Acele Fanzin - 02

Page 1

acele 1


Acele Fanzin Sayı: 02 Kapak: Véronique’in İkili Yaşamı - Krzysztof Kieślowski (1991) İÇİNDEKİLER: Alıntı Standby Sonuna Kadar Doğallık! Véronique’in İkili Yaşamı Meftun Suretlerin Tarihçisi

3 5 7 11 16 20

İletişim: acelefanzin@gmail.com facebook.com/acelefanzin acele 2


Alıntı

deneme

Yaygın olarak bilinen küçük kıyamet türlerinden biri de içsel ölümdü. Bu tip ölümlerde mevtayı kaldıracak cemaat de mevta gibi ölü olduğundan, arkasından hayır duası okuyup hakkını helal edecek kimse bulunmazdı. Lakin hiçbir mevtanın toprağa karışmadığı görülmediğinden, Hakk’ın mucizesi olarak yeniden doğuş gerçekleşirdi. Zaten ölüm de tek başına korkulacak bir hadise değildi. Şekspir’in de dediği gibi: “Korkulan, ölümden sonra görülecek düşler.” idi. Her nefis ölümü bir gün tadacaktı. Ölüm mutlaktı, ölüm Hak’tandı. Lakin ölümün kişinin kendi elinden olmamasına ve hatta kendini öldürmesi en büyük günah sayılmasına rağmen, içsel ölümlerde âdem neden kendi cellatlığını yapardı? Bu büyük yıkımın ustaca hünerini mi paylaşmak istemezdi? Yahut kendini öldürülmeyecek kadar kibirli mi görürdü? Satre doğru söylüyordu: “İnsan, insanın cehennemidir!” O büyük, dipsiz, sarp kuyulara ancak kendimizi atardık. Celladımız bizi büyük bir nezaketle o kuyunun başına getirir ve orada bırakırdı. Bu raddede şuna da değinmemiz gerekir: Mutluluk dediğimiz hadise de bu kuyunun etrafında yaşanırdı. Bir zaman sonra cellat diyeceğimiz kişi, ilk belirdiği anda bir melek olarak bizi o kuyunun başına getirdiğinde, kuyunun dibine bakar ve ne kadar yüksekteyim diye böbürlenirdik. O meleğe yanımızda acele 3


olup bunu gördüğü için şükranlarımızı sunar, onu dualarımız ile kutsardık. Yalnız onun bunu görebileceğine inanırdık. Attila İlhan’ın da dediği gibi: “Onlar gibi değilsin sen, başkasın!” Melek bir süre sonra, kendi kuyusunu düşünüp onu merak ettiği anda insana dönüşürdü. Bunun olmasını ilk başta doğal karşılar, ona bu kuyunun ikimizi de yüksek göstereceğinden bahseder, bu haklı gururu paylaşmayı teklif ederdik. İnsan, karşısındakinin teklifini dinler, kuyuya alıcı göz ile bakar, eğer kendi kuyusuna benzer yahut daha derin değilse kalmayı seçerdi. Lakin kuyu, kendi kuyusundan daha derinse, bundan hayıflanır ve kendi kuyusunu derinleştirmek üzere gideceğinden bahsederdi. Tom Waits’in de dediği gibi: “Seni seviyorum bebeğim ama daha eve yolum var.” Gitmeye karar verdiği o son evrede ise insan, cellada dönüşür, bizi büyük bir nezaket ile orada bırakır ve giderdi. Celladın bu davranışına sinirlenen biz de kuyumuza bir kez daha âşık olur ve onun her yerine sahip olabilmek için içine büyük bir şevkle atlar ve ölürdük. Her şeyin dediği gibi: “SON” emre k.

acele 4


Standby

deneme

Son günlerde hayatımın kontrolünü evrene verdim. Daha önceleri bende miydi, pek emin değilim ama en azından karar verdiğim zamanlar oluyordu. Ne olacağını ya da olması gerekenleri göz ardı ederek aldığım nefes beni nereye savuruyorsa oraya yürüyorum. Koşmadan, neler olup bittiğini anlamak için etrafıma bakarak… Gel deniyor, geliyorum. Git deniyor, gidiyorum. Neden-sonuç gel gitleriyle ilgilenmiyorum. Beni tek düşündüren, tüm bunlar için bana lazım olacak öz enerjiyi sağlayan şekeri nereden bulacağım. Şimdilik motivasyon için kullandığım en önemli araç, kağıttan veya peçeteden yaptığım toplarım. Üşengeçlikten uzayan tırnaklarımın arasına bu topları yerleştirmekten aşırı keyif alıyorum. Önce kağıtları her bir tırnagıma göre bölük pörçük edip sonra da teker teker tırnaklarımın bir sağına bir de soluna yerleştiriyorum. Hepsine yerleştirerek, kâğıt varsa ve tabii ki ortam da buna uygunsa, tamamladığımda bir seviye atlamış gibi hissediyorum. Daha sonrasında hepsini çıkarıp farklı kombinasyonlar deniyorum: tırnaklarımın sadece sağ tarafına ya da sadece sol tarafına yerleştirmek gibi… Neden böyle bir şey yaptığımı daha önce hiç sorgulamadım ama sanırım bir çeşit terapi gibi görüyorum bunu. Neyse… Etrafımdaki her şey, herkes gayesiz ilerlediğim bu yolda beni bir yere itiyormuş gibi geliyor. Bir değişime olabilir ya da bir karara. Henüz ne olduğunu bilmiyorum, anlamıyorum. acele 5


Bekliyorum. Tam bir standby. Konuşuyorum. Bu ara etrafımda hakkıyla konuştuğum iki kişi var. İkisi de birbirinden bağımsız bir şekilde dünya haritasında henüz var olmamış bir yola koyuldular. Kendileriyle bu dünyada görüşüyoruz. Bir tanesi çok yakın bir geçmişte kendi yolculuğuna çıktı. Self-cörniy dediklerinden. Ya da seyrüsüluk da olabilir. Karar alıp gidene kadarki bütün adımlarında neredeyse vardım. Neredeyse diyorum çünkü bazen yok oluyordum (Artık yanlış yere koyduğum cümle öğelerinden bile keyif alıyorum). Sonra gerçekten gitti bu arkadaş ve iki ay olmasına rağmen kendini tanımaya başlamanın verdiği sarhoşlukla ve küçük bir mürşit edasıyla etrafındakilere yol göstermeye başladı bile. Ben de her görüşmemizden sonra eve yürürken farklı bir yol izliyorum. Sonra bu da bir şey diyorum; yolculuğun nerede başlayacağını bilemem sonuçta. Hep derdi ama, otuzuma gelmeden hayatımı radikal bir kararla altüst edeceğim diye. Etti de. Eski alt yeni üstken her şey daha anlamlıymış, öyle diyor. Korkmayın, diyor, altüst olmaktan, etmekten; kim demiş ki üst alttan daha iyi? Haklı. serhan ş. acele 6


Sonuna Kadar Doğallık!

deneme

İkili ilişkilerde samimiyete elbette çoğumuz önem veririz. Hatta önemini, türlü türlü ilişkilerin onun eksikliğine rağmen başlayıp bir süre sonra yine onun eksikliğinden bittiğine çokça şahit olduğumuzdan tasdik ederiz. Peki, bu açıklığın bir ölçüsü olmalı mı ve olmalıysa biz buna ne kadar dikkat ediyoruz ya da etmeliyiz? Çoğu insan genelde bu ölçünün kendisini düşünmeden, sadece deneyimlerine dayanarak diğer insanlara olan açıklık seviyesini belirler. Nabza göre şerbet verir bir nevi. Bazen karşıdakinin nabzına göre, bazen de kendi nabzına göre… Kimileri ölçülü olma konusunda çok düşünmüştür ve kimseye karşı aşmayacağı sınırları vardır ama kendi olmayı da ihmal etmez. Çünkü kendisi olmanın bir üslubu vardır ona göre ve o çerçeve ile ifade eder hissettiklerini. Benliğini dikta etmez çevresindekilere. Bir gazın kapalı bir kutu içerisinde serbestçe dolaşması ama hiçbir zaman da kutunun sınırları dışına çıkmaması gibidir onların durumu. Kimi ise çok kısa süren bir düşünüp taşınmanın sonucunda, istisnalar hariç, bu ölçünün seviyesini olabildiğince serbest bırakarak (seviyesizlik buna dense gerek) herkese sadece kendi hislerine göre muamele eder. İçleri dışları birdir! “Ben kendimim. Çevremde olup bundan zararlı çıkan varsa, varsın onlar da benliklerini ortaya döksünler” der. Döken döker, sonunda kalır ya da gider (biraz gürültü ile), dökemeyenin ya da dökmek istemeyenin vay haline… acele 7


Her sorunu alttan almaya, sürekli çevresindekileri memnun etmeye ya da çokça tekrar eden durumları anlayışla karşılamaya mecbur bırakılıyorsa bir insan, kendi olmamış olur. Fakat tutup da o an çok sinirlendiği birisini haklı olduğu halde öldürse, kendi olduğu ve hissettiği gibi davrandığı için bu kişiyi tebrik de etmeyiz, etmemeliyiz. Fiziksel zarar bir yana dursun, birisinin çevresindeki bir sevenini düzenli bir şekilde duygusal yıkıma uğratması bile kabul edilemez. Eğer bu seven, zorla bir şeyi kabul ettirmek istemiyorsa, her iki tarafı da mutlu edecek makul bir tutum mutlaka vardır. Evet! İnsan belirli tutumları takınarak fedakârlıklar yapmalı! Aksi halde kimse ile kısa süreli zevkler dışında uzun soluklu, ömürlük bir paylaşımda bulunamaz. Çünkü bir bireyle bir şeyler paylaşmak beraberinde bazı şeylere katlanmayı gerektirir. İnsan kendisine bile zaman zaman katlanamıyorken başkası ile arasında böyle bir ilişki olması belki de en doğal şeydir. Hatta daha da doğalı bu olumsuz gözüken şeylerin katlanılacak şeyler olmayı aşması ve istenerek yapılacak şeyler halini almasıdır. Birini sevip ona değer vermek, sen hoşlanmasan bile sırf o hoşlanıyor diye sevdiği şeyleri ona sunarak mutlu olmayı beraberinde getirir. Öte yandan herhangi bir ilişkinin güllük gülistanlık bir halde, uzun sürmemesi gerektiğini de düşünebilir her daim doğal olmayı savunanlar. Bu sorumluluk almaktan kaçınmak, diğer insanların duygu yüklerini paylaşmayı reddetmekten başka bir şey değildir! Bilinir ki bir eleştirinin üslubu, eleştirilen kişinin olayı acele 8


olayı idrakini etkiler. Eleştiren kişi inatla, doğallık adı altında kırıcı ve kaba olmakta ısrarcıysa, amacı karşıdakini eleştirmek ya da kendince doğru yola iletmek olsa da bunu çoğunlukla başaramaz. Hatta buradan çıkarımla sorunun kendisinde değil, karşı tarafta olduğunu söyleyebilir, karşı tarafın durumu anlamak istemediğine yorar olanları. Elbette aynı bağnaz görüşe gönül vererek, haklı bir eleştiriyi üslubuna bakmaksızın kabul edebilecekken, içinde beslediği kin gereği anlatılanları anlamak istemeyen bireyler de vardır. Hissedilene fazlaca kapılmışlığın taktığı gözlük, uzun süren tartışmalar sonucu bu gözlüğe sahip herkes için hiçbir şeyin değişmemesine neden olur. Bir taraf üsluba takılmanın saçma olduğunu düşünerek karşısındakinden bir kavrayış beklerken öbür taraf da üslup değişikliğiyle hiçbir şey değişmeyeceğini bildiği halde üslubun değişmesini bekler. İnanın iki beklenti de kendilerince diğerine göre daha doğru ve yerinde olandır! Oysa iki taraf da beklentilerinden vazgeçip kendi üzerine düşeni yapmalıdır. Ayrıca her daim kendi hissettiklerini yoklayıp bunları dışa vurma çabasında olan birisi her insana karşı empati sahibi olabilmekten de bir hayli uzaktır. Çevresindekilerin kalbini düşüncesiz bir hareket sonucu kırması çok muhtemeldir. Normalde böyle bir hatayı hemen fark edebilmek kişinin benliğinden çıkabilme yetisine ve bunu yapma sıklığına bağlıdır. Ama doğallık ve içtenlik gereği zaten genelde bu yapılan, böyle kişiler için hata bile değildir. Dolayısıyla geri alınması gereken ya da özür dileacele 9


meyi gerektirecek bir hamle de yoktur ortada. Olabildiğine doğal bir insanın sahip olabileceği en olumlu ve nadir olan tutum ise bütün bu olumsuzlukların farkında olup bir köşeye çekilmektir. Sevdiklerine ve onu sevenlere zulüm ettiğini fark eder, yine de sonuna kadar hissettiklerini içinden geldiği gibi söylemeyi ilişkilerde en büyük erdem olarak görür, yalnız kalmak en çok korktuğu şeydir ama yalnız kalmayı tercih eder... Ama bu kişi zamanla ruhunda oluşacak tahribattan habersizdir. Bir insanın çevresindekilere vereceği huzursuzluk ve güvensizliği sadece kendisine yönlendirdiğini düşünün. Bütün o yakarışlar, memnuniyetsizlikler, şikâyetler… Günden güne katlanarak artarlar, çünkü onlar için bunlara şahit olmamak elde değildir. Oysa birileri tarafından her şeye rağmen hep sevileceklerini ve o kişilerin yokluğunun vereceği acının büyüklüğünü hakkıyla anlayabilmiş olsalardı, bazı ilişkilerin neden ömür boyu sürmesi gerektiğini de anlarlar, uzun soluklu ilişkilerde heves ve heyecanı ön planda tutmayan insanların kendilerini kandırdığını düşünmezler ve değer vermekle köküne kadar doğal olmak arasında düşündükleri gibi bu kadar kuvvetli bir ilişki olmadığını kavrarlardı. Çünkü herkes değer vermeyi bu şekilde tanımlasaydı (ki onlar insanlar böyle yapsın ister) o zaman onlar bir köşeye çekilmeseler bile ister istemez yalnız kalmaya mahkûm olacaklardı. Şükretsinler ki çevrelerinde onları seven ve olumsuz hallerini sürekli başlarına kakmayan insanlar var. arda i. acele 10


Véronique’in İkili Yaşamı

sinema

Irene Jakob’un ilk oyunculuk deneyimiyle Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almasını sağlayan Véronique’in İkili Yaşamı; Krzystof Kieslowski’nin ülkesi dışında çektiği ilk film olma özelliğini de taşıyor. Biri Polonya, diğeri Fransa’da doğan iki aynı insan: Weronika ve Véronique. Biri elini sobada yaktığında diğeri elini sobaya götürür, dokunmadan geri çeker, biri düşünmeden hayallerinin peşinden koşarken, diğeri temkinlidir. Yüzleri aynı, karakterleri farklı bu iki insan ülkelerine benzer; aynı kıtada ama birbirinden çok farklı. 1991 yapımı olan film, Polonya’nın siyasi ortamını fon olarak kullanıp mistik bir konuya odaklanıyor. Paralel evren veya dünyanın bir köşesinde bilinmedik bir ikizin olması durumu, Kieslowski’nin gözünden anlatılınca masalsı bir dünya ortaya çıkıyor. Yalnız olmadığını hissetme, bir yerlerde birileriyle bilinmedik bir bağın olduğu duygusu nasıl bir şey olabilir? Bir cevaptan çok, bu sorunun getirmiş olduğu his ile ilgileniyor Kieslowski, pek çok filminde olduğu gibi. Bu durumda filmin en başından bahsetmek iyi olacaktır. Polonya’da annesinin kolları arasında tepetaklak duran bir kız çocuğu, Weronika, dünyayı tersten görmektedir (Paralel Evren/Upside Down). Annesi kız çocuğuna milyonlarca yıldızın bir sis bulutu acele 11


gibi durduğunu söyler ve kıza yıldızları göstermesini ister. Weronika eliyle yıldızları gösterir. Aynı anda Fransa’da Véronique ise, elindeki yaprağa bakmaktadır. Annesi, yeşillenen yaprağın üstündeki incecik damarları, tüyleri işaret eder ve ‘‘Bak’’ der. Weronika gösterir, Veronique ise sadece bakar. Yani Weronika cesur ve eylemciyken, Veronique daha temkinli ve pasiftir. Film, Weronika’nın hikâyesiyle başlar. Weronika’nın yağmur altında sırılsıklam olmuş yüzü mutluluktan parlamaktadır. Çünkü en sevdiği şeyi yapmakta, yani şarkı söylemektedir. Daha sonra Krakow’a, teyzesinin yanına hayallerini gerçekleştirmek için gider ve başarılı da olur. Kendine has sesi, orkestra şefi tarafından fark edilir ve hayatının en önemli konserine çıkma şansını yakalar. Aynı gün mutluluktan sarhoş olmuş, notalara ve kendi düşüncelerine dalmış olan Weronika’nın protestoların olduğu meydanda yürüdüğünü görürüz. Herkes farklı yöne koşarken, o kendi halinde yürümektedir. Hengâmenin ortasında, bakışları bir noktaya takılı kalır ve olayların ortasında kalmış bir turist grubuyla beraber otobüse bindirilen Véronique’le karşılaşırız. Véronique, Weronika’nın aksine kalabalıkla ve protestoyla ilgilidir. Bindiği otobüsün içinde bir yandan olayı fotoğraflamaktadır, fark etmeden ikizi Weronika’yı da. Bu karşılaşma Weronika’yı alt üst eder, senelerce anlam veremediği ‘‘yalnız olmama’’ hissinin cevabını sonunda bulduğu gibi giden otobüsle kaybetmiştir. Nitekim hayatının şansı olan konserde, solosunu söyleracele 12


ken yere yığılır. Ara sıra kalbine giren sancılara rağmen hayalinin peşinden koşan Weronika, ne pahasında olursa olsun istediğini yaşamış ve çabuk ölmüştür. Weronika’nın ölümüyle, Véronique’in hikâyesi başlar. Bir erkekle sevişirken, bir anda kendini yalnız hisseden Veronique, şarkı söylemeyi hocasının ısrarına rağmen bırakır ve müzik öğretmeni olarak hayatına devam etmeye karar verir. Weronika’nın tersine Veronique, hüzünlü ve -artık- yalnızdır. Tam da bu sırada okulda gösteri yapan kuklacıya bir anda âşık olur. Weronika şarkı söylemek için sevgilisini terk ederken, Véronique ikizinin aksine âşık olmayı bekler. Belki de hayatı boyunca anlam veremediği yalnız olmama hissi bir anda kaybolunca, âşık olmaya ihtiyaç duyar. Bu andan itibaren film, Veronique ile kuklacı ve aynı zamanda çocuk kitabı yazarı olan Alexandre Fabri arasındaki oyuna odaklanır. Véronique’in Véronika’yı keşfetmesi de onun sayesinde olur ve Véronique Krakow’da çektiği fotoğrafların arasında yanlışlıkla kadraja giren, kendisine bakmakta olan Weronika’yı görür. Bu bilgi, tıpkı Weronika’yı olduğu gibi, onu da değiştirecektir. Kukla, Kieslowski’nin -metaforları sevmese de- La Double vie de Veronique için kullandığı muhteşem bir metafordur. Slavoj Zizek, her ne kadar kuklanın Weronikaların en uç noktadaki katlanılmaz özgürlüğünün sahnelenmesi olarak gösterse de, Véronique,Alexandre’ın kendi kuklasından iki tane yaptığını göracele 13


dükten sonra babasının yanına dönmeye karar verir. Bu sahnelemeyi tutsaklık olarak görür. Bu noktada Alexandre’ın neden iki tane kukla yaptığı sorusuna verdiği cevap önemlidir: ‘‘Çünkü gösteri sırasında hep elimdeler. Zarar görebiliyorlar.’’ Yani Weronika’yı ilk tecrübeyi yaşayan ve zarar gören, Véronique’i ise ikizinin tecrübeleri sayesinde fark etmeden hasardan kıl payı kurtulan kukla olarak nitelendirmek mümkün. Véronique’in Weronika’nın ölümünden sonra müziği aniden bırakması ve kardiyoloji bölümünden çıktığını görmemiz, onun ikizinin başına gelenleri bir şekilde hissetmesine en açık örnektir. Kieslowski’nin görüntü yönetmeni Sławomir Idziak ile birlikte kullandığı sarı-yeşil filtreler, bu mistik hikâyenin anlatımını güçlendirir. Özelllikle gerilim ya da duygu yoğunluğunun arttığı sahnelerde yeşil rengin dominantlığı göze çarpar. Weronika’nın öldüğü opera sahnesi ya da kukla sahnesi buna örnek verilebilir. Ayrıca filmin masalsı dünyasının başarısında görüntünün yanında, Kieslowski’nin kadim dostu Zbigniew Preisner’in Weronika için bestelediği müthiş müziğin etkisini göz ardı edemeyiz. Müzik, Weronikaların ortak yanı ve kaderlerinin belirleyecisidir. Preisner’in dekaloglardan bu yana kullanmış olduğu hayalî müzisyen Van den Budenmayer’in konçertosu, Weronika’nın ölümüne neden olurken, Véronique ise öğrencilerine bu konçertoyu öğretir. Véronique’in İkili Yaşamı’nın yirmiye yakın kaba kurgusu olduğu biliniyor. Diğerleri nasıldır, bilinmez ama acele 14


herkesçe bilinen versiyonu, açık uçlu ve gizemlidir. Bu durum filmin yapısına tamamen uyuyor ve Véronique defalarca izlenebilecek bir film olma özelliğini taşıyor. Yukarıda da açıkladığım gibi Kieslowski, bir cevaptan çok durumun getirdiği tuhaf duygu yoğunluğunu yaşatmayı tercih ediyor. Ve bu duygu yoğunluğu filmin başından sonuna dek seyirciyi içine alıyor. Véronique; Kieslowski’nin Üç Renk üçlemesinden önce bir geçiş özelliği taşımasından dolayı izlenmesi gereken filmlerinden bir tanesi. seda s. Orijinal Adı: La Double Vie de Véronique Yönetmen: Krzysztof Kieslowski Tür: Dram Yapım Yılı: 1991 Süre: 98 dakika

acele 15


Meftun

tefrika

Seni ilk gördüğüm yer rüyamdı ama bunu ben kendime bile kanıtlayamıyorum. İçimden geçen kelimelerin her biri sayısız olasılık doğuracak kifayette, üzerime yürürken ben ancak gözlerimi kapatıyorum. İçimden üçe kadar sayıyorum. Olmadı mı? Bu sefer yediye yöneliyorum. Hâlâ olmazsa son çarem on dört. Hiçbir canlının sonsuz yaşayamadığı gibi ben de tüm olasılıkları tek bir nefeste boğazlıyorum ve yeni adımlar atıyorum. Ben sana yürürken önüme yeni sokaklar çıkıyor ve ben her seferinde yapıyorum. Seni ilk gördüğüm gece pazardı. Yataktan kalktığımda içimdeki derin öfkeyi gömecek bir kuyu arıyordum. Ayaklarım beni eski İstanbul’un sin-kaflı sokaklarına böyle getirmişti. Gördüğüm ilk tabela “Jayid”di. Kafamda hâlâ gördüğüm düşün bütünü ile boğuşuyordum. Bir kalenin içinde altı adam oturmuş, senin gelmeni bekliyordu. Ben bunların ne altısıydım, ne hiçbiri. Altı adam oturmuş, senden bahsediyordu. Ben yalnız birinin sesiydim. Senden bahsediyordum, gördüğüm senden. İçimde tüm dünya kavimlerini yakacak bir isyanın ateşi baki, salınıyordu. Oysa seni görmek beni ümmetinin içine de katıyordu. Ben seni anlatırken, altı adamdan da kıskanıyordum. Oysa onlar olmazsa, senin olmayacağını da biliyordum. İçimdeki isyana karşı koyamıyordum. acele 16


Hiçbir zaman hevesli bir adam olmamıştım. Zaman, bende unutturma hamlesini hep ürkekçe yapmıştı. Bu sebepten hiç görmediğim suratını hiç de unutamamıştım. Dedim ya artık ümmetindendim ve azap haktı. Gözlerin bana azabı yaşattığında tabelada “Sair” yazıyordu. Binalarının hepsi birbirine benzeyen Rum mahallerinden birindeydi bu sokak. Ben hangi pencereye baksam, senin gözlerindeki yeşilden bir tutam yapışıyordu kalbime. Hangi pencereye baksam, gözlerinden düşen yaşın ağırlığı azap veriyordu bana ki ben senin ağladığını daha görmemiştim. Altı adamdan biri çayırlarda uyurdu geceleri, ben ise onun gördüğü yıldızları o ufak Rum mahallesinde bile tek tek seçebiliyordum. Baktığım yer geçmişti, oysa ben seni gelecekte arıyordum. Aylar eski imparatorlara, günler ise başkalarına benzerken bile saatler hep seni gösteriyordu. Sonu bir duvarla örülmüş çıkmaza bağlanırdı Sakar Sokağı’nın ve ben ona tereddütsüz dalardım. Çevre sokaklarda kesilmiş ne kadar ağaç varsa onların yasını tutardı bu sokaktakiler. Denizden uzak martıların uğrak yeri olmuştu her birinin dalları. Ne kadar uzaktan gelen haber varsa, geçemediği yolların öfkesini kusardı bu ağaçların dallarına. Altı adamdan biri çölde yürümüştü ve adını yalnızca o biliyordu. Elindeki asa ile kuma her vurduğunda bir vaha çıkacak gibi olurdu, ne zaman adını zikretse. Ben ise ağaçların dallarından bana dokunur diye korkuyordum. Ki seni artık “Yek” diye kabul ettiğim o günden önce ki

acele 17


gün, sana sırtımı döndüğüm gündü esasında. Avlulu evlerin, her birinin cumbasında ışık yanıyordu o gece. Kulaktan dolma bilirdim cemlerin cuma gecesi olduğunu. Hangi kapıyı çalsam, bilirdim buyur edilmeyeceğimi, çünkü ben kul olmaktan uzaktım o gece. Her kapının ardında başka bir gelecek vardı ve ben sırtımı dönmek için geçiyordum o sokaktan. Oysa o sokağın sonundaki kavşak dönüp aynı yere bağlandığında, anlayacaktım hangi dairenin içinde olduğumu, bir saka misali geçerken Cahim Yokuşu’ndan. Seni artık kendime katmam lazımdı ve bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Tüm kapıları çalıp birilerini aradığımda Surdibi’ndeydim, Hutame Sokağı’nda. Hangi kapıyı çalsam ses veren olmazdı, yalnız perdelerin altından birkaç göz seçerdim tıknaz ve aksi. Hangi kapıyı çalsam dilenirdim, yanındaki seni alıp içime katsın diye. Yalvardım sokak boyu, ses veren olmadı. Ya lisanını konuşmuyordum, ya damgam açık değildi. Böyle böyle vardım, sokağın sonundaki kuyuya, içimden geçeni tek nefeste bağırdım, yankılandı sanki vadi boyu. Kuyu bana ses verdi, duyduğum ses benimdi, lakin sen artık içimdeydin ve ben kendimi bilmiyordum. Seninle girdiğim ilk sokak Leza’ydı ve ben hâlâ seni tam olarak bilmiyordum. Sen içimdeyken anlamıştım, birini içine katmak simyaydı ve benim mekaniğimin bittiği yerde senin hissiyatın başlıyordu. Kerahet vakti olmalıydı, güneş benim üstüme değil yollara doğuyordu. İçimde acele 18


delice bir istek vardı ufka doğru koşmak için, sen ise “Dur!” diye haykırıyordun, dur ve gör olacakları. O an bir rüzgâr esti, efsunu kendi içinde, ne kadar cam varsa kapandı sokakta, titreyerek. Ben artık suratıma bakacak kimseyi bilmiyordum. Tüm bu sokaklardan geçen ben, artık seni görüyorum, tam karşımdasın. İçimi yırtarak çıktın ve gittin, arkan dönük bekliyorsun. Haviye Meydanı’nın ortasında uzanmış ben haykırıyorum: KURTAR BENİ BU AZAPTAN, BAĞIŞLA! Sen hâlâ yüzünü dönmüyorsun. Altı adam başımda, ben onları görüyorum, onlar beni görmüyor. Altısı da senden bahsediyor, yüzünü görüyorlar, ben kıskanıyorum. Altı adam konuşuyor her birinin sesini duyuyorum, hiçbiri beni duymuyor. Altı adam başımda, ben uykuya dalıyorum, uyanıyorum. Yanımda sen varsın. emre k.

acele 19


Suretlerin Tarihçisi

öykü

O tuhaf gecenin beşinci seneyi devriyesinin pek yakınlarında olacak: Evvelden yalnızca limandan savrulup gelen rüzgârların, kırmızı-mavi ışıkların, köpek havlamalarının serbestçe gezinebildiği gecelerde ancak gölgelere gizlenerek görülebilen onca işin, akşamlar boyu uzanan bir çatlakta yürüyüp nihayet baygın ikindilere kadar sızdığı günlerdi. İlk utançlar birer ikişer sokaklardan çekilmiş, arkalarında bıraktıkları konaklar küflenmişti. O pazar sabahı alışılmadık bir şekilde lambaları çalışır, suları akar bulduğumdan; çamaşırları yıkamış, tıraş olmuş, banyo yapmış, geç kalma korkusuyla gömleklerimin yalnızca bir kısmını ütüleyebilmiştim. Aslında yetişecek hiçbir yerim de yoktu. Yalnızca; ütü masasından, mavi bir yakadan ya da kırmızı-siyah damalı bir yenden kafamı kaldırdıkça karşı binanın bembeyaz duvarlarında daha da parlar halde bulduğum güneşi bir an evvel yüzümde duymak istiyordum. Ayakkabımı giymeden evvel iç cebimdeki ufak aynayı ve kâğıda sarılı sırrı yokluyorum. Yüzüm nasıl görünüyor, kim bilir. Bugün mutlaka bir tasvir çizdirmeli.Kapıdan çıkarken tasvirci Z. Hoca’nın sıkıca sarıldığı meslek ahlakını; bir-iki hafta evvel nişanlısına vermek için bir tasvir çizdirmeye gelen bir müşterisinin dudağındaki uçuğu, adamın bin bir ricasına rağmen ayrıntılarıyla resmetmeye kalktığını, üstüne de günlerdir orada burada, bu konudan ne zaman bahsedilse yani, kendini dakikalarca hararetle savunduğunu hatırlaacele 20


yıp gülüyorum. Neme lazım, bir sivilceyi ya da atlanmış bir tüyü bulabilmek için yüzümü baştanbaşa yokladım parmaklarımla. Dışarıda, aşikârı saklamanın gülünçlüğünden kurtulup bu sefer de birtakım taze yanılgılara düşmüş onca insanı; bakırcıları, demircileri, mermercileri, eşya toplayıcılarını, orospuları, kuytularına kadar güneşin sızdığı metruk binalarda rahatça dolaşıp birbirlerine dokunur halde buldum. Laf atmaların, kahkahaların, şarkıların ve hiç durmayan sigara dumanlarının arasında bir sonraki kendini duyma anına kadar yanındakiyle oyalanan onca insan... Belini henüz doğrultmuş bu acemilerin yanında, alışıldık diğer tüm gündüz manzaraları, sokakta koşturan çocuklar, atölyenin önündeki parkta oturan ve mütemadiyen azalıp çoğalan devrimciler, camlardan aynı öğleni bilmem kaçıncı kez seyredenler, aydınlıkta da olup olacağı işte bu kadar, der gibi bilindik yerlerinde pek sıkkınlar. Yürürken parktaki suratlarda, sırtlarda aradım onu. Ortalarda yoktu. Sıkıldım, başımı göğe kaldırdım. Kaç adım attım bilmiyorum, birden gece alışkanlıklarını hâlâ bırakamamış bir herif omzuyla sol kolumun dirseğine tosladı. En aşağıdan başlayıp boyası gelmiş kunduralarını, İspanyol paça pantolonunu, siyah yeleğinden sarkan zincirini, kareli kahverengi ceketini ve nihayet boyalı bıyıklarını süzdüm. Önce çarpışırken elime tutuşturduğu kartvizite sonra da bana bakıp: -Affedesin, birader! dedi ve yoluna devam etti.

acele 21


İlk günlerde, aynalar, vitrin camları, tüplü televizyonlar ve hatta su birikintileri dahi toptan değersizleşip donmuşken bu kartvizitlerin, vardiya bitimlerine, akşam yemeklerine, karşılaşmalara, gece yarısı kaçışmalarına kadar yaydığı fiskoslara kapılıp sırf bu türden, tuhaf giyimli, kısa boylu adamlardan biriyle çarpışmak ve o “şimdiyi gösteren” aynalardan birinin karşısına geçebilmek bu işlerin merkezi sayılan G…’da bir geceliğine dolanmayı düşünür olmuştum. Ancak her tevatür gibi bu da, ben işin aslını tecrübe edemeden, kendi kendine şişip başkalarınca söndürülmüş; kartvizit dağıtan bu tuhaf görünümlü heriflerin, şehrin dört bir yanına dağılmış irili ufaklı dolandırıcılık çetelerinden olduğu ağızdan ağıza, uzak bir kötülüğü çekiştirme rahatlığından, kızgınlıktan ziyade yitip giden hayalin büyüklüğünden ancak yazıklanarak, iç çeke çeke anlatılır olmuştu. Uzun koridorlardan geçilerek, kırmızı halılardan yürünerek varılan aydınlık odalarda, ipek perdelerin ardında, görür görmez insanı kendine hayran bırakacak, oymalı çerçevelerine paha biçilemeyecek o boy aynalarının hayali birden tuzla buz olunca, önce büyük bir yorgunluk duyulmuş, günlerce mesele üzerine tek laf edilmemiş, sonra da artık kendini görmenin yolunun, belagatte ya da karakalemde maharetli tasvircilerden birini bulmaktan geçtiği herkesçe yavaş yavaş kabullenilmişti. Fakat sorun bununla da büsbütün çözülmüş olmuyordu çünkü bu tasvirciler de duyuşta ve üslupta birbirlerinden ayrılıyorlardı. Eski kışlanın kapısında, açık sözlülüğü ile acele 22


nam yapıp işi neredeyse fala kadar vardırmış yaşlı kadından; okulun önünde hafta sonları tezgâhını kuran, biçimsiz yüzlerde dahi tekil bir uzuv güzelliği bulup bunu parlatmadan duramadığı için bir kısım devrimci tarafından tasvirlerinin grotesk bulunması sebebiyle resim atölyesinde kavgalar çıkaran sanat okulu öğrencisine kadar, mesleğini sözle, yazıyla veyahut çizgiyle icra eden pek çok nevi şahsına münhasır tasvirci -bir kısmı çıraklarıyla beraber olmak üzere- sokaklarda, yıkıntıların içinde, çinko saçakların altında, ancak bir aracıyla girilebilen bodrum katlarında, kahve köşelerinde müşterilerini bekliyordu. Şimdi ben de onlardan birinin karşısında; en yeteneklilerin birer ikişer namlarını duyurdukları günlerde, bir sabah büyük ve aksak tasfiye dalgalarından kim bilir kaçıncısında işsiz kaldıktan ancak aylar sonra piyasaya girmeye cesaret ettiğinden şöhreti hünerine henüz erişemeyen, müşterileri ancak tanıdıkları ve öğrencileriyle sınırlı kalan resim öğretmeni Z. Hoca’nın kulübesindeyim. Son bir nefes çekip masadaki camdan kül tablasında sigarasını söndürdükten sonra arkadaki duvarda asılı radyonun sesini, tuvaline bakıp suratını ekşittiği zamanlardaki gibi iyice kıstı. Çekilip giden keman sesiyle, nicedir perdelenen kuş cıvıltıları, parktan yayılan hararetli uğultu, boş çerçevelerinden girip kulübeyi doldururken önce şöyle bir tuvale, sonra da gözlüklerinin üstünden bana baktı: - Dün gece sahildeki büyük aynalardan birini kırmışlar. acele 23


Sabah da el altından sır dağıtan bir sivili benzettiler… Yine aynı kuş cıvıltıları, çocuk sesleri… Biri, arkadaşına sesleniyor, arkasından yetişmek için koşuyor. Parktan yükselen uğultuda sözcükler üst üste biniyor. Ötede başka birileri hep bir ağızdan gülüşüyor. - Baskın olur herhalde bu akşam. Saklanmalı mı, çatışmalı mı, onu tartışıyorlardı. *** Okula çıkan uzun sokaklarda ilerledikçe, sesler azala azala duyulmaz oldu. Haftalardır tırmanmadığım parmaklıkları aşıp ön bahçedeki çalılıkların arasından bir zamanlar okulun müstahdeminin, karısı ve çocuklarıyla kaldığı odacığa, muhtemelen o gece bu binada aydınlanmış tek yere yürüdüm. Duvarda yerlerinden indirilmiş bazı çerçevelerin izleri kalmış. Okula aylardır girip çıkmama rağmen burasının yeni aklıma gelmiş olmasına üzülüyorum. Ümitsizce ana binanın taş merdivenleri çıkarken tasvirdeki yorgun, altı morarmış gözlerime bakıyorum. Uzaktaki pencerelerden koridora düşen ışıklar, ben yürüdükçe titreyip kısalıyor. Şimdi, yıllar öncesinden her bir köşesini adım adım bildiğim sınıflardan birinde, pencerenin kenarındaki kaloriferlere oturdum kaldım. Cebimden aynamı çıkardım. Onu, henüz üst kattaki memurun -sonra nicelerininacele 24


bütün bir balkon camını sırlayıp kaybettiği yaşamın karşısında kendini asmasına günler, yansımaların donduğu gecenin en hamasi manzaralarını hasbelkader gören camlardan devşirilmiş aynaların meydanlara, yol kenarlarına yerleştirilmesine, daha başkalarının sanat galerilerinde sergilenmesine aylar kala, yüzümün kimseye gözükmediği zamanlarda büründüğü yanıltıcı güzelliklerden birini tesadüfen tuttuğunu fark ettiğim bir camdan yapmıştım. Duvarda senelerdir asılı, üç beyaz takım elbiseli adamın rakı masasında oturdukları bir fotoğrafı kaplayan o çerçevenin, bir iç cebe zar zor sığacak sağ yarısında, görece uzakta, sandalyede otururken belirsiz bir yerlere dalıp donmuş halde bulmuştum yansımamı. Aynamı, taze tasvirimle yan yana getiriyorum. Yalnızca zamanı yaşayan, dışı eskimiş, ardı daima bomboş bir yüz benimkisi. Pencereden aşağıyı seyrediyorum. Etrafta kimsecikler yok, pazar günleri sanat okulu öğrencisi de çalışmıyor. Sandalyesi, tuvali ve şövalesiyle bugün onun oturmadığı köşeden, şimdi bir başkası, sabah parkta aradığım yüzün sahibi, bir türlü üstümü başımı toparlayıp da karşısına aylardır çıkamadığım, mahallenin en şöhretli yazılı tasvircisi süzülerek geçiyor. Ondan gözümü ayırmadan elimdeki tasviri kırık dökük masanın hâlâ sağlam kalan çekmecesine kaldırıp dışarı fırlamaya hazırlanacakken yavaşladığını, ellerini cebine soktuğunu, kararsız halde sağına soluna bakındığını, acele 25


gözlerinin kısıldığını görüyorum. Karşıdaki çatısının bir kısmı çökmüş, zar zor ayakta duran dört katlı binaya yöneliyor. Tam yirmi iki dakikadır en üst katta, şimdi önünde oturduğu o pencereden beş yıl önce aşağı yukarı bu zamanlarda evin dokuz-on yaşlarındaki tek çocuğunun dışarı baktığından habersiz, ellerinde tuttuğu ama buradan görünmeyen bir şeye bakıyor ve eğilip kalkıyor. Başının, omuzlarının hareketinden yazmaya çalıştığını, uzayan dalıp gitmelerindense pek başarılı olamadığını anlıyorum. Omuzlarından itibaren başlayıp aşağısını görünmez kılan duvarın arkasında, yıkıntıların içinde, elinde tuttuğu kalemi, oturuşunu, yazmak için kucağındaki kâğıtlara kapaklandıkça yerlere değen yeşil atkısını düşlemeye uğraşıyorum. Sessizliğin içinden, siren sesleri boy veriyor. Önce boynu uzuyor, seslere kulak kesilip bir süre duvarların ardındaki hayalî ufuklara bakıyor. Sonra ayaklanıp kıyısına yürüdüğü pencerenin pervazına yaslanıyor, önünde uzanan yolun ötelerini seçmeye çalışıyor. Elinde tuttuğu şeyi çabucak iç cebine götürürken, bakışları değdiği eşyayı ayırt etmeden oradan oraya sekiyor. Aklına düşen kurtuluş çareleri giderek birbirine dolaşıp karmaşıklaşırken, siren sesleri yaklaştı; işte, araba yıkıntılarayanaşıp sert bir fren yaptı bile. Gözlerimi arabanın ışıklarından alıp tekrar pencereye kaldırdığımda onu, sözacele 26


cükleri kursağında, ağzı hafif açık, dikkatle bana bakıp el sallarken buldum. Girişteki merdivenler birer ikişer çıkılırken, cebinden çıkardığı klipsli, yuvarlak cep aynasını açıp havaya kaldırıyor. Gözümü bir ışık alıyor. İnanamıyorum. Sağ elinde işleyen, gerçek bir ayna tutuyor! Diğer eline bakıyorum. Neden birbirinden ayrı, soluk kâğıtlar düşledim ki: Bir deftere yazıyormuş; sırtına, dağılmasın diye gri, karton bir takviye yapıştırılmış, koyu pembe bir deftere! Yere eğilmiş, atkısını çıkarmış. Bir başka pencerede beliriyor aniden. Oradan, koridorun sonundaki bir odayı işaret edip koşmaya başlarken, iki kat altından, merdiven boşluğundaki gediklerden gölgeler geçiyor. Arka odada gözden kayboluyor neredeyse, yakınlarından sanki boğuk ve müzikli bir çarpma sesi duyuluyor, emin olamıyorum. Koridoru koşarak tekrar geçerken anbean aydınlanan yüzünü, artık boş kalan ellerini seyrediyorum. Dakikalarca önünde oturduğu pencereye geliyor tekrar. Göğsü hızla inip kalkıyor. Odaya aldıklarında, onu ayakta, hareketsiz bulunca bir an şaşkınca duraklıyor, sonra üzerine atılıyorlar. Takriben yarım dakika sonra gözleri yerdeyken, girişte, güneşin altında görünüyor, iki kolunda birer kişi. Yürüyor, rüzgâr saçlarını savururken, ışıldayan yüzüyle bana bakıyor. Herkesten gizlediği bir sevinci var. Başka çaresi yok, kendini inandırmış, metanetli. Minibüse binerken, arkadaşlarını gördüğü için gülümsediğini seçebiliyorum. acele 27


İki araba, sirenler, kırmızı-mavi ışıklar çekildi gitti. Gerçek bir aynayla, aylardır uzaktan izlediğim kadının yazdıklarıyla aramda şimdi yalnız adımlar var. Parmaklıklardan atladıktan sonra okulun taş duvarına oturup biraz nefeslendim. Merdivenler bittiğinde artık hükmü kalmamış bir pervazın altından geçip onun bana baktığı pencerenin önüne geldim. Karşıya, kendi pencereme, altındaki ağaçlara, arabanın yolda bıraktığı fren izlerine şöyle bir baktıktan sonra, onun yolundan geri geri yürüyerek arkadaki pencereye yöneliyorum. Sırf bu manzarayı görebilmek için buraya çıktığım günü, duvardaki aynada mışıl mışıl uyuyan çocuğu, çevresini saran mavi, sarı ışıkları ilk görüşümü hatırlıyorum. Hikâyelerini yazdığım o aile şimdi nerede, kim bilir? Koridoru geçip o loş, ufacık odayı buluyor, aydınlığa bakan penceresine yaklaşıyorum. İşte defter orada; dört -hayır, üç, içlerinden birinin merdiven boşlukları da buraya bakıyor çünkü- binanın ortasında, göğü sıkıştırıp oradan yere kadar inen o daracık grilikte, kırık fayanslara, tuğla parçalarına saplanmış halde duruyor. Diğer tarafta muhtemelen dertop edilerek boşluğa bırakılmış, yere düştükten sonra çözülüp neredeyse kendinitamamen bırakmış o yeşil atkı, tuzla buz olmasından korktuğum, şimdiyi gösteren tek aynayı saklıyor. acele 28


*** Ayakkabılarımı çıkarmadan kapıyı kapatıp son sayfayı okumaya başlıyorum. “Sözcüklerim mi tükeniyor yoksa yüzüm mü giderek manasızlaşıyor? Bu defterdeki ilk tasvirimi yazdığım akşamı hatırlıyorum. Yorgunluktan makyajımı zar zor silip aynamla birlikte yatağa kapaklanmış, dakikalar sonra birbirine bağlanan onca düşüncenin içimde yavaş yavaş doğrulttuğu bir öfkeyle ayılarak önceyi, sonrayı ve kendimi yoklamaya başlamışken, bir göz kaymasıyla, birkaç dakika önce açık halde, ortalıkta öylece bıraktığım o aynada kendime yakalanmıştım. Yalnızca bir an, onu orada belirsiz bir süre bırakmış olmanın korkusundan önce, karanlık bir odada çakan ışığın zihne kazıdığı bir resim gibi, gördüğüm şey gözlerimin önünde kalmıştı: ‘Büyümüş burun deliklerimin, pürdikkat bakan gözlerimin, gerilmiş ve aralanmış dudaklarımın bir kesinliğin nişanesi olduğunu, yüzüm boyunca birbirine eklenip onu boynumdan, saçlarımdan ayıran çizgilerin, kaşlarımın, çenemin titremeden durduklarını; özetle o ufak aynaya dolan her şeyin korkunç bir kararlılığı’ resmettiğini düşünmüştüm… Bugün toplantıdan, bir süre için mahalleden uzaklaşıp güvenli bir yerlerde saklanma kararı çıkar çıkmaz diğerlerinin yanından kaçıp da kendime baktığım dördüncü acele 29


yıkıntı. Daha uzağa gidemiyorum. Yüzüme ilişkin hiç sözcük yazamadım. Zaman azalıyor. Bir beşinci yıkıntıdayım şimdi. Defalarca baktım ama artık yüzümde yorgunluktan başka bir mana bulamıyorum. Her bakışta daha tuhaflaşıp akıl almayacak kadar…” Burada kesiliyor. Kilidi üç defa çevirdikten sonra, o gerçek aynayı cebimden çıkarıp açtım. Henüz yarım saattir üzerinde birbirinin eşi birer çatlak taşıyan bu yan yana iki yuvarlağı havaya kaldırıp, bir zamanlar pabuçlukta, kapıdan çıkmadan evvel kendime baktığım yerden, yüzümü, saçlarımı, boynumu, omuzlarımı, sağ tarafımda -sol tarafımda!- uzayıp giden, kapakları düşmüş dolapları ve nihayet en uzaktaki, sıvası dökülmüş duvarı bile; hâlâ bir umut eskiye döner diye yerinden indirmediğim ceviz çerçeveli, büyük aynanın gösterdiği donuk gençliğe aldırmadan dakikalarca seyrettim. İşlemez aynaların, açılan tüm pencerelerin, camlı dolapların önünde de dakikalar ve dakikalar geçirdikten sonra odamın yıllardır kayıp olan yansısını alışıldık işlerin arasında duyabilmek için, aynayı duvardaki antika saatin içerisine koyup yatağımı toplamaya girişmiştim ki, aklıma eve girer girmez pabuçlukta bıraktığım koyu pembe defter düştü. acele 30


Saatin kapağını açıp aynayı yerinden indirdim. Ayna elimde, defter kucağımda, yatağa oturdum. Başlığı sonradan eklenmiş gibi duran ilk Öz-Tasvir’in ardından, ikinci bir kayıt için birkaç hafta geçmesi gerekmiş. İki hafta içinde üst üste yazılmış dört tasvir, onu isteklendirmiş olacak ki, o aralar bir düzen oturtmak istemiş, haftada bir yazmayı denemiş bir süre. Tasvirler kısalmış. İki-üç hafta ara verip peşinden ayda bir yazmayı denediği ve başarılı olduğu, uzunca başka bir dönem var. Belki bu dönemdeki tasvirlerinde yüzünde daha çok şey biriktiğini düşünmüş. Sonra birkaç aylık bir ara daha ve nihayetinde bitmek üzere olan bu defterin son çeyreğindeki tüm tasvirler, akla estikçe, vakit gözetmeksizin yazılmış. Suretinin son iki yılının hikâyesi. Tasviri aşan bölümlerden birine denk geliyorum, yine yüzündekileri okumakta bir hayli zorlandıktan sonra: “… Belki de bu aynayı ve tasvirciliği layıkıyla kullanamıyorum, kim bilir. Bazen bütün bunlar yalnız bir ağırlık veriyor bana. Öyle bir an geliyor ki, iç cebimde taşıdığım yük, tuttuğum kalemin ağırlığı tonları buluyor. Diğer defterlerde yazdıklarımı, başka insanları tasvir edişimi daha çok beğeniyorum. Yine de o en büyük soru, cevapsız kalıyor içimde. Aslında ne olduklarını onlara anlatabildim mi? Her şeyin kesinleştiği, tüm gerçeklerin gözüktüğü hayalî bir yerde, sonsuza dek dinlenmeden önce bunun cevabını duymak ve rahatlamak acele 31


isterdim. Biri yalnızca ‘Başardın!’ ya da ‘Başaramadın!’ desin, hepsi bu.” Satırlardan kafamı kaldırıyor ne yanının sırlanacağına karar verilmek, nihayetinde bir öyküne konu olmak üzere üst üste tasnif edilmiş masadaki onca cama bakıyorum. *** Atölyelerin, genişçe bir dükkândan bozma lokalin kapılarını kilitli, camlarını ışıksız buldum. Daima açık olan kütüphanenin kapısı da şimdi tuhaf bir biçimde kapalı. Ama daha da dikkatli bakınca sarı, buzlu camlarının ardında, cılız ışığın önünde eğilip kalkan bir gölgeyi seçtiğimden yavaşça tıklattım kapıyı. Evvela bir patırtı duyuldu. Sonra da bir gölge yaklaştı, yaklaştı, iyice büyüyerek camı kapladı, nihayet kapı açılmadan hemen önce küçülerek soluk, sarı altıgenlere dağılıp biçimsizleşen, sakallı bir erkek yüzü oluverdi. Aralıktan, fısıldar gibi: - Kimsin? dedi. - Aç, dedim. Bir şeyler getirdim. Size ait… Kapı açılırken önce yerdeki lambayı, etrafına saçılmış kitapları, sonra da sarı, buzlu camda biçimsizleşen suratın sahibini görüyorum. Tanıdık sayılır. Sıcak karşılıyor beni. Elimdekilere bakıp içeri buyur ediyor. acele 32


Büyükçe bir masada oturuyoruz. Kitapları ben kapıyı çalınca düşürmüş. Dışarıdan neredeyse tüm hareketlerinin seçildiğini söylediğimde biraz utanıyor, kalkıp lambayı kitaplığın en tepesine koyuyor. Uzak köşeler karanlığa bürünüyor böylece. Yüzlerimiz de yarı yarıya karanlıkta kaldığından bir parça rahatlıyorum. Elektriklerin neden hâlâ kesilmediğinden konuşuyoruz. Bu klipsli aynadan haberi olup olmadığını sormak için müsait bir an kollarken, birkaç gündür uzakta olduğundan, akşam geri dönüp atölyeleri kilitli görünce, yakındaki evlerden birkaçının zillerini çaldığından ve vakitsiz baskının hikâyesini ancak böyle öğrenebildiğinden bahsediyor. Sonra da ayna meselesi üzerine uzun bir nutuk çekiyor. Konuştukça sıkılıyorum, aniden iç cebimde kalan son sırrı, beraberinde işlemeyen aynamı da çıkarmak, masaya koymak geliyor içimden. Gözlerimin içine bakıyor sanki. Kâğıda sarılı sırrı çıkarıp koyuyorum masaya. - Aslında ben de, bunu kullanacağım bir camın peşindeydim gün boyu… Ters bir cevap bekliyorum. O, dostça gülümsüyor ve arkamdaki duvarı gösteriyor başıyla. Arkama dönüyorum. Karıncalanan bir loşlukta donuk camlar. Ayağa kalkıp yaklaşıyorum. Bir fabrikanın o malum geceki vardiyasından bir manzara. Makinelere doğru bakan bir yazıhanenin camını düşlüyorum nedense. Onca insanın başı tezgâhlara eğik. Aralarında bir ustabaşı bakışları yerde, dalgın, dolaşıyor. Bir başkası da bir tezgâhın yanında. acele 33


Kafamı kaldırıyorum, tepede, şimdi oturduğumuz odadan bir toplantı manzarası var. Bir ara verilmiş muhtemelen, tam da o an. Dokuz kişi. Yedisi sigara içiyor. Biri yanındakine sokulmuş bir satırı gösteriyor. Bir yerden gelmekte olan biri var, sandalyesini itmiş kalkmak üzere olan başka biri… Ağzım açık kalıyor, ne diyeceğimi düşünürken, o, masadan koyu pembe defteri alıp konuşuyor: - Bir tasvircimiz eksildi. Mutlaka dönecektir ama ne zaman, bilinmez. Sen de öykü yazıyorsun sanırım. Denemek ister misin, bizim için yazılı tasvir yapmak? Tabii ücretli değil. Biliyorsun… Bir şey diyemiyorum. Kesinlikle kendimi tutamayıp bir daha geleceğim buraya, şimdi anlamını belli belirsiz sezer gibi olduğum şeyleri teker teker soracağım ama şimdi gitmem, uzaklaşmam gerekiyor. - Sonra konuşalım, diyorum. Önemli bir işim vardı aslında. Ama isterim galiba, çok isterim. Sanki her şeyi anlıyor, ayağa kalkıp elimi sıkarken karşısında çıplakmışım gibi hissediyorum. Teşekkür ediyor: konuşmadan, yalnız durarak, seyredilerek verilmiş bir söze riayet ettiğim için. Masada duran klipsli aynaya, pembe deftere, düzgünce katlanmış yeşil atkıya son kez bakıyorum. acele 34


Sokağa çıkıyorum. Kütüphanenin kapısı arkamdan kapanıyor, kilidi çevriliyor. Rüzgâr çıkmış, poyraz. Önümü kapatıp yakalarımı dikleştiriyorum. Ağaçlar yerlere kadar eğiliyor, boş çerçevelere gerili brandalar dalgalanıp duvarları kırbaçlıyor. Uzakta bir çöp tenekesi devrilip yuvarlanırken elim gayri ihtiyari iç cebime gidiyor. Aynamı çıkarıyorum. Korkmadan, sarsılmadan bakıyorum, beş yıl sonra ilk kez canlı bir surete: Oradan oraya savrulan gece ardımdayken, uçuşan saçlarımın, büyüyüp küçülen burun deliklerimin, hareket ettikçe başka başka yerleri ışıyan tenimin, titreyen göz bebeklerimin anlatacaklarını teker teker dinlemeye hazırlanıyorum. Son kurtuluşum işte böyle başlıyor. can i.

acele 35


acele 36


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.