kitabı aldım, evime geldim ve okumaya devam ettim: “Ancak kendi öznelliğinin merceğinden geçirerek dünyamıza açıklık getireceği yerde, dünyayı, kendini açıklamak için bir araç olarak kullanıyor. Şiire bakış açısı kendine bakış açısı oluyor.” “…benim şarkılarım, benim denizlerim, benim rüzgarlarım, benim sözüm… Kısaca, şiiri tümüyle bireysel bir doyum aracına dönüştürüyor. ‘’ İşte bu bölüm biraz canımı sıktı. Ben ne kadar kaçmaya uğraşsam da şair yakamdan yakalamıştı beni. Az önce kıvanç duyarak kabullendiğim şair tipi, şimdi halkın problemlerine karşı nasıl ahraz kesildiğimi yüzüme vuruyordu. Canımın daha da sıkılacağını bile bile devam ettim okumaya. Şükrü Erbaş yine bizden söz ediyordu: “(…) onlar, henüz onurlarını koruyacak şiirler yazamadıkları halde, şiirimizin, edebiyatımızın belli başlı adlarını eleştiri olmayan ucuz ve dayanaksız yargılarla bir çırpıda kaldırıp atacak ve Türk şiirini İsmet Özel’le sınırlayacak kadar ileri gidebiliyorlar”

26


Bir an sayfaya boş baktım. Cümle baştan sona derin bir birikim ve gözlemin ürünüydü. Ama bana son darbeyi vuran, cümlenin sonundaki İsmet Özel vurgusu olmuştu. İsmet Özel ile hukukumuz yaklaşık iki sene öncesine dayanıyordu. Hukuk dediysem dizelerini hayatımın birer kanunu saymaya uğraştığım için. Her şiirinin sonunda yüreğimde bir hakim çekiç vurduğu ve en önemlisi şair, sanık koltuğuna beni oturttuğu için. Onun kaleminden çıkan usta kelime seçimleri, kafiyelere hapsolmayan ahenk beni büyülüyordu. Şiirleri oldukça kapalıydı, imgeleri kallavi imgelerdi ve ben o imgelerle zihnimi öyle yordum ki uzunca bir süre şiir denince aklıma yalnız İsmet Özel geldi. Ve şimdi, başka bir şair, yine imgeleri güçlü bir şair, yanlışımı yüzüme vurmuştu. Üstelik tipik bir şair tasviri yaparken yapmıştı bunu. Şair olmak güzel, bu ceketten memnunum, yalnız tipik deyince canı yanıyor insanın. Kendi ayak izini ararken bir kalıp mezarlığına düştüğünü fark ediyor. Gel gelelim olan olmuştu artık. Şimdi tek yapabileceğim, İsmet Özel’i okuyor olmaktan duyduğum memnuniyeti diri tutmaktı. Öyle yaptım. Açtım bir şiirini daha okumaya başladım: “Tozludur saçlarım, saçlarımdan devrilmiş sarayların dumanları savrulur yüzüm yanıktır yüreğime bir karanfil sokuludur ve partizanca darbelerin dünyaya ilen şavkı benim göğsüme göğsüme vurup durur. Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum bahar da sürgülenir içime katranlar da hem koşarak yarattığım sevgiler vardır hem körlenmiş sevgilerin acısıyla koştururum. Beni sular kocaman taşları parçalayarak hatırlıyor dağlarda ve beni hatırlatıyor çeltik tarlalarında aynı sular umutlu sakinlikleri lohusalıklarıyla.”

27


İşte şair İsmet Özel, beni böyle etkiledi. Asla her dizesinin gizemini çözemedim. Ve işin garibi, gizemine ortak olduğum dizelerle yetinmesini bildim. Çünkü bu güzel manalar daima fonetik bir üslupla servis edildi bana. Derin anlamlar taşıyıp yavan söyleyişlerde dövülen dizelerden sonra bu lezzeti tadabildim. Ve fakat bu hazzın bir benzerini Şükrü Erbaş’ta da yaşadığımı unutmuştum. Şükrü Erbaş, diğer şairimize göre daha ‘anti-militan’dı. Şiirleri çocuksu hassasiyetler taşıyordu. Masumdu ama yine de suçlu hissediyordu. En azından bu durum ‘Sinema Kapıları’ şiirinde belirgin şekilde fark ediliyordu. “Dünyanın bütün suçlarını işlemiş Bütün yanlışlarını ben yapmışım gibi Yaptığım her işten tedirgin oluyorum. İçimde sürekli bir horlanma korkusu Bir kekeme tutukluğu ürkek dilimde En iyi bildiğim konuda bile Çekine çekine konuşuyorum.” Bu şiirin konusu iki saatlik bir filme bilet alan gariban bir çocuğun hikayesi. Ve bu pasajda düşleri o filmle şekillenen gariban çocuğun gerçek hayatındaki korkak, çekingen duruşunu resmediyor şairimiz. Belki de parasızlığın küçük bir ömre nasıl tesir ettiğini anlatıyor daha şiire başlarken. Şiirin devamında çocuğun o filmden hayatına taşıdığı şeylerden bahsediyor: İthal bir erotizmden, çalıntı duyarlıklardan… İsmet Özel ‘kavganın göbeğini’ mesken tutmuş bir şair. Bu sebepten şimdiye kadar konumunda pek uzun ömürlü olamadı. Daima savaşın içine attı kendini. Ve belki de bu yüzden bir zamanlar yoldaş olduğu insanlar tarafından kimliği hükümsüz sayıldı. Şükrü Erbaş ise öyle değil. Dünya görüşünde çok sebatlı ve bu görüşün bayraktarlığına soyunabilecek kadar da donanımlı bir şair. Fakat yine de bu iki şair de bir aynı yerinden sarılıyor hayata. İsmet Özel “Sevgilim Hayat” diyerek, Şükrü Erbaş “Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları” yaparken. Şu işe bakın ki fikri olarak taban tabana zıt olan iki şair, farklı kelimelerle benzer şekilde nasıl aşık oluyorlar hayata. İki şair, bir sevgili. Not: Bu yazıda yer alan Şükrü Erbaş’a ait bölümler Gülün Sesi Gül Kokar adlı kitaptan alıntılanmıştır.

İlker Öner 28


Bir Duygu sırtımda iki tane diş izi var kamuran kafiyenin bana hissetirdikleri tam sütyen telinin altında kadın dediğin, o izin sahibesi acınası fransada değiliz senin baban da bunları okuyacak kamuran suat da öyle. diclede çayını içerken, yanında çok kampçı arkadaşları benim anlamadığım bir dilden siyasetle onu nasıl sevdiğimi unutmuş gibi yaparak, kendi gündeminden osuracaktı mühim konular kamuran, hepimiz bir gün bir yerlerde günlük yazmayı denedik o heves işte yediğin yemek, nefsim diyor ki al onun kolunu ye sütlü kahve, ne zaman sütlü kahve görsem aklım gidiyor ben zebercet oluyorum; cinsiyetim taşıyor özlüyorum bir yaratılmış olarak suat da öyle. sırtımda değil izler yanda. bu bir şiir değil çünkü özlem özlemdir işte bir de edepsiz ki sorma düzeltemem nasıl antayım yavrum, özlüyorum

Adsı z 29


30


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.