Acele Fanzin - 0

Page 1

acele 1


İÇİNDEKİLER: Bir Banka Neden Kar Eder yahut İdrak-ı Sınıf

4

Süblimleşme

9

Yedi Yüz Yirmi Dokuz

12

Yek

17

Bela

20

Saksofon

22

edebiyat,öykü,tefrika,müzik acele 2


‘‘O kadar durduk ki, sonunda acele etmemiz gerekti.’’

www.facebook.com/acelefanzin/ acele 3


106 Yıl Aradan Sonra Yeni Bir Ahmet Mithat Romanı:

edebiyat

“Bir Banka Neden Kâr Eder yâhut İdrâk-ı Sınıf” Geçtiğimiz eylül ayı boyunca akademiyi, bir kısım “münevverat-ı nesafe”yi, azımsanmayacak sayıda sosyalisti, Bab-ı Ali’nin seyyar sözcük tüccarlarını birbirine düşüren metne dair can alıcı bütün ayrıntıları açıklıyoruz! Geçtiğimiz ağustos ayına kadar edebiyat tarihçileri ve dolayısıyla edebiyat tarihi kitapları; Türkçe edebiyatta ilk örneklerini verdiği temalar ve biçimsel öğelerle, kendisinden yüzyıllar sonrasına da ışık tutan Ahmet Mithat’ın çok sevdiği “kari”lerine bıraktığı son eserinin 1910’da tamamladığı Jön Türkler olduğu konusunda hemfikirdi. Fakat kim derdi ki bu bilgi, Ahmet Mithat’ın Beykoz’daki çiftliğine ilişkin yıllardır sürmekte olan ve edebiyatseverlerin pek çok doğal sebepten ilgilenmeye değer bulmadığı veraset davasının nihayete ermesi ile tarihe gömülecek? Davanın temmuz ayında görülen son celsesinin ardından çiftliğin ana binasında sessiz sedasız başlayan restorasyon, yalnızca el yapımı bir yer karosunun yerinden oynatılmasıyla pek gürültülü bir hale bürünmüş gibi gözüküyor. Söz konusu karonun altına bulunan gizli bölmeden çıkarılır çıkarılmaz bu büyük gürültüye sebep olan davetsiz misafirse, yıllardır ancak bir tevatür gibi kendisinden bahsedilen ama ilk kez ortaya çıkan, Bir Banka Neden Kâr Eder yâhut İdrâk-ı Sınıf isimli Ahmet Mithat romanının 1911 tarihli elyazması! Dört yüz sayfalık bu elyazmasının, edebiyat dünyasına bir top mermisi gibi düştüğünü ve açtığı büyük çukurun etrafında da şimdilik iki karşıt cephenin biriktiğini söylemek yanlış olmaz. Anti-kapitalist bir temaya sahip olan bu türden bir eserin Ahmet Mithat tarafından yazılmış olamayacağını savunan ilk cephenin önde gelen isimlerinden, şair, edebiyat tarihçisi ve Adıyaman İbn-i Teymiyye Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hilmi Açıksöz: acele 4


“Editör Hikmet Bey sayesinde okuma şansım oldu. Yüzüne de söyledim, bu eser Ahmet Mithat’ın olamaz, diye. Her şeyden önce onun Müslümanlık bağlamında, cemiyete ve ticarete yüklediği manalarla bağdaşmıyor. Hele yer yer Komünist Manifesto’ya telmihler var ki, Ahmet Mithat’ın bu metni okuduğuna dair elimizde hiçbir tarihî vesika yok. O tarihlerde metin henüz Türkçeye tercüme dahi edilmemişti. Sol, bu ülkenin mühim münevverlerinden birine senelerce sırtını döndü ve -önceleri böyle muamele ettiği diğer pek çoğunu da sonradan nedense sahiplendiği gibi- şimdi gerçekliği tartışmalı bir metinle Ahmet Mithat’ı da kendi gözünde ‘aklamaya’ çalışıyor.” derken, eserin Ahmet Mithat’ın olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunduğunu öne süren diğer cephenin sözcülerinden Ölçüsüz dergisi editörü Engin İşçimen ise görüşlerini “Eseri okuma şansım olmadı fakat olay örgüsünden, temalardan haberdarım. Ebuzziya Tevfik’in Yeni Osmanlılar Tarihi’nden öğrenmekteyiz ki, Ahmet Mithat, Osmanlı Sosyalist Fırkasının resmî yayın organı olan İştirak’ı -özellikle de 1910’daki sermaye karşıtı protestolarda- hararetle takip etmekteydi. Bunu tüm çevresi biliyor. Özellikle yakın arkadaşı Ebuzziya Tevfik’e verdiği bir sır var ki, o da 1900’lü seneleri anlatacak bir kurgu üzerinde gizlice çalışmakta olduğudur. Manifesto üzerine tartışmalar ise anlamsız, Ahmet Mithat’ın Fransızcası oldukça iyiydi, Manifesto’yu da Fransızca çevirisinden okumuş olabilir. Onun için yalnızca okumak istemesi meseleydi. Kitabı edinebileceği pek çok yakın arkadaşı vardı, Fransız komünistlerle irtibat halinde olan. Sanırım kitap yayımlandıktan sonra kesin kararımı vereceğim fakat şu halde bile o metnin gerçekten Ahmet Mithat’ın olma ihtimali çok yüksek, diyebilirim.” şeklinde özetliyor. Eserin editörlüğünü üstlenen edebiyat tarihçisi Hikmet Müsteargil’se yaptığı işten oldukça emin: “Bu kitap yalnızca bir kişinin değerlendirmesinden geçmiş değil. Osmanlı Türkçesinin en iyi grafologlarıyla, Ahmet Mithat denildiğinde akla ilk gelecek akademisyenlerle çalıştık. Kimsenin şüphesi olmasın, elimizdeki diğer eserlerinin şahitliği gösteriyor ki bu romanın yazarı Ahmet Mithat’ın ta kendisi!” Aralık ayında Vaktimukavemet Neşriyat’tan yayımlanacak olan Bir Banka Neden Kâr Eder yâhut İdrâk-ı Sınıf, iki ciltten oluşacak. İlk ciltte yalnızca tıpkıbasım; ikincisinde ise çeviri yazı metnin yanı sıra bir de sözlükçe yer alacak. Editör Hikmet Müsteargil’e göre eser, acele 5


Editör Hikmet Müsteargil’e göre eser, eğer ani bir kalp krizi ile vefat etmemiş olsaydı Ahmet Mithat’ın hayatının sonraki bölümünde yöneleceği yeni sosyal kavrayışı yansıtan bir kırılma özelliğini taşıyor: “Bunun bir gün söyleneceği aklıma gelmezdi ama şans eseri ulaştığımız bu metin bize gösteriyor ki, Ahmet Mithat’ın vakitsiz ölümü, en çok Türkiye solunu yetim bırakmış. Hem sanatsal hem düşünsel manada. Böylesi bir maharetin toplumcu bir duyuşla buluşmuş hali daha da öteleri görebilir ve bizlere de gösterebilirdi.” Roman, Zaim ve Zayil adlarını taşıyan iki kardeşin hayat hikâyelerindeki zıtlıklar üzerinden 1900’lerin ilk 10 yılında İstanbul’un ticaret hayatının, aile ilişkilerinin, sanatının, seyirlik yerlerinin, modasının, sokaklarının nasıl adım adım değiştiğini resmederken, devrindeki sosyalist teşkilatların örgütlenme ve mücadele biçimlerini de sorunsallaştırıyor. Yayımlanmasından yaklaşık iki ay önce, bu tartışmalı eserden tadımlık bir bölümü, içten teşekkürlerimizi sunduğumuz editör Hikmet Müsteargil ve Vaktimukavemet Neşriyat’ın yüksek izinleriyle paylaşıyoruz. “15. Zâim Bey dükkânı kapattıktan sonra evine avdet etmek için Karaköy cihetine teveccüh etti. Başını kaldırıp gökte şümul eden bulutlara baktı. Ne kadar az bir vakte ne çok hadise sığmıştı ve kim bilir âtîde onu neler bekliyordu! Dükkânı açmış, bu az vakitte hayli temettüye sahip olmuş, tüm Galata’da iyi ahlâkıyla nam yapmış, Akile Hanım’la izdivaç meselesini halletmiş ve dahi biriciği Hâlim’i de kucağına almıştı. Fakat beri taraftan cemiyet bir gayya kuyusuydu. Her gün kapısına kilit vurulan dükkanlar, el değiştiren binalar, inip kalkan Frenk işi tabelalarıyla sırf mülkiyet değil kıymet-i ahlâkiyye de mütemâdî bir inkılâp halindeydi. Fakat menzil neresiydi? Bu hercümerç nerede nihayete erecekti? İşte bunu bilen yoktu. Bir muvazeneye varamadan müspet ve menfî, şahsî ve umumî vaziyetler arasında sallandı durdu. Bankalar’a sarkınca yekten bir feryat işitilir oldu. Kamondo nam bankerin inşâ ettirdiği merdivenlerden inerken gördü ki, Bank-ı Osmanî-i Şâhânenin önünde belki 500 şahıs vardır. Rifat Bey de içlerindedir. — Rifat Bey! Ne oluyor? acele 6


— Bugünkü İştirak’ı okumadınız mı üstat? Banka dün 1325 senesi kârını efkâr-ı umumiyyeye ilân etti. 50 yılın en büyük erkâmı, felâket! — Yazık! Peki Fırka? — Fırkanın meclis-i idarisi dahi mukabelen idâme-i filiyyeyi ikrâr etmiş vaziyette.. — Bittabiî… İsabet olmuş… Ya ne yapılacak… Kendi kendine söylendi. “Ya ne yapılacak?” Zaman aktıkça bu sual zihninde bir kinaye-yi vâzıhaya tebdil etti. Burada tepişmekten, bu beyhude nümayiş-i vücûddan başka filiyye nâ-mümkün müdür? Gözleri bir lahza kalabalıkta dolaşıp bilâihtiyar Rifat’ın gözlerine tahvil-i nazar etti. Meraktan: — Gözlerinize kan oturmuş, dedi. — Dün gece tektibatta idim, uyumadım. Sernâme-yi ecnas-ı efal içinde belki bir ihtimal tektibat temaşa-yı vücuddan evlâ idi, çünkü muhteviyatında tefekkür vardı. Tefekkür, cümle efale tahkim edilince ufk-ı halas gözükecekti. Belki maarife sızmalı, muallim olarak sittin sene günbegün sırf tedrisatla uğraşmalıydı ki ensal-i âtî, bir idrâk-ı sınıfa sahip olsun. Fakat ne yazık, şimdi tefekkür ettiği nazariyeleri cemiyet, şâyân-ı kıymet bulmuyordu. Bir ân-ı vâhid geçti ve Bank-ı Osmanî-i Şâhânenin yan cihetinden aşağı inen sokağın içinde sırf Zâim Bey’in nazar-ı dikkatini celbeden bir mahlûk hareket etti. Tefrik etti ki; bu, arka kapıdan firara niyetlenmiş kardeşi Zâyil’dir. Bir vesvese içine oturdu. Maazallah şu gözü dönmüş, muhteris kalabalık bu bankanın bir uzvunu görse, onu yakalar, pençeleriyle paramparça ederdi. Kükrer gibi akseden vaveylalarla daha da ürktü. Sokakta, uzaklaştıkça anbean bî-şekil olan o gâribe-yi hilkati gösteren uzunca bir kolun sahibi: — İşte deyyuslardan bir tanesi! Kaçıyor, dedi. Akabinde kalabalıkta bir telaş cevelan etti. “Yakalayın”, “Kaçmasın!”, “Tutun!” sesleri işitildi. Gençten çocuklar Zâyil’i derdest edip ön kapıya getirdiler. Zâim Bey donup kaldı. Biraderinin evden firakı, Darülfünun günleri, pederi ölünce beyinlerinde peyda olan cedel-i miras, ve nihayet Banka’daki bed-i acele 7


memûriyyet ânı, aldığı tafdil ve terfilerin haberleri önünden sürüklenerek geçti. Bir vakitler tahayyülünde, Zâyil’i çekiştiren, yüzüne tokatlar aşk eden kendi ellerinin yerinde şimdi bu yabancı eller vardı ve onu bankanın mermer merdivenlerinden muhayyel bir infaz sandalyesine çıkarıyorlardı. Zâim Bey bir insiyakla silkindi ve biraderinin etrafında teşekkül etmiş halka-yı zapta dâhil oldu: — Beyler durun! Ne yapıyorsunuz? Zâyil’i tutanlardan kimse zahmet-i cevâba tenezzül etmedi. Etrafta şahsiyetini, itirazını yok nevinden addeden, daha vâsi vaziyetteki bir başka halka-yı zapt onu tutup bizatihi biraderi olan merkez-i devrden tefrik etti. — Bırakın, beni niye tutuyorsunuz? Yek vücut bir kalabalığın taksim-i amal etmiş elleri, eşyayı kavrar gibi omuzlarında, sırtında, kollarındaydı. Avazı çıktığı kadar bağırırken binbir hakailden geçti. Ne onun kelamına riayet edip duran vardı ne de tafsilatlı bir izaha kalkışan: — Bu zavallıyı bir mücrim gibi tutup paramparça etseniz, bu işin âtîde cemiyyeti bekleyen küllî netayic-i vâhimeye ne tesiri olur? Çekiştirmeyin! Sanki kalabalık onu Zâyil’in hemen dibinde yutmuş, aheste aheste ama bî-tevaffuk hazmediyordu. Banka’nın karşısındaki hanın kepenklerine kadar sille tokat, bir hareket-i muttasıla ile sürüklendi. Şimdi pek uzağında olduğu merdivene doğru bağırmaya, şiddete memûr edilmiş o mihaniki ellerden kurtulmak için mütemadiyen uğraşmaya devam ediyordu. — Yahu o sizdendir, amele addolunur! Onun havsalasında bir idrâk intibah etmek sizin vazifeniz! Sizin tuttuğunuz telakkiyyatla inkılâba nasıl varılır? Ameleler böyle bir teşkilat-ı vahşîye nasıl katılır? Bırakın adamı! Bankalar’ın başına kadar işte böyle hazmola ola sürüklendi. Zâyil ve etrafındaki halka-yı zaptı ancak tahayyül edebilirken halka-yı zapt-ı nihâyiye nüzul etti ve oradan da bir ifrazat gibi atıldı. Ağlar gibi bir seda ile tabir caiz ise nevi-i sairfilmenam addedilecek bir haldeyken sayıkladı: — Bırakın, kardeşimdir… Bırakın!” can i. acele 8


Süblimleşme

öykü

G1: Naber, ne var ne yok? Neler yaptın görüşmeyeli? K3: Pek bir değişiklik yok abi işte, aynı, okumaya devam. Hehehe… Sen neler yaptın? G4’ten hayatında bir kadının olduğunu duydum. Ne kadardır berabersiniz, nasıl başladı? G1: Üniversitede tanıştık işte be oğlum. Aynı bölümdeyiz… K3: Mutlu musun? G1: Tahmin edebileceğimden daha fazla. Asıl sen anlat, S5’leydiniz lisede, devam ediyor musunuz? K3: Yok be abi, anlaşamadık, ayrıldık. O şimdi S6 ile evleniyor. G1: Üzgün müsün peki? K3: Biliyorsun beni S5 ile tanıştıran S6’ydı. E, biraz garip bir durum tabii, şu an onunla evlenecek olması. Ama çok da üzgün değilim. Onun bana verdiği değeri hak edemediğimi bildiğim halde onunla daha fazla yapamazdım. G1: Neden? K3: Sıvı olması çok da hoşuma gitmiyordu açıkçası. Ondan sonra sürekli katılarla beraberdim, hâlâ da beraberim. Katıları seviyorum çünkü en azından ne oldukları belli… G1: Bu tam olarak ne demek, açabilir misin biraz? K3: Ne bileyim abi, mesela bir şeyi söyleyip savunuyorsa ondan hiç şaşmıyor, hep ona göre yaşıyorlar. G1: Ne gibi şeyler söylüyorlar? K3: Diğer insanlara karşı hissetmeleri gereken duygularla ilgili şeyler mesela. Bunun üzerinde tam kontrolleri var. G1: Böyle bir şey mümkün değil ki! K3: Saçmalama abi, neden olmasın? G1: İnsanız oğlum biz, robot değiliz ki. O an öyle hissedersin başka zaman başka türlü hissedersin. Bunu kontrol etmeye çalışmak çok yapay ve ilişkiler bazında sahtekârlık değil mi sence? K3: Bilmiyorum… G1: Neyse birazdan G4 gelecek, onunla da konuşuruz bu konuları. K3: Olur. *** acele 9


K3: Tamam da bence senin yaptığın doğru değil. Yazılı kuralları kafana göre yorumluyorsun sen resmen. Cam2: Temel yasaklara uyuyorum sonuçta. Ve bu konuda net bir yazılı ifade de yok. K3: Ayrıca bunu yapıp da diğerini yapamaman çok çelişkili geliyor bana. Sanki işine geleni kitabına uyduruyormuşsun gibi. Küçük günahları çok rahat işleyebiliyorsun, büyüklerden ise çok istikrarlı bir şekilde uzak duruyorsun. Ya hepsini yap gaz ol, ya hiç yapma katı ol. Cam2: Hayır! Niye hepsini yapacakmışım, çok saçma. K3: Çok şaşırdım açıkçası. Seni de diğer katılar gibi zannediyordum. Dışarıdan katı gibi gözüküyorsun, böyle akıştığın hiç anlaşılmıyor çünkü. Ama tam sıvı olduğun da söylenemez. Bazı konularda hiçbir şeyi önemsemeksizin, içinden geldiği gibi davransan da, kimi konularda bu kararlılığın çok can sıkıcı. Cam2: Ben böyleyim, içimden onları yapmak geliyor. Yapacak bir şey yok… K3: (Kendi kendine) Hay sana da içine de… K3: Aslında içinden bunların gelmesi çok doğal, evet… K3: Ama sırf birileri yasak koydu diye çiğnemeyi katı bir biçimde reddettiğin yasakla, çiğnediğin yasak arasında pratikte neredeyse hiç bir fark yok… K3: Yani sadece o konuda dizginleme kendini. Hiçbirinde böyle bir dizgine gerek yok. Asıl saçmalık bu işte… K3: Benim için de doğal böyle şeyler hissetmem… G3: Hem de çok doğal! Kendimizi tutmamız çok anlamsız! G3: Düpedüz kendini kandırmaktır bunun adı! G3: (Sesli bir biçimde) Bence kendine bu kadar taviz verebiliyorsan o konuda da verebilmelisin, ben de verebilmeliyim. Bunun üzerine biraz daha düşünüp konuşabiliriz bence. Bazı şeyleri çok gereksiz yere engelliyoruz. Cam2: Hayır! Kusura bakma ben böyle bir şey yapamam! Bunlar benim için asla değişmeyecek olan şeyler! G3: Peki… *** acele 10


G1: Nasılsın? G3: Bilmiyorum, her şey çok hızlı gelişiyor ve değişiyor benim için. G1: Aran iyi mi Cam2 ile? G3: Hayır değil… Yapamıyoruz, ayrılacağız. Kısa zaman önce daha mutluydum sanki. Duygularımı kontrol edebiliyordum, neyi hissedip neyi hissetmemem gerektiğine kendimi inandırıyordum. Ama bunu yapabilmek için, katı kalabilmek için çok çaba harcamak gerekiyordu ve bu çok yorucu bir şey. Bu yapay müdahaleden kurtulmam ne kadar güzel gözükse de şu an gözüme, olan bitenleri bu kadar yoğun, her yerimde hissetmek de bir o kadar kötü. Oysa katıyken öyle her yerimde falan hissetmezdim olan biteni. Bir tarafıma dokunur, geçer giderdi. Bir düzenim vardı. Artık o da kalmadı. İleride ne zaman ne hissedebileceğimi de kestiremiyorum… G1: Üzülme be oğlum. Değişim iyidir, ne diyeyim… *** G4: Bence kesinlikle açılmalısın kardeşim. En azından olmazsa kafanda niye söylemedim, keşke söyleseydim diye olumsuz düşünceler kurmazsın. Hem böyle böyle alışacaksın. Bugün G0 reddedecek yarın belki G13 kabul edecek, bilemezsin. Bunların hepsi tecrübedir. G3: İyi hoş da, onun tam olarak ne düşündüğünü kestiremiyorum. Ya bilerek benden kaçıyor halimi anladığı için, ya da hep böyle denk geldi durumlar. Ama dayanamıyorum da daha fazla, ne olursa olsun artık, açılacağım. Sen ne diyorsun G1? G1: Ben çok müdahale etmek istemiyorum, G4 daha tecrübeli böyle konularda. G3: Bir de olmazsa bunun acısını çekeceğim. Şu halime bakın, içine düştüğüm çaresizliklere falan. Katı olsam şimdi böyle dertlerim olmayacaktı. Eski hayatıma dönüp katı mı olsam acaba yine? G1: Sen artık dönüşü olmayan bir konumdasın bence. Seni katılaştırmak için gereken şartları sağlamak artık mümkün değil.

arda i. acele 11


Yedi Yüz Yirmi Dokuz

öykü

Yerden tavana dek tıkış tıkış raflarla dolu üç duvarın ortasında, sağını solunu irili ufaklı yığınların çevrelediği o geniş, ceviz masada oturuyor. Sandalyesine iyice yaslanıp da bulutlu gözlerle bir yerlere bakıyormuş gibi gözüktüğü her an, bir önceki cümlemin yankısının tükenmek üzere olduğundan korkarak, kendimi yeni bir cümle daha kurmaya zorluyorum. Kendiyle kalmasına mahal vermemek gerek. Doğruluyorum. — Baksana şu mücellidin maharetine! Bordo derideki kabartmaları, oturduğu yerden görünür kılacak ışığı bulmaya uğraşıyorum. İşte bir an, rastgele bir hareketle, ampulden dökülen o zayıf beyaz ışık, baştan ayağa tüm kabartmaları şöyle bir parlatıp geçiyor. Gördü. Dikkatle bakıyorum yüzüne. Çenesini kaşıyor. Dudağının sol kenarı, varlığını ilk kez o an fark ettiğim gamzeye doğru uzanıp aşağı kıvrılıyor. — Tamam, 150 lira veririm. Son ama bak bu, bir lira daha fazlası olmaz… Arkasındaki raflardan birini işaret ediyorum, belli belirsiz, seçilemeyecek kadar uzak sayılan bir cildi… — 150 mi? Yahu şu sırtı sökülmüş, formaları birbirinden ayrılmış Mevkufat’ın cildini 200 liraya satıyorsun be! Ya çok iyi bir tüccarsın sen ya da elimdekinin manasını bilmiyorsun… Bir insan için bunlardan hangisini yeğlemeli, onu da ben bilemiyorum. Uzun zamandır kaldığı yerde unutulmuş bir gurur, sedef kakmalı kutusundan -bu gururlar ancak böyle pespaye kutularda mı…- çıkarılıyor, üstünden hızlıca tozları silkeleniyor. Doğasındaki tereddütten başka şimdi bu yer bulma işine bir de acelecilik eşlik edecek. Öyle ki… — 300! 300 lira iyi mi? Susacak mısın artık? acele 12


Tüccarlığını parayla kapatmaya çalışacak bir akılsızlığın yanına yerleştiriliyor o eski gurur, sırf bu acelecilikten. Tüm diğer ihtimaller içinden en kötüsü! Belki de bilginin yanına konulabilseydi incelecekti. Fırsat vermedim, adım adım etrafını ben ördüm bu kabalığın, şimdi onu çok önceden düşlediğim, çelişkisi yüzünden tecrübe edilmeye değer bulduğum, böylesine çağırdığım, bir de karşısında oturup sakince tahlil ettiğim için utanıyorum. Para çekmecesi hoyratça açılıyor. Bir miktar para sökülüyor içinden. Şimdi kapanıyor. Kapanalı çok oluyor. Rayının bilyesi hala kulağımın dibinde, başsız, sonsuz ve devinimsiz ünlüyor. Zamanı aşmış bu ilk yankıyla boğuşmaktayken ben, o çoktan ayağa kalkıp masanın arkasından bana doğru uzandı bile. Bir elinde üç yüz var, diğer eli çağırıyor. — Ver şunu, ver! Mecelle’yi bana öğretecek… Şimdi bilyenin sesi kesildi. Kitap elimde, arkama yaslanıyorum. — Mesele para değil. Bittiğinde, tamamı için öylesine bir para alacağım zaten. Maksat, adet yerini bulsun. Paraları sıkarken yerine oturuyor. — Oğlum! Ne istiyorsun sen ya, bela mısın? Neyi merak ediyor bu soru, hangi zamanı kapsıyor, hangi duyuşla soruluyor, kendisinin ne kadar farkında da parçalarına ne anlam atfediyor? Bilemiyorum, ne istiyorum, yalnız şimdi bu soruyu bu andan, bu dükkândan çekip çıkarmak, zamanda bir yere bağlayıp sonra tekrar buraya indirmek... Dün gece camı kapatırken kitaplarıma baktım ve bir anda hepsini satmaya karar verdim, işte bu kadar. Bir kurtuluş reçetesi gibi gözüktü bu karar bana. Sebebini bilmiyorum. — Kaç kitap var bu kolilerde?

acele 13


İrkiliyorum. Kafamı öte yana çevirmişim. Sesine dönünce, dirsekleri masada, kolları kavuşmuş, hâlâ mesafeli ama biraz yatışmış buluyorum onu. Özür dilemek geçiyor içimden. — Yedi yüz yirmi dokuz… Gözleriyle önce bana, sonra kolilere değdikten sonra hayalî bir hattı takip ederek kaybolup, gidiyor. Yedi… Yüz… Yirmi… Dokuz… Kaç saatimi harcadım acaba bu yedi yüz yirmi dokuzu okurken? Hangisini, hangisine anahtar saydım da kilitleri açamadım? Hangisinde kendimi bulduğumu zannede zannede hiçlikten dert devşirdim de aslında başka bir şeyken, belki daha da iyisi olacakken, kurtulabilecekken hangisi oldum da çıktım? Dün gece bir hışımla yedi yüz yirmi dokuzu bu kolilere yerleştirmeye başladığımda, kurtuluşumun, bir doğa yasasına karşı çıkış olacağını; neredeyse her eylemin, kendinden öncekilerin içinden filizlenip dönüşerek yeni görünümler edindiğine ilişkin o adsız yasayı unutturacak kadar kesin olacağını düşlemiştim. Kolileri sahafa bırakacak, kapıdan dışarıya adımımı atacaktım. Tereddütsüz, hafiflemiş… — Çok geniş sayılmaz kabul ediyorum ama pek çok klasiğin nadir baskıları var elinde. Gelecekte değerlenecek olanlar da var. Ömrümde ilk kez bir anı yanıma almayacaktım, olduğu yerde öylece bırakacaktım. Sonraki olası eylemlerimin, hallerimin hiçbirine uzanamayacaktı: Boy veremeden, sahaftan dışarıya ilk adımımı attığım eşikte kalacaktı o an. Fakat senelerce büyüyüp nihayet bütün eve yayılan, duvarları, masaları, komodinleri, sehpaları, çekmeceleri, sandalyeleri işgal eden, beni yaşamaktan alıkoyan bu yedi yüz yirmi dokuz, arkada bırakılamazmış gibi, benimle alay eder gibi, öz değeriyle bile giderayak ayağıma dolandı. Paraya ihtiyacım da yokken, eylemimin arkasında yalnızca yeni bir yaşam umudu varken, üstelik geride bırakmaya çalıştığım o eski yaşamım boyunca sahip olduğum hiçbir kitaba paha biçmemişken, şimdi bu dükkânda kendimi sahafların sözde kıymetlerden bahsederken buldum. — Üstelik genç de sayılırsın, genişleyecektir bu arşiv. Kitapları da sevdiğin muhakkak. Hele bilhassa senin olanları, bunları yani… acele 14


Kitaplar değil, Yedi yüz yirmi dokuz! Yedi yüz yirmi dokuz tuşlu uçsuz bucaksız bir piyano. Bir tarihte başına oturmuş olmalıyım, dokunduğum o ilk tuşu hiçbir zaman anımsayamadığıma göre henüz kendimi bilmeden önceydi. Bunca yıl uğraştım onunla, tek başına her tuşundan, her sesinden sana saatlerce söz edebilirim. Ama bir vakit geliyor, ölüler önüme dikilip de “Ahenk!” diye bağırdıklarında, bu tekil seslerin hiçbir önemi kalmıyor. İki ses, üç ses, beş ses, ufak bir motif, bir şarkı bekliyorlar. Tuşlara, onların üzerinde gezinen acemi ellerime bakıyorum öylece ve asla iki sesi arka arkaya çıkartamıyorum… — Paraya da ihtiyacın yok madem… Oysa bu piyanonun bir piyano olduğunu anlamadığım günlerde, yani ona olan sevgim henüz dayanılmaz bir hal almamışken, tüm tuşlarını sırtlanmak istemiştim, o tuşları beraberimde her yere taşımak. Taşıdım da uzun bir süre, orada burada başkalarına hararetle seslerinden bahsettim. Bahsettikçe tükenir gibi olurdum, o sesler üzerine özenle kurduğum cümlelerden hemen sonra tanımadığım bir yorgunluk içime çöküp kalırdı. Nihayet bir öğleden sonra, kimsenin geçmediği bir sokaktan bir bulutun yavaşça çekildiği vakit, çok eski bir zamandan beri önümde duran o belirsiz nesne seçilebilir oldu. Saat iki güneşinde pırıldayan, bin renkli ve uçsuz bucaksız tuşlarıyla, arkasında alabildiğine kocaman kuyruğuyla bir piyano! Bunu böyle duyabilmek de önemli bir merhaledir, bunu yadsımıyorum. Ondan düzgün bir ses çıkaramamanın acısını yaşamayı bırak, bu piyanoyu ömrü boyunca göremeyenler de vardır. İşte, gözün hiçbir şey göremeyeceği kadar parlak o öğlen vakti ben, âşık olurken bir varoluş amacı da edindim; ki o da bu piyanonun ta kendisi olmak, hatta yürüyen ve yaşayan bir piyano olmaktı. Ama bilen bilmeyen herkesin elinden tutup onları tuşlarına dokunmaya zorlayan bir piyano olmanın canlı hayali zamanla aynı sokağın üzerinden geçen başka bulutlarla soldu gitti. Bırak piyano olmayı, öyle uzak kaldım ki kıyısında o aletten, sırf bir iç düzeni var diye çirkinliğine tahammül edilebilecek bir melodi bile çıkaramadım. Kapağını kaldırdım, işlerken hayranlıkla seyrettim ama nasıl çalışır hiçbir zaman anlayamadım. Kendi ufak piyanomu bile yapacaktım daha sonra, belki biraz olsun kulağa hoş gelen bir şeyler çalabilseydim ya da işleyişini anlayabilseydim. Bunların hiçbiri olmadı. acele 15


Sadece zaman geçerken, ben o sokakta ahşabın, fildişinin, çuhanın, demirin, yani cansız bunca şeyin oluşturduğu terkibin canlılığını -hem de kelimenin tam anlamıyla bir canlı olduğum iddia edilirken- bir an bile duyamadım. En sonunda yalnızca buna yeltenmekten, bunu düşlemekten hareket de edemez oldum, diğer eylemlerin hepsini unuttum. Ama artık kararlıyım, onu idrak ettiğim andan beri ilk ve son kez başından kalkacağım. Peki, kalkacağım da, böyle birden nereye gideceğim? Doğrulup masaya bakıyorum, fakat yerinde yok. Ayağa kalkmış, konuşurken yedi yüz yirmi dokuzun yanına yürümüş, içlerinden birini elinde tutuyor, kapağına bakıyor. Yüzünün tek yanında, sarı ve yumuşak bir ışık, gümüşî saçlarının tellerini tondan tona ayırt ediyor. Kaynağı arıyorum, arkasındaki camekânı görüyorum. Camekânı. Camekândan dışarıyı. Yalnızca dışarıyı. “Belki de yalnızca dışarıya.” — Bırakma bunları, oğlum! Hepsi çok değerli şeyler. Camekândan dışarıya bakıyorum. Ayağa kalkıyorum, ceketimi sandalyenin arkasından ellerim alıyor, ben hâlâ dışarıya bakıyorum. Şaşırıyor muhtemelen, gözlerimi dışarıdan alamıyorum ama gülüşünün çarpıklaştığını; aslında içimde neler olup bittiğini yüzümden çıkarabilmek için sırtını geriye doğru yaslayıp kafasını kaldırdığını göz ucuyla seçebiliyorum. Ne yazık, ışıl ışıl parlayan yüzümü şimdi yalnız o görüyor. Ah, bu haldeyken bir görülseydim kalabalıklarca! Bir öğleden sonra, kimsenin geçmediği bir sokaktan, bir bulut tüm zamanlarda ikinci kez çekiliyor. Ben de karşılık vermek için kapıyı açıp pervazdan sarkan zili son defa işitiyorum. Eşikten geçip aydınlığa çıkıyorum. Sokağı geçip köşeyi dönerken peşimden artık hiçbir şey gelemiyor. Ağaçların altından geçerken, az önce çevrilmiş tertemiz bir sayfa şimdi hızla lekeleniyor. Henüz kaygılanmak için çok erken. Üzerimde, hep üstünü örttüğüm, sonsuza dek yok sayılamaz hale gelişinin tarihi şimdilik birkaç dakikayı bulan o esas nesnenin tesiri; yetişmek için geç duyulmuş bir çağrıya, acele ediyorum. can i. acele 16


Yek

tefrika

1. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler ufak birer yavşak iken ve bu sebepten büyük, kalantor kalem hokkabazlarının henüz doğmadığı bir devirde, göğün yedi katının henüz birincisinde o lanet olay vuku bulmuş ve diğer tüm vukulara sebep olmuştu. Bu olay, adı kendi sırrında saklı olandı, zira olay denen kelimenin anlam denen anlamsızlığa yorulmasına neden olan ilkti. Bu olaydan sonra Eflatun adlı bir feylesof buna “zaman”, Satre denen gâvur “varlık”, bu hikâyeyi anlatan zerzevat ise “an” demişti. Hamdüsenada bu ilk olay hemen unutulmuş akıllarda kalan cevap ise kıyamet olarak zihinlere nakşedilmişti. İşte bu ilk andan son ana doğru geçen yolculuk içinde, Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimizin sahih hadislerine göre, sona bir göz kırpması kala, dervişlerin ceminin üçüncü gecesiydi. Hacı Tektaş Deli, kucağında bulunan külliyatın sayfasını açmak için dudaklarına aşk ettirirken, dilini haddinden fazla çıkardığı diğer dervişlerin gözünden kaçmamasına rağmen kelamın ehemmiyetinden dolayı mevzu önemsenmedi. Hacı, sayfayı açmasını müteakip derin bir bismillah çekerek: – Hocalar! Vallahi açık ve seçik yazmaktadır ki evrenin özü sayılardır! diye aşka geldi. Hacının sözlerini duyan dervişler huzura kapılmak bir kenara dursun sanki sırtlarında bin bir kırbaç, peşlerinde Acem ordusu, kutuplara kaçar gibi hep bir ağızdan münakaşaya tutuldular. Kaynaklar rivayet eder ki, o gece cemde, derviş olmamasına rağmen bulunan başka bir âdem daha vardı.

acele 17


9 ay, 15 güneş ve 3 an ana rahminde yolculuk eden bu kul, validesinin elzem çığlıklarıyla Ramazan 25’te dünyaya gelmişti. Ömrünün son ramazanının geçip gitmesine yürekten üzülen, aynı zamanda torunu olmasına sevinen hacı dedesi dayanamayıp o gece tek nefeste hatim indirmiş ve sabah ezanını müteakip torununu kucağına alarak önce sağ kulağına neva makamında bir ezan aşk edip, sol kulağına ise ona münasip gördüğü ismi fısıldamıştı. Hacı dedenin ömrüne mal olacak mucize, indirdiği hatmin hürmetine torununa bahşedilen geleceği görme gücüydü, mamafih o bundan bihaberdi. Torunu ismi duyar duymaz “Mecnun” dediğinde hacı dedesi oracıkta hakkın rahmetine kavuşacak ve Mecnun efsunlu diye tüm sübyanlığını yetimhanelerde geçirecekti. Kendisine bahşedilen mucizenin önemini bilse de Mecnun, gençliğinde itlik ve kopukluktan uzak kalmamıştı. Maruz kalacağı cezaları da önceden görebildiğinden, cezalar dahi onun için oyun olmaktan öteye gidememişti. Lakin sübyanlığı bırakıp, bıyıklarının terlemeye başladığı dönemde, aklı, her genç âdem gibi bölgesel bir yolculuğa çıkmak yerine olduğu yere mıh çakmış ve mucizesinin ağırlığını hissettirmeye başlamıştı. Yakışıklı ve ağzı laf yapan bir oğlan olmasına rağmen aşk oyunlarına katılmaya meyil etmemiş, yaşıtları mendil koleksiyonları düzerken, o ruhunu düzene sokmak için tekke yolunu tutmuştu. Tekkede geçirmeye başladığı ilk ayında hem dinî konulardaki hâkimiyeti hem de cebre olan kabiliyetinden dolayı gözde bir genç mürit olmuş hatta gelecekte derviş olacağına kesin gözü ile bakılmaya başlanmıştı. Mecnun ise söylentilere kulak asmamış, her konu üzerine büyük bir ciddiyet ile gitmeye devam etmiş ve sonunda belasını bulmuştu. Cuma salasını duyan talebeler, imamın vaazını dinlemek için mescit kapısından içeri hücum ettiklerinde gözleri imamdan önce necasete takıldığından bir süre olayı tam idrak edemeden kapının önünde donup kaldılar. İmam kalabalığı yara yara Mecnun’u tuttuğu gibi dışarı atıp ona vurmaya başladığında, imamın bağırsaklarından boşalan havayı ve sırf bu sebepten Mecnun’un gösterdiği büyük bağlılığı ise hiçbiri anlayamadı. acele 18


Mecnun efsunludan sonra mürtet damgasını da yiyerek, tekkelere bir daha adım atması ömür boyu yasaklandı. Cemaat tarafından artık hoş karşılanmayacağından bir süre Frenk tayfa arasında vakit geçirmeye niyet etti, lakin mey ile de arası hoş olmadığından oldukça hırpalandı. Cebre olan tutkusu bitmediğinden sonunda Agor Efendi’nin mekânında, bulaşık yıkayıp karşılığında Frenkçe öğrenebileceği bir iş buldu. Öğrendiği bu dil sayesinde de Hacı Tektaş’ın bodrumunda, onun ilmî çalışmalarında tercüme yapmak üzere bir döşek edindi. Hacının ilmini sorgulamak (Sümme haşa!) haddi olmasa da cebre olan merakını ve bunu ilimle harmanlayışını görmek onda yeni ufuklar açtı. Ebcet hesabından öteye gidemeyen diğer hocaların yanında Hacı adeta gökten inmiş nurdu. Hacı, rakamların kalubeladan beri okunduğunu ve sur üflenene kadar düzeninin baki kalacağını her fırsatta dillendiriyordu. Mecnun’un efsun sanılan yeteneğini ise sayıları okumayı bilmek olarak yorumluyordu. Hatta bunları bir adım öteye götürüp dergâhın kapısına “Cebir bilmeyen bu dergâha giremez!” yazısının yazılmasını salık veriyordu. Ne kadar zaman geçti tam bilinmez, hocalar hala tartışadururken Mecnun aniden ayağa fırlayıp dergâhın ortasına yöneldi. Cebinden çıkardığı tebeşirle yere büyükçe bir çember çizdi. Ortasına oturdu. Söz çıkmadı ağzından, çıksa olacakları biliyordu. “An” denilen oyunda sadece kendi üstüne düşen hamlesini yapmaktı amacı. Tüm bu evrenin içinde yek olan bütünün yek parçalarını toplamak onu yeklikten koparmıyordu, kopsa olacakları biliyordu. Hocalar Mecnun’u görmediler bile, görseler belki sırra vakıf olurlardı. Tektaş ise kendi zihninde yarattığı ikiziyle münakaşadaydı. Tektaş, hiçbir hikâyenin zaman içinde kaybolmayacağında, elbet bir sona ulaşacağında diretiyordu. İkizi ise ondan on yaş daha genç, gülüyordu.

emre k. acele 19


Bela

tefrika

2. Önce söz vardı. Ne kulak duyar, ne göz işitirdi bu sözü. Dudaklar oynamazdı bu söz söylenirken, gerçeğin sırrı ile mühürlenmiş olurdu. Ancak ten hissedebilirdi bu sözü, o da şüpheli. İşte tam sırrın açığa çıktığı an başlardı bela. Teklik, çiftliğe döndüğü anda, anlam denen anlamsızlığın gölgesi inerdi gerçeğe, aks kırılırdı. Bela, vazgeçmemekti gerçekten, doğrulamaktı. Sözün anlamlandırılması her zaman mantıksızdı. Keza söz, bütün ve tekti. Anlamsa her daim ikilikler doğurmaya gebe. Gerçek, ikilik kabul etmezdi, zira tek bir insan, tek bir dünya, tek bir evren, tek bir tanrı, tek bir söz ve tek bir aşk vardı. Peki, bu tek aşkını yaşayan Âdem’in, aşkını gerçek kılan Havva’sı, gerçeği de bozan mıydı? Âdemlerin kaderleri hep üst üste biniyordu âlemde. Birinin sözü, diğerinin yazısı… Tüm bunlardan habersiz bir âdem çıkmıştı bir keresinde sahneye: BEN BU DÜNYADAN BİR KERE ŞANIM İLE GEÇECEĞİM VE ŞAN, BÜYÜK ZAFERLER KAZANANLARA DEĞİL, YENİLMEYENLERE YAZILIR. Yenilmedi bu âdem. Kazanmadı da. Âdem, alemlere; alem, âdemlere karıştı sadece. Söz kırıldı, yazı taşındı. Anlatılan tüm kıssalar da aynı sözü aradı, aynı sözü anlattı. Söz ile ilk karşılaştığımda dünya durmuştu. Sıradan bir pazar gününün akşamıydı. Tüm anlamıyla bir yedinci gündü. Hayatta parça parça olaylar görürsünüz. Kiminden bir koku, kiminden bir renk, kiminden sadece sessizlik kalır geriye. Bunların kocaman bir yapbozun minicik parçaları olduğunu ancak bir yedinci günde anımsarsınız ve sonra siz de âdeme yakışanı yapıp ilk kıssayı anlatırsınız: acele 20


BENİ SANA GETİREN YOL, ELBET BİR GÜN SENİ DE BANA GETİRİR. İlk yarayı da burada alırsınız. Artık olmuş olanın, yolunu bağlamalısınızdır. Ben bırakıp kaçtım. Yakalandığımı sezdiğim an, hayvansal bir içgüdü ile yaptım bunu. Yakalanmak için kaçtım. Oysa evren de, sayılar gibi oldukça açıktır. Tek yapmamız gereken biraz uzaklaşıp, resmin bütününe bakabilmektir. Başka bir deyişle olasılıkları bitirmektir. İçimizde ki azizeleri ve totemleri yıkmaktır. Mekanik bir tekdüzelik ile yola koyulup, her akşam sıcak yatağa yatmaktır. Tek başladığınız yolu, tek bitirmektir. Oysa âdem’in aradığı şeyin sırrı hiyelde değil simyada gizlidir: MEKANİĞİN BİTTİĞİ YERDE, HİSSİYAT BAŞLAR.

emre k.

acele 21


Saksofon

müzik

Web’e soracak olursanız; Tdk size anlatacağım enstrümanın adının “saksafon”, Vikipedi ise “saksofon” olduğunu söyleyecektir. Hangisini kullanacağınız size kalmış fakat deneyimlerim, insanımızın kalitesiz espriye taban oluşturmak için Vikipedi’nin tanımını kullanacağını söylüyor. Gerçi ben de “saksofon”la devam edeceğim. Saksofon, genellikle S biçiminde, pirinçten üretilen, bununla birlikte tahta üflemeli çalgılar sınıfına giren güzide bir nefesli saz. Tahta üflemeli olmasının sebebi olarak enstrümanın yapısı gösterilmekte. Ben şahsen bu savı kesinlikle reddediyorum. Bana kalırsa gerçek sebep bakır üflemeli çalgıların yanlarında bir saksofon istememiş olması. Bence aralarında S biçiminde, bu denli şekilli bir enstümanın salınıp dolaşmasına göz yummadılar. Aynı zamanda, saksofonu büyük çoğunlukla senfoni orkestralarında da göremezsiniz. Bu demek değildir ki saksofon onların yanında durmayı hak etmiyor. Hayır efendim. Sanıyorum ki saksofon, yapılış tarihi ve üreticisine dayanan sebeplerden, o gemiyi kaçırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla genellikle modern müzikte kullanılmaktadır. Saksafonun bu durumdan herhangi bir üzüntü duyduğunu düşünmüyorum açıkçası. Saksofonda ses, bek ve kamışın birbiriyle etkileşimi ile oluşuyor. Bek; ağızlık kısmına takılan koni veya dikdörtgen şeklinde bir parça, plastik veya metal olabiliyor. Kamış ise bek üzerine takılan ince bir tahta parçası. Enstrümana verdiğimiz nefes, kamışı titreşime geçiriyor, bu titreşim bek ve gövde içerisinden geçerek sesi oluşturuyor. Sadece bek ve kamışa üflemeyi deneyeceğiniz nefes, eğer gövdeden geçmezse vuvuzela tadında bir ses yakalamanızı sağlayabiliyor ama amacın bu olduğunu sanmıyorum. Beki gövdeden ayırmayın efendiler. Saksofon; Obua ve fagot gibi tuhaf görünümlü kuzenlerinin ses çıkarmak için iki kamışa ihtiyaç duymasını ekonomik bulmayarak, aynı klarnet gibi tek kamış ile ses üretmeyi doğru bulmuş. Bu, bizzat benim de çok desteklediğim bir karar, çünkü Türkiye’de bulabileceğiniz saksofon kamışlarının ortak özelliği ne yazık ki oldukça pahalı olmaları. acele 22


Aynı zamanda buralarda çok yaygın kullanılan bir enstrüman değil fakat gelin görün ki kendisi pek gururlu olduğundan bu gerçeği halkımızın yüzüne vurmamayı tercih etmiş, bize alınmamış, bozulmamış. Şu yok zamanda bize şans vermeyi tercih etmiş. Bu tercihleri hususunda bir yorum yapmayacağım, saksofonun kendi bileceği iş. Saygı duyarım. Teknik konular bir yana, sesin ve müziğin yarattığı hissiyatın benzersizliği konusunda hemfikirizdir diye kabul ediyorum. Saksofon, bu hissiyata alçakgönüllü katkısını sunuyor, bunun için zaten sayfalarca methiyeyi hak ediyor, tüm diğer enstrümanlar gibi. Müziği insan kulağına belli bir ahekle ulaştıran tüm yapılar el üstünde tutulmalı, çünkü içlerinden kötü şeyler çıkmıyor. İnsan nefesinin bu denli güzel bir olguya gebe olması, günümüz olayları ile karşılaştırıldığında insanı hayrete düşürüyor.

özgür y.

www.facebook.com/acelefanzin/ acele 23


acele 24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.