MART-NÄ°SAN 2017
Yıl: 1 Sayı: 3
İÇİNDEKİLER -Bıçaklanırken 29 Yaşında Olmanın Dezavantajları
1
-Kesik
3
-Yoksa Sadece Yaz Ayları Da…
5
-Andy Warhol
7
-Başarı Yolunda Yürümek
8
-Alnımın Simetrisinden Ellerin Paralel Geçiyor
9
-Bir Sicil Numarası
11
-Bahane
12
-Bir Kış Kahvesi
13
-İçimden Bir Ses…
15
-Gerçek Bir Galaksiden Kalma Bu Travma
16
-Rugan Ayakkabılar
17
-Abstract Geceler
18
-Nazif Nadir’in Kısa Öyküsü
19
‘‘Her şeyi acıyla öğrendiyseniz, mutluluktan da içiniz sızlar.’’ EMRAH SERBES
Bıçaklanırken 29 Yaşında Olmanın Dezavantajları
Rüyamda gördüm Sean Penn Ahali tabutlar önünde, tabutlar için pazarlık yapandı Kaçtım Rüzgâr’ın iki hecesinden kaçması gibi kaçtım İshal ruhum beyazlar kusarken Kadın bilekleri ağzımda, Kadın doğurganlıkları körlerken orman girmemiş baltalarımı Gövdeler dindi; inandım Bir sarıldığım olunca bin düşman Ben en çok insanın kimya sınavından kaldım Rüyamda gördüm Sean Penn Gülümsedim elektriği affedip Bu kuantum şimdi bir durulsun dedim Bu uzaklık, yakından kokunca pek asimetrik Kahveleri sevdim, garsonlara acıdım Kadınlar giderken çok ses çıkarıyor Buna omuzlar ve Edison’lar şahit
Rüyamda gördüm Sean Penn Hollywood arkamdan konuşuyor Tarık amca vardı, hatırlamazsınız Mürekkep ve pide kokardı Bir sabah, durup dururken Karısını ensesinden öpüp -1-
Kendini tavanındaki kışa asıyor Oysa yalan söylüyorum; Dinamitlerden ve apartman yöneticilerinden hoşlanmamaya devam ediyorum Manhattan çok Batı Mecidiyeköy’deki köftecilere bir bir bıyıklarından sarılıyorum
Rüyamda gördüm Sean Penn Ahali, tavuklar önünde gıt gıt gıdaaak Kaçtım Kuponlar biriktirip geceler alarak
Oysa yalan söylemiyorum Hepinizi vuracağım Bir kaldırımın bir ayağı affedişiyle
Aytaç Ars
-2-
Kesik
Kızıl bir mektup acuçlarının arasında, deniz ile karışıyorsa damlayan her aşk yalnızlığa dem olsun. Şehrin arka sokaklarında yediğim her yumruk kaybettiğim şiirlere olsun.
Ben bir harf bilirim seninle başlayan. Ben bir harf bilirim seninle biten. Başkası yoktu, arkamdaki gölgeden başka. Kız Kulesinden, Galata Kulesine uzanır her sigara dumanım. Her saç telinde mırıldanan Anadolu’nun türküleri. Sararmış parmak aralarından, sararmış dudaklarına olsun.
Eğer birgün sorarsam, kimsin diye. Dön ardını ve git gidebildiğin kadar uzaklara. Kalmasın zerre sevdanın ne rengi ne kokusu. Aklım karışık. Yaşım artar. Deniz fenerine bakan penceremden uçar gider her cümlem. Sevda nedir? Sevda neyler? Sevda kimlerle?
Kesik kesik bütün yaşamımız film şeritleri. Açık hava sineması gelir ardından. Köşede oturduğun koltuk öylece gözkırpar durur. Unutursam seni, kazıt tüm şaçlarımı. Kalmasın ne kaşım ne de umut dolu bakışlarım. Her şeyi unuturda bir seni hatırlarsam. -3-
Şölen verilsin Ayasofya’dan İzmir sokaklarına kadar. O zaman patlasın yıldızlar tek tek. Olurda kalırsan, hep sen de sev...
Adem Ölmez
-4-
Yoksa Sadece Yaz Ayları Da... Siz hep böyle güzel misiniz, yoksa sadece yaz ayları da ...
İki kelime arasında peydahlanan buruşuk suratlı, yarısı kan yarısı zift bir ince belli piçtir aşk gül! onlar menekşeden önce açar hüznünü öyle gördüm coğrafya dersinde bilmem, neydi öyle fotosentez falan kana kırmızı rengi veren sen bitkiye yeşili klorofil galiba siz hep böyle güzel misiniz, yoksa sadece yaz ayları da... belki de dans etmeyi öğrenir yağmur çünkü bilirsin, ancak bir toprakta sevişemez hayat kadınları ıslak zemin öperken meme ucundan ihmalkar bir kuru gürültüyü kana kırmızı rengi veren sen üst kattaki emekli albaya günde üç defa dul Naciye galiba dedim tekrar edelim lütfederseniz siz hep böyle güzel misiniz, yoksa sadece yaz ayları da...
gecenin köründe uyanmama sebep değil bir şiir böyle ansızın kuruyan damağıma da suç bulma adınla ya da ağla! mümkün müdür bütün orospuların hep bir ağızdan kahkaha atması -5-
nerede görülmüş de tecavüze uğramış bir hüzün anlat! sorgu odalarında bulunan tüm ampuller beyaz mıdır hepsi mi rahatsız eder suçluyu hepsinin mi merakı vardır yeşil banknotlara en kötüsü hepsi mi sana gelmemi kolaylaştıracak yollar yapıp benim hüznüme inceden vergi kitler kana kırmızı rengi veren sen milletin iradesine zaferi hayırlı kahverengi siz hep böyle güzel misiniz, yoksa sadece yaz ayları da...
Bir tokat gibi gezinir şuurum sokaklarda bilsen, beni aniden kaç ayrılık kıstırır nasıl boşaltılır ceplerim hunharca ismin çekilir kurada, oysa dünya şaibeli bir yatak odası kana kırmızı rengi veren sen şimdi hatırladım, benim gözlerime mor çalan esrar siz hep böyle güzel misiniz, yoksa yaz ayları da mı üzersiniz!
...
Yusuf Araf
-6-
Halk İçin Çalışan Sanatçı: Andy Warhol
Amerikalı sanatçı, pop akımının öncüleri arasındadır. Carnegie Teknoloji Enstitüsünde sanat ve tasarım eğitimi gören Warhol, 1950’li yıllarda New York’ta dergilere yaptığı illüstrasyonlarla moda dünyasında tanınmış bir isimken 1960’larda resme yönelmiş, reklam imgelerini çağrıştıran resimleriyle dikkat çekmiştir. Andy Warhol, ünlülerin renkli serigrafilerini ve sayısız özgün çoklu ortam yapıtını içeren portföyüyle 1960’ların Pop Art hareketine ivme kazandıran sıra dışı bir sanatçıdır. Cesur serigrafileri, Brillo kolileri ya da Campbell konserve kutuları gibi seri üretilen bilindik ürünleri alıp birer sanat eseri olarak sunuyordu. Andy Warhol şöhret ve sosyete alemi kavramlarına kafayı takmıştı. Kendisi on beş dakikalığına ünlü olma mefhumuyla anılır hep. Şöyle demiştir: “Gelecekte, herkes on beş dakikalığına dünyaca ünlü olacaktır.” Zengin ve ünlü kişilerin portrelerini yapma işi Warhol’un ekmek kapısıydı, ama kendini tek bir iş koluyla sınırlandırmaya hiç niyeti yoktu. Tam tersine yaratıcı olan her şeye el atmaya çalışıyordu. Performans sanatından film yapımcılığına, video yerleştirmelerinden müziğe ve hatta modelliğe kadar… Her on yılda bir Warhol’un farklı bir yönü açığa çıkıyordu. Warhol, 1986’da rutin şekilde yaptırdığı safra kesesi kontrolünden sonra beklenmedik şekilde öldü. Henüz elli sekiz yaşındaydı. Çorba konservesi kutularını resmetenin sanat olduğu fikrine hala burun kıvıran pek çok insan olsa da, en sert eleştirmenler bile onun her sosyal sınıftan ve her meslekten geniş bir kitleye sanatı sunmayı başardığını kabul eder.
Sevi Karatepe -7-
Başarı Yolunda Yürümek
Bir gün hayatınızla ilgili ciddi ve çok önemli bir karar vermek istediğiniz de ne yapmanız gerektiğine nasıl karar verirsiniz? Belki, sizin bir kararınız vardır buna dair. Ama benim bir kararım yok. Hayatta pek çok konuda fikir sahibi olan ve pek çok fikrine dayanak üretmek için yaşamın kendisini temel unsur olarak gören benim ciddi kararlarıma dair bir fikrim yok. Oysa çocukluk çağından itibaren hepimize empoze edilen fikir; büyüyünce bir şeyler olmamız gerektiği yönünde değilmiydi? Benim büyüyünce olmam gereken kişi örneğim hiç olmadı. İlla ki birey olarak bir şey olmalımıydım? Bu soruları çok irdeledim. Ama bir şey olmak beni asla tatmin etmeyecekti. Bu yüzden yaşadığım hayat hep merak, araştırma ve keşfetme üzerinden gelişti. Bu sebeple ki hiç tatmin olmadım ve hiç durmadım. Sürekli ilgi alanlarım değişti. Kimilerinin maymun iştahı dediği durumu çok sık yaşadım bitmedi hala da yaşıyorum. Ben elimin değdiği, aklımın yettiği her konuda çok iyi olmak için çabaladım. Bu yüzden ne başardıysam kendiliğinden varlığımda ortaya çıkmadı. Her istediğime sabırla, azimle, düşünmeyle ve çabalamayla kavuştum. Başarının tesadüfi bir zincirde rastgele gelen halka olduğuna inanmıyorum. Çünkü başarı, kimseye rastgele adımlarla yaklaşmıyor. Aksine plan, tertip ve ehemmiyet göstererek elde ediyorsunuz. Bu yüzden eğer bir konuda başarılı olmak istiyorsanız size öncelikle benzer hayat hikayeleri bulmanızı öneririm. Eğer başarılı olmuş insanları kendinize örnek alırsanız merdiven çıkmak için sebebiniz olacaktır. Hayatın kendisi çok basamaklı bir merdivense neden yerinde sayan siz olasınız? Yaşamın kendisini büyülü bir oluşum gibi görmek gerekli. Çünkü yaşamak her an sürprizlerle dolu bir başlangıcın gebelik arifesidir. Rast gitmeyen işleriniz bir anda yoluna girebilir. Ya da iletişim kurmakta zorlandığınız insanlar sizi anlamaya yönelik bir yaklaşım sunabilir. Belki siz tüm dünyayı algılama biçiminizi bir anda değiştirip olumsuzluğa iten tüm fikirlerden sıyrılırsınız. Bu durumların hepsi olasılık ihtimalidir. Fakat gerçekleşmesi imkansız zor bir ihtimal değildir. Hadi başarının adımlarını deneyelim!
Ümit Öncü -8-
Alnımın Simetrisinden Ellerin Paralel Geçiyor
Havanın katran gibi tenlere yapıştığı günlerdendi. Önünde bir bardak çay ile akşamı ağır fakat kalabalığı gözlüyor oluşunun heyecanıyla çimlerin üzerinde, çingenelerden alınmış bir sandalyede karşılıyordu. Gündüzün telaşından, kirinden arınmaya çalışan bir dolu alt sınıf insanla çevrili olan etrafından farklı sesler kulaklarını tırmalasa da bunun kendini tanımlaması bakımından önemli olduğunun bilinciyle uzun zamandır kafasını kurcalayan bir dizi soru üzerine yoğunlaştırmaya çalışıp etrafını da bu sorulara cevap arayan gözlerle inceliyordu. Diğer insanların aralarında bir takım ortak özellikler bulup bunları birbirleriyle ortaklaştırıp insanları birbirine bağlıyor olmasına rağmen kendi ile bir bağlantı, ortaklık kuramıyor yahut kurmaya cesaret edemiyordu; çünkü böyle bir bağlantı kurmak kalabalıklarda gördüğü bir takım olgular yüzünden kendi ile bir benzerlik taşıyacak ve bu onu büyük bir yıkıma, acıya, kedere sürükleyecekti. Gerçi acı ve keder bakımından bir eksiği yoktu çok şükür, eğer ki bir ortaklık var ise keder ve acı sahibi olmaklılık bakımından bir bağlantıdan söz edebilirsiniz fakat bu sahiplilik onları aynı öz veya aynı olgulardan aldığı anlamını vermez. Kalabalığın kendi varoluşunun mahiyetinden nüveler taşıyor olabileceği, bunun da onlarla aynı mahiyeti taşıyor olabileceği anlamını çıkartan düşüncelere karşı şiddetle savaşını verir; çünkü nasıl ki iki kol ve iki göz sahipliliği olması aynı şey yapmıyorsa, aynı harfleri taşıyan kavramlara sahip olanlarda aynı olarak değerlendirilemezler. Kalabalıkta gürültü arttıkça, düşünceleri de aynı oranda hareketlendiriyor ve bu hareketlilik düşüncelerinin, kafasının içinden sızıp başkalarına değebilecek olması hissi uyandırıyor ve onu utandırıyordu ama bu yine de karabasan gibi çöken düşüncelerinin önünde engel teşkil etmiyordu. Günlük yaşamda girmiş olduğu diyalogları hatırlıyor ve iç çekip çayından bir yudum alıyor, bu diyaloglarda başlıkların ne kadar zaman geçse de kolay kolay değişmiyor oluşu o dogmatikliğin kuru sıkıntısını dolduruyordu içine. Aşk, para, seks, ticari ilişkilerden oluşan zararlar, arkadaş ilişkilerinden oluşan zararlar bu konularda ilki dışında kalan diğer kalan konulara hiçbir zaman isteyerek dahil olmuyor; çünkü öyle günlerde öyle kişilerle karşılaşıryor ki karşı tarafın histerik bentlerinin yoğun oluşu kendisinin karşı tarafın aklı ile ittisal etmesine mânidir, sürekli o bentlerle muhataplık hali çözümede ulaştırmıyordu bu da kendini diğerlerinden ayıracak bir arayış içerisine girmesine neden oluyor. Evet evet, işte sorun bu. Onların öze dair bir arayış içerisinde olmayıp, kendi uydurdukları sunî kılıflarla yaşamalarına tahammül edemiyor; çünkü eğer öz üzerine yaşanılır, düşünülürse bütün acı ve kederin son bulacağı inancını taşıyordu... Öz olanın arayışının sözü vukuu bulsaydı insanda, sonbahar rüzgarları ile savrulan yaprakların sarısına değil yeşiline bağlı olunur. İnsanlar kendilerine öyle bir mahiyet yaratmaları ve aşkları,erdemleri,hazları bu mahiyete bağlayışları,onları hem insan olmaklılıktan hem de yaşama amacı olması gereken gerçek mutluluk kavramından uzaklaştırıyor oluşu derin bir üzüntü ile dolduruyordu içini; çünkü varoluş artık çoğunluk üzerinde zehir gibi bir amacı taşıyorken damarlarında,varlıklarından öte yokluklarını düşünüşleri, ölümü sentetik olarak sezinleyişlerinin ürünü olarak özgürlüğü ortaya çıktığına inanılmasidır. -9-
Kalabalıkların ve özelde bu kalabalıkları oluşturan bireylerin kendi varlıklarını, yine kendi anlaklarının yetersizliğiyle dizayn etmeye çalıştıkları dünyayı, yine o dünya içerisinde kendi doğalarında olmayan suni kavramları varoluşlarının ereği olarak görüşü, o kişilerin entellektüel potansiyelliklerine ket vurup asıl amaç olan gerçek mutluluğa ulaşmanın önünde engel teşkil ediyor. Çayı bitmiş, yavaş yavaş düşüncelerini dizginlemeye çalışırken, uzakta bir çiçek gördü ve sandelyesini yanına çekti. Bu çiçeği tanıyordu aynaları ve dramı hatırlatıyordu. Aklına hemen Ulus Baker'ın Dizeleri geldi: Bir arkadaş evinde. Çiçekmiş. Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten. Bu çiçeği Ulus'tan tanıyordu. Hiçbir çiçeği böylesine yakıştırmamıştı toprağa, sapı ve kökleri beyaz sadece kök ve gövde arasında ten rengi halkaları vardı, sarı yaprakları hafif esintiyle, ‘’Kalben’’ çalan bir otomobilin sağ ön koltuğunda (çünkü Türkiye'de trafik soldan akar) oturan bir kadının, camdan başını çıkartıp rüzgarı ay parçası yüzünde hissetmesi, benzetmesini yapmaya zorluyordu, yaprakları tutan baş kısmı ise bej renginde bir gömlek düğmesini andırıyordu... Selamlaştılar, o sıra tekrar yel esti gözleri kırpıldı, açtığında bir kendi bir de çiçek kalmıştı, kalktı dokunmak istermiş gibi bir hamle yaptı çiçeğe, beş kişi koluna girdi birden, elveda bile diyemeden, matematik kadar gerçek ve bir o kadar güzelsin diyemeden beş kişi uzaklaştırdı çiçekten.. Çiçek gerçek Çiçek hala beyaz Çiçek hala mutlu hem de hiçbir şey ile mukayese etmeden. Çiçek habersiz.
Volkan Kurşun
-10-
Bir Sicil Numarası
Bir kedi olsam misal Sürekli uyusam Suratında boğulsam Şehvetli bir kadının Yaşasam sadece Nasıl istiyorsam öyle Yaşasam sadece Yaşadığımdan anlasam… İş çıkışı bir ağırlık Çökmese üzerime -Ben bu baş ağrısıyla kitap falan okuyamamBir şeyler içmek için Cengiz'i arasam Ve Yeni umutlarla Yürüsem yollarda… "Bir sicil numarasından öte Berç olarak anılıp" Otursam sandalyelerde Sırf gülümsemek için Bir tuhaf olsa da gülmem, Ben hiç umursamasam… Hep daha fazla sigara içilen Kötü zamanlarda yaşasam Beraber sigara içsek Gözlerimiz yağmur suyu Uyuklasam sinemalarda Seninle birlikte… Bir kedi olsam misal Ucundan kıyısından Bir kedi olsam misal Nasıl istiyorsam öyle Anlasam yaşadığımı Yaşadığımdan Anlasam…
Süleyman Berç Hacil -11-
Bahane Hani imkanın olmaz da her şeyi yapabilecek birileri vardır, Hatırlatırlar Orhan Veli’nin Cep Delik Cepken Delik’ini. Bahar gelir, açar çiçekler, yağar yağmurlar, dolar barajlar. İmkan da vardır artık su da… Ama içmeye bulamazsın bir tas ya da yıkanacak bir hamam. Görmediğin, göremediğin ve görüşemediğin malum hatırlatıcılar, Artık olmuştur ölü gibi… Yaşarlar ama aldıkları nefesler senin camına buğu yapmaz. Sinir bozucu bir şey daha vardır, İçinden gelir karalarsın bir şeyler, kaşığın ucundan tattırırsın “pişmiş mi?” diye Keşke deseler “daha çiğ”, derler ki “bunu sen yapmışsın yine tutsuz” ya da tuzlu. Kaşığı uzatan benim her ne kadar tarifi annemden alsam da… Bir gün, sesin mutfakta yankılanır insansızlıktan, tuzsuzluktan. Malum hatırlatıcıları hatırlarsın Tüm tatsızlıklarıyla “gece gece mideni yakar” derler. Sigara altlığı yapacak bir lokma ekmek belki, Acımış da olsa çay da gerek en azından o demiyor “ben acıyım” diye Sigaranın dumanı ciğerlerine koşuyor.
Maslahat
-12-
Bir Kış Kahvesi
Telefon çaldı. Kartımı almayı unutma. Daire 12. Dar sokakların, minik dükkânların, küçük hesaplarla meşgul olan soğuk bakışlı esnafların bir arada olduğu kahvede buldum kendimi. İçerisi doluydu. Günlük tıraşlı adamların dip dibe oturduğu, içerinin dumanla kaplandığı alçak tavanlı bir kahve. Herkes bir şeylerle meşgul olmaktaydı. Dışarıdan içeriye bakınca pek de bir şey görülmüyordu. Kömür sobası içeriyi elinden geldikçe ısıtıyordu. Dışarıda boş bir masa, kimse yok. Oturdum. Derken bir daha geldi. Bir şey söylemeden karşıma geçti. İyice yerleştikten sonra merhaba dedi. Bir şey diyemedim. Sigara yaktı. Bakışlarını kaçırıyordu. Bir el hareketiyle çay istedi. Mesela bu benim için geçerli değildir. Sanırım buraya sık sık uğrayan birisiydi. Garson bu el hareketini içerden anladı ve bir çay daha masaya getirdi. Teşekkür ederim demeyi de ihmal etmedi. Sürekli bir yere bakıyor, göz kapaklarını hiç mi hiç kıpırdatmıyor, sigarası sönünce diğerini yakmaya başlıyordu. Saydım, üst üste üçüncüyü yakmıştı. Dişleri bakımsızdı. Yüzünde bir soluk renk belirmişti. Amaçsızca bakan bakışları vardı. Bir iş sahibi de değildi. Annesi sağlık ocağında çalışıyormuş. Madonna gibi kadınmış. Aldatmışlar onu. Kim görse beğenmez ki… İki tane de öz kardeşi varmış. Üçüncüsü, anası belirsiz babası belirsiz. Üç kardeşiz biz. Yalnız bir Neşe Ablam, Eskişehir Tıp Fakültesi’nden emekli olan. Ondan gördüğüm iyiliği diğer kardeşlerimden görmüyorum. Allah razı olsun. Okumuş insan bir başka oluyor abi! Biz liseye kadar bitirdik ama üstünü okuyamadık. Anlamıyorlar abi, anlamıyorlar. Çay alır mısın? ‘’ Tanıştığıma memnun oldum tekrar’’ dedi. Evim biraz eski. Tadilat istiyor, eski tuğla bir ev. Belediye başkanı sağ olsun evin ön odalarını iptal etmiş. Düşünebiliyor musun? Orada eşyalarımızı saklıyorduk. Olur ya herkesin kendine göre eşyaları vardır dolabın içine koydukları. İşte biz de öyle kullanırdık orayı. Her neyse orayı iptal etmiş. Neymiş hakkımız yokmuş orada, lafa bak, var mı abi böyle bir hayat… O oda yıkılınca tavandan yatağımın üstüne şırıl şırıl su dökülüyor. Kendi evlerini düşünmüşler, bizim eve gelince ilgi göstermediler. Korkuyorum her yağmur yağdığında hasta olacağım diye. Ben ne fatura işinden anlıyorum ne de yapı işinden. Abim de yapmıyor, akmayan yerde otur sen de diyor. Şükür iki yüz kilo kömür aldım. İki torbasını yaktık sayılır. Bu aralar ısıtıyor evi… Garson yaklaştı. İnce zayıf bir adamdı. Bıyıkları sararmıştı. Yanaklarındaki çukurluklar zayıflığın belirtisi olarak duruyordu. Kibar bir adamdı. İşinde dikkatliydi. Bardaklarımızın boşaldığını gördüğü anda masaya hızlıca yaklaştı ve bir isteğimizin olup olmadığını sordu. Abi bize iki çay daha getirir misin? Geçen sene de görmüştüm ben sizi değil mi? Emindi, bir şey diyemedim. Ben ameliyat oldum. Doktorluğun ne demek olduğunu kaldığım hastaneden öğrendim. Adamlar yemediler, içmediler baktılar abi. Ben yeniden dünyaya geldim. Porçöz içmişim de. İntihar anlayacağın, intihar işte abi. Ama ölemedik işte bizi toparladılar yani. Birden garson masaya yaklaştı. ‘’Yok, yok abi buradan’’ diye söylendi. Para üstünü sayarak aldı. Dikkatliydi. Hiçbir şey düşünmüyordu. Birden doğrularak; baya oldu intihar edeli…
-13-
Önce babamı sonra annemi kaybedince dayanamadım. Şimdi evde yalnızız. Bir biraderi var. Hayırsız, hayırsız bir biraderi var. Bir ablam anlıyor benim derdimden. Ne yapayım, yalnızım abi! Şükür ekmeğimi yapıyorum, yemeğimi pişiriyorum. Muhtaç değilim. Mahallede de kimseyle uğraşmam. Çok teşekkür ederim dedi garsona. Afiyet olsun, afiyet olsun. Böyle abi. Evsiz görünce ağlayasım geliyor yolda. Hele mecbur kaldılar mı… Hedefimizde memurluk vardı, nasip olmadı. Babam memur çıkaracaktı beni. Olmadı. Böylesi güzel be abi! Hiç olmazsa sorun yok. Emekli ettiler beni babadan. Şükür, şükür. Bizim bir tanıdık vardı rahmetli Yıldıray abi aynı ona benziyorsun. Belki de yanılmıyordu. Garson masaya yaklaştı. ‘’Şeker kullanmıyorsunuz, çayı çay gibi içiyorsunuz’’ dedi. Afiyet olsun. Sahipsiz kalmayalım da. Kıyıda köşede abilerimiz var sağ olsunlar. Tanımıyoruz birbirimizi belki ama Allah razı olsun nasiplendiriyorlar çayımızdan. Ne kadar güzel bir şey. Ablam Eskişehir’de oturur. Eskişehir’e ziyarete gittim. Bir simit aldım oradan geçerken. Simidin içine neler koymuşlar, neler ya rabbim! Yalnız Şener abiye anlattım bu durumu. Şener abim Saburhane’de fırıncı. Kendi abim değil. Manevî bir abimiz sağ olsun. Bir ara simit işi ile meşgul oldu ama geçmedi be abi. Simit çay yapmıyor millet. Varsa yoksa başka eğlenceleri var. (Birtakım şeyler sıraladı kendince) Şu karşıdaki dükkânı Hüseyin abi işletirdi. Eskiden kuşçu dükkânıydı. Ondan sonra bakkala çevirdiler burayı. Yanındaki dükkân da Mehmet abinin su dükkânı. Su işleri yapıyor abi. Yıllardan beri çalıştırır. Her su tesisatından da anlar. Fakat yaptığı işleri dört dörtlük yapar. Apartman işleri filan hepsini yapar. Mehmet abi bakır işi bile yapar. Herkesin attığı, kullanmadığı bakırları toplar, onları cezve hâline getirir. Mehmet abi çok dürüst bir insandır. İki annesi vardır. Sonra ikisi de kafayı bozdu. Yapmadığı iş kalmadı Mehmet abinin. Fakirdir ama dürüst insandır. Pahalıya iş yapar, bozukluk çıkarmaz. Buradan yak abi. Garson masadaki şekerleri aldı. Ameliyatım iyi geçti. Hiç problemsiz. Burada bir doktorumuz var, Çetin Bey. O, yaptı ameliyatımı. Fakat zaman zaman çok soğuk olursa bedenim sızlıyor. Onu da bir yandan psikolojik destekle beraber on beş günde bir ilaçla hallediyoruz. Biraz hastayım abi, kusura bakma. Ama saldırgan bir huyum yoktur. Velhasıl psikolojik uzmanı sağ olsun destekli ilaçlarla beraber bedenin formasyonunu ayarlıyorlar. Neydi abi ismin? Bedenin formasyonunu ayarlıyorlar. Biraz sigarayla çayı fazla kaçırıyorum ama hayatın böylesi de güzel be abi. Ne yapayım abi. Seni görünce Yıldıray abi aklıma geldi. O, biraz rahatsızdır. Evinden çıkartmışlar. En son karısından ayrıldı. Karısı onu reddetmiş. Eve para bulmadan gelme demiş. Zavallı belediyeye girdi olmadı. Bir tane de çocuğu olmuş. Oğlan çocuğu, Allah bağışlasın. Fakat adam vefat etti gitti abi! Dağ gibi biriydi. Saburhanede yapmadığı iş kalmadı adamın. Çatıdan tut komple ev işlerinden anlardı. Oldu abi ben müsaadeni istiyorum. Hayırlı günler. Garsona döndü ‘’kolay gelsin’’ dedi. Kömür sobası kahvenin camlarını buğulu hâle getirmişti. Sokak dumanla dolmuştu. Masanın üzerinde duran gazetede şunlar yazılıydı: ‘’İntihar eden genç kurtulamadı.’’
Evren Uzar
-14-
İçimden Bir Ses...
”Eğer, yarım asırlık hayat bana bir şey öğretmişse şunu öğretmiştir, huzuru size kendinizden başka kimse sağlayamaz.” der Dale Carnegie. Bunun üzerine bavulumu açıp doldurdum. Çaresizliğim, başarısızlığım, ıssızlığım, yalnızlığım, yenilgilerim, aşklarım, savaşlarım, çırpınışlarım, gözyaşlarım, tutkularım ve ağır yaralı kalbimi de alıp içime dönmek için yola koyuldum. Kahramanım yoktu. Benim kendimden başka kimsem yoktu. İçimin en ücra köşesine geçip kendimi dinlemeliydim. Kafam çöplük. Kalbim yorgun.. Sustum… Sustukça dilsiz, dinledikçe sağır oldum. Zaman zaman içimin dehlizlerinde kayboldum. Uçurumlardan atladım. Koştum, düştüm, bağırdım, korkularımla yüzleştim. Şarkılar söyledim.(Bu arada Śoley : Blue Leaves’ in çok güzel bir şarkı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim) İyileşiyordum... Evet benim kahramanım içimdeydi. Bu ‘BEN’ den başkası olamazdı zaten. Arada bir içinize dönüp kendinizle konuşun... Göreceksiniz ki ilham periniz; kalbinizin sesi... Not : Kalbinizin sesini dinleyin. Öpüyorum...
Merve Köse
-15-
Gerçek Bir Galaksiden Kalma Bu Travma
Kendini ayna önünde kaybettiğin anlarda Meydanda bir kuş sürüsü havalanır. Uzun yürüyüşler, hayatın niyetini kandırır. Yıkandığın leğen bir kurşun kadar ağır geliyorsa Cam kırıkları iltifat kabul etmez bedenine. Delirme özgürlüğüne, parklardaki çocuklar talip Eline geçen ilk sabahları koy defterine Caddeye doğru savruk birkaç adım Kendini tümüyle adressiz gelen bir arabanın altına at Telaştan unutulmuş sevgiler Lüzumsuz beni sevmen, gömülsün gece karaya Tehlikeli kitaplar okuyorum, nasılsa Yine bu yolda başka acıların kötü kopyası Yasak insanlardık, ortaktık suskunluğa Ağlayanlar öldürülmeyecek bugünler de Korkma ben olmayacağım bu girdapta...
Bedirhan Özdemir
-16-
Rugan Ayakkabılar Arnavut kaldırımlı dar sokağın iki yanındaki birbirine girmiş evler, karşılıklı muhabbet eden insanları andırıyordu. Attığı her adımda, parke taşlardan “takır tukur” diye ses çıkıyordu. Bu sesler, konuşan, azarlayan, yargılayan bir insanın dudaklarından dökülen kelimeler gibiydi. İnsanın kulaklarından girip, bir anlam bulmak için beynin sinir uçlarına gitmiyor, acı duygusunun en sek halinde oldukları için, ayrıca anlamlandırılmaya ihtiyaç duymadıkları için, doğrudan insanın ciğerlerine, kalbinin en derin yerlerine yol buluyor, en derin hassas yeri bulduklarında da korkunç sessizliğin içerisinde patlıyor, yüreği paramparça ediyorlardı. Sadece yürek paramparça olsa iyiydi. Rugan ayakkabılar, her adımda Timur’un ayaklarına vuruyor, yürek acısı gibi acıtıyordu. Timur’un dağınık saçları, bu dar yokuştan aşağı inerken, denizden esen yakıcı yaz rüzgarı ile dalgalanıyordu. Timur’un yüzü, güneşin sıcaklığında yanıyordu. Gözlerini açamıyor, kısık gözlerle yürüyordu. Lacivert renk, üzerinde mor çizgileri bulunan gömleğinin etekleri pantolonundan dışarı salınmıştı ve üstten iki düğmesi açıktı. Kahverengi kumaş pantolonun paçaları iki gün önce yağan yağmurdan çamurlanmıştı ama Timur bu çamurların farkında değildi. Timur, şimdi pantolonunun paçalarındaki çamurları, dağınık saçlarını, pejmürde halini düşünecek durumda değildi. Bu yokuştan aşağı inmeden yaklaşık iki saat önce sevgilisi, aşkı, dünyasını aydınlatan güneşi, hayatının anlamıyla, Feraye ile kavga etmiş, iki sevgili ayrılmışlardı. Timur, Feraye’nin sözlerini düşünüyor, onunla geçirdiği mutlu günleri düşünüyordu. Bu kadar kolay mıydı? Basit miydi? Ve ölüm! Ve son! Kesinlikle böyle bir şey olmalıydı. Feraye ile yaşanmışlıkları, bir kartal pençesi olmuştu, Timur’u içerisine almıştı, Timur şimdi bu pençenin içerisindeki bir solucan gibi kıvranmaktaydı. Kaçmak…Ne mümkün! Çaresiz bu acıyı çekecekti…Azrail gelip kapıya dayanmıştı, elden bir şey gelmezdi…Timur, yokuştan aşağıya indi, çarşının içersine doğru yürüdü. İnsanlar, alışveriş yapıyorlardı. Bir ayakkabı dükkanının önünde müşteri ile dükkanın sahibi esnaf pazarlık ediyorlardı. Kuruyemiş dükkanı önünde kuru kahve kavuruyorlardı. Tüm çarşıyı kavrulan kahvenin kokusu doldurmuştu. Kahve çekirdekleri yanıyor, yandıkça kavruluyor, kavruldukça, o müthiş koku etrafa yayılıyordu. Yeni ayakkabı kokusu, kahve kokusu, elma, çilek kokuları, aktardan gelen bitki kokuları, bir harman olmuş, birbirine karışmıştı. Caddenin köşesinde ayakkabı boyacısı Müjdat Abi, elinde fırça ile ayakkabıları cilalıyordu. Timur, Müjdat Abi’nin ayakkabı sandığının yanında durdu. Müjdat Abi, önce Timur’un ayakkabılarına baktı, kafasını kaldırdı, Timur’un gözlerinin ta içerisine baktı, hatta aslında gözlerine bakmadı, kalbine dokundu. Müjdat Abi “Timur, oldu mu şimdi be abisi” dedi. “Oldu mu şimdi”. Timur ne diyeceğini şaşırdı. Ayakkabılarına baktı. İki hafta önce Feraye ile birlikte, ayakkabıcılar çarşısından aldıkları rugan ayakkabılar, güneş vurdukça ayna gibi parıldıyordu. Rugan ayakkabılar…Bu ayakkabıları Feraye çok beğenmişti. Boyanmasına da gerek yoktu. “Kirlendiğinde üzerini bir silersin olur biter” demişti Feraye, “hem ayakkabı boyatmak için para vermekten de kurtulursun”. Müjdat Abi oturduğu sandığın başından kalktı, banka müdürünün boyanmış ayakkabılarını teslim edip parasını almak için yürüdü, gitti… Timur, da ters yöne doğru yürüdü… Rugan ayakkabılar…Küfür gibiydi…Her adımda bir Timur’a, ayaklarına küfrediyordu, bir de Müjdat Abi’nin ekmeğine…Timur, akşam eve döndüğünde rugan ayakkabılarını çıkardı, çöpe atmaya kıyamadı ama bir daha asla giymemek üzere küçük, karanlık ardiye odasının yalnızlığına bırakıp gitti…
Hüseyin Olcay -17-
Abstract Geceler
Terk edilişlerin yara yaptığı kalbimi bit pazarında iki şişe şaraba sattım. Bugün kötü adam oldum. Bir kadına sadece kasıkları için seni seviyorum dedim. Seviştim. Siktim. Kendimden nefret ettim. İntihar ettim. Güzel bir kadının göğüs kafesinden atladım. Ruhum kırıldı. Abstract gecelerde kullanılan uyuşturucuların kafası kente darbe yapar sevgilim. Beni boş ver şimdi, kimsesizliğinden bahset. Beni boş ver bu gece gene bir yerlerim kanıyor. Gecelerden aforoz edilen yıldızların aydınlattığı yolumun sonunda ölüm var. Haritalara sığmayan kentlere gideceğim. Bir yere varmak için ya da geçmişten kaçmak için değil. Tanrı’ya yakın olmak için. Ölü peygamberleri tanıyacağım. Adı kadar dinleri de unutulan orta çağ tanrılarına üzüleceğim. Beni anlama bu gece gene bir yerlerim kanıyor. Beni anlama bu gece gene babam annemi dövüyor...
Paskalya Tavşanı
-18-
Nazif Nadir'in Kısa Öyküsü
Nazif Bey altmış sekiz yaşında hayatı, yaşamayı seven, hiç evlenmemiş, çok gezen, sürekli kalabalıklara karışan, yürümekten hoşlanan ve hiçbir ortamda sivrilmeyen bir adamdı. Altmış sekiz yaşındaki Nazif Bey, Nadir bey olmuştu ben onu tanıdığımda. İkinci ismi, ikinci kişiliği olmuştu. Gözlerini dünyaya ilk kez açan ikinci kişilik. Nadir beyle, ara sıra gittiğim bir çay bahçesinde tesadüfen tanışmış, hemen dost, kardeş olmuştuk. Ben de Nadir Bey gibi yürümeyi seven, hemen her yere yürüyerek giden bir adamdım. Çokça sohbet ederdik bu yürüyüşlerde. Genelde Nadir Bey konuşur, ben de dinlerdim. Anlattığı şeyler ilgimi çekmediği halde yine de büyük bir iştahla dinlerdim onu fakat ne sıkıcı şeyler derdim içimden Nadir beyin, Nazif bey anıları için. Bu anılarda hoşuma giden tek şey, Nazif beyin yürümesiydi. Yürümesini zevkle anlatan Nadir Bey, bu kısımlarda daha bir heyecanlanıyor, konuştukça coşuyordu adeta. Nazif Bey sanki yürümüyor, koca bir orduya karşı atıyordu adımlarını. Dostluğumuz aşağı yukarı bir yıl sürmüştü ve Nadir Bey sürekli Nazif Bey anıları anlatmıştı bana. Bazen bir tiksinti hissediyordum o konuşurken. Şimdi düşünüyorum da, haklıymışım, kelimelerini ne kadar seçerek anlattıysa da tiksinçlik akıyordu bu anılardan.Sanırım tek dostu bendim. Bir yıllık dostluğumuz süresince neredeyse tüm hayatını dinlemiştim. Nadir bey sadece konuşmak, anlatmak istiyordu. Bu bir taş da olabilirdi ve o taş bendim. Sanki Nazif beyi anlatarak ondan daha fazla tiksinmek istiyor gibiydi. Şimdi düşünüyorum da, zamansız yere dakikalarca, bazen saatlerce konuşarak, Nazif Beyi yok etmek istiyormuş. Onsuz içi huzurlu ama aslında huzursuz olduğunu söylemek istiyormuş. Nadir Bey, çok sigara içer ve çok yürürdü. Saatleri bulurdu bu yürüyüşler. Çoğu zaman ona ayak uydurmakta zorlanırdım. Anlattığına göre Nazif Bey hiç sigara içmemiş, hem de hiç. Nadir Bey, aşırı sigara içerdi. Sigarasını sigarasıyla yakanlardandı. Şimdi düşünüyorum da, bunlar hep hiçliğe dönme denemeleriymiş. Çok fazla sigara içmek, çok fazla yürümek, hepsi hiçliğin halesini boynuna geçirmek içinmiş. Bir gün karşıdan karşıya geçerken aniden yolun ortasında durmuş ve cebinden, dedesinden kalma köstekli saatini çıkarıp şöyle demişti, "Az kaldı, çok az kaldı, yaşam şu yolun karşısında belki de." Biraz garipseyerek bakmıştım ona. Şimdi düşünüyorum da, bunlar hep hiçliğin vakur sessizliğini dinleme denemeleriymiş. Kendini yoketme istemiymiş. Kışın en soğuk günlerinden birinde Nadir Beyle parkta buluşacaktık. Parka vardığımda onu ahşap bir bankın üzerinde tir tir titreyerek bulmuştum. İncecik bir gömlekten başka bir şey yoktu üzerinde. Paltosu hemen kenarında duruyordu. Ve o zangır zangır titreyen dişleriyle bana şöyle demişti, "İnsanlar utanmıyorlar, insanlar mutlular, bunca mutsuzluk içinde mutlular onlar. Bunca mutluluk nereden geliyor ve asıl önemlisi neden hiç utanmıyorlar? Nasıl olur da bir insan altmış sekiz yaşına kadar yaşayabilir bunca mutsuzluk içinde? Hiç mi utanmazlar onlardan." Şimdi düşünüyorum da, onlardan derken ne demek istediğini o an anlayamamıştım. Ölülerden söz ediyordu. Bir insanın altmış sekiz yaşına kadar yaşaması ölülere saygısızlıkmış. Utanılası bir şeymiş. Bu dünyada bu kadar önemli, yaşanılası ne varmış, utanmazca nefes almaya devam edecek kadar yaşanılası ne varmış?
-19-
Başka bir gün Nadir beyi iskelede otururken bulmuştum. Gözünü kırpmadan denizi izliyordu. Devinimsizdi. Bir tek uzun, beyaz saçları rüzgârla uçuşuyor, zaman zaman alnına düşüyordu. Oturan bir heykelden farkı yoktu adeta. Şimdi düşünüyorum da, bunlar hep varoluşunun utancıymış. Hissizleşmek, duyarsızlaşmak çevreye, bir canavar karşısında yok olmayı beklemek gibi. Ve şimdi onun mezarının başından ayrılırken, son bir kez daha okuyorum mezar taşındaki yazıları. NAZİF NADİR YEŞİLKAYA Doğum Tarihi(boş) Ölüm Tarihi(boş) "Ait olduğum yerdeyim, biricik toprağımda" Mezarlıktan çıkarken görevliye çiçekleri bolca sulaması için bahşiş bıraktım. Haftanın en az iki günü gelirdim ve her seferinde görevliye çiçekleri iyi sulaması için bahşiş bırakırdım. Ve görevli de her seferinde, "Teşekkür ederim" deyip elindeki parayı ağzı kulaklarında cebine indirirdi.
İdris Akmar
-20-
O gece bir başkaydı. Yıldızlarda yoktu. Geceden daha geceydi. Tek bir şeyi özledim. Ölümle koyun koyuna yattım. Ölümü arzuladım. Onunla sevişmek. Sevişmek istedim. O gece onu özledim…
Derviş Erol Taşdelen