Yıl: 1
Sayı: 4
MAYIS-HAZİRAN 2017
Başlarken; İnsanın bir çağı vardır. Bir zamanı vardır. Ben ve ekibim hangi çağa ayak uydurmamız gerektiğini bilememiş, saf ruhlu şeytanlarız. Hemen hemen her şeye güleriz. Yaşamak bize komik geliyor. Bizler eski yeni ayırt etmeden siyasi ya da edebi fark etmeksizin her akımı anlamaya, yaşamaya, içinde bulunmaya çabalarız. Her görüşe saygı duyar, severiz. Ben ve dostlarım her telden çalar, söyleriz. En çokta sanatı sever, onun için yaşarız. Her akşam yeni bir proje tasarlarız. Sabah onu uygularız. Çok ses getiren eylemlerden kaçarız. Popüler olmak istemeyiz ama biliriz bizim de çağımız gelecek ve popüler olacağız. Kendimizi bu boktan duruma hazırlıyoruz. Biz hiçbir şeyi değiştirmek istemiyoruz. Sadece mutlu olmaya çalışıyoruz çünkü zaman akıp gidiyor. Hayat sizin hayatınız. Hayatınızı sadece siz yaşarsınız bir başkası değil. Size kitap, film, müzik… önerisinde bulunabiliriz ama şunu bunu yap demeyiz. Size akıl veren sözde kişisel gelişimci kapitalist götlerden uzak durmanızı tavsiye ederiz. Biz hepinizi seviyoruz. Hepinizi öpüyoruz. Son sözde görüşmek üzere… Mars Fanzin’in elinizde tuttuğunuz bu sayısı; Oğuz Atay’a Bedrettin Cömert’e Müptezellere, sigarayı güzel içen kadınlara, lüzumsuz adamlara, gölgesizlere, suskunlara, çıplaklara, yolda olanlara, üretene, çalışana, sanata, sanatçıya, karanlığa, fanzincilere, yaşayamadıklarımıza, Numan Acar’a Kemal Hamamcıoğlu’na Norm Ender’e Muğla\Kötekli\Bilge2 apartmanı no:1 ev halkına. Haluk Levent’e Anadolu Halk ve Barış Partisi (AHBAP)’ ne ithaf edilmiştir. Hazırlayan: ADEM ÖLMEZ
‘’Çocuk insanın atasıdır.’’
ALPER CANIGÜZ ‘’Sınıfta kalmayın evde kalın.’’ İSRA YOKA ‘’Cennette ateş yakmak yasaktır.’’ ADEM ÖLMEZ ‘’Kaar nedeen yağar, kaaarrr?’’ HASAN ALİ TOPTAŞ
‘’Sende bu ad oldukça istersen sıfır numara kel, istersen at kuyruklu olurum. İnce bıyıklı, tek dişi altın olurum. Meftun olurum, meczup olurum. Uzaklara bakarım, çıtımı çıkarmam. Nasıl söyleyeceğimi bilmem, susarım. Susmak üzerine konuşmak gerekse, beni çağırırlar, oturur susarım. Dolmabahçe saat kulesiyle, Çırağan Sarayı ile konuşurum.’’ İlhami Algör ‘’Beni yüzüstü gömün. Çünkü yeterince gördüm!’’ HAKAN GÜNDAY ‘’Ölümden korkuyorduk, çünkü insandık.’’ JERZY KOSINSKI ‘’Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur.’’ CÜNEYT ARKIN ‘’İnsanlar bir gün geriye bakacaklar ve benim XX. yüzyıla hayat verdiğimi söyleyecekler.’’ KARINDEŞEN JACK
‘’Üst katta bir terörist var, hanginizin umurunda?’’ EMRAH SERBES ‘’Şiddete meyyalim, vallahi dertten. Hakkımda yanılttılar milleti cidden.’’ MURAT MENTEŞ ‘’Ben seni senle seviştikçe bitirdim yavaş yavaş Ağlamak gelmedi aklıma: Gözyaşı hayat israfıdır.’’ KÜÇÜK İSKENDER ‘’Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün.’’ İLHAN BERK ‘’Savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye; zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın. Raks ederken mahallenin maşallahı, eyvallahı güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın, şimdilik ölümüne kadar hayattasın.’’METİN KAÇAN
İçimdeki Şeytan Nereye gideceğimi bilmeden dolanıyordum şehrin en izbe yerlerinde. Ne elimde bir adres vardı ya da aklımda, ne de kimseyi tanıyordum. Tanıdığım herkes çok geride kalmıştı ve ben bunun için acı çekmiyor hatta utanılası bir biçimde umursamıyordum. Tanıdığım insanlara karşı, Sovyetlerin kullandığı anlamda bir 'nostalgia' oluşmamıştı içimde hiç bir zaman. Ben mi koşuyordum, onlar mı sayıyordu yerlerinde bilmiyordum. Tanıdığım herkes ölmüştü belki de. Kaç yaşımda olduğumu dahi hatırlamıyordum. Senelerdir, savruluyordum bir taraftan diğer tarafa, çünkü tanıdığım tüm insanlar bir taraf bulmuştu ya da bir taraf oluşturmuş, demagoji yapıyor, fraksiyonlarını şiddetle savunuyor, oluşumlarını yüceltiyorlardı. Tanıdığım tüm insanları artık tanımıyordum ve en kötüsü, kendimi de, ama önce hatırlamalı, sövmeli, belki bir içki ısmarlamalı, sonra tekrar unutmalıydım. Uzun süredir, ya da ben öyle sanıyorum, zaman zaman nara atan, bazen söylemlerde bulunan, beni eleştiren, yönlendiren, akıl veren ve söylemleri git gide artan bir şey vardı içimde, bir ses, içimdeki şeytan. Öylece dolaşır, metruk binaların hüznüne ortak olur, loş ışıkların altında yürürdüm bilinçsizce, aslında bilincimin yerinde olduğunu sanıyordum fakat bilinçsizce dolaştığımı o söylüyor, içimdeki şeytan. Şimdi, tek tük insanların yürüdüğü, tenha bir sokaktan geçip gitmekteydim. Yol çok tozluydu ve tozlar en ufak bir devinimle gökyüzüne doğru yükseliyor, çevredeki poşet, yaprak ve benzeri şeyleri de oluşumuna katıyordu. Çok canlı görünüyordu her şey, sanki bir ruhu vardı bu sokağın, tıpkı yeni doğmuş bir bebek kadar canlı ve neşeliydi, evet, o bir bebekti, hem bu yüzden bu kadar çok varoluş ve devinim taşıyordu, diye geçirdim içimden. O da onay veriyor, doğruluyordu beni, şeytanım. Gri korkulukları gücünü yitirmiş, eğrilmiş, yer yer yüzeyi paslanmış olan bir üst geçide çıktım. Arabalar hızla geçip gidiyorlardı altımdan. Hepsinin bir adresi, gideceği bir yer olmalı, çok hızlı ve çok telaşlılar ve bu insanların hepsi kaç yaşında olduklarını iyi biliyorlar, kaç dostu olduklarını, günde kaç kişiyle tokalaştıklarını, diye geçirdim içimden. Belki, belki de bilmiyorlardı, bir adresleri yoktu ve dostları da en büyük sahtekârlardı, kendilerine de, fakat telaşlı olmaları onları ele veriyor, gençliklerinde kalan bohem hayatlarını aradıklarını, suni erinçlerinin kendi gizlerinde kalmasını tercih ettiklerini gösteriyordu. Korkuluklara tırmanıp, hızla geçen araçlardan birinin üzerine rasgele kapaklanmayı planladım, erinçsizliğimden sıyrılıp, yabancı bir erince zorunlu
sığınma talebi gibi, suni de olsa. Güzel plan, ıskalarsam ölürüm, diye düşündüm, belki o da ölür, şeytanım, fakat bu dediğimin olacak bir şey olmadığını biliyordum, ama hala güzel plan idi ve ıskaladım ama üst geçidi. Çıktığım basamaklardan, daha sakin bir şekilde aşağı indim. Bir başkası olma düşüncem güncelliğini hala koruyordu ve son birkaç yılım bu fikirle geçmişti. Ben, diye tekrarlıyorum içimden, evet ben, bir başkası olmak istiyorum, kalabalıklarda bir görünüp bir kaybolan, saydamlaşan varlığıma dayanamıyorum artık, herkes yokmuşum gibi davranıyor, herkes zorla, nedensiz yere, tıpkı diğer varoluşlar gibi, benimde sıyrılamadığım, sancılı varoluşuma tepkisiz kalarak ve görmezden gelerek, içimden geçiyor. Herkes mi? Herkes. Bir başkası olmak istiyorum ben, bir olmak istiyorum, başkası olmak istiyorum, sadece olmak istiyorum... Başkası olma fikrimin çeşitli varyasyonlarını denedim kafamda fakat yine en başa döndüm, içimdeki şeytana, şeytanım ve ben, ben ve şeytanım. O olmazsa ben de yoktum, benim acınası varoluşumla o da vardı. Belki de yoktu, göremiyordum, sadece biat ediyor, 'peki efendim' diyordum, aslında demiyordum, ama o bunu bilmiyor veya biliyor, bilmiyordum. Bu acı gerçeği birkaç saniye için kabul ettikten sonra hemen sildim kafamdan ve yürümeye devam ettim. Biraz ileride, yolun hemen kenarında sarı bir bez örtünün üzerine özenle dizilmiş düzinelerce kitap gördüm ve kitapların hemen yan tarafında ayakta dikilen bir adam. Pejmürde kılıklı, tıpkı benim gibi. Bir başkası olmak için işte yeni bir şans dedim içimden ve adımlarımı hızlandırarak yaklaştım yanına ve geçtim karşısına. Bir müddet adamın yüzünü seyrettim, tıpkı her sabah dişlerimi fırçaladıktan sonra aynadaki yüzümün yansısını seyrettiğim gibi. Çok benzediğimizi ve kendisiyle yer değiştirmek istediğimi söyledim, hemen kabul etti. Adımı bile sormadı üstelik yaşımı da. Ben de sormadım ve bu durumdan ne kadar memnun kaldığımı ifade etmek için adama bir sigara uzattım ve yaktım ve bu arada, tek yumurta ikizleri kadar benzediğimizi, tek farkın, onun bir Rus kadar sarışın, benim ise bir Hintli kadar esmer olmam olduğunu söyledim, çok küçük bir farktı bu, üçümüz de kabul ettik. Son kez kendim olarak bir sigara içmek istediğimi söyledim büyük bir keyifle, fakat bir dakika geçmemişti ki, iki polis geldi ve adamın kollarına girip -adamın da oldukça istekli bir hali vardıgötürdüler yanımdan, hayır, teslim olamam dedim ve bağırdım arkalarından, "Bırakın beni, bırakın beni" ama nafile, git gide gözden kayboldular, umarsızca bakakaldım uzaklaştıkları yöne doğru. Kendim olmaya devam ediyordum. İsteksizce, içimdeki şeytanla beraber yoluma devam ettim. Tüm yollar benimdi ve aynı zamanda değildi, bana ait ne varsa başkasınındı, içimdeki şeytan da dâhildi buna. Peki, o zaman neden taşıyordum onu? Neden dinliyor? Neden
kurtulamıyordum ondan? Y. Nehrine vardım. Her şey yine aynı olağanlığıyla devam ediyordu, suyun üstündeki beyaz köpükler bile olağanın dışına çıkmayı başaramamıştı, tek farklı olan şey, dalından düşen birkaç yeni, kuru yapraktı. Diğer yapraklar gibi, bu yapraklarda aynı sona doğru sürüklenmeye hazırlanıyor gibiydiler. Akşama evirilen günü bir müddet soluduktan sonra varlığımı Y. Nehrinin sularına bıraktım ve yüzdüm, suyun akışının tersine yüzüyordum, bir ömür boyu yüzebilirmişim gibi geliyordu bana, aynı zamanda yarım insan boyu kadar yüzecek gücü bulamıyordum kendimde ve devam ettim kulaç atmaya, içimdeki şeytan da yüzüyordu, bunu biliyor, hissediyordum, neredeyse aynı anda kulaç atıyorduk, bazen de sırayla, bir ben kulaç atıyordum, bir o, bir ben, bir o... Şimdilik, içimdeki şeytanla alakalı anlatacaklarım bu kadar, daha fazla bahsedemem size, onu tanımıyorum çünkü onun hakkında, yalnızca, o ölümsüzdür diyebilirim. İhtiyacım olan şey onu dinlemek, ama niye? Bunu biliyorum, üstelik çok iyi biliyorum. İdris Akmar
CANSEL Stres yayılıyor kapının dışından sokağın başına Yürüyorum ve patlıyor su toplamış ayak parmakların Yürüyorum ve hiçbir sutyen memelerini kapatmıyor Yürüyorum ve aç kalıyorsun cinsel Cansel Schopenhauer Yürüyorum martı ıslatmaya kordonlara Tersten gözüküyor yine Danimarka Senin seviyorum da korkuyorum da ödümden parçalanıyor kan Bir atomu bir devlet yollayabilir ama Bir Japonya’yı aklım almıyorlar. Eren Burhan
Güzelliğin Matematiği İlk kez Yunan matematikçi Öklid tarafından tanımlanan Altın Oran; iki nicelikten küçük olanın büyük olana oranının, büyük olanın toplam niceliğine oranına eşit olmasıdır. İlahi oran diye de bilinen bu oran yaklaşık 1,618 sayısına karşılık gelir. Öklid’in matematiksel ilkeyi açıklamasından muhtemelen binlerce yıl öncesinden beri Altın Oran mimari tasarım, heykeltıraş, resim ve hatta müzikte kullanılmıştır
. Altın Oran, etrafımızdaki canlı ve cansız birçok varlığın yapısında, hatta vücudumuzda bulunan estetik bir orandır. Sanatçıların eserlerinde Altın Oran’ı neden kullandıklarına bakarsak; Yaptığı bir deneyde İtalyan bilimci Cinzia Di Dio sanatsal donanımı olmayan deneklerine, Altın Oran içeren meşhur heykellerle birlikte onların hafif çarpıtılmış versiyonlarının görüntülerini gösterdi. Beynin duygusal hafızasından sorumlu yerleri özgün heykel görüntülerine tepki vermiş, denekler çarpık görüntüleri görünce faaliyet durmuştu. Deneklerden aynı zamanda gördükleri görüntüleri güzelliklerine göre puanlamaları da istendi. Denekler Altın Oran içeren eserleri daha güzel buldular. Duke Üniversitesi’nde makine mühendisliği bölümünde profesör olan Adrian Bejan ve ekibi, insan gözünün Altın Oran içeren bir görüntüyü daha çabuk tarayabildiğini saptamıştır. Dolayısıyla bizim güzellik diye algıladığımız şey aslında beynimizin ayırt etmekte zorlandığı bir görüntüyü tanıması olabilir. Sevi Karatepe
Çin Müziği, Çin uygarlığının doğuşundan beri süre gelmektedir. Zhou Hanedanlığı’na kadar uzanan Çin Müziğinin çok gelişmiş olduğu da belgeler ve eserlerle kanıtlanmıştır. Günümüzde Çin Müziği bir yandan çağdaş formlarda gelişirken, bir yandan da geleneksel zengin bir miras olmaya devam etmektedir. Hanedanlık Dönemi (MÖ.1122-1911) İmparatorluk Müzik Bürosu, ilk olarak Qin Hanedanlığı Döneminde kurulan, İmparator Han Wu Di (M.Ö 140-87) tarafından oldukça yaygınlaştırıldı. Antik Çin’de müzik devletin armonisinin ve uzunluğunun merkezi olmasına rağmen müzisyenlerin pozisyonları ressamlardan oldukça düşüktü. Hemen hemen her imparator halk şarkılarını ciddiye alırlar, halkın popüler iradesini incelemek için memurlarını gönderip, bu şarkıları toparlayıp koleksiyon yaparlardı. Konfüçyüsçü Klasiklerden biri olan Shi Jing(Şiirin Klasiği) MÖ.800 ve yaklaşık MÖ 400 e kadar uzanan halk şarkıları içeriyordu. Geleneksel Çin Müziği solo olarak ya da telli ve yaylı çalgılar, flüt ve çeşitli ziller, gonglar ve davullardan oluşan küçük orkestralarla çalınır. Ölçeği pentatoniktir. Bambu boruları ve qin pentatoniklerden olan en eski müzik aletleri olarak bilinir. Çin de müzik aletleri yapılmış olduğu maddeye dayanarak geleneksel olarak kategorilere ayrılırlar: hayvan derisi, sukabağı, bambu, tahta, ipek, toprak/kil ve taş. Çin orkestraları, geleneksel olarak telli çalgılar, üflemeli çalgılar, yaylı çalgılar ve vurmalı çalgılardan oluşur. Müzik Aletleri Telli Çalgılar: Konghou, Rewapu, Ruan, Jiaye qin, Houbusi, Dongbula, Liuqin. Yaylı Çalgılar: Gaouhu, Erhu, Banhu, Niutuiqin, Matouqin, Leiqin. Üflemeli Çalgılar: Xun, Huluxiao, Sheng, Flüt, Xiao, Guangzi, Xibili, Houguan. Perküsyon Çalgılar: Santur Çok Parçalı Üflemeli Çalgılar: Kouxian. Vurmalı Çalgılar: Qing, BianZhong, Gong, Davul. Cou hanedanı döneminde, müzik. Özellikle dinsel törenlerde kullanılır, ayrıca şölenlere renk katardı. Daha bu dönemde müziğin dansa eşlik ettiği görülmektedir. Bu, sekizer kişilik sekiz sıra halinde düzenlenmiş 64 erkek dansçının oluşturduğu bir topluluk tarafından yapılan ve vınvu denilen bir danstı. Dansçıların her biri sol elinde üç delikli bir flüt, sağ elinde de bir sülün tüyü tutardı. Yine 64 kişilik bir topluluğun yaptığı askeri dans vuvu'da, her dansçı sağ elinde battalı bir mızrak, sol elindeyse bir kalkan tutardı. Konfüçyüs yalnız bir filozof değil, aynı zamanda bir müzikçiydi; Çin’den başka, ağızlı bir org sayılabilecek şıngı da çalmayı bilirdi. Onun, Lunyu (Üstadın konuşmaları) adlı yapıtında açıkladığı ve öğrencilerinin Yüeci (Müzik anıları) adlı derlemede bir araya getirdiği müzikle ilgili düşünceleri, "görenekleri değiştirmeye gücü yeten" müzik üzerine ilginç felsefi söyleşilerdir. Çin hanedanı döneminde (İ.Ö. 221 -206), eski müzik, imparator Şi Huangdi' nin (İ.Ö. 221-210) yaptığı reformdan sonra unutuldu. Bununla birlikle, 13 ya da 16 telli, eşikleri hareketli bir kitara olan cıng bu dönemde icat edildi; armut biçimli, 4 telli bir Batı Asya çalgısı olan pipa, yine bu hanedan döneminde Çin'e girdi. Han hanedanı döneminde (İ.Ö. 206 -İ.S. 220), eski müzik yeniden canlandırıldı. Asur arpı, konghou adıyla Çin'e girdi. 23 telli bir tür arp olan bu çalgı, XI. yy sonuna değin tüm çalgı topluluklarında yer aldı. Bu dönemde, kibarlara özgü yüksek müzik yayüe, dinsel saray müziği ve halk müziği kökenli eski müzik suyüe (avam müziği) olmak üzere üç tür müzik vardı. Bunlara, Suei hanedanı döneminde (581-618), iki müzik türü daha eklendi. Ayrıca Kore'den, Hindistan' dan ya da Semerkant’tan gelen müzik topluluklarının icra ettiği huyüe (yabancı müzik) denilen müzikler de vardı. Tang hanedanı döneminde (618-907), yabancı toplulukların sayısı arttı: Saray'daki 10 topluluktan 7'si yabancıydı. İki örgüt, 30 000'i aşkın müzikçi ve dansçıyı çatısı altında topluyordu. Bunlardan biri köle müzikçilere, öbürü de imparatora hizmet eden kadın müzikçilere aitti. Tang hanedanının son döneminde suyüe, eski suyüe ile yabancı huyüe' nin kaynaşmasını sağladı. Çin müziği, yabancı müziklerden alınan öğelerle zenginleşti. Song hanedanı döneminde (960-1279)
saray müziği bozuldu: vuşien adlı 5 telli, armut biçimindeki lavta ile konghou denilen arp kullanılmaz oldu. Buna karşılık kukla tiyatrosu gelişti. Halk müziği, aristokrat müziğinin yerini almaya çalıştı. Yüen hanedanı döneminde (1280 -1368) hiçbir yenilik olmadı. Moğollar aracılığıyla, eski Çin gamından farklı bir ıskala Çin'e girdi. Müzikli tiyatro çok gelişti. Ming hanedanı döneminde (1368 -1644) saray müziği çöküntüye uğradı. Ciacing adını alan imparator Şicong (1522-1566), bunu bir ölçüde durdurdu. Ciacing döneminde kunçü tiyatrosu icat edildi. Bu çağda, Doğu Asya ülkelerinin saray müziklerinde önemli ölçüde Çin etkisi görüldü. Cou Caiyu gibi kuramcılar ilginç kitaplar yazdılar. Çing hanedanı döneminde (1644 -1911) dinsel müzik çok az değişikliğe uğradı. Şölenlere eşlik eden yabancı müzik topluluklarının sayısı arttı: Moğolistan'dan, Tibet'ten, Kore'den, Birmanya'dan ve Vietnam'dan topluluklar geldi. Cingşi denilen ve Batı'da yanlış yere "Pekin operası" diye adlandırılan müzikli tiyatro, bu hanedan döneminde ortaya çıktı. XX. yy.'ın başlarında Batı müziği, devlet eliyle ülkeye sokuldu. 1911 sonrasını kapsayan çağdaş dönemde, eski saray müziği, monarşinin yıkılmasıyla kayboldu. Çin, cıng, pipa ve ırhu çalan solocuların icra ettiği eğlence müziği (bir tür oda müziği) ve küçük topluluklar varlıklarını sürdürdüler. Müzikli tiyatro ise gelişti. 1915te Şanghay'daki Güzel sanatlar Okulu’nda, 1927'de de Şanghay Ulusal Konservatuarı’nda batı müziği bölümlerinin açılmasıyla, Avrupa müziği, az da olsa, varlığını duyurmaya başladı. Kültür Devrimi’nden sonra, birkaç yıl boyunca, geleneksel cingşi oyunlarında eşlik çalgısı olarak piyano kullanıldı. Öte yandan, "devrimci, çağdaş temalı Pekin operası" denilen yeni oyunlar, geleneksel tiyatro oyunlarının yerini aldı. Ama Mao'nun ölümünden sonra bu denemeler, geleneksel ulusal biçimlere dönüşü sağlamak için terk edildi.
Derleyen; Berke Göçer
Anlamsız Yakınlaşmalar Görmediğin bir kadını izleyebilir misin? Her zaman izlediğin adamı önleyebilir misin? Özlediğim kadınları bana izlettirir misin? Anlamsız kelimelerim intihar notlarıma dönüşüyor. Yeşil bir parkta kara kapaklı romanlar okuyorum. Yakınlaşmalar anlamsızlaşmaya başlıyor. Anlamsız yakınlaşmalar, anlam kazanıyor. İntihar edecek kadar aptal ve cesur olabiliyor insan. Anlamsızca yaşayıp, bacak arasında aşkı arıyor insan. İki kadın sevişiyor karşımda, ben bileklerimi kesiyorum. Yine başa sardık. Ne için başladık, ne için bitiremiyoruz. Unutuyoruz. Unutkanız. Bir kadına en çok sigara ve öfke yakışıyor. Kaç defa kesmem gerekecek bileklerimi. Anlamlı yakınlaşmalar, anlamsızlaşmaya başlıyor. Sıkılıyorum. Boğuluyorum. Sigara dumanı bile boğazımdan geçmiyor. Yutamıyorum. Sevginin ateşini bacak arasına söndürüyorum. Yeni insanlar üretiyorum. Ben tüm insanlığın atasıyım. Kuşku duyuyorum özümden. Özüme döndüm sözümden. İki adam sevişiyor karşımda, ben anlamsızca mutlu oluyorum. Farklı bedenlerde kendimi arıyorum. Farklı kitaplarda anlam arıyorum. Parkta köpeğini gezdiren kadına, anlamsızca yakınlaşıyorum. Köpek kadını seviyor. Ben bileklerimden bedenimi asıyorum…
Adem Ölmez
Tek Kullanımlık Kart Güneşin batmasına daha çok var. Cadde kalabalık. Kışın soğuk havanın evlere tıktığı insanlar, kendilerini sokaklara atmışlar. Öğle vakitleri sokaklarda çok fazla insan görmek mümkün değilse de, akşamüzeri nereden çıktığı belli olmayan bir kalabalık sokakları dolduruyor. Sanki görünmez bir çalar saatin zili çalmış, sanki bir tabanca patlamış da yarış başlamış gibi. Herkes farklı bir yöne doğru hareket halinde. Mesai saati biteli yarım saat oldu. Köşedeki dondurmacının önünde durdum. İki top kaymak, bir top çikolatalı olsun. Üzerine fındık ve kakao sosu da isterim. Peçeteye sarılı külah elimde. Isırarak yediğim halde dişlerim donmuyor. Hava, akşamüzeri olmasına rağmen yine de çok sıcak. Gömleğimin bir düğmesini daha açıyorum, üstten. Ara sıra esen rüzgâr, güldürmese de gülümsetiyor. Omuzlarımdaki yorgunluğun üzerine, sıcak gelip oturuyor. Artık taşınamaz hale gelen bedenim için en uygun yer, sere serpe uzanabileceğim bir ikili koltuk. Neyse ki evde beni bekliyor. Bir an önce kendimi eve atmalıyım. Otobüs durağının önünde duruyorum. Duraktakiler, gözlerini kısmışlar, birbirlerinin bedenleri üzerinden, sağından solundan kafalarını uzatıyorlar, gelen otobüsler arasından bineceklerini seçmeye çalışıyorlar. 53 numara, değil… 51, hayır! 62, öf..! Hah! İşte 118 numara geliyor, neredesin be kardeşim… Bastonlu ihtiyar amca ile orta yaşlı bir kadına sıramı verdim diye arkamdan itekleniyorum, bu kadar insanlık yeter der gibi arkamdaki sessiz çoğunluk… Çoğunluk ne derse o mu olacak yani. Ya içlerinden birisi insan kalmaya devam etmek istiyorsa… Binsenize kardeşim! Acele edin, sıram geçiyor diyor şoför. Neyse ki minibüs boş, bir tekli koltuğa geçip oturuyorum. Cam kenarı… “Yaşlı, engelli, hamile ya da kucağında çocuklu kadınlara yer veriniz !” diyor, şoförün sırtını dayadığı cama yapıştırılmış küçücük bir tabela. Tamam, bunlardan birisi binerse yer veririm, ama bunlar dışındakiler beni asla yerimden kaldıramaz! Esmer, kel kafalı bir adam, elinden tuttuğu çocuğu ile biniyor otobüse ve şoförün hemen yanındaki elektronik kutuya kartını gösteriyor. Bir “bip” sesi, “binebilirsin, geç” deyince, şoförün hemen arkasındaki koltuğa oturuyorlar. Hemen arkalarından, bir genç biniyor, elindeki kartı kutuya uzatıyor, “bip” sesini duymayı bekliyor merakla, sonunda beklediği ses geliyor, ne mutlu! Ancak genç, basamakta, olduğu yerde duruyor şoförün yüzüne bakıp “tamam mı, atayım mı bu kartı?” diye soruyor. Şoförden yanıt gelmiyor. Genç, tekrar soruyor, yine ses yok. Atayım mı ha? Bitti mi, kullanılmaz mı artık? Şoför bir gence bakıyor, bir karta bakıyor, bir kutuya bakıyor, ancak sözle değil, bakışlarıyla anlatmayı deniyor. Belli ki genç bu dili bilmiyor, aynı dili konuşmuyorlar. Gencin eli karta yapışmış, kart, onun bir organı, vücudunun bir parçası sanki ayrılamıyorlar, “atayım mı ha?” “kullanılmaz mı bir daha?” Gencin arkasındaki her basamakta bir insan, dışarıda da binmeyi bekleyen bir o kadar insan var. Sıcak bir taraftan, sorular bir taraftan, yorgunluk bir taraftan bastırınca, şoför bu kez nihayet yanıtını sözle vermek için ağzını açıyor. İnşallah ağzından küfür çıkmaz, şimdi şahitti polisti derken buraya çakılıp kalmayalım diye düşünürken ben, şoför, bağırır gibi bir ses tonuyla “at kardeşim at, tek kullanımlık o kart, bir seferlik bastın işte daha ne yapacaksın? Ama otobüsün içine atma ha sakın! Bir de sizin pisliğinizle uğraşmayalım” deyince, genç çaresizce kartı cebine sokup, arkaya doğru ilerliyor. Mülkiyet hakkına insanın sarılışı, en bariz biçimde gözlerimin önünde… Sırada bekleyenler de binince otobüs nihayet hareket ediyor. Ayağa kalkıp, otobüsün yan tarafında, yukarıdaki camı geriye doğru çekip açıyorum, birden bir serinlik kaplıyor ortalığı… Oh! Radyoda Riff Cohen’in “Dans Mon Quartier” isimli şarkısı çalıyor. Otobüs şoförü, elini uzun bir sopa gibi yanında duran vites koluna uzatıyor, gazı köklüyor… Dikiz aynasında kalabalık, her metrede biraz daha küçülerek kayboluyor… Hüseyin Olcay
Burada bir sürü ehlileştirilmemiş hayvanla çalışıyorum. Bugün pazartesi hafta sonum iyi ve mutlu geçti. Falcıda duyduklarımdan sonra umutlandım. Ama buraya bu aptal insanların bulunduğu ortama enerjim düşük girdim. Sevmiyorum seslerini, tiplerini. Bedenleri, sesleri ve zavallı varoluş kaygılarıyla alanımı işgal etmelerini. Bunu da cinsiyete bağlıyorum. Kadınlar asla bir ortamda durup dururken öküz gibi şarkı söylemezler kart sesleriyle. (Hülya hariç.) Kadınların üzerinde hep bir baskı var. Sesleri belli bir tonu aşmamalı, bedenleri göze hitap etmeli, ‘’kabul edilebilir’’ ölçülerde olmalı. İkincil konumda olmalı ve değilse pasifiz edilmeye çalışılmalıdır bu eril sistemde. Değişik kadınlar bu ortamdakiler de zaten; birisi kişi olmadan anne olmuş, sırf biyolojik cinsiyeti olmadan anne olmuş. Sırf biyolojik cinsiyeti kadın diye. Birisi abisi ile özdeşim kurmuş var olabilmek için. Erkekleşmiş ve ortamdaki erkeklere uyum sağlamak için onların kullandığı küfürlü sığ kelimeleri kullanabiliyor ancak. Diğeri ataerkil ona ne verdiyse onu giymiş sorgulamaktan uzak, ahlakçı aşağıdaki de başlı başına öteki. Ataerkil ama bu sistem tarafından dışlanan aynı zamanda, hümanistte değil, farkındalığı da yok her tarafta, tutunamamış. Kadın ya da erkek bu insanlar çok sevgisiz. Onca gürültüye rağmen sadece aşağıda (bizden olmayan) kadının sesini duyduklarında rahatsız oluyorlar çünkü bir kadın yüksek sesle konuşmamalı. Sosyal medyada bir haber yayıldı; fantezi yapan evli bir çift ve onları gizlice izleyen kadının sevgilisi hakkında. Bu yüksek ses yarattı ofiste. Tartıştıkları nokta işin fantezi boyutu, orda yatağa bağlı olan eşe kurulan tuzak değil, adamın rızası var mıydı, yok muydu? Sorgulanmadı. Mahkemeye intikal eden konunun darp olduğu göz ardı edilip, fantezi boyutu tartışılıp, eğlenildi ve tepki verdim. Pornolarda hepinizin grup sex izlediğinize eminim. Neden bu kadar olay oldu? Ama ataerkinin her zaman ‘’ama…’’ ile başlayan bir mantığa bürünmesi vardır. Erkekler ortama giriyor ve diğer tün kadın, canlı, eşya… her şey silikleşiyor, flulaşıyor ve erkek bedeniyle orada net görüntüyle var oluyor. Sanırım bugün hazır olmadığım iki gün tatilden sonra üretilen bu şiddet tekrar tekrar. İhtiyacım olan şey sessizlik ve yalnızlık… Hande Silifkeli
İlişki Paradoksu Bu çelişkiyi oluşturan ana unsur erkeklerin ne istediklerini bilmediklerinden kaynaklanıyor. Bakımlı bir eşi olsa çok bakımlı olduğundan yakınır, bakımsız olsa bu sefer bakımsız olmadığı için kadını suçlar. Bu kararsızlıklar onları sadakatsizliğe sürükler. Aslında kadınlar ne ister gibi karmaşık düşüncelere girerler ama bence kendi çıkmaz sokaklarında boğulurlar ve ne istediklerini bilmedikleri halde arayışları sürekli devam eder. Kadınlar neden her zaman incinir? Çünkü kartlarını her zaman acık oynarlar. Bu onların zayıf noktalarını açıkça ortaya koyar ve erkekler kadınların duygularını önemsemedikleri için zayıf yönlerini kullanmaktan geri kalmazlar. Bu durumda kadınlar ne yapmalı? Herkesten sevgi dilenmeyip duygularını açığa vurmamalılar. Kadınların aksine erkekler daha stratejik davranırlar. Stratejik oynayan bir erkek karşıdaki kadının duymak istediklerini söyler, bu duygulara sahip olmasa bile. Bu tamamen bir farenin yeme ulaşmasında yaptığı stratejiden hiçbir farkı yoktur. Bazı kadınlar bu stratejinin parçası olduğunun farkında olduğu halde duygusal açlıklarını kısa bir süre doyurmak adına sessiz kalmayı tercih ederler.
Birgi Kından
Piyangocu Bu kadar basit miydi her şey. Uzun zamandır tanıyordum onu. Soğuk gecelerde bağırmalar boşuna mıydı? Ne günlerdi onu görmek. Hep aynı mesleğiyle… Kendimden dahi şüphelenmiştim. Ben de onun gibi böyle bir işe kalkışabilirdim. Komik görünmüyor değil! EE kolay mı bunca yıldan sonra başka bir kılıkta yeni şeyler satmak. Anlamak istiyorum, gerçeği söylemek gerekirse hiç de istemiyorum. Ama ne olursa olsun neden bu hâle geldiğini merak ediyorum. Kendimi yok sayıyorum ona karşı. Ya onca esnaf, onlar ne olacak! Cesaretliydi de yaşına göre. Çok ama çok eski bir milli piyangocuydu. Uzun yaz günlerinde diğer arkadaşlarından önce kalkar, milli piyango, hemen kazı kazan sesleriyle sokaklarda bağırmaya başlardı. Etrafınca da saygın bir insandı. İsmi de Hasan’dı. Ama herkes Hasan Amca diye seslenirdi. Ben de artık ona böyle sesleniyordum. Diğerlerinden de farklıydı. Biraz da paragözdü. Her neyse işin o yönüne geçmeyeyim. Nerde kalmıştım diğerlerinden farkına. Diğerleri geceden kalma yorgunluklarıyla sıcak yataklarında yatarken Hasan Amca ince ayakları ve onu yoldan yola sürükleyen cılız bedeniyle boy gösteriyordu sokaklara adeta. Her gün gidip gelinen yerler insana yabancı olmaktan çıkar. Nerenin kaç adım olduğu dahi bilinir hâle gelir artık. Günlerdir hatta haftalardır kendime ait bir yerin düzenli kullanım hakkına şu sıralar sahip olduğum söylenebilir. Bu yerin bir oda olmaktan daha çok, rahatça nefes aldığım, ara ara yan yana yapılan balkonlardan seslerin geldiği -hatta buna kısık seslerin de dâhil olduğu- bir yer. Bir günden ne kadar kârlı ayrılabileceğimi kestiremem. Zaten şimdiye kadar da bunu yenmiş değilim. Hayatın bir köşesine sahip olduğumuz vakit diğer kalan köşeleri görmezden geliriz. Aynı durum saatlerimiz için de geçerlidir. Belli bir saat aralığını daha çok severiz. O vakitte birikir çoğu işimiz. Zaman, mekânların gözeneklerinde sıkıştırılmış bir unsurdur. Buna kolumuzdaki saat de dâhildir. Bu saat her ne kadar sola takılsa da sağa takmakta bir o kadar tartışılan bir sorun haline gelmiştir. Kimi zaman bende sol kola takanlardandım. Öncesi tahmil edilmeyen bir kazaya uğrarsa insan ve bu sol kola isabet etmişse, üstelik tamda saatin takılacağı kısım zedelenmişse, insan bir sabah uyanığında sol kola göre daha diri görünen, her ne kadar alışkın olmasa da buna kendini mecbur hisseden yabancı kalan sağa emanet etmek zorunda kaldığı saatini artık takmıştır. Yani saatin bazen sağa takıldığı da olur. Bunu büyütmemek gerekir. Uzun yıllar sonra saatin sağ bileğe geçmesi, sol bileğin giderek unutulması olarak algılanabilir. Bu durum doğru bir düşünce olmakla birlikte, alışkanlıklardan insanların hızlı bir biçimde kurtulamamasının da belirgin bir örneğidir. Hasan Amca da milli piyango biletlerini sol elinde taşırdı her zaman. Yaz kış demeden bir eli hep doluydu. Biletleri insanların daha iyi görebilmesi için yelpaze şekline getirirdi. Kararmış, soğuktan çatlamış elleri vardı. Ama o her ne olursa olsun ‘’bugün çekiliyor, kazı kazan’’ demeyi ihmal etmiyordu. Uzun zamandır gitmemiştim o kalabalığa. Bir an etrafıma baktım. O ses yok, o bağrışma yok… ‘’Milli piyango, hemen kazı kazan’’ da demiyordu. Üstelik her zaman giydiği kıyafeti de yoktu üzerinde. Renkli renkli çiçekleri olan bir kumaş kıyafet giymişti Hasan Amca. Ellerinde yoksun olan milli piyango biletleri ve onca insanın tek hayali olan kazı kazan kâğıtları da yoktu. Artık ‘’Manisa mesir, Manisa mesir’’ diye bağırıyordu. ‘’Şifalı bunlar, şifalı bunlar, Manisa mesir…’’ Hasan Amca artık bir milli piyangocu değil, mesleğini gölgeye atan cesur bir macuncuydu. Evren Uzar
TANIDIK BİR YÜZÜ UNUTMA TARİFİ
Dağıldık beyler, sokağa çıkma hürriyetimizi elimizden aldılar Elimize adressiz mektup sıkıştırdılar. Kahrımızı sahildeki midyeci abiyle değiştirdik. Süt pişirilen evlerin masumluğuna dönmek için çok geç. Birlikte olduğunuz kadınlar acı veriyorsa artık. Kaybolun… Ruhunuzu, köşe başı boyacılarına usulca bırakın. En sonunda kendinize mis gibi keder ısmarlayın. Biraz daha mutlu olmak için huzursuz edin herkesi. Karşı komşunuzdan biraz daha nefret isteyin Bir çay bardağı kadar. Delirmenize, çıldırmanıza, bir kadını kaybetmenize yetecek kadar. Damarlarım lirik hislere gebe İmza toplayan bir kalbe izin yok bu devlette.
Bedirhan Özdemir
SÖYLENMEYEN ŞARKILAR İSTASYONU Hazırlık, istasyondan kalkan trenin, ilk beş yüz metresi midir? Yoksa makinistin trene gittiği yolun son beş yüz metresi midir? İkincisi daha mantıklı gelebilir. Ama bu zaman döngüsü geriye doğru sarıldığın da sonsuz, noktasız bir yere gider. Onun için ikincisi de mantıksız olur. O zaman hazırlık kavramı belirli bir aralığa sıkıştırılamaz. Bekleyen-beklenen arasına sıkışan yaşam değirmenin döndüreni, umutsuzluk ve mutsuzluğun birleştirdiği koca, kara bir eldir. İllaki bunun zıttı da mevcuttur. Gelenlerle yaşayıp, gidenleri tecrübe var sayarak. Güzellik şövalyeleri yenildiler. Şiirleri, şarkıları, tabloları, romanları yüreklerinde her gün savaştılar. İyi şiirler yazıp güzel kadınlar sevdiler, iyi resimler yapıp acı çektiler, güzel şarkılar söyleyip hoş söz ettiler, dünyayı güzelleştirmek için. Olmadı. Öldüler, yenildiler. Birkaç şey kaldı, onlardan gayrı, işte biz güzel -temiz olamayız da ancak onlardan kalanlarla lekelerimizi silebiliriz. Şöyle dedi Tolstoy: "İnsanlar akıllarını böyle kaçırır. Utanç içinde yaşamamak için." Evet, biz bir gün sırf utanç içinde yaşayıp aklımızı kaçırmamak için o temiz şeylere sahip çıkmalıyız. Bu bir duygu da olur, bir kadın da olur, bir hayvan da olur ve bir çiçekte. Genç adam gözünü yıldızlardan çekerken, içini açan tek şeyin ona yakınlık hissi olduğunu anlamıştı. Hiç daha önce parmak uçlarını hissetmişti, kesilmeden. Şimdi onların insan vücudunun en marifetli yeri olduğuna, kesin karar vermişti. Onun ilkbaharda açan papatya yaprağı gibi ellerinin üzerinde, parmak uçlarını suda halkalar çiziyormuş gibi gezdirdi. Ve en yakın yerden hissedince dudaklarını, içine mirzana çeşmesinden bir tas su dökülmüş gibi olarak "Duyulmayan bir şarkı gibi onu sevmek, hani içinden söylersin ya sadece sen duyarsın işte öyle. Ama sana tüm dünya biliyormuş gibi gelir. Hafif dışardan kımıldanınca korkarsın, utanırsın. İşte o içimde hep söylediğim şarkı. Zaten içimiz hep söylenmeyen şarkılar istasyonu değil mi?" dedi kendi kendine, yüzü aydınlandı. Hazırlık, o zaman sonu ve başı olmayandı. İşte genç adam onun ellerini tutarak geleceğe hazırlandığını düşünüyordu. Genç kadın bazen bunun farkında, bazen değildi. Ama onun da içinden bir ırmak geçiyordu ve ikisinin suyu aynı yere dökülecekmiş gibi gelirdi. Sonra hiç kuramayacak koca ve mavi bir deniz...
Sercan Çelik
Yalan Sevmeler
o sisli eylülde ellerim yoktular gözlerim uykusuz bir ölüden geliyordu bütün içimde bembeyazdı kuşlar saçlarımdan vapur geçiyordu
dudaklarım arasında uzun sigara dalı kıpkırmızıyım sanki içim yanıyor birikmiş onca kelimeler gibi tıpkı penceremden yarım kadınlar bakıyor
biraz sen olmalısın biraz da yalan hiç olmamış kadın rengini giyinmişsin lacivert olmalısın öptüğüm boynundan yalandan da olsa beni sevmelisin
Engin Sevinç *********************************************************************************
Aşk ateşiyle yanmak günahsa, Allah, beni cehenneme atarsa, Diğer günahkârları ne yapacak, Bu harla cehennem buhar olursa.
Derviş Erol Taşdelen
Söyleşi; Yakın zamanda açılacak olan bir sanat evinden söz etmek istiyorum. Karga Tasarım ve Sanat Evi’nden. Sanata değer verip, yaşatmak istedikleri için bu sanatçılardan bahsetmek istiyorum. Kimdir bu sanatçılar? Bu sorunun cevabını onlara sordum. Bana vakit ayırdılar. Sorularımı cevapladılar. Karga Tasarım ve Sanat Evi’nde kimler var? Sizi tanımayanlar için biraz kendinizden bahseder misiniz? Dört yıllık bir fikri tasarımın somutlaşmış halidir. Karga Tasarım da; ressam ve spiker Ümit Öncü, görsel sanatlar eğitmeni Atilla Serdar Öcal, yazar ve sanat tarihçi Adem Ölmez, ressam ve dövme sanatçısı Alev Hiçyılmaz yer almaktadır. Karga Tasarım ve Sanat Evi’nde neler yapacaksınız? Karga Tasarım, her şeyden önce sanatsal bir amaç ile yola çıktı. Herkes için sanat, her zaman sanat. Sanatın bir yaşam biçimi olduğunu inanıyoruz. Aynı zamanda insanların sevdiği işleri yaparken, eğlenmesini, eğlenirken para kazanmasını ve yaşamını idame etmesini istiyoruz. Sanatın zenginliği, fakirliği, entelliği ya da entelektüelliği olduğuna inanmıyoruz. Popüler kültürün sanatları, anlık sanatlar ilgimizi çekmiyor. Daha yaşamın içinde daha kült olan sanatları tercih ediyoruz. Yaşam kaliteli bir sanattır. Peki, ‘’neden’’ Karga? Fabl ve masallarda kargalar hep aptal olarak tasvir edilir. Oysa biliyoruz ki, hayvanlar âleminin en zeki kanatlılarındandır. En uzun ömürlü ve gizemli kuşlardandır. Sanatta, sinematografide karga önemlidir. Gotik bir izlenimi vardır. Karga; gören göz olmayı, hisseden ve öncü olmayı temsil eder. Bizim amacımızda bu, sanatta öncü olmak. Kargalar gibi sanatta uzun ömürlü olmak. Fanzinlerle ilgilenen bir topluluksunuz ilerleyen zamanlarda sizden de fanzin haberi alacak mıyız? Evet. Açılım fikirlerimiz içerisinde kendi adımızı taşıyan çizgisel ve öyküsel bir fanzin projesi var. Sizi en çok motive eden ve üretmenize katkıda bulunan eylem nedir? İnsanların negatif enerjilerinin bizi motive ettiğini söyleyebiliriz. Hiç eleştirilmediğimiz zaman doğru bir güzergâh izlediğimizi düşünmeyiz. Özellikle çizim yaparken, müzik ve gece olmasına dikkat ederiz. Gün ışığının kaybolduğu noktada sahnenin ilham ve çalışma perilerine kaldığına inanıyoruz. Ömrünüzün uzun olmasını diliyorum. Her insan gibi beni de sanat ve sanatçılar mutlu ediyor. Bitirirken genç sanatçılara neler söylemek istersiniz? Sanata nasıl ulaştığımızın önemi yoktur. İster alaylı, ister akademik eğitimle olsun. Sanat sizin hissettiğiniz her yerde ve her iştedir. Sizi yolunuzdan döndürmek isteyecek negatif, olumsuz barikatlar her zaman olacaktır. Engellenmeyi, asla kabullenmeyin. Bu daha güçlü bir sıçrayış için yürütücü gücünüz olacaktır. Amaçlarınızdan ve hayallerinizden vazgeçmeyin. Sanatseverler size nasıl ulaşabilirler? Siparişler, kurslar, sergiler ve yapacağımız tüm etkinlikler için, İnstagram ve Facebook sayfalarımızı takip edebilirler. karga.sanat06@gmail.com adresine mail atabilirler. Teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. Akad Asım
Bitirirken; Sayın okuyucu, istediğiniz ya da umduğunuz şeyleri yazıp yazmadığımızı bilmiyoruz. Bunu öğrenebilmemiz için sizin bize dönüş yapmanız gerekmektedir. İyi ya da kötü her eleştiriye açık bir ekibiz. Bize mail atabilirsiniz. Bizimle buluşup, bir şeyler içebilirsiniz. Bize âşık olabilirsiniz. Bize çizim, fotoğraf, yazı gönderebilirsiniz. Beğenmediyseniz, tekrar okumalısınız, yine beğenmeyecek olursanız, ilk üç sayımızı okumalısınız. Yine beğenmeyecek olursanız, biz başaramamışızdır. O zaman aşağıda bahsi geçen fanzinleri deneyiniz… Yere Düşen Travma, Olgun Ruhlar, Parantez İçi, Mevzular Derin, argümansızlar, artfanzin, Sıvadık Fanzin, Dem Fanzin... (Yok ben bunları da beğenmedim diyorsanız, siktirin gidin. Size fanzin mi beğendireceğiz. Yaşasın fanzinler. Yaşasın fanzinciler. Yaşasın okuyan insanlar.) Teşekkürler Öncelikle sana. Evet evet sana. Şaşkın şaşkın bakma sana diyorum. Sen okumasaydın bizi, biz bu zamana kadar ayakta kalamazdık. En başında fanzin fikri ortaya çıkınca bize yardım eden, bana fanzin nasıl yapılır? Öğreten adam Murat Doğan ve Uçan Araba Production’a. Her zaman bize destek olan Hacı Ölmez’e. Ankara Don Kişot Dinlence Evi’nde kahrımızı çeken Osman abimize. Güzel, sert, usta işi yazılarını bizden esirgemeyen; Yusuf Araf’a, Paskalya Tavşanı’na, Aytaç Ars’a ve tabiki en başından bu zamana kadar hep yanımızda olan FANZİN APARTMANI’na teşekkür ediyoruz… marsfanzin.editor@gmail.com