Şubat 2012
Bildiğiniz akademik dergilerden farklı…
AYLIK SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
Yıl: 1 Sayı: 1
AKADEMİK ANALİZ Hem seviyeli, hem keyifli…
Euro Bölgesi Krizi ve Avrupa’nın Geleceği Küresel Ekonomik Krizin Avrupa Birliği’ne Etkileri – Tuğçe Gençtürk Avrupa’ya Yeniden Bakmak: Aksak Süvari, Kayıp Çivi – Göktuğ Sönmez Hangi AB’ye Doğru Yol Alıyoruz? – Samet Zenginoğlu Avrupa Birleşik Devletleri – İmdat Özen Akademik Analiz – Şubat 2012
AkademikMakalem.com sitesinin katkılarıyla
1
AYLIK
AKADEMİK ANALİZ
SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER
Hem seviyeli, hem keyifli…
DERGİSİ
Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi
KÜNYE GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK yanarisik@akademikmakalem.com EDİTÖRLER GÖKTUĞ SÖNMEZ goktugsonmez@gmail.com SAMET ZENGİNOĞLU sametzenginoglu@gmail.com KEMAL OĞUZ ÇAKIR oguzcakir84@hotmail.com İLETİŞİM dergi@akademikmakalem.com YAYIMCI
Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz.
*Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur. Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.
Akademik Analiz – Şubat 2012
2
Akademik Analiz’den Yepyeni bir aylık aktüel sosyal bilimler dergisi olan Akademik Analiz ilk sayısıyla karşınızda. Bu ayki konumuz “Euro Bölgesi Krizi ve Avrupa’nın Geleceği.” Daha önce birçok badireyi atlaşmış olan Avrupa Birliği bakalım Avrupalı liderlerin de itiraf ettiği üzere bu kez epey ciddi görünen krizi aşabilecek mi?
B
u ilk sayısıyla birlikte yepyeni bir sosyal bilimler dergisi yayın hayatına başlıyor. “Hem Seviyeli Hem Keyifli” sloganını benimseyen dergimiz, akademik vasıflara sahip yazarların, genel beklentinin aksine, sıkıcı ve teknik olmayan keyifli bir üslupla gündemi ve dünya meselelerini analiz ettikleri seviyeli bir kaynak olmayı hedefliyor. Dünyanın her tarafından çeşitli üniversitelerde uluslararası ilişkiler, tarih, ekonomi, hukuk ve siyaset bilimi gibi sosyal bilimler alanlarında eğitim gören ve görmüş herkese kapısını açık tutarak, dinamik ve yenilikçi bir platform olma iddiasını taşıyor. İlk sayımızın konusu “Euro Bölgesi Krizi ve Avrupa’nın Geleceği.” Avrupa Birliği tarihi aynı zamanda krizler, zirveler ve çözümler tarihi olarak da adlandırılabilir. Birlik ülkeleri şimdiye kadar karşılaşılan problemleri az hasarla ve daha fazla entegrasyon yoluyla aşmayı başardılar. Euro bölgesine dâhil ülkelerin altına girdiği kamu borç yükü sebebiyle, şimdi yeni ve zorlu bir krizle daha karşı karşıyalar. Fakat Avrupalı liderlerin de itiraf ettiği üzere, bu kez durum epey ciddi görünüyor. Son aylarda yüksek beklentilerle gerçekleşen birçok toplantı henüz umulan çözümü sağlayamadı. Sorunun çözümü için hararetli tartışmaların yaşandığı liderler zirvesinden önce Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas
Akademik Analiz – Şubat 2012
Sarkozy Avrupalılara şöyle sesleniyordu: “Avrupa’nın infilak etme ihtimali hiçbir zaman şu anki kadar büyük olmamıştı. Avrupa çok tehlikeli bir durumla karşı karşıya. Eğer birlikte çözüm bulmak istiyorsak, duruma uygun bir teşhis koymamız lazım.” Pek çok kişi gibi Sarkozy’nin teşhisi de güven uyandırması gereken Euro’nun hiç de güven vermiyor olmasıydı. Görüşmeler esnasında Euro bölgesi dışında olan İngiltere’nin kendisine istisnai koşullar sağlanmadığı için AB anlaşmasında bir değişiklikle sorunun çözülmesine karşı çıkması gibi gelişmeler durumu daha da karmaşıklaştırdı. Böylelikle, AB içerisinde daha sıkı bağları olan ve entegrasyon yönünde çok daha ciddi adımlar atan bir çekirdek grup oluşması ihtimali güçlenmiş oldu. Bu sayımızda yazarlarımız genel olarak ana konu çerçevesinde, AB’nin tarihini, Avrupa ülkelerinin içine düştükleri ekonomik krizi, yaşanan sorunları, AB’nin geleceğiyle ilgili tartışmaları ve Türkiye-AB ilişkilerini irdeliyorlar. Keyifli okumalar… Oğuzhan YANARIŞIK Genel Yayın Yönetmeni
3
Akademik Analiz – Şubat 2012
4
AYLIK SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER
AKADEMİK ANALİZ
DERGİSİ
İÇİNDEKİLER
Akademik Analiz’den – Oğuzhan Yanarışık ........................................................................ 3 Küresel Ekonomik Krizin Avrupa Birliği’ne Etkileri – Tuğçe Gençtürk .......................... 6 Hangi AB’ye Doğru Yol Alıyoruz? – Samet Zenginoğlu ................................................... 11 Çok Kültürlülük ve Avrupa Birliği – Süleyman Gök ........................................................ 16 Avrupa’ya Yeniden Bakmak: Aksak Süvari, Kayıp Çivi – Göktuğ Sönmez .................. 18 Avrupa Birleşik Devletleri – İmdat Özen ........................................................................... 22 AB’nin Tarihsel Sürecinde AB–Türkiye İlişkilerine Bir Bakış – Elvan Dürbin ............. 26 AB’ye Giden Yolda İlk Adım: Neden, Ne Zaman, Nasıl? – Samet Zenginoğlu .............. 32 Avrupa Entegrasyonunun Fikir Babası Jean Monnet – Kemal Oğuz Çakır .................. 35 AB’nin Orta Asya ve Güney Kafkasya Politikası – Soner Özçelik ................................... 38 1950’li Yıllar Türkiye’sinde İktisadi Durum Ve Demokrat Parti – Ümit Tol ................. 43
Akademik Analiz – Şubat 2012
5
Küresel Ekonomik Krizin Avrupa Birliği’ne Etkileri Tuğçe Gençtürk 2008 yılının son çeyreğinden itibaren dünya, önce finans piyasalarını sonra da reel ekonomileri etkisi altına alan büyük bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Hızla küresel bir boyut kazanan krizin dünya ekonomileri üzerindeki etkileri yıkıcı bir şekilde ortaya çıkmış; finansman koşullarındaki bozulma ve toplam talebin gerilemesiyle birlikte küresel ticaret hızla yavaşlamıştır.
K
üresel ekonomi II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük daralmayı yaşamıştır. ABD’nin dördüncü büyük yatırım bankası olan Lehman Brothers’ın iflas etmesiyle patlak veren kriz kısa sürede tüm dünyaya yayılarak küresel çapta bir mali ve reel sektör krizine dönüşmüştür.
kuruluşlar 5 yıl önce, kredibilitesi zayıf olan kişilere de mortgage kredisi vererek, geri dönüşü riskli bir mali yapıya girmişlerdir. Sadece dar gelirlilerin kullandığı ve ‘subprime’ olarak adlandırılan ‘yüksek riskli krediler’in boyutu 1,5 trilyon doları bulmaktadır.
ABD’de başlayan küresel krizin temelinde mortgage piyasasına ilişkin sorunlar bulunmaktadır. ABD’de ortaya çıkan ve tüm dünyayı olumsuz etkileyen mortgage sektörü, ilk olarak üç yıl önce sorun yaratmaya başlamıştır. ABD mortgage piyasası, 10 trilyon dolarlık büyüklüğüyle dünyanın en büyük piyasası konumunda bulunmuştur. ABD’de, para hacminin yüksek olması nedeniyle, bazı finansal
5 yıl öncesine kadar ABD’de faizler son derece düşük olduğu için özellikle orta ve alt gelir grubundaki kişiler değişken faizli kredileri kullanmayı tercih etmişlerdir. Ancak, ABD Merkez Bankası’nın (Fed) son iki yılda faiz oranlarını artırması, konut sektörünün durgunlaşmasına neden olmuştur. Konut satış fiyatları ile kira gelirlerinin de piyasa düzeyinin altına inmesiyle, bu krediyi kullanan düşük gelirli
Akademik Analiz – Şubat 2012
6
gruplar, kredilerini düzenli olarak ödeyemez hale gelmiştir. Bankaların, tüketicilere satın alacakları ev ve dairelerin bedelinin tamamını, hatta değerinin yüzde 110 oranında borçlanma fırsatı vermesi, kredilerin geri dönüşünü zora sokmuştur. ABD’de bankalar konut kredileri için gereken parayı yatırım bankalarında ihraç ettikleri tahviller ile borçlanarak sağlamaktalardı. Ancak, kredilerin geri dönüşümü zora girince yatırım bankaları ve ABD mortgage piyasası için da çanlar çalmaya başlamıştı. Buna yönelik AB’de bütçesel ve makroekonomik gözetim ve denetimi güçlendirmeyi amaçlayan kapsamlı bir ekonomik yönetişim paketi kabul edilmiştir. Ayrıca, makroekonomik istikrarsızlıkları gidermeye yönelik olarak alınan önlemler çerçevesinde, Avrupa İstikrar Mekanizması’nın oluşturulması planlanmış ve söz konusu mekanizmanın 2013 yılının ortasında faaliyete geçmesi kararlaştırılmıştır.
Stearns’ten iki günde 17 milyar dolar para çekilmesi üzerine kurtulamayacağı anlaşılınca Fed, batışın sistemin tümüne yayılmasını engellemek için satılma ya da iflas masasına gitme seçeneklerini bıraktı. Fed, şirketin JP Morgan’a devri gerçekleşmezse Bear Stearns’e yardım etmeyeceği yönünde bilgi verince Bear Stearns yetkilileri 84 dolar olarak açıkladıkları hisse başına defter değerine rağmen hisseleri JP Morgan’a 2 dolara devretmeye razı oldu.
FED’in eski Başkanı Alan Greenspan: “Bu 50 yılda, hatta muhtemelen yüzyılda bir yaşanabilecek olay. ABD’nin bir ekonomik durgunluğa girmeden kurtulma ihtimali yüzde 50’nin altında, krizin daha da devam etmesini bekliyorum.” dedi.
Avrupa Birliği Üyesi Ülkelerde Derinleşen Borç Krizleri ve Euro Değer Kaybı’nın Türkiye Ekonomisine Etkileri:
Temel olarak krizin nedenlerini şöyle sıralayabiliriz: Mortgage kredilerinin yapısının bozulması, faiz yapısının uyumsuzlaşması, konut fiyatlarındaki balon artışlar, menkul kıymetlerin fonlanmasında yaşanan sıkışıklık, kredi türev piyasalarının genişlemesi ve kredi derecelendirme sürecindeki sorunlar. Küresel Krizin Etkileri: Krizin ilk kurbanı kim oldu? ABD’nin önde gelen bankalarından Bear Stearns, Mart ayında şirketin tamamını 236 milyon dolar olarak değerleyen hisse başı 2 dolar fiyatla JP Morgan’a satıldı. Şirketin Ocak 2007’deki piyasa değeri 20 milyar dolardı. Bear
Akademik Analiz – Şubat 2012
AB’de başlayan borç krizi, bazı ekonomik ve siyasi aktörlerce, Türkiye ekonomisinin ısındığı ve bu sebeple, ülkemize bir krizin sirayet edeceği yönünde tezler ileri sürüldüğü gözlenmektedir. Euro Bölgesi’ndeki yüksek borç stokları ve bütçe açıklarına ilişkin sorunlar AB ekonomisine ilişkin endişelerin artmasına neden olmuştur. Bu olumsuz görünüm, Euro’ya olan güvenin azalmasına ve Euro’nun dolar karşısında değer kaybetmesine yol açmıştır. Euro’da görülebilecek bir zayıflama ihracat kanalından olumsuz bir etki yaratabilir. Euro/dolar paritesindeki yüzde 10’luk bir değer kaybı, AB ülkelerine yapılan ihracatın getirisinde yüzde 16 dolaylarında bir kayba neden olmaktadır. Ancak Türkiye ekonomisinde ihracat arz esnekliği ithalat talep esnekliğine kıyasla düşüktür. Bu nedenle Euro’daki değer 7
kaybı ithalatı artırıcı yönde etki yaparken ihracatta yarattığı düşüşün sınırlı kalacağı da dikkate alınmalıdır. Avrupa Birliği'nin tüm üyeleri Euro kullanmaz. Euro’ya geçen ülkeler şunlardır: Bu ülkelerin bütününe genelde Euro Alanı veya Euro Bölgesi adı verilir.
Yunanistan ve İrlanda’daki kadar ciddi boyutlarda olmamakla birlikte uzun süre devam etmiştir. Öyle ki Portekiz, 2001 yılında İstikrar ve Büyüme Paktı (İBP) kurallarını ihlal eden ilk Euro Bölgesi olmuştur.
AB üyesi olmayıp Euro kullananlar: Monako, San Marino, Vatikan, Andorra, Karadağ, Kosova. AB üyesi olup Euro kullanmayanlar: Danimarka, İsveç, Birleşik Krallık. Bu bölgeye dâhil olan üye devletlerde ortak para birimi olan Euro’nun kullanılması ve bu ülkelerde para politikasının Avrupa Merkez Bankası (ECB) aracılığı ile tek bir elden yürütülüyor olması, bahsi geçen ülke ekonomilerinin birbirine sıkı bir şekilde bağlı olmasına ve bir Euro Bölgesi ülkesinde meydana gelen olumsuz gelişmelerin diğer Euro Bölgesi ülkelerine de kısa sürede yayılmasına yol açmaktadır. Türkiye’de kamu borcu/GSYİH oranı yüzde 41,6 olduğu bu oran, batacağı yönünde tartışmaya konu olan Yunanistan’da yüzde 142, İtalya’da yüzde 119, Portekiz’de yüzde 83, İrlanda’da yüzde 96, İspanya’da yüzde 60, Euro Bölgesi’nde ortalama yüzde 85 olduğu, 2011 yılında ise adı geçen bu ülkelerin tümünün bu borç oranlarının yüzde, yüzü geçeceği öngörülmektedir. Diğer yandan bu oranın 2010 yılında ABD’de yüzde 91,6 ve Japonya’da yüzde 220 olduğu görülmektedir. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’de borç krizleri yaşanmıştır; ancak bu ülkelerin yaşadığı krizlerin sebepleri birbirinden farklıdır. Yunanistan, dış borçlanma, mali kaynakların doğru kullanılamaması, İrlanda’da emlak piyasasında yaşanan borç krizleri sebep olmuştur. Portekiz’de ise Akademik Analiz – Şubat 2012
Krize Karşı Alınan Çözüm Tedbirleri Ve Geliştirilen Mekanizmalar Ödemeler Dengesi Fonu: Bu Fon, Euro Bölgesi dışında kalan AB üyesi 10 devletin ödemeler dengesinde yaşayabilecekleri sorunlarda ve buna bağlı olarak gerçekleşebilecek dış finansman güçlüklerinde devreye girmek üzere tesis edilmiştir. Kredi Havuzu: Bu mekanizma esas itibarıyla Yunanistan’a kredi sağlamak için tasarlanmış olup, Euro Bölgesi ülkelerinin Avrupa Komisyonu aracılığıyla sağladığı 80 milyar Euro ve IMF’nin temin ettiği 30 milyar Euro’dan oluşan 110 milyar Euro tutarında bir borç havuzudur. Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması: Bu mekanizma, mali sorunlarla karşılaşan tüm AB üye devletlerine finansal destek sağlamak amacıyla kurulmuş bir sistemdir. Küresel ekonomik kriz sebebiyle birçok üye devletin bütçe açığı ve borç sorunları yaşaması, borçlanma şartlarının geniş biçimde ağırlaşmış olması ve buna bağlı olarak Birliğin mali istikrarının ve Euro’nun bir bütün olarak risk altına girmesi bu tip bir mekanizmanın kurulmasını gerekli kılmıştır. 8
Avrupa Finansal İstikrar Fonu: Bu Fonun amacı, borç sorunları yaşayan Euro Bölgesi devletlerine geçici mali destek sağlayarak finansal birliğin mali istikrarını temin etmektir. Avrupa İstikrar Mekanizması: Bu Mekanizma, Euro Bölgesi’ne dahil olan üye devletler arasında imzalanacak bir anlaşmayla kurulacak olan hükümetler arası bir organizasyon niteliğinde Lüksemburg’da faaliyet gösterecektir. Ayrıca, Euro Bölgesi ülkeleri Maliye Bakanlarından oluşan bir Guvernörler Kurulu’na sahip olacaktır. Kurul, Mekanizma’nın en üst düzey karar alma organı olacak ve aşağıda belirtilen hususlarda mutabakatla karar alacaktır;
Euro Alanı’na dâhil olmayan devletler de gönüllülük esas olmak kaydıyla bu Pakt’a katılmaya davet edilmiştir. Pakt çerçevesinde Euro Bölgesi’nde yer alan üye devletler aşağıda belirtilen hedefleri gerçekleştirmek için gerekli tüm adımları atmayı taahhüt etmektedir: -Rekabet gücünü arttırmak, -İstihdamı arttırmak, -Kamu maliyelerinin sürdürülebilirliğini artırmak, -Mali istikrarı güçlendirmek Bu dört temel hedefin yanı sıra Pakt’a dâhil olan ülkeler arasında vergi politikalarının yakın koordinasyonunun sağlanması hususu da Pakt’ın hedefleri arasında yer almaktadır.
-Mali yardımın sağlanması, -Mali yardımın koşulları ve niteliği, -Mekanizma’nın borç verme kapasitesi, -Borçlanma araçlarının tür ve dağılımının değiştirilmesi Euro Rekabet Paktı Rekabet Paktı’nın oldukça katı bağlayıcı hükümler içermesi nedeniyle söz konusu Pakt’ın içeriğinin yumuşatılmasına karar verilmiş ve bu kapsamda oluşturulan yeni belgeye “Euro Rekabet Paktı” (Euro Plus Pact) adı verilmiştir. Pakt’ın temel hedefleri arasında kamu maliyesinde sürdürülebilirliğin sağlanması, rekabetçi bir ekonomi ve sağlıklı bir finansal sistemin oluşturulması yer almaktadır. Bu çerçevede, Euro Bölgesi ülkelerinin Devlet ve Hükümet Başkanları 11 Mart 2011 tarihinde Brüksel’de bir araya gelerek Birliğin rekabet gücünü ve ekonomik yakınsama hedefini, ekonomi politikalarında daha güçlü bir işbirliği aracılığı ile sağlamayı hedefleyen bir Pakt’ın kurulması konusunda uzlaşmaya varmışlardır. Akademik Analiz – Şubat 2012
Sonuç Parasal Birliğin, yani Euro’nun ve esasında bir siyasi birlik projesi olan AB’nin geleceği bu reformların başarısına bağlı olmakla birlikte, tasarlanmakta olan kapsamlı reformların başarıya ulaşıp ulaşmayacağını veya krize ve mevcut yapısal sorunlara karşı kapsayıcı bir çözüm olup olmayacağını bugünden öngörmek oldukça zordur. İkinci dünya savaşının yıkıntıları arasından bir ekonomik topluluk olarak çıkmayı başaran, 1990’larda Döviz Kuru Mekanizması krizini daha güçlü bir parasal birliğe geçerek Euro ile aşan AB’nin bu krizden entegrasyon düzeyini daha da artırarak çıkıp çıkamayacağı ancak zaman içerisinde belirginlik kazanacaktır. 9
Diğer yandan Dış Ticaret Hacmi/GSYH oranımızın yani dışa açıklık düzeyimizin birçok ülkeye kıyasla çok da yüksek olmadığı göz önünde bulundurulduğunda, dış talep daralmasının Türkiye ekonomisi açısından telafi edilebilir olduğu da söylenebilir. İstikrarlı bir büyüme trendi yakalamak ve cari açıkla baş edebilmek için, yurtiçi tasarruf oranlarının arttırılması da önemli bir noktadır. Bunun için ise kamu harcamalarına üst sınır koymak, bir başka deyişle mali kural uygulaması büyük önem taşımaktadır. Dış talepten ve euro/dolar paritesinden kaynaklanan durgunluğu hafifletebilmek için ise iç talebi canlandırmak gerekmektedir. Bu noktada ekonomik istikrar, güven ortamı ve finansman kanalları devreye girmektedir. Türkiye’nin yavaşlayan bir AB ekonomisinden ticaret, finans ve turizm kanalları yoluyla etkilenmesi kaçınılmazdır. Ayrıca istikrarını kaybetmiş bir AB, Türkiye için risk teşkil eder. Böyle bir ortamda AB’ye üyelik süreci ve dolayısıyla en önemli çıpalarımızdan biri zarar görmüş olur. Diğer yandan, Türkiye’nin hedefi sürdürülebilir büyümeyi yeniden yakalamaktır. İç talep ağırlıklı büyüyen Türkiye, güven ortamı ve finansman yönetimini başarıyla yürüttüğü takdirde, AB’deki olumsuz koşullara rağmen, hızlı ve sürdürülebilir büyüme trendini yeniden yakalayabilir. Nouriel Roubini’ye göre; AB ve IMF tarafından Mayıs ayında sunulan 110 milyar dolarlık kurtarma paketi sadece kaçınılmaz iflası geciktirmekte ve zamanı geldiğinde bu iflasın aniden gerçekleşme riskini de artırmaktadır. Yunanistan şimdi iflas etmek yerine düzenli bir borç yapılandırma gereksinimi içinde bulunmaktadır.
Akademik Analiz – Şubat 2012
İngiltere’nin yeni Başbakanı David Cameron ve İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt, Avrupa’nın mevcut krizi atlatması için dört önemli adım atması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. İlk olarak borç seviyeleri azaltılmalıdır. İkinci adım ise finansal sektörlerde gerçekleştirilecek düzenlemelerdir. Her ikisi de bankaların işlemlerinin daha şeffaf olmasını ve ekonominin iyi olduğu zamanlarda mevduat varlıklarını artırmaları gerektiğini düşünmektedirler. Böylece, işler kötüye gittiğinde vergi mükelleflerinin paralarına ihtiyaç duymak zorunda kalınmayacaktır. Üçüncü olarak, ekonomik büyüme getirecek şartlar geliştirmek gerekmektedir. Dünyanın en yetenekli çalışanlarına sahip olan, teknolojik olanakların merkezi ve dünyanın en büyük tek pazarı olan Avrupa aslında bu alanda büyük avantajlara sahip bulunmaktadır. Ancak çok derin yapısal sorunların var olması kıtada verimliliğin azalmasına neden olmaktadır. Avrupa’nın ortalama büyüme oranı ABD, Hindistan ve Çin’in gerisinde kalmıştır. Ayrıca nüfusun yaşlanması ve birçok kişinin emekliye ayrılıyor olması yüzünden bir saatli bombanın üzerinde oturulmaktadır. Bu nedenle, Avrupa genelinde kapsamlı bir reform sürecinin başlatılmasının gerektiğini düşünmektedirler. Atılacak son adım ise korumacılıkla mücadele etmek olmalıdır. Tarihe bakıldığında, zor zamanlarda ülkelerin kendi içine dönme gibi bir eğilimleri vardır. Her ikisi de Avrupa ekonomisinin başarısının en önemli etkenlerinden biri olan tek pazarın korunması gerektiğini ifade etmektedirler. Tuğçe GENÇTÜRK Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
10
Hangi AB’ye Doğru Yol Alıyoruz? SametZenginoğlu 2008 yılından bu yana ekonomik krizle uğraşan Avrupa Birliği’nin geleceği, önemli tartışma konularından birini teşkil etmektedir. Bu önem, ileride yaşanacak olan gelişmelerin, hem uluslararası camiada, hem Avrupa Birliği bazında, hem de Türkiye–Avrupa Birliği ilişkileri açısından üç boyutlu bir etkiye sahip olacak olması sebebiyledir.
A
rtık şu bilinen bir gerçektir ki, Türkiye ile AB arasındaki “yarım asırlık sevda”da eski heyecan yoktur. Elbette bunun çeşitli nedenleri vardır ve bu nedenler tek bir tarafa da bağlı değildir. Bunun yanında, Euro bölgesinde yaşanan ekonomik buhrana ya da Türkiye–AB ilişkilerindeki soğumaya bakarak, bu “sevda”nın sona ereceğini beklemek yanlış olacaktır. Bu analizin amacı, Türkiye’nin hangi AB’ye doğru yol aldığı, bunun içerisinde de AB’nin nereye doğru gittiği sorularına yanıt aramaktır. Bu sebeple, ilk bölümde Türk kamuoyundaki farklı Avrupa Birliği algıları ele alınacak, ardından, genel görünüm itibariyle Avrupa Birliği’nin geleceğine dair -doğru ve yanlış yönleri bulunduğu düşünülen- birkaç öngörüye yer verilecek ve son bölümde de Türkiye–AB ilişkilerinin bugünü ve (olası) yarını ele alınacaktır.
Akademik Analiz – Şubat 2012
Türkiye’deki AB Algısı Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerine dair Türkiye’de genel itibariyle dört görüş gözlemlenmiştir/gözlemlenebilir: Görüşlerden ilkine göre; zaten Türkiye’nin AB’ye hiç ihtiyacı olmamıştı. Yarım asırdır Türkiye beyhude bir çaba içerisindeydi ve hala da öyledir. Türkiye ne yaparsa yapsın bu süreçten olumlu bir netice alamayacaktır, alamaz; çünkü AB, bir Hıristiyan kulübüdür. AB’nin tek amacı, Müslüman bir ülke olan Türkiye’yi bekletmek/oyalamak ve aslında yönelmesi gereken coğrafyaya yönelmesini engellemektir. Eklemek lazımdır ki, bu görüşü benimseyenler de kendi içerisinde ikiye ayrılabilir. Bir taraf, Türkiye’nin İslam coğrafyasında yönelmesini, ilişkilerin bu coğrafya ile artırılmasını savunurken, diğer
11
taraf da Kafkasya ve Orta Asya’ya (yeniden) yönelmeyi savunmuştur. Görüşlerden ikincisine göre; Türkiye’nin AB üyeliği desteklenmelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel hedeflerinden biri olan ‘muasır medeniyetler’ seviyesine ulaşabilmek ve hatta aşabilmek için Avrupa ile bütünleşmenin sağlanması, Batı’nın kriterlerinin, Batılı standartların, Türkiye’de uygulamaya konulması, bunun için gerekli reformların yapılması ve AB üyesi bir Avrupa ülkesi olunması gerekmektedir. Ayrıca, AB ülkelerine kıyasla Türkiye’nin sahip olduğu nüfus ve bu nüfus içerisindeki genç nüfus oranı, Türkiye’nin AB içerisinde kısa sürede etkin bir konuma gelmesini sağlayacaktır. Üçüncü görüş; Türkiye’deki birçok konuda olduğu gibi bu konuda da ‘bana ne’ciliği benimsemeyen görüştür. Yani tabir-i caizse, “ben işime bakarım, onun haricinde ne olmuş ne bitmiş, eğer beni doğrudan ilgilendirmiyorsa ilgilenmiyorum” diyen bu tarafı pek çok hassas konuda da gördüğümüz için bu görüş hakkında daha fazla açıklama yapma ihtiyacı hissetmiyoruz. Türkiye’nin AB ile olan ilişkine dair Türkiye’deki son görüşe göre ise; Türkiye zaten son üç asırlık Batılılaşma süreci kapsamında Avrupa ile ilişkilerini sürdürmektedir. Yani, birinci görüşü benimseyenlerin düşüncelerinin aksine, Avrupa özelinde Batı ile olan ilişkiler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile değil, Osmanlı’nın son iki buçuk asrını kapsayan bir süreçtir. Yine bu görüşe göre, AB üyeliği sürecinde de, bu yarım asırlık “sevda”ya bakıldığında, bugün gelinen noktada Türkiye fiilen bir AB üyesi profili ortaya koymaktadır. Çünkü; birincisi, birçok alanda AB kriterleri esas alınarak yasal ve idari reformlar hayata geçirilmiştir. İkincisi, ekonomik veriler göz önünde
Akademik Analiz – Şubat 2012
bulundurulduğunda bugün birçok AB üyesi ile Türkiye mukayese edildiğinde, (her şeye rağmen) Türkiye’nin ekonomik durumunun bu ülkelere göre daha iyi seviyede olduğu görülecektir. Üçüncüsü, bugün vize alımı noktasında yaşanan problemlere ve aksaklıklara rağmen AB coğrafyasında yaşayan Türklerin sayısı ve özellikle üçüncü neslin (ilk giden gurbetçilerin torunları) bulundukları ülkenin ticari, siyasi ve akademik alanlarında daha etkin oldukları görülmektedir. Son olarak ise, kültür bağlamında da artık Türkiye’de Avrupa kültürünün büyük bir kesim tarafından benimsendiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu zaafı da gözden ırak tutmamak lazımdır. Maalesef, Türkiye Batı’nın medeniyetine yönelmesine rağmen onun kültürünü almış ve benimsemiştir. Bu açıdan da zaten birer Avrupalı olduğumuzu/olmaya başladığımızı belirtmeliyiz. AB’nin Geleceği: Doğrular ve Yanlışlar 2008 yılından bu yana giderek büyüyen ekonomik kriz, dönem dönem görülen üyeler arası/liderler arası siyasi buhranlar ve daha birçok gerekçe… Soru ise gayet açık: AB’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Bu soru, Avrupa özelinde daha dört–beş yıl öncesine kadar pek sorulmamıştır. Zira daha çok bu büyük medeniyet projesinin sahip olduğu eşsiz yapı (sui generis), bu yapının mükemmel işleyişinden bahsedilmiştir. Ve o dönem, hatta daha da öncesinde, Avrupa Birliği’nin 21. yüzyılda, zor bir duruma düşeceğine dair yapılan öngörülerde bulunulduğu vakit, bu öngörülerin içeriğine bakılmaksızın, ‘AB’yi tanımadan, AB karşıtlığı’ yapıldığı eleştirilerinde bulunulmuştur. Ancak görülmektedir ki, o dönem bu tür eleştirilerde bulunanlar, bugün AB’nin sona yaklaştığından bahsetmektedirler.
12
Ancak şunu da belirtmek lazımdır; Avrupa Birliği’nin bir anda dağılacağını, ortadan kalkacağını düşünmek de yanlıştır. Yunanistan, İtalya, İspanya, Macaristan, Portekiz ve İrlanda gibi ülkeler ciddi ekonomik kriz içerisindedirler. Ancak bunu bütün yapıya hasretmemek daha doğru olacaktır. Ayrıca, kurumsal açıdan, çok girift ve büyük bir yapıdan bahsetmekteyiz. Bu yapının, bütün kurumları, kuruluşları ile bir anda dağılmasını beklenmemelidir. AB’nin fiili olarak ‘Fetret Devri’ni yaşadığı doğrudur. Lakin Fetret Devri, olumsuz bir dönemi işaret ediyor olsa da, bu devrin ardından yeni bir yükselişin olmayacağını iddia edebilmek mümkün değildir. Sonuç olarak, AB’den bahsederken tek bir AB’den bahsedilmediğini, üye ülkelerle, kurumları, kuruluşları ile girift bir yapıdan bahsedildiğini görmek gerekmektedir. Ayrıca, AB’nin zor bir süreç içerisinde olduğu, ancak bu sürecin nasıl/ne şekilde sona ereceğini kesin bir üslupla söyleyebilmenin de mümkün olamayacağı bilinmelidir.
Türkiye–AB ilişkilerinin Bugünü ve Geleceği ya da Türkiye’nin AB’ye İhtiyacı Kaldı mı? Türkiye’nin AB “sevda”sının eski heyecanını yitirdiği belirtilmişti. Bir yandan, atılan/atılmaya çalışılan bütün adımlara rağmen, Türkiye’nin halen ‘kapıda bekletiliyor’ olması intibaının devam etmesi, diğer yandan, Türkiye’nin pek çok AB üyesi ülkeye göre, daha iyi ekonomik göstergelere sahip oluşu, artık Akademik Analiz – Şubat 2012
‘olsa olur olmasa da’ söylemini ortaya çıkarmıştır. Tabii ki, Türkiye’nin yine son dönemde –çokça tartışılan– Ortadoğu coğrafyasında yönelişini bir diğer faktör olarak eklemek lazımdır. Bu genel tabloya rağmen, dikkat çekici olarak iki husus bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Avrupa Birliği’nin İlerleme Raporlarında Türkiye’yi eleştirmeye devam etmesidir. Raporların temel mantığının da zaten bu olduğu (yanlışların eleştirilmesi) belirtilse de, diğer bir taraftan AB’nin Türkiye’ye haksız tutumlar geliştirmeye devam ettiği (karşı)eleştirisi yapılmaktadır. Diğer husus ise, 2011 genel seçimleri sürecinde yeni kurulan Bakanlıklardan birinin ‘Avrupa Birliği Bakanlığı’ olmasıdır (AB Bakanı: Egemen Bağış). Avrupa Birliği Bakanlığı’nın kurulması Türkiye’de iki farklı söylemi ortaya çıkarmıştır (bu söylemlerin yukarıda zikredilen ‘Türkiye’deki AB Algısı’ ile de ilgisi/ilişkisi vardır). Söylemlerden ilkine göre, bu gelişme dikkat çekicidir, zira AB’nin cazibesini yitirdiği söylenirken, gerek hükümet gerekse de ilgili kurumlar bu süreçte atılması gereken adımları atmaya devam etmektedirler. Bu bakanlık, Türkiye–AB ilişkilerinin bugünü adına net bir cevaptır. Davutoğlu döneminde Türk dış politikasının kazanmış olduğu ivme ve yeni konum, geniş bir kitle tarafından takdir kazanmasına rağmen, pek çok bölgede ve kuruluşta daha etkin bir Türkiye görülmeye başlanmasına rağmen, AB için ayrı bir bakanlığın kurulması; hem artık sona gelindiği düşünülen bu sürecin ne kadar ciddiye alındığını, hem de bir süre tartışılmış olan ‘eksen kayması’ tartışmalarına karşı, Türkiye’nin tek-yönlü bir politika izlemediğinin, izlemeyeceğini göstermektedir.
13
Diğer söyleme göre ise, bu bakanlık Türk dış politikasının bir çelişkisini ortaya koymaktadır. Türkiye, bir taraftan Avrupa Birliği’ne yönelik tutum ve söylemlerini gittikçe sertleştirirken, AB’ye karşı eleştiri yüklü bir tavır alınırken ve AB’nin ekonomik ve siyasal durumu ortada iken; diğer taraftan Bakanlık, bu gerçekleri göz ardı edici bir biçimde AB yolunda çalışmalarına devam etmektedir. Dolayısıyla, Türk dış politikası, bu açıdan çıkmaz sokaktadır ve eforunu yanlış yönde kullanmaktadır. Bu söylemlerle birlikte, dönem dönem politik sorunlar vuku bulmasına rağmen, Türkiye bu süreçte geri adım atmak ya da beklemek gibi bir niyetinin olmadığını ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu vurguların aynı şekilde cevap bulup bulamayacağı da önümüzdeki süreçte az ya da çok netlik kazanacaktır. Türkiye–AB ilişkilerinin bugünü ve geleceğine dair söylemlerde, ‘ihtiyaç’ kelimesi, sıkça kullanılan sözcüklerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. “Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı kalmadı”, “Türkiye’nin AB’ye olduğu kadar AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı var” gibi cümleleri duyabilmek mümkündür. Bu tür söylemler aslında algılarda yaşanan değişimi göstermesi adına da manidar. Öyle ki, Soğuk savaş sürecinde Batı bloğunu tercih eden Türkiye için Avrupa ile bütünleşme hassas konulardan birini teşkil etmiştir. Bu sebeple, dönemin zeminini de dikkate alarak belirtmek lazımdı ki, o dönem Türkiye’nin Avrupa’ya nerdeyse ‘muhtaç’ konumda olduğu gibi bir intiba ortaya çıkmıştır ve neredeyse 21. yüzyıla değin bu intiba devam etmiştir. Fakat özellikle Soğuk savaş döneminin ardından bu ‘muhtaç’lık ilişkisinin bir ‘ihtiyaç’a doğru evirildiği görülmüştür. Bugün ise, bu ‘ihtiyaç’ duyma konumu bile
Akademik Analiz – Şubat 2012
Türkiye lehine tartışılmaya başlanmıştır; AB’den de karşıt görüşlere rağmen, Türkiye’nin artık bekletilmemesi ve “kaybedilmemesi” yönünde belli çevrelerin söylemleri duyulmakta/görülmektedir. Sonuç Avrupa Birliği’ni, girmiş olduğu ekonomik krizden kurtarma adına yapılan çalışmalar devam etmektedir. Şimdilik ekonomik kriz kadar göz önünde olmasa da, 2012’nin ilk yarısında, Kıbrıs adına Rum tarafının AB Dönem Başkanlığı yapması halinde Türkiye’nin nasıl bir tavır alacağı ve AB’nin de bu tavrı ne şekilde karşılayacağı ilerleyen süreçte gündemi meşgul eden konuların başında gelecektir. Böyle bir durum ortaya çıktığı takdirde, ilişkilerin donması/durdurulması; 2005’ten bu yana Türkiye–AB ilişkisinin seyri ve Türkiye’nin belli kriterleri sağlama yönündeki göreli başarısı ve gayreti göz önünde bulundurulduğunda denilebilir ki, Türkiye’nin AB yolundaki ilerleyişini umulduğu kadar etkilemeyecektir. “Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı kalmamıştır.” Bu, Türkiye’de olduğu kadar, Avrupa’da da kabul gören bir görüş halini almaktadır. Bu, bir diğer ifade ile artık Türkiye’nin ‘AB dışında bir AB üyesi’ olarak kabul görmesi anlamını taşımaktadır. Ancak, tekrar belirtmek lazımdır ki, bugün gelinen noktada, AB’nin bugünün ve geleceği ve buna ilişkin olarak, Türkiye– Avrupa Birliği ilişkilerinin bugünü ve yarınından bahsederken, ‘hangi Avrupa Birliği’nden bahsedildiği sorgulanmak zorundadır. Samet ZENGİNOĞLU Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 14
Akademik Analiz – Şubat 2012
15
Çok Kültürlülük ve Avrupa Birliği Süleyman Gök Avrupa Birliği kimlik oluşum sürecinde her zaman ‘öteki’ne ihtiyaç duymuştur. Kadim zamandan itibaren bu ihtiyaç farklı şekillerde kullanılmıştır. Avrupa Birliği kimliğinin oluşumunda karşısında üç karşıt güç görmüştür. Bunlar, Türkler-İslamiyet, Yahudiler ve Sovyetler Birliği olmuştur.
Ö
teki olarak görülen bu etkenler sayesinde ortak bir Avrupalılık kimliği oluşturulmuş ve günümüzde bu kimlik etrafında tartışmalar sürmekle beraber etkisini halen devam ettirmektedir. Bugün gelinen noktada öteki olarak algılanan olgular değişmekle birlikte yerine ikame edilen bir karşıt güç gecikmeden bulunmuştur. Samuel Huntigton’un “Medeniyetler Çatışması” ile üzerinde durduğu yeni dünya düzeni 1989’da Berlin duvarının yıkılması ile başlamıştır. Bu süreçte Sovyetler birliği gibi uluslararası sistemde başat güç olan ve çift kutuplu düzenin önemli aktörü olarak görülen devletin çökmesi bu alanda çalışma yapanlar tarafından kaygıyla karşılanmıştır. İşin siyasi boyutunun yanında bundan sonra uluslararası sisteme etki etmede meşruluk
Akademik Analiz – Şubat 2012
kaynağı olarak görülen bir aktörün yıkılması bir sorunsalın başlangıcına neden olmuştur. Bundan sonra Batı’ya öteki olan, ABD önderliğindeki ülkelerin sisteme etkilerini meşru gösterecek bir yol aranmalıydı. Bu yol ise tekrar kadim zamanlara dönüşle mümkün olurdu. Bundan sonra sistem devletlerarasındaki klasik savaşlar yoluyla değil, medeniyet ve kültürler arasındaki savaş-çatışma ile devam edecekti. Tarihin sonu tezi ile savunulan görüşe göre dünyanın liberal ve demokratik sistemin egemenliğine girmesi ve küreselleşme ile birlikte devletlerin daha çok birbirlerine karşılıklı bağlılıkların artması çatışmaların seyrini kültür seviyesine doğru kaydıracaktır. Bundan sonra dünya eski dünya olmayacak ve Amerikan merkezli yenidünya düzeninin temelleri atılmaya başlanacaktı.
16
Bu süreçte Avrupa birliği klasik olarak gördüğü öteki unsurlarında da bir değişikliğe gitmek zorunda kaldı. Tarihte görüldüğü üzere Avrupalılar, Osmanlılardan daha sonra Sovyetler birliğinden aldıktan güç tehdidine göre kendi kimliklerini belirlemişlerdir. Bundan sonra ise ortada güçlü aktörlerin olmadığı ve yerine yeni kültürlerin ve ötekilerin bulunması zorunluluğu çıktı. Bu bağlamda Müslümanlık, Türklük ve Avrupa’da yaşayan göçmenler öteki olarak algılanmaya başlanmıştır. Avrupa Birliğinin modernleşme projesi olduğu bir realitedir. Bu projede farklılıkların tek bir kimlik etrafında birleştirilmesi, farklılıklara saygı ve hoşgörü temelinde davranılması gerekirken, politik tercihler nedeniyle tek bir kimliğe vurgu yapılması ve kendisinden olmayanların dışlanması Avrupa birliği içerisinde bir sorun olarak görülmektedir. 11 Eylül saldırılarından sonra artan İslam karşıtlığı ve göçmelere uygulanan ırkçı söylemler, davranışlar modern(!) Avrupalıların ne kadar hoşgörülü olduklarını göstermektedir. Avrupa ülkelerinde ifade özgürlüklerin yasaklanması, kendi temel değerleri ile çelişmesi modern bir yapı olan Avrupa birliğinin sorgulanmasına ve Avrupalılık kavramını tartışmaya açmaktadır. Kimlik tartışmaları ışığında Avrupa birliğinin geleceğini değerlendirdiğimiz zaman çok büyük sorunlar bulunmaktadır. Avrupa’da İslam ve Türk imajının olumsuz olması, şarkiyatçı gelenekten gelen bir bilgi birikimine sahip olmaları ve bu bağlamda doğu kültür ve medeniyetine öteki ve küçümseyici gözle bakılması bu sorunun içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmaktadır. Cami yapımı sürecinde referandumda hayır çıkması, son Fransız ulusal meclisinde tasarı olarak senatodan geçen ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunun Avrupalılık bilincini ve kimliğinin
Akademik Analiz – Şubat 2012
oluşmasında etkileri bulunmaktadır. Bunun için her yolu mübah gören Avrupalılar gerektiğinde başka ülkelere dikte ettirdiği değerleri kendileri çiğnemekten kaçınmamaktadır. Norveç’te meydana gelen katliam, Almanya’da NeoNazi’ler tarafından öldürülen dönerciler ve yabancılar ırkçılığın boyutlarını göstermektedir. Danimarka’da İslam Peygamberine yönelik çizilen karikatür skandalı hala hafızalarımızda bulunmaktadır. Bundan sonra modernleşmenin çocuğu olarak görülen Avrupalılık kavramı bu süreçte etkisini yitirmeye başlamıştır.
Ekonomik olarak bir krizle boğuşan Avrupa birliği ülkeleri kendi iç politik sorunlarını her dönem olduğu gibi bu dönemde yabancılarla ve kendi kimliklerini muhafaza edebilmek için öteki olarak gördüğü kesimler ile uğraşarak dile getirmektedir. Artan ekonomik bunalım ile beraber aşırı sağın merkeze kayması ve teorikten pratiğe doğru kayan ırkçılık ve İslamofobi bundan sonra artarak devam edecektir. Bu bağlamda söyleyebiliriz ki, Avrupa değerleri ile birleştirilen çok kültürlülük metaforu bir hayalden olmaktan öte gidemeyecektir ve kültürler arası bir çatışmanın çıkmasının önlenmesi için ise uluslararası sistemin revize edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde dünya yeni ve farklı bir savaş alanına doğru evirilmektedir. Süleyman GÖK Global Politikalar Araştırma Merkezi İdari İşler Sorumlusu 17
Avrupa’ya Yeniden Bakmak: Aksak Süvari, Kayıp Çivi Göktuğ Sönmez Avrupa’da 2. Dünya Savaşı sonrası başlayan entegrasyon süreci sona mı yaklaşıyor? Aslında Avrupa’yı etkisi altına alan ekonomik krizin akıllarda uyandırdığı asıl soru bu, zira ekonomi AB’nin en güçlü durduğu alanların başında geliyor(du).
G
enişlemenin kısmen devam eden olumsuz etkileri, milli menfaatlerle direk bağlantılı görülen konularda entegrasyon çabalarında istenenin alınamaması ve yaptırım noktasında tartışmalı kabiliyeti göz önüne alındığında, ekonomik buhranlı bir AB’nin bölge ülkelerine ve dünyaya ne vaad edebileceği, yahut bu vaadlerini hangi yolla gerçekleştirebileceği oldukça problemli bir konu. Soğuk Savaş sonrası dönemde demir perdenin arkasına uzanma çabaları entegrasyon süreci açısından iki taraflı işleyen bir süreci başlatmıştı aslında. Bir yandan yeni üyelerle AB’nin etki alanı genişliyor, bir yandan bu genişlemeyle beraber sürece katılan ülkelerin kendi milli menfaat algıları, özellikle Transatlantik düzleminde ABD yanlısı politikaları ve bu ülkelerin katılımının kurumsal anlamda AB’ye oluşturduğu tehdit gündeme geliyordu.
Akademik Analiz – Şubat 2012
Bu ikili tablo dolayısıyla, entegrasyon sürecinin bizatihi parçası olan ülkeler de ikiye ayrılmış durumda, bir kısmı AB’nin genişleyen vizyonu ile oynayabileceği yeni roller ve mümkünse küresel bir rolün üzerinde dururken diğer tarafta ise genişleme sürecinin AB’yi belirttiğimiz sebeplerle zor durumda bırakacağı, entegrasyonun derinleşmesine olumsuz etki edeceği savunuluyordu. Son tahlilde merkezi Avrupa’nın güvenliğinin Doğu ve Güneydoğu Avrupa’dan bağımsız düşünülemeyeceği ve yeni dönemde AB’nin küresel bir rol oynama isteği ağır bastı ve bölge ülkeleri birer ikişer entegrasyon sürecinin parçası oldular. Amsterdam, Kopenhag, Nice, Lizbon derken AB kurumsal olarak genişleyen yapının kurumsal sorunlarına öyle yahut böyle çözüm bulabilmiş veya en azından en aza indirme noktasında mümkün olan en üst sonuca varmış görünüyordu. Meselenin kurumsal boyutundan ayrı olarak, süreç içinde yeni katılımcıların 18
tarım politikaları, gümrük konusundaki sıkıntıları ve bunların ihtiyaç duyduğu ekonomik yardımlar AB içinde ekonomik gerginliklere de neden oldu. Paralel olarak özellikle Irak Savaş’ında AB içindeki bölünme genişlemenin sonuçlarına dair yeni sorular üretti. Özetle, AB, ilk olmamakla beraber en ciddi kriz olarak nitelenebilecek son ekonomik krize girmeden kendi içinde ciddi sıkıntıları haizdi. Dünya kamuoyu özellikle 90’ların ikinci yarısından itibaren tartışmaya başladığı AB’nin ABD’ye alternatif bir güç olup olamayacağı tartışmalarını rafa kaldıralı yıllar oldu. Bunun yerine, AB’nin ancak ekonomik bir blok oluşturabileceği, ancak gücü tanımlayan diğer faktörler açısından bölgesel vizyonunu büyük oranda aşamayacağı üzerinde duruldu. Bu düşünce ekonomik kriz kendini gösterene kadar AB içindeki diğer krizlerin gerekli dikkati çekmemesine sebep oldu, zira AB’nin gücünü tanımlayan esas öge ekonomiydi. Dolayısıyla bu süreçte gerek Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası(AGSP) süreci, gerek Güney Kıbrıs’ın özellikle Türkiye’nin üyelik sürecindeki uzlaşmaz tutumu, gerek AB içindeki lokomotif güçlerin enerji konusunda farklılaşan politikaları ve artan Rusya bağımlılığı, gerekse de AB içinde zamanla oluşan ABD yanlısı ve ABD karşıtı kutupların varlığıyla entegrasyon projesinin ekonomi haricindeki pek çok alanda sınıfta kalması vaziyeti yakından takip etmeyen gözlerden kaçtı. AB, asıl gücünü ekonomik alanda ifade eden bir güçten çok, yalnızca bu ayağı üzerinde durabilen bir güce dönüştü. Zira üye ülkelerin AGSP sürecindeki çekimser tavırları işlerliği olan ama etkinliği oldukça tartışmalı bir askeri güç oluşumuna sebep oldu. Öte yandan, AB içindeki Fransa, Almanya, Avusturya gibi
Akademik Analiz – Şubat 2012
Türkiye meselesinde problemli bir yol izleyen ülkelere Güney Kıbrıs’ın eklenmesi ve dolayısıyla Türkiye’nin muhtemele üyeliğiyle birkaç bölgede birden genişleyebilecek AB vizyonu daraldı. Enerji konusunda çatışan çıkarlar özellikle Baltıklar ve Doğu Avrupa’da Rusya’nın hala etkin bir gücü muhafaza etmesini sağlayıp birlik içinde Rusya’ya tavırda çatallaşmalara sebep oldu –ki bu noktada özellikle İtalya ve Almanya ile Rusya’nın ileri düzeydeki enerji ortaklığının birliğin merkezinde de ciddi sorunlara yol açtığını hatırlamak gerek-. Irak Savaşı ve takip eden süreçteki ABD merkezli ayrışmalar da AB içerisinde tek bir oluşum altında kutuplaşan birkaç farklı merkezin olduğunu işaret etti. Bu 4 ana başlık AB’nin yeni döneme yalnızca ekonomik olarak ve belli oranda retorik gücünü kullanan bir oluşum olarak girmesinin zeminin hazırladı.
Peki, gelinen noktada AB bu son dayanağını ekonomi ayağını da kaybetme noktasında mı? Bu sorunun önemi şuradan ileri geliyor ki teorik olarak uzun süreden beri tartışılan meselelerin başında AB’nin ekonomik birlikten öteye gidemeyeceği, stratejik ve askeri ortaklık gereken konularda ortak adımların çok da mümkün olmayabileceği geliyordu. Buna karşın, ortak hareket etme ve bir barış ve refah bölgesi oluşturma arzusunun tüm alanları kapsayabileceğini öngören çalışmalara da rastlanabiliyordu ki genel liberal tezle bu iddialar pekiştirilmişti. İki bakış da belli noktalardaki öngörüleri farklı olmakla 19
beraber ekonomi boyutunu fazla sorgulamıyor, bunun önemini inkâr etmemekle beraber zaten elde edilmiş ve geri dönüşü mümkün olmayan bir adım olduğunu ifade ediyordu. İçinde bulunduğumuz durum ise bu noktanın da artık sorgulanabilir olduğunu gösteriyor ki bu en basit manada AB’nin varlığına direkt bir tehdit anlamı taşıyor. Yunanistan’ın düşüşü, üye ülkelerin destek verilmesi noktasında yaşadığı tartışmalar ve domino etkisiyle bu krizin yayılması, Fransa’nın dahi kredi notunda düşüşe kadar varması derken lokomotif ülkelerden AB içinde kurumsal gruplaşmalara giderek bu etkiden izole olabilme eğilimi dahi dillendirildi ki bu, fikren dahi olsa entegrasyon projesinin geriye işlemesi anlamına geliyor.
AB’nin çok cüzi miktarda da olsa özellikle Karadeniz’de, Kafkaslarda ve belli oranda Orta Doğu’daki etkinliğini ve retoriğinin gücünü oluşturan ekonomik birlik de iflas yahut en azından aksama noktasına geldiğinde bunun küresel güç iddialarını oldukça sert biçimde geriye çekmeye sebep olacağı açık. Kaldı ki bu sürecin varacağı noktalar belirttiğimiz gibi sürecin Avrupa’nın kalbinde devamını bile soru işaretli hale getiriyor. Etki alanını genişletmek yahut en azından ciddiye alınabilmek iddiasındaki bir güç için imajın önemi tartışılmaz. ABD’nin 11 Eylül sonrası adımlarında ABD içinde ve dışında meşruiyet tartışmalarının yanında önemli Akademik Analiz – Şubat 2012
başlıklardan biri buydu ve pek çok ülkede ABD’nin imajının ne şekilde etkilendiği üzerine anket ve çalışmalar yapılmıştı. Hegemon veya en azından mevcut şartlarda en etkin güç konumundaki ABD’nin dahi imaj ve algı noktasındaki endişesi göz önüne alındığında, imajı zedelenen bir AB’nin özellikle Avrupa dışında ciddiye alınırlığının düşeceği açık. Dolayısıyla AB’nin ekonomik krizi iki aşırı kutup arasında ister tüm Avrupa’nın ekonomik çöküşüne sebep olsun, ister şu an sonlansın, AB’nin kaybettiği imajını toparlayabilmesi kısa vadede mümkün gözükmüyor. “Soft power”, ya da Prof. Dr. İbrahim Kalın’ın ifadesiyle “İnce güç” üzerinde dikkatle duran bir güç için bunun anlamı ise dış politikada muhtemel bir fiyasko ve ister istemez içe dönük bir süreç. Meşhur ifadeyle bir çivi bir nala, bir nal bir ata, bir at bir süvariye, bir süvari bir savaşa, ve bir savaş da bir krallığa mâl olur. Yunanistan olaylarıyla, la teşbih ve la temsil, çivinin kaybolduğu açık. Sorun şurada ki AB çok daha öncesinde esasında bir ata ve bir süvariye sahip olmadığını, veya en iyimser ifadeyle topal bir at ve kararsız bir süvariye sahip olduğunu daha etkin güç bileşenlerindeki başarısızlığıyla kanıtladı. Dolayısıyla çivinin yerine konmasının da şu tabloda günü kurtarmaktan öteye gidemeyeceği açık ki bu da AB’nin önümüzdeki dönemde küresel etkinlik iddialarından mecburi olarak sıyrılacağı, içe dönük bir süreçle kendini toparlamaya yöneleceği ve temsil makamında olduğunu iddia ettiği “soft power” kullanımının etkinliğini kaybedeceğini gösteriyor. AB’yi –daha doğrusu Almanya ve Fransa gibi lokomotif ülkeleri- dönem dönem karşısında bulan ABD için sürecin belli oranda avantaj sağlayacağı, yalnızca eskisinden çok daha tartışmalı bir 20
ekonomik güce dayanan AB’nin ABD karşısındaki kısmi muhalefet kabiliyetinin günden güne azalacağı düşünülebilir. Öte yandan Avrupa’yı içine alan bir ekonomik krizin ise küresel sonuçlarının hissedilmeyeceğini ve ABD’nin bundan etkilenmeyeceğini öne sürmek mümkün görünmüyor. Sürecin yükselen güçler için daha geniş manevra alanı bırakması, dolayısıyla Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkelerin siyasi manada süreçten kazançlı çıkması muhtemel. Türkiye için ise Balkanlar, Orta doğu ve Kafkasya’da artan etkinlik, bölgedeki oyunculardan birinin düşüşüyle yeni bir döneme girebilir. Fakat süreçten ekonomik anlamda en az etkilenmek için hem ithalat hem ihracatta komşuların yıldan yıla artan payını bu krizi
Akademik Analiz – Şubat 2012
kompanse edecek noktaya getirmek için devam eden çabalar yoğunlaştırılmalı. Son yıllarda AB’nin ticaretimizdeki payı düşerken komşu ülkelerin paylarının artması bu konuda olumlu bir veri. Dolayısıyla denebilir ki Türkiye açısından hem ABD’nin Irak’tan askerini çekmesi, hem de AB’nin komşu bölgelerde azalacak olan etkisi siyasi anlamda yeni bir aktivizm dalgasının önünü açacak imkânı sağlarken, eğer muhtemel ekonomik kayıp da izale edilebilirse Türkiye’nin 2023 hedefi açısından en önemli aşamalardan birine girildiği öne sürülebilir. Göktuğ SÖNMEZ University of London School of Oriental and African Studies
21
Avrupa Birleşik Devletleri İmdat ÖZEN Özellikle Yunanistan’ın ve ardından Euro bölgesinin genel anlamda içerisinde bulunmuş olduğu ekonomik kriz Avrupa Birliği’nin sonunun yaklaşmakta olduğu anlamına mı gelmektedir? Bu sorunun cevabını tam olarak vermek şu an itibari ile mümkün olmasa da, şunu açıklıkla ifade edebiliriz ki, bu gibi, Avrupa Birliği’nin sonunun geldiğini dile getiren söylemler ne ilktir ne de son olacaktır.
T
he Economist dergisi, Avrupa Birliği’nin ölümünün yaklaşmakta olduğu haberlerini 1957 Roma antlaşmasından beri yayınlamasına rağmen, Avrupa Birliği önüne çıkan engelleri bir şekilde aşmayı başarıp 1950’lerdeki 6 ülkeden oluşan üye sayısını 2007 itibari ile son olarak Bulgaristan ve Romanya’nın da katılımıyla 27’ye çıkarmayı ve istikrarlı gelişimini sürdürmeyi başarmıştır.
Euro konusunda muhtemel bir yıkımın söz konusu olabileceği görüşlerinde hemfikirim. Ancak, tüm bu olumsuzlukları AB’nin sonunun habercisi olarak görmek büyük bir hatadır. AB’nin veya eski tabiri ile Avrupa Ekonomik Topluluğunun öldü, ölüyor veya komadadır söylentilerine inatla yaşamına yıllardır devam etmesi ve de gün geçtikçe güçlenmesinin bu fikrimin doğruluğunu kanıtladığı görüşündeyim.
Globalleşmenin ve dolayısıyla da dünya ülkelerinin ekonomik ve finansal sistemlerinin tamamen iç içe olduğu bu dönemde, tüm dünya çapında etkisini hissettirmekte olan ekonomik krizin AB’nin sonunun yaklaştığı olarak görülmesi büyük bir hatadır. Elbette ki, ekonomik krizin Avrupa’da ve özellikle Euro bölgesinde yapmış olduğu olumsuz etkiler dolayısı ile AB’nin liderliğinin eleştirilmesi gerektiği ve
Peki, bu durumda AB nedir? AB’nin gelecekten beklentileri nelerdir?
Akademik Analiz – Şubat 2012
Avrupa Birliği, ikinci dünya savaşının sonuna kadar Avrupa kıtasında birbiri ile çeşitli sebepler dolayısı ile sürekli savaşmış olan toplumların, ülkelerin geçmişe bir çizgi çekip, barış dolu ve zengin bir Avrupa için masaya oturmalarının bir ürünüdür. Jean Monnet’in resmi anlamda 22
öncülüğünü ettiği Avrupa’yı birleştirme fikri 1951 Paris Antlaşması ile resmiyet kazanmıştır. İlk etapta Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg gibi ülkelerin imzaları ile oluşturulmuş ve de AB’nin ilk isimlerinden olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, zamanla isim değiştirip, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve son olarak Maastricht antlaşması ile Avrupa Birliği olarak karşımıza çıkmıştır. Avrupa Birliği’nin gelecekten beklentisi, “Avrupa Birleşik Devletleri” rüyasını gerçekleştirip, globalleşen dünyada şu an itibari ile tek süper güç olan Amerika Birleşik Devletleri karşısında güçlü bir dost aynı zamanda rakip olmaktır. Avrupalılar, “Avrupa Birleşik Devletleri” rüyasını tarihin derinliklerinden bu yana sürekli yaşamışlar ve gerçekleştirmeye çalışmışlardır… İkinci Dünya Savaşı sonrasında, milliyetçiliğin bir kenara bırakılıp, karşılıklı çıkarlar doğrultusunda bölgesel dayanışmanın kucaklanması gerektiğine duyulan inanç perçinleşmiş ve de ekonomik çıkarlara dayalı olarak kurulmuş olan AB, günümüz itibari ile politik bir birliğe dönüşmüştür. İkinci dünya savaşı öncesinde Avrupa Birleşik Devletleri rüyasının Avrupalılarca benimsendiğini gösteren en güzel örneklerden biri Fransız yazar ve şair Victor Hugo’nun 1848’de dile getirmiş olduğu şu cümlelerde yatmaktadır. “Kendilerine özgü hususiyeti… veya olağanüstü orijinalliği kaybetmeden, Avrupa milletleri bir gün daha yüce bir birliğe dönüşecekler ve Avrupa Cemiyetini oluşturacaklardır…Böylece, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birleşik Devletleri olmak üzere, okyanuslar ötesindeki iki olağanüstü grubun birbirine ellerini uzattığı müşahede edilecektir.” Bu bakımdan da Avrupa Birliği düşüncesi her ne kadar ekonomik sebepler dolayısı
Akademik Analiz – Şubat 2012
ile yaşama geçirilmişse de, bunun altında yatan temel sebep güçlü bir politik birlik oluşturup, ikinci bir süper güç olarak dünya sahnesinde yer almaktır. Avrupa Birliği’nin geçmişine azıcık göz atarsak, şunu açık ve net olarak görebiliriz ki, Avrupa Birliği devletleri her ne kadar zaman zaman aralarında sorunlar yaşamış olsalar da, bu sorunlar kısa vadeli olmuş ve de değişik alternatiflerle bir şekilde tatlıya bağlanıp çözüme kavuşturulmuştur. Bunu özellikle, AB ülkelerinin aralarında yapmış oldukları antlaşmalara vermiş oldukları tepkilerde gözlemek mümkündür. Belli antlaşmalar, yapılan milli referandumlar sonucunda ilk etapta ret gördüyse de, çok zaman kaybetmeden yapılan ikinci referandumlar ile kabul görmüştür. Örneğin, Danimarka halkı 1992 yılında Maastricht antlaşmasına “hayır” dediği halde, 1993’teki ikinci referandumla aynı antlaşmaya kabul cevabı vermiştir. Yine aynı şekilde, 2008 yılında Lizbon antlaşmasına “hayır” diyen İrlanda halkı, 2009 yılındaki ikinci referandum sonucunda bu antlaşmaya onay vermiştir. Çoğaltabileceğimiz bu örneklerde görüldüğü gibi, Avrupa Devletleri, “Avrupa Birleşik Devletleri”ni kurma konusunda kararlıdırlar.
Tüm çekişmelere rağmen, Almanya ve Fransa, Yunanistan’a maddi desteği sürdürmüşlerdir. Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki, Avrupa Birliği devletleri birliğe sadece ekonomik bir birlik olarak bakmamaktadır. Ekonomik birlikten ziyade, kendilerini politik bir birlik olarak 23
gördükleri için de karşılarına çıkan tüm engelleri tek tek aşıp, Avrupa Birleşik Devletleri’ni kurma konusunda istikrarlı bir şekilde yollarına devam etmektedirler. Politik birlik anlayışı da Avrupa Birliği’nin kolay kolay sarsılamayacağının bir delilidir. Aksi takdirde, ekonomik çıkarları sarsılan Avrupa devletleri niçin hala Yunanistan’ı birlikte tutmak için tüm gayretleri göstermektedirler? İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in şu sözleri Avrupa Birleşik Devletleri’nin kurulması konusundaki kararlılığın delilidir: “Şu anda dünyanın yeni bir süper gücünü inşa etmekteyiz. Avrupa Birliği, müşterek gücün, zenginliğin ve tesirli olmanın projesidir. Birbirinden ayrı bu milletleri daha kudretli yapan şey bu müşterek güçtür. Bu güç, Avrupa Birliği’ni bir bütün olarak global bir güç haline getirecektir. Yalın bir dille ifade etmek gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri günümüzün tek süper gücüdür.
Fakat şu bir gerçektir ki, tek bir süper gücün varlığı dünyanın doğası gereğince sağlıklı değildir. Avrupa’nın birleştirilmek istenmesinin altında yatan temel sebep de budur. Avrupa milletleri olarak birlikte çalıştığımız sürece, Avrupa Birliği Amerika Birleşik Devletleri’ne eşit ikinci bir süper güç ve ortak olarak ayakta kalabilir. Dünyanın böyle ikinci bir güce şu anda ihtiyacı vardır.”
Akademik Analiz – Şubat 2012
Peki, tüm bunlar göz önüne alındığında, Avrupa’nın geleceği hakkında ne söylenebilir? Avrupa Birliği, şu anki politik özellikleri ve yapısı dolayısı ile daha çok konfederal bir sistemi andırsa da AB politikacılarının gerçekleşmesi için çaba sarf ettikleri rüya, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi Avrupa’yı federalizme dönüştürüp AB çatısı altında, ulusal gücün ötesinde bir güç ile yönetmektir. Böylece Avrupa Birliği içerisindeki her ülke, Amerika Birleşik Devletleri’nin eyaletlerine benzer bir konumuna dönüşecek ve de zamanla İngiliz, Fransız, İspanyol vs. kimlikleri önemini yitirip, tek bir kimlik olan “Avrupalı” kimliği ortaya çıkacaktır. Lizbon antlaşması, herhangi bir Avrupa Birliği ülkesi uyruklu olan bir bireyin aynı zamanda Avrupa Birliği vatandaşı olduğunu dile getirmektedir. Bu bakımdan da, şunu net bir şekilde ifade edebiliriz ki, Avrupa federal bir sisteme geçme yolunda emin adımlar ile yürümektedir. Federal sisteme geçiş konusunda daha birçok çalışmaları olmuştur… Örneğin, her ne kadar AB içerisindeki her ülkenin kendine ait bir bayrağı, milli marşı, yüce divanı, parlamentosu olsa da ulusal gücün ötesinde bir güç olan AB’nin de kendine ait bir bayrağı, milli marşı, Avrupa Adalet Divanı (ECJ, European Court of Justice), ve parlamentosu mevcuttur. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir… Avrupa Birliği ülkeleri arasında zaman zaman bazı anlaşmazlıklar gündeme geliyor olsa da bunu AB’nin, gerçekleştirilmek istenen “Avrupa Birleşik Devletleri” rüyasının veya federal sistemin sonu olarak görmek doğru bir tespit değildir. Şu an itibari ile AB’nin tüm bu ideallerini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini kesin olarak ifade etmek doğru olmasa da şu bir gerçektir ki AB idealleri doğrultusunda emin adımlar atmaktadır ve 24
de şu ana kadar bu yolda büyük başarılara imza atmıştır. İngiltere’ye karşı savaşıp, 1776’da bağımsızlıklarını ilan eden 13 Amerikan kolonisinin bile konfederalizmden federalizme geçişleri çok da kolay bir şekilde gerçekleşmemiştir. Kaldı ki bu koloniler aynı düşmana karşı kan dökmüş, ortak bir dili (İngilizce), dini (Protestan Hristiyanlık), kültürü ve tarihi bünyelerinde barındırmışlardır. Diğer taraftan, AB içerisindeki toplumlar ikinci dünya savaşının sonuna kadar sürekli birbirleri ile savaşmışlar ve birbirlerinin kanını dökmüşlerdir. Bu bakımdan ortak bir tarihe, dile, dine (Hıristiyanlığın değişik kolları), kültüre ve tarihe sahip olmayan bu AB ülkelerinin tek bir millet olmaları, federal sistemi ve “Avrupa Birleşik
Akademik Analiz – Şubat 2012
Devletleri” idealini gerçekleştirmeleri muhakkak ki bu 13 Amerikan kolonisinin tek bir millet durumuna gelmelerinden, federal sistemlerini inşa etmelerinden ve “Amerika Birleşik Devletleri”ni kurmalarından çok daha meşakkatli olacak ve daha fazla zaman alacaktır. Şartlar ne olursa olsun, AB ideallerinde kararlıdır ve ikinci bir süper güç olarak tarih sahnesinde alacağı yerin inşasına hızlı bir şekilde devam etmektedir… İmdat ÖZEN Washington University in St. Louis Political Science and International Affairs
25
Avrupa Birliğinin Tarihsel Sürecinde AB–Türkiye İlişkilerine Bir Bakış Elvan Dürbin Avrupa kıtasında bir ‘birlik’ oluşturma fikri uzun bir geçmişe dayanmaktadır. Avrupa ülküsü, gerçek bir siyasi projeye dönüşüp AT üyesi ülkelerin hükümet politikalarında uzun vadeli bir hedef haline gelmeden önce, sadece filozoflarla önsezili kimselerin düşüncelerinde yaşıyordu. Avrupa Birleşik Devletleri hümanist ve barışçı bir hayalin parçası olmuştur.
B
irinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da bir “Birliğin” oluşturulmasına yönelik önemli fikirler üretilmiş olmasına rağmen bu düşüncelerin benimsenmesi ancak II. Dünya Savaşı sonrasında mümkün olmuştur. AB’nin izleyeceği yol, önce ekonomik birlik kurup daha sonra siyasal birliğe yönelerek bu yapıyı oluşturmaktır. Bu sürecin ilk adımları, 2. dünya savaşından eski gücünü tamamen kaybetmiş, yıkılmış bir Avrupa da barış adası yaratmak fikrinden yola çıkarak Avrupa’yı yeniden canlandırma girişimleri ile gündeme gelmiştir. Bu girişimle siyasi temelli ve insan haklarını koruma, çoğulcu demokrasiyi sağlama amaçları üzerine kurulmuş bir uluslararası örgüt olan
Akademik Analiz – Şubat 2012
Avrupa Konseyi’nin 1949 yılında Strazburg’da kurulması olmuştur (Sönmezoğlu, 2001, s.212-217). Birliğin Temelleri Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunun (AKÇT) kurulmasına ilişkin Paris Anlaşması (1951) ile Avrupa Ekonomik Topluluğunun (AET) ve EURATOM' un kurulmasına ilişkin Roma Anlaşması (1957) altı kurucu üye tarafından imzalanmıştır: Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (1951); Tarihi savaşlarla özdeşleşmiş olan Avrupa’da barış ve huzurun sağlanması amacıyla birlik oluşturulması fikri çok eski 26
tarihlere dayanmakta ise de, bu alanda fiili olarak ilk adım, 2. Dünya Savaşından sonra, Avrupa’da meydana gelecek savaşları önlemek amacıyla kömür ve çelik üretiminin denetim altına alınacağı bir üst yapı oluşturulması girişimi ile yaşanmıştır. Avrupa’nın iki büyük kömür ve çelik üreticisi olan Almanya ve Fransa arasında dengenin sağlanabilmesi durumunda rekabet ve güvensizliğin ortadan kalkacağı ve Avrupa’da yeni savaşların olasılığının en aza ineceği düşünülmüştür ( Türe, 2004, s. 57-59). Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun kurulması yönündeki ilk girişim, 9 Mayıs 1950 tarihinde Fransız Dışişleri bakanı Robert SCHUMAN’ dan gelmiş ve Avrupa ülkelerine yapılan çağrıda, savaş sanayinin ana maddeleri olan kömür ve çeliğin üretim ve kullanımının uluslar üstü bir organın sorumluluğunda yönetilmesi öngörülmüştür. Schuman Planı esas alınarak yapılan görüşmeler sonunda AKÇT yi kuran ve aynı zamanda bugünkü Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan Paris antlaşması, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lügsenburg arasında 18 Nisan 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir (Avrupa Birliği, Ankara, 1999,s.10 - 11). Avrupa Topluluğu 1957; AET ‘nin nihai hedefi Avrupa’nın siyasi bütünlüğüne ulaşmasıdır. Bu hedefe varmak için öngörülen ekonomik dengeyi sağlamak üzere, ilk araç olarak üye ülkeler arasında malların, hizmetlerin, sermayenin ve emeğin serbestçe dolaştığı bir ortak Pazar ve gümrük birliği kurulması öngörülmüştür. 1952 yılın da Avrupa Savunma Topluluğu ve 1953 yılında Avrupa Siyasal Topluluğu olarak somutlaşan dış politika savı politikası alanlarındaki bütünleşme girişimlerinin başarısı sonuçlanması neticesinde, ekonomik entegrasyonu gerçekleştirmek siyasi entegrasyona ulaşılamayacağı şeklindeki görüş ortaya çıkmış ve bu
Akademik Analiz – Şubat 2012
doğrultuda ekonomik entegrasyon çabaları yoğunluk kazanmıştır.
EURATOM’un amacı; atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanımını geliştirmektir. Antlaşmanın1. Maddesi çerçevesinde EURATOM’un temel hedefi; nükleer endüstrinin kurulması ver gelişmesi için gerekli şartların gerçekleştirilmesine yol açan üye ülkelerin hayat seviyelerinin yükseltilmesi ve diğer ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi olarak özetlenmektedir. Avrupa Birliği (1992); 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanmış ve 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu antlaşma ile tek ve ortak para politikasının temellerinin atılması, AT’nun yetki ve faaliyet alanlarının genişletilmesi, AET’nin Avrupa topluluğu adını alması siyasi bütünleşmenin yani Avrupa birliğinin oluşumu sağlanmıştır Avrupa Birliği’nin baktığımızda;
genişleme
sürecine
-1957 Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda (Kurucu Üyeler) -1973 Danimarka, İrlanda ve İngiltere -1981 Yunanistan -1986 Portekiz ve İspanya -1995 Avusturya, Finlandiya ve İsveç 27
-2004 Estonya, Litvanya, Letonya, Çek Cumhuriyeti, Polonya, GKRY, Slovakya, Slovenya, Malta ve Macaristan -2007 Bulgaristan ve Romanya (Acar,2006,s,28) -Aday ülkeler; Hırvatistan, İzlanda, Karadağ,Makedonya,Türkiye -Olası adaylar; Arnavutluk, Bosna –Hersek, Kosova, Sırbistan Avrupa Birliğinin Kurumsal Yapısı -Yürütme organları (Avrupa Bakanlar Konseyi, Komisyon)
Konseyi,
23 Kasım 1970; AET ile bir katma protokol imzalandı. Maddeleri: -Sanayi ürünleri konusunda gümrük birliğine geçiniz. -İşçilerin serbest dolaşımının sağlanması. -Tarım ürünlerine ilişkin ticaretin geliştirilmesi. 22 Temmuz 1970; Bu protokol imzalanıyor.1973 de yürürlüğe giriyor. Ancak; uygulamaya başlandıktan sonra Türkiye ekonomisini bozulmasıyla birlikte gümrükle ilgili madde ertelenmiştir.
-Danışma organları(Avrupa Parlamentosu, Ekonomik ve Sosyal Komite, Bölgeler Komitesi, Ombudsman)
12 Eylül 1980; AB ilişkilerimiz erteleniyor.
-Yargı organları (Avrupa Adalet Divanı, Sayıştay)
1986 yılına kadar ilişkilerimiz duruyor.
-Mali kurumlar (Avrupa Yatırım Bankası, Avrupa Merkez Bankası) (Fendioğlu,2007,s.369-384)
1981 de; Yunanistan AB ne üye oluyor.
16 Eylül 1986; AB ile ilişkilerimiz yeniden başlamış. 14 Nisan 1984; Türkiye AT’na ilk kez resmi ölçekte tam üyelik başvurusu yapıyor. 19 Aralık 1989; AT bir rapor açıklıyor: -Türkiye İngiltere’ye söyledikleri dışında AT’ye tam üye olabilecek bir ülkedir. Ancak; Türkiye’nin siyasi ve ekonomik anlamda yerine getirmesi gereken bazı şartlar vardır denilmiştir. Bu çerçevede Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerinin başlatılmayacağı söylenmiştir.
Avrupa Birliği –Türkiye İlişkileri
Avrupa Topluluğu;
31 Temmuz 1959 yılında Türkiye ilk başvurusunu AET’ ye yapmıştır.
-Gümrük birliğini tamamlaması -Mali sınayi işbirliğinin yeniden düzenlenmesi -Siyasi ve kültürel işbirliğinin güçlendirilmesi -Bilimsel ve teknolojik işbirliğinin artırılması
12 Eylül 1963 tarihinde AB ilişkilerimizin hukuki temeli Ankara antlaşması ile atılmıştır.
Akademik Analiz – Şubat 2012
28
1995 yılına kadar bu maddelerin gerçekleşmesi koşuluyla tam üyelik müzakeresinin başlayacağını açıklıyor. 1 Ocak 1996; Gümrük Birliğine girilmesiyle, tam üyelik müzakeresinin başlatılacağı ifade ediliyor. 12 Aralık 1997; Kıbrıs Rum kesimine aday statüsü tanınıyor. Bu Türkiye için önem taşıyor (Özsoy,2002,s.17-26). 3 Mart 1998; Avrupa komisyonu gümrük birliği noktasında ilişkilerin geliştirilmesi için, Türkiye için bir AB stratejisi belirliyor, gelişiyor. Bu metnin kabul edilmesi ile Avrupa komisyonu Kasım 1998 de bir rapor yayınlıyor. Bu raporda;
başlayan Avrupa da birlik olma fikri bugün 27 üyeli Dünya’da söz sahibi bir birliğe dönüşmüştür. Avrupa Birliği; ekonomi, sanayi, siyaset, yurttaş hakları ve dış politika alanlarını kapsayan çok-sektörlü bütünleşmenin en ileri biçimidir. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nu (AKÇT) kuran Paris Antlaşması (1951), Avrupa Ekonomik Topluluğu'nu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu'nu (EURATOM) kuran Roma Antlaşmaları (1957), Avrupa Tek Senedi (1986) ve Maastricht Avrupa Birliği Antlaşması (1992), Üye devletleri egemen Devletlerarasındaki geleneksel anlaşmalardan daha sıkı bir biçimde birbirine bağlayan AB'nin hukuki temellerini meydana getirmiştir.
-Türkiye ekonomik açıdan Pazar ekonomisi koşullarını büyük ölçüde karşılamaktadır. Ancak siyasi alanda eksiklikler olduğu açıklandı. 10 Aralık 1999; Helsinki zirvesinde aday statüsü resmen Türkiye’ye verilmiştir. 8 Kasım 2000; Türkiye KOB (katılım ortaklığı belgesi). 3 Ekim 2005; Türkiye ile müzakereler başladı. Müzakerelerin askıya alınma koşulları: • Birliğin temelini oluşturan, özgürlük, demokrasi, insan haklarına saygı ve özgürlüğe tam saygı ciddi bir suretle ihlal edilmesi durumunda müzakerelerin askıya alınması öngörülebilir. • Müzakerelerin tekrar başlaması için de bu yukarıda saydıklarımızın uygulanması gerekir (Acar,2009,s.209-229) Sonuç olarak; Avrupa’nın yıkılmışlığına son vermek amacıyla, 1951 yılında 6 kurucu üyesiyle Akademik Analiz – Şubat 2012
Avrupa birliği kurulduğunda ekonomik amaçlı bir birlik olarak görülse de; bugün ekonomik bir birlik olmanın yanında siyasi bir güç olma yolunda devam etmiştir. Türkiye’nin AB girme mücadelesi 1959 yılında üyelik başvurunda bulunmasıyla başladığını söylesek de, Avrupa sevdamız Osmanlı ya kadar dayanmaktadır. Osmanlıda Tazminatla başlayan batılılaşma hareketi, Cumhuriyetle birlikte batı devletlerinin ulaştığı çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak hedefiyle devam etmiştir. Bu bağlamda; I. Dünya savaşından sonra; milletler cemiyetine üye olmuştur. Bu süreç 1959 da AET ye başvuru Batı dünyasında yer almak için 29
önemli bir adım olmuştur. Bizim için önemli adımlardan biriside, 1963 yılındaki Ankara antlaşması ile ilk resmi adım atılmış ortaklık ilişkisi başlamıştır. Bu serüvendeki ikinci büyük gelişme ise; 1995 yılında Gümrük Birliğine girmek olmuştur. Bu süreç bugün hala tartışılan devam eden bir süreçtir kimilerine göre büyük bir adım kimilerine göre önemli bir tavizdi tabi burada AB üye olmadan gümrük birliğini kabul eden tek ülke olduğunu da belirtmek gerekmektedir. En sonunda 2005 yılında müzakere sürecinin başlamasıyla belki de sona doğru giden önemli bir adım olarak tarihe yazılmıştır. 1959 yılından bugüne üyelik yolundaki sürecimiz inişli çıkışlı devam etmektedir. AB ne tam üyelik sürecin tamamlanması Türkiye’nin Batılılaşma projesinin ve Avrupa ya kabul edilmesinin bir tescili olacaktır. Bu sürecin sonuçlanıp sonuçlanmaması kadar birliğin geleceği de büyük önem taşımaktadır. Nitekim birliğin yaşadığı sorunlar bugün birliğin dağılacağı yönündeki söylemleri de beraberinde getirmiştir. AB gücüne güç katarak yoluna devam eder mi bilinmez ama Türkiye’nin kendi gücünü fark ederek küresel,
Akademik Analiz – Şubat 2012
bölgesel, ulusal ve yerel dinamikleri iyi okuyarak geleceğe dönük stratejik adımlar atabilmesi büyük önem taşımaktadır. Elvan DÜRBİN Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ABD Yüksek Lisans Yararlanılan Kaynaklar ACAR, Mustafa, Avrupa Birliği ve Türkiye Bir Ekonomik ve Siyasi Analiz, Orion Yayınları, İstanbul,2006. AVRUPA Birliği ve Türkiye, T.C. Başbakanlık Dış Tic. Yayınları, Ankara, 1999 COŞKUN, Enis, Bütünleşme Sürecinde Avrupa Birliği ve Türkiye, Cem Yayınevi,2001 FENDIOĞLU, Hasan Tahsin, Türkiye’nin Demokratik Gelişimi ve AB, Beyan Yayınları, İstanbul,2007 KARAKAŞ, Yusuf, AB’nin Siyasal Entegrasyonu, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2002 ÖZSOY, Osman. Avrupa Birliği Yolunda Türkiye, Türk Genç İşadamları Vakfı yayınları, İstanbul,2002. SÖNMEZOĞLU, Faruk, Türk Dış Politikasının Analizi, Der yayınları, İstanbul,2001 TÜRE, Fatih, , “Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye”, Ed: Uzun, Turgay, Özen Serap, Birleşik Avrupa Düşüncesi ve Avrupa Birliği Seçkin Yayıncılık, Ankara 2004. http://www.abgs.gov.tr/tarama/özethtm. Erişim tarihi:02.01.2012
30
Akademik Analiz – Şubat 2012
31
TÜRK SİYASAL HAYATINDAN KARELER
Avrupa Birliği’ne Giden Yolda İlk Adım: Neden, Ne Zaman, Nasıl? Samet Zenginoğlu Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) başvurusunu yapmasının ardından, çeşitli dönemlerde ilişkilerin donma noktasına geldiği, askıya alındığı görülse de şimdiki adı ile Avrupa Birliği’nin, Türkiye’nin Batılılaşma politikasının mihenk taşı olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Peki, yarım asırdır süren bu sevdanın ilk adımı neden, ne zaman ve nasıl atılmıştır?
O
smanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden itibaren başlayan Batılılaşma süreci, farklı söylem ve yöntemlerle Cumhuriyet ile birlikte de devam etmiştir. Türkiye, bu süreçte ilk aşamada, Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı tipi Devlet sistemi ve hukuk düzenini benimsemiş ve ikinci aşamada da hedefini Batı merkezli uluslararası örgütlenmeler içerisinde yer alma şeklinde netleştirmiştir. Bu çerçevede Batı tipi parlamenter siyasi sistemi benimseyen Batı devletlerini bir araya getiren Avrupa Konseyi’ne daha kuruluş aşamasında, 1949 yılında üye Akademik Analiz – Şubat 2012
olmuştur. Türkiye, aynı yıl Washington Antlaşmasıyla kurulan NATO’ya, Kore Savaşı’na asker gönderen ülkeler arasında yer almasının da belirleyici etkisi ile 1952 yılında katılmıştır. Dile getirilen yer alma amacı bağlamında, bu siyasi ve askeri organizasyonlara üyeliğin ardından, Türkiye’nin Batı merkezli uluslararası örgütler içerisinde yer alma şeklinde beliren siyasi tercihinin üçüncü ayağını ise ekonomik bütünleşme hareketlerine katılma amacı teşkil etmiştir. Bu amaç çerçevesinde Türkiye’nin karşısında iki tercih yer almıştır. Bunlardan 32
birincisi, İngiltere öncülüğünde kurulan Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi’dir (EFTA), ikincisi ise AET’dir ve Türkiye bu tercihini AET’den yana kullanmıştır. Ancak belirtmek lazımdır ki, dile getirilen “tercih” ifadesi, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli düşünce ve stratejileri neticesinde AET’ye yöneldiği intibaını uyandırmamalıdır. O halde uzun dönem tartışılan ve halen de tartışıla gelen soruyu tekrar sormak lazımdır: Türkiye’nin AET’ye başvurmasındaki ana faktör nedir? Verilen cevaplar bakıldığında büyük çoğunluğun cevaben; “Yunanistan faktörü”ne atıfta bulunduğu görülmektedir. Zira dönemin Türk dış politikasında Yunanistan, dikkatle takip edilen ve bu takipler neticesinde belirlenen reaksiyonların yansıtıldığı bir ülkedir. Öyle ki, yukarıda dile getirilen Türkiye’nin NATO üyeliği, Yunanistan ile eş zamanlı olarak gerçekleşmiştir. Bu eşzamanlılığın AET yolunda da vuku bulduğunu söylemek mümkündür. Bu sebepten dolayıdır ki, EFTA ile AET arasında tercih yapma konusunda net bir fikre sahip olmayan Türkiye’nin tercihini netleştirmesinde, Yunanistan’ın 15 Temmuz 1959’da AET’ye yapmış olduğu başvuru ana etken olmuştur. Çünkü temelde sahip olunan iki düşünce vardır. Birincisi, Yunanistan’ın böyle bir adımın ardından yalnız bırakılmaması gerekmektedir. İkincisi de, buna bağlı olarak, AET içerisindeki Yunanistan’ın mevcudiyeti neticesinde Türkiye, Batı karşısında yalnız kalmamalıdır. Dile getirilen dönemde Türk dış politikasında Yunanistan’ın konumu, dönemin Dışişleri Bakanı, Fatin Rüştü Zorlu’nun açıklamalarından da anlaşılabilmektedir. Zorlu’nun; “Yunanistan kendisini boş bir havuza atsa
Akademik Analiz – Şubat 2012
bile onu yalnız bırakmaya gelmez, tereddüt etmeden siz de atlayacaksınız” ifadesi, Yunanistan ile paralel/eş zamanlı adım atma amacını açıkça ortaya koymuştur/koymaktadır. Bu sebeple, süreçte Türkiye’nin Yunanistan’dan geri kalmaması amacı da bulunmaktadır. Bu doğrultuda, 1959 Mart’ında Zorlu, makamında görüştüğü 6 AET büyükelçisine, “Yunanistan’la Türkiye’yi nasıl karıştırırsınız? Küçük bir ülkenin potansiyeli ile Türkiye’ninki bir mi?” sorusunu sormuş ve göreli olarak bu kararlılık karşılık da bulmuştur ve AET, Atina ile Ankara arasında denge arayışına girmiştir.
Başvuru sürecine gelince; Adnan Menderes Hükümeti, Cumhuriyet’in kuruluşundan 36 yıl, Roma Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden 19 ay, Yunanistan’ın da AET başvurusundan 2 hafta sonra, Batı’nın en önemli ekonomik kuruluşu olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na Roma Antlaşması’nın 238. Maddesi uyarınca “ortak üye” (associate member) olmak için 31 Temmuz 1959’da Topluluklar Konseyi’ne başvurmuştur. Türkiye adına bu başvuruyu, dönemin Demokrat Parti lideri ve Başbakanı Adnan Menderes yapmıştır. Menderes bu başvuruyla Türkiye’nin Avrupa’ya ilk adımı attığını ifade etmiştir. Böylece Türkiye, 33
hem ekonomik bütünleşme hareketlerinden AET’ye başvurmuş hem de Yunanistan’dan sonra AET’ye “ortak üye” olmak için başvuran ikinci ülke olmuştur. Yukarı da ifade edilmişti, ‘Türkiye’nin tercihini AET’den yana kullanması’ ifadesi, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli düşünce ve stratejileri neticesinde AET’ye yöneldiği intibaını uyandırmamalıdır. Öyle ki, Yunanistan’ın başvurusundan 2 hafta sonra yapılan bu başvuru o denli aceledir ki, AET’nin bir aylık yaz tatiline başlamadan önceki son gün yapılabilmiştir. Sonuç olarak; ‘neden?’ sorusuna, ‘Batı’daki ekonomik bütünleşme hareketleri
Akademik Analiz – Şubat 2012
içerisinde yer alma amacı ve Yunanistan faktörü’, ‘ne zaman?’ sorusuna, ‘31 Temmuz 1959’ ve ‘nasıl’ sorusuna, ‘uzun vadeli stratejiden uzak ve acele ile’ cevaplarını verebilmek mümkün görünmektedir. Yararlanılan Kaynaklar KARLUK, Rıdvan, Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta, 9. Basım, İstanbul, 2007. ÜLGER, İrfan Kaya, Avrupa Birliği Rehberi, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara, 2006. http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=111&l=1 (Erişim: 12.01.2012) http://www.ikv.org.tr/icerik.asp?konu=tarihce&ba slik=Tarih%E7e (Erişim: 18.01.2012) http://www.koksalozenc.com.tr/turkiyeab/turkiye abiliskileriozeti.pdf (Erişim: 18.01.2012)
34
AYIN DÜŞÜNÜRÜ
Avrupa Entegrasyonunun Fikir Babası Jean Monnet Kemal Oğuz Çakır Jean Monnet 1888–1979 yılları arasında yaşamış bir Fransız iktisatçı ve maliyecidir. Gençliğini Konyak işinde babasına yardım ederek geçirdikten sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile gerekli malzemelerin toplanması ve nakliyatının örgütlenmesinde yararlılık göstermeye çalışmıştır. Müttefiklerin çözümleyemedikleri bu “güç sorun”un çözümlenmesinde onun çabalarının büyük yardımı olmuştur.
K
onsey Başkanını, Fransa ve İngiltere tarafından malzeme tedarikinin koordinasyonu ve nakliyatına dair tasarlanmakta olan Monnet Önergesi’nin geçerliliğini kabule ikna etmekte başarılı olmuştur. Monnet çarpışma alanlarına kaynak aktarımını koordine edecek bir sistem geliştirmek üzere Londra’ya gönderilmiş ve gösterdiği parlak başarılar nedeniyle, Monnet Milletler Cemiyeti genel sekreter yardımcılığına atanmıştır (1919-1923). Yeni uluslararası örgütlenmenin “ahlakî gücü, kamuoyuna yaklaşımı ve eninde sonunda üstün gelecek gelenekleri ile” kendini kabul ettirebileceğini hisseden Monnet, yeni misyonuna büyük bir hevesle başlamıştır.
Akademik Analiz – Şubat 2012
Kısa bir zaman içerisinde Milletler Cemiyeti’nin kendine hedef olarak belirlediği barış ve uyum amaçlarını başaramayacağını anlamıştır. Hayal kırıklığını bu dönemde yaptığı bir açıklamada ifade etmiştir: “veto önemli bir sebeptir ve aynı zamanda da millî egoizmin üstesinden gelinmesinin imkânsızlığının sembolüdür.” Bu düşünce onu ortak bir irade ya da ortak bir yararın gerçekleştirilemeyeceğine inandırmıştır. Bu nedenle, 1923’te görevinden istifa ederek aile işine geri dönmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nın başında, Monnet bir kere daha Müttefiklerin kaynaklarının 35
ortak yönetimini örgütlemek için Londra’ya gönderilmiştir. Haziran 1940’ta, Fransız ordusu Nazi birlikleri tarafından yenilgiye uğratılırken Monnet, Fransa ve Büyük Britanya arasında federal bir birlik olan “joint commoniqué”i tasarlamıştır – birlik şöyle anlatılmaktadır: “İki hükümet gelecekte Fransa ve Büyük Britanya’nın iki ayrı ulus değil tek bir Anglo-Fransız Birliği olacağını beyan etmektedir. Birliğin yapılandırılması savunma, dış ilişkiler ve ekonomik ilişkiler alanlarında ortak örgütlenmeleri içerecektir. İki Parlamento resmi olarak birleşecektir.” Bu önergesi Churchill ve De Gaulle tarafından kabul görmüştür. Ne var ki, Fransız siyasî sınıfının yenilgiyi çoktan kabul etmiş olması nedeniyle, onun bu girişimleri Fransa’nın yenilgisini engelleyememiştir. Bu nedenle Monnet “Victory Programme for the Allied Cause” (Savaş Gücü Komitesi) üzerine çalışmak amacıyla Washington’a gitmeye karar vermiştir. Amerika’yı “demokrasinin en önemli mühimmat deposu” rolünü yerine getirebileceğine ikna etmiştir. Ünlü iktisatçı Keynes savaşın sonunda, büyük çabalarıyla Monnet’nin muhtemelen İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşık bir yıl kadar erken bitmesini sağladığını söylemiştir. 1943’te yapılan toplantılardan birinde Monnet şöyle demiştir: “devletler millî egemenlik temelinde yeniden yapılanmadıkları takdirde, barış içinde bir Avrupa olmayacaktır. . . Avrupa ülkeleri halklarına gerekli refah ve toplumsal kalkınmayı temin etmek için çok küçüktürler. Avrupa devletleri kendileri için bir federasyon kurmalıdırlar. . .” Kurtuluşun hemen ardından Monnet Fransız hükümetine bir “küresel modernleşme ve ekonomik kalkınma planı” sunmuştur. Fransız ekonomisinin yeniden yapılandırılmasında önemli çalışmaları yürütmek üzere Planlama
Akademik Analiz – Şubat 2012
Müdürlüğüne atanmıştır. 1947’de Monnet, Fransa’nın Marshall Planı’na katılımına yol açan Fransız ekonomik kalkınması için Monnet Planı’nı kaleme almıştır.
1949’da Monnet önemli bir kömür ve çelik bölgesi olan Ruhr’un kontrolü için Almanya ve Fransa arasındaki ihtilafın tehlikeli boyutlara tırmanmakta olduğunu fark etmiştir. Bu, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi, savaşın olası başlangıcının sinyallerini vermekteydi. Ne var ki, bu gerginliğin çözümü federasyon olamazdı. Bu gerekçeyle Monnet, birkaç işbirlikçi ile birlikte, devrimci bir önerge taslağı hazırlamıştır: bu doğrultuda, FransızAlman kömür ve çelik kaynaklarının bir Avrupa Hükümeti’nin kontrolü altında toplanması tasarlanmıştır. Robert Schuman tarafından gelen bir önergenin ardından Monnet, Schuman Planı taslağını hazırlamıştır, buna göre: “Kararları Fransa, Almanya ve onlara katılacak diğer ülkeleri bağlayıcı olacak bir Yüksek Otorite’nin 36
kurulması yoluyla, bu önerge barışın korunması için zorunlu olan bir Avrupa federasyonunun ilk sağlam temellerini teşkil edecektir.” Robert Schuman bu önergeyi kabul etmiştir ve Adenauer ile fikir birliği içinde, 9 Mayıs 1950’de önergeyi kamuoyuna sunmuştur. Bir yıl sonra, Paris Antlaşması ile altı ülke (Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Luxembourg) bugünkü Avrupa Birliği’nin habercisi olan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’ni (ECSC) kurmuştur. ECSC’nin ilk başkanı olan Monnet (1952-1955) birliği Avrupa’nın ekonomik ve siyasî entegrasyonunun ve AVRUPA BİRLİĞİ’nin ilk adımı olarak değerlendirmiştir. ESCS’nin yaratılması gerçekten de Monnet tarafından öngörülmüş sonuçları doğurmuştur. Avrupa sorununun tüm
Akademik Analiz – Şubat 2012
unsurları Fransız-Alman uzlaşması ile dindirilmiştir. İhtilaftan siyasî işbirliğine doğru bir geçiş yaşanmıştır ve bu ESCS projesinin içerdiği demokratik gücün tohumlarının gelişmesini mümkün kılmıştır. 1955’te, Fransa’nın Avrupa Savunma Komitesi’ni (EDC) onaylamayı reddetmesiyle kızışan ciddi krizin ardından Monnet, ESCS Başkanlığı’ndan istifa etmiştir. Siyasî ve ekonomik entegrasyon için mücadele etmek ve resmî kurumsal yapıların dışındaki yapılar üzerinden Birleşik Avrupa Devletleri fikrini benimsetmek için Hareket Komitesi’ni kurmuştur ve bir anlamda Avrupa’nın ilk lobicisi olmuştur. Hayatının kalanını Avrupa’nın birleşmesi yolundaki çalışmalara adamıştır.
37
AB’nin Orta Asya ve Güney Kafkasya Politikası Soner Özçelik 1990larda “Avrupa Birliği” olarak adlandırılan sosyo-kültürel ve siyasi birliğin dünya siyasetinde ikincil rol yerine daha etkin rol alabilmesi, sistemi çok iyi analiz etmesiyle yakından alakalıdır. Sistem, soğuk savaş sırasında ve hemen sonrasında daha pasif olan AB politikalarını ve son gelişmeler ışığında genişleme ve derinleşme dalgalarının ardından bazı bölgeler ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmesine neden olmuştur. Orta Asya ve Güney Kafkasya bölgeleri de bunlardan sadece ikisidir. Bu bölgelerin AB ile olan ilişkileri, AB’nin Soğuk Savaşın bitimi ile başlayan bölgenin liberalizasyonu için kollarını sıvamasıyla başlar. Bölge; AB için önemli kaynakları olan, siyasi ve ekonomik istikrarsızlığı bulunan bir komşu konumuna gelmesinden ve bölge enerji kaynaklarının Avrupa’ya güvenli ve düzenli bir şekilde aktarılması için önem teşkil etmesinden ötürü stratejik bir konum almıştır. Bu yazında, bütün bunlar Immanuel Wallerstein’ın merkez-çevre teorisi üzerinden değerlendirilecektir. Wallerstein’a göre dünya sistemi, merkez ülkelerle çevre ülkelerin birbirleriyle olan ilişkilerini tanımlar. Bir de tanımını bu iki kesimle olan ilişkilerine göre alan yarı çevre ülkeleri vardır. Ekonomik anlamda
Akademik Analiz – Şubat 2012
merkez-çevre ilişkisi, bağımsız-bağımlı ilişkisi olarak algılanabilir. AB’nin Orta Asya ve Güney Kafkasya ile İlişkileri Bu bölgeler yaşanan son gelişmelerle birlikte Avrupa’nın güvenlik ve istikrar alanlarının genişletilmesi kapsamında değerlendirilmelidir. Diğer bir ifade ile bölgenin istikrar, güvenlik, demokrasi ve refah alanına evrimleştirilmesi AB’nin öncelikli hedefleri arasında yer almalıdır. Bunun için öncelikle bölge ülkelerinde demokrasinin ve hukukun üstünlüğü prensiplerinin yerleştirilmesi, iyi yönetişim ve istikrarlı bir ekonomik kalkınmanın sağlanması amacıyla kararlı adımlar atılmalıdır. Bunlardan öte bölge AB için hem ekonomik açıdan hem enerji arzı güvenliği bağlamında önem teşkil 38
etmektedir. Rusya’nın Ukrayna ve Beyaz Rusya ile yaşadığı enerji bunalımının gösterdiği üzere AB’nin enerji talebinin tekel bir ülkeye devrinin tehlikeli boyutu, Orta Asya ve Güney Kafkas ülkeleri aracılığıyla Rusya’nın bu konudaki tekelinin kırılabileceği gerçeğinin Avrupa Birliğince fark edilmesini sağlamıştır. Bunların yanı sıra AB, bölge ülkelerinin siyasi ve ekonomik istikrarını sağlamak amacıyla çeşitli planlamalar yapmıştır. Bu bağlamda Orta Asya (Siyasi) Strateji Belgesi(20072013) AB’nin bölgeye karşı hissetmeye başladığı ilgisini gösteren bir dokümandır. Ancak bölge ülkeleriyle bire bir yapılan Ortaklık ve İşbirliği Antlaşmalarını da hesaba katmak gerekir. AB’nin düşünce tarzının bu anlaşmalarla hem yönetimsel hem ekonomik hem de sosyo-kültürel anlamda bölge ülkelerine yansımaları olmuştur. Gürcistan’da yaşanan Gül Devrimi(2004) siyasi yapının liberalleşmeye başladığının bir kanıtıdır. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte Sovyet sisteminin liberalizasyonu için bölge ülkelerine yönelen AB, bu anlaşmalarla önce bölge ülkeleriyle diyaloglar kurarak işbirliği zemini hazırlamıştır. Bu bağlamda, AB bölge ülkeleriyle (Tacikistan ve Türkmenistan hariç) birçok alanda anlaşmalar yapılması önemli adımlardan biridir. Bu anlaşmaların içeriği; temelde siyasi diyalog, ticaret, yatırım ve ekonomik işbirliği gibi konuları içermektedir. Kazakistan ticari ilişkiler açısından AB’nin en önemli ortağıdır. Kazakistan’ın AB’ye ihraç ettiği ürünler; maden ürünleri, hammadde, demir ve çelik, kimyasal ürünlerdir. Ticaret yapılan en önemli ikinci ülke ise Özbekistan’dır. Özbekistan’ın AB’ye yaptığı ihracatın önemli kısmını değerli taşlar, metalar, tarım ürünleri, tekstil ve giyim eşyalar oluşturmaktadır. Türkmenistan’ın ihracının büyük bölümünü madensel yakıtlar
Akademik Analiz – Şubat 2012
oluşturmaktadır. AB, Tacikistan’a makine, ulaşım ekipmanı, gıda ve canlı hayvan ihraç etmektedir. Kırgızistan’la yapılan ticaret ise sınırlı kalmıştır. AB’nin bölgeyle ekonomik anlamdaki ilişkilerine öncelik verdiği görülmektedir. AB ve bölge ülkeleri arasındaki siyasi ilişkiler ise yavaş ilerlemektedir ve zaman zaman sekteye uğramaktadır. AB’nin bölge ülkelerinin bazı yerlerinde temsilcilikleri bulunmaktadır. Bunun yanı sıra bölge içi siyasal diyaloğu geliştirmek için üst düzey siyasi yöneticiler arasında toplantılarda yapılmaktadır. Kazakistan, AB ile ilişkisini ileri boyutlara taşımak amacıyla Avrupa Komşuluk Politikası’na katılmak için uğraşmaktadır. Siyasi ilişkiler ışığında, AB en çok sorunu Özbekistan’la yaşamıştır.
Diğer taraftan, AB’nin Güney Kafkasya Bölgesi’ne (Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan) yönelik politikaları uzun vadeli olmamıştır. 2001 yılından sonra bölgeye olan önem artmıştır. Bu bölge daha çok Orta Asya ve Azerbaycan kaynaklarının Avrupa’ya ulaşımı konusunda AB için değerlenmiştir. 7 Temmuz 2003 yılından geçerli olmak üzere bölgede AB’nin amaçlarının gerçekleştirilmesi için bölgeye Finli Diplomat AB özel temsilcisi olarak atanmıştır. Bu girişim AB’nin bölgeye ne kadar fazla önem verdiğinin göstergesi olmuştur. Avrupa Komşuluk Politikası’na 2004 yılından itibaren Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ın dâhil edilmesi AB’nin bölge politikasına yeni bir strateji 39
getirmek istediğinin göstergesi olmuştur. Güney Kafkasya ülkelerinin Avrupa Komşuluk Politikası’na katılmasıyla bölge ülkeleriyle olan ilişkiler yeni bir boyut kazanmıştır. Bölge ülkeleriyle de Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları ikili biçimde yapılmıştır. Bu anlaşmaların amacı taraflar arasında ekonomik, kültürel, sosyal, ticari, bilimsel ve siyasi konularda iş birliğini oluşturmak ve geliştirmek; AB ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkinin hukuki zeminini oluşturmak. AB tarafından işbirliğini oluşturan siyasi belge olarak nitelendirilen Eylem Planları hazırlanmıştır. Bunlar beş yıllık bir süreyi kapsamaktadırlar. AB’nin bölgeye yardımları Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla teknik ve insani olarak başlamıştır. AB Romanya ve Bulgaristan’ın birliğe üye olmasıyla Karadeniz bölgesi ve Güney Kafkasya ile daha da yakınlaşmıştır.
Merkez-Çevre İlişkisi: Bölge Üzerine AB Politikaları Merkez-Çevre ilişkisi denince akla gelen Wallerstein’a göre dünya sistem teorisi, dünyanın merkez ve çevre olarak bölündüğünü savunur. Ayrıca bunlar arasında yarı çevre olarak adlandırılan ve tanımını diğerleri ile ilişkisine göre kazanan bölgeler de bulunmaktadır. Bu ayrışmada, merkez ve çevre arasında yapısal ve kurumsallaşmış bir “işbölümü” bulunmaktadır: Merkez, yüksek düzeyde teknolojik ilerlemeye sahip ve ileri düzeyde ürünler üretirken; çevrenin rolü, Akademik Analiz – Şubat 2012
merkezin temsilcilerine ham madde, tarımsal ürün ve ucuz işgücü sağlamaktır. AB’nin bölge ülkeleri ile yaptığı ikili Ortaklık ve İşbirliği Antlaşmaları dâhilinde, bölgeden Avrupa’ya enerji ve hammadde akışını sağlamakta ve sahip olduğu teknoloji ile ileri düzeydeki üretimi sayesinde bölgeyle ticari ilişkisinde kar elde etmektedir. Bu durum, asimetrik bir şekilde karşımıza çıkarken oldukça normalmiş gibi görünür. Sonuçta, ticaret canlılığını devam ettirir ve kısa vadede kazanç sağladığını düşünen çevrenin merkeze bağımlılığı uzun vadede artar. Diğer bir ifade ile merkez ve çevre arasındaki bu değişim eşit olmayan şartlarda gerçekleşir: Çevre ürünlerini ucuz fiyatlardan satmak zorundadır fakat buna karşılık merkezin ürünlerini daha pahalı almak zorundadır. Ayrıca, yarı çevre adı ile adlandırılan merkeze göre çevre, çevreye göre merkez eğilimi gösteren bir bölge vardır. 20. yüzyılın sonlarında bu bölge Doğu Avrupa, Çin, Brezilya gibi alanları kapsayacaktır. Bazı durumlarda, çevre ve merkez bölgeler aynı coğrafi alanda çok yakın işbirliği içinde olabilir. Dünyasistemin başlangıcından itibaren sürekli genişlemesinin bir etkisi şeylerin sürekli metalaşmasıdır, buna insan emeği de dahildir. Doğal kaynaklar, toprak, emek ve insan ilişkileri aşama aşama kendi özgün değerinden soyutlanır ve ona bir değişim değeri belirleyen pazarda metaya dönüşür. Wallerstein’a göre tarif ettiği dünya sistemin 1945′ten beri egemen gücü Amerika Birleşik Devletleri bu özelliğini kaybetmektedir. 11 Eylül ve ardından ortaya çıkan gelişmeler bunun en son ve en belirgin kanıtıdır. Wallerstein, “Üçüncü Dünya” teorilerini reddeder, ve ekonomik değişim ilişkilerinin oluşturduğu kompleks bir ağ ile birbirine bağlı tek bir dünya olduğunu savunur: içinde, kırılmaları açıklayan “sermaye ve 40
emek dikotomisi” ve birbiri ile rekabet içinde olan (tarihsel olarak ulus devletleri kapsayan ama onunla sınırlı olmayan) ajanlarca gerçekleştirilen sonsuz “sermaye birikimi”nin bulunduğu bir “dünya ekonomi” veya “dünya-sistem”. Bu yaklaşım Dünya Sistemler Teorisi adı ile bilinmektedir. Wallerstein, “Dünya sistem teorisi”ni 1974 yılında yayınladığı Modern Dünya Sistem kitabında dile getirdi. Kitabında dünyanın, 16. yüzyıldan beri uluslararası işbölümü ile karakterize edilen bir dünya sistemini yaşadığını savundu. “Modern dünya sistem”in kökeni olarak Wallerstein, 16. yüzyıl Batı Avrupa’sı ve Amerikalarını gösterir. Sermaye birikiminde başlangıçta Fransa ve İngiltere’de görülen belirli politik olaylar, aşama aşama bir genişleme sürecini başlattı ve sonucunda bugün, sadece bir küresel değişim ağı kaldı. 19. yüzyılla
Akademik Analiz – Şubat 2012
birlikte yeryüzünün her köşesi kapitalist dünya ekonomiye entegre oldu. Dünyanın her köşesine uzanan kapitalist dünya-sistem kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan homojen olmaktan çok uzak bulunmaktadırAksine dünya-sistem medeniyetler arasında gelişme farklılıkları ve politik gücün ve sermayenin artışındaki temel farklılıklarla karakterize edilir. Modernleşme ve kapitalizm teorilerinin iddiasının aksine, Wallerstein bu farklılıkları sistemin bir bütün olarak gelişmesi ile bertaraf edilebilecek sırf tortular veya düzensizlikler olarak görmez. Bunlar dünyanın merkez, yarı çevre ve çevre olarak bölünmesinde olduğu gibi dünya-sistem’in kalıtsal bir özelliğidir. Soner ÖZÇELİK Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
41
Akademik Analiz – Şubat 2012
42
1950’li Yıllar Türkiye’sinde İktisadi Durum Ve Demokrat Parti İktidarı N. Ümit TOL 1950-1960 arası dönem, başlattığı süreç ve günümüze uzanan sonuçları itibariyle ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşama damgasını vurmuş çok önemli bir dönem özelliğini taşır. Zira bu dönemde bir yandan 1947’den başlayan sürecin devamı olarak devletçi, sıkı şekilde denetlenen ve kendi kendine yeterli olmaya yönelmiş bir ekonomiden, liberal serbest pazar ekonomisine geçiş yaşanmışken, diğer taraftan da 1950’deki seçimlerle siyasal katılma bakımından dev bir adım atılmış, yüzyıllardan sonra ilk defa Türk halkı kendi iradesiyle idarecilerini seçmiştir.
B
u çalışmada, 1950’deki seçimle iktidara gelen Demokrat Parti’nin uyguladığı iktisat politikaları ve bu politikaların ekonomik, toplumsal ve siyasi etkilerini ele alınmıştır.
oluşturuyorlardı. Bu durum, ABD yöneticilerinin Sovyet tehdidi altında bulundukları bir korku ortamı yaratıyor ve komünizm tehdidi ABD’nin dış politikasını şekillendiriyordu.
Savaş Sonrasında Dünyadaki Genel Görünüm ve Soğuk Savaşın Türkiye’ye Etkileri
Savaş sonrasında sosyalist rejimlerin etki alanlarını genişletmesi, Avrupa’da Bulgaristan, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Polonya, Doğu Almanya, Yugoslavya, Arnavutluk’un komünistlerin yönetimine geçmesi ve böylelikle kapitalizmin coğrafi alanının daralması üzerine, ABD dış politikası gereğince NATO askeri paktı kuruldu ve sosyalizme karşı
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, kapitalist sisteme bir alternatif olma iddiasıyla tarih sahnesine çıkmış olan sosyalist rejimler etki alanlarını genişletiyor ve dünya nüfusunun yaklaşık olarak üçte birini Akademik Analiz – Şubat 2012
43
Soğuk Savaş dönemi başlatıldı. 1 Bu iki kutuplu ideolojik savaşta taraflar, geri kalmış ülkeler ile bağımsızlıklarını yeni kazanmakta olan ülkeleri kendi saflarına çekebilmek adına kıyasıya bir rekabet içindeydi. ABD’ye göre bu rekabet ortamında öne geçebilmenin koşulu, sosyalist rejimlerin Müslüman ve antikomünist bir çemberle kuşatılmasıydı. Bu bakımdan Sovyet Rusya’ya komşu olan Türkiye’nin özel bir önemi vardı. ABD, Türkiye’yi kendi safında görmek istiyor ve Türkiye’nin de bunu açıkça belli etmesini istiyordu, ancak bundan sonra silah ve yiyecek yardımı yapabilir, borç verebilirdi.2 Türkiye’de ise bu dönemde, hem siyasi, hem iktisadi bakımdan yeni bir dönüm noktası olan 1946 seçimleri gerçekleştirilmişti. ABD’nin bu süreçteki rolü ise öncelikle çok partili parlamenter sisteme geçişi desteklemek, sonrasında ise kuşatma politikasına uygun olarak, ABD karşıtı partilerin iktidara taşınmasına engel olmak ve bu bağlamda bir anti-komünizm propagandası yürüterek, sağ eğilimli partileri desteklemek olacaktı.
zaman keyfi ve ölçüsüz yapılan bu uygulamalar özellikle köylü üzerine ağır bir yük getiriyordu. 3 Uygulanan despotik siyasa nedeniyle aydınlar, emekçiler, yoksul yığınlar tek parti yönetiminin karşısındaydılar. 1930’lu yılların ve savaş döneminin kendilerine ayrıcalıklı davranılan, kamu kaynaklarını yağmalarıyla zenginleşen vurguncular, karaborsacılar, savaş zenginlerinin İstanbullu ve gayrimüslim kanadı ‘’Varlık Vergisi’’ nedeniyle partiye güvenlerini yitirmişlerdi. Aynı şekilde toprak ağaları da son anda gündeme gelen ‘’Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’’nın verdiği ürküntüyle CHP’nin karşısında yer almışlardı. 4
Demokrat Parti’nin Kuruluşu ve 1946 Seçimleri Türkiye, II. Dünya Savaş’ına katılmadığı halde, her an savaşa dâhil olabilme tehlikesine karşı, sanki savaştaymış gibi politikalar yürütmek zorundaydı. Ülke savaşa girmedi, fakat mal kıtlıkları, salgın hastalıklar, açlık ve yolsuzluklarla örülmüş bir altı yılı yaşadı. Bu ortamda büyük bir ordunun beslenmesi, yiyecek stoklarının yapılması, tarımsal ürünlerin zoralımı politikaları, köylünün giderek yoksullaşmasına yol açıyordu. Savaş koşulları gerekçe gösterilse de, zaman
CHP’nin toplumsal meşruiyetinin aşınmaya başladığı bu dönemde bir de ABD’nin çok partili rejime geçin bastırması ortaya çıkınca, CHP oy deposu olarak gördüğü Suat Oktar ve Arzu Varlı, ‘’Türkiye’de 1950-54 Döneminde Demokrat Parti’nin Tarım Politikası’’, Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi, 2010, Cilt XXVIII, Sayı 1, s.5. 4 Tevfik Çavdar, Bir İnkilabın Günbatımı: 19082008, Ankara: İmge Kitabevi, 2008, s.179. 3
Yıldırım Koç, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, Ankara: Epos Yayınları, 2010, s.134. 2 Oya Köymen, Sermaye Birikirken, İstanbul: Yordam Kitap, 2007, s.107. 1
Akademik Analiz – Şubat 2012
44
köylüyü kazanmak için ‘’Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’’nu çıkarmaya girişti. İşte bu kanunu çıkarma sürecinde CHP’li milletvekillerinden kendisi de Egeli büyük toprak sahibi olan Adnan Menderes ve arkadaşları (Celal Bayar, Fuat Köprülü, Refik Koraltan) CHP’yi ve bu kanunu komünizmin yolunu açmakla suçlayarak büyük bir muhalefete giriştiler; bu muhalefetten 7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti doğdu. 5 21 Temmuz 1946’da Türkiye’nin ilk çok partili seçimi yapıldı. Bu yıl, Cumhuriyet Türkiyesi’nin tarihinde hem siyasi, hem iktisadi bakımdan yeni bir dönüm noktası niteliğindeydi. Siyasi bakımdan 1946 yılı çok partili parlamenter rejime geçişin başlangıç tarihini temsil etmekteyken, iktisadi bakımdan 1946 yılına dönüm noktası niteliğini kazandıran özellik, on altı yıldır kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği, ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde artırıldığı, dış açıkların kronikleşmeye başladığı, dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımlarıyla ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmeye başlamış olmasıydı.6 Demokrat Parti’nin baskı ve yolsuzluklar yapıldığını ileri sürdüğü Temmuz 1946’da yapılan tek dereceli seçimle, CHP yeniden iktidarı ele almış olsa da, savaş yıllarında uygulanan ekonomi politikalarından usanan geniş halk kitlelerinin CHP’yi ‘’cezalandırması’’ çok uzun sürmeyecekti. Demokrat Partinin İktidar Olma Süreci İlk çok partili seçim yapıldıktan dört yıl sonra, 1950 tarihinde yeni bir seçim yapıldı ve Demokrat Parti, CHP’nin altmış dokuz
sandalyesine karşılık, dört sandalyeyle seçimi kazandı.
yüz
sekiz
Savaş koşullarının neden olduğu kıtlık ve yokluk gibi darlıkların yarattığı küskün halk kitlelerinin tepkilerinin bir sonucu olarak iktidar olan Demokrat Parti’nin sınıfsal temeli, büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisinin ittifakına dayanmıştır. Ancak, ağırlık olarak kitlesel tabanını Anadolu’nun küçük ve orta köylüsü oluşturmuştur. Buna paralel olarak seçim kampanyasını da köylüyü müreffeh kılmak, on yılların yoksulluğuyla sinmiş ve umutsuz durumda olan köylüye somut anlamda hizmet götürmek eksenine oturtan partinin yöneticileri bu durumu her fırsatta dile getirmişlerdir Tarihçiler arasında, Demokrat Parti’nin Mayıs 1950’deki bu ezici seçim zaferinin, modern Türk siyasal tarihinde bir dönüm noktası oluşturduğuna dair yaygın bir mutabakat vardır.7 Gerçekten de, 1950’de, siyasal katılma bakımından dev bir adım atılmıştır. O zamana kadar, meşrutiyetten cumhuriyete uzanan bütün demokratik reformlar hep tepeden inme yapılmışken, ilk defa 1950’de, aşağıdan yukarı bir reform yapılmış, yüzyıllardan beri ilk defa olarak Türkiye halkı, kendi arzusu ile
5
Köymen, a.g.e., s.108. Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, Ankara: İmge Kitabevi, 2011, s.94. 6
Akademik Analiz – Şubat 2012
Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000, s.321. 7
45
idarecilerini değiştirmiştir. 8 Ancak ekonomik olarak bakıldığında devletçi bir ekonomiden liberal serbest pazar ekonomisine geçişteki esas dönüm noktasının 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişi değil, İnönü hükümetinin 1947’de almış olduğu kararlar olduğu görülecektir. Zira bu dönemde CHP, liberal iktisatçılardan oluşan bir kadroya özel teşebbüsün ve tarım, ulaştırma, enerji sektörlerine verilen önceliğin arttığı bir rapor hazırlatmıştır. Resmen uygulamaya konmamasına rağmen bu plan, devletçikorumacı bir sanayileşme anlayışının artık kesinlikle gündem dışı olduğunu kanıtlayan bir belge olarak görülmelidir. 9 Bu bağlamda aslında 1950 seçimleriyle siyasi iktidarın sınıfsal içeriğinde niteliksel bir dönüşüm olmadığı söylenebilir.
Ekonomide ABD Yörüngesine Giriş ve Tarımda Traktörleşme II. Dünya Savaşı sonrasında birikim modeli, uluslararası işbölümü ve çevre merkez ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Türkiye açısından bu yeni dönem, dünya ekonomisinin dinamik merkezini oluşturan ileri kapitalist ülkeler tarafından Cem Eroğul, ‘’Siyasal Katılmanın İdeolojik Ortamı’’, Mülkiye Dergisi, 1989, Cilt XXIV, Sayı 223, s.94. 9 Koratav, a.g.e., s.98.
şartlandırılma ve biçimlendirilmenin önem kazanmasını ifade eder. Nitekim bu dönemde Türkiye’nin tarım ve genel olarak iktisat politikalarının ABD, IMF ve Dünya Bankası tarafından belirlendiği bilinmektedir.10 İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD ve Dünya Bankası azgelişmiş ülkelerin önce tarım sektörünü modernleştirmesini yani traktörleşmeyi, daha sonra tarım ürünleri ihracatına öncelik tanıyarak, kalkınabileceklerini savunuyordu. Gerek uluslararası konjonktürün bu seyri, gerekse Demokrat Parti’nin siyasal tabanının ağırlıklı olarak köylüye ve kırsal bölgeye dayalı olması, partinin iktidarının sürmesi için ABD’nin önerdiği tarım sektörü öncülüğünde kalkınma politikasını izlemeyi gerekli kılmıştı. 11 Bu kalkınma stratejisi bağlamında ABD, 1947’den başlayarak Marshall Planı ile birlikte Türkiye’ye borç vermeye başladı. Marshall Planı’yla sağlanan kredilerle tarım kesiminde olağanüstü hızlı bir traktörleşme süreci yaşanmıştır. Örneğin 1948-1952 yılları arasındaki toplam traktör sayısı 1750’den 30.000’e yükseldi. Bu da 1948’de 14.5 milyon hektar olan ekilip biçilen dönüm miktarının 1956’da 22.5 milyon hektara ulaşmasına olanak sağlamıştı. Bu duruma çok iyi giden hava koşulları da eklenince Demokrat Parti yönetiminin ilk üç yılında tarım ürünleri bollaştı, çiftçinin geliri arttı. Tarımdaki bu büyümenin öncülüğünde ekonomi bir bütün olarak %11-13 gibi hızlı bir oranda büyüdü.12 Makineleşme hareketi ile tarımda yalnızca yatay bir genişleme(ekilebilir alanların artması) olmamıştır. Dikey bir genişleme de olmuş, makineleşme sonucu tarım sektöründe verimlilik artmış, tarım
8
Akademik Analiz – Şubat 2012
10
Köymen, Kapitalizm ve Köylülük, s.135. Oktar ve Varlı, (2010), a.g.m., s.9. 12 Zürcher, a.g.e., s.326. 11
46
işçilerinin makinelerle ikame edilmesi sonucu açığa çıkan işgücü büyük kentlere akın etmeye başlamıştır. 13 Ne var ki, 1950’lerde büyük kentlerdeki sanayilerin kapasitesi bu hızla artan ama vasıfsız olan işgücüne iş temin etmede sınırlıydı. Sonuçta göç edenlerin sadece küçük bir kısmı sanayide sürekli iş bulmakta, çoğu ise sonunda geçici işçi ya da sokak satıcısı olup çıkmaktaydı. 14 Demokrat Parti’nin iktidarlığı süresince yapılan yatırımlara baktığımızda ise, dizginleri serbest bırakılınca piyasanın işleyeceğine kesin olarak inanan partinin, beklentilerinin karşılanmadığı görülmektedir. Demokrat Parti hükümeti 1951’de yabancı yatırımı teşvik etmek amacıyla Amerika etkisi altında Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu’nu çıkarmış, bu yasa ile, savaş yılları boyunca çeşitli yollarla (karaborsa, stoklama vb.) bir sermaye birikimi yaratmış olan Türk burjuvazisinin ve yabancı kapitalistlerin Türk ekonomisine yatırım yapacakları beklentisine girmişti. Ancak sonuç beklendiği gibi olmadı. Bu dönemdeki Türk sanayicileri, bir iki istisna dışında, hala tümüyle kontrol altında tutabildikleri nispeten basit aile şirketleri ile iş görmekteydiler ve hükümetin beklediği yatırımı yapmakta tereddüt ediyorlardı. Teşviklere rağmen yabancı yatırımlar da son derece sınırlı kalmış, Demokrat Parti’nin iktidar yıllarında Türkiye’de yatırım yapan şirket sayısı otuzu geçmemiş ve bunların payı özel yatırımlar toplamının %1’ini aşamamıştır. Sonuç olarak tüm liberal politikalara ve söylemlere rağmen yatırımların %40-50’sini devlet yapmak zorunda kalmıştır. 15 Bu dönem içerisinde kısıtlı olan özel yatırımlar içinde ilk ciddi girişimi, bir uluslar arası şirket olan Unilever yapmış ve Sana, Vita adlı nebati Başkaya, a.g.e., s.140. Zürcher, a.g.e., s.329. 15 Zürcher, a.g.e., s.326-327.
yağ ürünleriyle olmuştur. 16
egemen
Biriken Ekonomik Sorunlar, 1958 Devalüasyonu ve Yeni Kalkınma Stratejisi Demokrat Parti’nin ilk üç yılında tarımdaki büyüme öncülüğünde ekonomide bir bütün olarak yaşanan canlanma 1954’te sona erdi. Daha çok tarımda ekilip biçilen dönüm miktarının genişletilmesiyle sağlanan tarımdaki ve bir bütün olarak ekonomideki bu canlanma, havaların kötüleşmeye başlaması ve 1954 yılının kötü hasadı ile birlikte eski ivmesini kaybetti ve ekonomik büyüme yüzde 13 civarından yüzde 4 civarına düştü. Ticaret açığının 1955’te 1950 düzeyinin sekiz katına çıkmasına rağmen, hükümet ithalat ve yatırım hızını sürdürerek, mali yardım almak ve kolay borçlanma koşulları sağlamak için Türkiye’nin Soğuk Savaştaki stratejik konumunu sonuna kadar kullandı ve sonuç olarak 1960’ta Türkiye’nin toplam dış borcu 1.5 milyar doları bulmuştu. 17 1958’e gelindiğinde Türkiye aldığı dış borçları ödeyemez duruma geldi ve hükümet IMF’nin isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. Bunun üzerine bu yıl büyük bir devalüasyon yapıldı, Türk parasının değeri dolar karşısında düşürüldü, dolar 2.5 kat pahalandı.18 Buna karşılık olarak da ülkeye bir kısmını ABD, bir kısmını Avrupa
13
16
14
17
Akademik Analiz – Şubat 2012
piyasaya
Çavdar, a.g.e., s.185. Zürcher, a.g.e., s.332. 18 Köymen, Sermaye Birikirken, s.106.
47
ülkeleri ve bir kısmını da IMF’nin karşıladığı 350 milyon dolarlık yeni bir paket borç verildi. Türkiye’nin uluslararası kapitalizme eklemlendiği dönemi temsil eden 1950’lerde, ABD’nin Türkiye’ye ‘’önerdiği’’ tarım sektörü öncülüğünde kalkınma stratejisi, önce 1958’de Türkiye’nin aldığı dış borçları ödeyememesi, daha sonra da yapılan devalüasyonla birlikte ülkenin iyiden iyiye borç sarmalına girmesiyle iflas etmişti. Kalkınma stratejisinin iflası, yeni bir ekonomik paradigmayı gerekli kılmış ve 1960’larda Türkiye, 1950’li yıllardan farklı olarak ithal ikameci sanayileşme modelini yine IMF’nin önerisiyle benimsemiştir. Sonuç Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla siyasal katılma bakımından dev bir adım atılmış, yüzyıllardan beri ilk defa olarak Türk halkı kendi iradesi ile yönetenlerini kendisi seçebilmiştir. Bu dönemi Türkiye ekonomisi tarihi içinde farklı kılan nitelik ise, 1947 yılından başlayarak devletçi ekonomiden, liberal pazar ekonomisine geçişin yaşanması ve ekonomi politikalarını bu anlayışın şekillendirmesi olmuştur. Ekonomide yaşanan bu paradigma değişikliğine uygun olarak 1947’den başlayarak ABD’den Marshall Planı ile birlikte borç alınmaya başlanmış ve bu alınan borçlarla da tarımda olağanüstü bir traktörleşme süreci yaşanmıştır. Tarımda yaşanan bu traktörleşme ile sağlanan verimlilik artışına bir de iyi giden hava koşulları eklenince Demokrat Parti’nin ilk üç yılı, tarım öncülüğünde ekonominin hızlı oranlarla büyüdüğü yıllar olmuştur. 1954 yılına gelindiğinde ise, Demokrat Parti’nin ilk üç yılında sağlanan hızlı ekonomik büyüme rakamları, havaların
Akademik Analiz – Şubat 2012
kötüleşmeye başlaması ve 1954 yılının kötü hasadı ile birlikte eski ivmesini kaybetmeye başlamış ve bu dönemden başlayarak Türkiye’nin dış borcu giderek artmıştır. 1958’de Türkiye’nin aldığı dış borçları ödeyememesi ile devam eden süreci, yapılan büyük devalüasyon izlemiş, Türk parasının dolar karşısında değer kaybetmesiyle ile ülke tam bir borç sarmalına girmiştir. Tüm bu gelişmeler aynı zamanda ABD’nin ‘’önerdiği’’ tarım öncülüğünde kalkınma stratejinin iflas etmesi anlamına gelirken, yeni bir kalkınma stratejisinin gerekliliğini de gündeme getirmiştir. Zira 1960’lara girilirken tarım öncülüğünde kalkınma stratejisi terk edilmiş ve ithal ikameci sanayileşme modeline geçilmiştir. N. Ümit TOL Marmara Üniversitesi İktisat Tarihi Yüksek Lisans Faydalanılan Kaynaklar BAŞKAYA, Fikret. Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2009. BORATAV, Korkut. Türkiye İktisat Tarihi: 19082009, Ankara: İmge Kitabevi, 2011. ÇAVDAR, Tevfik. Bir İnkilabın Günbatımı: 19082008, Ankara: İmge Kitabevi, 2008. EROĞUL, Cem. Siyasal Katılmanın İdeolojik Ortamı, Mülkiye Dergisi, 1989, Cilt XXIV, Sayı 223. KÖYMEN, Oya. Cumhuriyet Döneminde Tarımsal Yapı ve Tarım Politikaları, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999. KÖYMEN, Oya. Kapitalizm ve Köylülük, İstanbul: Yordam Kitap, 2008. KÖYMEN, Oya. Sermaye Birikirken, İstanbul: Yordam Kitap, 2007. KOÇ, Yıldırım. Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, Ankara: Epos Yayınları, 2010 OKTAR, Suat ve VARLI, Arzu. Türkiye’de 1950-54 Döneminde Demokrat Parti’nin Tarım Politikası, Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi, 2010, Cilt XXVIII, Sayı 1. ZÜRCHER, Eric Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.
48
Akademik Analiz – Şubat 2012
49