Akademik Analiz (Mart 2012) - Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi

Page 1

Mart 2012

Bildiğiniz akademik dergilerden farklı…

AYLIK SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ

Yıl: 1 Sayı: 2

AKADEMİK ANALİZ Hem seviyeli, hem keyifli…

Arap Baharı, Orta Doğu ve Türkiye Orta Doğu ve K. Afrika’da Halklar Oyuna Yeniden Dâhil Olurken – Göktuğ Sönmez Toplumsal Hareketler: Bir Model Olarak Arap Baharı – Soner Özçelik The Triumvirate in the Middle East – Gökhan Tekir Yeni Orta Doğu ve Türkiye – Süleyman Gök Akademik Analiz – Mart 2012

AkademikMakalem.com sitesinin katkılarıyla

1


AYLIK

AKADEMİK ANALİZ

SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER

Hem seviyeli, hem keyifli…

DERGİSİ

Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi

KÜNYE GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK yanarisik@akademikmakalem.com EDİTÖRLER GÖKTUĞ SÖNMEZ goktugsonmez@gmail.com SAMET ZENGİNOĞLU sametzenginoglu@gmail.com KEMAL OĞUZ ÇAKIR oguzcakir84@hotmail.com İLETİŞİM dergi@akademikmakalem.com YAYIMCI

Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz. *Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur. Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.

2 Akademik Analiz – Mart 2012


Akademik Analiz’den İlk sayısı pek çok okuyucumuzdan olumlu not alan dergimiz, ikinci sayısıyla karşınızda. Bu ayki temamız “Arap Baharı, Orta Doğu ve Türkiye.” Farklı üniversitelerden makalelerini gönderen katılımcı yazarlarımız, bu sayımızda Arap dünyasını etkisi altına alan halk isyan hareketlerini, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki değişimi ve Türkiye’nin pozisyonunu tahlil ediyorlar.

Ü

niversite mezunu işsiz bir gencin 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta kendini yakmasıyla meydana gelen trajik olayın alevlerinin bütün Arap dünyasını saracak dev bir yangına dönüşebileceğini, herhalde hiç kimse tahmin etmiyordu. Sonrasında birbiri ardına meydana gelen halk ayaklanmaları karşısında, siyasetçiler, akademik çevreler ve medya dâhil bütün dünya kamuoyu, tam olarak hazırlıksız yakalandı. Soğuk Savaşın beklenmedik bir anda bitmesi örneğinde olduğu gibi, herkes yine ancak olayların patlak vermesinin ardından neler olup bittiğini anlama çabasına girişti. Pek çok kimse, değişimin dinamiklerini kavrayabilmek adına, daha kolay geldiği için kısa, net ve hatta mümkünse tekil sebepler aradı. Fakat Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı etkisi altına alan bu köklü değişimin sebepleri ve arka planı çok daha karmaşık. Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki aynı zaman diliminde ve birbirlerinden etkilenerek meydana gelen bu ayaklanmaları, birbiriyle tamamen aynı kabul etmek yanlış olacaktır. Her bir ülkenin farklı sosyal, ekonomik, kültürel, demografik ve siyasi şartlara sahip olduğu unutulmamalıdır. Bunun için de öncelikle bu ülkelerde yaşayan insanları analize dâhil etmek ve bu ülkeleri diktatörlerin çiftliği veya petrol kuyusu olarak görmekten vazgeçmek gerekiyor.

Şimdiye dek pek çok kimse bu ülkelerin içinde olup bitenlerden habersizdi. Büyük oranda ilgisizlik nedeniyle, herkes sadece bu ülkelerdeki diktatörlerin söylediklerine ve yaptıklarına odaklanmıştı. Evet, bölge halkları yaptıklarıyla herkesi şaşırttı aslında. On yıllardır bu ülkelerde yaşayan insanların maruz kaldıkları baskı, zulüm ve sefalet karşısında ayaklanmalarının arkasında basitleştirilmiş tek bir sebep aramak veya sadece yakın geçmişe odaklanmak, en iyi ihtimalle eksik bir değerlendirme olacaktır. Her bir ülke tek başına incelendiğinde, çok karmaşık tablolarla karşı karşıya kalınmaktadır. Ortaya çıkan resmin bütününü görebilmek ve yükselen değişim dalgasının hangi sahile vuracağını kestirebilmek hayli zor. Dergimize makaleleriyle katkıda bulunan yazarlarımız, şu ana kadar meydana gelen gelişmeleri, mevcut durumu ve geleceğe yönelik projeksiyonları sizler için farklı pencerelerden yorumladılar. Keyifli okumalar… Oğuzhan YANARIŞIK Genel Yayın Yönetmeni

3 Akademik Analiz – Mart 2012


4 Akademik Analiz – Mart 2012


AYLIK SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER

AKADEMİK ANALİZ

DERGİSİ

İÇİNDEKİLER Akademik Analiz’den (Oğuzhan Yanarışık) ....................................................................... 3 Orta Doğu ve K. Afrika’da Halklar Oyuna Dâhil Olurken (Göktuğ Sönmez) ......................... 6 Toplumsal Hareketler: Bir Model Olarak Arap Baharı (Soner Özçelik) .............................. 10 Yeni Ortadoğu ve Türkiye (Süleyman Gök) ...................................................................... 18 Suriye’nin Farkı ve Türkiye (Boran Karakaya) .................................................................. 23 The Triumvirate in the Middle East (Gökhan Tekir) ......................................................... 26 Cetvel İle Çizilmiş Sınırlarda Kan Kusan İsyan (Enes Göksel) ............................................ 31 İran’ın Geleceği ve Türkiye (Volkan Türkmen) ................................................................. 36 Güç Nosyonu Bağlamında Ortadoğu ve Türkiye (Gökhan Gümüş) .................................... 39 Sadabat’tan Bağdat’a Türk Dış Politikasında Ortadoğu (Samet Zenginoğlu) ..................... 41 Bilim ve Siyaset İçin Harcanmış Bir Ömür: İbn-i Haldun (Kemal Oğuz Çakır) ...................... 46

5 Akademik Analiz – Mart 2012


Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Halklar Oyuna Yeniden Dâhil Olurken… Göktuğ Sönmez John F. Kennedy devrim hakkında şöyle demişti: “Barışçıl bir devrimi imkânsız hale getirenler, kanlı bir devrimi önlenemez kılarlar.” Bu sözün ışığında devrilen liderlere, devriliş şekillerine ve halkın seçtiği yöntemlere dair hafızamızı tazelemekte fayda var.

U

luslararası İlişkiler disiplini tüm şaşaasının arkasında tahmin başarısızlığı ve değişime ayak uydurma konusundaki yetersizliğiyle meşhurdur. Eskiden beri dillendirilen bu sıkıntılar insan öğesiyle uğraşılırken anlaşılabilir olsa da disipline pek de iyi bir ün sağladığı söylenemez. Soğuk Savaş’ın sonu gibi Arap Baharı da bu noktanın altını tekrar çizdi.

2010 ve 2011 yılları –ve Suriye’deki olayların durumu göz önüne alındığında muhtemelen 2012 yılı da- tarihte Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında bir dalgalanma devresi olarak hatırlanacak. Bölgeyi neredeyse hiçbir ülkeyi dışarıda bırakmamacasına saran bu dalga her ülkede aynı etkiyi sağlamamakla beraber Tunus, Mısır ve Libya’da en azından kısa vadeli başarıya ulaşırken diğer ülkelerde ise yönetimlere ciddi bir sinyal gönderme imkânı buldu.

Her halk hareketini, özellikle de bu boyuta ulaştığında tam anlamıyla kavramak için kendi şartlarıyla değerlendirmek ve ayrı ayrı ele almak gerekir. Ancak ülkeler üzerine yoğunlaşmaktan öte bölgesel ve daha önemlisi fikri bakımdan bir sonuç çıkarma maksadıyla bazı genel hatlara dikkat çekebilmek mümkün. Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyası (Anglo-Sakson akademik çevrelerindeki kısaltması MENA olmakla beraber yazının kalanında ODKA olarak kısaltılacaktır) incelendiğinde, özellikle baskıcı yönetimin doğal zenginlikle birleştiği ülkelerde iki önemli soruna işaret etmek mümkün: halkların fikri duruşlarını devlet mekanizmasına yansıtma imkânı bulamaması ve gelir dağılımında oluşan uçurumlar. İki temel meseleye de birden fazla sebep sayılabilir belki fakat haklı olarak bu iki noktada da ortak sorumluluk sahibi olarak “postmodern firavun”lar, “aydınlanmamış 6

Akademik Analiz – Mart 2012


krallar”, tarihi çizgide bugüne hitap etmeyen bir otorite seviyesinde hüküm süren liderler kabul ediliyor. Devrilen liderlerin şahsi hesaplarındaki milyar dolarlar ve arkalarından kendi halklarının biriken öfkesinin boyutları da bu tespiti doğrular nitelikte. ODKA 2010 yılı itibariyle pek çok ülkesi için “Augias’ın ahırı” benzetmesi yapılacak noktadaydı ve halk bazen kabul edilemez metotlarla harekete geçerken, liderler genelde kabul edilemez metotlarla kendilerini savunmaya çalıştı. En kanlısından en kansızına kadar manzaraya bakıldığında Suriye hariç halk hareketini bu denli büyük yaşamış ve hala yönetimde tutunmaya çalışan bir ülke kalmadı, Suriye’nin önü de oldukça karanlık.

Ancak bölgeyi ekonomik açıdan gelir eşitsizliğine kapı açan ekonomik düzenlemelerle, Cemil Meriç’in “garbın yeniçerileri” diye ifade ettiği tarzda bir entelijansiya ve lider kadro bırakıp bu bölgelerden görünür planda çekilen Avrupa; baskıcı rejimlere, alternatiflerinden duyulan endişe ve sürdürülen işbirliği dolayısıyla malum demokrasi mücadelesini özellikle Mısır ve Suudi Arabistan için dillendirmeyen ABD. Devrilen rejimlerin arkasından da hangi grupların iktidarının daha kabul edilebilir olduğu konusunda fikir beyan etmekte mahsur görmedikleri açık.

Kipling’in Beyaz Adamı Ve Arap Baharı Olaylar bu çizgide ilerlerken özellikle Avrupa’nın bölge ülkelerinde doğrudan yahut dolaylı sömürgecilik yapmış, siyasi gelişmeleri uzunca zaman etkileme çabasına girmiş ülkeleri henüz düne kadar arkalarında durdukları, petrol akışı sürdükçe silah satışında dahi sorun görmedikleri diktatörler karşısında ister istemez konum almak durumunda kaldı. Öyle ki İngiliz yönetimi önceki yönetimlerin Kaddafi’yle yakın ilişkileri için özür dileme noktasına geldi. Batı, beklemediği gelişmelere tepki verirken yaşadığı harekete geçme sıkıntısı ve olayın kendisine hiçbir sorumluluk bırakmayan herhangi bir uluslararası sorun olduğu tavrını –ki en bariz örneğini Bosna’da görmüştük- yine sergiledi. Özeleştiriye pek vakti olmayan kalemler mesele “gelişmekte olan ülkelere medeniyet öğretmek” olduğunda hızla çalışmaya başladı yine. Halkların daha adil ve özgür bir ortamda kendi fikirlerini siyasetlerine yansıtabilmek gibi gayet doğal bir hakları uğrunda verilen bir mücadele olduğu için de bu tavır çok fazla eleştiri görmedi.

Peki, bu aktörler gerçekten yanan binanın hasbelkader yanından geçen ve her tür yangının nasıl söndürüleceğini içerideki herkesten iyi bilen kurtarıcılar mıydı? Bu mesele olayların üzerinden geçen vakitle beraber muhtemeldir ki daha çok işlenmeye başlayacak ama şu an için ortada en azından vicdani bir problem olduğunu söylemek yanlış olmaz. Süreç Batı’da insaf sahibi gazeteci ve akademisyenler eliyle artarak değerlendirilecektir, dolayısıyla bu noktaya bir pencere açmak kabilinden bu ölçüde değinmek yeterli olacaktır.

7 Akademik Analiz – Mart 2012


Türkiye ve Arap Baharı: Kısa Bir Bilanço ve Yarına Dair Türkiye açısından konuya birkaç farklı noktadan bakmak mümkün. Öncelikle özellikle Davos Krizi’nden başlayarak bölge halklarının Türkiye algısında o güne kadar adım adım gözlenen olumlu değişim bir zirveye ulaştı, seyreden yıllarda da bu imaj pekişti. Özellikle 2008 yılı sonlarından itibaren Türkiye bölge ülkelerinde pek çok odağın dikkatli gözlemleri altındaydı ki bu akademik çevrelerce dile getirilen model olma potansiyelinin gerçekleşmesine doğru önemli bir süreci tetikledi. Halklar, kendilerinden kopuk bir sistemin kılıcı mahiyetinde yıllardır idareyi elinde bulunduran kişi ve gruplara karşı ayaklanırken Türkiye, bölge ülkelerinin liderlerini önce reformlar yönünde teşvik etti, bu iyi niyeti göremediğinde de koltuklarını devretmekte geç kaldıkları takdirde daha büyük sıkıntılar yaşanabileceğini belirtti ve bölge halklarının kendinden beklediği tavrı ve dostane yaklaşımı sergiledi. Türkiye’nin bu tutumu AB’yle ilişkilerdeki duraklamayla paralel gelişen ticaretin Orta Doğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika’ya kaydığı vakıası göz önüne alındığında ayrı bir önem taşıyor. Ekonomik hareketlilikte AB’nin düşen payına mukabil bu bölgelerle artan ticaret hacminin süreçten alacağı yaralara karşın Türkiye’nin bölge halklarının arkasında durması bölgesel

çıkarları için yıllarca bu liderlerin arkasında duran Batılı ülkelerle önemli bir zihinsel farkı ifade ediyordu. Elbette kısa vadede ekonomik hareketlilik duraklayacaktı ancak Türkiye üzerinde durduğu tarihi, coğrafi ve stratejik değerlere uygun tavır alma sorumluluğunu göstererek ekonomik kayıptan, bölgede liderlerle kurulmuş iyi ilişkilerden daha önemli vazifeler olabileceğini hatırlatan bir tutum sergiledi. Bunun sonucunda orta vadede toparlanma belirtileri gösteren dönemsel ekonomik kayıplar yaşandıysa da bölge halklarının Türkiye imajı açısından bu tavır ekonomik menfaatlerden daha önemliydi. Uluslararası ilişkiler ne kadar madde odaklı bir zemine oturtulmaya çalışılırsa çalışılsın “realpolitik”, özellikle devrim dönemlerine her şeyi açıklamaktan belki de her zamankinden daha uzaktır. Türkiye’nin zamanında ve hakkaniyeti gözeten tutumu dolayısıyla bölge ülkelerinin Türkiye’ye ilgisi ve yakınlığında bir artış meydana geldiğini, süreçte rol oynayan muhalif grupların tutumlarından anlamak mümkün, ki hâlihazırda Suriye konusunda muhaliflerin Türkiye’ye atfettiği önem de bunun en yakın göstergesi. Sonuç olarak o dönem öngörülen ekonomik kayıp ve Türkiye’nin yeni dönemde sıkıntılar yaşayabileceği tezi de geçerliliğini büyük oranda yitirmiş vaziyette. Bu noktada bir parantez açıp zamanlamalar konusunda bir noktaya işaret etmek gerek. Recep Tayyip Erdoğan’ın olayların akabindeki bölge ziyaretleriyle neredeyse eş zamanlı olarak Ankara, Siirt ve Bitlis’te meydana gelen terör olayları ve benzer şekilde Türkiye’nin etkinliğinin artma ihtimali her ortaya çıktığında bu tarz eylemlerin yinelenmesi arşivlerde unutulmaması gereken bir detay. Bu noktada bölgede süreçten ve Türkiye’nin artan öneminden kimler 8

Akademik Analiz – Mart 2012


olumsuz etkilenmiştir ve bu eylemlerin destekleyicisi konumunda kimler bulunabilir gibi sorular üzerine kafa yormak gerekiyor. Böylesi bir analiz sonucunda Türkiye’nin benzer adımlarına paralel gelişecek eylemlerde itidali koruyarak doğru olduğu belirlenen yolda yürümeye devam etmek büyük önem arz ediyor. Zira Türkiye her adımında daha büyük bir ülke haline gelirken bu tarz olaylar da daha sık yaşanabilir ki özellikle Suriye konusunda Türkiye’nin pek çok açıklama yahut eylemini takiben benzer vakıalar da uzunca bir dönemdir gözleniyor. Bölgede İran etkinliğini kaybederken, Suriye’de Esed rejimi her yolu mubah görme noktasında ve yükselen Türkiye’den bölge politikaları anlamında sıkıntı duyan İsrail endişe ederken bahsedilen zamanlamaların bölgesel dengelerle ilgisi olmadığını ileri sürmek yahut ileriki süreçte de bu minvalde

gelişmelere ihtimal vermemek çok da akıllıca bir tavır olmayacaktır. Uluslararası sistemde yükselen her güç için dikkat edilmesi gereken birkaç husus vardır; yola çıktığı değerleri terk etmemek, yükselişi süresince artan tehdit algısı ve muhtemel engellere hazırlıklı olmak ve bu engellemeler karşısındaki stratejisini ve alternatif stratejilerini engeller ortaya çıkmadan belirlemek. İlk noktada başarılı olan Türkiye’nin hem devletlere hem farklı gruplara karşı 2. ve 3. noktalarda ortaya koyacağı performans Türkiye algısını bölgede bir adım daha öteye taşıma açısından başarısında belirleyici rol oynayacak. Göktuğ SÖNMEZ University of London The School of Oriental and African Studies

9 Akademik Analiz – Mart 2012


Toplumsal Hareketler: Bir Model Olarak Arap Baharı Soner Özçelik Toplumsal hareketler, en bariz tanımı itibariyle, bir grup insanın ortak bir amaç etrafında uzun ya da kısa vadede bir araya gelerek kolektif eylem ve kimlik oluşturma çabalarının bütünüdür. Hak ve özgürlüklerin kazanılması, sürdürülmesi ve daha iyi şekle kavuşturulması bağlamında düşünüldüğünde, Fransız Ağacın, liberal dallarının dünya uluslarına aşı niteliğinde sunulması özellikle 19. yy’da demokrasinin kurumsallaşmaya başladığı bir dönem itibariyle toplumsal hareketlerin politikayı ve demokrasiyi yoğun olarak etkilemesinin önünü açmıştır.

T

oplumsal hareket, bir ses duyurma işidir aslında. Birey, kendi hak ve özgürlüklerini korumada yeterli olmadığını hissettiğinde kolektif bir yapıya girer çoğu zaman. Bu yapıya girişiyle birlikte yeni bir hava karşılar onu, sessiz kalan çığlıkları önce bu yapının sınırsız duvarlarında yankılanır ve daha sonra büyük bir çanak olur bireyin gözünde “olması gerekenleri” duyurmak ve gerçekleştirmek için... Parantez açmak gerekirse son yargı, “Sivil Toplum ile İktidar” arasındaki çıkar çatışmalarının giderilmesi gayesiyle “Ortak Eylem”e varış çizgisidir. Bu bakımdan toplumsal hareketler, söz ve güç sahibi olmaktır: gücü elinde bulunduranların, var olma sebepleri olan toplumun sesine kulak vermesi sonucu mümkün kılınacakları bir kalemde anlatır.

Bu yazında ise Arap Dünyası’nı, Aralık 2010 tarihi itibariyle kuşatan ve 2011 yılı boyunca “baharın” popüler kültürde yer edinen; diğer bir anlatım ile Sivil Toplum’un kemikleşmiş iktidara 1 ve bu iktidarların sahip olup halkın sahip olamadıkları haklara karşı çıkışın birer simgesidir. Haklar konusunda parantezi açarsak, başta işsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü, usulsüzlükler, kötü yaşam koşulları vb 1

Uluslararası İlişkiler literatürünün önemli noktalarından birisi olan Siyaset Bilimi’ne göre bu terim; başına aldığı bu sıfattan anlaşılacağı üzere yıllardır süregelen, yaklaşık olarak değişimden uzak, kendisini sistemin olmazsa olmazı şeklinde lanse eden ve kısaca “koltuk sevdası” olarak adlandırılan bir yapıyı işaret eder. Bireysel örnekler verilebileceği gibi ülkeyi yöneten diktatörlere kadar geniş bir halkayı düşünebiliriz.

10 Akademik Analiz – Mart 2012


nedenleri sıralamak bir zorunluluktur. Mamafih, bu baharın daha iyi anlaşılabilmesi için Arap ülkelerinin sosyoekonomik ve politik yaşantısını bilmek durumundayız. Yani bugünü anlamak için geçmişte yolculuk etmek ve neticesinde neden—sonuç ilişkisini kurarak sağlam zemin üstüne binamızı inşa etmeliyiz. Aksi takdirde etüt çalışması olmadan geleceğe olumlu manada yön vermek imkânsızlaşır. Diğer taraftan “olaylar”dan çok “olgular”a değinilecektir. Kısacası şu tarihte, şu ülkede çıkan ayaklanmalar değil; bu kolektif yapının iktidara karşı gelişindeki sebepsel süreçler ile bu zaman diliminin sonuçsal verilerini bir araya getirerek başta Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler literatürünün çizdiği yolda ilerlenecek ve haliyle liberal eğitimin bizlere sunduğu gereçlerle yazını temellendirme, güçlendirme amacı doğrultusunda hareket edilecektir.

Arap ülkesinde otokrat yönetim 2 sürerken buna bağlı olarak halk köle zihniyetini değiştirememiştir. Diğer yandan bu rejim söz konusu değilken bile ülkelerin başlarında devrimle veya seçimle başa geçmiş olan liderlerin, zamanında 3 kullandıkları karizmatik özellikleri bu süre zarfında halkı bir nevi istibdat dönemine sokmuş; bireyler, hak ve özgürlüklerini savunamaz hale gelmişlerdir. Bu liderin misyonu ne olursa olsun halk, ona ve düşüncelerine sıkı sıkıya bağlı ve inanç sistemlerinde yer vermiştir. Fakat Arap Baharı’na neden olan liderlerin gözden kaçırmaması gereken tek ayrıntı, halkı maddi—manevi bunalıma sokmayan bir yönetim sergilemek olmalıydı. Sivil Toplum’un güçlenmesi bu yasaklayıcı mantaliteye karşı, refah düzeyinin toplumu sınıflara ayrıştırması ve bu sınıflar arasındaki refah uçurumunun hat safhada olması sonucu, güçlenmesi içten bile değildi. Nasıl ki, ülke yönetimini elinde bulunduran elit tabakanın kazançlarının (yurtiçi ve yurtdışındaki taşınır—taşınmaz malların) küçük bir yüzdelik dilimini, diğer 2

A. Arap Baharına Giriş Arap Dünyası, büyük bir medeniyete sahip olmasına rağmen 1789 Fransız Devrimi sonrası süreci değerlendirememiş, küreselleşme ve milenyum çağına adapte olmakta zorlanmıştır. Bu durumu toplumsal, ekonomik ve siyasi bakımlardan irdelemek aşikârdır. Yüzyıllardır devam eden kabilecilik anlayışı demokratik düzlemin oluşmasına engel olmuş ya da demokratik araçlara sahip olsalar bile aktif ve verimli kullanmaktan yoksun olarak eski siyasi kimliklerine ket vurmaktan öteye geçememişlerdir. Günümüzde halen çoğu

Otokrasi: Anayasal sınırlamaları olmayan monarşik yönetim tarzı, Stalinist otokrasi örneğinde olduğu üzere, iktidarın sadece tek bir bireyde toplandığı rejim biçimi. Yönetici bütün siyasi yetkileri kendisinde toplar; monarşiden farkı ise miras yoluyla kalmamış, kişi tarafından ele geçirilmiş olmasıdır. Otokrat(buyurgan) rejimlerin temel özelliği, Demokrat(katılımcı) rejimlerin aksine yönetimlerim halk adına karar vermesi, iyi— doğru—güzelleri dayatması, buna karşın halkın sorunlarını çözümlemeyi de üstlenmektedir. 3 Siyaset Bilimi’nde liderlerin özelliklerinden bahsedilirken karizma önemli bir yer tutar. Karizmatik Lider, durağan toplumsal yapı ile gelişen kültürel yapı arasındaki çatışmadan doğan uyumsuzluğu değiştiren, kendini tartışmasız kabul ettiren, topluma bir vizyonu zorla değil şüpheye mahal vermeyecek şekilde benimseten, kitleleri peşinden sürükleyebilecek zeka ve cesaret donanımına sahip kişidir. Liderin gerçekleştirmek istediği amacın iyi ya da kötü olması fark etmez: eğer karizmatik lider bu amacı savunuyorsa zaten amaç iyidir, toplum çıkarına hizmet eder. Elbette fikir babası, Max Weber’i bu konuda unutmamak gerekir.

11 Akademik Analiz – Mart 2012


bireylerin ömürleri boyunca elde edecekleri gelire karşılık geleceği ispatlanmıştır. İşin ilginç tarafı OPEC olarak adlandırılan yapıdaki bazı Arap ülkelerinde kaynakların dağıtımı konusunda eşitsizliğin görülmemesi yok denecek kadar azdır. Arap Baharı; Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen’de büyük çapta etkiler göstermiştir. Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas’ta ise daha küçük ölçekte kalmıştır. Bütün Arap Dünyasında baş gösteren mitingler, protestolar ve halk ayaklanmaları ile siyasi gücün aldığı askeri önlemler neticesinde dökülen kanlar 18 Aralık 2010’dan bugüne hem Türkiye hem de dünya medyasında gündem 4 oluşturmuştur. Domino Etkisi’nin ilk taşı olan Tunus’ta Mohamed Bouazizi adlı vatandaşın sokakta kendisini yakmasıyla ateşlenen hayat pahalılığı şikayetleri ayaklanma olarak vuku bulmuştur. Yasemin Devrimi 5 olarak adlandırılan bu süreç sonunda 1987-2011 Cumhurbaşkanı

Zeynel Abidin Bin Ali ile 1989-2011 yılları arasında kısa süreli Cumhurbaşkanlığı, 12 yıllık Başbakanlık ve 10 yıl kadar da hükümette çeşitli görevler üstlenmiş olan Muhammed Gannuşi ülkeyi terk etmişler; iktidar partisi ve politik polis dağıtılmıştır. Ayrıca siyasi suçluların salıverilmesi sağlanarak ifade özgürlüğü bağlamında büyük bir adım atılmıştır. İlk kıvılcım olması bakımından Yasemin Devrimi dikkat edilmesi gereken bir husustur. Diğer ülkelerde oluşturduğu domino etkisi yine aynı toplumsal eksiklikler ve eşitsizliklerden kaynaklanmaktadır. Birçok Arap ülkesinde gerçekleşmesinden dolayı Dünya Medyası bu olaya Arap Baharı(Arabian Spring) adı yakıştırılmıştır.

4

Domino Etkisi: Uluslararası İlişkiler Litaretüründe, herhangi bir olayın sıçrayarak başka olayları tetiklemesi şeklinde algılanabilir. Bir başka tanıma göre bu teori, domino taşlarının sırayla yanlarındaki taşları da devirmeleri esasına dayalı oyundan esinlenerek ABD’li siyasetçilerin Soğuk Savaş döneminde bir ülkenin komünist idare altına düşmesiyle komşu ülkelere de komünizmin yayılmasına sebebiyet vereceğini varsaymaktadır. Günümüzde bu tanım şekil değil değiştirmiştir. Şöyle ki, artık Yunanistan’daki ekonomik krizin AB ülkelerinde(halen varsayılmakta) ya da Tunus’taki bu hareketin diğer ülkelerde domino etkisi yaratacağı(--diğer Arap Ülkelerine bu olaylar silsilesi sıçramıştır) sıcak gündemi maddeleridir. 5 23 yıldır ülkeyi yöneten Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeden kaçmasıyla sonuçlanan Tunus’un birçok şehrinde gerçekleşen protesto ve ayaklanma durumunun genel adıdır. İşsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü ve kötü yaşam koşulları sonucu bunalan halka, meyve sebze satıcısı işsiz bir üniversite mezununun, satış arabasına polisin el koymasından sonra kendini ateşe vererek diğer bireylere bu yönde hareket etme ihtiyacı oluşturarak Yasemin Devrimi’nin bir simgesi halini almıştır.

Uluslararası İlişkilerci gözüyle baktığımızda, Prag Baharı(1968) ile özdeşleştirilmekte olup Arap Dünyasının liberalleşmesi, basının özgürleştirilmesi, tüketim maddelerine önem verilmesi ve daha demokratik çok partili hükümet kurulması gibi değişik ve önem arz eden düzenleme taleplerini içerir. Otokrat ve kemikleşmiş iktidarın cevap veremediği alanların çokluğu ve halkın ihtiyaç taleplerini karşılayamadığından dolayı bu sistemden sıkılmış olan halkın kolektif bir yapı çerçevesinde hareket etmesidir. Bahar ise güzel günleri çağrıştırdığı, doğanın canlanması ile hayatın da canlandığı inancına(bizdeki Nevruz gibi) dayandığı için isim tamlamasında kendisine yer edinmiştir. Sonuç itibariyle güzel olan her şey liberalizmde mevcuttur; 12

Akademik Analiz – Mart 2012


ancak uygulamada görememekteyiz.

bu

güzelliği

pek

İkinci ülke olarak Cezayir’de gerçekleşen büyük protestolar ve isyanlar sonucu 19 yıllık “olağanüstü hal”in kaldırılması sağlanmıştır. Bilindiği üzere olağanüstü haller neticesinde bir ülkede hayat durma noktasına gelir. Nasıl ki bir ülkeyi darbeler geriletiyorsa olağanüstü haller neticesinde oluşabilecek muhtemel rizikolar karşısında halkın eli kolu bağlı kalacak ve sadece yönetimden gelenlerle ya da gelmeyenlerle hayatını idame ettirecektir. Bu kadar uzun süreli bir olağanüstü halin maddi—manevi külfetini, hele bir de Fransız sömürgesi olup bir de aynı ülkece soykırıma tabi tutulmasını da eklersek Cezayir’de normal hayatın ne kadar zor olduğunu yaşamadığımız için tahmin edebiliriz. Ürdün’de ise Arap Baharı, Başbakan Ritai ve kabinesine Kral Abdullah Bin Abdül Aziz tarafından çizik çekilerek geçiştirildi. Sudan’da Başkan Bashir 2015 seçimlerine aday olmayacağını açıklarken Umman, Yemen ve Kuveyt’te hükümetlerde yenilemeye gidildi. Sınır komşumuz Suriye’de ülke çapındaki gösteriler ve devlet binalarına saldırılar sonucu Esad yönetimi çeşitli önlemler almak zorunda kaldı. Bunlardan ilki siyasi suçlular serbest bırakıldı, bölgesel valilerin görevine son verilirken bazı vekiller ve hükümetten istifalar ortaya çıktı. Ancak bu süre zarfında ölen Suriye vatandaşı sayısı 7,000’i geçmiş ve halen ara ara çatışmalar meydana gelmektedir. En ilginç ve cesur olanı ise Cubuti’de olanlar gibi gözüküyor: muhalif liderler tutuklandı ve uluslararası gözlemciler sınır dışı edilmiştir. Elbette buna İran’ı da eklemek lazım: muhalif liderlerin tutuklanması gerçekleştirilmiştir. Diğer taraftan Fas ve Bahreyn’de sırasıyla Kral Muhammet VI ve Kral Hamad İbn İsa Al Khalifa tarafından ekonomik imtiyazlar

verildi. Ayrıca Fas’ta referandum kararlaştırıldı ve yolsuzlukları önlemek için adımlar atıldı.

Bahreyn’de Kral Hamad, politik suçluların serbest bırakılmasını sağladı ve bazı başkanların görevine son verdi. Irak’ta Başbakan Maliki seçimlere aday olmayacağını açıkladı ve valiler ile yerel yöneticilerin istifaları bunu takip etti. Mısır’da ise ülke çapında protestolar, kamu alanlarının işgali, binaların yıkılması ve hapishane baskınları gibi mücbir sebeplerden dolayı Hüsnü Mübarek ve Ahmet Şefik istifa etti. Silahlı kuvvetler gücü eline aldı; parlamento dağıtılarak konsey askıya alındı. Devlet Güvenlik Soruşturma Servisi kapatıldı. Bunlarla birlikte iktidar partisi dağıtıldı. Devrilen hükümet kategorisine giren üç ülkeden sonuncusu olarak Libya’yı görmekteyiz. Fakat Libya’nın farklı bir şekilde analizi olmalıdır. Sonuçta Muammer Kaddafi yargılama sürecine dahi gitmeden muhaliflerce katledilmiştir. Muhalifler tarafından ülke yönetimi ele geçirmiş, Geçici Ulusal Konsey 6 kurulmuş ve bu süre zarfında NATO tarafından düzenlenen 6

Geçici Ulusal Konsey ya da Ulusal Geçiş Konseyi; Libya’nın şu anki hükümetidir. 27 Şubat 2011’de Bingazi’de ilan edilmiş, 5 Mart’ta “Bütün Libya Tek Temsilcisi” olarak konsey kendisini gösteren bir bildiri yayınlamıştır. Devrimin siyasi kanadıdır ve muhaliflerce kurulmuştur. Bu bildiriden kısa bir süre sonra da konsey tarafından kurulan geçici hükümeti 100’den fazla ülke ve Birleşmiş Milletler tanımıştır.

13 Akademik Analiz – Mart 2012


operasyonların da yardımı 25,000’den fazla kişi ölmüştür. Arap Baharı’nın 13. Cuma’sıdır.

B. Arap Baharı: Öyküsü

Bir

Liberalizasyon

“Özgür bir toplumu özgür olmayan toplumdan ayıran, birincisinde, her bireyin tanınmış ve geniş bir alana, ikincisinde ise hükümet otoritesinin müdahale etmediği korunmuş bir saha (protected domain)’ya sahip olmasıdır.” Friedrich August von Hayek

İnsan hayatı boyunca belli arayışlar içinde olmuştur en iyiyi bulmak ve yaşamak için: çeşitli ideolojiler üretmiştir kendine… Bunların doğrultusunda “liberalizm” de kendine yer edinmiştir insan hayatında, diğerleri gibi. Kısaca tanımını yapmak gerekirse, liberalizm, temelinde özgürlüklerin yattığı bir ideolojidir ve bireyin, din, devlet ve kurumlarınca kısıtlanmaması için uğraş veren bir akımdır. Esasen, liberalizmde, düşüncenin serbest bir şekilde yer edinmesini, “özel teşebbüs” imkânı sağlayan “serbest ekonomi piyasası”nı destekleyen ve hukukun üstünlüğünün olduğu bir devlet modelini ve sonucunda toplumsal hayat düzenine giden yolun açılmış olacağına inanılır. Devlet modeli için en iyi rejim olarak “liberal demokrasi 7”yi 7

“Bugün evrensel düzeyde savunulan insan hak ve özgürlükleri ve çoğulcu demokrasi kavramlarının fikri ve felsefi temelleri liberal doktrinde yeşermiştir. Özetle, demokrasinin temeli

benimserken, açık ve adil bir seçim sistemi ile bütün bireylerin kanun önünde “eşit” olduğu ve “fırsat eşitliğinin” son derece gerekli kılınması gerekliliğinin savunulduğu bir modeldir. Mutlak monarşiye, veraset sistemine, devlet dini gibi “eski” teorilere ve bunların temelinde yatan her şeye şiddetle karşı çıkarken, tüm bireylerin yaşama ve mülkiyet hakkı ile özgürlüğünü kabul eder ve destekler. Ancak toplumsal refahın sağlanması için ufak da olsa kısıtlayıcı faktörlerin olması gerektiğini düşünerek “klasik” liberalizmden farklılığını ortaya çıkarmaktadır; ama bu kısıtlayıcılık bireyin üzerinde en aza indirgenerek yapılmalıdır. Liberalizmin öğelerini düşündüğümüzde Arap Baharı’nın arkasında yatan gerçekleri görmek hiç de zor olmayacaktır. İnsanoğlu, ilk çağlardan bu yana içindeki egosunu yenememekte; küreselleşmeyle birlikte kendisini tatmin etmekten oldukça uzaklaşmaktadır. Bu duruma tezat biçimde refahını arttırmak için var gücüyle çalışmaktadır. Arap Baharı’nda da durum aslında insanların kendi egolarını tatmin etmek amacıyla eylemlerde bulunmasından başka bir şey değildir. liberalizmdir. Liberal ekonomik düzen (liberalizm) olmadan demokratik düzen (demokrasi) olmaz ve yaşayamaz. Tarihteki tecrübeler göstermiştir ki, demokrasi adı verilen rejimlerin bir kısmı özgürlükçü değildirler. Marksist demokrasi bunun bir örneğidir. Marksist ya da sosyalist denilen rejim aslında demokratik ve özgürlükçü olmayan totaliter bir rejimdir. Yine tarihteki tecrübeler göstermiştir ki liberalizmi uygulamaya çalışan bazı ülkelerde demokratik bir rejim değil otokratik bir rejim söz konusu olabilmektedir. Singapur ve Güney Kore gibi ülkeler bu konuda örnek olarak gösterilebilir. Sonuç olarak bir kez daha belirtmekte yarar vardır: Demokrasi ve liberalizm birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Demokrasi bir siyasal yönetim şeklidir. Liberalizm ise bir ekonomik düzen modelidir. İyi bir toplumsal düzen için liberal piyasa ekonomisine dayalı demokratik bir yönetim gereklidir. Bunun adı kısaca ‘liberal demokrasi’dir. Prof. Dr. C. Can Aktan

14 Akademik Analiz – Mart 2012


Diğer taraftan liberalizmin öğeleri arasında ufak bir yolculuk yapmak konuyu daha iyi kavramak adına mühimdir. Birincisi “küçük devlet, büyük birey” sloganı etrafında toplanır. Ancak Arap ülkelerinde bu durum tam tersidir. Önemli olan devlettir; devletin çıkarlarıdır. Bir de bireyleri için kararlar alabilmekte, sonuçlarının sorgulanması men edilmiştir. Sonuç olarak devletin iyi—kötü ayrımı, karizmatik liderde olduğu gibi zaten bireylerin çıkarınadır. Devlet elinin her yere uzanması insanlar üzerinde olağanüstü olumsuz etkiler bırakacağı açıktır. Sonuçta devletin varoluş sebebi kendi özü değil; vatandaşlarıdır. Yani bireydir. Bireyin hem ulusal hem uluslar arası platformda kendi sesini duyurma ihtiyacı vardır. Bu ise ancak ve ancak demokrasi olgusunun yerleşmesiyle mümkündür. Arap Dünyası’nın ilk eksikliği rejimsel kaynaklıdır anlaşılacağı üzere. Otokrat sistemlerin zamanla despotluk, tiranlık ya da diktatörlüğe uzanması içten bile değildir. Mamafih, yöneten—yönetilen ilişkisinde çoğunluğun azınlık tarafından ezilmesi söz konusudur ve sistemde tartışmasız, mutlak bir sınırın varlığı bir noktada Hindistan’daki Kast Sistemi ile örtüşmektedir. Arap ülkelerinde ise hem kabilecilik anlayışı halen devam etmekte hem zengin—fakir arasındaki uçurum artmakta hem de orta sınıf olgusunun gelişim gösteremediği gözlemlenmektedir. Avrupa’nın gelişiminde çok önemli bir konuma sahip olan burjuva, diğer adıyla “orta sınıf”, ülke ekonomisinin kalkınmasına fayda sağlarken gelir dağılımındaki büyük farkların önüne olası istihdamlarla bir nebze de olsa set çekmektedir. Orta sınıf denildiğine göre, liberalizmdeki bir diğer nokta ise serbest ekonomi piyasasına değinmek gerekir. Serbest ekonomi piyasası, ekonomik faaliyetlerin tam rekabet ortamında serbestçe yapıldığı, eğer bir sorun varsa bu sorunun devlet tarafından değil de fiyat mekanizması

tarafından çözümlenmesi gerektiğine inanırken, arz ve talebin temel belirleyici olması gerektiğine atıfta bulunur. Özel teşebbüs(girişim) özgürlüğü ise belirli mal ve hizmetlerin piyasaya arz edilmesi için gerekli nitelik ve nicelikteki araçların bir araya getirilmesi ve eşgüdümlü şekilde çalışmalarını sağlamaktır. Bu bağlamda, liberalizm, ekonomik özgürlük sonucu ekonomik refahın sağlanacağını düşünür. Tunus’ta ilk kıvılcımı çıkaran girişimci gencin ekonomik özgürlüğünün kısıtlanması zaten var olan ekonomik darboğaza diğerlerinin katılımını ve tüm Arap Dünyası’nı saran olaylar zincirini tetiklemiştir.

Bütün bunların yanında bireyi temel hak ve özgürlükleri olmadan düşünmek imkânsızdır. 1948 BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, liberalizmin özgürlük öğesine yaptığı vurgu neticesinde birey temelli hak ve özgürlüklerin inşası ve devamı açısından somut kurucu özelliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Kime sorulursa sorulsun özgürlük değişilmez bir kavramdır. Liberalizmi temellendiren ve liberalizmin en önemli öğesi olan özgürlük, dış etkenlerden bağımsız olma, dış etkenlerce engellenmeme ve hiçbir zaman için yönlendirilmeme( zorlama ile) olarak günlük dilde tanım olarak yer edinirken; sosyal ve toplumsal alan ile felsefi düzlemde daha karmaşık ve çok fazla tanıma sahiptir. Özgürlük; toplumsal, bireysel, irade, ifade, istenç ve düşünce özgürlükleri olarak dallanır, budaklanır... İnsan haklarını zor kullanarak ihlal eden iki 15

Akademik Analiz – Mart 2012


temel unsur vardır: birey ve devlet. Bireyin başka birey tarafından “güç”e maruz kalmış olması kriminal bir olaydır. Devlet sınırlandırılmamış ve belli kurallara bağlanmamış ise insanın özgürlüğüne en büyük tehdittir. Devletin bireylerin özgürlüklerine kısıtlamalar getirmesi, en başta bireyin kendini ifade etmesine manidir. Bunun için bireyin özgür; başka bireyler ve devletçe müdahaleye maruz kalmayan özel bir alanı olmalı ve devlete bir sınırlama getirilmelidir.

Bu noktada üçüncü unsurumuz olan “hukukun üstünlüğü”nü fark etmekteyiz. Liberalizm, hukukun üstünlüğünü temel hak ve özgürlüklere kol kanat germesi açısından benimser. Çünkü önemli olan özgürlüklerdir. Bunları yaparken de bağımsız yargı organlarının olması; yani devlet veya devletin diğer kurumlarınca bu yargı organlarının etkiye maruz bırakılmaması gerekir. Sonuç olarak, hukuk, sadece temel hak ve özgürlükleri korumakla kalmayıp onun sürekliliğini sağlayacaktır. Bu bakımdan Muammer Kaddafi’ye yargısız infaz yapılması da üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir husustur. Başkaca, Kaddafi’nin öldürülmesi muhaliflerin bu bahardaki amaçlarına ters düşmektedir. Diğer unutulmaması gereken ise “ekonomi-politik” kavramıdır. Buna göre insanlar arasındaki üretim ilişkilerini: üretim araçlarının mülkiyet şekillerini, üretim içinde bulunan toplumsal grupların

durumunu ve onlar arasında var olan ilişkileri, maddi malların üleşim biçimlerini incelerken üretimi ve insan toplumu için maddi malların üretim ve dağıtımını etkileyen yasaları gün ışığına çıkarır. Bu bağlamda ekonomi ve politika birbirinden ayrılmaz bir süreç dâhilindedir. Uluslar arası ilişkiler disiplininde siyaseti etkileyen en önemli faktör ekonomidir. İnsanoğlunun varoluşundan bu yana ekonomik ilişkiler bir takım yolların, daha doğrusu amaca ulaşmak için bir yöntem— politika izlemeyi zorunlu hale getirmiştir. Arap ülkelerinde çıkan protesto ve ayaklanmaların temelinde işsizlik, ekonomik bunalım(bir orta sınıfın oluşmaması nedeni ile zengin—fakir arasındaki uçurumun derinliği) ve buna bağlı olarak gelir dağılımındaki adaletsizlik, gıda enflasyonu, finansal kaynakların kötü yönetimi, siyasi rejimin bireyi ötelemesi, serbest girişimin engellenmesi, başta ifade olmak üzere özgürlüklerde kısıtlamalara gidilmesi aslında ekonomi politiğe atıfta bulunmaktadır. Sonuç olarak Arap Baharı’nın gerçek amacı bütün bu sıkıntıları aşmak için politikada demokrasi ilkelerini benimseyip insan haklarının savunuculuğunu üstlenmektir. Bu sebep ile halk içinden çıkmış, halk ile beraber ve halk için çalışan, anayasal iktidar düzenini benimsemiş bir sistemi istemesi siyasi iktidarın halka karşı sorumlu olmasını beraberinde getirmiştir. Diğer bir ifade ile Arap Baharı son yüzyılda yaşanmış liberalizasyon çalışmalarından birisi olarak karşımızdadır. II. Dünya Savaşı sonrasında komünist sistemlere, bu baharla beraber ise otokrat yönetimlere karşı bir savaşım veren liberalizm, bu ülkelere de yayılacaktır. Sistem, böyle devam ettikçe de son olacağa benzemiyor. Soner ÖZÇELİK Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 16

Akademik Analiz – Mart 2012


17 Akademik Analiz – Mart 2012


Yeni Ortadoğu ve Türkiye Süleyman Gök 2011 yılı bütün dünya açısından önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıl oldu. Ancak, en önemli gelişmeler ise yıllarca baskı ve zulüm altında yaşayan Arap halklarının baskıcı ve otoriter yönetimlere karşı başkaldırıp, yeni bir dünyanın kuruluşunu hazırlayan gelişmelerdir. Bu olaylar, artık eski ve halkları üzerinde şiddet sopasını üzerinde bulundurarak iktidarlarını devam ettirmek isteyen yöneticilere karşı bir mesaj niteliği olarak görülmektedir.

T

unus’ta başlayan ve Mısır ile devam eden isyan dalgasına hiçbir gücün dayanamayacağı gerçeği algılarımızı şekillendirmektedir. Libya ile kanlı bir noktaya ulaşan ‘’ bahar ‘’ Suriye ile devam etmektedir. Tunus’tan yayılan isyan dalgasının hangi ülkeyi ne zaman vuracağı, herkesin merakla beklediği olgu olarak görülmektedir. Bu makalede genel olarak son yaşanan olaylar bağlamında Ortadoğu’nun yeniden şekillenişini ve buna bağlı olarak bu süreçte Türkiye’nin rolü ve izlediği politikalar ele alınmaktadır. Aralık 2011 yılında Tunuslu işportacı gencin kendisini yakmasıyla başlayan sürecin bölge ülkeleri ve genelde küresel güçlerin yönünün tekrar bu bölgeye çevrilmesine neden olmuştur. Literatüre ‘’Arap Baharı ’ olarak geçen ve bazı kaynaklarda ‘’Arap Uyanışı‘’

olarak ta dile getirilen gelişmelerin çok parametreli olması, iç ve dış dinamiklerin bu olayları tetiklemesi önemle analiz edilmektedir. Sonuç olarak ise; Türkiye’nin 2002’den sonra Adalet ve Kalkınma Partisi ile bölge ülkeleri ve halkları nezdinde yakaladığı ilgi sorgulanacak ve Türkiye’nin ‘’model ülke‘’ gerçeği analiz edilmektedir. Ortadoğu Bölgesi, tarihsel, kültürel, stratejik ve dini bakımdan çok önemli bir alan olması nedeniyle tarih boyunca çeşitli ülkelerin güç mücadelesine sahne olmuştur. Günümüzde yaşanan gelişmeler güç mücadelesinin bitmediğini gözler önüne sermektedir. Ortadoğu dediğimiz zaman aklımıza neresi gelmektedir? Ortadoğu, Nil Vadisi’nden Orta Asya’nın Müslüman Ülkelerine, Güneydoğu Avrupa’dan Arap Denizi’ne kadar olan bölge için kullanılmaktadır. Belirli bir 18

Akademik Analiz – Mart 2012


tarihsel evreyi tartışırken, siyasi gerçekler bu konvansiyonel haritayı farklı hale getirmişse, alanı daraltıp genişletebiliriz. 1 Ortadoğu’nun ve Avrasya’nın iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak ne Ortadoğu ne Avrasya ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkûm edilmemelidir. Ortadoğu ve Avrasya ülkeleri halklarından aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak potansiyele sahiptir. Arap Baharı Tunus’ta işportacı bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan ve bölgede domino etkisi yaratan gelişmeler hepimizin hafızalarında bir şekilde yerini korumaktadır. Tunus’ta başlayan, kısa aralıklarla Mısır, Yemen, Fas ve Cezayir’e sıçrayan daha sonra en kanlı biçimde kendini Libya’da en kanlı biçimde gösteren bahar(!), ülkenin diktatör lideri Albay Muammer Kaddafi’nin uluslararası müdahale ile yardım edilen muhalifler tarafından devrilmesine, insani açıdan bakılacak olursa insan haklarına aykırı bir şekilde hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Burada bir parantez açılması gerekirse; Muammer Kaddafi, kötü bir lider ve halkları nezdinde baskıcı bir diktatör olarak görülebilir. Günümüzde gelişen insan hakları konusunda bazı değerlendirmelerin yapılması bu konuda hayati öneme sahiptir. Bugün terör örgütlerinin ve onlara sempati duyan teröristlerin uluslararası kamuoyunda ve insan hakları hukukunda bir hakları olduğu geniş çevrelerce kabul edilmiştir. İnsan hakları, bir insanın doğuştan sahip olduğu en temel haklardır. İnsanın, insan olmasından doğan ve vazgeçilemez olarak görülen, en temel hak olan yaşama

hakkına başka bir gurup tarafından ihlal edilmesi uluslararası hukukta uygun olarak görülüyorsa, Kaddafi’nin böyle bir ölümü hak edip etmemesi de tartışılmalıdır. Yeni Ortadoğu’nun ayak seslerinin duyulduğu Tunus’taki isyanlardan sonra Tsunami bölgeyi sarmış ve bugün nerede duracağı, kimi etkileyeceği belli olmayan bir ateş topu haline gelmiştir. Suriye’de Baas partisi tarafından yapılan katliamlar ve uluslararası kamuoyunun Suriye üzerindeki baskıları, süreci nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir noktaya doğru sürüklemektedir.

Ortadoğu’da güncel gelişmelerin boyutunu ve bu olayların bölge ülkelerine etkileri önemle analiz edilmelidir. 21.yüzyıl genel olarak; Doğu’da başlayan İsyan Dalgasının yanı sıra Batı’da, Avrupa Birliği’nde ve Amerika’da başlayan küresel kriz nedeniyle refah düşüşü ve Avrupa Birliği’nin, liberalizmin sorgulanması olarak görülmektedir. Bu bağlamda; 1- Küresel İsyan Dalgasının Seyri ve Boyutu ne olacak? 2- Önümüzdeki Süreçte Suriye’de Demokrasi ne kadar mümkün? 3- Ekonomik Devin Sonu mu? 4- Ortadoğu gerçekten yeni bir düzen kurulacak mı? gibi soruların düşünülmektedir.

sorulması

gerektiği

1

Kısa Ortadoğu Tarihi, Mart 2008 Arthur Goldschmidt, Jr.Lawrence Davidson sf-27

19 Akademik Analiz – Mart 2012


İç ve Dış Dinamikler Arap Baharının gerçekleşmesi sömürgecilik sonrası bağımsızlıklarını kazanan yeni devletlerin uluslaşma bilinçlerinin yeni yeni olgunlaştığı gerçeğini göstermektedir. Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri birçok faktör etkilemektedir. Bu faktörler genel olarak iç ve dış dinamikler olarak nitelendirilebilir. İç dinamiklere bakılacak olursa; bölge halklarının yıllarca ezilmesi ve vatandaş olarak görülmemesi, modern ve çağdaş dünyanın insanına yakışan ‘’ yurttaş ‘’ anlayışı yerine, ortaçağ düşüncesi ile hareket edilmesi ve ‘’ kulluk ‘’ düzeninin devam ettirilmesi önemli bir dinamiktir. Bölge ülkelerinin zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olması bu enerji kaynaklarından gelen gelirlerin belirli zümrelerde ve ailelerde toplanmasına neden olmaktadır. Bunun sonucunda artan gelir dağılımı adaletsizliği, yolsuzluk, yoksulluk ve buna bağlı olarak artan işsizlik en önemli nedenler olarak görülmektedir. Yarım asırdır iktidarlarını devam ettiren bu elitler, halkları üzerinde meşrulukları kaybetmişler bunun sonucunda baskı ve kötü yönetim anlayışı sergileyerek insanların onurlarını ve kimliklerini yok sayarak bu sürecin temelinin oluşmasına katkıda bulunmuşlardır.

Dış faktörler olarak değerlendirilen olgulara bakılacak olursa; 11 Eylül 2001 yılında Amerika Birleşik Devletlerine yapılan saldırılardan sonra Başkan W. Bush tarafından bütün Müslümanların tehdit olarak görülme anlayışı ve Haçlı seferlerinin başlatıldığının belirtilmesi,

Müslüman ve Arap halklarının cani ve terörist olarak görülmesi en önemli tehdit olarak bilinmektedir. 11 Eylül’den sonra Irak ve Afganistan işgalleri ve bu işgaller sonucunda artan ölümler ve bölgeye getirilen istikrarsızlık bölge halklarının zihinlerinde dün gibi hatırlanmaktadır. Küreselleşme olgusu ile birlikte dünyanın küresel bir köy haline gelmesi, iletişim olanaklarının artması ve isyan sürecinde de görüldüğü üzere; sosyal medyanın Arap gençleri arasında yaygınlaşması, örgütlenmelerin facebook, twitter vb. sosyal medya araçları aracılığıyla gerçekleştirilmesi küreselleşmenin ve buna bağlı olarak iletişimin ne kadar birleştiğini ve önemli hale geldiğini sergilemektedir. Bunların yanında bir de Türkiye faktörü bulunmaktadır. Türkiye’nin Davos’ta ‘’ One Minute ‘’ ile başlayan, daha sonra bölgenin katalizörü olarak görülen İsrail ile gerginleşen ilişkiler, Gazze ablukasına karşı Türkiye’nin sergilediği proaktif tutum ve Mavi Marmara saldırısı Türkiye’nin Arap halkları nezdinde itibar kazanmasına ve önemli bir rol ayrımına girmesine neden olmuştur. Türk Dış İşleri karar vericilerinin her beyanatında görüldüğü gibi; Türkiye’nin bölge ülkeleri yönetimleri yerine halkları ile ilişkilerine önem vermesi ve halklarının çağdaş ve demokratik standartlara yükseltilmesi için yönetimlere baskı yapılması en önemli faktörlerden birisidir. Arap Baharının yaşandığı Tunus, Mısır ve Libya’ya ziyaret düzenleyen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın havaalanında kendisini karşılayan halka Arapça seslenmesi ve ülkedeki muhalifler tarafından üst düzeyli bir karşılama töreni ile itibar gösterilmesi Yeni Ortadoğu’da Türkiyesiz işlerin yürümeyeceğini somut bir şekilde göstermektedir.

20 Akademik Analiz – Mart 2012


Türkiye’nin Rolü Söz konusu çerçevede, Türkiye, yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın kök salması için yapıcı katkılarını sürdürmelidir. Cepheleşen eksenlere dâhil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi, tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi, bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir.2 Türkiye’de İslamcı bir söylemden gelen bir kadronun seçimle yönetime gelmesi, İslam ile demokrasinin, laiklik ile demokrasinin ve İslam ile laikliğin dengelenebileceği algısına yol açmıştır. Yeni Türkiye vizyonu ve politikaları; Arap dünyasına reform modeli olarak örnek alınabileceği bir ülke olarak Türkiye’yi koydu. Ak Parti iktidarının çağdaşlık, demokrasi, İslam, ekonomik liberalleşmeyi bağdaştıran politikaları Arap halklarının dikkatlerini çekmiş durumda. Irak işgali öncesi ABD tezkeresine hayır denmesi, Davos’ta İsrail ve onun üzerinden ABD’ye ‘’one minute’’ çıkışı, komşularla sıfır sorun stratejisi, Ortadoğu ülkelerinin çoğunda karşılıklı vizelerin kaldırılması, yapılan ekonomik, siyasi ve stratejik işbirliği anlaşmaları, Türk işadamlarının ve okullarının bölgeye açılımları ve nihayet Arap ülkelerinde ilgiyle izlenen Türk Televizyon dizilerinin yepyeni bir Türkiye imajını Arap toplumlarına sunması, Türkiye’nin Müslüman, demokratik, kalkınmış, bağımsız yeri geldiğinde ABD’ye hayır diyebilen gücü ve özgüveni Arap halklarında Türkiye ile ilgili hayranlık, takdir uyandırırken, kendi liderleriyle mukayese etmelerini de sağlayarak

Türkiye modeli üzerinden kendi 3 geleceklerini arama yoluna girdiler.

Komşularıyla sıfır sorun politikası izleyen Türkiye, yakın çevresinin kriz üreten bir coğrafya olmaktan kurtarmasını arzulamakta, bu anlayışla da bölgesinde kalıcı düzenin tesisinde kendini birinci derecede sorumlu görmektedir. Bu yalnızca coğrafi konumumuzdan değil, aynı zamanda Orta Doğu bölgesiyle olan tarihi ve kültüre bağ ve birliktelikten kaynaklanan manevi bir yükümlülüktür. Bu bağlamda Türkiye, izlediği çok boyutlu, pro aktif, yapıcı ve geleceğe dönük politikalarla yakın çevremize ve de daha geniş ölçekte güvenlik, refah ve istikrarın gelişimine katkıda bulunmayı hedeflerken, stratejik konumumuz, tarihi, kültürel ve manevi bağlarımızın bize bahşettiği artı değerleri de en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmaktadır. Özet olarak; Türkiye’nin bölgesine ve medeniyet coğrafyasına karşı sorumluluğu vardır. Türkiye’nin huzur, barış, güvenlik ve esenliği de bunu gerekli kılmaktadır. Çevresi istikrarlı olmayan Türkiye’nin istikrarını sürdürmesi mümkün değildir. Yeni Türkiye, Yeni Ortadoğu’nun kapısını açabilir.

3

2

Ortadoğu Analiz sf-7 Haziran’09 cilt 1 sayı:6

Aydın Bolat, ‘’ Yeni Ortadoğu’da Demokrasi Depremi ve Tsunami Etkisi ‘’ Stratejik Düşünce Yıl:2 Sayı:16 sf-15

21 Akademik Analiz – Mart 2012


Sonuç Türkiye, 2000’li yıllardan itibaren iç politikadaki değişiklik ile beraber dış politikasında da gerek söylem gerekse eylem değişikliğine gitmeye başlamıştır. Adalet ve Kalkınma Partisinin İslami söylem kullanması bölge halkları üzerinde önemli nüfuz oluşturmalarına olanak sağlamıştır. Türkiye’nin geleneksel dış politikası olarak görülen; muasır medeniyetler seviyesine çıkma ve Batı bloğu içerisinde yer alma, yeni dönemde Avrupa Birliği ile ilişkilerin seyrine göre devam etmektedir. Türk Dış Politikası (TDP), bu süreçte, hayaleti üzerine kurulduğu Osmanlı İmparatorluğunun etki alanları ile ortak politikalar geliştirmesi,

Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ile ortak medeniyet havzası oluşturmaya çalışması TDP’nin en temel politikası olarak görülmektedir. Türkiye, Ahmet Davutoğlu ile beraber literatürde bolca konuşulan ve üzerinde tartışılan politikalar ile dış politikasını yönlendirmektedir. Yeni Osmanlıcılık, komşularla sıfır sorun, ön almak, oyun kurucu olmak gibi ilke ve hedeflerle hareket eden dış politika yapıcıları yeni dönemde şekillenen Ortadoğu’da model ülke olarak görülmeyi arzulamakta daha geniş perspektifte merkez ülke olmayı amaçlamaktadır. Süleyman GÖK Afro Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (AFASAM), Yurtiçi Koordinatörü

22 Akademik Analiz – Mart 2012


Suriye’nin Farkı ve Türkiye Boran Karakaya Tarihin her döneminde otoriter yönetimler varlıklarının devamı için kendi halklarını karşılarına almaktan çekinmemiştir. Demokrasi düşüncesinin yaygın olmadığı dönemlerde mevcut iktidarlar, varlıklarını muhalif kesimleri genellikle kanlı bir şekilde susturarak koruma yoluna gitmişlerdir. Özellikle 16. yüzyıl Avrupa’sında yaşanan mezhep çatışmaları muhalifleri yok etmenin en pratik yol olarak görüldüğünün kanıtı niteliğindedir. Lakin tarih 1648’i gösterdiğinde 30 Yıl Savaşları’ndan bitkin bir halde çıkan devletler, var olan muhalif grupları istemeyerek de olsa tanımak zorunda kalmıştır. Bu durum muhalifleri kanlı bir şekilde susturmak düşüncesini tamamen ortadan kaldırmamış olsa bile karşıt görüşe sahip grupların bir takım önemli haklar elde etmesini sağlamıştır. İlerleyen yıllarda ise yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen demokrasi ve insan hakları gelişmeye devam etmiş ve Avrupa bugünkü görkemli demokrasisini kurabilmiştir. Demokratik olsun ya da olmasın bütün yönetimlerin en önemli özelliği meşruiyettir. Meşruiyet kavramı genel itibariyle “yasallık” anlamına gelir1. Ünlü sosyolog Weber ise meşruiyeti “yönetme

hakkı”na olan inanç olarak ele almaktadır2. Meşruiyetin yani yönetme hakkına olan inancın kaybolması halinde mevcut halk kitlesi ya iktidar sahibini seçimle veya zor kullanarak değiştirme yoluyla var olan rejime dokunmadan siyasi bir “evrim” gerçekleştirir ya da var olan siyasal düzenin bütün felsefesini ve kurumlarını şiddet yoluyla yok ederek “devrim” yaparlar. Bugün, yazımızın da konusunu oluşturan, Arap Baharı sürecine baktığımızda meşruluğu tartışılmaya başlanan “tek adam” yönetimlerinin örgütlenmiş geniş halk kitlelerince tek tek devrildiğini ve yeni demokratik siyasi rejimlere geçiş için çaba gösterildiğini görmekteyiz. Tunus’ta başlayan bu halk hareketlerinin son durağı olan Suriye ise çeşitli sebeplerden ötürü ayaklanmaların yaşandığı diğer Ortadoğu devletlerinden farklılık arz etmektedir.

23 Akademik Analiz – Mart 2012


Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad tıp eğitimi almış ve Avrupa’yı tanıma fırsatı bulmuş bir devlet adamıdır. İktidara geldiği 2000 yılından itibaren emperyalizm karşıtı duruşu ile dikkatleri çekmiştir. Mamafih, Arap Baharı’nın domino etkisi Suriye’de hissedilmeye başlandığında Beşar Esad, tüm eğitimini ve birikimini bir kenara bırakmış ve yönetime karşı ayaklanan kendi halkını “bir avuç terörist” olarak görme yoluna gitmiştir. Lord Acton’ın şu sözü kendi halkına karşı “insanlık suçu” işlemeye başlayan Beşar Esad’ın durumunu özetler niteliktedir: “Her iktidar insanı bozar, fakat mutlak iktidar mutlaka bozar.”3

Girişte belirttiğimiz 16.yüzyıl Avrupa’sındaki iktidarların şiddet yoluyla muhalifleri ortadan kaldırma düşüncesinin genel olarak Ortadoğu’daki tek adam yönetimlerinde özel olarak da Suriye’de halen diri olduğunu görmekteyiz. Oysa demokratik teoride olsun, demokratik olmayan teoride olsun liderlerin ve elitlerin görevi yönetilenlere “hizmet etmektir”4. Esad ise iktidar koltuğunu bırakmamak için verdiği mücadelenin hırsıyla hizmet etmesi gereken halka “zulmetmektedir”. Daha önceki Libya örneğine baktığımızda Kaddafi’nin yine şiddet yoluyla muhalifleri ortadan kaldırma yolunu seçtiğini görmekteyiz. Fakat Batı genel olarak bu

duruma karşı tavır almakta gecikmemiş ve NATO hava kuvvetleri Kaddafi’ye bağlı güçleri bombalayarak muhalifleri olası bir kırımdan kurtarmıştır. Sonuç olarak da Kaddafi yine NATO’nun istihbaratı ve yardımıyla muhalifler tarafından yakalanarak linç edilmiştir. Aynı Batı, aynı mezalimin yaşandığını Suriye’de ise harekete geçmek niyetinde değildir. Gazi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mehmet Şahin “Suriye denildiğinde İran’ı ve Rusya’yı konuşmaya başlıyorsunuz.” diyerek aslında Batı’nın bu isteksizliğinin nedenlerine de açıklık getirmiştir.* Şubat ayında Arap Birliği’nin pek de yaptırım gücü bulunmayan Suriye’ye yönelik planı BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan oylamada Rusya ve Çin tarafından veto edildi. Esad ise konseyden çıkan bu “veto desteği” ile kendi halkına karşı giriştiği acımasız saldırılarına hız verdi. Suriye yönetimine karşı başlatılan direnişin sembolü haline gelen Hama ve Humus şehirlerinde insanlar keskin nişancılar yüzünden sokaklara çıkamaz duruma gelirken hemen yanı başındaki komşusunda yaşanan insanlık dramına sessiz kalamayan Türkiye’nin Esad yönetimine bakışı olumsuz bir şekilde değişmiştir. Bu şüphesiz ki Beşar Esad için büyük bir kayıptır fakat arkasına Rusya, Çin ve de İran’ın desteğini alan rejimin karşısında Türkiye’nin sesi pek yankı bulamamaktadır. Türkiye, AK Parti hükümetinin iktidara gelişiyle -geleneksel barışçıl diplomasisinin temel özelliklerine uygun düşecek bir biçimde- daha proaktif bir dış politika izlemeye başlamıştır. Gerek yakın havzasında gerekse dünyanın daha uzak bölgelerinde var olan sorunlara yönelik yeni söylemler üreten5 bir ülke haline gelen Türkiye, uluslararası alanda yükselen bir güç olarak görülmüştür. Doğal olarak, bölgesel anlamda yükselen bir Türkiye, 24

Akademik Analiz – Mart 2012


bölge üzerinde etkili olmaya çalışan diğer aktörleri de (İran ve Rusya) rahatsız etmiştir6. Bu rahatsızlık Türkiye’nin Suriye konusunda sesini kısan en önemli faktörlerden biridir.

Suriye konusunda Türkiye’nin hareket alanını kısıtlayan bir diğer önemli konu da ABD ve Avrupa’nın Beşar Esad’a karşı ortak ve somut bir politika geliştirememesidir. Gerek ABD gerekse Avrupalı devletler Esad’ın meşruiyetini yitirdiğinde hemfikir görünmektedir. Fakat ABD, 2012’nin seçim yılı olması, savaş yorgunluğu ve nükleer güç olma yolunda ilerleyen İran faktörü dolayısıyla elini taşın altına koymak istemezken7 Avrupa, enerji bakımından bağlı olduğu Rusya gibi bir dev ile karşı karşıya gelmek istememektedir. Başlarda bahsi geçen Suriye’deki olayların ayaklanma yaşanan diğer ülkelerden farklılık arz etmesinin nedenleri de bunlardır. Türkiye, durum böyle olunca Suriye’deki ateşi tek başına söndüremeyeceğinin farkında olarak Esad’a karşı güçlü adımlar atamamaktadır. Sonuç olarak Suriye’de durum gün geçtikçe çıkmaza girmektedir. Esad arkasındaki Rusya, Çin ve İran desteğine dayanarak kendi halkına zulmetmeye devam etmektedir. Muhalifler ise Esad koltuğunu bırakıncaya kadar mücadelelerinden vazgeçmeyecek gibiler. Şu ana kadar askeri yöntemler iki taraf için

de bir sonuç doğurmadı. Ne rejim devrildi ne de ayaklanma bastırıldı8. Bu bakımdan artık Suriye’de çatışmaların yerini müzakerelerin alması şarttır. Bu konuda da Türkiye’nin desteği ve yumuşak gücü bölgede akan kanı durdurmak için faydalı olabilir. Türkiye genel itibariyle dış politikada askeri güç kullanmaktan yana olmayan bir devlettir. Türk hariciyesi Ortadoğu bataklığının ne olduğunu da çok iyi bilmektedir. Batılı basının ve devletlerin Suriye konusunda Türkiye’yi öne süren yaklaşımları ise kaygı vericidir. Türkiye’nin oynayacağı tahriklere ve de teşviklere aldanmayan, arabulucu bir rol Ortadoğu gibi bir bölgede izlenecek savaşkan politikalara göre daha fazla yarar sağlayacaktır. Boran KARAKAYA Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Kaynakça 1,2 Andrew Heywood Siyaset sayfa 306 3 Prof. Dr. Bülent Daver Siyaset Bilimine Giriş sayfa 137 4 Prof. Dr. Bülent Daver Siyaset Bilimine Giriş sayfa 136 5,6 Dr. Arif Behiç Özcan Ortadoğu Analiz Şubat 2012 cilt:4 sayı:38 sayfa 61 7 Aslı Aydıntaşbaş http://siyaset.milliyet.com.tr/turkler-marsamerikalilar-venusten/siyaset/siyasetyazardetay/16.02.2012/150364 3/default.htm 8 Bora Bayraktar http://tr.euronews.net/2012/02/16/esadin-hedefi2014e-kadar-kalmak/#.Tz1FiUlSnUw.twitter * http://tvarsivi.com/player.php?y=7&z=2012-0208+21%3A55%3A39&res=2012-0208+22%3A09%3A39

25 Akademik Analiz – Mart 2012


The Triumvirate in the Middle East: The Collaboration of Turkey, Saudi Arabia and Qatar for Regional Stability Gökhan Tekir The events which led to downfall of decades-long dictatorships in the Middle East have caused chaos and power vacuum in the region. The increasing pressure seems to result the downfall of Assad but post-Assad era in Syria is unknown. The violence and bloodshed in Syria attract the attention of the whole world. Nouri-Al Maliki’s sectarian policies came to surface after the withdrawal of the U.S troops, which favored Iran in Mesopotamia. The Israel issue still preserves its importance.

T

he cooperation among Turkey, Saudi Arabia and Qatar will decide the future of the region. Turkey is the role model of Arab people, who want democratization in their own countries. However, the sole leadership of Turkey will be the reminiscent of memories of imperialist rule of Ottoman Empire. Thus, Turkey should seek cooperation with other countries. Qatar, which uses soft power and diplomacy and Saudi Arabia, which is the big brother of other countries with its oil wealth and strong army, are the best candidates for sharing the burden of Turkey in setting stability in the area.

The democratization wave began in Tunisia have reached to the heart of the Middle East. The demise of Mubarek and Gaddafi whose reigns almost became identical with their countries shocked the world as well as region. The Western world has preferred to enter into alliances with unpopular dictators without regarding the opinions of masses. The democratization process in the region compelled the West to recognize the organizations like Muslim Brotherhood, as the actors in the political life. Regional powers also took Turkey and Qatar emerged as stars in Arab Spring. AlJazeera owned by Qatar state has 26

Akademik Analiz – Mart 2012


broadcasted uprisings in Tunisia, Libya, Egypt, Yemen and Syria from which the world followed the revolutions. The emir of Qatar, who has advocated the rights and demands of the people from uprising areas adopted a protégé role for revolutionaries. Being tired of waiting at the doors of Europe, Turkey has returned to the region with the endeavors of Justice and Development Party after 80 years break. Turkey re-asserted its erstwhile leadership position by heightening democracy and freedom. During the uprisings, Turkey chose to side with people who expressed their dissatisfaction from their regimes and warned the rulers who stubbornly refused to meet the demands of people and resorted to violence against them. The position of Saudi Arabia remained ambivalent. The king Abdullah of Saudi Arabia backed Mubarek during the protests in Egypt. 1 Nevertheless, when it became clear that Mubarek could not protect his regime, Saudi Arabia did not insist its claim to preserve status-quo in Egypt. On the other hand, Saudi Arabia took the leading position in relatively peaceful power transition in Yemen. Reforms and elections in the Gulf region could not have taken place without the approval of Saudi Arabia. The second factor which compromised Saudi Arabia’s role in Arab Spring is the uprising in Bahrain. The majority of Bahrain is composed of Shia population whereas the ruling family is Sunni. The protests and uprisings were cracked down by the army of Saudi Arabia. Al- Jazeera was also criticized for not paying attention to the situation in Bahrain. Bahrain and Saudi Arabia defended their positions by claiming that Iran is infiltrating into the area by inducing Shia population to revolt.

1

Chip Cummings, “Saudi Arabia voices support for Mubarek, Wall Street Journal

There are four challenging problems in the region, which require the collaboration of Turkey, Saudi Arabia and Qatar.

1- The future of Syria The most compelling issue in the Middle East is the future of Syria. The violence and massacres of Assad regime since the beginning of the protests cost him the support of the countries in the region and the world. Russia, China and Iran remained the only supporters of Assad regime. Russia and China use veto their veto powers in Security Council to prevent any sanction against Assad administration. However, their support should be considered as bargaining chip against the West and Arab League. The assurance of the protection of the investments of Russia and China in Syria will make these countries change their minds. For Iran, the Syrian issue is more vital because without Syria Iran will lose its control over Lebanon. The strategic link between Lebanon, Syria and Iran will be broken. The fall of Assad seems inevitable despite backing of Russia and Iran. The regime gets vulnerable day by day. NATO intervention will cause too much problem because it will be regarded imperialist action. The Arab League, guided by Saudi Arabia, Qatar, and Turkey may consider a joint operation in Syria. This operation does not explicitly occur as direct military 27

Akademik Analiz – Mart 2012


intervention in Syria. Rather, the Free Syrian Army will be recognized as the true representative of Syrian people so the legitimacy of Assad regime will be eradicated in Arab world. As NATO supplied tactical support to Libyan opposition, the Arab League and Turkey will strengthen the Free Syrian Army to cope with pro-Assad forces. Post-Assad era in Syria is also problematic. There are Arabs, Kurds, Armenians, Aramaic, and Circassians in Syria. The Muslims are majority but they are divided into various sects. 2 The rule of Assad family, belonged to the sect of Alawite prevented the participation of other groups and sects from the political life. The secularism in Syria is interpreted as oppression other religious groups. Kurdish people in Syria are not even considered as citizens. Turkey can help Syria to establish a secular and democratic regime which will not repress different religions and ethnic groups with the help of its own experiences. The support given to Turkey by Saudi Arabia and Qatar will fortify Turkey’s position in Syria in the eyes of Arab world.

autonomous Kurdish region. Iraq as a country is going to face destruction if Sunni provinces declare their independence. The permanent military presence of Turkey is necessary for both the stability in Northern Iraq and the stability of Turkey. The existence of PKK in Northern Iraq provides lawful excuse for Turkish control of the area. The Kurds in Northern Iraq and Sunni population are much more connected with Turkey rather than Iraqi central government. The economic relationship between Northern Iraq and Turkey forces Kurdish leaders to avoid confrontation with Turkey. 3 Thus, the economic integration brings political intimacy. Turkey will be a shield against a possible Shia aggression in the area. Saudi Arabia and other Gulf states will be glad the limitation of Iran’s influence in Mesopotamia.

2- The Maliki Question The change in the character of Maliki after the post-USA era in Iraq is identical with “Dr.Jekyll and Mr.Hyde”. The premier of Iraq which sought consensus and compromise among political players in the country is gone. A new Maliki, who dared to arrest the vice-president of the country, emerged. Maliki antagonizes Sunni provinces by putting pressure and cutting their shares in budget. The separatist demands started to be articulated in those areas. In Northern Iraq, there is already an

3- Israel-Palestinian conflict Iranian and Syrian regimes largely base their legitimacy on their stance on Palestinian issue. Hezbollah, backed by Iran operates in Lebanon. Hamas, whose bureau operated in Damascus until recent days is the elected government of Palestinian people in Gaza. The hesitant position of Turkey and Arab countries on Tarık Oğuzlu, “ABD sonrası Irak ve Türkiye,” Ortadoğu Analiz 37,no.4 (2012): 35

3 2

“Syria,” CIA. World Factbook

28 Akademik Analiz – Mart 2012


Israel and Palestinian conflict allowed Iran and Syria to rise as defenders of Palestinian cause in the region so they gained the sympathy of the people of Muslim world. Turkey under the leadership of Erdoğan has increased its popularity in Arab streets because of the harsh utterances against Israel. But Davos meeting on 29 January 2009 was the clashing moment for the relationship of Israel and Turkey. Prime Minister Erdoğan abrasively berated Peres and left the meeting. The tension between two countries was never ameliorated. The moderate perception of Islam of Justice and Development Party is cheered on the Palestinian side. In the interview held in 2010, the group’s deputy minister Ahmad Yusuf told the Daily Hurriyet that Hamas will adopt the model of Erdoğan, because Erdoğan’s model works for democracy and avoids extremism. 4 The adoption of moderate views will obligate Western world to recognize Hamas as a political actor instead of terrorist organization. This development will serve to the solution of Palestinian-Israel disagreement in a peaceful way. The latest development underscored the importance of the cooperation of Qatar and Turkey. Hamas moved its bureau from Damascus to Qatar by depriving Assad rule from an important source of propaganda. Iran was replaced by Qatar and Turkey as financial source for Hamas so it is highly likely that Qatar and Turkey will be new best allies of Hamas and Palestinian cause. The popularity of these countries will increase in Muslim world due to their stances in Palestinian issue.

“Hamas: We want Erdoğan’s model, not Taliban’s’, “ Daily Hurriyet

4

4-The Gulf Countries Impact of Arab spring in the Gulf countries felt more like an aftershock of a big earthquake. The reason is that these countries are oil-rich countries so they provided their citizens to prosperity and stability comparing to other oil-deprived countries. Furthermore, the strategic positions of the Gulf countries are so important to the USA because of Iran threat to the Gulf region, Western support for any uprising is very unlikely. The center of the aftershock was Bahrain. Shia population of Bahrain revolted against the administration in order to gain wider representation and to achieve greater freedom. When Bahraini government fell short in quelling the uprising Saudi Arabia crashed the insurgents with its army. Al Jazeera, which delivered Arab Spring into the world market, preferred not to blur the water in the name of monarchial brotherhood. The reaction of the Western world hesitated to exhort the freedom cries of the masses. Realpolitik in the Gulf region outweighed the democratic aspirations. Nonetheless, the evolutional change towards democracy in the Gulf countries is still possible. Traditional advocacy of conservatism of Saudi Arabia appears to be obstacle to development of the democracy in the area. However, if Saudi Arabia does not adapt itself to the 29

Akademik Analiz – Mart 2012


changing circumstances, it will lose its main player status in the Middle East. The position of Saudi Arabia will be the determinant factor in democratizing movements. Permission for the women in September 2011 to Consultative Assembly in Saudi Arabia can be considered as a positive step. Positive attitude taken by Saudi Arabia for transition of power in Yemen reinforces for this positive step. Other Gulf countries encouraged by Saudi Arabia will be less vacillated in implementing reforms which will enhance the rights of their citizens. 5-Conclusion The leadership of Saudi Arabia, Qatar and Turkey in the Middle East is not panacea

for all its problems. But it will bring relative peace and stability to the region. The old disagreements among three countries pose obstacles for their collaboration. Some countries, especially Iran, try to deepen the conflicts existed among three countries. Recently, Press TV, propaganda channel of Iran leaked a tape which contains the speech of Qatari prime minister which targets Saudi Arabia. These three countries should work out their old feuds and be careful for provocation of other countries for the future of the Middle East. Gökhan TEKİR İ.D. Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü

30 Akademik Analiz – Mart 2012


Cetvel İle Çizilmiş Sınırlarda Kan Kusan İsyan Enes Göksel Bir yılı aşkın süredir dünyanın kırılgan noktası olan Kuzey Afrika’da çöl fırtınası, yerini özgürlük tufanına bırakmış durumda. Bu isyan, dünyanın her ülkesini etkilediği gibi Türkiye’yi de etkilemektedir. Ancak Türkiye’nin diğer ülkelerden farkı bu ateş çemberine en yakın ülkelerden biri olmasıdır. Bu yüzden de her türlü ihtimal değerlendirilmeli ve hem yerel halkın hem de Türkiye’nin zararsız hatta karlı çıkması sağlanmalıdır.

B

unun için gerekli yöntem ise doğru analiz ve doğru eylem. Doğru analiz için gereken, olayların sebeplerini, coğrafyanın bundan 20-30 yıl önceki durumundan başlayarak kronolojik şekilde irdelemek ve günümüz halkının ne istediği, neden sokaklarda olduğu, bundan kimin yarar sağlayacağı ve halkın ne istediği gibi; tarihsel, sosyolojik, ekonomik, politik ve stratejik açıdan incelemektir. Bunu yaparken yeri geldiğinde “Polyanna” olunmalı, yeri geldiğinde ise tam anlamıyla paranoyaya bürünülmelidir. Elbette dini, tarihsel, stratejik ve doğal kaynakları bakımından oldukça önemli olan bu coğrafya asla kendi kaderine bırakılmak istenmeyecektir. Her ülke kendi

safında yer almasını istediği bu bölgeye müdahale yapmak isteyecek, pay almak için uğraşacaktır. Kısacası bu coğrafya halkı, kolay kolay kendi bölgesinin hakimi olup, kendi yönetim sistemini belirleyemeyecektir. Bu açıdan bakıldığında İsrail ya da başka bir ülkenin müdahalesi asla abes değildir. Hatta ilk bakışta “Siyonist kadronun değişiklik yapması” ya da “ batının petrol oyunu” görüşleri gayet kuvvetli ve mantıksal birer görüşlerdir. Özellikle Kaddafi’ye karşı başlatılan NATO operasyonları 1 ve batılı liderlerinin bölgesel liderlere “çekilin” açıklamaları bu görüşleri daha da kuvvetlendirdi. Hatta tam tersini düşünen 1

http://tr.wikipedia.org/wiki/2011_Libya_%C4%B0 %C3%A7_Sava%C5%9F%C4%B1#cite_note-3

31 Akademik Analiz – Mart 2012


birçok kişi de bu olaylardan sonra “ Arap baharı”nın artık “Arap kışı”na dönmeye başladığını düşündüler.

Fakat gözden kaçırılan nokta bölge halkıdır. Bölge halkının iradesinin varlığıdır. Nesiller boyu sözü dinlenmemiş ve hep birileri tarafından zorlama, sömürge ve baskı ile yönetilen bir halk elbette gün gelip buna isyan edecektir. Bunu yaparken gözü dönmüş ve her türlü kanı çekinmeden dökmeye hazır bir kitleye dönüşmesi de gayet tabii bir sonuçtur. Nihayetinde gıda enflasyonu, işsizlik, siyasi baskının artması gibi faktörler ile ezilen halk, işsiz üniversiteli gençler öncülüğünde isyan ateşini yaktı 2. Kimilerine göre petrol avcılarının, kimilerine göre İsrail’in arkasında olduğu, kimilerine göre de halkın kendi feryadı olan isyan sessiz şekilde başlayıp kanlı bir isyana dönüştü. Muhammed Buazizi 3, Lahsin Naci 4, Remzi El Abbudi 5 gibi protestocular kendi canlarına kıyacak kadar gözlerini karartmış olduklarına göre artık bardağın dolduğu ve dış müdahale olsun ya da olmasın halkın zulme dayanacak gücünün kalmadığının bir göstergesidir.

2

http://www.aljazeera.com/indepth/features/2011/0 1/20111614145839362.html 3 http://www.bbc.co.uk/news/world-africa-12120228 4 http://english.aljazeera.net/news/africa/2010/12/20 10122682433751904.html 5 http://english.aljazeera.net/indepth/opinion/2010/1 2/20101227142811755739.html

En ufak bir kıvılcımda ateş alabilecek böylesine tehlikeli bir yerde sıcak savaşa girmek her ülkenin kaçınacağı bir ihtimal. İsyanların domino etkisiyle bir anda yayılması dahi kıvılcımların etkisini göstermeye yetmiştir. İşte bu denli tehlikeli bir yerde, bu denli hassas olunması gereken noktada böyle bir isyanla hâkimiyeti ele geçirmeye çalışmak ya da hâkimiyeti sürdürme ihtimali mantıki bir zeminde düşünülemez. Aksine böyle bir şey bir halkı uyandırarak kendi kuyusunu kazmak olur. NATO müdahalesi bir nevi “fırsattan istifade” olarak nitelendirilebilir. Karışıklık içerisindeki Libya, müdahaleye açık bir pozisyona gelmiş ve bu da emperyalizmin aç gözüne parıldayan bir av olarak dikkat çekmeye başlamıştı. Ekonomik bunalım içerisindeki ülkeler aksi takdirle Kaddafi ile mücadele edebilecek durumda değilken adeta onlar için bir “fırsat” olmuştur. Bu durumda yeni bir sömürgeleşmeye hazır kuzey Afrika ekonomik sebeplerden dolayı beli bükülen Avrupa tam anlamıyla müdahale edememiştir. Bu da Afrika halkının en büyük avantajıdır. Ancak ilk fırsatta her emperyalist ülke bu durumdan çıkar sağlayabilir. Tayyip Erdoğan’ın Mısır merkezli Ortadoğu ziyaretleri Türkiye’nin kendi rolünü oynama çabası olduğu bariz bir şekilde belirlidir. Bu planlamanın ardında Ahmet Davutoğlu’nun olduğu ve planın gayet insani ve mantıksal olduğu da açıktır. Bu şekilde Arap halkının desteği alınacak ve oluşacak yeni yönetim ile iyi ilişkiler kurulacak bu sayede dünyanın en önemli yeri ile iyi ilişkiler kuruşmuş olacaktı. Ancak halkın buna bile razı olmayışı kendilerinin ne kadar kararlı olduğunu göstermektedir. İlk tepkilerden sonra Türkiye de kendini pasif konuma çekmiş ve olacakları beklemektedir. Öyle ki yanı başındaki Suriye’ye dahi birkaç sert açıklama ve mülteci kabulünden başka kararlı bir adım 32

Akademik Analiz – Mart 2012


atmamıştır. Bu ise ilk Kuzey Afrika tepkisinden sonra kenara çekilip olacakları izleme politikasını tercih etti. Silahlı müdahale yerine barış eli uzatan Türkiye’yi bile reddeden halklar kendi yönetim biçimlerini belirleyecek ya da kendilerinden çıkar sağlayacak hiçbir kuvvete boyun eğmeyecekleri açıktır. Kararlılıklarının ilk örneklerini Tunus’taki sert müdahalelere rağmen direnen halkların direnişinin devam edeceğini gösteren farklı bir durumdur. “Yasemin Devrimi” olarak adlandırılan Tunus isyanlarında Zeynel Abidin Bin Ali’nin polis müdahalesi ve sertlikle isyan bastırma yöntemleri diğer ülke liderlerince kullanılan fakat kendilerine dönen kanlı bir silah olmuştur. 24 aralık 2010 tarihinde Muhammed Ammari’nin polis tarafından göğsünden ağır yaralanması 6, 3 ocak 2011 tarihinde düzenlenen protestoda halkın maruz kaldığı şiddet de isyanları durduramadı. Tunus İşçiler Birliği Federasyonu ve avukatların da destek verdiği hatta aktif olarak katıldıkları eylemler 78 Tunus’ta zaferi getirdi. Diğer ülke liderleri daha çok direnseler de sonuç değişmedi. Mübarek’in “görevimden ayrılmıyorum” açıklamalarına rağmen sonunun gelmesi, Kaddafi’nin ölümüne kadar giden yol halkı aynı sonuca götürdü. İşte tüm bunlar halkın kararlılığını ve her tehlikeyi göze aldığını gösteren kanıtlardır. Suudi Arabistan Ve Arap Baharı Suudi Arabistan ayrı olarak incelenmesi gereken bir konudur. Tüm bu olaylara rağmen ufak çaplı eylemlerden başka hiçbir şey olmayan Suudi Arabistan birçok kişinin aklına kurcalayan soru. Bütün Arap 6

http://english.aljazeera.net/news/africa/2010/12/20 1012317536678834.html 7 http://english.aljazeera.net/news/africa/2010/12/20 10122819724363553.html 8 http://english.aljazeera.net/news/africa/2011/01/20 1116193136690227.html

dünyası kavrulurken hiç etkilenmeyen Arabistan’ın ekonomik durumu ve bunun halkın refah düzeyine yansıması en büyük etkenlerden. Tüm devletlerin bir şekilde çıkar sağlaması da bu ülkede olası eylemlere önlem alınmasında katkı sağlamıştır. Yine de demokrasi dışında yönetilen her ülke gibi Suudi Arabistan halkı da bir gün muhakkak bulunduğu durumdan rahatsız olacaktır.

Türkiye’nin Tavrı Birbiri ardına komşu ülkeler arasında hızla yayılan isyan Türkiye’nin sınırı olan Suriye’ye kadar ulaştı. Hatta Türkiye’ye sığınan Suriye vatandaşlarıyla Türkiye aktif oyuncu ülkelerden biri haline geldi. Böylelikle “ateş çemberi” Türkiye’nin yanı başındaki bir tehlike olmaktan çıkıp Türkiye’yi de içine almaya başlayan bir tehlike haline dönüşmeye başladı. Bu da Türkiye’yi bir plan ve hedef belirlemeye mecbur bıraktı. Liderlik parolasıyla çıktığı yola pasif bir politika ile devam eden Türkiye asla şiddet ve otorite taraftarı olmalıdır. Kendisi yeni toparlanmaya çalışan bir ülke olarak da kesinlikle liderlik gibi pozisyonlara göz dikmemelidir. Liderliğe göz dikmesi bütün coğrafyayı problemi ile üstlenmektir. Bunun yerine kardeşlik ve barış içinde bir politika izlenmelidir. Zaten halkların tepki de bunu göstermektedir. Zaten aksi takdirde sömürgeci bir çizgiye kayılması işten bile değildir.

33 Akademik Analiz – Mart 2012


Yapılması gereken, halkları kendi rızasına bırakmak, şiddet yanlısı diktatörlere gerekli tepkiyi gösterip, halkın yanında olduğunu göstermektir. Suriye halkına açılan kucak da bu yolda atılan doğru bir adımdır. Sonuç Arap halkları, artık kendi yönetim biçimlerini ve kendi politikalarını kendileri belirlemek istiyorlar. Bu olayları dış etmenler tetiklemiş dahi olsa hiçbir baskı ile yılmayan halk, gerektiğinde bu etmenlere karşı da tepki verecek ve direnebileceklerdir. Yeni Ortadoğu daha çok kana sahne olacak gibi gözükmektedir. Uzun yıllardır ezilen ve yaşam hakkı elinden alınan halklar gerekirse gelecek

nesiller için canları feda etmeye de hazırlar. Doğum sancısını atlatmanın zor olacağı böyle bir durumda herkes Ortadoğu ve Afrika halklarının isteklerini yerine getirilmesi taraftarı olmalıdır. Aksi takdirde korkulan gerçek olacak ve Avrupa, İsrail, ABD gibi sömürgeciler bu durumdan istifade edeceklerdir. Her devrimden farklı olarak daha kanlı da olsa yeni bir Afrika ve Ortadoğu yeni bir döneme girmektedir. Eğer bu bugün gerçekleşmezse bir daha asla gerçekleşmeyecektir. Enes GÖKSEL Yalova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

34 Akademik Analiz – Mart 2012


35 Akademik Analiz – Mart 2012


İran’ın Geleceği ve Türkiye Volkan Türkmen Pers İmparatorluğuyla başlayan süreç İran İslam Cumhuriyetiyle devam etmektedir. İran ABD ve İsrail karşıtlığının yanı sıra Rusya ve Çin ile geliştirdiği ilişkileri çok yönlü dış politikasıyla Ortadoğu gündeminde önemli yer telkin etmesine mukabil İran’ı önemli kılan ise uluslararası alanda petrol ve doğalgaz gibi önemli enerji kaynaklarına sahip olmasıdır.

B

ulunduğu bölge itibariyle önemli bir stratejik konuma sahip olan İran’ın en önemli komşularından birisi Türkiye’dir. İran’ın geliştirdiği nükleer silahlar neticesinde çevresindeki uluslararası arenada baskı görmesi neticesinde Türkİran ilişkilerinde yeni bir döneme girmiştir. Türkiye ve İran ilişkileri büyük önem taşısa da farklı dönemlerde inişli-çıkışlı bir seyir izlemiş,.1926’da şah döneminde imzalanan dostluk anlaşması istikrarlı bir döneme girildiği gibi sanılsa da 1979’da Humeyni’nin anti-laik söylemleri Türkiye’yi rahatsız etmiş ve ikili ilişkilerde sıkıntı yaratsa da İran-Irak savaşında ki Türkiye’nin izlediği aktif objektif politika her iki ülke açısından sıkıntılı sürecin atlatılmasına olanak sağlamıştır. Bu gelişmelerin ışığında Türk-İran ilişkileri 2002 yılından itibaren farklılaşmıştır.

Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Ahmet Davutoğlu’nun dış işleri bakanlığına atanmasıyla birlikte komşularla sıfır sorun politikası izlenmiştir Yeni Türk dış politikasında komşularla kültür, diyalog ve siyasi ilişkiler geliştirilmeye çalışılmış, Türkİran ilişkileri bu dönemden itibaren gelişim göstermiş ve hatta uluslararası alanda her iki ülke birbirlerini destekleyici roller üstlenmiştir. Bunun en güzel örneği Uluslararası alanda İran’ın nükleer programına karşı önlemler alınmasının yanı sıra sert tepkiler gösterilmiş ve çeşitli yaptırımlar uygulanmaya başlamışken Türkiye’nin, İran’a karşı uygulanacak yaptırımlarla ilgili (4.paket) Birleşmiş Milletlerde 9 Haziran 2010 tarihinde yapılan oylamada ret oyu kullanmasıdır. Türkiye çözümü sert yaptırımlarda değil diplomatik yollarla diyalog şeklinde olması gerektiği kanaatindedir. Ancak İran’ın 36

Akademik Analiz – Mart 2012


1970’ler de başlattığı nükleer program son dönemlerde ivme kazanmış, Bu da Uluslararası camiayı tedirgin etmektedir. İran’ın nükleer silah elde etmesi uranyum zenginleştirme çabalarına girişmesi uluslararası arenada sert tepkilerle karşılanmıştır. ABD ve AB ülkeleri bir dizi yaptırımlar uygulamaya başlamıştır. Tabi ki de bu durum Türkiye’yi de etkilemektedir. İran Türkiye ile komşudur ve çeşitli açılardan coğrafi, siyasi, kültürel ve ekonomik ilişkileri mevcuttur. Aynı zamanda Türkiye’nin ABD ile müttefik ve farklı alanlarda çeşitli düzeylerde anlaşmaları mevcuttur. Buradan hareketle asıl sorun politik çıkarların uyuşmamasıdır. ABD bölgesel çıkarları için İran’ı tehlikeli buluyor ve İran’ın mevcut yönetiminin değişmesi ulusal konjonktüre uygunluğunu istemektedir. İran ise tam tersi karşıt görüşlerine devam etmektedir. Türkiye ABD ve İran’ın polemik üzerinden kimi zaman somut uygulamaya geçen tartışmaları arasında çözüm önerileri aramaktadır. Türkiye açısından bakıldığı zaman bu olay sürekli krizdir. İran sorununun Türkiye açısından çeşitli özellikleri bulunmaktadır. Türkiye İran ile komşudur ve Ekonomik, tarihsel, kültürel ve siyasi ilişkileri mevcuttur. Türk-İran ilişkiler 2002 yılından itibaren önemli bir gelişim göstermiş son on yıllık dönemde ekonomik ilişkiler önemli ölçüde artmıştır. İki ülke ilişkilerinde ticaret hacmi 5 yıl içerisinde 30 milyar dolara ulaşılması beklenmektedir. Bununla birlikte Türkiye’nin İran ile 41 milyar metreküplük doğalgaz anlaşması mevcuttur. Bu gelişmelerin ışığında Türkiye açısından İran büyük bir bölgesel pazardır. Türk mallarının ehemmiyetli kısmı İran üzerinden orta Asya pazarına ulaşmaktadır. Bu açıdan İran Türkiye için Türk mallarının orta Asya pazarına

ulaştıran transit konumdadır. İran’ın transit konumu Türk ticaretinde önemli yer etmektedir. Ancak tüm bu gelişmelere ekonomik boyutun önemli derecede yükselse de bölgede ki siyasi gelişmeler ekonomik boyutunun önüne geçmektedir.

İran’ın nükleer silah geliştirmesi ABD ve AB ülkelerinden sert tepkiler görmektedir. Bu durum Türkiye’yi zor durumda bıraktığı gibi Suriye konusunda da Türkiye İran ile karşı karşıya gelmektedir. Şam yönetiminin kendi halkına karşı uyguladığı zulmü görmezden gelen İran yönetimi Türkiye ile karşı karşıya gelmiştir. Türkiye açısından bakıldığında Suriye konusuna bölgedeki güvenlik endişeleri taşıdığı kadar insan haklarıyla ilgili değerlere de önem vermektedir. Filistin’de akan kana seyirci kalan sesini çıkarmayan Filistinli gruplar üzerinden siyaset yapıp İslam dünyasının davasını taşıdığını öne süren İran Suriye’de akan kana ses çıkarması İran’a olan güvenirliliğin azalmasına sebebiyet vermektedir. Türkiye NATO füze kalkanına izin vererek tarafını belli etmesinin yanı sıra herhangi bir sıcak çatışma anında İran ve Suriye ye yönelik bir karşılık verebileceğinin sinyalini de vermiştir. İran’ın nükleer silah geliştirmesi sadece ABD ve AB açısından değil Türkiye açısından da büyük bir tehdittir. İlk çıkacak çatışmada ilk hedef Türkiye olabilir. Tabi ki de İran Türkiye ilişkileri ekonomik anlaşmaları korumakta herhangi bir somut 37

Akademik Analiz – Mart 2012


yaptırımları söz konusu olmasa da, Suriye ve nükleer silahlanma konusunda her iki ülke açısından söylem düzeyinde bir tepki söz konusudur.

açısından da ikili ilişkilerde ki güven probleminin aşılması sağlanabilir. Çünkü İran’ın geleceği ne olursa aynı şekilde Türkiye de büyük derece de etkilenecektir.

Sonuca gelecek olursak İran sorunun sonu belirsizliklerle doludur. İran’ın batı ile sorunu Türkiye’yi zorlu bir süreç içerisinde bırakmasına neden olmuştur. Türkiye- İran arasında bir güven sorunu yaşanmaktadır. Ortadoğu’nun geleceğinin belirsiz olması Suriye rejiminin düşüp düşmeyeceği bunun yanı sıra batının Ortadoğu’yla ilgili planları Türk İran ilişkilerini bir anda tamamen bozulmasına da sonuç verebilir. Bu açıdan İran’ın Suriye konusunda Şam yönetimine sonsuz desteğini çekmesi ve orada yaşanan katliama seyirci kalmaması bir nebze de olsun batının takdirini Türkiye

Volkan TÜRKMEN Trakya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Kaynakça Cumali Önal, ABD ve İsrail İranı vurmayacak, Aksiyon dergisi, Sayısı:897 syf:50-51 http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=32 36 http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=co m_content&view=article&id=1124:suriyedekigelimeler-ve-tuerkiye-ranlikileri&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150

38 Akademik Analiz – Mart 2012


Güç Nosyonu Bağlamında Ortadoğu ve Türkiye Gökhan Gümüş Güç, içgüdüsel, reflekssel saf bir tahakküm nosyonudur. Her insanın içinde, genlerimizde, bir üstün olma paradoksu yatmaktadır (paradoks diyorum, çünkü üstün olmak beraberinde sorumluluğu da getirir). Bu bağlamda bir insan icadı olarak devlet, bu tür insani özelliklerin tavan ve yansıma yaptığı, çıkarlar savaşı yaratan kurumdur. Devlet, diğer devletler söz konusu olduğunda, bencildir, çıkarcıdır, sürekli güçlenme ve güçlü kalma arzusu içindedir.

T

arihten beri büyük devletlerin çıkar çatışmalarının ortasında kalmış Ortadoğu, (medeniyetin beşiği!) akademik jargonla yeniden şekillendirilmektedir. Birbiri ardına patlak veren isyanların başarıya ulaşmasıyla (Suriye ve İran hariç), demokratik rejime geçiş, şüphesiz beraberinde kapitalist dünyaya eklemlenmeyi de getirecek, bu eklemleniş, batıya yeni pazarlar kazandıracak, Türkiye de bu pazarlardan payını alacaktır. Büyük Ortadoğu Proje'si kapsamında, Çin'in güçlenmesine karşı, Ortadoğu, kabuk değiştirmeye başlamış - başlatılmış(çünkü eski kabuğu antidemokratik, inelastik ve saydam olmayan, liberal ekonomiden verim almayan ve "verim vermeyen" bir yapıdaydı), demokratik bir rejimle -ki bunu sindirmeleri zaman alacaktır- liberal ekonomiyi benimseyen, kurumlarıyla esnek ve saydam bir tavra

bürünen yapıya sahip olma potansiyelini yakalamışlardır. Bu da beraberinde, canlanan ekonomi ve yatırımlarla, büyüyen Ortadoğu'yu; bölge devletlerinin güçlenmesini getirecektir. Bu güçleniş ABD'nin izin verdiği ölçüde devam edecektir. Bu ülkelerin güçlendirilmesinin altında yatan sebep ise Çin'in bu ülkelere tahakkümünün önlenmek istenmesidir. Bu noktada Ortadoğu'nun demokrasiyi sindirmesi ve işlevsel bir yapıya daha çabuk kavuşması için, halkı Müslüman kendi laik bir devlet olan ve yaşadığı bütün "travmalara" rağmen demokrasisini yeni yeni oturtan, bu konuda oldukça deneyimli olan "model" ülke Türkiye ön plana çıkmaktadır. Türkiye son 7-8 senede siyasi, ekonomik ve demokratik yönden ciddi gelişmeler göstermiş, güçlenmeye başlamıştır. Demokrasi açısından, askeri vesayeti 39

Akademik Analiz – Mart 2012


pasifize etmiş, kurumları ve kamu politikaları ile halkın desteğini-devlete güvenini artırmış, iç dinamiklerindeki ülkenin gelişmesini engelleyen faktörleri ortadan kaldırmış, dış politikada aktif bir yapıya bürünerek bölgesel bir güç haline gelmiştir ( Türkiye'nin güçlenerek, laik ve Müslüman ülke sıfatıyla lanse edilerek, Arap Baharı'nı yaşayan ülkelere bir rolmodel olarak empoze edilmek istenmesi zamanlama açısından ironiktir ).

Türkiye kendisine "verilen görevi" başarma potansiyeline sahiptir. İlerleyen dönemde Ortadoğu'da demokrasi tam anlamıyla yerleşirse Türkiye ve Arap ülkeleri arasında ortak savunma, ortak dış politika konuları gibi ciddi işbirliği görülebilir. Bu noktada bu ülkeler arasında Türkiye'nin eşitler arası birinci konumu, otomatik bir statü mevcudunda icap edecektir. Karar alıcılar bu yönde bir varlık ve istek gösterip, toplumun batı yanlısı kısmını ikna edebilirlerse (ki bu zor ve zaman alıcı bir uğraş olacaktır), Türkiye'nin başat güç olduğu bir "Ortadoğu Birliği" kurulması bile gündeme gelebilir. Tabi bunun için önce İran ve Suriye'nin demokrasiye geçmeleri, Ahmedinejad ve Esad'ın devrilmeleri gerekir. Nitekim vaziyet bu isimler için pekte parlak gözükmemektedir.

Bu güçleniş, dış politika konusunda söz söyleme, yönlendirme, baskı kurma, krizlerin çözümünde arabuluculuk yaparak bölgesel güç olduğunun meşruiyetini ve reel politik düzlemdeki yansımasını belgeleyerek ilan etme gibi birtakım pozitif faktörleri de beraberinde getirmiştir. Türkiye'nin son zamanlarda bu faktörleri Arap ülkelerinde tahakküme girmeden ve mutlak emperyal davranışlar sergilemeden kullandığı su götürmez bir gerçektir. Arap ülkelerinin bu yaklaşıma olumlu yönde tepki verdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Hakeza Başbakanın ziyaretlerinde halkın gösterdiği ilgi buna bir örnektir. Yine Türkiye'nin İsrail'e karşı izlediği politika Arap ülkelerinde Türkiye popülizmini doğurmuş veya bu popülizmi ciddi manada artırmıştır.

Güç ve bu gücü koruma adına, büyük devletlerin yaptığı hamleler ve bu hamlelere destek veren veya karşısında duran ülkeler bağlamında, orta büyüklükte bir devlet olarak Türkiye, ABD'nin yanında yer almaktadır. Ve görünen odur ki kazankazan anlayışı ile hareket etmektedirler. Türkiye, ABD ve kendi çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’ya örnek olacak tek ülkedir. Bu bağlamda Türkiye kozunu iyi oynamalı ve çıkarlarını maksimize edici bir amaç gütmelidir. Çünkü mevcut konjonktür Türkiye için bir fırsattır ve fırsatlar, her boyutta kazanca dönüştürüldüğü müddetçe yarar sağlar. Gökhan GÜMÜŞ Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

40 Akademik Analiz – Mart 2012


TÜRK SİYASAL HAYATINDAN KARELER

Sadabat’tan Bağdat’a Türk Dış Politikasında Ortadoğu Samet Zenginoğlu Sadabat Paktı ve Bağdat Paktı… İlki, işleyen bir güvenlik mekanizmasına dönüşememiştir ve Paktın sadece tarihi varlığının bilinmesi haricinde üzerinde pek durulmamıştır. İkincisi ise, dönemin şartlarının da etkisi ile çok girift bir sürece sahip olmuş ve Sadabat Paktı’na kıyasla çok daha fazla incelenmiş ve tartışıla gelmiştir. farklı dönemde, her iki Pakta üye olan İalankiülkelere baktığımızda, her iki Paktta yer ülkeler; Türkiye, İran ve Irak’tır.

Sadece Sadabat Paktı’na üye olan ülke Afganistan ve sadece Bağdat Paktı’na üye olan ülkeler Pakistan ve İngiltere’dir. İngiltere’nin bölgenin asli unsuru olmadığı dikkate alınarak diğer ülkelere bakılırsa, Türkiye, Irak, İran, Afganistan ve Pakistan hattındaki coğrafi bağın, çeşitli dönem ve şekillerde tarihe de yansıdığı/yansıttırıldığı görülmektedir. Bu husus hakkında özellikle iki dönem ciddi ipuçları vermektedir. İlki, ilerleyen bölümlerde de görüleceği üzere, Bağdat Paktı’nın ortadan kaldıran, Temmuz 1958’de Irak’ta ordunun yönetime el koymasıdır. Ardından Ekim 1958’de Pakistan’da hükümet ordu tarafından düşürülmüştür. Mayıs 1960’da

ise, Türkiye’de koymuştur.

ordu

yönetime

el

Zikredilen hat üzerindeki ikinci dikkate değer dönem, 1970’lerin ikinci yarısıdır. 1977’de, Pakistan’da, General Ziya ül Hak, seçimle gelen Ali Butto’yu askeri darbe ile devirmiştir. 1979’da İran’da İslam Devrimi gerçekleştirilmiştir. Aynı yıl Irak, İran’a savaş açmış ve yine aynı yıl Brejnev’in emriyle Afganistan’a asker gönderilmeye başlanmıştır. 1980’de ise yine Türkiye’de ordu yönetime el koymuştur. Bütün bu gelişmeler belli bir plan dâhilinde mi gerçekleşmiştir yoksa coğrafik, kültürel ve tarihsel bağların tabii bir tezahürü müdür? Bu çalışmanın amacı, iki dönemdeki bu gelişmeler neticesinde bu sorulara cevap arayan çeşitli teoriler 41

Akademik Analiz – Mart 2012


ortaya koymak değildir. Verilen iki dönem, üye ülkeler arasındaki tartışmaya açık bağı ortaya koymaktır. Onun haricinde bu çalışmanın amacı, Sabadat Paktı ve Bağdat Paktı özelinde Türk dış politikasında Ortadoğu ekseninde yaşanan gelişmeleri ve bu gelişmeler sonucunda Türkiye’nin ve Türk dış politikasının ne şekilde etkilendiğini açıklamaktır.

Sadabat Paktı ve Sıfır Sorun Politikası İtalya’nın Habeşistan’ı (Etiyopya) 3 Ekim 1935’ten itibaren işgal etmeye başlaması, Sadabat Paktı’na üye olacak olan devletleri birbirlerine yaklaştıran bir süreç olmuştur. Dolayısıyla Türkiye, İran ve Irak arasında Cenevre’de bölgesel bir pakt kurulmasına dair sözleşme taslağının paraflanmasının bu tarihten yalnızca bir gün önce gerçekleşmesi İtalyan tehdidinin bir göstergesi olarak algılanabilir. 1 Ancak Irak ve İran arasında özellikle 1930’lardan itibaren tırmanan sınır anlaşmazlığı, böylesi bir taslağın hayata geçmesi için olumsuz bir durum teşkil etmiştir. Lakin 1937 yılında Türkiye’nin arabuluculuğu ile iki devlet bir sınır anlaşması imzalamışlardır. 2 Türkiye’nin arabulucu bir konumda yer alması 21. yüzyılda Türkiye’nin bölgede

almak/kazanmak istediği konumun tarihsel izdüşümü olarak kabul edilmelidir. Temelleri Cenevre’de atılan, kolektif bir savunma sisteminin oluşturulması fikri, sınır meselelerinin aşılmasının ardından, Afganistan’a da önerilmiş ve Ortadoğu’da ilk kez komşu ve Müslüman ülkeler bir işbirliği ve saldırmazlık antlaşması olan Sadabat Paktı’nı 3 8 Temmuz 1937’de Tahran’ın Sadabat Sarayı’nda imzalamışlardır. Üyeler böylece, birbirlerinin içişlerine karışmamayı, ortak sınırlara saygı gösterilmesini ve birbirlerine karşı herhangi bir saldırıya girişilmemesini taahhüt etmişlerdir. Değinildiği üzere, Ortadoğu’da komşu ve Müslüman ülkelerin bu şekilde bir araya gelişi, Ortadoğu tarihi açısından bir ilktir. Dolayısıyla Pakt, “modern Ortadoğu’nun ilk bölgesel ittifakı”dır. 4 İran, Irak ve Afganistan’ın Sadabat Paktı’na katılma nedenleri genel olarak birbirine benzemektedir. Her üç devlet de iktidarı yeni elde etmiş olan elitler rejimlerini yerleştirmek ve güçlendirmek için dışarıda komşuları ile iyi ilişkiler kurma temelinde bir dış politika izlemişler ve bunun neticesinde Sabadat Paktı’nı iyi bir fırsat olarak görmüşlerdir. 5 Ancak Türkiye için böylesi bir durum söz konusu değildir. Zira Türkiye özelinde bir meşruiyet eksikliği söz konusu değildir. Aksine arabuluculuk sürecinde de görüldüğü üzere, böylesi bir adım Türkiye’nin özgüvenini ortaya koymaktadır. Ancak Pakt işleyen bir güvenlik mekanizmasına dönüştürülememiştir. Bununla birlikte, ele 3

1

Mustafa Serdar Palabıyık, Sadabat Paktı (8 Temmuz 1937): İttifak Kuramları Açısından Bir İnceleme, Ortadoğu Etütleri, Cilt: 2, No: 3, Temmuz 2010, s. 155. 2 İlter Türkmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası, Bilgesam Yayınları No: 4, 2010, s. 12.

Sait Dinç, Atatürk Döneminde (1920–1938) Türk Dış Politikasında Gelişmelere Genel Bir Bakış; İkili ve Çok Uluslu İlişkiler, http://www.turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirm alar/sait_dinc_ataturk_donemi_turk_dis_politikasi. pdf (Erişim: 07.02.2012) 4 Palabıyık, a.g.m., s. 155. 5 A.g.m., s. 168.

42 Akademik Analiz – Mart 2012


alınan dönemde Türkiye’nin özgüveni yalnızca Ortadoğu bölgesi için söz konusu olmamıştır. Zira Sadabat Paktı’ndan üç yıl önce de Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya arasında 9 Şubat 1934’te Balkan Antantı imzalanmıştır. Bu nedenlerle resmin bütününe bakıldığında, Türkmen’in ifadesi ile; “görüldüğü gibi, Atatürk Devri’nin Ortadoğu politikası ile bugünkü Ortadoğu politikası arasındaki ortak noktalar çoktur. O zaman da komşularla sıfır sorun politikası güdülüyordu, fakat bu bir slogan şeklinde ifade edilmiyordu.” 6

Bağdat Paktı Bölünmesi

ve

Ortadoğu’nun

Üçe

Bağdat Paktı’ndan önce 1950 ve 1952 yılları arasında, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Türkiye’nin desteği ile İngiltere tarafından başlatılan iki Ortadoğu savunma önerisi Ortadoğu ülkeleri tarafından kabul edilmeyip başarısız olmuştur. 7 II. Dünya Savaşı’nın ardından iki kutuplu sistemde tercihini Batı’dan yana kullanan Türkiye, Batı için Sovyetler karşısında özellikle Ortadoğu bölgesi için önemli bir aktör olmuştur. Önce İngiltere’nin

ardından da Amerika’nın Türkiye’ye yönelik destekleri, bölgede işleri kolaylaştırmak amacıyladır. Bağdat Paktı’na giden sürecin, 1953’de başladığını söylemek mümkündür. ABD’de 1953 yılında Eisenhower’ın başkan seçilmesinin ardından, Dışişleri Bakanı John Foster Dulles 11–28 Mayıs 1953 tarihlerinde 11 bölge ülkesini ve 26–27 Mayıs’ta da Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Dulles, bu ziyaretlerin ardından 1 Temmuz 1953’te Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Kuzey Kuşağı/Zinciri Savunma projesini ortaya atmıştır. Projenin ilk somut adımı, 28 Aralık 1953’te ABD–Pakistan ve 18 Şubat 1954’te Türkiye–Pakistan arasında imzalanan anlaşmalar olmuştur. 8 Belirtildiği üzere, böylesi bir adımda “Sovyet tehdidi” ana faktör olmuştur. Bu sürecin ardından, ABD ve İngiltere’nin desteği ile Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1955’te Bağdat Paktı imzalanmıştır. 4 Nisan 1955’te İngiltere, 23 Eylül 1955’te Pakistan, 3 Kasım 1955’te de İran Pakta üye olmuşlardır. Bağdat Paktı ile birlikte, Ortadoğu’nun üçe bölündüğü söylenebilir: Birinci grupta; Pakta katılan Irak, İran ve Pakistan İkinci grupta; Pakta şiddetle karşı çıkan Mısır, Suriye, Arabistan ve Yemen Üçüncü grupta ise her iki grubun da dışında kalan Ürdün ve Lübnan yer almışlardır.9 Bu bölünme neticesinde genel itibariyle bir Mısır–Suriye ve Türkiye–Irak bloğunun 10

6

8

7

9

Türkmen, a.g.m., s. 13. Behçet Kemal Yeşilbursa, Bağdat Paktı (1955– 1959), Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 6, Yıl: 2011, s. 86.

Yeşilbursa, a.g.m., ss. 87–88. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914– 1980), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1992.

43 Akademik Analiz – Mart 2012


oluştuğunu söylemek olmayacaktır.

de

yanlış

Bağdat Paktının Uzun Ömürlü Olmaması ve Sorunlar 1955’te hayata geçen Bağdat Paktı, Temmuz 1958’de Irak’taki askeri darbenin ardından Irak’ın, Mart 1959’da Pakt’tan çıkmasının ardından ortadan kalkmıştır. Bu darbe haricinde Paktın uzun ömürlü olmamasına neden olan başka etkenler de bulunmaktadır. Bunlardan biri, Paktta tek Arap ülkenin Irak olmasıdır. Diğer Arap ülkelerinin dâhil edilememesi, bölgede amaçlanan birliğin sağlanamaması neticesini doğurmuştur. Bir diğer etken Türkiye de dâhil olmak üzere, Pakttan her üyenin güvenlik ve özellikle de ekonomik alanda kendine göre bir beklentisinin olmasıdır. Pakt’ın uzun ömürlü olmamasına bir neden olarak ABD’nin üye olmaması gösterilmektedir. ABD üye olmamıştır, çünkü Mısır’ın ve Yahudi lobisinin tepkisinden çekinmiştir.11 Son olarak, Nasır’ın Arap dünyasındaki liderliğini yitirmemek amacıyla Pakta şiddetle karşı çıkması bir başka etken olmuştur. Bağdat Paktı’nın ortadan kalkmasının ardından, yerini CENTO (Central Treaty Organization) Merkezi Antlaşma Teşkilatı alacaktır.

politikanın bağımsızlığı söz konusu olmaktadır. Paktın bir üyesi olarak Türkiye’nin ekonomik beklentileri olmuştur. Lakin tamamen İngiltere ya da ABD’nin talep ve isteği üzerine Türkiye’nin böylesi bir adım attığını söylemek doğru olmayacaktır. Bunlarla birlikte şunu da söylemek mümkündür ki, Türkiye’nin Bağdat Paktı üyeliği umulan beklentilerin aksine, olumsuz neticeler doğurmuştur.

Türkiye’nin Bağdat Paktı’nın kurulmasıyla üstlendiği liderlik rolü Paktın Arap dünyasında erken çöküşü ve Nasır’ın pozitif tarafsızlık görüşünün 1957 sonrası yayılmasıyla bozulmaya başlamıştır.12 Türkiye, Bağdat Paktı üyeliği ile Arapları karşısına almıştır ki Türkiye’nin İsrail’i tanıdığı 1948’den bu yana ilişkilerin çok da iyi olduğunu söylemek mümkün değildir. Diğer taraftan ekonomik anlamda Batı’dan umulan destek görülememiştir. Paktın kuruluş mantığının tabii bir neticesi olarak da Sovyetler ile olan ilişkiler olumsuz etkilenmiştir.

Bağdat Paktı Türk Dış Politikasını Ne Yönde Etkiledi?

Sonuç

Bağdat Paktı ele alındığında üzerinde en çok durulan hususlardan biri, Türkiye’nin böylesi bir adımı kendi inisiyatifiyle atıp atmadığı olmaktadır. Burada dış

Bugün dahi, Sabadat ve Bağdat Paktı’na üye olan devletlerin bulunduğu mekânsal hattın gerek Türkiye, gerek bölge ve Dünya siyaseti için ehemmiyetini yitirmemiş olduğunu ve bu hat üzerindeki düğümün

10

Yüksel Kaştan, II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye– Irak Siyasi İlişkileri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 19, Yıl: 2008, s. 314. 11 Türkmen, a.g.m., s. 18.

12

İlay İleri, Türkiye’nin Dış Politikası, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 35–36, Mayıs–Kasım 2005, s. 381.

44 Akademik Analiz – Mart 2012


çözülmemiş olduğunu söylemek mümkündür. 2000’lerden bu yana, Irak, İran, Pakistan, Afganistan hattında yaşanan gelişmeler malumdur. Dolayısıyla Sadabat ve Bağdat Paktı girişimlerinin sadece birer tarihi vaka olarak değerlendirilmemesi gerekmektedir. Hangi açıdan değerlendirilirse değerlendirilsin, Türkiye ve Türk dış politikası tarihinde ele alınan her iki girişim de dikkate şayandır. Lakin yine de Sadabat Paktı’nın, Bağdat Paktı’na kıyasla çok fazla incelenmediği, değerlendirilmediği görülmektedir. Dolayısıyla bu boşluğun doldurulması dâhilinde daha sağlıklı çıkarımlarda bulunulabileceği düşünülmektedir. 21. yüzyılda Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği tutum ve davranışlarında, yetmiş beş yıl önceki Sadabat Paktı’na atıfta bulunulması, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel ve mekânsal derinliğini göstermesi bakımında manidardır. Bu sebepten ötürü yukarıda dile getirilen boşluğun doldurulması halinde ileriye dönük projeksiyonlar için bir dizi argümanın elde edileceğini iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bunun yanında, Bağdat Paktı konusunda, o dönemde Türkiye’nin ne denli bağımsız bir adım atmış olduğu tartışmaları kısmen devam etmektedir. Lakin dönemin şartları dikkate alındığında bu tür bir sorununun altının doldurulabilmesi güç olmaktadır. Ayrıca, yapılmakta olan arşiv çalışmaları süresince ve neticesinde ulaşılan veriler, Türkiye’nin sanılanın aksine tamamen

Batı’nın yönlendirmesiyle bir atmamış olduğunu göstermektedir.

adım

Samet ZENGİNOĞLU Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü

Yararlanılan Kaynaklar ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914– 1980), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1992. DİNÇ, Sait, Atatürk Döneminde (1920–1938) Türk Dış Politikasında Gelişmelere Genel Bir Bakış; İkili ve Çok Uluslu İlişkiler, http://www.turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirm alar/sait_dinc_ataturk_donemi_turk_dis_politikasi. pdf (Erişim: 07.02.2012) İLERİ, İlay, Türkiye’nin Dış Politikası, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 35–36, Mayıs–Kasım 2005, ss. 375–381. KAŞTAN, Yüksel, II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye– Irak Siyasi İlişkileri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 19, Yıl: 2008, ss. 313–326. PALABIYIK, Mustafa Serdar Sadabat Paktı (8 Temmuz 1937): İttifak Kuramları Açısından Bir İnceleme, Ortadoğu Etütleri, Cilt: 2, No: 3, Temmuz 2010, ss. 147–179. TÜRKMEN, İlter, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası, Bilgesam Yayınları No: 4, 2010. YEŞİLBURSA, Behçet Kemal, Bağdat Paktı (1955– 1959), Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 6, Yıl: 2011, ss. 85–100.

45 Akademik Analiz – Mart 2012


AYIN DÜŞÜNÜRÜ

Bilim ve Siyaset İçin Harcanmış Bir Ömür: İbn-i Haldun Kemal Oğuz Çakır Ünlü İslam Bilgini İbni Haldun, 1332 yılında Tunus'ta doğdu. Geçmişte birçok önemli devlet ve bilim adamı yetiştirmiş bir aileye mensuptu. Babası değerli bir bilim adamıydı. İbni Haldun küçük yaşlarda eğitime başladı ve Kuran-ı Kerim'i ezberledi. 17 yaşında iken babasını kaybetti. İlk bilimsel çalışmalarını hukuk üzerinde yaptı ve bu konuda kendisini çok iyi yetiştirdi. Daha sonra matematik, edebiyat, mantık, tefsir, hadis ve gramer dallarında öğrenim gördü. Döneminin bilim adamlarından dersler aldı. 20 yaşlarından itibaren devlet idaresinde görevler üstlendi.

T

unus emirinin başkatipliğine getirildi. Bu yıllarda, Kuzey Afrika'da bulunan İslam ülkeleri arasında siyasi ve fikri mücadeleler vardı. Nitekim bir süre sonra Tunus Hükümdarı bir savaşta öldürüldü. Onun yerine geçen idareciler ise, İbni Haldun'a karşı cephe aldılar. Bu nedenle İbni Haldun kardeşinin bulunduğu Fas'a geçmek zorunda kaldı. Zamanla burada da siyasi kargaşalar baş gösterdi. İbni Haldun bir iddia ile hapse atıldı. Fas Sultanı'nın ölümü üzerine hapisten kurtulan İbni Haldun, bu kez de İspanya'daki Beni Ahmer Devleti'ne geçti. İdarecilerin isteği üzerine, Kastilya Kralı Zalim Pedro'nun yanında elçi olarak görevlendirildi.

Pedro, İbni Haldun'un görüşlerine hayran kalmış ve birçok problemlerin çözümünde Ona danışmıştı. Ülkesinde kalması için büyük vaatlerde bulunuyordu. Buna rağmen İbni Haldun burada da fazla kalmadı, yine Fas'a döndü. Fakat siyasi kargaşalar sonucu tekrar hapislere düştü. Büyük sıkıntılar çekti. Çeşitli sebeplerle birkaç İslam ülkesini daha gezdi. Bu arada, salgın bir hastalık yüzünden bütün ailesini kaybetmişti. Ayrıca, yerleşme kararı aldığı Mısır'a hanımını, çocuklarını ve mal varlığını getiren gemi batmış, yapayalnız kalmıştı. Bütün bu olaylar hayatının bundan sonraki kısmında İbni Haldun'un yalnızlığa çekilmesine neden oldu. Bir ara 46

Akademik Analiz – Mart 2012


Mısır'da hem hakimlik yaptı hem de medresede dersler verdi. Ancak yine onu kıskananlar ve görüşlerine tahammül edemeyenler ortaya çıktı. Timur ordularının Mısır ordularını yenmesi üzerine İbni Haldun da esir edildi. Bu olay, İbni Haldun'u Timur'un karşısına çıkardı. Timur, onun bilgisine ve zekasına hayran oldu. Onunla sohbetler yaptı. Hatta bu karşılaşmanın Timur'u istila fikrinden vazgeçirdiği söylendi. İbni Haldun, Timur'un parlak vaatlerini bir kenara iterek, tekrar Mısır'a geldi ve tamamen uzlete çekildi.

İbni Haldun, Mısır'da kaldığı bu dönem içerisinde ünlü eseri Mukaddime'yi kaleme aldı. O güne kadar edindiği fikri, siyasi ve ilmi tecrübesiyle adeta muhteşem denilebilecek bir eser vücuda getirdi. Bu eserinin birinci cildinde; önce tarihi olayları yani geçmişi gözler önüne serdi. İkinci cildinde; sosyal olayları tahlil etti ve İslam toplumunun güncel problemlerini ortaya koydu. Üçüncü cildinde ise; geleceğe ışık tutacak önemli tespitlerde bulundu ve metodlar belirledi. Eserinde daima objektif, realist ve tecrübeci bir hareket tarzını benimsedi. Coğrafi şartlarla sosyal hayatın ilişkisini, cemiyet şekillerini, Din ve Devlet hayatının sınırlarını, şehir ve köy ilişkisini, iktisadi hayatı, bilgi nazariyesini, ilimlerin tasnifini ve edebiyat meselelerini ele aldı. Genel Dünya tarihine yer verirken, özellikle Türk tarihine geniş bir bölüm ayırdı. Bu bölümde : "Bu

Türklerin dünyadaki milletlerin en büyüğü olduğunu ve beşer cinsleri arasından onlardan başka ayrıca büyük bir cinsin bulunmadığını bil" diyerek okuyucunun dikkatini çekiyordu. İslam bilimlerinin bütün dallarından, tabii ve sosyal bilimlere kadar, çağına ulaşan her konuda önemli tahlillerde bulunmuştu. Bu nedenle, Tarih Felsefesi'nin ve İktisat Bilimi'nin kurucusu olarak kabul edildi. Ayrıca insanlık tarihinin ilk toplum bilimcisi ve sosyologu olma özelliğini kazandı. Sosyoloji ilminin birçok temel prensiplerini Batılı bilim adamlarından yüzlerce yıl önce ortaya koydu. Tarih, siyaset teorisi ve sosyal psikoloji alanlarında İtalyan Makyavelli'ye; Sosyal düzenin genel esaslarında Montesqu'ya; Tarih Felsefesi sahasında Rosseu ve Ouguste Comte'ye; Devletlerin çöküşü ilkesinde İngiliz Tarihçisi Gibban'a; Pedagoji dalında ise William James ve Spencer'e ışık tutan metotlar belirledi. İbni Haldun, devlet hayatıyla dini hayatın sınırlarını ortaya koyarken, bir çeşit Laik Devlet sistemini savunmuştu. 1406 yılında ölen İbni Haldun'un temel gayesi; İslam Medeniyetinin tarihi ve sosyolojik problemlerine ışık tutmak ve İslam kültürüne yeni bir canlılık kazandırmaktı. İbn Haldun'a Göre Devletlerin Yıkılış Sebepleri Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; İbni Haldun'un bu alanda kullandığı temel kavram olan Umran terimi, çeşitli Batılı kaynaklarda bazen Medeniyet bazen de Kültür olarak geçmektedir. Kavram kargaşasına yol açmamak için önce bu kavramı izah etmek gerekir. İbni Haldun Umran terimini, toplumsal hayat ve örgütlenmenin iki aşaması olarak gördüğü Kırsal ve Kentsel hayat için genel olarak kullandığı zaman Kültür, Kent Ümranı 47

Akademik Analiz – Mart 2012


şeklinde kullandığında anlamı taşımaktadır.

ise

Medeniyet

Bütün insan toplulukları Kırsal kültürden Kent kültürüne doğru bir gelişme gösterirler. Kırsal Kültür, kendi içinde 3 alt aşamada oluşur. İlk aşama, insani toplumsal hayat ve örgütlenmenin en ilkel biçimidir, göçebelik ve hayvancılığa dayanır. İkinci aşama, hayvancılık alanının çeşitlendiği yine göçebelik toplumudur. Üçüncü son aşama ise, küçük yerleşim birimlerinde (köy veya kasaba) sebze ve tahıl tarımının yapıldığı yerleşik hayatın oluştuğu dönemdir.

İbni Haldun'a göre; daha kalabalık halk topluluklarını bir arada toplayan Kent hayatı medeniyetin ilk aşamasıdır. Burada hayvancılık ve tarımın yerini Sanayi ve Ticaret almıştır. Esasen, Kırsal alandaki üretim artışı, yeni ihtiyaçların belirmesine ve üretimin pazarlanması ihtiyacına yol açtığı için Kent hayatını ortaya çıkarmıştır. Kent hayatının sürekliliği ve varlığı için, insanların bir araya gelip üretim ve pazarlamada işbirliği yapmaya karar vermesi yeterli değildir. Bunları bir arada tutacak, birbirlerine zarar vermelerini önleyecek bir Egemenlik ve Siyasi Varlık yani Devlet olmak zorundadır. İbni Haldun'a göre; şehirleşme devleti değil, devlet şehirleşmeyi yaratır. Devlet olmadığı sürece Kentleşme de olmaz. Devletin varlığı ile Kent hayatı özdeşleşir. Kent hayatında ekonomik faaliyetlerin bozulması ile devletin çözülmesi birbiriyle doğrudan ilişkilidir. Her türlü ekonomik faaliyetin hedefi kazanç elde etmektir. Devletin ekonomik hayata adaletsiz

müdahalesi, yüksek vergilerle kazancını artırmaya çalışması, mal ve paraya istediği gibi egemen olması, ekonomik hayatı felce uğratır. İbni Haldun, siyasi bir egemenliğin oluşması, gelişmesi ve çözülmesi sürecinde Siyasi Lider veya liderlerden ziyade grubunun önemli olduğuna inanır. Siyasi bir liderin kişisel özellikleri ne kadar gelişmiş olursa olsun ekibini oluşturamadığı sürece kesin olarak başarıya ulaşamaz. Aynı şekilde, devletlerin çözülme sebeplerini Yönetenlerin kişisel kusurlarında aramak da yanlıştır. Bu görüşüyle İbni Haldun'a göre Devlet -siyasi- bir Hanedan niteliğindedir. Bir devletin ortaya çıkması, gelişmesi ve en yüksek noktaya ulaştıktan sonra çözülmesiyle bir siyasi hanedanın ortaya çıkması, gelişmesi, yükselmesi ve çözülmesi arasında sıkı bir paralellik kurar. Her devlete ortalama olarak 120 - 130 yıllık bir ömür tanır. Her devlet genel olarak 5 temel aşamadan geçer. Kuruluş Devresi: Her türlü karşı koymanın bastırıldığı, daha önce onu elinde tutan hanedandan zorla alınması devresidir. Ele geçiren grupta canlılık ve etkinlik en üst düzeydedir. Henüz geleneksel alışkanlıklarını yitirmemiş, mütevazi ve kanaatkardır. Siyasi lider henüz kendisini vatandaşlarından ayrı tutmaz. Otorite Devresi: İktidarı elinde tutan lider kendi grubu üzerinde otoritesini tesis eder, mülkü ve nimetlerini kendisi için istemeye başlar. Grupta rakip olacak ileri gelenler yönetimden uzaklaştırılır, kendine bağlı itaatkâr kişiler yönetime gelir. Rahatlık Devresi: İktidarın meyveleri toplanır, servet genişletilir, şan ve şöhret ön plana geçer, kendini ölümsüzleştirecek eserler meydana getirilir. Siyasi liderin hem kendi grubunu hem de diğer grupları tam egemenlik altına aldığı dönemdir.

48 Akademik Analiz – Mart 2012


Güçlü ordu, iyi çalışan sivil bürokrasi ve düzenli toplanan vergiler vardır. Taklit Devresi: Siyasi iktidar, atalarının bıraktıklarını yeterli görmeye başlar. En doğru yolun kendisine miras bırakılan yolu takip etmek olduğuna inanır. Taklitçilik ve gelenekçilik, yenileşmenin önünü tıkar. Savurganlık Devresi: Siyasi iktidar, atalarından kalan mirası arzu ve hevesine göre israf etmeye ve savurganlık yapmaya başlar. Devlet yönetimine ehliyetsiz kişiler geçirilir. Devletin çözülme ve yıkılma süreci başlar. Ordusunu, memurunu besleyemez ve giderlerini karşılayamaz hale gelir ve yıkılır. İbni Haldun, devletin çözülmesinde dış faktörlerden ziyade iç etkenlerin öncelik taşıdığını kabul eder. Bununla birlikte devletin tümüyle ortadan kalkışı bir dış saldırıyla gerçekleşir. Devletin yıkılışındaki en temel sebepleri; Lider, Ekonomi ve Ahlak olmak üzere 3 temel başlık altında ifade eder.

Lider; devletin kurulma safhasında grubuyla ahlaki bir otorite ilişkisi içindedir. Zamanla otoritesini paylaşmak istemez. Liderin kibir, bencillik ve başkalarına hakim olma duygusu öne geçer. Ona göre siyasetin kendisi de Tek Bir Hakim olmayı gerektirir.

Ekonomi; güç olarak iki temele dayanır : Asker ve Para. Devletin kuruluş safhasında fazla paraya ihtiyaç olmaz. Devlet büyüyüp geliştikçe yeni ihtiyaçlar paraya olan ihtiyacı da ortaya çıkarır. Koruyucu sınıfı ile yönetim arasında ücretlerin ve ihtiyaçların karşılanmasına paralel bir hoşnutluk ilkesi vardır. Yönetimin tek para kaynağı vergilerdir. Vergilerin akması içinse sağlam ve gelişen bir ekonomik yapı gerekir. İbni Haldun, ekonominin kendine has kanunları olduğunu belirtir ve herhangi bir zorlama ekonomik hayatı alt-üst eder. Ekonomik gelişmenin bir üst sınırı vardır ve ondan sonra duraklama ve gerileme başlar. Tahrik edilen insani ihtiyaçların artma hızı, bunları karşılayacak kazanç ve gelirlerin artış hızından fazla olduğu için bir noktada yetersizlik başlar. Bu noktada Devlet, ya giderlerini kısmak ya da gelirlerini artırmak şeklinde iki yoldan birini kullanmak durumundadır. Ne yazık ki bu noktadan sonra bu iki yol da başarıya ulaşamaz. Rahatlığa alışmış olanlar kemer sıkamazlar. Devlet gelirleri artırmak için ya var olan vergileri artırır ya da yeni vergiler koymak isteyebilir. Oysa Vergi ile Kazanç arasında tecavüz edilmemesi gereken sınır aşılırsa teşebbüs arzusu zayıflar. Vergide de gelir sağlayamayan Devlet, bu defa ekonomik hayata girmek ister. Üreticilerden mallarını değerlerinin altında almaya, tüketiciye fahiş karla satmaya çalışır. Bunun sonucu üretici üretimden, tüccar ticaretten vazgeçer. Tüketiciler şehirden kaçış yolları arar. Devlet bunun da fayda etmediğini görünce, önce yakınındaki varlıklı kişilerden başlayarak herkesin malına ve mülküne el koyar. Bu da vatandaşların yönetimden yüz çevirmesine, dış güçlerle ittifak yapılmasına, ekonomik hayatın durmasına ve devletin ortadan kalkmasına yol açar.

49 Akademik Analiz – Mart 2012


Ahlak; ilkesinin uygarlığın -ilimlerin, sanatların, şehir hayatının, zenginliğin, konforun, ince alışkanlıkların- gelişmesine paralel olarak bozulup bozulmadığı tarih boyunca tartışma konusu olmuştur. Eski Atina'dan başlayarak Rönesans'a kadar pek çok düşünür, ahlaki yozlaşmanın bir devletin çöküşünde önemli bir etken olduğunu savunur. Berkeley; "Büyük Britanya'nın çöküşünü önlemek üzerine yazdığı düşüncelerinde, İngiliz halkının maddi heveslerinin artışından ve ahlaki niteliklerini kaybedişinden önemle bahseder. Kurtulmak için Hristiyan ahlakının ilkelerinin yeniden saygınlığa kavuşturulması gerektiğini belirtir." Aynı şekilde Fransa'da J.J. Rousseau; "Uygarlığın gelişmesinin ahlakın bozulmasına yol

açtığını" savunur. Spengler; "Batının çöküşünü konu ettiği eserinde gelişmeyle birlikte ahlaki değer ve kurumların yozlaşmasından" söz eder. Örneğin; Yürek dili yerine, ilmi dinsizlik; Saygı ve gelenek yerine, soğuk olgusallık; Halk yerine, kitlesellik; Gerçek ve canlı değerler yerine, para ve soyut değerler; Devlet ve Toplum yerine, milletlerarası toplum değerleri hakim olur. İnsanlar; kanaatkar, dayanıklı, kendine güvenen, cesur, yardımsever, namuslu, dindar olmak yerine, haris, mağrur, korkak, tembel, bencil, müsrif, rahatına düşkün, dini değerlere lakayt hale gelirler. Doymak bilmeyen ihtiyaçlarını meşru yollardan tatmin edemeyenler, gayrı meşru yolları zorlar ve ahlaki değerleri yıkarlar. Çözülme sürecinde Devlet bütün vatandaşlarına karşı adil değildir. Halk bireyselleşmiş, gayrı meşru ilişkiler yaygınlaşmış, din ve ahlak duyguları zayıflamıştır. Kemal Oğuz ÇAKIR Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

50 Akademik Analiz – Mart 2012


51 Akademik Analiz – Mart 2012


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.