Mars Fanzin #2

Page 1

OCAK-ŞUBAT 2017


Yıl: 1 Sayı: 2

İÇİNDEKİLER -Bir Var(mış) Bir Yok(muş)

1

-Bir Anın Eteğinden Düşen Çöpler Ve Şekersiz Çaylar

2

-Sen Çok Şey Kaçırdın

3

-Zeytinli Poğaça

4

-Çocukta Cinsel Gelişim

6

-Nar-sist

9

-Kırılmaz Bir Dal

11

-Türk Sinemasının Toplumcu-Gerçekçi Yönetmeni...

14

-Yazılı Kadınları Bekleyen Unutkan Adamlar

19

-Rüyalarda Buruşuyoruz...

21

-Düşünceler

23

-Deliler Tekkesi

25

-Günlerin Getirisi Ne Olmalı?

29

-Restoran

30

-Sevginin Gücü

32


‘’Bundan sonra şansım yaver giderse, ancak mezarımdan petrol fışkırır.’’ Ruhi MÜCERRET


Bir Var(mış) Bir Yok(muş)

Yüreğimdeki kahramana âşık olmakta varmış. Kalbimi söküp, atmak isterdim; oysa acılarımı umutlarımı kaybetmekte varmış. Bakkaldan aldığım ekmekleri, sokağın boş yollarına savurup, atmakta varmış.

Aşkımı aşkıma ilan ederken aşkımın burukluğunu sigaramın ucundaki hissizliği hissedebilmek için, avucuma söndürmekte varmış.

Seni gömdüm çocukluğumun duvarlarına, dedemin sallanan koltuğuna, babamın piposuna. Sözlerimde saçma yaşantılar anlatmakta varmış. Huzuruna çıkamamakta.

Seni ilk günkü gibi sevememekte varmış, sevgilim... Edebiyatla bu devirde hiçbir yere varamayıp, varamadığınla kalakalıp, saygınlığının eriyip gitmesi de varmış. Oysa bu yollardan ne Edip Cansever’ler, ne de Atilla İlhan’lar geçmiş. Demem o ki bir var(mış) bir yok(muş) Adem Ölmez

-1-


Bir Anın Eteğinden Düşen Çöpler Ve Şekersiz Çaylar

Konuşacak çok şey birikiyor ve hala filmlere inanıyoruz. İki yaprak kâğıt ayrı duruyor ve yaşlı kadın takma karbon kâğıtlarını ikram ediyor. Baş eğme! Bakinin aşkına. Mavi renk olmaktan çıkmıyor, seksen bir il ve bir dâhil yüze kadar doksan dokuz sayı ve plakalar ve harfler. Zorunlu bir eksikliğin süreğenliğinde. Biz ezgi sızıyor şehre logarlardan, saçlarına değiyor ve beliklerini tutan ip çözülüyor. Neşet gözleriyle çamurlu alnı, geçmişin bam telinde duran sözleri. Bir sinema galasındaki ışık huzmeleriyle çıkıyor dudaklarına. Belki; çocukluğu diyorum Belki; çocukluğu Belki çocukluğu daim Ah ne müthişsin Ne müthiş çocukluğun daim. Düşüncelerin meskun mahallinde toplanıyoruz Esnafların yırtıcı bakışlarının çapraz ateşi Harflere sığınıyoruz. Bakmayın efendiler matah söyleyeceğim Şair resim çiziyor yahu diğerleri yok. Dalkavuklarsa hınçlarıyla bayrak tutuyor Başımız serin dilimiz yangın. Volkan Kurşun

-2-


Sen Çok Şey Kaçırdın Her şeye rağmen sevdim ben seni. Tüm reddedişlerine rağmen içindeki salıncakta sallandım. Bundan hiç pişman değilim. Ne tanrıyı, ne dostlarımı, ne gururumu ne de mantığımı dinledim, seni severken. Sadece içimdeki çocuğu dinledim. Sen gitmiştin. Yokluğunda ben seninle çok şey yaşadım. Ne kavgalar ettim seninle, tutkuyla seviştim, gözlerine aşkla baktım. Sen çok şey kaçırdın. Şimdi nasıl izah edeyim? Edemem ki... Şayet varsa bir tanrı ve sorguya çekecekse beni, ben ona bile izah edemem seni. Katre Deniz Süha

-3-


Zeytinli Poğaça

Henüz evden çıkmadan aslında o gün nasıl bir insan olduğunuz yavaş yavaş kendisini gösterir. İçinde bulunduğunuz günün yarınından saat çalma alışkanlığınız devam ettiği sürece bu halden kurtulmanız pek de mümkün olmayabilir. Yorgun otobüslerin asfaltta ardı ardına boy gösterdikleri bu zamanlarda daha az yürümek için insan ne gerekiyorsa yapmalı. Günü kurtaracak olan bir çay yol boyu aklımdan hiç gitmek bilmedi. Onun bende uyandırdığı sıcaklığa karşı koyamadığım kabullenişlerim adımlarımı gittikçe yavaşlatıyor ve bir sandalyeye oturma ihtiyacımı arttırıyordu. Öğle saatinin bitmeye yakın zamanlarında bir kafedeki insan seyrekliği her zaman rahatlatmıştır beni. Sıra beklemeden, birine çarpmadan bir çayın sahibi olmak kolay işlerden olsa gerek. Böyle güneşli havalarda içeride bulunmaktansa; dışarıda bir şemsiyenin altında duran her köşesi birbirine denk beyaz zeminli, etrafı gümüş renkli bir kemerle sarılmış siyah fakat bir o kadar dayanıklı görünen bir masa ve buna bir o kadar zıt mavi plastik bir sandalyenin üzerinde bulunan kahverengi, siyah renklerle bir uyum içerisinde çeşitli geometrik motiflerin olduğu minderin üzerine yavaşça oturdum. Derken bir güvercin masama kondu. Sonra ikincisi, sonra üçüncüsü…Çay içmediklerini biliyordum. Zaten bu konuda emindim. Güvercinler benden kaçmıyorlardı. Biraz duraksadım. Küçük bedenlerin büyük cüsselerden korktuklarına her zaman şahit olmuşluğum vardı. Tabi bunlara güvercinleri dahil etmesek. Çayımı biraz bekletebilirim. Zaten şeker de kullanmıyorum. Şekerin çayda karıştırılma süresini varsayarak bu kısa zaman dilimi içerisinde bir poğaça almaya gittim. Güvercinler neyli severdi? Bilmiyorum. Şahsen ben karnım doysun yeter derim. Fakat onların fikrini de almışlığım yoktu. Poğaça camekânına yaklaştım. Buyurun efendim! Bir poğaça istiyorum. Neyli olsun? Güvercinler neyli sever? Gülümsedi! Zeytinliyi daha çok severler, dedi.

-4-


Bu kadın sanırım daha önce güvercinlere poğaça vermiş, hatta vermekle kalmamış zeytinli olanını sevdiklerini dahi biliyordu. Kâğıt torbanın içine konulan zeytinli poğaçayı aldım ve beni bekleyen güvercinlere daha sonra da soğumakta olan çayıma doğru gittim. Evet bekliyorlardı. Ne zaman ki insanı bekleyen bir canlı görsem, buna güvercinleri de dâhil edersem, bu kavuşma anının uzun sürmesi için elimden geleni yaparım. O yüzden zeytinli poğaçayı bir bütün yerine ufak ufak parçalara ayırıp atmaya başladım. Attığım her parçada güvercinlerin sayısı giderek çoğalırken, zeytinli poğaça elimde azalmaktaydı.

Evren Uzar

-5-


Çocukta Cinsel Gelişim Bir yıl sonrasını düşünüyorsan buğday ek, on yıl sonrasını düşünüyorsan ağaç ek, yüz yıl sonrasını düşünüyorsan insan yetiştir. KUAN-TZU

Eğitim, doğumla başlayıp yaşam boyu devam eden bir süreçtir. Eğitimin doğumla başlaması, çocuğun eğitiminde anne-babanın etkisinin önemini ortaya koymaktadır. Eğitimde anne-babanın rolü büyüktür. Anne-babanın çoğu çocuğu ile iletişimlerinde, genellikle onları dinlediklerini söylerler. Oysa çocuk konuşurken; sürekli emretme, yönetme, gözdağı verme, alay etme, utandırma, lakap gibi müdahalelerle çocuğu gerektiği gibi dinlemezler. Bu yaklaşımlarda duygu, düşünce ya da sorununu anlatmaya çalışan çocuğun susmasına, konuyu saptırmasına ya da değer verilmediği duygusuna kapılarak, kırılıp, küsmesine neden olur. Anne-babalar çocukları ile iletişimlerinde çocuğun ihtiyacına ve sorununa göre edilgen ya da etkin dinlemeyi kullanmalıdır.Ebeveynlerin aslında basit gibi geldiği eğitim statüleri çocuğun gelecek yaşamlarında büyük faktörlere yol açtığı bilincinde olamaması konusuna değinelim. -6-


Asıl değinmek istediğim konu son yılların acı haberleri olan çocuk istismarı ile ilgili eğitim. Geleneksel Türk evlerinde cinsel konular konuşulmaz. Töreler ve gelenekler, cinsel yaşamı ayıplar ve yasaklarla çevirmiştir. Cinsel eğilim ve davranışlar sanki yok sayılır. Cinsel konular arkadaşlar arasında büyük bir gizlilikle konuşulur. Böyle bir ortamda çocuğun soruları ya duyulmazdan gelinir. Ya da ‘’sen küçüksün, büyüyünce anlarsın!’’ diye geçiştirilir. S. Freud’ a göre cinsel ilgiler çok küçük yaşta başladığı ortaya koymuştur. Ebeveynler ise bu olguyu inkâr edip bu tür konuşmaları ayıplayıp yasaklamaktadırlar. Eğitim ailede başladığına göre bu tür konuların daha açık uçlu konuşup merak edilen soruların cevaplanması ve çocuğun o merakı giderilmelidir. Özellikle üç yaşındaki çocuklar soru ve davranışları ile cinsel konulara ilgilerini belli ederler. İki üç yaşındaki erkek çocukları ortalıkta çıplak ya da donsuz dolaşarak, pipileri ile oynayarak rahat bir şekilde gezebilirken, kız çocuklarında utandırma ve ayıplama yapılarak o yaşlar da cinsel kapıştırma kavratılır. Ve bu çocuklarda merak duygusunu arttırır. Kız ve erkek kardeşlerde kız çocuğunun erkek kardeşinin pipisini görmesi ile sorular sormaya başlar.’’ Neden bende yok, benim de var mı? ‘’ gibi sorular sorar. Anne-baba bunu gülerek cevaplaması cinsel olgunun gelişiminde yanlış rol oynar. Anne ‘’ sen kız olarak doğdun ve hiçbir eksiğin yok. Erkek kardeşin erkek olarak doğdu ve sende fazlası ya da eksiği yok’’ diyerek açıklamalı. Doğru cevaplar karşısında meraklarını giderirler. Ve cinsel kimlik tamamen yerleşene kadar bu süreçler devam eder. Kendi kendine cinsel uyarması Cinsel kimliğin gelişmesi Cinsel kimlik sapması. Birbirini takip eden süreçlerdir. Aslında bu süreçler de korkulacak bir durum yoktur. Ne çok bastırılmalı, nede çok rahat bırakılarak tedavi gerektirecek bir hastalık boyutuna taşınmamalı. Gerekse bir uzman desteği ile bu süreçlerde doğru eğitim verilmeli. Ailede başlayan eğitim çevre desteği ile de arttırıp ya da yok eder. Tıpkı her çocuğun doğuştan bir psikolojik rahatsızlıkla doğup aile ve çevre eğitim desteği ile artması ya da yok edilmesi gibi. Cinsellik de aynıdır. Daha küçük yaşlar da erkek kız çocuk ayrımı yapışır. -7-


Hatta cinsiyet hayali bile kurulur doğumdan önce. Ve herkesin de bildiği, erkek çocuk güçlü, atılgan, girişken olması beklenir. Geç saatlere kadar da olsa dışarıda gezmesi yadırganmaz. Fakat kız çocukları pısırık, çekingen ev işleri yapan ev de oturması beklenilir. Ne kız haklarını bilir, nede erkek o haklara saygı duymasını bilmez. Erkek güç gösteren, kadın susan kabullenen olur zamanla. Ve küçük yaşlar da aşılanan bu yobazlık ilerleyen yaşlarında hep kadının muhtaç erkeğin esiri haline gelir. Sonuç ise kaçınılmaz acı son. Şiddet, taciz, tecavüz. Ama asıl acı olan ya susan toplum ya da susturulan hakkı savunulmayan kadın. Tabii artık eskiye oran ile bilinçli bireyler çoğaldı. Ve bu da bilinçli ebeveynler sayesinde. Ve artık daha bilinçli anne-baba olup çocukların tüm gelişimsel evresinde doğru eğitimi vermeye özen gösterilmeli. Ve bu eğitime doğru cinsel eğitimde verilmeli. Çocuk bencildir. Dürtü ve isteklerini dizginlemeyi ve ertelemeyi bilmez. İsteklerinin hemen ertelenmeden yapılmasını ister. Çocuk aynı zaman da beniçincidir (egosantrik). Duyguları hemen iniş çıkış gösterir. Çocukta saat zaman kavramı yoktur. Bir diğer özelliği somut düşünür. Canlı cansız ayrımı yapamaz. Duygu, düşüncelerini açıklamakta zorlanır. Korku ve kaygılarını abartma eğilimlidir. İç gözlem yeteneği yoktur. Yani her ne koşulda olursa olsun çocuk çocuktur. Büyük bir birey gibi konuşulup dinlenmeli, ama oyun hakkı elinden alınıp büyük bir birey davranışları beklenmemeli. Aslında bu konu hakkında yazılacak o kadar çok şey var ki çocuk eğitimi sanıldığı kadar kolay ve basit değildir. Bizim ayakta bağırmamız bile ilerleyen yaşlarda BÜYÜK KORKULARA yol açarken bile bilmediğimiz o kadar çok şey var ki. Doğru eğitim doğru ebeveyn olmaktan geçer. Cemile Dağdelen -8-


Nar-sist

Eskiden daha küçük bir çocukken büyük hayallerim vardı. Modern şehirli kadın olacaktım. Evlenip,herkesin kıskanacağı güzellikle bir gökdelen delende oturabilirdim. Şansım yaver giderse belki boğaz kıyısında bir yalı.. Televizyonda görmüştüm ismini hatırlayamadığım bir ünlünün evini. Kocaman bir odada bir sürü rengarek ışıldayan kıyafetler. Raflara dizilmiş ayakkabılar. Giyinmenin de odası mı olurmuş. Yapan yapıyor işte. İlerde mutlaka benim de olmalı. Yüzme havuzunu unutmamalı. Çocukluğumun hala kanayan yarası. Apartman çocuğuyum ben. Televizyonda gördüğü bahçesi köpekli evleri kıskanan. Yüzme havuzlu sitelerde oturan arkadaşlarını pek bir elit sanan. Karşı apartmanın kümes kadar bahçesinde oynayan çocukları balkondan izleyen bir apartman çocuğuyum. İşte o zamanlar, yani okuldan nefret ettiğim ve sürünerek gittiğim yıllar. Tatil olsa da köye, anneannemlere gitsek diye iple çektiğim dönemler. Dutlar oldu mu köye gitme zamanı. Ah şu koyun tezekleri kokmasa daha da çok seveceğim ya köyü. İlk dut toprağa düştü mü, ağacın altına naylon yayıp dalları silkeleme zamanı. Oysa hiç sevmezdim dutu. O zamanlar erik ağaçları işgale uğramış, barbarca talan edilmiş olurdu. Köyün çocuklarına sorun erik ağaçlarını. Hepsi tek tek hangisi sür, hangisi çakal eriği sıralar size. Saklamaz paylaşır. Kirazların üstünde tek tük kalmış, oda en tepelerde kuşların hakkı, sulanmamalı. Zaten ben kiraz da sevmem. Elalemin çocuğu en güzel erik ve dut ağaçlarının kimin bahçesinde olduğunu bilirken ve Tarzan gibi tepelerine tırmanırken, mazlum mazlum bir köşede beklerdim. Daha benim vaktim değil. Hayatta da hep öyle oldu, millet erikleri ağzını şapırdata şapırdata yedi ben bekledim. Millet kıytırık şehirlerin, kıytırık üniversitelerini kazandı diye fener alayı yaptı, ben gene bekledim. Millet, kıytırık üniversitelerin, kıytırık bölümlerini bitirerek, evlendi. Ben üniversite bitirmeye çalışıyorum. Narların olmasını nasıl bekliyorsam, hep doğru zamanın gelmesini, hayatımın olgunlaşmasını bekliyorum. Çocukluğumda, köydeyken narların çiçek açması bir milattı. Bekle az kaldı. Sonra o çiçek yavaş yavaş, yumruk büyüklüğünde sulu bir meyveye dönüşür. Ben nar ağacının altında o günü beklerim. Her günün sabahı, uyanır uyanmaz çiçeğin gelişimini izlerim. Sonra giyim mağazalarının vitrinlerinde mavi önlükler sergilenmeye başlar, anlarsın okulun açılmasına az var. -9-


Kuzey rüzgarları artık üşütmeye başlamıştır, kapı cam açık uyunmaz. Bir gün gelir, annen eşyaları toplar şehre dönme vaktidir. Narlar meyveye dönmüş, ama yenecek kıvama gelmemiştir. İsyan edersin. Yine bir gün gelir anneyle çıkılan Pazar tezgahında narlara rastlanır. Israrla istenir… Anne onlar gecen seneden kalma, bozuk der. Tazesi köyde var der. Annanen gönderir der. Evde buğuz yapılır, anneye küsülür. Hafta sonu köye gitme sözü alınır. Yolda kaç tane toplanılacağı, kardeşle ne kadarının paylaşılacağı hesaplanır. Arabadan iner inmez kimseye sarılmadan ağacın yanına gidilir. Ağaç boştur, narlar toplanmış; yenilen yenilmiş, gerisi reçel olmuştur. O yüzdendir ki hayatım, tam olarak nerde olduğunu bilmediğim bir süreçte değişti. Birşeyler tersine döndü. Nar ağacı kadar minimal isteklerim var artık. En sevdiğim meyve hala nar. Artık ağaç diplerinde kirpi gibi beklemiyorum. Nar çıkar çıkmaz pazarcı sağolsun, en güzellerini ayırır. Bir çok kişiye nar ayıklamak zillet gelse de, benim için senfonik bir ritüel. Narın çürük çıkması, beni adeta zedeler ama mutlaka yedeği vardır. Artık çocukluk hayallerim yok benim. Emekli olup, bir ege kasabasında, giyinme odası değil, kütüphanesi olan bir kulübem olsun istiyorum. Bahçesinde nar ağaçları olsun. Dünyanın tüm kedileri benim olsun. Modern kadınlar yılbaşlarında, narları kapılarının eşiğine vurup, patlatmaya başladıklarından beri, onlarla yolum ayrıldı. Nar patlayıp, ne kadar saçılırsa o kadar para, bereket falan filan getirirmiş. Saçma Bu sebeple tek bir sözüm var onlara. Belki dünyanın bir yerinde küçük bir kız, günlerce o patlatılan narın olgunlaşmasını beklemiştir. Narlar kolay yetişmemektedir. Yapmayın, kıymayın o narlara…. Sıla Filiz Ez

-10-


Kırılmaz Bir Dal

Sis içinde bir şehir, Sis, kapkara. Her yer toz İs gibi, ciğerini saran, tenini örten, kirleten. Şehirdeki herkeste yer bulamamanın ağrısı Şehir boyu inler, kulübeler Zorluğundan olsa gerek göçebeliğin; Ağızlar: pis, Şüpheler: kesin. Yersizlerin ötesinde boz bir dağ; Eskimiş biraz, Kıraç. Dağ dediysem, sanmayın aman aman; Tepeden hâllice, Ovada bir yükselti. Dağın yamaçları sarp Üstündeki otlar kısa ve soluk Lakin dağın ta zirvesinde yeşil bir ağaç. Uzun mu uzun: Köknar. O kadar uzun ki ağaç, budaklı dalları gibi Eğilmiş, dayanamamış. Kökleri sağlam, gövdesi kalın,

-11-


Seyreder ovaları Uçurum kenarından Sağlıklı dalları bol kozalaklı, Dağın kurağına karşın. Biri hariç. Güneşe bakıp güneşlenen, Rüzgâra karşı, dimdik O tek dal Ne zaman bir şahin konsa, koptu kopacak. Dokunsam, sanki kırılacak. Yine de yıllardır direnmekte rüzgâra. Onlarca kuş yuvarlanmış üstüne, Hâla ayakta. Bir ateş var ki, alevi insan boyu. Ağacı aydınlatıp, Görünen şehirden, ovadan. Ateşi yakan bir kadın bütün çıplaklığıyla. Uçurum kenarına oturmuş, Sıcaklığıyla ateşin Şehri seyretmekte. Şehrin bakışlarını görmüyor, Duymuyor, kokusunu almıyor şehrin. Kadın birden ayaklanıyor.

-12-


Yemek yeme ya da işeme rutinliğinde ağaca tırmanıyor. Göbeği kanıyor ağacın kabuklarından, memeleri. Beklediğinden çok güçle kırıyor dalı. Dal çatırdamıyor, yüksekten düştünde bile, Ya da alevler sarmaladığında etrafını. Kadın, umarsızca devam ediyor. Şehri seyretmeye. Ömer Öğmen

-13-


Türk Sinemasının Toplumcu-Gerçekçi Yönetmeni Metin Erksan’ın ‘‘Köy Üçlemesi’’ Üzerine Kısa Konuşmalar Sinemadaki üçlemeleri tanımlarsak, birbirleri ile bir şekilde bağlantılı bazı üçlü film gruplarına sinema yazarları ve eleştirmenler tarafından verilen addır diyebiliriz. Kimi zaman tematik, kimi zaman yönetmenin veya filmin ana karakteriyle bütünleşen üçlemeler karşımıza çıkar. Çoğunlukla birbirinin devamı niteliğinde olan bu filmler, bazen farklı alt metinler de oluşturabilir. Aynı yönetmen tarafından çekilir ve birkaç yıl arayla izleyiciyle buluşur. Bazı üçlemeler, ilk filmin getirdiği başarıdan dolayı ticari kaygılarla üretilmesine karşın genellikle üçlemelerdeki filmlerin konusu adeta bir dizinin bölümleriymiş gibi, ana temayı kaybetmeden ilerlemeye devam eder; hedefe ulaşır. Türk sinemasında da durum böyledir. Yeşilçam Sineması’nın tamamen dışında kalabilen ve entelektüel kişiliğiyle sanatını ticari kaygının ötesinde icra eden yönetmen Metin Erksan’ın ‘‘Köy Üçlemesi’’ ilk sırada yer alır. ‘‘Yılanların Öcü’’(1962), ‘‘Susuz Yaz’’(1964) ve ‘‘Kuyu’’(1968) üçlemenin filmleridir. Tema olarak mülkiyet mücadelesini işlemiştir. Bunun yanı sıra, üç filminde de Metin Erksan’a özgü bir üslupta aşk, şiddet, tutku, sadizm gibi öğelerin bulunduğunu söylemek mümkün. Bilindiği üzere Yılanların Öcü filmi, Fakir Baykurt’un aynı adlı romanından uyarlanmıştır. İnsanın toprak üzerindeki mülkiyet kavgasını döneminin dışındaki bir sinematografiyle beyazperdeye aktarmıştır.

-14-


Benzer temaya sahip ve Necati Cumalı’nın yine aynı adlı romanından uyarlanan ‘‘Susuz Yaz’’ filminde su üzerindeki mülkiyet mücadelesi göz önüne serilir. Bu mücadelenin su üzerinden kadına olan arzuya ulaşması, toplumsal çıkarımın dramatik biçimde sonlanmasına örnek gösterilebilir.

Özellikle gençlik yıllarında sosyalist düşüncenin etkisinde kalmış bir yönetmendir Erksan. Kemal Tahir’le olan yakınlığı toplumcu-gerçekçi anlayışını getirmiştir. Toplumun geleneğine saygı duyan, halkın inancını ve değerlerini küçümsemeyen ve bu değerler kapsamında bir sosyalist düşünce oluşturan Metin Erksan, kendine özgü yalın bir sinema dili geliştirmiştir. Mülkiyet konusu, idealist felsefe metinlerinin yanı sıra, Tevrat, İncil ve Kuran’da yer alan Habil ve Kabil olayının sembolik özelliği üçleme filmlerinin de ilham kaynağı olmasına yol açmıştır.

-15-


Uzun süre sansür sorunuyla boğuşan ve bin bir zorlukla Cannes ve Venedik film festivaline katılabilen Susuz Yaz, Osman rolündeki Erol Taş’ın kötü adam performansı ve Bahar rolünde 16 yaşındaki Hülya Koçyiğit’in ilk defa kamera karşısındaki oyunculuğu izleyicileri adeta büyülemiştir. Üçlemenin üçüncü filmi olan ‘‘Kuyu’’da, insan üzerine mülkiyet işlenir. Bu filminde Erksan, insanın insan üzerindeki mülkiyetini karşılıksız bir sevda üzerinden anlatmaya çalışır. Filmin öyküsünü yaşanmış bir olaydan almış, gazetede okuduğu bir haber üzerine olayın yaşandığı köye gitmiştir. Olayın ayrıntılarını araştırıp, bu trajediyi senaryolaştırarak beyazperdeye aktarır.

Filmin başrollerinde, Nil Göncü, Hayati Hamzaoğlu ve Aliye Rona yer almaktadır. Osman, aynı köyden deliler gibi sevdiği Fatma’yı dağa kaldırır. Fakat bu sevda tek taraflıdır. Fatma hiçbir şekilde konuşmaz, Osman’ı istemez. Her dağa kaldırma ve jandarmaların ikiliyi bulması ise kısır bir döngüyü başlatır. Osman için Fatma artık bir saplantı haline gelmiştir. Hapisten her çıkışında soluğu onun yanında alır hatta tecavüz eder. Türk Toplumsal-Gerçekçi Sinemasının önemli örneklerinden olan Kuyu filmi, aşkın tutkuya dönüşmesini, karşılıksız sevdanın mücadelesini ve mücadelenin ölümle sonuçlanma sürecini ele alır. -16-


Olayların değerlendirilmesi Freudcu bakış açısını gerektirebilir. Önceki iki filmde de karşımıza çıkan köylü profilinin vahşi ve sadist eğilimde tanıtıldığı üzerine eleştiriler olsa da, filmin sinema diline yönelik eleştiri almadığı su götürmez bir gerçektir. Sonuç olarak, üçlemenin her filminde de yönetmen; insanın temel yanlarını oluşturan, aşk, tutku ve şiddet unsurlarını işlemiştir. Erksan bu temel meseleye kendi üslubuyla farklı yönlerden yaklaşmış, yargıyı izleyiciye bırakmıştır. Oyunculukta, ses, görüntü ve mekan öğelerinin bütününde doğallık hâkimdir. Bu da Türk Sineması Toplumcu-Gerçekçi Akım’ın başında gelmesinin asıl sebebidir. Özellikle 1950 ve 1960’lı yıllar sosyalizmin dünyada yayıldığı ve çok tartışıldığı dönemlerdir. Mülkiyet konusu, sosyalist düşünce ile kapitalist düşüncenin çatışma temelini oluşturur. Fakat Erksan, filmlerini bu ideolojik kavganın sloganlarına boğmadan sinematografik bir şölenle seyircilerine ulaştırmayı başarmıştır. Mülkiyet konusunun insani bir sorun olduğunu ve bu kavganın estetik bir üslupla perdeye yansıtılmanın mümkün olduğunu göstermiştir.(Sim, 2007: 193-194) Nesrin Kaymaz

-17-



Yazılı Kadınları Bekleyen Unutkan Adamlar

Unutuyorum bu gece seni kadın, kahkahalar at denizlere Unutuyorum bu gece seni kadın, serin gölgelere sığın Unutuyorum bu gece seni kadın, üşü bir seher vakti düşünde Unutuyorum bu gece seni kadın Aldatışların oldu arka bahçelerim Gönlüm bir alev, sensiz bugünlerde Dalgınlığım tanımadığım insanlara güneş Kelimelerim duyarsız zifiri odama Çocuksuz aileler karşılıyor nefretimi Tanımsız sevgiler kuşağındayız, biliyorum bu çağda bana duyarsız Desem ki sen metropolde yalnız Ben taşra sokaklarında kaldırımsız Bizim gibi uyanır vedasız aşklar Libido kokan, renksiz rüyalar Bölüm bilmem kaç yıldızsız gökyüzü, birileri benim için tenkit bırakıyor. Her şeyi yazmamam, linç girişimi Düşüncesiz intiharlar biraz da kurtuluş. Yakınlık gösteriyor meyvesiz bahçeler. Telli bir çalgıda bıraktım duygularımı Dışında mıyım yoksa içinde mi bu serzenişin? Katlanmış duygular üzer beni, zarfım yangınlarda bırakıldı. Dibine çökmüş olmuyorlarım. Ağır bir hüzün hastalığı geçmişim Düğmesiz hırkalar ısıtıyor daha çok -19-


İçindeyim galiba bu serzenişin. Ve bir orduda rütbesiz sevgim Bu gece unutuyorum seni kadın Öylesine indirimsiz, kampanyasız.

Bedirhan Özdemir

-20-


Rüyalarda Buruşuyoruz... 2 Kasım 2016 sabahı uyandım, her zaman ki gibi kahvemi yaptım, sigaramı içmek için bilgisayarımın başına oturdum. Yeni albümün çıktığını gördüğümde sigaramın külü masaya düştü. E tabi heyecanlanmıştım biraz. Adamlar grubunun yeni bir albüm çıkaracağını biliyorduk ama ne zaman elimize geçeceğini bilmiyorduk. ‘’Eski dostum tankla gelmiş’’ albümünü çok severek dinledik. Yüz yıl daha yetecek bir albüm olmuştu fakat bir yandan da doyumsuz insanoğlu olduğumuzu unutmadık ''e hadi yenisi gelsin artık'' sesleri kulağıma çok geliyordu. Tolga Akdoğan da bu serzenişlerimi duyup bi yüz yıl daha gidecek bir albümü fırından çıkardı. Gazetelerin pazar eklerindeki albüm inceleme klişelerini verecek olursak; albüm dokuz parçadan oluşuyor. 1-Hepinize El Salladım 2-Tın Tın 3-Şakacı Birisin Sen 4-Yanmış İçinden 5-Orda Ortada 6-E Tabi 7-Rüyalarda Buruşmuşum 8-Ah Benim Hayatım 9-Acının İlacı Önceki albümde benim de içinde bulunduğum bir kitle şarkılarda kendini bulmuştu. İçinde hissettiği, dışa vuramadığı ve kelimelere dökemediği hisleri Adamların yardımıyla tercüme etmişti. Sound olarak tamamen alışılmışın dışında, köküne kadar İndie tarzda bir eser ortaya koymuşlardı. Arayıp da bulamayan, yalnızlığı dibine kadar en fiyakalı şekilde yaşayan bir insanın, yazdığı günlüğün bestelenmiş nüshasını dinliyor gibiydik. Adamlar grubu önceki albümün depresif fısıltılarını tekrar karşımıza getiriyor. Albümün ismini ilk gördüğümde Zeki Müren'in ''Rüyalarda buluşuruz'' adlı şarkısı geldi. Albümde arabeskvari bir şeyler döneceğini hissetmiştim. Yanılmadım da. Albümü ilk hatim edişimde sözlere dikkat etmedim. Tını olarak ilk albümden farklıydı. Klavye tonlarının daha az olması ilk dikkat ettiğim unsurdu. İlk albümden farklıydı ama tamamen bir değişim söz konusu değildi. Aşina olduğumuz rock rifflerini daha çok duyduk yeni albümde. Albümün pişme sürecinde kesinlikle Nirvana esintisi olduğunu hissettim. -21-


Nirvana'dan esinlenebilirsiniz ama esinlendiğiniz şeyi doğru aktarmak ve üstüne özgün tınılar katmak zordur. Adamlar kendi seçtikleri bu dersi AA alarak geçmişler. Artık sözlere dikkat verme zamanı gelmişti. Albümü tekrar hatim ediverdim. İlgimi çeken kısımları tekrar tekrar dinledim ve anladığım şeyleri not ettim. Daha kısa bir deyişle albümü içimde tekrar pişirdim. Ben 2 albümün art arda çıkmış dizi bölümlerine benzettim.

İlk albümdeki kendi yalnızlığını benimsemiş, depresif ve bir şey yapmaya mecali olmayan tabloyu ikince albümde artık bir şeyler yapmaya gönüllü insan portresine çevirmiş. Fakat yine aksilikler kendisini bulmuş da tam pes edecekken tekrar kendini yola, arayışa adamış gibi. Albümler bir çocuk gibi yavaş yavaş olgunlaşmış. İlk albümdeki serseri hava ikince albümde daha ağırbaşlı bir kişiliğe bürünmüş. Tolga Akdoğan yine şarkıları samimi, sanki senden biri gibi söylemiş. Eline gitarı alıp yanınızda çalmaya başlayan arkadaş misali. Bu zaten Adamlar kitlesinin en vazgeçemediği ve en üstte tuttuğu şey. Eğer insanoğlu doyumsuzluğunu bir kenara atıp albümü yavaş yavaş sindirip, keyfine bakarsa önümüzdeki yüz yıl içerisinde bir albüm daha gelecek. Gelecek albümde kafamızda oluşturduğumuz insan hala yolda olacak. Hala arayışın ve sürüklenişin içinde çığlıklarını bize duyuracak. Eğer hala adamlar dinlemediyseniz bayinizden bir kısa camel ve iki şişe beyaz şarap isteyip, kendinizi bu iki albümün serin sularına bırakın. Kendini bulmak için yolda olanlara, kendini bulmanın değil kendini aramanın keyfine varanlara selam olsun…

Erkowski -22-


Düşünceler

Kulağında kulaklık, sırtında çantan ve yanında yalnızlığın yürüyorsun. Yürürken insanlar sana çarpıyor. Etrafına bakmıyorsun aynı zamanda her şey görüş alanının içinde. Yürüyorsun, insanlara bakıyorsun. Hayatındaki insanlara benzettiklerin oluyor, artık hayatında olmayanlara benzettiklerin. Bir mimik birini hatırlatıyor ve gülümsüyorsun; bir söz bir olayı hatırlatıyor ve hüzünleniyorsun. Sonra birden şimdiki ana dönüyorsun, kulağında çalan müziği fark ediyorsun. Bildiğin bir dilde değil, şarkının sözlerini anlamıyorsun. Belki fahişelere sövüyor, belki aşkını ilan ediyor ya da ölen birine olan özlemi anlatıyor. O kadar güzel geliyor ki sana, anlamasan da yalnızca ritmi bile yetiyor seni etkilemeye. İnsanlar ve müzikten sonra anılarını düşünmeye başlıyorsun. Yaptıkların, yapamadıkların, tüm iyi şeyler ve tüm kötü şeyler. Geleceğin bugünün oldu, bugünün geçmişini oluşturdu. Gençken çok vaktin vardı, her konuda saatlerce düşünürdün. Eskiden düşündüğün konuları hatırlamaya çalışıp yeniden evirip çevirmeye başlıyorsun beyninin kıvrımlarında. Zaman geçer. Ancak zaman da insanların bir icadı değil midir? Zamanı bölümlere ayıran ilk insanlar bunun kullanışlı olacağını düşünmüşlerdi. Bugün, zaman bizi kullanıyor. Saatli yaşıyoruz, tıpkı bir robot gibi düzenli. Ama biz insanız, işte bunu unutuyoruz. Para da zaman gibi bir insan icadı, yine bugün para bizim efendimiz. Paran yoksa insan değilsin, aynı anatomiye sahip olman yetmez. İşte bunları düşünüyorsun kendi kendine ve diyorsun ki; İnsanlar yarattıklarının esiri olmaya mahkûm. Düşünecek bir şeyler bulmak için düşünmeye başlıyorsun, buluyorsun da. Nasıl olsa yolun uzun, adımların kısa. Düşünmekten başka yapacak ne var? Tanrıları ve tanrıçaları düşünüyorsun. İnsanın manevi boşluğunu doldurmak için yarattığı varlıklara bugün inanç deniyor. Eski insanların tanrıları kendilerine denkti. Zeus, normal insanlar gibi sinirlenir ve yardıma ihtiyaç duyardı. Narcisse, aşırı kendini beğenmişliği yüzünden ölebilirdi ve Thor çekicini kaybedebilirdi. Eskiden, tanrılar yalnızca üstün güçlere sahip insanlardı. Hatta o derece ki, eski insanlar tanrılarla cinsel ilişkiye girip yarı tanrıları doğurduklarını iddia ederlerdi. Sonra tek tanrı geldi ve diğer tanrıların pabucu dama atıldı. Öyle bir tanrıydı ki bu: Kimsenin duymadığı, her şeye gücü yeten ve dengi olmayan. Gerçekten mümkün müdür böyle bir şey? Neden hiçbir yerde tanrının cinsiyetine dair bir bilgi olmadığını merak ediyorsun, muhtemelen kadındır diyorsun. Çünkü ancak bir kadın; bu kadar güçlü, egoist, kendine tapınmaları için insanları zorlayacak kadar aptal olabilir. Biri omzuna çarpıyor, kulaklığın düşüyor ve şehrin gürültüsü sana ulaşıyor. Saatine bakıyorsun ve gitmen gereken yere çok geç kaldığını fark ediyorsun. Atinalı filozofların sahip olduğu tek şey zamandı. Oysa senin sorumlulukların var, sahip olmadığın tek şey zaman. Zamanım olsaydı filozof olabilirdim diye düşünüyorsun, sonra bunun imkânsız olduğunu fark edip kendi kendine gülümsüyorsun. Tekrar saate bakıp koşmaya başlıyorsun ve düşünmeyi bırakıyorsun.

Gamze Güleç -23-



Deliler Tekkesi

Olaylar; yirmi sekizinci yüzyılda Mars’ta bir kıraathanede geçmektedir. Yazarlar kendi aralarında sohbet ederler… A: Şimdi bir şeyler yapalım istiyorum. Tamam mı? İlginç bir şey olsun. Fanzin için. Marslı Garson: Boşları toplayalım. A: Boşları topla dedi. O da ilginç bir şey. Yo onu yazmayalım. (kahkaha atar.) B: Onu dış ses olarak kabul edelim. A: Tamam. B: Şimdi şöyle bir şey var. Mekânımız deli hastanesi. A: Tamam. Ü: Akıl hastanesi olmasın o. A: Aynen akıl hastanesi diyoruz ona. B: Deli hastanesi diyorum ben ona ya. Ü: İsmi lazım değil onu mu kapatacağız oraya? (Yazarlar kahkaha atarlar.) A: Onu yazamam. B: Yazmayalım o gıybete girer. Ü: Tabi. B: Şimdi düşüncelerimiz gıybet olduğu için, onu yazıya geçirirsek eğer sıkıntı olur. A: Aynen. (Sigara yakar.) B: Akıl hastanesi mekânımız. Ü: Evet. A: Tamam. B: Burada hemşir bir beyefendi var. Tamam mı? A: Tamam çok iyi. Ü: Niye erkek, kadın olsun. -25-


B: Çünkü erkek. Kadının gözünden yazabilir misin? Yazarsan hemşire yazayım. A: Bence biz bunu yazamayız. Sadece yazıyor gibi yapacağız gibime geliyor bence. Ü: İğneyi adamın münasip bir yerine saplayıp. B: Bir dakika şuan olayları. A: Abi onu nasıl yazalım. (Marslı garson, boş bardakları alır.) B: Bu hikâyeyi üç farklı adamın kafasından yazacağız ama bu farklı yazışlar sadece fanzine yansıyacak anladın mı? A: Tamam da bende diyorum ki işte. B: Bunu yazmayacağız. Üç adamın kafasından şuan konuşuyoruz. Ama bunu yazacağız. A: Tamam şuan konuştuklarımızı yazacağız. B: Tamam bende konuştuğumuzu… A: Anlıyor musun? B: Evet anlıyorum. A: Şu konuştuklarımızı yazıyoruz yani. Aslında öykü yazıyormuşuz gibi yapıyoruz okuyucuya ama bunları yazıyoruz. B: Tamam. A: Okuyucuda diyor ki; ‘’ne boktan bir iş yapıyor bunlar.’’ B: Belki olabilir. Evet. A: Tamam. B: Şöyle bir şey var. Akıl hastanesinde, eee! Hemşir mi, hemşire mi? Ü: Aman fark etmez. Memeli ya da memesiz ne fark eder. A: Konuyu baştan anlat. B: Akıl hastanesi var. Mekân. A: Tamam. B: Tamam mı? Kurguyu sonradan söylüyorum size. Buradaki başkarakterler; hemşire var, hasta bakıcı var, bir de bu hastanenin olduğu bahçede bir market, marketinde sahibi var. -26-


Ü: Akıl hastanesinin bahçesinde market mi? BİM mi? (Yazarlar kahkaha atarlar.) B: Ama askerlik istiyor BİM. Bunların askerliği yok. A: Tamam oğlum askerliği var işte. Ü: Ne askerliği be. A: Oğlum sıçtınız, sıvıyoruz. B: BİM demedi mi oğlum? A: BİM mi dedi? B: BİM dedi. A: Tamam. Birleşik İslam Marketleri. B: BİM de çalışması için askerlik şartı var. Ü: BİM de mi çalışacak bunlar. B: Bunların askerlik şartı yok çünkü bunlar akıl hastanesinden çıktılar. Ü: Ha! Ben bunları markete sigara almaya gidiyorlar zannediyorum. B: Ulan ne kadar mantıklı konuştum. A: Ama doğru söylüyor BİM’in ne işi var market olsun. BİM de sigara yok. B: Of, şu taşak geçiyor şuan. Senin anlaman gerekiyor. A: Ha! Taşak geçiyormuşsun. Tamam. Eee! B: Tamam mı? Bunların ortak yanı var. Bunlar önceden bu hastanede yatmış. Ama birbirlerinden haberleri yok. A: Tamam devamı gelecek sayıda…

Doktor V.

-27-



Günlerin Getirisi Ne Olmalı?

Biten bir günün ardından güne dair çıkarımlarımız olmalı her zaman. Gecenin sabaha kavuşmasında, soğuk bir terminalde hasretle bekleyen yolcu kadar umutlu olmalısınız mesela. Gecenin dördünde ilk defa içtiğiniz çikolatalı salep kadar sevimli bulmalısınız yorgunluğunuzun omuzlarınıza ve gözlerinize çöken ağırlığını. Ve öğrenmelisiniz ki arada kalmış tüm duygularınızı sizin gibi taşıyan başkaları da var. Sizin kadar yaşamış, benzer dikenlere basmış tüm insanlar yoldaşınız olabilmeli mesela. Bir makine mühendisinin ironik hayat sorgulama biçimine, gülümseyerek sadece servis yapan bir eleman olmadığınızı düşünce sistematiğinin ve deneyimlerden yararlanma eksikliğinin had safha da olduğunu söyleyebilmelisiniz . Ya da küstahça espri yapan fırlama birkaç üniversiteliye 9/8 lik bi espri patlatabilmelisiniz. Zekanın mesleklerle orantılı olmadığını her zeka düzeyinden herkezin hak ettiği yerler de olmadığını düşündürebilmelisiniz. Giysilere takıntılı birinin markalara atıfta bulunarak ‘’ben markasız hiçbir şey giymem’’ dediğinde düşünce olarak gelişmiş insan profillerinin şekilci olmadığını düzgün iki kelamla anlatabilmelisiniz! Harcama toplumu yaratmaya çalışan kapitalist düşüncenin insanları subliminal mesajlamayla nasıl çılgınca harcayan varlıklara dönüştürebildiğini anlatabilecek kadar kelimelerinize hükmedebilmelisiniz. Karşınız da sizden aman bekleyen gözler ve yalvarır ifadelerle bakan insanlara tutma, yapma imkanınız olmayan sözleri asla vermemeniz gerektiğini bilebilmelisiniz. İyi niyetin çok sıkıntı getirdiği gerçeğinden hareketle fayda ahlakına yönelik yaşamsal teoriler geliştirip; herkesden FAYDALANAN toplum asalaklarıyla fazla haşır neşir olmamak gerektiğini ayırt edebilmelisiniz. Aksinin sizi zorlayacak zincirleme tepki reaksiyonları başlatabileceğini hatırlayacak zihin tasarrufunuz olabilmeli. Kendinizi ‘’EN‘’ sıfatlarından tenzih etmelisiniz. Sizin enleriniz bazılarının başlangıç basamağıdır hatırlamalısınız. Herkese kendinizi onaylatmak gibi bir gayenin içinden sıyrılabilmelisiniz en basitinden. Sizi herkesin onayladığı bir durum da görünür olan gerçeklik (ya siz ya çevreniz çok aptal )olmalıdır. Birileri muhalefet olmalıdır, sevmemelidir, hatta nefret etmelidir. Bu insanların genlerin de kodludur, kıskançtırlar, hasistirler, realisttirler ya da mütevazidirler. Siz kendinizin ne olduğuna karar verebilmeli ve bundan emin olmalısınız öncelikle. Bir gün insana daha neler mi öğretir? Çok şey belki de bir günleri ayırt edebildikçe öğrenebiliriz tüm hatırlamadıklarımızı. Yarınınız aydın olsun…

Ümit Öncü

-29-


Restoran Çınar ağaçlarının üzerine gölge yaptığı uzun yol bu mevsimde bir başka güzel görünüyordu. Yürüyüş yolu serin rüzgarların kollarına kendini bırakmış, bunaltan sıcakların insanları boğduğu günlerin üzerinden neredeyse iki ay geçmişti. Yürüyüş yolunda her yaştan insanlar, kızlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar o kadar güzel bir birliktelik oluşturuyorlardı ki, birbirinden habersiz olarak bir araya gelen bu topluluk, sakin ve huzurlu bir restoranın duvarlarını süsleyen ünlü ressamların tablolarındaki kalabalıkları andırıyordu. İnsanlar gülüyor, ağlıyor, bağırıyor, hayatın her hali ile yaşıyorlardı. Üzerlerine dökülen sarı yapraklar, arada bir bozup açılan gökyüzü, ara sıra atıştıran yağmur, tekrar gülümseyen güneş, kararsızlık gibi görünen hali ile aslında tek bir yüzünün olmadığını, karakterinin bambaşka yönlerinin de olduğunu ve böyle kabul edilmesinin hayatı zorlaşmaktan kurtaracağını hatırlatmaya çalışan bir insanın doğası gibiydi. John, iş merkezinin büyük kapısından çıkmış, haftada iki gün öğle yemeklerini yemek için gittiği restoranın yolunu tutmuştu. Hafifçe atıştıran yağmur, trençkot yağmurluğunun düğmelerini iliklemesini gerektirmişti. Restoranın kapısından içeriye girdi. Kendisine bir yer bulup oturdu. Menüyü sunmak için yanına gelen kibar ve saygılı garson, sürekli müşterileri olan John’u selamladı. John, bu güzel restoranın en sevdiği menülerinden biri olan ıspanaklı piliç sipariş etti. Karnı bir kurt gibi acıkmıştı. En sevdiği restoranda oturuyordu. Hava, doğup büyüdüğü bu şehrin en sevdiği havasına bürünmüştü. En sevdiği menüyü söylemişti. Kısacası karnı acıkmış bir insanın öğle yemeğini keyifle yiyebilmesi için daha ne gerekiyorsa hepsi John'a sunulmuştu. Garson, John’un sipariş ettiği menüyü getirdi ve diğer müşterilerle ilgilenmek üzere yanından ayrıldı. John, sabırsızlıkla çatalını eline alıp ilk lokmasını ağzına atmak üzere iken, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla çatalın üzerindeki lokmasına baktı. Çatalı ağzına götürmedi ve büyük bir kararlılıkla yemek tabağının üzerine bıraktı. Ayağa kalktı. Trençkot yağmurluğunu giydi. Kapıdan çıkıp gitti… Elizabeth, John’un sadece sevgilisi değil, aynı zamanda da en iyi arkadaşlarından birisiydi. John gündüz yaşadığı olayı Elizabeth’e anlattı. Bir daha asla o restorana gitmeyeceğini, Elizabeth’in de bu konuda kendisine ısrar etmemesi gerektiğini hatırlattı. Elizabeth, sadece dalgalı sarı saçları, uzun uzun bakıp da içerisinde boğulmamak üzere bakışlarını kaçırmak zorunda kalınacak kadar güzel gözleri olan bir kadın değildi, aynı zamanda iyi yürekli bir insandı. Elizabeth, yıllardır John ile birlikte gittikleri, birlikte çok hoş vakit geçirdikleri, enfes yemekler yedikleri, duvarlarında sohbetlerinin seslerinin hala yankılandığı bu restorana bir daha gitmeme kararının bu kadar kolay verilemeyeceğini düşünüyordu. John’a herkesin ufak tefek hatalar yapabileceğini, affetmek gerektiğini, böyle bir karar vermemesi gerektiğini John’a anlatmaya çalışıyordu. John, içi dışı bir olan biriydi. Bu yaşına kadar öğrenemediği tek bir şey var ise bu da duygularını gizleyebilmekti. Düşündüğünden farklı davranma yeteneği hiç gelişmemişti. Aslında John’un böyle bir çabası da hayatının hiç bir döneminde olmamıştı. Bu huyu yüzünden sürekli sorunlar yaşıyor olsa da başka türlü davranmak elinde değildi. Elbette ki John da, öğle yemeklerini yediği bu güzel restorana, midesini bulandıran o olay sonrasında tekrar gidebilmeyi çok isterdi. Bir kez tiksinmişti. O kadar tiksinmişti ki, ne aç olan karnı ne o çok sevdiği yemek, ne restorana varmak için on beş dakikadır yürüdüğü yol umrunda olmuştu. Aynı yere gitmesi, aynı masaya oturması, bir menü ısmarlaması artık ne yazık ki mümkün değildi. Bir şeyden tiksinmek garip bir duyguydu. -30-


Belki pek çok insan, bu tiksinmeye rağmen yine o restorana gidip pekala yemek yiyebilirdi. Bu hiç de az rastlanılan bir durum değildi. Ama ne yazık ki Tanrının bizi yarattığı benlik, bu öz benlik öyle bir şeydi ki, bu, yaradılışın ilk hali gibiydi. Hiçbir katkı maddesi olmayan, en doğal ancak belki de bu sebeple Tanrının korumak için türlü güvenlik sistemleriyle donattığı, değişmek için en çok direnen bir çekirdek gibiydi. John, Tanrının içine yerleştirdiği bu öz benliğini değiştiremezdi. Böyle bir şey elinde olsa, belki düşünebilirdi. Ancak ne kendisi ne de çok sevdiği Elizabeth, bunu değiştiremezdi. John buydu. Böyle kabul etmek gerekirdi. John sigarasından bir nefes çekti. Dumanını üfledi, Elizabeth’e döndü ve sordu; ‘’Böyle bir tiksinme duygusu yaşasaydın, sen ne yapardın, söyler misin?’’

Hüseyin Olcay

-31-


Sevginin Gücü

Sizler, Billur ırmakların suladığı Gül bahçelerini kuruttunuz. Bizler, Susuz çöllerde, göller yetiştirdik. Anlayamadınız değil mi? Gerçek gücün; Sevginin gücü olduğunu...

Derviş Erol Taşdelen

-32-


MARS’TAN SEVGİLERLE...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.