Acele Fanzin - 01

Page 1

acele 1


Acele Fanzin Sayı: 01 Kapak: Tabutta Rövaşata - Derviş Zaim

İÇİNDEKİLER: Sahne Rit(üel)im “Hepsini unutulmaktan kurtaracağım!” Sır İskelet Orkestrası Umut Meftun ‘‘Bu Devirde Katlanılabilir Olmalı Eşyalar’’ Tabutta Rövaşata Harcanmış Bir Işıltının Nihayetsiz İnfazı Şeffaf Fermi Paradoksu ve Olası Çözümleri Xaphoon

İletişim: acelefanzin@gmail.com facebook.com/acelefanzin

deneme,tefrika,şiir,öykü,sinema,bilim,müzik acele 2

4 5 6 8 11 13 16 20 26 30 34


“Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena.” Sait Faik, “Hişt, Hişt!”, Alemdağ’da Var Bir Yılan

acele 3


Sahne

deneme

Eylem yapmak üzere yola koyulduğum her an kendimi başka bir dönüşümde buluyorum. İçimden geçen özne, bana başka bir sıfat yüklemek üzere kurulmuş bir akrepten farksız ilerliyor üstüme. Oysa kendim -ne afili özne!- dik ve mağrur, ya Salacak ya Kuzguncuk açıklarında durmuş, elinde sigarası, dilinde naif bir türkü olan içim. Kim bilir seni kazanmak için daha ne soytarılıklara bürünecek, sadece bir kez yürekten sarılman için. Oysa seni hayatımın orta yerine sokmalıyım, teşbih değil bu sen de biliyorsun, yürüyerek giremezsin bir bataklığın içine ya kendinden emin batacaksın ya da koşarak geçeceksin üstümden. Oysa “şair” diyeceksin ve usulca kederleneceğim. Sana getirdiğim kelimelerin renkleri solacak bir bir ve ben giderek daha çok söyleneceğim. Hâlâ elini içten tutmadığım için. Korkaklığım alışılmış bir düşün tekrarı. Zamanında göğsüme yakın tuttuğum ne varsa utanıyorum. Masumluğum, kendi nefsimden. Sözde herkes dengine göre yaratılmış, iyi de ben kendime dayanamıyorum. Ki tam buralarda seni kıskanıyor da olacağım. Misal ben şair olsam, aşklara yalnız otellerde yer verirdim. Ebedî olan her şeyden uzak, an içinde seni görmek isterdim. Oysa ne ben şairim, ne de sen beni öldürmek için üzerime yürüyen bir yabancısın. Oynayacağımız temsilin de zaten pek iç açar tarafı yok. Bıçak benim elimde ve senin gözlerin kapalı. Sonra tüm perde inecek, salonda büyük sessizlik, en fazla bir kaç damla yaş süzülecek, yine en dik seslerle küfür edeceğiz perdenin ardından birbirimize ve ben artık kendim diyemeyeceğim aynada baktığım yüze. Beni bir kere öpmüş olacaksın. emre k.

acele 4


Rit(üel)im

deneme

Şu zamana kadar yapmam deyip de yaptığım şeylerin sayısı gitgide artıyor. Aldığım şeyi işi bitince yerine koymak, sigara içmeden sade kahve içmek, çayı şekersiz içmek gibi… Alışkanlıklarım sayesinde bana sahip olmaya çalışan düzenin sahteliğinden mi yoksa hepsinden vazgeçmeye yetecek özgüvene ait olmadığımdan mı yapıyorum tüm bunları, ayrımına varamıyorum şu sıralar, ama bunlarla boyum uzamıyor artık. Ritüel kelimesiyle daha süslü hâle getirerek üstünü örttüğüm klişelerin aslında ben kişisi tarafından üzerime çekilen bir örtü olduğunu idrak etmeye başladım yavaş yavaş. Ama yine de geride bırakamadığım –bırakmak istemediğim- ritüellerim yok değil; sağ ayağım bir adım attığında sol ayağımın aynısını yapması gibi mesela. Her seferinde farklı yönlere mi adım atmam gerekir diye de düşünüyorum açıkçası. İki adım ileri, bir adım geri, beş adım sağa, üç adım güneybatıya… Yüksek bir binanın tepesinden aşağıda ne olup bitiyor diye baktığımda her şey daha bir yüzeyselleşiyor gibi bir cümle sarf etmişti bir arkadaşım. Aynı yöne giden arabalar, aynı doğrultuda yükselen binalar… İnsan o anda daha çok farkına varıyor neler yaptığının ya da ne yaptığının demek doğru olur. Ne de olsa çoğul olan tekil olanın sonlu veya sonsuz bir tekrarı niteliğinde. Bu sert-yüzeysel gerçekle ilk defa bir tiyatro atölyesinde karşı karşıya kalmıştım. Sarılmak gibi yüce bir aksiyon bile defalarca tekrarlandığında bir süre sonra şefkatten çok yersiz acı vermeye başlamıştı. Her defasında suratımda bir çizgi daha oluşuyordu anlamını yitirene kadar. Atölyeden sonra uzun bir süre kimseye sarılmak istememiştim. Şimdi yine sarılıyorum ama daha temkinliyim. Ne de olsa sarıldığım kişinin de bir klişeye dönüşmesi ihtimali beni korkutuyor. Bu korkunun sebebi klişenin de bana sarılma ihtimali de olabilir, bilemedim.

acele 5


Bütün bunlardan arınma yolunda ritmik olmayan adımlarla yürüyebilmek, saf hayatın fazlarını birer ikişer sahiplenmek mi emin değilim ama bunca çabayı eksikliklerimi artık hâle getirmek için göstersem de aynı ritimde atan bir kalbim olduğu sürece hayatımı hep bu klişelere borçlu olacağım sanırım. Eh, bu da hayatın bir cilvesi olarak kabul görebilir pekâlâ. serhan ş.

deneme

“Hepsini unutulmaktan kurtaracağım!” Boz gökyüzüne sızmış, kuru ve kapkara dallar gördüm. Sınırlarını çizdiğim, ölçülü ürpertilerim; ümitli, sevgi-li (kelimeleri yüklerinden arındırmak zor) korkularım: Basbayağı korkunçtu bu dallar, ama onların karalığı bir kaybı, yokluğu nasıl hatırlatıyorsa, gökyüzünden kara bir şeylerin var olduğunu da bilmek, hele gecenin bir yarısı, bu ürpertiyi ümitli kılıyor. Göksel çınarlara da, sırf artlarındaki ışıkları sönmemiş, lacivert göklerden daha koyular diye bakardım bir zamanlar. Kapıyı açtım. Eve geliş bir şeylerin tükenmesi. Şimdi geceyi baştan kuracağım. (Anlık yazılmayan her şey çürüyor.) Bir eyleme karar vermiştik, bir oluşa, her zamankinden ayrı bir şeye. Vapura gidiyoruz, bir amaç için vapura gittiğimize kendimizi inandırıyoruz. Mış gibi yapacağız, ihtimaller alanında bir eyleme daha çizik atacağız. Eminönü’nde fotoğraf malzemeleri satan bir pasaja, güya bir fotoğraf makinesine talip olmak için gideceğiz. Satıcıya yaşatacağımız, olası bir kazancın heyecanı biraz içimi burkuyor. Vapurda birtakım konuşmalar olurken etrafın aptal ve uyumsuz çiftlerle dolu olduğunu, çiftler çok dikkatimi çekiyor artık, onunla bunların hiçbirine benzemediğimizi, bir zamanlar içinde olduğumuz ahengi düşünüyorum. acele 6


Zaman zaman öyle kopuyorum ki andan, yalnızca ifade etme tutkum beni sohbette tutuyor. Bir kadın olsa, diyorum, çok tutulsam da ona, incelsem. Tüm bu eylemler, ifadeler, bakışlar, görünenler… Her şey başkalaşsa, baş döndüren bir heyecanla algım bulanıklaşsa… Gerçekten tutkuyla bir şeyi incelemeyeli o kadar zaman oldu ki. O zaman diyorum ki kendime korkarak, bir insan bir insanı sevmedikçe onu neden dinlesin? Utanç verici bir şey bu: Kimseyi gerçekten dinlemedim, bir kadından başka. Herkesle kendim için konuştum, bunun için onlarca sebep uyandı hesaplıca içimde. Fakat sadece onun söyledikleri, benim karşılıklarımdaki sarsılmaz hesaplılığı, sinsiliği aştı. Zihnimde, gösterişimden, önyargılarımdan, uyuşmazlığımdan ayrı var olabilen tek şey onun cümleleriydi. Hiç karşı çıkmadım onlara, hepsini olduğu gibi bıraktım. Bir güzellikten, örneğin ışığın eşyayı nasıl anlamlandırdığından, dönüştürdüğünden, yapıların mimarlarının bile habersiz olduğu kimi cevherleri nasıl ortaya çıkardığından ya da sokağın köşesindeki kemerin ve altında yüzen sisin gizeminden veya günlük, içten bir bakışın zarifliğinden, gözlerim dolarak bahsederken içimi sıkan, o her şeyin boşa gittiği duygusundan da, insanlar beni ilgiyle dinliyorken “Keşke yerinizde başka birileri olsaydı, çehresi bütün iyi şeyleri hatırlatacak biri, bir kadın,” diye düşünmekten de yoruluyorum. Zamanın boşa harcandığını kelimelerin ve heyecanların hiçbir yere isabet etmediğini, yüce bir karşılık bulamadığını görerek yılıyorum, hissetmek ve anlatmaktan. “Hepsini unutulmaktan kurtaracağım!” Meşrebime uymayan büyük laflar ettiğimi, aslında içimde çoğu zaman sefilce şeyler uyandığını, kurtarmakta olduğum bir şeyler varsa kesinlikle bu minvalden olduğunu, daha açık konuşalım bir yazar olarak (?) ancak sefilliklerin, adiliklerin vakanüvisi olabileceğimi zannediyorum. O yüzden bana sayıp döktüğünüz “geleceğimizi, adını hatırlayamadığınız kitabevini, hipodromu ve Çemberlitaş’ın çocukları”nı unutulmaktan kurtaracak kişi ne yazık ki ben değilim. Yazmayacağım da onları. Çünkü yazmaya çalıştıkça, hiçbiriyle gerçekten ilgilenmemişken, ifade etmenin ve yazının beni sürükleyeceği yapmacık hassasiyetlerin içimde uyanacağını, kendim olamayacağımı biliyorum. Tutarlı ya da tutarsız, gerçek veya değil, KELİMELERİMDE BENDEN BAŞKA BİRİ VAR. Korkunç. can i. acele 7


Sır

tefrika

3. Anadolu’nun uçsuz bucaksız topraklarında kendini, ilmini, cismi dışında her şeyini unutmuş bir seyyah dolanırmış. Mecnun gibi avare bu seyyahın nereden gelip nereye gittiğini kimse bilmezmiş. İnsanlar, Tanrı misafiri deyip evine buyur etse, altına döşek serip, önüne sıcak bir kap yemek koysa da seyyah durmaz, yoluna devam edermiş. Çayırları döşeği, yıldızları örtüsü edermiş geceleri. Bir gece örtüsünü çekip kendini yalancı ölümün kollarına bıraktığında, seyyahın rüyasında bir çift yeşil göz zuhur etmiş. Gözleri gördüğü an nutku tutulmuş, içini huzur kaplamış. Derken birden nefes nefese uyanmış. Çıt çıkmayan karanlık gecede bir rüzgâr gelmiş yüzüne çarpıp ciğerlerini doldurmuş o an. Donmuş kalmış. Ne hareket edebilir olmuş, ne nefes alabilir. Sanki rüzgâr ciğerlerine yer etmiş, sarılmış gibi kalmış iki büklüm. Ölümü düşünmüş o lahza, sevinmiş. Zira aradığına yaklaşmış hissetmiş kendini. Daha düşünmeye kalmadan içindeki tüm sesler yavaş yavaş susmuş ve tek bir ses belirmiş. Daha önce hiç bir şey duymamış gibi hissettiren bir ses, “Gel. Gel beni bul.” diye seslenmiş seyyaha. Ruha hükmeden güç “Ol!” demiş gibi yahut zamanı dolup “Öl!” demiş gibi emir telakki etmiş seyyah duyduğunu, toparlanıp yola koyulmuş tekrar. Günler geceler boyu yürümüş hiç durmadan. Güneşin doğduğu yere doğru sanki güneşi yakalayacakmış gibi yürümüş. Fırtına, kar… Hiçbir kuvvet durduramamış onu. İçinde yanan alev sanki dünya sönse yeniden harlayacak kadar kuvvetliymiş o dem. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Derken iklimi birden bir yumuşaklık sarmış. Ağaçları yeşilin her tonuna çalan ormanlar, suları gürül gürül berrak akan dereler, miski amber kokuları sarmış etrafını. Bir verimli bahçelere gelmiş ki seyyah, ağaçların dalları meyvelerin bereketinden neredeyse yerlere değiyormuş, kuşların cıvıltısı insanın tüm kederini alıp uçuruyormuş. Daha fazla dayanamamış kalbi; seyyah, yığılmış kalmış bir ağacın dibine. Yine de bir çift yeşil göz ümidi ile dalmış hayallere. acele 8


Uyanıp gözlerini hafifçe araladığında başında bir huri görmüş. Çok çok eskiden dinlediği bir hikâye belirmiş zihninde huriyi görünce ve anlamış nerede olduğunu. O sesi bulma isteği ile o kadar yol kat etmiş ki seyyah sonunda dünyadaki cenneti bulmuş. İrem bahçelerini… Huri tebessüm etmiş: – Sonunda uyandın. Seyyah hiç duymamış gibi doğrulmuş yerinde, ayağa kalkmak için hamle yaparken huri sormuş: – Aradığın her şey burada iken bu acelen niye? – Ben, kendimi bulamadıktan gayrı gerisi gurbettir bana. – Bir çift göz mü bulduracak sana cennette bulamadıklarını? – Bakmayı bilen gözler görecek aradığımı. – Âdem’in yaptığını yapıyorsun âdemoğlu! Cennete sırtını dönüyorsun! Hurinin sözleri sanki zihninin kapılarını sonuna kadar açmış seyyahın. Gülümsemiş, huriye dönmüş: – Dinim de, adım da aşktır benim. Âdem’i cennetten kovduran da, adımı yazdıran da budur. Kim olduğunu, neyi aradığını biliyormuş artık. Bahçeyi bir rüzgâr sarmış önüne neyi kattı ise alıp götürmüş birden. Geriye bir tek seyyah ve harap bir kulübe kalmış. Koşmuş kapısını açmış kulübenin. Aradığı gözler orada ete, kemiğe bürünmüş halde bir aynanın karşısında oturuyormuş. Prenses oradaymış.

acele 9


Lakin İrem’in oyunu acımasızmış. Prenses aynadaki geçmişine hapsedilmiş. Tek kurtuluş yolu ise aynanın sırrını kırmaktan geçiyormuş. Lakin aynanın sırrı o kadar kuvvetliymiş ki onu kıran insanın ruhu buna dayanamaz bedeninden uçarmış. Rivayet ederler ki seyyah sırrı kırmadan, prensesin saçlarına eğilip koklamış ve o an onu oraya getiren şeyin saçlardaki efsun olduğunu anlamış. Prensesin saçlarındaki efsun, rüzgârlarla seyyahın gönlüne doğru bir bağ kurmuş ve seyyahın yolunu aydınlatmış. Kederlenmiş seyyah. Dünyadaki cennetten vazgeçmek kolay olmuş ama gönlündeki cennetten vazgeçmek zor gelmiş. – Beni sana getiren yol elbet seni de bana döndürür, deyip prensesi öpmüş ve sırrı kırmış. Prenses o an kâbuslarından yalnız bir şekilde uyanmış. emre k.

acele 10


şiir

İskelet Orkestrası Yalnızlığın gülümsediği an, boş odalar hınca hınç dolar. Bir cenaze alayı girer içeri, aksak ritimde, ak kapıyı ala boyar. Deneyimli orospudur geceler, en hüzünlü anlarda ışığını yayar. Ellerini boş buldu mu karanlık, seni tutar beyninden kavrar. Sonrasında Mecnun, ararken yakamozu, Beşiktaş’tan Üsküdar’a boş bir vapur kalkar.

Umut 3 heceli bir gemi yüzüyor alyuvarlarım arasında, Hüznü, yalnız gece sananlar basıyor o sıra mahremimi. Kelimeler döküyorum benimle yaşasın diye, En ince yerlerinden kopartıyorum keyiflerimi. Sofrana tek tabak koyuyorsun, YAPTIM DİYEBİLMEK İÇİN ÜZMÜYORUM SENİ. Hecelerin biri zaten hep oradaymış.

acele 11


Meftun Ki erbabı bilir, elif ile yürürken kervan, Çöl, göz alabildiğine kum bunu unutma, gömülecek sırları kusar. Sonra sana gelir kelimeler, Her birinin boynu ayrı sıradan bükük, Bende yol uzun, Bulduğum taşlar Mekke’den uzak. Ki ne zaman, İbrahim dese ben uykuya dalarım, Bundandır anlatacağım hikâye kut ile aramda, Ne olacağını, ki tam burada oluşlara değinmem gerek, Senden uzak ne kadar oluş varsa, Cümle devrilir put devrilmez gönlümde. Senden uzak ne kadar, Ben devrilirim şirk girmez gönlüme. Senden uzak, Kün! der melek, ben toprak olamadım, kalkamam. Ayağıma kum değmedi, bundan unutma dedim, utanıyorum. emre k.

acele 12


öykü

“Bu Devirde Katlanılabilir Olmalı Eşyalar” Bilinmeyen ne kadar ilgi çekiciyse bir o kadar da katlanılabilirdi onun için. Kafasında bu ifadeden ve bu ifadenin ihtiva ettiği sıfatların zıtlarıyla oluşacak cümlenin anlamından çok daha önemli olduğunu düşündüğü şeyler varken, siyah, ince tarağını özensizce kenara koymadan önce eline alarak, hızlıca dışarıya çıkmayla sonlanacak fiiller zincirini başlatmış oldu. Hakkında her şeyi bildiğini düşündüğü ve önemsemediği tarak bu durumdan gocunup saçını düzgün taramayabilecek olsa da bunu tercih etmemişti ki dolaşık bir tutam saç teline takılıverdi sertçe… Hiç tahammül etmeden ve üzerinde daha önce oluşturduğu onca çiziği hiçe sayarak fırlattı bir kenara güzelim zarif siyahı. Kızdı ona, bir de seninle uğraşmayalım şimdi dercesine. Tarağa eklediği her bir yeni çiziğin farkında olması bir kenarda dursun, yıllardır o siyahlığın bir köşesinde gizli, ufak, altından motifi bile göremeyecek kadar ilgisizdi. Uzun zamandır hayatında olanlara karşı olduğu gibi. Bir şeyler yemek için her zaman oturduğu yerin yanındaki sandalyenin gıcırtısından, elindeki sandviçi yiyememe pahasına iki kulağını da tıkadı. Oysa o sandalyeyi o istemişti. Hem de hiç görüp beğenmeden! Şimdi ona midesini dolduracak kadar gereken süre zarfında bile katlanamıyordu. Bütün bunlar olurken aslında aklında sadece bir şey vardı. O da aceleci tavırlarının sebebi olan, kırk iki dakika sonra ilk kez buluşacağı Anowa’ydı. Yemeğini çabucak bitirdi ve masadan kalktı. Bir an önce onu görmek istemesine rağmen televizyondan duyduğu konuşmadaki gramer ve ifade hatalarını oldukça kınayan bir tavırla düzelterek vakit kaybetmekten kendisini alıkoyamadı. Hem ne önemi vardı ki bu yakınmaların? Düzeltmeler bitmemiş, sesi kısılmış televizyon sabırla onun laflarını bitirmesini bekliyordu ki Anowa arayınca büyük bir şevkle üzerine bir şeyler alıp çıktı dışarıya. Koşar adımlarla ilerlerken yanından geçtiği komşu evin camı onu izlemekte ve düşünmekteydi: En son ne zaman kendisine böyle koşarak gelmişti? Onu tüm çıplaklığıyla, olduğu kişi gibi yansıtmasının bir önemi ve değeri yok muydu artık? Hem ona karşı olabildiğince şeffaftı da; hiçbir düşüncesini esirgemezdi ondan. O ise dönüp bakmadı bile rüzgarda zangırdayan cama. Koşarak Anowa’ya gitti sadece. acele 13


Vardı sonunda bir süre onunla aynı havayı soluyacağı mekâna. O hava çok değerliydi Anowa için, hatta onun oturduğu masa ve tercih ettiği sandalye bile… Oysa yer sadece benzin istasyonunun yanında bulunan ufak bir dinlenme tesisiydi. Ne hava güzel bir havaydı ne de masa ve sandalye özenle üretilmişti; hepsi birbirinin aynıydı. Anowa biraz erken gelmiş ve acıktığı için bir şeyler söylemişti çoktan. Oturdu karşısına yutmak üzere olduğu lokmaya bakarak. Onu görünce heyecanla gülümsedi Anowa . Heyecandan içine çektiği ani nefes o lokmanın boğazına takılmasına sebep oldu. İki dakika süren öksürüğü onu hiç ama hiç rahatsız etmedi. Kardeşi mamasını yerken ara ara duyduğu öksürük sesine tahammül edemediği zaman yaptığı gibi kulaklarını tıkama gereği duymadı bu yüzden. Sadece onun için endişelendi ve bir şeyler yapmak istedi onu rahatlatmak için. Öksürük nöbeti geçince biraz hava alması için Anowa’ya dışarı çıkmayı teklif etti. Anowa bunu gülümseyerek kabul etmesinin ardından başladı kendisini anlatmaya. Bir yandan yürürlerken Anowa olumlu şeyleri çoktan geçmiş, dertlerini anlatmaya başlamıştı. Onu ilgiyle dinlerken aklına babası bir kere bile gelmedi. Çünkü o babasıydı ve onun dertleri Anowa’nın ki kadar önemli değildi. Ayrıca ona göre babası dünyada kelimeleri en özensiz seçen, tamlama eklerini olabilecek en yanlış yerlerde kullanan kişiydi. Anowa’nın ise hangi yanlışları daha sık yaptığı çok önemli birer veriydi. Sonra anımsayıp üzerinden defalarca geçilecek birer güzel anı olacaktı onlar. O yüzden konuşması babasına yaptığı gibi konuşmalarla bölünemez ve bu hatalar yüzüne karşı söylenemezdi. Sıra kendisini anlatmaya geldi. Biliyordu ona denk bir hayatı olmadığını. Birikimi, başarıları onunkilerden çok az, dertleri onunkilerden daha önemsizdi. En azından kendisi toplum nezdinde bunun böyle olduğunu biliyordu. Anlattı yine de o küçük gördüğü şeyleri ona. Anowa ise övdü durdu bu başarı sayılamayacak şeyleri, derinden üzüldüğünü söyledi ufak dertleri için. En yakın arkadaşı bu manzaraya şahit olsa çatlardı herhalde. Birbirlerine gösterdikleri bu alttan alır tutum iyi hoş ama ne Anowa yeteri kadar açık olduğu ne de o Anowa’dan böyle olmasını beklediği için sahte olmaktan kurtulamıyorlardı. Yaklaşık bir gün süren bir kaynaşmanın ardından birbirlerine alıştıklarını düşünüp hafif bir çekingenlikle Anowa’nın başını okşamasına izin verdi ayrılırlarken. Dışarıda yürüdükleri süre boyunca rüzgârın, karıştırdığı acele 14


saçlarını, ayrılmayan saç öbeklerine takarak çekiştirmesinin acısını duymadı. O an kendisine gösterilen şefkatin değeri altın gibi dünyadaki herhangi bir madde ile kıyaslanamazdı. O da bir eliyle Anowa’nın ince belini kavrayıp öbürüyle onun siyah saçlarını okşuyordu. Onun için yıllarca emek veren, siyah saçları ve ince beliyle Anowa’ya çok benzeyen annesi bir an bile şefkatine karşılık hak etmiyor muydu ki annesi saçını okşayarak her sevdiğinde bir kere bile içi cız edip karşılık vermiyor ve bir an bile durmadan sıradaki işini yapmaya koyuluyordu? Anowa gitmişti. Artık ya hiç gelmeyecekti ya da Nowa olarak gelecekti belki de. Bunların hiçbirisini düşünmeden sadece evin yolunu tuttu. Komşu evin camı çatlamış yerine yenisi takılıyordu. Ama o yine umursamadan geçip gitti önünden. Eve girdi. Odasına çıkarken fark etmedi ya da zaten bildiği bir şeyi tekrar yoklama ihtiyacı duymadı ama bütün eşyalar; tarak, televizyon ve sandalye; yerli yerindeydiler. Sonraki gün de katlanılmamak için yerlerini almışlardı. arda i.

acele 15


Tabutta Rövaşata

sinema

Derviş Zaim’in ilk kurgusal filmi olan Tabutta Rövaşata, yönetmeninin şiirsel depresifliği, Ahmet Uğurlu’nun Mahsun’u, Baba Zula müzikleri, Bab-ı Esrar’ı ve 90’lar film atmosferiyle birçok ödülün haklı sahibi olmuş bir yapım. – Fazla içme kafa yapar, şundan içmiş, kendini boş bir defter zannetmiş. – Çizgili mi çizgisiz mi? Tarihî İstanbul’u arkasına almış Hisar, depresif İstanbul kışı, felç eden Boğaziçi rüzgârı, balık kokusu ve elinde tavus kuşuyla tüm bu gri tonun içinde oradan oraya koşturan bir adam. Filmin kahramanı Mahsun Süpertitiz, ara sıra balıkçı Reis’in yanında çalışır, kalan balıkla ya da çıkma ekmekle karın doyurur, şarap ve rakıyla içini ısıtır. Geceleri ısınmak için araba çalan Mahsun, çaldığı arabaları temizledikten sonra aldığı yere geri koymasıyla ün yapmış, polisin deyimiyle iflah olmaz bir hırsız, Zaim’e göre ise bizlerin hayatından bir gecelik rahatlık çalan biridir. Çünkü Mahsun, çoğunluğun içinde kendine dayatılanı kabul edemez; ederse kendine yaşayacak bir nefeslik alan kalmaz. Ama bu reddedişi öyle naif, öyle sessizdir ki; içimizde patlayan bir çığlık misali, acıtır. Sokakta yaşamak hem mecburiyet hem politik bir duruş, bir direniştir. Bu yüzden filmdeki sokak arkadaşlığı biraz romantik kalır. Çoğu evsiz gibi gece uykusunda ölen arkadaşları Sarı, bir nevi evsizler ayiniyle, şarap ve rakıyla toprağa gömülür. Ama İstanbul’un zorlu kışı ve acımasızlığı, karakterleri sürekli açlık ile arkadaşlık arasında, gerçek ile hayal arasında seçim yapmak durumunda bırakır. Kendini elindeki dergiyle tatmin eden mutsuz ve yalnız oda arkadaşı, televizyon karşısında kahvedekilerle ‘’tek yürek’’ milli maç izleyip, tek yürek sevinirken, Mahsun odasında kâbus ve hayalleriyledir. Milli maç, onu kendi geçmişinden ve gerçekliğinden koparamamıştır. acele 16


İnsanlar onu, o insanları anlayamazken, Hisar’a getirilen tavus kuşlarıyla hayatı biraz renklenir. Tavus kuşu, onun problem çıkarmayan tek arkadaşı olur ya da başka bir pencereden: yalnız kalıp da dokunabildiği tek güzellik. Dokunamadığı ve dokunmaktan çekindiği esas güzellik ise, kahvenin ve pis tuvaletinin müdavimi eroinman kızdır. Şalının altından dökülmüş derisini sertçe kaşırken kız, Mahsun dokunamadığı bu güzel tene bakar ve hayallere dalar. Mahsun’un bu salt aşkı; kız için kalacak bir oda, para kazanabileceği bir yatak ya da krize girdiğinde Beyoğlu’na götürecek bir arabadır. Çoğunluğun baskısıyla kendine düzen kurmaya henüz başlayan Mahsun’un kısa süreli düzeni; bu platonik aşkıyla alabora olur. Mahsun, sevdiği kadına dokunabildiği an, değer verdiği her şeyi kaybeder. Reis sırtını döner, İstanbul’un kışı sertleşir, ne kalacak bir oda ne de arada saklanılacak bir tekne kalır. Soğuk ve açlık, en çok da insanlara duyduğu öfke izleyicinin beklemediği bir Mahsun’u ortaya çıkarır ve o dokunabildiği tek güzellik olan tavus kuşunu yemek için keser. Sonra bilmem kaçıncı falaka, kaçıncı tokat, sonra eroinman kız, sonra dayak, kızın teni, yine falaka, kızın sarı şalı ve belki de ilk kez dayak yiyen genç Mahsun… Film, Reis ve arkadaşlarının kahvede Mahsun’un haberini izlemeleriyle biter. Aç olduğu için tavus kuşunu kesen Mahsun’un haberi ve arkasından giren sosis reklamı... Zaim, sürreal kahramanını sürekli gerçeklerle ezer ve güzel şeylerin sadece hayallerde kaldığını kafamıza vura vura gösterir. Tipik 90’lar Türk sineması melankolisi ve renkleriyle Tabutta Rövaşata, Mahsun’un Hisar’a sıkışmış dünyasından bir çok konuya dokunur, ama ince ince. Tıpkı Mahsun’un sessiz çığlığı gibi… seda s.

acele 17


acele 18


acele 19


öykü

Harcanmış Bir Işıltının Nihayetsiz İnfazı Otuz yedi yıldır anı anına tasarladığı emeklilik günlerinin henüz ilkinde, ezeli alışkanlığına yenilip erken uyanmış olmanın burukluğunu henüz atlatmıştı ki; H. Bey’in keyfi, gerçek manada sevimsiz bir başka olayla, penceresinden gözüken kartpostal manzarasını gölgeleyecek uzak bir yangını fark etmesiyle kaçtı. Şimdilik sadece birkaç saattir dizini sabırsızlık ve asabiyetle titretmesine sebep olan yangının ilk acemi dumanlarıyla, yanağına bir pamuk parçasını bastırır vaziyette evin içinde gezinmekteyken tesadüfen karşılaşmış fakat her bir seferde daha da kısalan üç-dört müdahalenin sonunda, pamuğun üzerinde beklediği kan lekesini bir türlü göremeyince bir yerlerini gerçekten kestiğinden emin olabilmek için tuvaletteki aynanın önüne dönmesi gerektiğinden bu yeni tanışı kahvaltıya oturana dek unutmak zorunda kalmıştı. Birkaç dakika sonra perdeleri ardına kadar açık olan salon penceresinin gösterdiği o bembeyaz kış göğüyle aydınlanan yemek masasına oturur oturmaz, dumanı merakla -fakat kaygısız- ikinci kez süzmüştü. Uzaktaki dağların çorak yamaçlarına yıllar içinde adım adım yayılmış, öteden beri H. Beyce izlenmeye değer bulunmayan, hatta bu manzara yakıştırılamayan o çirkin mezarlığın, daha yakındaki bodur bir tepenin ardına gizlenmiş diğer yarısındaki “herhalde birkaç gün evvel var olmayan bir bacadan” yükselen bu duman, belki de mezarlık müdürlüğünün, oralarda bir yerlerdeki tek katlı, yeni bir binaya taşındığının deliliydi, kim bilir? Duvardaki antika saat eğer doğruysa, çayına ilk şekeri attığı 10.32’den, masadan kalktığı ana dek, çok sevdiği bu şehrin görünen taraflarını seyredip görünmeyenleri hülyalarında aramış fakat gözleri, dakikalarca konakladığı her haz durağından sonra daha da asabileşen bir merakla o ince dumana takılıp durmuştu. Kendini tutabildiği birkaç dakikanın sonunda, yakındaki tanıdık mezarlığın, yalnızca özlediği o eski zamanları hatırlatan ağaçlarını, çiçeklerini, mezar taşlarını, yollarını utana sıkıla düşleyerek tüketmişken; mükemmelliği tarif etme işi nesnenin öz sınırını aşarak, bir yarışmaya; uzak, çirkin mezarlıkla girişilen bir patika kıyaslamasına kadar dayandığından, H. Bey bu sefer de o yeni dumana acele 20


kendi hayalinde yakalanmıştı. Birkaç durak daha gezdikten sonra, şehrin dört minareli, en büyük camisinin, şimdi önünde oturduğu pencereden gözükmeyen ama senelerdir arşınlayarak zihnine muhayyel bir haritasını kazıdığı avlusunun düşünden, birkaç dakika öncesine göre aynılığı şüpheli -artıyor muydu, ne?- o dumanla uyandırılınca sabrı tükendi ve sonunda küfrü basıverdi. Avlunun hayali böylece parça parça olup bir kendinden geçiş vaktinde tekrar toplanmak üzere gramofona, kütüphaneye, yazı masasına kadar savrulurken, H. Bey’in de gözleri açıldı, önündeki tabak görünür oldu. Haşlanmış yumurtayı, beyaz peyniri, kestiği birkaç dilim ekmeği çoktan bitirmiş olduğunu fark etti; fakat sandalyesine oturduğundan beri, bunlardan herhangi birini ağzına götürmüş olduğuna, tattığına, çiğnediğine ya da yuttuğuna dair hiçbir şey anımsayamadı. Şimdi masaya ilk konduğu andaki kadar düzgün duran çatalı ya da hiç yağlanmamış gibi parlayan şu pürüzsüz bıçağı bir kez olsun tutmuş muydu? Zeytinler azalmış gibiydi ama çekirdekler de ortada yoktu. Çay da içilmemişti ama kahvaltının henüz başında, üçüncü şekeri attıktan sonra nedense midesi kaldırmadığından bardağa dokunmamaya karar verdiğini hatırlayınca, sulandırılmış bir polisiyenin içinde olduğunu düşünüp güldü. Zihnini tüm şüphelilerden; peynirin, yumurtanın, dişleri arasında dolaşan bir zeytin çekirdeğinin gülünç hayaletlerinden kurtarır kurtarmaz, kendini yokladı ve açlık duymadığından kahvaltısını gerçekten ettiğine; birkaç dakikadır yaşlılığın günlük, hazin hafıza oyunlarından birine kanmakta olduğuna kanat getirdi. Masadakileri toplarken avlunun az önce dağılan hayalini salondaki eşyada buldu. Altmış yaşında bu pencerenin önüne, tüm emeklilik hülyalarının levazımatını biriktirmiş halde oturabilmişti. Şehir ayaklarının altında, evi kıymet verdiği zevklerle dolu; her şey, istediği gibi yerli yerindeydi. Şimdi önemsiz bir dumanla, hem de yalnız dün orada yoktu diye, böyle sabırsızca bir tedirginlik duymak herhalde boşuna. Kahvesini koyup pencerenin karşısındaki, yemek masasının yanındaki yeşil berjere aynı manzarayı seyretmek için oturduğunda, gökyüzüne sızar vaziyette bıraktığı ince dumanın; ferahfeza makamından bir bestenin peşrevini ıslıkla icra ederek bulaşıklarla uğraştığı süre boyunca anbean kararıp gövdelenmiş olduğunu, artık parlayarak alev topları kusar hale acele 21


geldiğini hayretle fark etti. Bardağı, berjerin yanındaki ayaklı ahşap sehpaya bırakıp tevellüdü yettiğince gördüğü tüm yangınları birer birer düşünmeye başladı. Küçükler, büyükler, görülenler, görülmeden varlığı bilinenler, ciddiye alınmayanlar ya da yalnız tevatürden ibaret olanlar; kendinden haberi olmadan yana yana yürüyen ölü kurbanlarının ışık verdiği bir fener alayı gibi, yağlı bir is bırakarak önünden geçti. Saat 12.30’u vurduğunda, H. Bey kütüphanede bir ara eline gelen Yangınlar Tarihi’nin buyurganlığından yakasını zor da olsa kurtarıp günden uzaklaşmak için en sevdiği şiir kitaplarından birini yanına almayı başararak yeşil berjere oturmuş vaziyetteydi fakat yine de pek rahat olduğu söylenemezdi. İki-üç dizede bir gözlerini kaldırıp alevleri yokladığı, dikkatini bir türlü toparlayamadığı için yalnız kendisinden önceki eşlerinin biriktirdikleriyle güçlenecek kimi dizelerin manasına varamıyor, içinde ancak sözcüğe kadar gerilemiş yarım yamalak bir şiir zevkinin tatsızlığını duyabiliyordu. Gözlüklerinin üzerinden son vaziyete bir kez daha baktıktan sonra kitabı sehpaya; kara dumanları gördüğünde elinden bıraktığı ve bir daha ağzına değdirmediği kahve fincanının yanına koydu. Ayağa kalkarak koltuğu kütüphaneye doğru, pencereyi göremeyeceği fakat ışığından da mahrum kalmayacağı bir biçimde çevirdi. Kitabı eline alıp havaya kaldırdı, bir sayfalara bir de ötedeki kütüphaneye baktı. Oh! Nihayet şimdi elindeki sözcüklerin hemen ardında, dokunulmasa yüzyıllar boyu değişmeyecek, hareketsiz bir resim duruyor! Arkasına keyifle yaslanarak ilk dizeyi okudu: “Sana dün izafi bir tepeden baktım…” Bu sefer manzaranın daha yakındaki bir yerinden, Mors alfabesiyle gizli bir mesaj verir gibi tüten bir başka ısrarlı duman H. Bey’i, ihtiyatsızca ve farkında olmadan pencereyi seçer vaziyette bıraktığı göz ucundan yakaladı ve onu kendine tamamen döndürmeyi başardıktan sonra dakikalarca koltuğuna mıhladı. “Olur şey değil! Şu manzarada, bir günde, gün bile değil bir sabah boyu iki yangın birden!” Kitabı, kalktığı koltuğa bırakıp yakın gözlüklerini çıkardı ve pencereye doğru ilerledi, gözlerini kıstı. Sakinleşti. “Yeni fakülte binası olacak…” Bir duman huzmesinin peşinden göğe kadar yükselip manzaranın bir ucuna geri döndü. Şimdi acele 22


nadirattan demeye dilinin varmadığı yalılarla, tırmananı olmayan yokuşlardan varılan sırtlardaki çınarlarla, erguvanlarla, yakından ya da uzaktan, hacimli bir tarihin süslü kapağı gibi parıldayan camilerle bezenmiş, şanslı iki yakayı ve ortasında uzanan maviliği parça parça eline alıp ilk kez görür gibi hayranlıkla inceledi ve tekrar parça parça yerine koydu. Uzak bir mezarlık, bir de fakülte binası yanarken, sevdiği bunca şeyin hala sapasağlam oluşunun uyandırdığı minnet, yalnızca bir an sonra yerini, hızla yükselen yabancı bir kaygıya bıraktı. Henüz belli belirsiz bir karın ağrısı gibi duyulan, kelimelere bürünememiş bu kaygıyı, daha fazla büyütmemek, kendisinden korkula korkula çağrılan felaketlerden birine dönüştürmemek için eliyle ağzını kapattı. Gök iki yerinden usul usul siyaha boyanırken, H. Bey berjeri yerine yerleştirmiş, çoktan gün içinde sapasağlam varılması gereken menzilleri belirlemiş, bunlardan ilkine -ki bu öğle yemeğiydi- bir an önce kendini atabilmek için okuyana zamanı unutturacak bir öykü kitabını eline almış, bu sefer büyük bir tedbirlilikle pencereye tamamen sırtını dönerek yemek masasına oturmuştu. Bir şeyler beklemeden, sözcüklere değmeden, yalnız unutmak için hızla okudu: “Gönderilmemişbiraşkmektubunaşerh… Binlerceyılevvelbirgeceşimdiayaklarımızıbastığımızyeryalnıztopraklabitkikökleriyle…” Harfler boyunca tuttuğu nefesini serbest bırakıp kitabı kapattı, arkasını dönüp pencereden baktı. Bu iki yangın yerinin çevresindeki evlerde şimdi alevlerin çıtırtıları, diri diri yananların, eşi dostu binada kalmış, dışarıda dövünenlerin ya da yaklaşan itfaiye arabalarının, cankurtaranların sirenleri nasıl duyulur diye bir süre düşündükten sonra kafasını toparladı, önündeki kitaba ilkinden daha kararlı bir biçimde gömüldü.

acele 23


“Gönderilmemiş Bir Aşk Mektubuna Şerh Sevgili ......, Binlerce yıl evvel bir gece, şimdi ayaklarımızı bastığımız yer yalnız toprakla, bitki kökleriyle, bin bir türlü, küçük canlıyla doluyken, sen birden gökleşmiştin; ben de bir mağaranın içinden, senin, şimşeklerinle uzak ufukları aydınlattığını, ağaçları kavrayıp köklerinden söktüğünü, kayaları uçurumlar boyu kovalayıp parçaladığını, umursanmayan bin bir yaprakla, sevinci yalnız bir an duyulan resimler karaladığını, nehirlerden taşıp yapraklardan döküldüğünü, nihayet o güne dek güvendiğim ya da dövüştüğüm ne varsa hepsine baş eğdirdiğini; henüz bunları böyle anlayacak sözcükler elimde yokken, yalnızca en büyük korkunun bile bastıramadığı bir hazla seyretmiştim…” Cümle biter bitmez gözleri, kelimelerle kararan satırların yanıltıcılığından sıyrılıp birkaç saniye önce daha aydınlık bıraktığına emin olduğu, beyaz sayfa kenarlarına kadar kaydığında, H. Bey bunun bir başka felaketin gölgesi olduğunu düşünmüş ama ne yazık ki bu kelime zihninde yalnızca harflerle yankılandığından, yani bir felaket aslında nasıl görünür hiç mi hiç bilmediğinden, aniden pencereye döndüğünde karşılaşacaklarını tabii ki tahmin edememişti. Boğazın kıyısında, şehir kurulmadan evvelki işlevini kaybedip bir zamanlar gösterdiği ufuklardan bir hayli uzakta kalmış, şimdi yalnız burnunun ucunu görebilse de hala tüm eşsizliğiyle arzı endam eden o tek minareli cami alev alev yanmaktadır. Fakat daha da kötüsü, bu uzak manzara birden H. Bey’in gözüne, bir kartal gözünün maharetlerini bile aşacak bir biçimde yakınlaştığından, daha şaşırtıcı bir başka olayı, o çok sevdiği, yakındaki mezarlıktan yükselen taze dumanları fark etmesi için birkaç saniye geçmesi gerekmişti. Bu iki korkunç görüntünün dışında eşya onun için görünmez olmuşken, hızla sandalyeden kendini kurtarıp ayağa kalktı ve “İşte başladı!” lafı dudaklarından dökülür dökülmez dünyası tümden karardı. İlkin, henüz renkler, eşya ve mana tamamen yerine oturmamışken, kapkara bir parmaklığın ardından loşlukta raks eden alacalı ışıkları seçebildi. Aniden kendini duyunca, halının üzerinde yüz üstü uzandığını, havanın acele 24


kararmış olduğunu fark etti. Bunlarla belirsiz bir zaman için yetindikten sonra düşünde gördüğü o parmaklıkların aslında sandalye ve masanın oymalı ayakları, uzaktaki o alacalı ışıklarınsa karanlık duvarlarda, tavanda kısalıp uzayan yansımalar olduğunun idrakine de vardı. Telaşsızca kendi halinde akıp giden bu anlardan hemen sonra, gözleri kararmadan önce gördüğü son resim, bir şimşek gibi -mutlaka olduğundan daha korkunç- aklına düştü. Bir içgüdünün uyandırdığı telaşla ayağa kalkmak istedi, bunu öyle çok istedi ki vücudunun yapabileceklerini unuttuğundan tökezledi. Bir manayla doğrulsa da pencerede öyle bir manzara gördü ki, var olana kendinden tek bir şey bile ekleyemeyecek halde, öncesiz ve sonrasız, ölü gözlerle bakakaldı: Uzaktaki dağlardan, en yakınındaki tahta evlere kadar, tanıdığı hiçbir şey ortada yok. Artık pencereden görünen yepyeni bir manzara var; o da kocaman, yekpare bir alev. Her yanı saran bu yangının altında anbean eğilip bükülen birbirine kaynayıp şekilsizleşen bu kapkara garibelerin, bir zamanlar etten, ahşaptan, betondan, taştan, tuğladan, kurşundan, sudan, havadan ve hatıradan müteşekkil olduğunu kim söyleyebilir? Altında, arkasında hiçbir şey yok, artık bu pencereden görünen yalnızca bir tek alev. Dakikalar sonra, denizliğe tutuna tutuna yürüyüp yamacına ulaştığı perdeleri zorlukla kapattı. Kütüphanenin alt raflarına doğru eğilip oradaki taş plaklardan birini, yalnızca üzerinde Osmanlı Türkçesi ile yazılmış “Darülelhan Heyeti” ibaresini seçerek alıp gramofona yerleştirdi. Titreyen ellerinden, gramafona düşerken çıkardığı ses biİe, bu nadir bulunan, şimdi bir eşine sahaflarca paha biçilemeyecek plağı birkaç saniye önce neredeyse kıracak olduğu gerçeğini ona fark ettiremedi. İğneyi, plağın üzerine koydu. Kısa bir cızırtıdan sonra ilk notalar duyuldu. H. Bey, gözlerini kapar kapamaz tüm bu dehşetin yorgunluğuyla, emeklilik günlerinin ilkine kim bilir kaçıncı kez uyanmak üzere rüyalarına daldı. can i.

acele 25


Şeffaf

öykü

Kararında ince, güzel bacakları, tütünü içine çekerken sağ kaşının üst çaprazında beliren iki damar, saçlarının dalgası, çocuksu bir şekilde alnına düşüşü, nasırlı avuç içleri, güzel ayak bilekleri, kılsız geniş göğsü, yuvarlak omuz başları, sakal çizgisinin bittiği yerle elmacık kemikleri ve gözlerinin arası… Tek tek veya hep birlikte çok güzeller. Yaklaşık bir saattir onu izliyorum. Pencerenin yanına çektiği sandalyenin üzerinde oturuyor. Arada sırada bana daha önceden anlattığı fakat anlattığını unuttuğu hikâyelerden birini anlatıyor. Yine dinliyorum, sıkılmıyorum. Bazen sessizleşiyor, pencerenin dışındaki hayatlara bakıyor. Biz burada, içerideyiz. Mutluluğumuzu sorgulayacak ortak bir gerçeğimiz veya yaşam alanımız var. Haftanın belki dört beş gecesini ve gündüzünü en çok da sabahlarını paylaşmamıza rağmen eğreti hikâyelerimiz birbirine geçmiyor. O buna benden bir miktar daha fazla özen gösteriyor. İlişkimiz birbirimize alışmakla geçiyor. Bu alışkanlığın şaşkınlığı ve hoşnutluğu var. Onun kahvesini nasıl hazırlayacağımı bilmekten memnunum. Evine giderken dört şişe bira almak yerine bir şişe şarap almanın daha hoş olacağını bilmek kendimi güvende hissettiriyor. Uyanıyorum sanıyorum. Rahmimi bıçaklarla kesmeye çalışan küçük adamlar var. Bıçaklardan biri sağ kasığımdan çıkıyor. Oh rüyaymış! Ama hala ağrı var. Aynaya bakıyorum. Suyu çekilmiş toprak gibi suratım. Şimdi belki kırk beş yaşındayım. Dün gece uyumadan önce yirmi altıydım. Su içmeliyim. Önce banyoya gidiyorum. Kan var. Âdetime zaman vardı oysaki. Koyu kara gibi kan. İçimden bir adamın acıyla ve acıtarak söküldüğünden sebep. İlk defa böyle oluyor, ilk defa böyle derinden. Odaya dönüyorum. Darmadağın. Bütün hayatımı sonunda sığdırıp sıkıştırdığım oda. Masada çantam, kırmızı bir ruj, küçük bir içki şişesi. Tanrım dün gece ne oldu? Zihnimin, beynimin, ruhumun, ayrıntıları hatırlayamayışı… Her geçen dakika detaylar siliniyor. Hatırlamam lazım. Köksüzüm, köksüz hissediyorum.

acele 26


Sonra parçalar geliyor yavaş yavaş. Ayaklarının dibinde oturuyorum. Başım dizlerinde. Ama okşamıyor saçımı bu sefer. Hayır, bu şefkatli bir manzara değil, dişlerini ve yumruklarını sıkıyor. “Köksüz hissediyorum.” diyorum. “Nasıl?” diye soruyor. “Bilmem, köksüzlük nasılsa işte!” Köksüzlük nasıl? “Toprağımdan ayrıldığımda müthiş bir özgürlük hissiyle kaçıyorum arkama bakmadan. Ama çok sürmüyor. Kıl gibi kökler salmaya çalışıyorum başka topraklara ama o kadar güçsüzler ki olmuyor, tutunamıyorum. Kavrayamıyor toprağı. Yerimi sevmiyorum. Gün geçtikçe kuruyorum. Beslenemiyorum. Yapraklarım dökülüyor. En sonunda bir kuru sırık olarak kalacağım gözümün önüne geliyor. Kök salmalıyım ama istencim de yok. Hevesim ne zaman öldü bilmiyorum. Seninle bu evde belki olabilirdi ama biliyorum, ayrık otuyum. “Burada hayatta kalmam seni öldürecek” diyemiyorum tabii ki. “Zaten bu daha kişisel bir şey. Sen bir tezahürsün.” Diyorum. Görünmez duvarlarımızı sağlamlaştıran bu iki cümlelik bireysellik manifestosu onu da mutlu ediyor. Bundan daha da öncesini hatırlıyorum. Yaklaşık üç hafta önce. Daha az veya daha fazla da olabilir. Fakat böyle düşünerek daha iyi hissediyorum. Arıyorum onu. “Kapıdayım.” Sözsüz bir anlaşma… Çıkıp gidebileceğim bir ev haber vermeksizin. Bu pervasızlık duvarlarımızı yıkmak amacı taşımıyor. Kaldı ki hala o ev bizim evimiz değil. ”Bekle” diyor. Pencereden anahtarı atıyor. Kaldı ki evin anahtarının bir eşine sahip değilim. Yukarı çıkıyorum. Adımlarım her zamanki gibi hevesli değil. Bu merdivenlerden her çıkışımda içimde farklı bir şey uyanıyor. Tanımlayamıyorum. Ama çoktan kabuk tutmuş bir yarayı tatlı tatlı kaşımak gibi bir şey. Fakat üç ay önce ilk kez bu merdivenlerden çıkarken çok heyecanlıydım. Kalbimden bir kuş çıkıp uçmaya başlamıştı kendi başımın üstünde. O önde ben arkada sabırsızlıkla tırmanıyordum. Bu adamın nasıl yaşadığını, yatağını, çalışma masasını görmek istiyordum. Bilmek istiyordum. Çok uzak ülkeleri de bilmek istiyorum. Bu öyle bir şey; gündelik bir merakla uzaktan yakından ilgisi yok. Eve girdik. “Fakirhane” diyordu bu olabildiğince tekil hayatının yaşandığı dört duvar arasına. Ya da çok yakında derinden bir iz silme işine girişmişti. O yüzden bu kadar yalnızdı. Çantamdan iki Bomonti çıkardım. “Çay demlerim sana” demişti ama onu beklerken heyecanımın beceriksizliğini silmek için belki alkole sığınasım gelmişti. Daha sonraları da onu çok beklediğim oldu. Ama heyecanım yatıştı zamanla. acele 27


Kapıda karşılıyor beni. Böylesiyken sonuncu kez. Yok, hayır, bu sefer farklıydı. “Neden ağlıyorsun Ali?” diye soruyorum sırıtarak. “Canım sıkkın” diyor. Aslında bilmiyordum ağladığını. Dalga geçiyordum. Sahi ben onun ağlayabileceğini düşünmüş müydüm? Başka şeyler düşünmüştüm. Onun dünyadaki bütün kadınlarla yatma hayali kurduğunu düşünmüştüm. Yaralı ama ehil bir hayvanı iyileştirmektense vahşi bir hayvanı ehlileştirmenin daha kolay olacağına inanmıştım. Oysaki benden çok daha önce ehlileşmiş. Kanadı kırılmış sonra. Belli ki biri onun kanatlarına vurulmuş, biraz zaman geçince artık ihtiyacı olmadığını düşünüp kırmış kanatlarını bu güvenli bölgede. İki yıl boyunca bu kadının rahminde yaşamış. Çıkınca afallamış. Hayal kırıklığını, öfkeyi, acıyı, özlemi, sevgiyi görebiliyorum ve bu manzaranın hiçbir köşesinde yer alamayacağımdan neredeyse emin bir kararlılıkla yine de kapılarını zorluyorum. Bir insan ne kadar yüce gönüllü olabilir ki? Seviyorum, ilk defa değil ama fazlaca hızlı atıyor kalbim. Ağzı ilk aşkım gibi kokuyor. İşte o zaman kaçmak için geç kaldığımı anlıyorum. Günbegün güzelliğine tapıyorum. Daha fazla, daha fazla. Saatlerce inceliyorum yüzünü. Güzelliğini sevdikçe, ona taptıkça, hayret ettikçe, daha yakından bakmaya çalıştıkça tutuluyorum. Bu başka bir şey; bu şey bir hastalık. Güzellik mevzu bahis. Erkek güzelliği. Güzellik acıtıyor. Karadelik gibi içine çekiyor. Binlerce bulmaca çözdürüyor girdiğim her kapı. Böyle insanları tanırken, öğrenirken aslında kendi içime doğru bir yolculuk yapıyorum. Zayıflıklarıma, sakladıklarıma yönelen emniyetsiz bir yolculuk… Sağ salim geri dönmek ihtimal dâhilinde; öğrendiklerin gördüklerinin ağırlığıyla dönememek de mümkün. Bir süre dönemiyorum. Sonraları yaramı iyileştirmek için sokak sokak, kapı kapı gezerken Serencebey’de yokuş yukarı çıkar halde buluyorum kendimi. Tam tamına iki yıl olmuş buralara gelmeyeli. Eski, huzurlu hayatların yaşandığının varsayıldığı evler sıralanıyor solumda. Üçüncü apartmanın önündeyim. Kapı açılıyor. Merdivenleri biraz heyecan, biraz bıkkınlıkla bitiriyorum. Kapıda önce köpeği karşılıyor, sonra o. Arda, her zaman şık bir adam. Düşünceli, derli toplu. Bira açıyoruz birer tane. Günlük hayatlarımızdan, çözümsüzlüklerden konuşuyoruz. Yüzeysel ve nazikçe yapıyoruz bunu. acele 28


Çoğu zaman çıplak kalmamıza rağmen hiçbir zaman ötesini görmek, göstermek istemiyoruz. Çünkü bazen böylesi güzel. İkimiz de sınırları zorlamıyoruz. Hiç konuşulmadığı halde güzel, şeffaf sınırlarımız var. Konuştukça konuşuyoruz. Dumandan saçmalamaya başlıyorum sonra. Nezaketle, ilgiyle dinlemeye devam ediyor. Arda onu tanıdığımdan beri hiçbir zaman sözümü kesmiyor. Gözleri büyüyor şaşırdığında ve böyle erkeklere özgü bir hoşlukla gülümsüyor. Birkaç dakika sonra kucağındayım. Şimdi “sepetin içinde nehre bırakılmış bebek” bir sonraki yolculuğa kadar güvende hissediyor. Sevişiyoruz. Ama daha farklı. Ali’nin aksine yine nezaketle özenle öpüyor. Benim nezdimde herhangi bir hesaplaşmasını sonuca ulaştırma niyeti yok. Niyet önemli. Bu adam gerçekten şefkatli ve şefkatten haz duyuyor. Sonra uyuyoruz. Uykumun arasında doğrultuyor, giydiriyor beni. Uyuyoruz. natalie k.

acele 29


bilim

Fermi Paradoksu ve Olası Çözümleri

İnsanlığın aklını yıllardır kurcalayan “Evrende yalnız mıyız?” sorusunu olasılıklar ve gözlemler ışığında ele alan Fermi paradoksu nasıl bir süreçte gelişmiş, ne gibi fikirler doğurmuş, gelin birlikte bakalım. Öncelikle paradoks kelimesinin anlamını kurcaladığımızda karşımıza “aykırılık” ve “çelişki” gibi ifadeler çıkar. Bir paradoksta, temelde iki durumun kıyası söz konusudur. Örnek olarak ikizler paradoksunu ele alalım. İkizler aynı anda doğmuş dolayısıyla aynı yaşta iki insandır. Ama Einstein’ın özel görelilik kuramına göre ikizlerden biri ışık hızına yakın hızlarda hareket eden bir uzay aracına binip (Işık hızına yakın hızlarda gitmek şart değil fakat bu düşünce deneyinde bazı etkilerin daha kısa zamanda gözlenebilir olması için şu an bildiğimiz hız limiti olan ışık hızına yakın bir hız kasten ele alınmıştır.) belirli bir süre seyahat ettikten sonra Dünya’ya dönerse, ikizini kendisinden daha yaşlı halde bulur. Gelelim Fermi paradoksuna… Bu paradoks fizikçi Enrico Fermi’nin aklına, 1950 yılında Los Alamos Ulusal Laboratuvarındaki bir öğle yemeğinde düştü. (Tarihte benzer bir düşünceyi öne sürenler olmuş olsa da bu paradoks Fermi’nin adıyla anılmaktadır). Çelişki ise açık bir şekilde, dış dünyada varlıklarını deney yoluyla kolay bir şekilde kanıtlayabileceğimiz zeki yaşam formları olması gerektiği ve bunların bugüne kadar asla gözlemlenememesi arasındadır. Fermi, asgari veriyle doğruya oldukça yakın sonuçlar verebilecek hesapları yapabilme kabiliyetiyle bilinir. Buna en iyi örnek 1945 yılının Haziran ayında, Amerika Birleşik Devletleri tarafından, New Mexico eyaletinin Socorro şehri yakınlarında yapılan Trinity testindeki nükleer denemede patlatılan atom bombasının gücünü (yaklaşık 20 kiloton TNT’ye eş değer) patlama esnasında elinden düşürdüğü kâğıdın gittiği mesafeye dayanarak yaklaşık olarak tahmin etmesidir. Yemek esnasında yaptığı kabaca hesapta da sırasıyla evrende bulunan yıldızların, her yıldızın etrafındaki gezegenlerin, bu gezegenlerden Dünya tipi olanlarının, bunlardan acele 30


üzerinde yaşam ihtimali bulunanlarda yaşayabilecek canlı popülasyonunun artışı ve teknolojik olarak yükselebilmesi için gereken zaman gibi unsurların yaklaşık sayısal değerlerini kullanmıştır. Bu hesaplamalar sonucu Dünya’nın dışında da bir sürü zeki yaşam formu olduğu ve bir şekilde bu canlı varlıklardan haberdar olmamız gerektiği kanısına varmıştır. En azından böyle ileri seviye bir yaşam formunun evreni kolonileştirmeye çalışması beklenen bir şeydir ve bu bile bizi onlarla bir şekilde karşılaştırmalıdır. Fakat ne o zamana kadar ne de o zamandan günümüze dek geçen süre zarfında hâlâ bu iddiayı doğrular nitelikte bir kanıta ulaşabilmiş değiliz. Bu yüzden Fermi paradoksu hala bir paradoks. Fakat buna rağmen paradoksu çürütecek çeşitli olasılıklar tarih boyunca konuşulmuştur. Şimdi bunlardan bazılarına değinelim. Bu paradoksta ilk sorgulanması gereken şey hesaplamalarda kullanılan değerlerin ya da bu değerlere ulaşırken yapılan varsayım ve çıkarımların ne kadar isabetli olduğudur. Mesela Dünya tipi gezegenlerden kaçta kaçında hayat olacağına dair varsayımımız aslında geçerli bir verinin yorumlanmasına dayanmamaktadır. Çünkü bilimsel olarak test edebileceğimiz şey temelde deneylerdir. Teoride öne sürülen hipotez ise sadece deneyde yol göstericidir. Teoride hesaba katılmamış bir sürü etken, deneyde ortaya çıkarak bize doğru sonucu verecektir. (Basit bir mantık yürütmek gerekirse; öngöremediğimiz sebeplerden dolayı iki seçenekli bir oyunda kazanma ya da kaybetme ihtimalimizi yüzde elli olarak düşünebiliriz. Belki de oyunun tasarımı gereği kazandıracak ve kaybettirecek seçenekler her seferinde yer değiştiriyor. Böyle bir bilgi, her oyun sonu, bir öncekine göre diğer seçeneği seçmek yoluyla yüzde yüz ihtimalle kazandırır.) Aslında buradan yola çıkarak dış dünyada ileri zekâ seviyesinde yaşam formları var veya yok diye basitçe iki seçim yapabiliriz ki belirli temellere dayandırarak bunu yapan bir sürü insan da tarih boyunca olmuştur. Dış dünyada yaşamın olmadığı iddiasını öne sürenlerden bazıları, eğer yapılan yaklaşık hesaplarda bir hata yoksa gözden kaçırılan başka bir unsurun varlığını savunurlar. Bu unsur “büyük filtre”dir. Büyük filtre çok sıra dışı olan ve az ihtimalle aşılabilecek evrimsel bir engeldir. Bu, yaşamın oluşması için gereken şartları sağlayan mekanizma da, acele 31


tek hücreli canlılardan çok hücreli canlılara geçiş evresi de olabilir. Etrafımızda başka canlılar göremememiz bu filtreye bağlanabilir. Bu filtre ayrıca bize, zamanımızdaki teorik yerine göre iki olasılık daha sunar. Büyük filtrenin geçmişimizde olması bizi sıra dışı bir şekilde evrendeki en üst zekâ seviyesine sahip ilk canlı yapabilir. Eğer bu filtre bizim geleceğimizde ise biz de, bizden önce bu filtreye takılarak yok olmuş birçok zeki yaşam formu gibi yok olacağız. Ve de evrene gönderdiğimiz sinyaller, bizden önce yaşayanların gönderdikleri sinyalleri fark edemeyişimizde olduğu gibi, bizden sonra gelenler tarafından fark edilemeyecek kadar kısa süreli ve eser miktarda olacak. Muhtemelen bizim sinyalimiz gelecektekilerin yanından, onlar henüz bir sinyal algılamayı öğrenemeden geçip gidecek. Bir olasılık da bir filtrenin olmayışına ve ileri zekâ seviyesine sahip canlıların (aslında çokça kullandığımız bu ifade haberleşme ve çevreyi algılayabilme yetisi en az bizim kadar gelişmiş olan canlıları kapsıyor.) var olma koşullarının ancak günümüzde mümkün olmasına ve bizim yine ilk oluşumuza dayanıyor. Bu da dış dünyada neden kimsenin olmadığını açıklıyor. Bir başka olasılık da, bizden de ileri seviyede olan canlılara yakıştıramayacağımız ama aslında farkında olmadan daha az gelişmiş canlılara karşı olan tutumumuzun bir benzerine maruz kalıyor oluşumuz. Bu uygarlıklar o kadar gelişmişler ki, bulundukları gezegenlerde bütün enerji ihtiyaçlarını karşılayabilecek teknolojik yeterliliğe sahipler ve evrene yayılıp genişlemek gibi bir ihtiyaçları yok. Hatta evrende yaptıkları kısa bir tarama sonucu gördükleri az gelişmiş canlılara hiçbir ilgi duymayıp onlarla iletişime geçmeyi de gerekli görmüyorlar. Evet! Bilimle uğraşan belirli topluluklar hariç, biz de aslında burnumuzun dibinde yaşayan bir sürü primitif canlı için aynı şeyi düşünüyoruz. Ürkütücü bir diğer olasılık ise şöyle: Belki de evrende avcı konumunda bulunan uygarlıklar var ve bu diğer uygarlıkların genişleyip kolonileşmesine, avlanmamak için onların yerlerini belirtici sinyaller yaymalarına dolaylı yoldan engel oluyor. Bu olaslığı göz önünde bulundurarak, zamanında METI projesi kapsamında uzaya gönderdiğimiz sinyale Carl Sagan’ında içlerinde bulunduğu birçok kişi karşı çıkmıştır. İleride bir gün gönderdiğimiz sinyallerden dolayı bizi avlamaya acele 32


gelecek bir uygarlık olursa işte o zaman etrafta neden kimsenin olmadığını, daha doğrusu olduğunu ama bizim algılayıp göremediğimizi anlamış oluruz… Diğer bir ürkütücü olasılık, evrende tek bir gelişmiş, avcı uygarlığın oluşu ve bu uygarlığın, oluşan bütün kendinden güçsüz uygarlıkları yok etmesi. Bu sebeple uzay sessizliğini korumaya devam ediyor. Böyle bir durumu kendi türümüz içinde, aynı gezegendeyken bile gözlemleyebildiğimiz için, bizden çok daha gelişmiş bir yaşam formunun da, başka gezegendeki canlılara karşı böyle bir tutum içerisinde olması oldukça normal geliyor. “Hayvanat bahçesi hipotezi” de bir başka muhtemel bir senaryo. Gelişmiş uygarlıklar bizi izliyor ama belirli bir zeka seviyesine geleceğimiz ana kadar müdahale etmemek gerektiğini düşünüyor da olabilirler. Var olan ve bir şekilde var olduklarını herhangi bir yolla bize iletemeyen uygarlıklara dair olasılıklar dışında garip bir olasılık daha var. Bu uygarlıkların, sinyal yollayarak ya da bir şekilde evrenle iletişim içinde olduklarını algılayamıyor olabiliriz. Ya bunun için çok geriyiz ya da bunu algılamaya çalışırken yanlış yöntemler kullanıyoruz. Bu da biraz ürkütücü gibi gözükse de daha umut vadeden bir olasılık. Şu an teknolojik yetersizliğimizle farkında olamadığımız canlıların belki de bir süre sonra, uzun süredir orada olduklarını keşfedeceğiz. Son olarak, biraz daha felsefi temellere dayanan olasılıklardan biri olan ve Matrix, Inception gibi birçok esere temel oluşturan “holografik evren teorisi”ni ele alalım. İçinde bulunduğumuz evrenin, bu filmlerde olduğu gibi, algıladıklarımızın gerçek olmayışı ve birilerinin bir şekilde her şeyi gerçekmiş gibi algılamamızı sağlamaları söz konusu. Bu manipülasyona sebep olan ileri uygarlıkların bu sanal evrende sadece algıladığımız canlıları (Dünya’daki canlılar) var etmiş olması dış dünyada neden başkalarının olmadığını açıklayabilir. arda i. acele 33


Xaphoon

müzik

Bu sayıda sizler için, saksofonu tahtından ettiğini iddia eden delirmiş bir enstrümanı doğal hayatında incelemeye gittik pek sevgili okuyan! Merhaba, bugün konumuz Xaphoon ismiyle anılan, yaklaşık 30 santimetre uzunluğunda, tek kamış ile çalınan flüt benzeri bir enstrüman. İlk defa Brian Wittman tarafından 1970’lerde, diğer enstrümanlara göre son derece yeni bir tarihte üretilen Xaphoon, kısa süre içerisinde oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmış. Bunun sebeplerinden bir tanesi elbette oldukça kolay taşınabilir ve çalışılabilir olması, ayrıca Xaphoon ile yapılan pratiğin tek kamışlı tüm diğer enstrümanlar için de faydalı olması. Hatta kimi saksofon öğrencilerine önceden kamışlı çalgıya alışması için Xaphoon önerilmekte. Orjinal Xaphoon’ların tamamı elle yapılmakta ve enstrümanın yapımında büyük ölçüde kulak kullanılmakta. Dolayısıyla tüm Xaphoon’ların bir parça benzersiz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bir enstrüman için oldukça hoş bir detay, fakat yine de bir saksofon olmasına yetmiyor. Yaşı kaç, başı kaç. Ayıptır. Fakat enstrüman, bu konudaki esas hamlesini 2000 yılında yapıyor. Bu tarihin öncesinde “Bamboo Sax” olarak bilinen enstüman üzerinde birtakım değişiklikler yapıldıktan sonra “Pocket Sax” ismiyle piyasaya sürülüyor. Bundan sonra bir parça daha popülerleştiğini düşünüyorum. Bir şekilde benim bile elime geçti ve bana bile sevdirdi kendini kerata. Ki saksofon milliyetçisi olduğum şimdiye kadar anlaşılmıştır sanıyorum. Yaratıcısı Brian Wittman, kişisel notlarında ilk Xaphoon’u üretme sebebini, onu saksofon çalarken gören bir çocuğun, bu enstrümanın kendisine göre, daha küçük bir halinin olup olmadığını sorması olarak gösteriyor. Neden olmasın diye düşünmüş olacak ki, Xaphoon üretimi denemelerine başlıyor. İlk yaptığı Xaphoon’u çocuğa hediye ediyor ve üretmeye devam ediyor. Birkaç denemeden sonra ürettiği enstrümanın ses aralığının saksofon ve klarnet arasında, şahsına acele 34


münhasır ve hoş tınılı olduğunu fark edip oldukça heyecanlanıyor. Sonrası zaten enstürmanın yayılması ve popülerleşmesinden ibaret. Wittman, böylece günümüze Xaphoon’u ulaştırmış oluyor. Bu durum bana bu tarz barışçıl ve paylaşımcı yönelimleri olan insanların sayıca azlığını ya da görünmezliğini sorgulatıyor. Acaba bu tarz insanları neden yeterince görüp, yeterince takdir edemiyoruz? Bu sorunun cevabını kendi deneyim veya araştırmalarımla ne yazık ki veremiyorum. özgür y.

acele 35


acele 36


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.