Bildiğiniz akademik dergilerden farklı…
Mayıs 2012
Yıl: 1 Sayı: 4
AYLIK SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
AKADEMİK ANALİZ Hem seviyeli, hem keyifli…
“Teorisi ve Pratiğiyle Çin’i Doğru Anlamak”
“Orta Doğu’nun Demokratikleşme Süreci ve Türkiye” Pelin Öztoprak
Göktuğ Sönmez
“Ulus Devletleşme Sürecinde Tarihçiliğin Rolü”
“İnsan Hakları, İnsani Hukuk ve İnsani Savaş” Merve Gülçin Güleç
Ümit Tol
“Gelenekselden Moderniteye: Nepal” “Obama ve Orta Doğu”
Cenk Tamer
Çağla Lüleci
Akademik Analiz – Mayıs 2012
AkademikMakalem.com sitesinin katkılarıyla
1
Akademik Analiz – Mayıs 2012
2
AYLIK
AKADEMİK ANALİZ
SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER
Hem seviyeli, hem keyifli…
DERGİSİ
Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi
KÜNYE GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK yanarisik@akademikmakalem.com EDİTÖRLER GÖKTUĞ SÖNMEZ goktugsonmez@gmail.com SAMET ZENGİNOĞLU sametzenginoglu@gmail.com KEMAL OĞUZ ÇAKIR oguzcakir84@hotmail.com İLETİŞİM dergi@akademikmakalem.com YAYIMCI
Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz. *Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur. Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.
Akademik Analiz – Mayıs 2012
3
AYLIK SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER
AKADEMİK ANALİZ
DERGİSİ
İÇİNDEKİLER Teorisi ve Pratiğiyle Çin’i Doğru Okumak (Göktuğ Sönmez) ............................................... 5 Ortadoğu’nun Demokratikleşme Süreci ve Türkiye (Pelin Öztoprak) ................................. 9 Türkiye-ABD İlişkileri Bağlamında Ermeni Sorunu (Süleyman Gök) .................................. 14 Liderlerin Doğu Türkistan Hakkındaki Söylemleri (Samet Zenginoğlu) ............................. 17 İnsan Hakları, İnsani Hukuk ve İnsani Savaş (Merve Gülçin Güleç) .................................... 20 Gelenekselden Modernite’ye: Nepal (Cenk Tamer) ......................................................... 23 Obama ve Ortadoğu (Çağla Lüleci) .................................................................................. 26 İsa Yusuf Alptekin (Kemal Oğuz Çakır) ............................................................................ 29 Ulus Devletleşme Sürecinde Tarihçiliğin Rolü (Ümit Tol) ................................................. 31
Akademik Analiz – Mayıs 2012
4
Teorisi ve Pratiğiyle Çin’i Doğru Okumak Göktuğ Sönmez Çin Halk Cumhuriyeti’nin ABD’ye tehdit oluşturabilecek düzeyde bir güç haline gelebileceği ve muhtemel birçok kutuplu dünyada en önemli kutuplardan olacağı uzunca bir süredir akademik camiayı da meşgul eden iddialardan.
K
onunun daha anlaşılır kılınması açısından bu iddia üzerinde birkaç önemli fikri kampa değinelim. Bunlardan biri Çin’in ileriye attığı her adımla daha agresif bir tutum izleyerek statükoyu tehdit eder hale geleceği ve ekonomiyle başlayan yükselişin askeri anlamda da ifade bulacağı yönünde. Öte taraftan Çin’in ilerleyişinin Batı’yla giderek daha entegre ve o oranda pasifist bir hal alacağı yönünde fikir beyan eden çevreler de mevcut. Benzer şekilde Çin iç siyasetinde de bu iki seçeneği de dillendiren grupların dönem dönem güç kazanıp kaybettiğini görüyoruz ki Deng reformları ve takip eden ekonomik yeniden yapılandırma ve benzer reformist hareketler de büyük oranda ikinci fikri kampa yakın çevrelerin etkinliğiyle ilgili. Ancak yukarıda belirtilen ihtimaller ve Çin’e dair ABD kamuoyunda oluşan veya oluşturulmaya çaba sarf edilen tehdit algısında temel sıkıntı Çin’in yeni bir yükselen güç olarak nitelenmesi. Aksine ÇHC’nin oturmuş ve gücünü zaten
Akademik Analiz – Mayıs 2012
kanıtlamış bir bölgesel güç olduğu ve Doğu Asya siyasetinde hâlihazırda temel güçlerden olduğu göz ardı ediliyor. Dolayısıyla bir anda parlayan ve bu parlama sonucu hangi yolu takip edeceği merak edilen bir güç olarak yansıtılabiliyor. Daha gerçekçi bir tarih okuması ise bizlere Çin’in Soğuk Savaş döneminde Doğu Asya’da ABD-SSCB ve ÇHC arasındaki bir üçgenin zaten aktif bir oyuncusu olduğunu, Sovyetler ’in gücünün adım adım azalmasıyla birlikte bölgedeki liderliğini de adım adım ilan ettiğini gösteriyor. Çin’den ABD’ye karşı bölgesel de olsa ciddi bir askeri tehdit umanlar için ise göz önünde bulundurulması gereken teorik noktalar var. Bunlardan biri kara gücü ve deniz gücünün dengeleyici yapısını öne süre jeopolitik ekoller, bir diğeri ise iki kutuplu sistemlerin istikrar doğuracağını öngören neorealist ekol. Özellikle ABD’nin 1975’te Tayland’dan ve 1991’te Filipinler’den kuvvetlerini çekmesi, Kamboçya’nın Çin’le oldukça yakın ilişkileri ve Güney Kore’nin 5
dahi Japonya merkezli tehdit algısı dolayısıyla Çin’le ilişkilerini olabildiğince yakın tutması sonucu bölgede karasal üstünlüğün Çin’de olduğunu söylemek mümkün. Öte taraftan ABD’nin Singapur, Malezya, Endonezya ve Bruney gibi ülkelerin deniz kuvvetlerinin tesislerini kullanabilmesini öngören anlaşmaları sayesinde denizdeki hâkimiyeti oldukça sağlam. Dolayısıyla, iki gücün de kendi bölgelerindeki hâkimiyetlerini tehdit edecek maceracı bir tutum sergilemeleri kendi çıkarları açısından fayda sağlamaktan uzak ki böyle bir hamlede başarının -mümkün olsa dahi- bedeli tarihte kara hâkimiyeti ile deniz hâkimiyeti sahibi güçlerin çarpışmalarına bakıldığında oldukça yüksek olacaktır. Öte taraftan Kenneth Waltz’la en etkin sesine kavuşan iki kutupluluğun istikrara sebep olduğu argümanı bölgedeki bu iki temel gücün gerilimden uzak değil fakat ciddi çatışmalardan mümkün olduğunca uzak bir yaşam süreceğini öngörüyor ki iki gücün şimdiye kadarki tavrı da bunu doğrular nitelikte. Netice olarak denebilir ki, Çin’i son on yılın yükselen ve adımları tahmin edilemez gücü olarak nitelemektense daha doğru temellere dayanan bir yakın tarih okuması bölge istikrarının aksi iddialara karşın en azından bu iki güç arasındaki çekişmeden kaynaklı ciddi bir tehdit altında olmadığını gösteriyor. Çin’in bölgesel gücünün küresel anlamda ne ifade ettiği ve edebileceğine dair yorumlara geçmeden önce bölgede Çin’in pozisyonu açısından önem teşkil eden rakiplere kısaca bir göz atmak gerek. Japonya’nın coğrafi imkânsızlıkları ve böyle bir mücadelede kendine yetebilecek kaynakları olmadığı bir gerçek. Ekonomik anlamda hem üretim hem inovasyon açısından büyük sükse yapan Japon ekonomisini böyle bir mücadeleyle
Akademik Analiz – Mayıs 2012
gerilere itmek de Japonya açısından makul bir tercih gibi görünmüyor ki önceki denemelerde uzun vadede sonuçlar oldukça sıkıntılı olmuştu. Öte taraftan Rusya, Hindistan gibi güçlerin Çin’le mücadelesi de bu ülkelerin hem içeride uğraştığı sorunlar hem de yakın çevrelerinde öncelikleri olması sebebiyle aradaki güç eşitsizliği görmezden gelinse bile- mümkün görünmüyor.
Özellikle Rusya ve Çin arasında ABD’nin adımlarına karşın dönem dönem sözbirliği sağlanması, Şangay İşbirliği Örgütü gibi oluşumlardaki yakın ilişki, belki iki yakın stratejik ortağın tavrı olmasa da en azından bölgesel dengeyi sürdürmeye yönelik çabalar olarak görülebilir. Hindistan’ın ise her ne kadar özellikle Pakistan’la gerilimlerinde Çin’e suçlamalar yöneltse de öncelikli kaygısı Pakistan ve güç asimetrisi dolayısıyla orta vadede Çin’le karşı karşıya gelmeyi göze alması pek mümkün değil. Çin’in de bölgede Tayvan Boğazı ve Spratly Adası meseleleri gibi dönemsel alevlenen konular haricinde kendi lehine gözüken manzarayı yeniden düzenleme ve bunu yaparken de uluslararası kamuoyunun şüphelerini doğrulayıp dışlanma riskini almayı tercih etmediği 90’lardan beri Çin siyaseti takip edildiğinde görülebilir. Aksine uluslararası ekonomik ve güvenlik kurumlarına katılım oranı artan, bu amaçla ekonomik yeniden yapılanmasını 6
gerçekleştiren Çin, Batı’yla entegrasyonunu kuvvetlendirmeyi ve böylece BM’de olduğu gibi diğer yapılarda da hak ettiğini düşündüğü koltuğa sahip olmayı amaçlıyor. Çin adına bu olumlu manzaraya karşın hâlihazırdaki durum yakın dönemde ABD’yi tehdit edecek küresel bir etkinliğe ulaşılabileceği yönünde değil. Bölgesi dışında da etkinliğini Afrika gibi coğrafyalarda artırma hamleleri başarılı olsa da her kıtada söz söyleyebilir ve değerleri dolayısıyla olumlu karşılanabilir bir hava sergilemiyor. Daha ziyade ekonomik gücüne dayanarak gerçekleştirdiği bu hamleler şu an farklı kıtalara uzanmaya çalışan etkin bir bölgesel gücü işaret ediyor. Orta Doğu gibi coğrafyalarda ABD’yi silah satışları ya da BM’deki veto gücü gibi yöntemler haricinde sıcak çatışma dâhil önemli kamplaşmalara sürüklemekten oldukça uzak. Çok kutuplu bir dünya isteğini dönem dönem dillendirilen Çin’in bu kavramı ne oranda dilediği, ne oranda ABD’yi eleştirmek maksatlı kullandığı da tartışmaya açık bir diğer nokta. Rusya ve Çin tarafından özellikle ABD’nin tek taraflı karar ve uygulamalarına karşın dillendirilen bu kavram Avrupa’da da Almanya ve Fransa gibi güçler tarafından Irak Savaş örneğinde olduğu gibi destek bulabiliyor. Ancak bahsi geçen dört ülkenin de ABD’nin hâkimiyetini tamamen yeniden şekillendirme ve yeni kutuplar olarak ortaya çıkmaktansa kendileri açısından kritik olaylarda ve güçlerinin olayın seyrini değiştiremese bile bölgesel kamuoyunu etkileyebileceği durumlarda bu tarz hareketlerinin masadaki pozisyonlarını güçlendirmek maksatlı olduğu söylenebilir. Zira bu güçlerin ulusal çıkarları açısından belirttiğimiz tarz durumlar hariç ABD’yle ortak harekette ve ABD’nin etkin konumda
Akademik Analiz – Mayıs 2012
olduğu örgütlerde daha aktif rol alma eğiliminde olduğu gözlemlenebilir. Hâlihazırdaki uluslararası sistemden rahatsızlık duyulsa dahi örneğin Çin’in, Rusya, Japonya ve Hindistan gibi güçlerin de birer kutup olarak belirebileceği birçok kutupluluğu mu yoksa ABD’nin tek kutuplu sisteminde Doğu Asya’da rakipsiz kalmayı mı ulusal çıkarlarına daha uygun bulacağı düşünüldüğünde ikinci ihtimal daha makul gözüküyor. Çin ile ABD arasındaki ticaret hacmi, ABD’nin tek kutuplu sistemi sürdürmek adına bölgesel güçlere de belli ölçüde rahatlık sağlaması gerektiği gerçeğini daha fazla kavraması gibi etkenler bu iki gücün de gerginlikler kaybolmasa dahi barışçıl bir birlikte yaşam formuna daha sıcak bakmasını mantıki netice olarak önümüze koyuyor.
Kısaca toparlamak gerekirse, yeni bir yıldız olarak değil bölgesel gücünü zaten kanıtlamış ve hem ekonomik hem askeri kuvvetini bu gücün devamı yönünde seferber etmeye devam eden Çin’in tutumu teorik beklentileri karşılıyor. Tibet ve Doğu Türkistan –ki Doğu Türkistan meselesi başlı başına bir yazının konusu olması gerektiği için burada değinilmemiştir- gibi bıçak sırtı konular da bu rolün bir adım öteye gitmesinin önünde bir engel. ABD’de gündeme getirilen Çin’in bir tehdit olabileceği algısı bu manzarayla örtüşmemesinden öte “kendini 7
gerçekleştiren kehanet” haline dönüşme riski taşıyor. Zira şu anki durumda iki kutuplu bir görüntü sergileyen Doğu Asya’da süregelen istikrarı bozabilecek en önemli etken bu iki kutbun birbirlerine dair oluşturdukları tehdit algısı. Bu iki gücün birbirlerine dair fikirleri agresif siyasi ve askeri adımları tetiklerse bunun zincirleme sürmesi muhtemel ancak şimdiye kadar bu riskin bilincinde bir görünüm sergileniyor ve çıkarların çatıştığı noktalarda da gemileri yakma yoluna gidilmiyor. Dolayısıyla yakın dönemde bölgesel gücünü aynı yoğunlukta
Akademik Analiz – Mayıs 2012
muhafaza edebilecek bir Çin, istikrarı ciddi bir sınavdan geçmeyecek bir Doğu Asya ve Çin’in diğer kıtalarda ekonomik gücüne yaslanarak etkinliğini artırma çabasını görebiliriz. ABD’nin bu süreçte agresif söylemlerden kaçınması ve tek kutupluluğun gereği olarak bölgesel güçlere de hareket serbestisi verme siyasetini sürdürmesi kilit rol oynayacaktır. Göktuğ SÖNMEZ University of London School of Oriental and African Studies
8
Ortadoğu’nun Demokratikleşme Süreci ve Türkiye Pelin Öztoprak Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, demokratik ve özgürlükçü rejimlerden ziyade, otoriter rejimler etkisini göstermiştir. Arap Baharı da kısıtlanan toplumsal ve siyasi alanların genişletilmeye çalışmasının ardından ortaya çıkan isyan hareketleri olarak adlandırılabilir.
Y
ıllardır mevcut olan baskıcı rejimlere karşı yapılan bu hareket, sadece Ortadoğu Bölgesi’nde sınırlı kalmayıp, uluslararası alanda etkisini sürdüren bir hal almaya başlamıştır. Daha çok gençliğin ve siyasi iktidarlara uzun zamandır boyun eğen halkın isyanı olarak tanımlanan Arap Baharı, bölge liderlerinin, yıllardır kanatları altına aldığı halkın isyan edebileceklerini beklemedikleri, tarihin önemli gelişmelerinden biri sayılabilecek sembolik bir başlangıç noktası olarak da kabul edilmektedir. Arap Baharının Nedenleri? Bölgede uzun yıllar sömürge yönetimlerinin hakim olması ve bunun yanında Arap kültürlerinde ve toplumlarında aile ve mezhep gibi bağların çok güçlü olması, otoriter yönetimlerin değişime kapalı bir sistemi
Akademik Analiz – Mayıs 2012
benimsemelerine neden olmuştur. Bunun dışında Arap ülkelerinin dışa kapalı ekonomileri, sanayileşmeleri, çok fazla petrol kaynaklarına sahip olmalarına rağmen hala tarıma dayalı bir altyapının bulunması, bireyciliğin ağır basması demokrasiyi geciktiren ve Arap Baharı’nı başlatan önemli etkenler olmuştur. Bu nedenlerin dışında, ekonomik durumun çok iyi olmaması, yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlik, işsizlik gibi nedenlerde Arap Baharı’nı tetikleyen nedenler arasında gösterilebilir. Bu nedenlere bağlı olarak çıkan ve devrim niteliği taşıyan bu hareketlerin en önemli özelliği ise domino etkisi dediğimiz, sadece bir ülkede sınırlı kalmayıp, benzer nitelikleri taşıyan ülkelerde de etkisini göstermesidir. Bu benzer niteliklere sahip ülkelerde bulunan Arap halklarının isteği ise, yönetimde daha fazla rol almak istemesidir. Çok partili sistem, genel 9
seçimler, ifade özgürlüğü, hukuk üstünlüğü gibi demokrasinin temel taşlarını oluşturan elementler istenmektedir. Demokrasinin sadece siyaset alanında uygulanması değil, toplumun ve yaşantının her kesiminde uygulanması gerektiği vurgulanmaktadır. İnsanlar arasındaki eşitlik adalet, özgürlük gibi kavramlar benimsendiği sürece gerçek demokrasinin geliştirilebileceği söylenebilir. Toplum içindeki en küçük birlik olan ailenin içinde demokrasinin başlaması da gerekmektedir. Bu kriterlerin hayata geçirildiği andan itibaren demokrasiye geçiş süreci başlamıştır. Ayrıca geçiş ile sınırlı kalmayıp, demokrasinin sağlamlaştırılmasına da katkı sağlanmış olur. Demokrasinin sağlamlaştırılması için de, önce kurumların demokratikleştirilmesi daha sonra da demokrasiye ve tam anlamıyla demokratikleşmeye engel olanları engellenmelidir. Arap ülkelerinde de, sadece demokrasiye geçiş değil, demokrasinin yerleşmesi ve devam ettirilmesi hem uzun zamanı hem de büyük bir çabayı gerektirmektedir.
Arap Baharı’nın Arap Gecikmesinin Nedenleri
Ülkelerinde
Daha önce de belirtildiği gibi, Arap ülkelerinde demokrasi taleplerinin gecikmesinin temel sebebi, Arap toplumlarındaki güçlü aile ve mezhep bağlarının, otoriter yönetimlere yansımasıydı. Bu nedenin dışında ise Akademik Analiz – Mayıs 2012
ekonomik neden baş göstermektedir. Bu kadar zengin petrol kaynaklarına sahip olan ülkelerin halkları neden fakir ve antidemokratiktir? Birçok araştırmaya göre de ülkelerin ekonomik durumu iyiye gittikçe, demokratikleşmede aynı oranda artmaktadır. Ortadoğu ise bu genellemenin dışında kalan istisnai bölgelerden biridir. Ortadoğu gibi kaynak olara zengin ülkeler, kaynak olarak fakir ülkelere göre daha anti-demokratik, ekonomik olarak ise daha geride olduğu söylenmektedir. Bahri Yılmaz’ın “Turkey and the Arap Spring: the revolution in Turkey’s Near Abroad” makalesinde bahsedilen MENA( Middle East and North Africa) bölgeleri 2 grupta ele alınıyor. 1. Grup: Tunus, Mısır, Suriye, Yemen, Ürdün ve Bahreyn gibi ekonomik ve toplumsal durumu çok iyi olmayan ülkelerin oluşturduğu guruptur. 2. Grup: Suudi Arabistan, Libya, Irak ve İran gibi zengin petrol kaynaklarına, ekonomik ve sosyal etkilere sahip olan guruptur. Bu iki gurup ele alındığında ise 1. Gurubun daha fazla demokratik olduğu görülmüştür. Örneğin Bahreyn’de ilk defa serbest seçimler düzenlenmiş ve kadınlara seçme, seçilme hakkı verilmiştir fakat Bahreyn petrol kaynaklarının sınırlı olduğu Ortadoğu ülkelerinden biridir. Benzer şekilde Lübnan hiç petrol kaynaklarına sahip değildir fakat demokrasiye en yakın ülkedir. Buradan da anlaşılacağı gibi Arap ülkelerinin demokrasiye geçişlerini engelleyen nedenlerden biri de ekonomiktir. Ortadoğu ülkelerinin nüfusunun Müslüman-Arap ülkeleri olması da demokrasiyi etkilemiştir. Bu ülkelerin Müslüman olması değil Arap olması ve Arap kültürünü taşıyor olmaları da önemli etkenlerden biridir.
10
Arap Baharı’nda Türkiye’nin Rolü ve Arap Baharı’nın Türkiye’ye Etkisi Ortadoğu’da yaşanan bütün bu olaylara baktığımızda, uluslar arası alanda etkili olduğunu görebiliriz. Bu olaylardan en çok etkilenen biride şüphesiz Türkiye’dir. Türkiye, Ortadoğu üzerinde yumuşak güce sahip olmakla birlikte, arabuluculuk yapmak, bölgede istikrarı sağlamak ve kendini daha fazla ön plana almak gibi önemli görevleri üstlenmektedir. Türkiye’nin Cumhuriyet’in ilanından beri en önemli politikası batıcılılıktır. Fakat 2007’den itibaren Türkiye’nin Batı yanlısı dış politikası, Ortadoğu’ya kaymaya başlamıştır. Bunun en önemli nedeni ise, bölgede kendi gücünü yükseltmek, liderlik görevini üstlenmek, siyasi ve politik reformlarda söz sahibi olmak istemesidir. Türkiye bu yüzden, hem Müslüman hem demokratik hem de laik bir ülke olarak, Arap Baharı sürecinde etkin bir rol üstlenmiştir. Özellikle Türkiye, 2001 sonrası yaşanan değişimler ve sorunlarda, kendisini uzak tutmak yerine bu sorunlara karşı çözüm önerilerinde bulunmayı ve barış yanlısı bir politika izlemeyi tercih etmiştir. Türkiye’nin hem Batılı ülkelerle olan ilişkilerinde, hem de Ortadoğu ile olan barış yanlısı politik, onun “model ülke” olduğunu göstermektedir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun sürekli belirttiği “komşu ülkelerle sıfır problem” politikası, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik izlediği politikaların çözüm amaçlı olmasını sağlamıştır. Bunların dışında, Soğuk Savaş sonrasında, küresel bir etkiye sahip olan liberal demokrasi anlayışını benimseyen ülkelerden biri olan Türkiye, eğer bunu Arap ülkelerine de benimsetmeyi başarırsa, bölgede güçlü ve istikrarı sağlaması öngörülebilir. Ayrıca, liberal demokrasinin Ortadoğu’ya hakim olmasıyla birlikte, Türkiye ve Arap ülkeleri arasında ortak savunma ve işbirliği görülebilir. İktidardakilerde bu yöndeki
Akademik Analiz – Mayıs 2012
isteklerini gösterip, Batı yanlısı kişileri ikna ederse Türkiye, Ortadoğu’da bir birlik kurabilir ve bu birliğe liderlik yapabilir. Türkiye’nin bölgede örnek bir ülke olarak son zamanlarda ekonomik ve demokratik olarak gelişme kaydetmesi, Ortadoğu’da bölgesel güç olmasını sağlayan etmenlerdendir. Hem iç hem de dış politikadaki bu yükseliş, bölgedeki olayları yönlendirme, krizleri çözme, söz söyleme, ülkeler arasında arabuluculuk etme gibi bir takım faktörleri de beraberinde getirmiştir. Arap ülkeler ise bu duruma olumlu yaklaşmışlardır. Burada Türkiye’nin amacı, Arap halkının desteğini alarak, yeni oluşacak yönetimlerle iyi ilişkiler kurmaktır. Bu yüzden, Türkiye her zaman, halktan ve demokrasiden yana bir tutum sergilemeye devam edecektir. Fakat Türkiye güçlü yapısı ile bu riskleri fırsatlara dönüştürmelidir ve dönüştürecektir.
Türkiye’nin arabuluculuk, barış sağlama gibi önemli görevleri yerine getirirken, kendi güvenliğini ve bütünlüğünü tehdit eden durumları göz ardı etmemelidir. Çok yakın zamanlarda yaşananlara baktığımızda özellikle Suriye konusunda, Türkiye’nin ciddi kararlar almaya başladığını görebiliriz. Gerek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olsun, gerekse Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olsun, 11
Suriye’nin çok açık sınır ihlalinde bulunan eylemlerinin olduğunu belirtti. Dış İşleri Bakanlığı, Suriye’nin Türkiye’ye iltica etmeye çalışanlara ateş açan Suriyeli askerlerin, Türkleri yaralamasından sonra, Türkiye’nin gerekli tedbirleri alacağını söyledi. Türkiye bölgede barışı saplamaktan ziyade, durumun savaş niteliğinde olması halinde kendisinin de artık tepki vereceğini ve Türkiye tarihinde yaşanan buna benzer olaylarda ne yapıldıysa aynısını yapacağını bildirdi. Bunların dışında Türkiye’nin bir NATO üyesi olmasından, NATO Antlaşmasının 5. Maddesini Suriye’ye örnek göstererek diğer NATO üyelerinin de yanında olduğunu ve Suriye’ye karşı ortak savunma yapacaklarını söyledi. Ayrıca Başbakan
Akademik Analiz – Mayıs 2012
Erdoğan, Suriye rejiminin şimdiye kadar verdiği hiçbir sözü tutmadığını belirterek, “Hala ölüm kusmaya devam ettiklerini” söyledi, Bunun üzerine ABD Dış İşleri Bakanı Clinton da “Kimsenin daha fazla beklemeyeceğini” açıkladı. Bütün bu açıklamalara bakıldığında, hiçbir ülkenin savaş halinde kayıtsız kalmayacağı anlaşılmaktadır. Türkiye’nin de burada belirtilen söylemi tercih etmesinin kendi güvenliği ve bütünlüğü üzerindeki kaygılarından kaynaklandığını söylenebilir. Pelin ÖZTOPRAK Erciyes Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
12
Akademik Analiz – Mayıs 2012
13
Türkiye-ABD İlişkileri Bağlamında Ermeni Sorunu Süleyman Gök Ermeni meselesi, Türk-Amerikan ilişkilerinde gerilim üretme potansiyeline sahip konuların başında gelmektedir. Bu konuda, seçilme kaygısı daha ön planda olan Kongre üyeleri, “stratejik” çıkarları ön plana çıkarma eğilimi gösteren ABD Yönetimine göre farklı bir yaklaşım sergilemektedir. ABD’deki Ermeni lobileri, Kongre üyeleri üzerinde kurdukları ciddi etkinlikle Ermeni meselesini sürekli gündemde tutmayı ve Türkiye’nin bu konuda başını ağrıtmayı başarabilmektedir.
K
ongre’deki Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında geçen ve genelde küçük farklara dayanan çoğunluk sağlama ve Kongreyi kontrol mücadelesi de, Ermeni örgütlerinin işini kolaylaştırmaktadır. Ermeni lobisi, bu doğrultudaki çalışmalarını özellikle 2000 ve 2001 yıllarında hızlandırmış ve ABD Kongresi’nde neredeyse bu sorun hakkında bir yasa geçirecek noktaya gelmişlerdir. Ortadoğu’da olayların patlak vermesinin ardından duruma müdahale eden ABD Başkanı, ancak son anda bu yasa tasarısının geri çekilmesini sağlayabilmiştir. Ancak bu kampanya, çeşitli ABD eyalet meclislerinden benzeri yasalar geçirilmesi yoluyla önemli bir yol kat etmiştir. Ermenilerin kurdukları çok sayıdaki kuruluş, yakın zamanda birkaç temel organizasyon çatısı altında yeniden toplanmıştır. Bunlardan en önemlileri, Amerikan Ermeni Asamblesi ve Ermeni
Akademik Analiz – Mayıs 2012
Milli Komitesi’dir. Bu kuruluşlar, ABD Kongresi üzerinde Ermeni toplumunu ve maddi gücünü organize ederek etkili olmaya devam etmektedirler. Sözü edilen kuruluşlar tarafından öncülüğü yapılan ve özellikle ABD Kongresi’ne ve çeşitli eyalet meclislerine kabul ettirilmeye çalışılan görüşlerin ana hatları şöyledir: 1- Ermeni soykırımı iddialarının kabul edilmesi: Bu amacın temelinde, Türk devletine “1915’te 1,5 milyon Ermeni’nin soykırım sonucu öldürüldüğünün” kabul ettirilmesi yatmaktadır. Bu hedefe -bu görüşü savunan grupların radikalliğine bağlı olarak değişmekle birlikte- Türk devletine bu konuda özür diletmek ve tazminat ödetmek; Doğu Anadolu’da “Ermeni toprakları” veya “Batı Ermenistan” diye iddia edilen bölümün Ermenistan’a verilmesini sağlamak da eklenebilir.
14
2- ABD’nin Ermenistan’a insani, teknik ve kalkınma yardım programlarının artırılarak devamının sağlanması, 3- Azerbaycan ve Türkiye’ye ABD tarafından müeyyideler uygulanmasının sağlanması 11 Eylül olaylarının Ermeni sorununa etkisi buna örnek olarak gösterilebilir. Bu olaylar sonrasında Ermeni lobilerinin 2000 yılında hızlandırdığı soykırım iddialarını tanıma kampanyası güç kaybetmiş, dünya kamuoyunun bu konuya olan ilgisi azalmış ve Türkiye’nin terörizmle mücadelede oynadığı rol ve İslam dünyasında üstlenebileceği “model ülke” imajı daha ön plana çıkmıştır. Ayrıca Türkiye’nin ABD ve Avrupa açısından artan stratejik önemi Ermeni iddialarının en azından bir süre için bu ülke parlamentolarından geçmesini zorlaştırmıştır. Kısacası, Türkiye bu konuda önemli bir rahatlamaya kavuşmuştur. Türk-Amerikan ilişkileri açısından değerlendirildiğinde Ermeni sorunu, Ermeni lobilerin sürekli gündeme getirdiği, Türkiye’nin ise sürekli gündemden düşürmeye çalıştığı ve daha ziyade “tepkisel” politikalar ürettiği bir görüntü arz etmektedir. Toplumsal organizasyonu açısından yukarıda belirtildiği gibi son derece iyi örgütlenmiş ve gerektiğinde şehir şehir çalışmalarını sürdüren bu gruplar karşısında her yerde karşı bir güç oluşturmak mümkün gözükmemektedir. Zaten böyle bir yaklaşımın verimliliği de tartışma konusudur. Bugüne kadar, Ermeni Lobisi'nin tüm organize çalışmalarına rağmen Türkiye üzerinde fazla etkili olamamasının nedeni lobinin güçsüzlüğü değil, ABD'nin bölge üzerindeki çıkarlarının üstün olmasıdır. Zira Amerikan yönetiminin, Türkiye gibi çok önemli bir stratejik müttefikini, bugüne kadar Rusya'ya yakın politikaları ile dikkat çeken Ermenistan yüzünden kendisine küstürmek istememektedir.
Akademik Analiz – Mayıs 2012
Türkiye, ABD'nin NATO'daki güçlü bir müttefiki olarak stratejik açıdan çok önemli bir ülkedir. Ayrıca, Türkiye Avrasya enerji hatları açısından son derece önemli bir konumdadır. Tüm bu faktörler ABD'yi Türkiye ile ilgili alacağı kararlarda temkinli olmaya zorlamaktadır.
Günümüzde, ABD’deki Ermeni lobisi 1980’lerin ortalarına doğru yoğunlaştırdığı Kongrenin Ermeni soykırımı olduğunu resmen kabul etmesi amacını taşıyan faaliyetlerine devam etmektedir. Ermeni lobisi, özellikle, ABD-Türkiye ilişkilerinin sorun yaşadığı dönemlerde Kongreden karar çıkartmaya yönelik faaliyetlerini hızlandırmaktadır. Bu yoğun çabaların nedeni, ABD’nin uluslararası politikadaki konumundan dolayı bu ülkede kabul edilecek bir kararın diğer ülkelerde de benzer kararların kabul edilmesini hızlandıracağı düşüncesidir. Ermeni lobisi için bir diğer önemli konu da her yıl 24 Nisan’da ABD Başkanları’nın yapacakları açıklamada Soykırım (Genocide) demelerinin sağlanmasıdır. ABD yönetimleri ise bugüne kadar Türkiye ile olan ilişkilerin öneminden dolayı Kongreden Ermeni iddiaları paralelinde bir karar çıkmasını engellemeye çalışmışlardır. ABD’de 2000 yılında Temsilciler Meclisine sunulan tasarıda Başkan Clinton devreye girmiş ve Temsilciler Meclisi Başkanına mektup göndererek tasarıyı geri çekmesini istemiştir. Clinton mektubunda Orta 15
Doğu’daki gelişmeleri gerekçe göstermiş ve sonuçta tasarı gündeme alınmamıştır. Sonuç olarak; bugün de Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren Ermeni dernek, enstitü ve kurumları bulundukları ülkelerin Türkiye’ye yönelik politikalarının tespitinde önemli rol oynamaktadırlar. Önemli bir oy potansiyeline sahip oldukları ülkelerde Türkiye’yi hedef alan politikalar izleyerek adayları desteklemektedirler. Bu sayede her yıl gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da sözde “soykırımın” tanınmasına yönelik girişimleri ile Türkiye’nin Ortadoğu ve Avrupa politikalarını etkisiz veya bağımlı hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bugün Amerika’da 24’ün üzerinde eyalet kendi parlamentolarında sözde soykırımı tanımış
ve buna müfredatında yer vermiştir. Demek ki Ermeni sorununu çözülmesi ve Türkiye için bir dış tehdit olmaktan çıkarılması için diaspora Ermenilerinin faaliyetlerinin de analiz edilmesi gerekir. Süleyman GÖK AFASAM Yurtiçi Koordinatörü Kaynaklar 1-http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/38399.asp 2-Emine AKÇADAĞ,’’ 24 Nisan Yaklaşırken Ermenistan - Türkiye İlişkilerinde Son Durum’’ 10 Şubat 2010 www.bilgesam.org 3-Türk- Amerikan İlişkilerine Bakış: Ana Temalar ve Güncel Gelişmeler TÜSİAD Raporu
Ek: ABD Başkanı Bill Clinton, Temsilciler Meclisi Başkanı’na gönderdiği mektupla sözde Ermeni soykırımı tasarısının geri çekilmesini sağladı. Mektubun içeriği aşağıdaki gibidir: “Sayın Başkan; Size Osmanlı İmparatorluğu döneminde Doğu Anadolu’da 1915-1923 yılları arasında gerçekleşen trajik olaylarla ilgili Temsilciler Meclisinin 596 sayılı tasarısı hakkında duyduğum derin endişeyi dile getirmek için yazıyorum. Her yıl 24 Nisan Ermeni Soykırımını Anma Günü’nde o zamanda masum Ermenilerin yerlerinden edilmesi ve soykırıma uğramalarını andım. Bu tür vahşetlerin tekrarlanmamasıyla ilgili her yıl Amerikalıları mücadele konusunda bağlı kalmaları için telkinde bulundum. Ancak, Temsilciler Meclisi’nin 596 sayılı tasarıyı dikkate alması durumunda Amerika Birleşik Devletleri için geniş kapsamlı olumsuz sonuçlar doğurmasından ötürü derin endişe duymaktayım. Dünyanın bu sorunlu bölgesinde oldukça önemli çıkarlarımız bulunmaktadır: Saddam Hüseyin’in bölgede oluşturduğu tehdit; Ortadoğu ve Orta Asya’daki barış ve istikrar için çalışmak; Balkanlarda istikrarın sağlanması ve yeni enerji kaynaklarının sağlanması. Tasarının bu hassas zamanda kabulü hem çıkarlarımızı olumsuz bir şekilde etkiler hem de tasarıyı destekleyenlerin temel amacı olan Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin düzelmesi için gösterilen çabaların yıpranmasına neden olur. Türkiye ve Ermenistan’ın bu mesele hakkındaki duygularının ne kadar güçlü olduğunun tamimiyle anlıyorum. En nihayetinde bu acı veren olay ancak iki tarafın geçmişlerini beraber incelemesiyle bir sonuca varabilir. Bu tasarıyı, bu kritik zamanda Temsilciler Meclisi gündemine getirmemenizi en güçlü ifadelerle talep ediyorum.”
Akademik Analiz – Mayıs 2012
16
TÜRK SİYASAL HAYATINDAN KARELER
Liderlerin Doğu Türkistan Hakkındaki Söylemleri Samet Zenginoğlu Doğu Türkistan, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından hatırladığımız/haberdar olduğumuz coğrafyalardan birisidir. Maalesef, günümüzde de Çin’in izlediği birtakım politikalar haricinde bu coğrafyanın, bu coğrafyada yaşanan gelişmelerin gündemde yer almış/almakta olduğunu söylemek mümkün değildir. Peki, gündemde yer aldığında bu coğrafya hakkında ne tür söylemler geliştirilmiştir? Kamuoyunun söylemleri büyük oranda benzer iken, liderlerin söylemleri ne yönde olmuştur?
B
u krizlerden ilki, 1962 yılında Yorum yapma ya da çeşitli anlamlar çıkarma ve de hiçbir surette söylemleri mukayese etme amacı gütmeksizin Türkiye’de liderlerin Doğu Türkistan hakkındaki söylemlerini geçmişten günümüze sizlerle paylaşıyoruz. 1991’de Uygur lider İsa Yusuf Alptekin, Başbakan Süleyman Demirel’le görüşmüş ve Doğu Türkistan davasını anlatmıştır. Bu görüşmenin sonunda Demirel; “Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizin Çin tarafından asimilasyona uğramasına izin vermeyeceğiz ve gerekirse, konuyu BM’ye götürebiliriz.” 1 ifadesinde bulunmuştur.
*** 1992’de, Uygur lider İsa Yusuf Alptekin’le bu kez Cumhurbaşkanı Turgut Özal arasında gerçekleşen görüşmede, Alptekin’in Doğu Türkistan bayrağını Özal’a vererek; “Doğu Türkistan davasını size emanet ediyorum” demesi üzerine, Özal şu cevabı vermiştir: “Burada ilan ediyorum ki, Doğu Türkistan davasını üzerime alıyorum. Sovyet yönetimi altındaki Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan ettiler. Şimdi sıra Doğu Türkistan’a gelmiştir. Arzumuz, Türk
1
http://www.doguturkistan.com.tr/index.php?optio n=com_content&view=article&id=7:kodlarlaAkademik Analiz – Mayıs 2012
kaynas&catid=1:son-haberler&Itemid=18 (Erişim: 07.04.2012)
17
halkının eski ata yurdunun bir devlet haline gelmesidir.” 2 *** Alparslan Türkeş: “Doğu Türkistan’ın sıkıntıları yalnız Türklüğün değil, Müslümanlığın da sıkıntısıdır.” 3 ***
2002’de gerçekleşen, Devlet Bahçeli’nin Çin ziyaretinde, Bahçeli, Çin Başbakanı Cu Rongji ile görüşmüştür ve Rongji, Uygur bölgesine ilişkin açıklamalar yapmış, Çin’in hassasiyetini dile getirerek, Türkiye’nin bu konuda izlediği açık politikaya teşekkür ederek, 11 Eylül’ün ardından bölgeye El– Kaide militanlarının yerleştiğini açıklamıştır. Rongji, Bahçeli’ye; “bölgeye gidin, izlenimlerinizi bize de aktarın” ricasında bulunmuş, Bahçeli ise; “Biz terörden çok çekmiş bir ülke olarak, terörün her türlüsüne karşıyız. Çin’in toprak bütünlüğüne yönelik saldırılara da destek vermemiz söz konusu 6 olamaz” cevabını vermiştir. ***
Mesut Yılmaz: toprağıdır.” 4
“Doğu
Türkistan,
Çin
*** 2000 yılında, Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in Türkiye ziyareti esnasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel şu ifadede bulunmuştur: “Uygur Türkleri, sadık yurttaşlar olarak Çin’in değerli bir parçasıdırlar. Onlar, ülkelerimiz arasında kurulan dostluk köprüsüdürler. Türkiye’nin politikası Çin’in toprak bütünlüğünün korunması ve içişlerine karışmamadır.” 5 ***
2002 yılında Çin başbakanı, Rongji’nin Türkiye ziyaretinde, Çin Başbakanı ile bir basın toplantısı gerçekleştiren, Başbakan Bülent Ecevit, Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı terörizme ilişkin görüşlerinin sorulması üzerine, şu cevabı vermiştir: “Biz yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her ülkesinde terörizme karşıyız. Bunu bir insanlık günahı olarak görüyoruz. Ve bu konuyla ilgili olarak bütün dünyada etkin bir tavır alıyoruz. Doğu Türkistan konusunda herhangi bir terörist hareketi desteklememiz mümkün değildir.” 7 *** Aynı ziyarette, Rongji bütün Doğu Türkistan ayrılıkçı teşkilatlarını ‘terörist teşkilat’ ve bazı kişileri ‘terörist’ ilan etmesini istemiş, ancak Ecevit, “teröre bulaşmamış Türkistanlılara terörist
2
Barış Adıbelli, Osmanlı’dan Günümüze Türk–Çin İlişkileri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2007, s. 218, 9. 3 http://www.yenicaggazetesi.com.tr/haberdetay.p hp?hit=20025 (Erişim: 11.04.2012) 4 http://www.habervitrini.com/haber/cinzulmunden-kacti-mesut-yilmaz-zulmune-yakalandi411038/ (Erişim: 07.04.2012) 5 Adıbelli, a.g.e., s. 228. Akademik Analiz – Mayıs 2012
6
Adıbelli, a.g.e., s. 240. http://www.habervitrini.com/haber/basbakanecevit-dun-yahudileri-simde-de-turkleri-kirdi23128/ (Erişim: 12.04.2012) 7
18
denilmesinin uygun olmadığını” sürerek bu teklifi reddetmiştir. 8
ileri
*** 2003 yılındaki Çin ziyaretinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şu ifadede bulunmuştur: “Türkiye olarak, ‘Tek Çin’ anlayışını destekliyoruz. Çin’in toprak bütünlüğü konusunda Türkiye’nin tereddüdü yok, saygısı var.” 9 ***
demek, mazlumun yanında gerektiğini belirtmiştir. 11
olmak”
Necmettin Erbakan, Doğu Türkistan’ı da dâhil ederek; “bizim başlattığımız D–8 oluşumu nihai hedefe ulaşmış olsaydı, bugün yeryüzünde oluk oluk Müslüman kanı akmayacak, insanlık da huzur bulacaktı.” 12 Devlet Bahçeli, Doğu Türkistan’daki olaylarla ilgili olarak; “Türk hükümetinden saldırıların derhal durdurulması için vakit geçirmeden kararlı bir tutum sergilemesini, Çin hükümeti nezdinde gerekli girişimlerde bulunmasını ve uluslararası camianın harekete geçmesi için adım atmasını” 13 istemiştir. *** Son olarak, Nisan 2012’de gerçekleşen Doğu Türkistan ziyaretinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: “Soydaşlarımızı size emanet ediyorum.” 14
2009’da Doğu Türkistan’da yaşanan olaylar ve çatışmalar neticesinde birçok kişinin (kesin bir sayı verilememiştir) yaşamını yitirmesinin ardından, Türkiye’de liderler de yaşananlara sert tepki göstermişlerdir. Bu tepkileri şu şekilde aktarmak mümkündür:
Samet ZENGİNOĞLU Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: “adeta bir soykırım yaşanıyor.” 10 Dönemin Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş; "Doğu Türkistanlı kardeşlerimize sahip çıkmak, zulme "dur"
11
http://www.milligazete.com.tr/haber/zalimedur-demek-yine-bu-millete-dustu-132416.htm (Erişim: 11.04.2012) 12 http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/haber1065Erbakandan_Dogu_Turkistan_yorumu.html (Erişim: 09.04.2012) 13
8
Erkin Ekrem, Türkiye–Çin ilişkilerinin 40 Yılı (1971–2011), Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) Raporu, s. 42. 9 Adıbelli, a.g.e., s. 245. 10 http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87inT%C3%BCrkiye_ili%C5%9Fkileri (Erişim: 06.04.2012) Akademik Analiz – Mayıs 2012
http://www.turkkonseyi.com/index.php?option=co m_content&view=article&id=125:bahcelden-doutuerkstan-carisi&catid=8:tuerk-duenyasi&Itemid=7 (Erişim: 11.04.2012) 14
http://www.habervaktim.com/haberyazdir.php?id =236185 (Erişim: 07.04.2012)
19
İnsan Hakları, İnsani Hukuk ve İnsani Savaş Merve Gülçin Güleç Uluslararası İlişkiler çok genel olarak; devletlerin yönetim sistemi, gücü, devletlerarası ekonomik ilişkiler, devletlerarası savaşlar olarak adlandırabilinir. Uluslararası ilişkilerde asıl olan devletlerarası bağların incelenmesi, birbirleriyle olan ilişkilerinde birbirlerini etkileme ve birbirlerinden etkilenme fonksiyonlarının analiz edilmeleridir. kabaca Çokgünümüzde
yapılan bu tanımlama yetersiz kalabilmektedir. “Westphalia sistemi“ artık geçerli sayılmayabilir. Günümüzde devletler kendilerinden daha kuvvetli yasal güçleri benimseyerek kendilerini hukuki olarak bağımlı kılmaktadırlar. Uluslararası sistemlerde ahlaki teoriler ancak egemen devletlerin sınırları içinde söz konusudur. Kaos içindeki devletler ulusal çıkarlarını gözeten kararlarını gereksinimleri dahilinde alırlar (Neo-realistlerin görüşü). Ahlak ise yalnızca egemen devletin bünyesinde yalnızca kendi vatandaşları için söz konusudur. Bu egemen devletler için uluslararası ilişkiler teorisyenlerinin düşüncelerinin bir önemi yoktur. Oysa Westphalia Sistemi olarak adlandırılan; gücünü ülke içinde kullanabilen, ancak dışarıda daha güçlü politik birimlerin varlığını kabul eden bölgeye dayalı siyasal birimlerin oluşturduğu bir yapıyı öngören bir sistem
Akademik Analiz – Mayıs 2012
geçerliliğini koruyamazken, devletin ahlakı olumladığı mı yoksa engel mi olduğu sorusu önem kazandırmaktadır. Dolayısıyla bireyin gerek kendi devletiyle gerekse diğer devletlerin bireyleriyle olan ilişkileri, küreselleşmenin de etkisiyle, günümüzde oldukça önem kazanmaktadır. Evrensel İnsan Hakları Ve Uluslararası Hukuk İnsanların birey olarak hakları olduğu ve bu hakları yaşadığı ülkelerin hükümetlerinden talep edebilecekleri “1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile ortaya konmuştur. 1989 yılına kadar bu haklar daha çok doğu devletlerinden ödünler alabilmek amacıyla kullanılmış, bu tarihten sonra teknolojik gelişmelerin de etkisiyle insan hakları dünya çapında önem kazanmış ve etkili olmaya başlamıştır. 1990’lardan sonra Birleşmiş Milletler ve Sivil Toplum 20
Kuruluşları insan haklarıyla ilgili çok önemli mesafeler elde etmiştir. 1948 Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi bütün insanların herhangi bir ırk, renk, cinsiyet, dil veya statü ayrımı olmadan eşit haklardan yararlanmasını şart koşar. Ancak feminist gruplar Bildiride bazı bildirilerin erkek egemen olduğunu bu şartların değiştirilmesi gereğini öne sürerler. Cinsiyete yönelik her türlü ayrımcılığın engellenmesiyle ilgili Konvansiyon’un (CEDAW) 2004 Martına kadar 177 devlet tarafından onaylanması sağlanmıştır. Diğer taraftan özellikle Uluslararası Af Örgütü, ABD’deki 11 Eylül saldırılarından sonra silahlı grupların neden oldukları şiddet ve ulusların bu gruplara verdikleri tepki nedeniyle insan haklarının son 50 yıl içinde en güçlü saldırılarla karşı karşıya olduğunu açıklamıştır. Sivil Toplum Kuruluşları, Dünyanın egemen uluslarının İnsan haklarına kendi çıkarları doğrultusunda arka çıkmalarının karşısında durarak kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde siviller soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçlarından korunmaktadır. Koruma; geçici mahkemeler, bölgesel mahkemeler ve Uluslararası Ceza Mahkemeleriyle gerçekleştirilir. Bu suçları işleyen kişilerin statülerine bakılmadan cezalandırılmaları gerekir. Savaş suçu, soykırım suçu ile yargılanan eski Yugoslavya devlet başkanı Slobadan Miloşeviç hakkında Uluslar arası Ceza Mahkemesinde açılan dava başkanın cezalandırılmasıyla sonuçlanmıştır. I. ve II. Dünya savaşlarında savaşan devletlerin liderlerinin savaş kanunlarını ihlal etmeleri nedeniyle haklarında uluslar arası kovuşturmalar yapılması istendi. 1919 Versailes Antlaşması ile Alman Akademik Analiz – Mayıs 2012
İmparatoru ve askeri yetkililerin yargılanmasına karar verildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Nürnberg ve Tokyo’da kurulan geçici Uluslararası Askeri Mahkemeler kuruldu. Bu mahkemeler dokunulmazlık ilkelerini reddediyor, devlet yerine bireyleri esas alıyordu.
İnsan haklarını esas alan bu mahkemeler başta ABD olmak üzere İngiltere Fransa gibi ülkeler ilk zamanlar alınan kararlara karşı gelerek, bir nevi meydan okuyorlardı. Uluslararası Ceza Mahkemelerine ABD’nin desteğinin olmaması az gelişmiş ülkelerde kaygı oluşturuyordu. Söz konusu ülkeler yine de 1994’ten 2000’e kadar geçen sürede bu mahkemeleri kısmen destekledi. Görünüşte insan haklarına verdiği destekle ön plana çıkan ABD, ordusunun karşı karşıya kalacağı risklerden kaygı duymaktadır. Son yıllarda İnsan hakları Mahkemelerinin insan hakları ihlalleri nedeniyle ülkelerin iç işlerine karışmaları, egemen güçlerin çıkarlarına ters gelmediği sürece ABD ve benzeri ülkeler için çok büyük bir anlam taşımamaktadır. Önceleri, BM ve Kızılhaç gibi kuruluşlar iyi niyet misyonlarıyla bu Uluslar arası insan hakları mücadelesinde önemli rol oynamışlardır. Ancak zamanla tarafsızlıklarını kaybettiklerine dair inançların kuvvetlenmesiyle bu kuruluşların rolleri zayıflamıştır. Irak Savaşı’nın yüksek maliyetli olmasına karşı 21
düşük başarısı, 2004 Ağustosunda Sudan’daki zulüm haberlerinin uluslar arası bir müdahale gerektirdiği halde ilgisiz kalınması bu inançların başlıca kaynaklarındandır. Uluslararası İlişkiler ve Birey Uluslar genel olarak insan haklarının gerekliliği önemi ile ilgili olarak her zaman olumlu ifadeler kullanırlar. Ancak diğer uluslar ve kendi vatandaşları için gerçekte ne gibi düşüncelere sahip oldukları tartışılır. Zamanla bireylerin uluslararası ilişkiler düzeyindeki önemi, ulusların uluslararası ilişkiler düzlemindeki öneminden daha kuvvetli olmaya başladı. Bireyler insan hakları kuruluşlarınca uluslardan daha fazla korunur oldular. Yirminci yüzyıl başlarında devletler kendi bölgelerinin korunmaları konusunda temel haklara sahiptiler. Aynı zamanda da savaş sırasındaki uluslararası ihlallerden de sorumluydular. Son yıllarda bireyler, haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle kendi devletlerini uluslararası üst düzey mahkemelere şikayet edebilmektedirler. Uluslararası Ceza Mahkemeleri, Avrupa İnsan Hakları
Akademik Analiz – Mayıs 2012
Mahkemeleri bireylerin haklarını koruyarak devletleri yargılayabilmektedirler, bu da devletlerin güçlerini kaybediyor olduklarını göstermekte midir? Bu yargılamalar sonucu devletler cezaya çarptırılıp yüklüce maddi kayıplara uğratılabilmektedirler. Sonuç Uluslararası ilişkilerinde olabilecek haksızlıkları ya da vatandaşlarının uğradığı haksızlıkları devletlerarası kurulan bağımsız mahkemelerin aracılığı ile çözmeleri devletlerin kuruluşlarından beri süregelmiştir. Yirminci yüzyıl ortalarına kadar ulusları esas alan mahkemeler son yüzyılda bireylerin haklarına daha önem vermeleri, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünden beri geçen zaman içinde hak ve hukukta oldukça ileri düzeylere geldiğini göstermektedir. Çünkü bireyleri mutlu olan uluslar daha mutlu, mutlu olan toplumlar da vatandaşının haklarını daha çok gözeten ulusları meydana getirirler. Merve Gülçin GÜLEÇ İstanbul Arel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm
22
Gelenekselden Modernite’ye: Nepal Cenk Tamer Tipik bir Himalaya ülkesi olan ve dolayısıyla tamamen dağlarla kaplı olan Nepal, Çin ve Hindistan arasına sıkışmış bir durumdadır. Başkenti Katmandu’ dur. Yirmi sekiz milyon nüfusa sahip olmasının yanında, 340 dolar kişi başına düşen milli gelire sahip olması nedeniyle dünyanın en fakir ülkeleri arasında gösterilmektedir. İçyapısına baktığımızda ise; cumhuriyet ve monarşi yanlılarının çatışması sorunun temelini oluşturmaktadır. Cumhuriyeti savunanlar moderniteyi ve monarşiyi savunanlar ise geleneği yansıtmaktadır.
N
epal, İngiliz manda sistemini kabul ettikten(1816) sonra 1846’da Başbakanlar hanedanı denen Rana hanedanı siyasi iktidarı ele geçiriyordu. Batı’dan soyutlanmış bu otoriter ve feodal yönetim, 1951’de yeni bir anayasayla Nepal Krallığı kurulana kadar devam etti. (Bu noktada Nepal’ in bağımsızlığının 1923’te İngiltere tarafından tanındığının belirtilmesi gerekir.) 1962 yılında Nepal, Panchayat (Beş kişilik köy konseyi) denen ve hiçbir siyasal partinin mevcut olmadığı siyasi bir rejim tarafından yönetilmeye başlanmıştı.
sorun, 1996 yılında Nepal Komünist Partisi’nin gerilla savaşı başlatmasıyla ortaya çıkıyordu. ‘Marksist-LeninistMaoist’ bir ideolojiyi savunan bu yasadışı parti, önceleri Nepal hükümeti tarafından siyasi bir sorun değil fakat bir iç-güvenlik sorunu olarak algılanmıştı. Bir süre sonra halk tabanı oluşturmayı başaran Maocular, Nepal hükümeti tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanmaya başlayacaktı. Böylece Maocular; istikrarsız hükümetleri, gerçekleştirdikleri eylem, halk yürüyüşü ve baskılarla etkileyebilecek ve hatta değiştirebilecek konuma geliyorlardı.
Bu otokratik sistemin temel dayanağını oluşturan söylem ‘önce gelişme, sonra demokrasi’ydi. Nitekim 1990 yılında anayasal monarşiye (meşruti monarşi) geçiş ile mutlak monarşi sona eriyor, modernite yolunda adımlar sancılı bir şekilde atılmaya devam ediyordu. Asıl
Saray Katliamı
Akademik Analiz – Mayıs 2012
1 Haziran 2001’de eş seçimi konusunda ailesiyle çıkan tartışma sonucunda veliaht Prens Dipendra’ nın 9 kişiyi öldürmesi ve ardından da intihar etmesi bütün dünyada şok etkisi oluşturmuştu. Bu saray 23
katliamının sırrı hâlâ çözülebilmiş değildir. İşin ilginç yanı; sanki her şeyin yeni kral Gyanendra lehine işlemiş izlenimi uyandırmasıdır. Neden mi? Çünkü kendisinin önündeki tüm veliahtlar ‘öldürülmüş’ ve tahta çıkması adeta ona bahşedilmiştir. Ölen kralın, ‘komünizme karşı kararlı bir şekilde mücadele etmemesi’ ve ‘monarşiyi kaldırıp yerine anayasal monarşiyi getirmesi’ Hindistan ve ABD’yi rahatsız etmişti. Kral Gyanendra, Maocu gerillalarla sert bir mücadeleye girişeceğinin işaretlerini vermesiyle bu rahatsızlıkta giderilmiş oluyordu.
Şubat 2006 yılında yapılan genel seçimlerin, büyük partiler tarafından boykot edilmesi üzerine başkent Katmandu’da büyük karışıklıklar çıktı. Bunun üzerine Kral yeni reformların yapılacağı vaadinde bulundu. Birçok tutuklu Maocu gerilla serbest bırakıldı ve Maocu hareketin lideri Prachanda’ ya yakın zamanda kurulacak hükümette kendilerine de yer verileceği sözü verildi. Kasım 2006’ da taraflar arasında imzalan bir antlaşma ile 1996 yılından beri süren iç savaş sona erdi. Nitekim Ocak 2007’de yapılan genel seçimlerden sandalyelerin dörtte birini alan Maocular, temsil hakkı kazanarak meclise girdiler. Yeni mecliste kısa sürede demokratikleşme çalışmalarına başlandı. 2008 yılında Anayasa Meclisi
Akademik Analiz – Mayıs 2012
seçimlerinin yapılmasının ardından, meclis ilk toplantısında monarşinin kaldırılması kararını alıyor ve Federal Demokratik Nepal Cumhuriyeti ilan ediyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan hükümetler de ülkeyi istikrarsızlıktan kurtaramıyor. Birde buna; hükümet dışında kalan Maoist hareketine mensup on binlerce insanın, yeni hükümet ve anayasa taleplerinde bulunması ekleniyordu. Sonuç olarak, Geleneksel değerlerden ayrılarak rejim değişikliği yaşayan ülkenin demokratikleşme sürecinde bir alışma süreci yaşadığı söylenebilir. Günümüz modern toplumlarının bu süreci yüzyıllar öncesinde yaşamış olduğu bilinmektedir. Ve bu modern ülkelerin, Asya ve Afrika toplumlarını -sömürgecilik yöntemiylehimayeleri altına alması; a-)onların (sömürge altındaki ülkelerin) kendilerine özgü siyasi bir ahlak geliştirememelerine, b-)kendi öz kaynaklarını verimli bir şekilde kullanıp bunu ulusal güç unsuru haline dönüştürememelerine, c-)demokratikleşme sürecindeki adımların geç atılmasına, neden olmuştur. Modernleşme adımlarının 20. ve 21. yüzyıllarda atılması, sömürgeci devletlerce bu ülkelerin tanımlanmasında ‘geri kalmış’, ‘az gelişmiş’ ve ‘3. dünya ülkeleri’ tabirlerinin kullanılmasına sebep oluyor. Ve bu tabirlerin kullanılmasındaki asıl sebep, hiçbir zaman kendilerinde aranmıyordu. Cenk TAMER Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
24
Akademik Analiz – Mayıs 2012
25
Obama ve Ortadoğu: Kimlik ve Söylem Bağlamında Bir Analiz Çağla Lüleci 4 Kasım 2008'de yapılan ABD başkanlık seçimlerinde Barack Hussein Obama’nın ABD'nin 44. devlet başkanı seçilmesi ve 20 Ocak 2009 tarihinde bu görevi George W. Bush'tan devralması, sadece ABD’de değil, Türkiye’de ve tüm Ortadoğu coğrafyasında “yeni bir dönemin” başlaması konusunda büyük bir umut doğurmuştur. Bu, çokları tarafından abartılı olarak algılanan iyimserliğin elbette birden çok sebebi vardır.
Ö
ncelikle, 9/11 terör saldırıları sonrası “terörle savaş” politikasının “Müslüman ülkelere müdahale” boyutuna geldiği yorumları, Bush devrinin kapanmasının Obama’dan bağımsız olarak iyimserlikle karşılanması sonucunu doğurmuştur. Direkt olarak Obama ile ilgili olan sebepleri ise kimlik ve söylem algıları üzerinden tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, Obama’nın seçim sonrası ülke ziyareti tercihleri, ve basın açıklamalarındaki konuşma dilinde barış, çok taraflı (multilateral) dış politika, ülkeler ve gruplar arası dayanışma gibi kavramlara yaptığı vurgu uluslararası arenada oluşan olumlu algının en önemli sebeplerinden biridir. Son olarak, Obama’nın ABD tarihindeki ilk siyahî devlet başkanı olmasının dışında, çok kültürlü bir aile yapısından gelmesi, hem
Akademik Analiz – Mayıs 2012
ABD’deki çeşitli gruplar, hem Avrupa, hem de Müslüman ülkeler açısından umut verici olmuştur. Bu çok kültürlülük konusunu kısaca açmak gerekirse; Obama Amerikalı bir anneye sahip bir Protestan Hristiyansa da, babası Kenyalı’dır. Üstelik, annesinin ikinci eşinin Endonezyalı (ve Müslüman) olması sebebiyle, Obama çocukluğunun 5 yıl gibi bir süresini Endonezya/Cakarta’da geçirmiştir. Bunların dışında, Obama’nın Demokrat Partili bir hukukçu olması sebebiyle özellikle Müslüman dünyada sloganlaşmış bir kavram olan “adalet”e birincil önem vereceği ve mevcut statükoya karşı değişimi savunacağı algıları kuvvetlenmiştir. Tüm bunların dışında, Obama’nın başkan oluşundan kısa süre sonra Kahire’de 26
yaptığı bir konuşma, Müslüman dünyayla – dolayısıyla Ortadoğu bölgesiyle- ilişkilerini oldukça olumlu etkilemiştir. Bahsi geçen konuşmada Obama, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşının İslamiyet veya Müslüman ülkelerle olmadığını, yalnızca İslam’ı radikal bir şekilde siyasallaştıran terörist gruplarla ve genel olarak terörle olduğunu belirtmiştir. Üstelik yeni ABD başkanı İslam dini ile alakalı olarak bu olumlu söyleme farklı ülkelerde yaptığı konuşmalarda da defalarca başvurmuş ve bu durum Bush döneminde ABD’nin dünyada uyandırdığı olumsuz etki ve prestij kaybını –az da olsa- değiştirmiştir. Bu genel giriş değerlendirmesinin ardından, konu güncel soru olan Obama yönetiminin Arap Baharı karşısındaki tutumunu değerlendirmeye geldiğinde, ABD başkanının 19 Mayıs’taki konuşmasında geliştirdiği söylemi değerlendirmek yerinde olacaktır. Obama konuşmanın başında ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı kapsayan bölgeye olan tarihi, ekonomik ve siyasi bağlarından bahsetmiştir. Bölgedeki hareketleri demokrasi talebi olarak değerlendiren ve ABD yönetiminin değişime olumlu baktığını söyleyen Obama, Usame Bin Ladin’i öldürerek El-Kaide’ye karşı kazanılan başarıdan da söz etmiştir. Bölge halkının terör ve şiddete başvurmadan, demokratik ve barışçıl yollarla değişim taleplerini dile getirmesinin, hem ABD’nin terörle mücadele politikası kapsamında, hem de bölge güvenliği açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirmiştir. Protestolara sert yöntemlerle karşılık veren ve insan haklarını hiçe sayarak ayaklanmaları bastırma yoluna giden bölge liderlerine karşı şiddet içeren tepkiler gösterebileceklerini açıkça dile getiren Obama; bunun yanında ABD olarak değişime diplomatik, ekonomik ve stratejik olarak her türlü desteği vereceklerini açıklamıştır. Daha önce bahsettiğimiz Mısır
Akademik Analiz – Mayıs 2012
konuşmasına da vurgu yapan Obama, karşılıklı çıkar ve saygı esasının yanı sıra, bölgenin istikrarı ve bireylerin geleceklerini tayin hakkını da öncelik olarak kabul ettiklerini, bu bağlamda bölgedeki statükonun devam ettirilmesinin artık mümkün olmadığını, kısaca değişim taleplerine direnmenin boşuna olduğunu belirtmiştir. Söz konusu bölgede meydana gelen veya gelmesi muhtemel olan ekonomik istikrarsızlık konusuna da değinen Obama, Dünya Bankası, IMF, Avrupa Bankası gibi oluşumların da bölge ekonomisini desteklemek konusunda çalışmaları olduğunu ve olacağını vurgulamıştır. Bu girişim bölgede politik istikrara katkı sağlayacak olan ekonomik iyileşmenin yaşanmasını sağlamakla kalmayacak; aynı zamanda bölge ülkelerini dünya ekonomisine entegre edecektir.
Arap Baharı üzerine konuşmasının dışında, İsrail-Filistin sorununa da değinen Obama, bölgede iki devletin de dahil olduğu bir çözümü desteklediklerini ve bu amacın demokratik yollarla gerçekleşmesi için müzakerelerin gereğini vurgulamıştır. Bu barışçıl söylem ise, özellikle Bush döneminde İsrail-Filistin sorununa ilişkin ABD’nin “yanlı” bir tutum sergilediği görüşünü şiddetle savunan gruplar tarafından oldukça olumlu bir yaklaşım olarak değerlendirilmiştir.
27
Obama’nın 19 Mayıs konuşması birçok çevre tarafından olumlu olarak değerlendirildiyse de, önemli eksiklikleri olduğu görüşü yine geniş bir çevre tarafından benimsenmiştir. Öncelikle, Ortadoğu sorunlarına karşı bu olumlu tutumun sadece söylemsel boyutta kaldığı, somut çözümler üretmek konusunda yetersiz olduğu görüşleri oldukça yaygındır. Bir diğer konu, konuşmada Mısır ve Tunus gibi ülkelere yapılan yoğun vurgunun dışında, benzer durumdaki diğer ülkelerin ihmal edildiğidir. Bu ihmalin olası sebepleri üzerine birçok değişik yorum olduğunu vurgulamakla beraber, başka bir analizin konusu olduğundan bu değerlendirmede söz konusu görüşlere ver verilmeyecektir. Bir diğer –haklı- eleştiri ise, bu konuşmanın ve mevcut çözüm önerilerinin olması gerekenden geç geldiği konusudur. Ki malum olduğu üzere Ortadoğu’daki ayaklanmalar 2010 Aralık ayından bu yana devam etmektedir.
Akademik Analiz – Mayıs 2012
Obama’nın Ortadoğu politikası ve dünyadaki genel yankılarını kimlik ve söylem bağlamında kısaca özetledikten sonra genel bir sonuç değerlendirmesi yapmakta fayda var. Amerika’yı dünya düzeni ve güvenliği açısından sorumlu saymak konusunda Bush yönetimiyle benzer görüşlere sahip olan Obama, Ortadoğu’daki mevcut durum karşısında somut çözümler üretmek konusunda yetersiz kalmaktadır. Yinelemekte fayda var ki, Obama’nın başkanlığının ilk dönemlerinde Müslüman dünyada uyandırdığı olumlu algı ve “yeni bir dönem”in açıldığına olan umut dolu inanış göz önünde bulundurulursa, Ortadoğu’da barış ve istikrar çabalarının yetersizliği daha iyi anlaşılacaktır. Çağla LÜLECİ Dokuz Eylül Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
28
AYIN DÜŞÜNÜRÜ
İsa Yusuf Alptekin Kemal Oğuz Çakır “Gönül arzu eder ki, Türkistan meselesinin halledilmesi davasında öncülük şerefi, Türkiye'nin hakkı olsun....” İsa Yusuf Alptekin (1901-1995).
1
901 yılında Doğu Türkistan'ın Kaşgar vilayetine bağlı Yenihisar kazasında dünyaya gelmiştir. Doğu Türkistan’da fenni eğitim yapan okul olmadığı için dini eğitim veren okulda okumuştur. Öğrenimini tamamladıktan sonra çeşitli memuriyet görevlerinde bulunmuştur. 1926 yılında Batı Türkistan’a geçerek burada milli mücadele taraftarlarıyla irtibata geçmiştir. 1931’de Hoca Niyaz tarafından başlatılan ayaklanma sırasında Doğu Türkistan’daki valilerin halka yaptıkları zulmü Çin hükümetine anlatarak, bu durumun önlenmesini, aksi takdirde ayaklanmanın yayılacağını, Rusya'nın işgalinin söz konusu olacağını ifade etmiştir. Alptekin’in siyasi hayatı Batı Türkistan’daki Çin diplomatik misyonunda aldığı vazife ile başlamıştır. 1932 yılında milli mücadele gereği Çin’e geçen Alptekin, 1936 yılında, 1947’ye kadar sürecek olan Çin Meclisi üyeliğine seçilmiş ve Çin parlamentosunda Doğu Türkistan’ı temsil etmiştir. Mücadelesini daha çok siyasi alanda yoğunlaştırmıştır. 1944'te İli'de başlayan Akademik Analiz – Mayıs 2012
ayaklanma neticesi kurulan hükümete girmesini İlililer istememiştir. Ancak üç yıl sonra hükümetin genel sekreterliğine getirilmiş, bu esnada da Uygur Kültür Cemiyeti ile Doğu Türkistan Gençlik Teşkilatı’nın genel başkanlığını yapmıştır. Bir yıldan fazla kaldığı bu görev esnasında, Rusya'nın ve Çin'in tepkilerini üzerine çekmiş, 1949'da Çin'in Doğu Türkistan’ı işgali ile birlikte Keşmir’e iltica etmiştir. 1954 yılında Türkiye'ye gelmiş ve Türk vatandaşlığına geçmiştir. Türkiye'ye gelir gelmez İstanbul'da Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti'ni kurarak, bundan sonraki faaliyetlerini Doğu Türkistan davasının dünya kamuoyuna anlatılması üzerinde yoğunlaştırmıştır. Doğu Türkistan’ın Sesi, Tanrı Dağları ve Altay isimlerinde üç dergi ile Erk adında bir gazete çıkarmıştır. Türk-İslam dünyasından getirttiği kitaplarla Yusuf Has Hacib Kütüphanesi’ni kurmuştur. 1960 yılında Yeni Delhi’de toplanan AsyaAfrika Konferansı’na, 1962’de Bağdat’ta, 1964’te Somali’de Mogadişu’da, 1965’de 29
Mekke’de, 1978’de Karaçi’de toplanan İslam konferanslarına katılarak 1980 yılında Mekke’de düzenlenen Dünya İslam Birliği Kurucular Meclisi üyeliğine seçilmiştir. Bu toplantı ve konferanslarda Doğu Türkistan’ı temsil ederek Doğu Türkistan lehine kararlar alınmasına vesile olmuştur. Doğu Türkistan mücadelesini daha geniş kitlelere duyurmak isteyen Alptekin, 1983 yılında Doğu Türkistan Neşriyat Merkezi’ni kurmuştur. İsa Yusuf Alptekin 17 Aralık 1995 gecesi vefat etmiştir. Eserleri arasında Doğu Türkistan Davası, Unutulan Vatan Doğu Türkistan, Doğu Türkistan İnsanlıktan Yardım İstiyor, Türkistan Şehitleri, Demir Perde Arkasındaki Müslümanlar, Esir Doğu Türkistan İçin, Resimli Doğu Türkistan, Büyük Doğu Türkistan Hakkında Muhtıra, Doğu Türkistan’ın Hür Dünyaya Çağrısı, Doğu Türkistan’ın Sesi bulunmaktadır. İsa Yusuf Bey'in hayatı hakkında kısa bir değerlendirme yapıldığında şu noktalan tespit etmek mümkündür. İsa Yusuf Bey, diğer Türkistanlı liderlerden farklı olarak diplomat yönü ağır basan bir şahsiyettir. Meselelerin şiddetten ziyade aklı selim ve uzun vadeli çalışmalarla halledileceğine inanır .Batı Türkistan'da vazife yaptığı yıllar onun ufkunu genişletmiş ve dünyayı ,daha iyi tanımasına fırsat vermiştir .Bu görevleri sırasında Türk ve İslam dünyasını da yakından tanımak imkanını bulmuştur . 1938-39 yıllarında Hindistan, S. Arabistan, Mısır, Türkiye, İran, Irak, Lübnan, Afganistan gibi ülkelere yaptığı seyahatler Türk ve İslam dünyasının gücü hakkında da çok mühim fikirler edinmesini sağlamıştır. 0, bu seyahatler sırasında pek çok devlet adamı ile görüşerek devlet tecrübesini de Akademik Analiz – Mayıs 2012
arttırmıştır. Böylece İsa Yusuf Bey, ender kıymette bir devlet ve siyaset adamı olarak siyasi arenada hak ettiği yeri kazanmıştır. Onun her gittiği yerde Türk ve Müslüman talebelerle ilgilenmesi, onları daha iyi şartlar içinde okutmak istemesi, cemiyetler kurup, gazete ve dergi yayınında bulunması eğitim ve kültüre verdiği önemi gösterir. ''İyi adam, iyi iş'' prensibi, Batı Türkistan'da iken tanıştığı Özbek Türklerinin milli şairi Çolpan'ın ''İsa Bey, bize adam lazım, her konuda yetişmiş adam lazım, sözlerinin fiiliyata geçirilme isteğini ifade eder. İsa Yusuf Bey sarsılmaz bir İmanın adamıdır. Mücadele azminin kaynağı bu sarsılmaz imandır. Gençlik yıllarında başlayan mücadele hayatı, hicretler, eziyetler, türlü sıkıntılarla devam etmiş ve hürriyet aşkı 90 yaşında bile gönlünü alev alev yakmaktadır. Doğu Türkistan'ın istiklaline kavuşacağına dair ümidi hiçbir zaman bitmemiştir. İsa Yusuf Bey, bu ümidi kutlu bir kurtuluş olarak görmüştür. Kırk atlısı ile Çin Sarayını basan büyük atası Kürşad gibi Doğu Türkistanlı Türklerin Bağımsızlık sembolü olmuştur. İnancı ve düşünceleri ile şekillenen bu kurtuluşun kültür ve ekonomik gücün birleşmesi ile gerçekleştirilebileceğine inanmıştır ve her fırsatta bunu dile getirmiştir. Doğumundan ölümüne 90 yıl boyunca bütün ömrünü mücadele ile geçiren bu iman ve mücadele adamına hayranlık duymamak imkânsızdır. İnşallah bu büyük insanın hayat hikâyesi tüm esir kalmış milletlere ve bağımsızlık için çaba veren tüm Türk Dünyasına örnek teşkil eder… Kemal Oğuz ÇAKIR Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 30
Ulus Devletleşme Sürecinde Tarihçiliğin Rolü ve Tarih Yazımında Nesnellik Tartışmaları N. Ümit Tol Tarihsel olarak incelendiğinde, denilebilir ki, tarihi ideolojik bir argüman olarak kullanmak ve tarihte sapmalar oluşturmak gereksinimi ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla yoğunluk kazanmıştır.
U
lus devletleşmeyle birlikte tarihçiliğin saf akademik, entelektüel bir heves olmadığı, özellikle devletlerin onu iştahla kullandığı, otoritesini kendi teb’asına ya da cemaatine ya da başka unsurlardan oluşan teb’a ya da cemaatlere meşrulaştırırken tarihten büyük ölçüde istifade ettiği görülmüştür. Bu süreçte devletlerin tarih tekelleri kurmaları ve dayandıkları tarih metafiziğinin dışında alternatif tarihçiliklere soluk aldırmamaları bunun en açık göstergesi olmuştur. Ulus devletleşme süreciyle eş zamanlı olarak etnik varlığa dayalı bir siyasallaşma ortaya çıkmıştır. Bu süreçte etniklik, ulus devlet tarafından varlığını meşrulaştırmak ve belirli bir seküler sadakat çerçevesi oluşturmak için kurgulanan bir ürün olmuştur. Dolayısıyla ulus devletin oluşumu sürecinde başvurulan etnik kimlik ile reel kimlikler çoğu kez örtüşmemiş, bu yüzden ulus devletin kültür ve eğitim
Akademik Analiz – Mayıs 2012
politikasının temeli bu örtüşmemişlik sorununu çözme ekseninde şekillenmiştir. Bu bağlamda devletlerin ulusal niteliklerle kendilerini meşrulaştırma sürecinde kendi muhayyel ulus anlayışlarının tarihsel temellendirmesini yaparken başvurdukları, süreklilik arz eden, tarihin derinliklerinden modern dönemlere ve ulus devletin yapıcılığına kadar bozulmadan gelen bu etniklik anlayışı kurgusal ve ideolojiktir. Böyle bir etnik temel, ulus devletlerin resmi ideolojisi içinde tarih yazıcılığı yoluyla üretilmekte ve bu üretime dayanılarak yurttaşlara standart bir kimlik kodu sunulmaktadır. Söz konusu tarih biçimi, yazılı ve mitseldir. Oluşturulan kültür ve eğitim politikaları aracılığıyla bireylere ulaştırılır, tıpkı 19.yüzyıl ortalarından itibaren Alman mekteplerinde Almanya’nın üstünlüğü temasının işlenmesi ya da Almanlar’a 31
yenilmiş olan Fransa’da eğitimin Fransız milliyetçiliğinin amaçları doğrultusunda kullanılması gibi. Eğitim ile birlikte kitle iletişim araçlarının da yardımıyla birey yoğun bir manüplasyon bombardımanına tutulur. Sonuçta ortaya, geçmişine ilişkin olarak ‘‘biz…imişiz’’, ‘‘biz…den gelmişiz’’ biçiminde hikaye kipinde konuşan ve tarih bilinci bundan ibaret olan yurttaşlar çıkarılır. Bunun dışındaki geçmiş bilgisi ise ağır bir sansüre uğrar ya da bu biçimdeki geçmiş bilgisini kişi kendisine saklamak zorunda kalır. Bu süreçte tarih yazıcılığının rolü açıktır.
nesnelliğin mümkün olmadığı ve hiçbir zaman objektif bir tarih yazılamayacağı söylenebilir.
Ulusa ilişkin kimliğin inşasında önemli ve işlevsel bir rol üstlenen tarihçilik bu inşa sürecinde efsanevi, tutarlı, süreklilik arz eden, doğrusal bir tarih inşa etmeye çalışır. Bu çeşit bir tarih, senaryovari ve pragmatiktir. Tarih yazıcılığı, bu inşa süreci içinde, kendi savlarını yaralayacak örnekler ve olayları görmezden gelir. Çünkü amaç doğru tarih yazmak değil, milli bilinç aşılamak ve böylelikle manüple edilen kitlelere, ulusun temsilcisi olan devlet aygıtının yapıp etmeleri bakımından meşrulaştırıcı argümanlar sunmaktır. Tarih yazıcılığının ulus devletleşme sürecindeki tüm bu özellikleri, beklentilere hizmet ettirilmek istenen geçmişin böyle oluşturulduğunu göstermekle birlikte başka bir sorunu gündeme getirir: Tarihte nesnellik mümkün müdür? Tarihte Nesnellik Sorunu: Objektif Bir Tarih Yazılabilir mi? Tarih, daima belli politikaları ve ideolojileri yönlendiren ve temsil eden bir görüş ve anlayışla ele alınmıştır. Bu anlamda tarihçiler etki altındadırlar ve aynı zamanda tarihin bir parçasıdırlar. İlerleyen süreç içinde bulundukları nokta, geçmişe hangi açıdan baktıklarını belirler. Dolayısıyla bu açıklamalar ışığında tarihte
Akademik Analiz – Mayıs 2012
Tarihte nesnellik tartışmasıyla ilişkili sorunlar, tarihçiyi belli bir tema seçmeye yönelten değerlerin, belgelerin yanlı ya da yetersiz yorumlanması sonucunu doğurabilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu noktada tarihçilerin yapabileceği, geçmişin kendilerine göre anlamlı ve önemli olan alanlarında, geçmişin hakikatlerine ellerinden geldiğince sadık kalmaktır. Bu açıdan yerine getirilmesi gereken üç koşul vardır. İlk olarak tarihçi, kendi kabullerini ve değerlerini çok titiz bir incelemeden geçirerek elindeki araştırmaya uygun olup olmadıklarına bakmalıdır. Belli bir davaya bağlı olmadıkları halde, mensup oldukları toplumsal grubun sorgulanmadan kabul ettiği değerlerin bilinçsiz taşıyıcısı haline 32
kolaylıkla gelebilecek olan tarihçiler için özellikle önemlidir. İkinci olarak, bulguları beklentilere göre özümseme riskini azaltmak için, araştırmanın doğrultusunu, kanıtların ışığı altında kabul edilecek, reddedilecek veya değiştirilecek açık bir hipotez şeklinde baştan belirlemek yararlı olur; ayrıca tarihçi, kendi yorumunu eleştirel bir gözle inceleyen ilk kişi olmalıdır her zaman. O halde araştırmacılara uygun düşen davranış tarzı, toplumsal bağlantıdan kaçınmak değil, seçtiği belirli zaman dilimiyle niye ilgilenmekte olduğunun tamamen bilincine olmak ve sonuçlarını destekleyen bulgular kadar çürüten bulgulara da saygı göstermektir. Üçüncü ve en önemli koşul da, tarihçilerin çalışmalarında tarihsel bağlamı göz ardı etme tehlikesinden olabildiğince kaçınmalarıdır. Bu üç koşula uyulması halinde tarih yazıcılığında tahrifatın önü büyük ölçüde alınmış olacaktır. Ancak bu, tartışma ve anlaşmazlıkların biteceği anlamına gelmez. Tarihi yazanlar kendilerini daha iyi tanısa, çalışmalarını açık hipotezler üzerine kursa ve tarihsel bağlama gereken saygıyı gösterse tarihe ilişkin yargılarında mutabakata varırlar, diye düşünmek yanlış olur. Kimse kendi kabullerini veya daha önceki bir çağa ait olanları bir çırpıda kenara atamaz. Olguları birbirleriyle çelişkili hipotezleri destekleyecek biçimde değerlendirmek çoğu kez mümkündür. Kaynaklar geçmişteki bir durumu asla kendi bütünlüğü içinde yakalayamayacağından, tarihsel bağlam kavrayışı da her bir araştırmacının iç görüsüne ve deneyimine göre değişecek olan düş gücü yeteneğine bağlıdır yine. Tarihsel araştırmanın öyle bir tabiatı vardır ki, ne kadar profesyonelce yaklaşılsa da, her zaman birden çok yorum çıkacaktır ortaya. Nitekim tarih, yorum demektir ve tarihin kurulmasında yorum vazgeçilmez bir rol oynar.
Akademik Analiz – Mayıs 2012
Sonuç Ulusal kimliği inşa ederken devletlerin çokça kullandığı tarih yazıcılığının, bu özelliği ile nesnel olamayacağı ve objektif bir tarih yazımının olanaksızlığı anlatıldıktan sonra son olarak bu realite karşısında takınılabilecek değişik tavırlar üzerinde düşünmek gerekir. Öncelikle bilim ahlakının kuşkuculuk ilkesini yazım yönteminin merkezine yerleştirmek hayati önem taşımaktadır. Bu da tarih yazıcısının bir parçası olduğu topluma ait kalıplaşmış, geleneksel, donmuş inançlara, düşüncelere ve dogmalara kuşkuyla yaklaşmayı ve bunun sonucunda da toplumdan dışlanmak riskini göze alabilmeyi gerektirir. Tarih yazımının devletler tarafından nasıl bir ideolojik argüman olarak kullanıldığı, inançların ve dogmaların iktidarlarca nasıl desteklendiği bilinmektedir. Dolayısıyla bu anlayışa uygun olarak tarihçiden beklenen; geleneksel, hakim inançları sorgulamak değil, buna koşulsuz teslim olmaktır. İşte bu nedenle yazım yönteminin merkezine kuşkuculuğu yerleştiren tarih yazıcısı, bu özelliği ile toplumdan tecrit edilmek riskini de her zaman alıyor demektir. Öte yandan tarihçinin, aralarında çatışmalı bir biz ve öteki konumu oluşturulmuş toplulukların ilişkilerinin tarihini eleştirel bir bakış açısıyla yazma çabası da en az donmuş inançlara, dogmalara teslim 33
olmamak, kuşkuculuğu yazım yönteminin merkezine yerleştirmek kadar önemlidir. Çünkü ‘’öteki’’ kavramsallaştırması bu ilişkilerin belli bir ideolojik bakış açısından yorumlanmasıyla meydana gelmiştir. Geliştirilecek eleştirel bir bakış açısı, oluşturulmuş olan öteki kavramsallaştırmasının ötesine geçebilmenin temel şartıdır. Tüm bu tavırların geliştirilmesi, son tahlilde tek bir esaslı tavrı işaret etmektedir: Barışçı bir tarih yazımı anlayışı. Nesnel olmayan, taraflı, ideolojik birçok tarih yazıcılığının yanında şüphesiz barışçı tarih yazıcılığı da tarafsız değildir, yanlıdır. Ancak barıştan yanadır. Oluşturacağı ya da oluşturabileceği tahrifatlar da tüm diğer yanlı, ideolojik tarihçiliklerin yapacağı tahrifatlardan daha az kabullenilebilir değildir. N.Ümit TOL Marmara Üniversitesi İktisat Tarihi
Akademik Analiz – Mayıs 2012
Yararlanılan Kaynaklar AYDIN, Suavi. Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Sorunu Üzerine, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2009. CARR, Edward Hallett. Tarih Nedir?, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009. COLLINGWOOD, Robin George. Tarih Tasarımı, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2010. İNALCIK, Halil. Tarih ve Politika, Kılavuz Dergisi, 2006, Sayı 38. MARDİN, Şerif. İdeoloji, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010. ÖZBARAN, Salih. Tarih, Tarihçi ve Toplum, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005. ÖZBARAN, Salih. Tarihin Alanı ve Yöntemi Üzerine Son Gelişmeler, Tarih ve Toplum Dergisi, 1987, Sayı 38. PERRY, Matt. Marksizm ve Tarih, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010. SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ. Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, İstanbul: Metis Yayınları, 2001. TEKELİ, İlhan. Birlikte Yazılan ve Öğrenilen Bir Tarihe Doğru, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010. TOSH, John. Tarihin Peşinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2011.
34
Makale Çağrısı Uluslararası ilişkiler, tarih, siyaset, iktisat ve uluslararası hukuk gibi sosyal bilimler alanlarında söyleyecek sözünüz mü var? Bu konulara ilgi duyuyor ve okumak yanında yazmaya da sıra geldiğini mi düşünüyorsunuz? Daha önce hazırladığınız ödevleriniz, projeleriniz, makaleleriniz hiçbir yerde yayınlanmadan rafta tozlanmaya mı terk edildi? Eğer siz de yazılarınızı bütün dünyayla paylaşmak istiyorsanız, ortalama 400 ila 2.500 arası kelimeden oluşan makale teklifinizi
dergi@akademikmakalem.com adresine gönderiniz. Makaleleriniz Türkçe veya İngilizce dillerinde olabilir. Yazınıza tam adınızla birlikte okuduğunuz/mezun olduğunuz üniversitenizin ve bölümünüzün ismini yazmayı unutmayınız. Saygılarımızla Akademik Analiz Dergisi akademikmakalem.com Son gönderme tarihi:
25 Mayıs 2012
Akademik Analiz – Mayıs 2012
35