Akademik Analiz (Nisan 2012) - Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi

Page 1

Nisan 2012

Bildiğiniz akademik dergilerden farklı…

AYLIK SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ

Yıl: 1 Sayı: 3

AKADEMİK ANALİZ Hem seviyeli, hem keyifli…

Amerika Birleşik Devletleri ABD Düşüyor Mu? - Göktuğ Sönmez ABD’nin Siyasi Sistemi - Elvan Dürbin Amerika’da Müslüman Olmak - İmdat Özen “Sam Amca”dan “Emperyalist Amerika”ya - Samet Zenginoğlu

Akademik Analiz – Nisan 2012

AkademikMakalem.com sitesinin katkılarıyla

1


AYLIK

AKADEMİK ANALİZ

SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER

Hem seviyeli, hem keyifli…

DERGİSİ

Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi

KÜNYE GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK yanarisik@akademikmakalem.com EDİTÖRLER GÖKTUĞ SÖNMEZ goktugsonmez@gmail.com SAMET ZENGİNOĞLU sametzenginoglu@gmail.com KEMAL OĞUZ ÇAKIR oguzcakir84@hotmail.com İLETİŞİM dergi@akademikmakalem.com YAYIMCI

Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz. *Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur. Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.

2 Akademik Analiz – Nisan 2012


Akademik Analiz’den Bu ayki temamız “Amerika Birleşik Devletleri.” Farklı üniversitelerden makalelerini gönderen katılımcı yazarlarımız, bu sayımızda günümüz dünyasının tek süper gücünü çeşitli açılardan mercek altına alıyorlar. Son dönemde Amerikan siyaset ve akademi çevrelerinde sık sık gündeme gelen konulardan birisi, Amerika Birleşik Devletlerinin artık düşüşe geçtiği tartışmaları oldu. Özellikle 2008 küresel finans krizi, Irak ve Afganistan işgali başta olmak üzere başarısız askeri harekâtlar, Çin gibi ülkelerin sürekli yükselişte oluşu gibi faktörler bunda etkili oldu. Yapılan kamuoyu araştırmaları, gün geçtikçe daha az Amerikan vatandaşının kendini özel hissettiğini ve daha az kişinin ABD’yi özel bir ülke olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Sayıları gittikçe azalsa da halen önemli bir kesim, bu ‘düşüş’ iddialarının önceki dönemlerde de gündeme geldiğini, “Japonya’nın ABD’yi geçeceği’ gibi öngörülerin boşa çıktığını hatırlatarak, endişelenecek bir şey olmadığını savunuyor. Foreign Policy Dergisinin düzenlediği ankete göre, Amerikan dış politika yapıcıları için ABD dış politikasının karşı karşıya olduğu en ciddi mesele Çin’in yükselen gücü (%42). Resmi yetkililerin cevaplarına dayanan verilere göre, diğer problem algılamaları sırasıyla, küresel borç krizi (%34), Arap Baharı (%33), Orta Doğu’daki çatışmalar (%33), küresel terör (%28) ve kitle imha silahları (%27) şeklinde görülüyor. Aynı ankette incelemeye alınan Amerikan akademisyenlerin cevabında da Çin’in büyüyen etkisi ABD’nin gelecekteki en büyük sorunları listesinde ilk sırada yer alıyor.

Bu anket ve diğer pek çok araştırmadan anlaşıldığı üzere, 11 Eylül saldırıları sonrası uluslararası terörü ve Orta Doğu bölgesini dış politika ajandasının tepesine yerleştiren ABD, on yıllık başarısız bir sürecin ardından ilgisini Çin’e kaydırmış görünüyor. Fakat bu sefer kaygı sadece güvenlik alanıyla kısıtlı kalmayıp, birinciliği ve dünya liderliğini kaptırma endişesine de odaklanıyor. Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, kaleme aldığı “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı” isimli makalede, “Siyasetin geleceğine Asya’da karar verilecek, Afganistan veya Irak’ta değil” diyerek, bu algı değişimini yansıtıyor. Clinton’un kaygılarını tam açıkça dile getiremese de “Önümüzdeki on yılda diplomatik, ekonomik, stratejik ve diğer yatırımlarımızı büyük ölçüde AsyaPasifik bölgesine aktaracağız” demesi boşuna değil… Dergimize makaleleriyle katkıda bulunan yazarlarımız, Amerikan imparatorluğunun düşüşü tartışmalarından ABD’de yaşayan Müslümanların durumuna, Amerika Birleşik Devlerinin Avrasya politikasından Johnson Mektubuna kadar ulaşan geniş bir konu yelpazesinde fikirlerini ortaya koyuyorlar. Keyifli okumalar… Oğuzhan YANARIŞIK Genel Yayın Yönetmen

3 Akademik Analiz – Nisan 2012


4 Akademik Analiz – Nisan 2012


AYLIK SÜRELİ SOSYAL BİLİMLER

AKADEMİK ANALİZ

DERGİSİ

İÇİNDEKİLER Akademik Analiz’den (Oğuzhan Yanarışık) ........................................................................ 3 ABD’nin Siyasi Sistemi ( Elvan Dürbin) .............................................................................. 6 Bir Süper Gücün Öyküsü: Suriye Örneğinde Amerika ve Türkiye (Ahmet Ataş) ................ 12 Amerika’da Müslüman Olmak (İmdat Özen) ................................................................... 19 ABD Düşüyor Mu? (Göktuğ Sönmez) .............................................................................222 “Sam Amca”dan “Emperyalist Amerika”ya (Samet Zenginoğlu) ....................................... 26 Küresel Güç ABD: Değişen Avrasya Bakışı (Enes Göksel) .................................................. 30 Ermeni Yalanlarının Düşmanı Amerikalı Tarihçi: Justin A. McCarthy (Kemal Çakır) ........... 38 Yeni Komünizm: İslami Terör (Murat Can Bayraktar) ...................................................... 42 Devlet Yönetme Sanatı Ve Eşeyli Üretilen Meşruiyet (Gökhan Gümüş) ........................... 45

5 Akademik Analiz – Nisan 2012


ABD’nin Siyasi Sistemi Elvan Dürbin Amerika Birleşik Devletleri, 50 federe devletten oluşan, bir federal devlettir. Dış ilişkiler ve dış ticaret federal devletin yetkisinde iken, iç güvenlik, sağlık, ahlak gibi konular federe devletin yetki alanındadır. Vergilendirme gibi bazı yetkiler ise federal devlet ile federe devlet tarafından ortaklaşa kullanılır.

B

aşkanın halk tarafından 4 yıl süreyle seçildiği ABD, başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Bakanlar, başkanın yanına aldığı yardımcılardan ibarettir. İki meclisten oluşan parlamentonun, başkanı ya da bakanları denetleme yetkisi yoktur. Kongrede üyeliklerin, Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Partiler arasında paylaşıldığı Amerika’da partiler kadro partisi görünümündedir ve iki parti sistemi egemendir. Amerika Birleşik Devletlerinde özel teşebbüsün her alana el atmasına karşılık, kamu kesimi çok dar bir alana sıkışmıştır. Sanayi ötesi toplum olarak adlandırılan Amerika Birleşik Devletlerinin muazzam zenginliği ona, yabancı ülkelere, siyasi koşulları içeren ekonomik yardım yapma olanağı sağlamakta, bu da yardım yapılan ülkeyi Amerika Birleşik Devletlerine

bağımlı hale getirmektedir (Eroğlu, 2001: 70-83). Dünyanın en liberal ülkesi olduğu iddiasındaki Amerika Birleşik Devletlerinde liberalizmin, özgürlük, eşitlik, özel mülkiyet vb. tüm ilkeleri uygulanmaktadır. Ancak, Amerika hukuken olmasa da, fiilen çoğulcu bir yapıda değildir. Çünkü siyasi konularda Amerikan toplumunda bir konsensus vardır. Duverger bu durumu şöyle açıklamaktadır: Amerika tekelcidir, zira orada liberal ideolojiye karşı çıkan yoktur. Avrupa’da siyasal düşünce, birbirini izleyen iki mücadeleyle gelmiştir. Bunlardan birincisi, 19.yüzyılda muhafazakârların liberallere karşı mücadelesidir. İkincisi de sosyalistlerin muhafazakârları da yanlarına alarak liberallere karşı mücadelesidir. Amerika Birleşik Devletlerinde, bu mücadelelerden ne birincisi ne de ikincisi olmuştur. Liberal ideolojinin karşısına, hiç 6

Akademik Analiz – Nisan 2012


bir zaman, onu ciddi olarak sarsacak bir karşıt ideoloji çıkmamıştır. Böylece, ilkeler konusunda büyük bir türdeşlik oluşmuştur. Amerika Birleşik Devletlerinde Avrupa ülkelerinden çok daha güçlü, bir fikir birliği vardır. Avrupa’da liberalizm, yerleşmiş aristokratik krallığa karşı gelişmiştir. Oysa Amerika Birleşik Devletlerinde, İngilizlerin egemenliği yıkılınca, ne aristokrat ne de aristokrasinin destekleyicisi muhafazakâr ideoloji kalmıştır. Böylece, liberal ideoloji Amerika Birleşik Devletlerinde, hemen her kesimin katılmasıyla tek başına gelişmiştir.

ABD Anayasası; ABD Anayasası Amerikan hükümet sisteminin temelidir. 1787’de hazırlanıp, 1789’da resmen kabul edilen, Amerika Birleşik Devletleri Anayasası, günümüzde yürürlükte olan anayasaların en eskisidir. Anayasa hükümetin üç farklı organını (yasama, yürütme ve yargı), bunların yetkilerini ve buralardaki pozisyonların nasıl doldurulacağını belirler. Anayasanın belirgin özelliklerinden biri güçler dengesi sistemidir. Bu sistemde güç üç organ arasında bölünür. Her organ diğer organlar üzerinde bir ölçüde yetki sahibidir. Söz gelimi, Yüksek Mahkemenin hâkimleri (yargı) Senatonun (yasama) onayı ile Başkan (yürütme) tarafından atanır. Aynı şekilde yargı, Kongreden geçip Başkanın imzaladığı yasaları anayasaya aykırı olduğu

gerekçesiyle feshedebilir. Bu ve diğer güç dengesi sistemleri tek bir hükümet organının çok fazla güce sahip olmamasını sağlar. Hükümet yalnızca Anayasanın kendisine özel olarak verdiği yetkileri kullanabileceği için Anayasa halkın hak ve yetkilerinin korunmasında önemlidir. Anayasada yapılan ilk on değişiklik Haklar Bildirgesi olarak bilinmektedir. Haklar Bildirgesi ifade, basın ve din özgürlüğü ile makul olmayan aramalara maruz kalmama ve jüri tarafından yargılanma hakkı dâhil olmak üzere her Amerikalının önemli temel özgürlüklerini garanti eder. Anayasa ülkedeki en yüksek yasa olarak hükümetin bütün seviyelerinin yasama ve yürütme gücünü sınırlandırır. Mahkemelerin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü herhangi bir yasa veya yasanın bir kısmı, bu gibi konularda son sözü söyleme hakkına sahip olan ABD Yüksek Mahkemesi tarafından feshedilir. İlk iki yılda yapılan on değişiklikten sonra, bu güne kadar 16 değişikliğe uğrayan anayasa, 7 madde başlığı altında toplanmıştır. Amerikan Anayasasının değiştirilmesi oldukça güçtür. 220 yılda yapılan 26 değişiklik te bunun göstergesidir. Anayasada bir değişikliğin yapılabilmesi, ancak her iki meclisin 2/3’ünün de kabulü ya da federe devletlerin yasama meclislerinin 2/3’ünün teklifi ve 3/4’ünün kabulüyle mümkündür. Anayasanın bu denli zor değiştirilmesinin, çağın gereklerine cevap verememesi durumunda, teamül bir yol olarak, Yüksek Mahkemenin kararlarıyla sorunların aşılması yoluna gidilmektedir. Yürütme: Amerikan siyasi sisteminin en temel kurumlarından biriside başkanlık kurumudur. Amerikan federalizmi ilk 7

Akademik Analiz – Nisan 2012


kurulduğu dönemlerde dünya da bir benzeri yoktu. Bununla birlikte bazı ülkelerde daha yumuşak otokratik bir kraliyet sistemi vardı. Bazı ülkelerde başkanlık sistemi takip ediliyordu. Bunların başında Latin Amerikan Ülkeleri geliyordu (Özer, 1981: 19) Yürütme Organı federal hükümetin en büyük organıdır. Bu organın başında dört yıl görev yapan Devlet Başkanı bulunur. Başkanla beraber Başkan Yardımcısı da seçilir. Ölüm, görevi ifşa etmede yetersizlik veya suçlama ya da mahkûmiyet nedeniyle görevden alınma gibi durumlarda başkanın yerine geçecek ilk kişidir. Amerika’da yürütme gücü tümüyle başkanın elindedir. Amerikan silahlı kuvvetlerinin başkomutanı olan başkan, çalışacağı kabine üyelerini tamamen kendi inisiyatifiyle seçer, bunları denetler, istifaya zorlayabilir, görev alanına müdahale edebilir. Bazı suçluları affetme yetkisine sahip olan başkan, senatonun 2/3’ünün onayıyla anlaşma yapabilir. Yine senatonun onayıyla elçileri, konsolosları atar. Senato toplantıda değilse bu yetkiyi tek başına kullanır. Hükümet faaliyetleri konusunda tüzük çıkarma başkanın yetkisindedir. Amerikan dış ilişkilerini tek başına yürütme yetkisi yine başkandadır (Manfred, 1981: 113). Amerika Birleşik Devletlerinde kabineyi, kolektif bir organ olarak görmemek gerekir. Kabine tamamen bir danışma organı niteliğinde olup, bütün yetki başkandadır. Başkana kabine dışında yardımcı olan kuruluşlar, Milli Güvenlik Kurulu, Bütçe Bürosu ve Beyaz Saray Bürosudur (Özer, 1981: 33). Yürütmenin yasama tarafından denetlenemediği Amerika Birleşik Devletlerinde, başkanın da yasama üzerinde direkt bir yetkisi yoktur.

Amerika’da başkan yasaları uygular, kongrede yasa yapar. Bu konudaki tek ilişki, başkanın veto hakkıdır. Başkan Senato ve Temsilciler Meclisince kabul edilen bir yasayı veto hakkını kullanarak engelleyebilir. Başkanın veto ettiği yasadan vetonun kaldırılabilmesi için, Senatonun ve Temsilciler Meclisinin aynı yasayı 2/3 çoğunlukla tekrar kabul etmesi gerekir. Aksi halde yasa düşmüş olur. Eğer başkan ölür, istifa eder veya suç işlediği için görevden uzaklaştırılırsa, yerine başkanla birlikte seçilen, başkan yardımcısı geçer 4 yıllık süreyi tamamlar (Aldıkaçtı, 1960: 170-173).

Yasama: Federal hükümetin yasama organı iki Meclisten oluşur: Senatörler Meclisi ve Temsilciler Meclisi. Başkan bir yasayı imzalamadan önce yasanın her iki meclisten de geçmesi gereklidir. İngiltere gibi Amerika’da da yasama organı iki meclisten oluşur. Amerika’nın iki meclisli sistemi kabul etmesi tarihsel koşullardan değildir. Amerika Birleşik Devletleri kurulduğu zaman her ne kadar İngiltere örneği önündeyse de asıl neden Amerika Birleşik Devletlerinin federal bir devlet oluşudur. Federal bir devlette, büyük federe devletlerin, küçüklerin zararına ve kendi yararına davranışlarını 8

Akademik Analiz – Nisan 2012


önlemenin yolu, iki meclis sisteminde bulunmuştur. Devletlerin, nüfusları oranında temsil edildiği, Temsilciler Meclisi yanında, her devletin eşit sayıda senatörle temsil edildiği bir Senato kurmak yoluyla denge sağlanmak istenmiştir. Temsilciler Meclisi, federe devletlerden nüfus esasına göre seçilen 435 üyeden oluşmaktadır. Temsilciler Meclisi üyelerinin ve senatörlerin yasama dokunulmazlığı olduğu Amerika’da, temsilciler ve senatörler yıllık 60.662 $ maaş alırlar. Bununla beraber, temsilcilerin 50.000, senatörlerin ise 140.000 $’a kadar, sekretarya masrafları ödenir. Senato 100 üyeden oluşur ve her federe devlet iki üye ile temsil edilir. Temsilciler Meclisi üyeleri 2, Senato üyeleri 6 yıl için seçilirler. Senato iki yılda bir 1/3 oranında yenilenir. Senato, Temsilciler Meclisinden daha sürekli bir organdır ve başkanı ve yöneticileri iki yılda bir seçilmez. Senatonun başkanı, Amerika Birleşik Devletleri Başkan Yardımcısıdır. Amerika Birleşik Devletlerinde yürütmeyi denetleme veya düşürme yetkisi olmayan, kongrenin, görevi yasa yapmaktır. Kongrede bir yasa tasarısı önerisi üyeler tarafından, üyenin bağlı olduğu meclise sunulur. Genel kurulda okunmasının ardından, tasarı komisyona gönderilir. Temsilciler Meclisinde 20, Senatoda 16 komisyonun olduğu Amerika’da komisyon tasarıyı inceleyip ya aynen kabul eder ya da değiştirerek görüşülmek üzere geri gönderir. Komisyon bunlardan hiçbirini yapmayıp tasarıyı rafa da kaldırabilir. Bu durumdaki tasarıların, mecliste görüşülebilmesi ancak meclisin salt çoğunluğuyla alacağı karara bağlıdır. Komisyonlardan gelen tasarılar, iç tüzük komisyonunca önem derecesine göre genel kurula sunulur. Kabul edilen tasarı,

diğer meclise gönderilir. Diğer meclisin tasarıyı, aynı yöntemle görüşmesinin ardından, tasarı aynen kabul edilmişse, başkanın oluruna gönderilir. Ancak değişiklik yapılmışsa, tasarıyı ilk görüşen meclise gider ve değişiklik yapılan tasarı ilk mecliste komisyonun ardından tekrar görüşülür. Değişiklikler aynen benimsenmezse, Senato ve Temsilciler Meclisi üyelerinden oluşan ortak komisyonda tasarı ele alınır ve bir ortak metin hazırlanarak her iki meclise gönderilir. Başkan, önüne gelen tasarıyı ya imzalar ya da veto ederek meclise geri gönderir. Bu durumda başkanın vetosunu etkisiz kılmanın yolu, her iki meclisinde 2/3 çoğunlukla yasayı kabul etmesidir (Eroğlu, 2001: 83-100).

Yargı: Anayasa Mahkemesi’nin ve Federal Mahkemelerin yapısını ve üye sayısını belirleme yetkisi Kongre’ye aittir. Günümüzde federal yargı sistemi, dokuz üyeli bir Anayasa Mahkemesi ve toplamda 800’den fazla hâkimi barındıran iki basamaklı Federal Mahkemelerden (her bir eyalette bulunan Federal Ceza Mahkemeleri ile on iki adet olan Bölge Temyiz Mahkemeleri) oluşmaktadır. Anayasa ve Federal Mahkemelerin tüm hâkimleri başkan’ın gösterdiği adayın Senato’nun onaylaması ile yaşam boyu göreve atanmaktadır. Hâkimler, kendi istekleri ile görevlerinden ayrılabilmekte veya Senato tarafından kanuna aykırı 9

Akademik Analiz – Nisan 2012


davranışlar sergilediklerinde alınabilmektedirler.

görevden

Federal Ceza Mahkemeleri daha çok Federal Devlet’e karşı işlenen suçlara baktıkları için politik anlamda önemleri azdır. Temyiz Mahkemeleri’nin aldıkları kararlar, Ceza Mahkemeleri’nin uygulamalarına emsal teşkil ettiği için, politik anlamda önem arz etmektedir. Anayasa Mahkemesi de, Temyiz Mahkemeleri tarafından gönderilen konularda sadece ihtilafa neden olan kanunun Anayasa’ya uygunluğunu kontrol ederek kanun yapıcılar üzerinde bir dengeleyici unsurdur. Anayasa Mahkemesi’ne seçilecek üyelerin özelliğine dair hiçbir kanun olmaması “yabancı ve hiç avukatlık dahi yapmamış birinin” üye olarak atanabilmesine olanak verse de, şimdiye kadar atanan adaylarda hukuk bilgisi mutlaka aranmıştır. Anayasa Mahkemesi üyelik seçiminde sosyal temsil de dikkate alınmaktadır; son 40 yıldır mahkemede en az 2 Katolik, 2 Yahudi, bir zenci ve bir veya iki kadın üye bulunmaktadır. Bu temsile sahip kişilerin yerine yapılan atamalar yine benzer sosyal temsile dikkat edilerek yapılmaktadır (Pika, Maltese ve Thomas:263-264; akt. Damkacı; 2010: 19). 2009 yılı Anayasa Mahkemesi üyelik seçiminde başkan Barack H.Obama, Güney Amerika kökenli bir kadını aday göstererek ataması Senato’da onaylandı bu temsil oranına Amerika’nın en büyük göçmen topluluğunu da eklemiş oldu (C. Savage A1; akt. Damkacı, 2010: 19). Sosyal temsilin dışında başkanlar genelde, atamalarında siyasi ilke yakınlığına da dikkat etmektedirler ve adayları kendi siyasi düşüncelerine yakın kişilerden seçmektedirler Bunun, Anayasa Mahkemesi’ni bir anlamda siyasileştirdiği söylenebilir Anayasa Mahkemesi üyeleri genelde atamalarına neden olan siyasi

ilkelere dayalı konularda siyasi prensiplerine yakın yorumlamalarda bulunsalar da, teknik kanunlarda kendilerini atayan başkanın yürütme yetkisini kullanarak çıkardıkları kanunlara karşı karar aldıkları çoğu kez vuku bulmuştur (Dudley: 299; akt. Damkacı, 2010: 19). Sonuç olarak; 1788 yılında anayasal olarak 13 eyalet tarafından kurulan Amerika Birleşik Devletleri ilk ve en eski anayasaya sahip, demokratik olarak nitelendirilen anayasal federal bir cumhuriyettir. Günümüze kadar olan süreç içerisinde yapılan 27 anayasa değişikliği ile demokrasisini geliştiren Amerika, dünya devletleri arasında yasama-yürütme-yargısını en iyi şekilde ayırmış ve dengelemiş ülkelerden biri olarak görülmektedir. Bunun sonucu olarak ta kuruluşundan günümüze, demokrasinin en yerleşik olduğu ve kesintisiz benimsendiği ülke olarak tanımlanabilir. İki yüz yıl kadar önce kurulan Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucuları, kurulma aşamasında siyasi gücün tek bir elde toplanmasını engellemek için yürütmenin başı olan başkanlık makamını iki yapılı meclis ve yargı sistemi ile etkin bir biçimde dengelemeye çalışmışladır. Burada bir anlamda başarılı olup günümüzde yürütme, yasama ve yargı arasındaki güçler ayrılığının en iyi uygulandığı ülkelerden birinin oluşmasına neden olmuşsa da, yürütmenin başı olan başkanlık makamının gücü ve yetkileri tarihsel olayların gerekleriyle zaman içerisinde kurucuların tahmin edemeyeceği bir noktaya ulaşmıştır. Bugün başkanlık makamı Amerikan siyasetinde gücün en çok temsil edildiği makam olarak bilinmektedir.

10 Akademik Analiz – Nisan 2012


Son söz olarak, Amerikan siyasi sistemi, 1787 den bu yana birçok değişim göstermişse de ana ilkelerini korumayı başarmıştır. Elvan DÜRBİN Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ABD Yüksek Lisans

Yararlanılan Kaynaklar ALDIKAÇTI, Orhan, Modern Demokrasilerde ve Türkiye’de Devlet Başkanlığı, Doçentlik Tezi, İstanbul, 2010. DAMKACI, Ebru, Amerikan Siyasi Yapısı ve Kadın Temsili, Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi, İzmir,2010. EROĞLU, Cem, Çağdaş Devlet Düzenleri, İmaj Yayınevi, Ankara,2001. MONFRED, Vernon C., “Devlet Sistemleri”, Mukayeseli Devlet Dönemine Giriş, (çev:Mümtaz SOYSAL), Ankara, 1961. ÖZER, Atilla, Batı Demokrasilerinde ve Türkiye’de Hükümet Sistemleri, Ankara,1981. http://tr.wikipedia.org/wiki/ABD_ba%C5%9Fkanl% C4%B1k_se%C3%A7imleri (Erişim Tarihi: 15.03.2012)

11 Akademik Analiz – Nisan 2012


Bir Süper Gücün Öyküsü: Suriye Örneğinde Amerika ve Türkiye ile İlişkiler Ahmet Ataş ABD’nin, iç ve dış politikasında son on yıl içerisinde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde New York’ta bulunan dünya ticaret merkezinde gerçekleştirilen saldırının ardından “güvenlik” ve “terör” , ABD iç ve dış politikasının gündemini oluşturmuştur. Bu tarihe kadar “süper güç” olarak nitelendirilen ABD, bu tarihten sonra güvenlik zaafı olan ve merkezi bölgesine dahi saldırılabilen, korumasız bir ABD şeklinde nitelendirilmeye başlanmıştır.

G

eorge Bush ile 2001 yılındaki saldırıyla geliştirilen ve adına “ön alıcı müdahale” denilen bir doktrin geliştirilmiştir. Daha önceden “önleyici müdahale” şeklinde kullanılan bu kavram, bir yerde tehlike cereyan ettiğinde müdahaleyi öngörürken bu yeni doktrinle tehlike ortaya çıkmadan potansiyel sezildiği zaman müdahale edilmeyi öngörmüştür. Öte yandan, 2008 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde Barack Obama’nın ABD başkanı seçilmesi ve seçim propagandalarında Barack Obama’nın savaşın değil, barışın her daim ön planda olacağını ve savaşı en son çare olarak gördüğünü ifade etmesi dikkatleri çekmiştir. Şüphesiz ki son bir yıl içerisinde cereyan eden Suriye krizine, ABD’nin temkinli

yaklaşması müdahaleyi son çare olarak görmesi de Obama’nın seçimlerdeki bu vaatleriyle ilgilidir. Tüm bu gelişmeler ABD’nin 2001 yılından sonra izlediği politikanın, öncekinden farklı olduğunu, gerek terör ve dolaylı olarak güvenlik konusunda, gerekse Obama’nın Demokrat Parti içerisinden seçilen bir aday olmasından dolayı ABD, son on yıl içerisinde iç ve özellikle dış politikasında değişikliğe gitmiştir. Tabi ki, sadece bu bağlamda bu yorumu yapmak sağlıklı olmayacaktır. Konjonktürel gelişmelerin de dış politikaya dolaylı bir şekilde yön vermesi, göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir. Arap Baharı olarak nitelendirilen ve son bir yıldır dünya siyasetini ve Orta Doğu bölgesini derinden etkileyen bu süreci konjonktürel 12

Akademik Analiz – Nisan 2012


gelişmelerin etkisi olarak bir örnek gösterebiliriz. Şüphesiz ki Suriye ve öncesinde diğer Orta Doğu ülkelerinde meydana gelen gelişmeler uluslararası diğer aktörleri etkilediği kadar ABD dış politikasını da etkilemiştir.

ABD Tarihine Kısa Bir Yolculuk Amerika kıtası 15. yüzyılda keşfedilmiş ve bu tarihten itibaren de Avrupalıların sömürgecilik ve göç hareketlerine sahne olunmuştur. O dönemin güçlü sömürge devletleri olan İspanya, Portekiz, Fransa ve İngiltere keşfedilen bu bölgeye yerleşmişlerdi. Özellikle İngiltere 1763 Paris Anlaşmasıyla Kanada’yı Fransa’dan almış ve buraya yerleşmişti. Bu tarihten itibaren burada yaşayan Fransız asıllılar ile İngilizler arasında huzursuzluklar baş göstermiş ve İngiltere bu bölgede Federal Kanada Dominyonunu kurmuştur. Bu Dominyonun kuruluşuyla ülke iç 1 gerginlikten kurtulmuştur. Kuzey Amerika’daki gelişmelerin şüphesiz ki en önemlisi Amerika Birleşik Devletlerinin kurulması ve dünya güçler dengesinde rol alması olmuştur. Kuzey Amerika’nın Atlantik bölgeleri özellikle 17. yüzyılın başlarından itibaren İngiliz göçmenlerinin giderek yoğunlaştığı bir bölge haline gelmişti. Çeşitli nedenlerle ülkelerini terk ederek burada koloniler kurmuşlardır ve bu kolonilerin sayısı 18. 1

H.G.Welss (Çev: Z.İhsal), Kısa Dünya Tarihi, İstanbul, 1959, s.264

yüzyılın sonlarına gelindiğinde on üçü bulmuştur. Bu koloniler politik yönden İngiltere’ye bağlı fakat coğrafi yönden bağımsız topluluklardan meydana 2 geliyorlardı. İşte ABD’yi oluşturan bu on üç koloni ile İngiltere arasında başlayan gerginlikler 3 Eylül 1783’te Paris’te yapılan bir anlaşma ile sona ermiş ve nihayet İngiltere bu on üç koloninin bağımsızlığını tanımış ve böylece ABD kurulmuştur. ABD kuruluşundan bu yana çeşitli doktrinler geliştirmiştir. Bu, 1823’te Monroe doktrini ile başlamış ve 2001 den sonra geliştirilen Bush doktrinine kadar devam eden farklı birçok doktrini içermektedir.3 Monroe doktrini, ABD’nin Avrupalıların sömürgesi olmaktan çıkıp kendi diplomasisine karışılmamasını ve aynı zamanda da ABD’nin de Avrupalıların diplomasisine karışmamasını 4 öngörmektedir. Monroe doktrini ile ABD izolasyonizm politikasını da açıklamış bulunmaktaydı.5 Bundan sonra ABD şüphesiz ki Dünya Savaşı’nda önemli rol oynamış ve savaşa girmesiyle savaşın nihai sonucunu belirlemiştir. Savaşan devletlerin politikalarından farklı bir yol izleyen Başkan W.Wilson, ‘14 İlke’ adı altında yayınladığı ilkeler ile savaş sonrası düzenin oluşmasında önemli rol oynamış ve tarihe adını yazdırmıştır. 1. Dünya Savaşında takındığı tutum ile kendini gösteren ABD, 2. Dünya Savaşında da dünya tarihi açısından önemli gelişmelere imza atmış 2

Ayrıntılı bilgi için bkz: Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1789-2001), İstanbul,2008. 3 Doktrinler genellikle ABD Başkanlarının konuşmalarıyla oluşmuş ve Başkanların önemli bir olay ya da konu hakkındaki düşünceleri daha sonra doktrin haline getirilmiştir ve ABD dış politikasında belirleyici olmuştur. 4 Ayrıntılı bilgi için bkz: Baskın Oran,Türk Dış Politikası(cilt:1 1919-1980),İstanbul,2002,s.527 5 Yalnızcılık Politikası bazı kaynaklarda İzolasyonizm ve infirad politikası olarak da geçmektedir.

13 Akademik Analiz – Nisan 2012


ve Japonya’ya iki atom bombası atarak hem SSCB’ye hem de diğer aktörlere gücünü göstermiştir. İnsan Hakları açısından atom bombasının kullanılması ayrı bir tartışma konusu olup, ABD bu tarihten sonra literatüre Soğuk Savaş olarak giren ve 1945-1990 yılları arasında şekillenen ve SSCB ile ABD arasında silahlanma, silahsızlanma ve silahların sınırlandırılmasına ilişkin anlaşmaları ile birlikte rekabeti izleyen, bir dönem ortaya çıkmıştır. Bu dönemde diğer ülkeler açısından politika geliştirmek ya SSCB’nin yanında yer almakla ya da ABD’nin yanında yer almakla mümkündü yani dünya iki kutuplu bir sisteme bürünmüştü. ABD, 1990’da SSCB’nin dağılmasının ardından soğuk savaşın galibi olarak dünya sahnesinde rol almıştır fakat ABD’nin bu süper güç konumu çok uzun sürmemiştir. 2001’de gerçekleşen saldırının ardından bu konumu sarsılmış ve dünya siyasal sistemi tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru bir seyir izlemiştir. Kimin ne zaman ve nereden saldıracağı belli olmayan karmaşık bir dünya düzeni hakim olmuştur. Ardından gerçekleşen Afganistan ve Kuzey Irak müdahaleleri, tüm dünyaya göstermiştir ki ABD dilediğinde BM’den yoruma açık bir karar çıkartabilir ve bu kararı hiçbir devleti dikkate almadan yerine getirebilir. ABD’nin çıkarları uğruna bu derecede sert bir tutum içerisinde olması, şüphesiz ki ABD’nin uluslararası arenadaki konumunu da sarsmıştır. Her ne kadar soğuk savaş sona erse de ABD karşısında son on yıl içerisinde kendini toparlayan bir Rusya Federasyonu kendini kanıtlamaya ve hatta dolaylı yollardan gücünü göstermeye çalışmaktadır. Bu durumun en güzel örneği günümüzde Suriye krizinde yaşanmaktadır.

Netice itibariyle ABD, keşfinden kuruluşuna, dünya savaşlarından günümüze geçen süre zarfında, dünya siyasi dengelerinde önemli roller oynamış ve bu konumunu da halen devam ettirmektedir. Tarihi, galipler yazar veya yazdırırlar ve şüphesiz ki günümüzde okuduğumuz, tarihte ABD’nin payı oldukça büyüktür. 6

Türkiye İçin Olmazsa Olmaz Bir Müttefik: ABD Türk-Amerikan ilişkileri, Türkiye’nin geleceğinde en belirleyici dış politika olarak kendini göstermektedir. İlişkiler 1950’li yıllarda müttefik olarak yoğun bir şekilde başlamış ve bugüne kadar uzanmıştır. ABD, Türkiye’nin sadece askeri müttefiki olarak savunmasını değil, ülkenin kültürel, siyasal ve sosyal meselelerini ilgilendiren etkili bir konuma sahip olmuştur. Türk-Amerikan ilişkilerinin 1950’li yıllarda, müttefik olarak yoğun bir şekilde başlamasında şüphesiz ki soğuk savaş nedeniyle ABD’nin SSCB’ye karşı izlediği politikanın etkisi söz konusudur. Çünkü Türkiye, coğrafi olarak SSCB’ye yakın ve stratejik bir konumdadır ve ABD için o dönemde vazgeçilmez bir aktör konumundadır. 1956 yılında ki Bağdat 6

Örneğin; 2.Dünya Savaşı’nı Japonya kazanmış olsaydı veya Hitler, Rusya engeline takılmasaydı muhtemelen okuyacağımız tarih bugünün tarihinden çok farklı olacaktı.

14 Akademik Analiz – Nisan 2012


Paktından 1962’deki Küba füzeler krizine kadar Türk-Amerikan ilişkileri, hep bu zeminde gelişmiş ve Türkiye açısından önemli bir getiriye neden olmamakla beraber mevcut durumunda da ciddi bir değişiklik meydana getirmemiştir.7 Soğuk Savaş’ın bittiği yıllarda Türkiye’de bir takım çevreler ve özellikle yöneticiler ABD’nin eskisi kadar Türkiye’yi önemsemeyeceğini, artık Türkiye’nin stratejik öneminin kalmadığını düşünerek, kaygı içinde olsalar da konjonktürel gelişmeler göstermiştir ki Türkiye sadece SSCB’ye yakın bir müttefik değil, aynı zamanda Orta Doğu bölgesine ve özellikle Körfez Savaşı ve sonrasında ABD için stratejik önemini koruyan bir ülkedir. Bu durum Afganistan ve Kuzey Irak müdahaleleriyle de açıkça ortaya çıkmıştır fakat Türkiye artık 2000’li yıllarda 1950’lerdeki Türkiye gibi değildir. Nitekim Türkiye, 2003 Kuzey Irak müdahalesinde İncirlik Üssünü ABD’nin kullanmasına izin vermeyerek bunu açıkça göstermiştir ve günümüzde yaşanan Suriye krizinde de bölgesel anlamda çabalar sarf etmekte ve bölgesel lider rolü oynamaktadır. Tabi ki ABD, Türkiye için çok önemli bir müttefiktir fakat bölgede Türkiye sadece ABD açısından değil, uluslararası arenada kendini gösteren diğer bazı aktörler için de önemli bir konuma sahiptir. Netice itibariyle Türk-Amerikan ilişkileri, günümüzde her iki aktör açısından da vazgeçilmez olarak görülen ve bölgesel anlamda özelikle Orta Doğu bölgesi için ABD’nin dikkate almadan hareket edemeyeceği bir zeminde gelişme göstermektedir. Türkiye, 1950’li yıllarda zor koşullar altında bile iyi bir diplomasi izleyerek durumunu zora sokmamıştır. Özellikle Türkiye, 2000’li yıllarda Orta 7

Ayrıntılı bilgi için Bkz: Nasuh Uslu, TürkAmerikan ilişkileri,Ankara,2000,s.107-175.

Doğu, Kafkaslar ve Balkanlarda ve hatta Kuzey Afrika’da izlediği politikalarda ne kadar önemli bir aktör olduğunu, bölgesi ve bölgesinden öte izlediği politikalarla kendini uluslararası arenada göstermektedir.

Günümüzde ABD, Türkiye açısından Avrupa Birliği ve diğer aktörlerden daha fazla öneme sahiptir. İyi olan ilişkilerin daha da iyileştirilmesi gereken bir müttefiktir ve öyle de kalmalıdır. Konjönktürün bundan sonra ne göstereceği bilinmemekle birlikte 1956’larda Bağdat Paktı ile istediğine ulaşamayan Türkiye, günümüzde ABD’nin müttefikliği ile birlikte, Orta Doğu komutanlığını üstlenebilir ve hatta Türkiye’nin izleyeceği küresel politikalarda bugün boşluk içerisinde olan Orta Doğu bölgesi için bir sıçrama tahtası olabilir. Elbet bu sıçramada ABD’nin payı tüm diğer devletlerden çok ve mutlak olacaktır. ABD’nin Küresel Politikaları ve Bugünkü Durum 11 Eylül 2001’de yaşadığı saldırının ardından George Bush yaptığı açıklamada “Artık ya Amerikan’ın yanında yer alanlar ya da karşısında yer alanlar var” şeklinde konuşurken aslında Amerika’nın dış politikasında nasıl bir tutum sergileyeceğini açıkça ortaya koymuş ve hiçbir şekilde, özellikle de güvenlik konusunda taviz verilmeyeceğini dile getirmiştir. ABD, 2001 sonrası 15

Akademik Analiz – Nisan 2012


geliştirdiği politikalarda, eskisinden daha geniş kapsamlı hareket etmiş olmakla birlikte, Orta Asya, Doğu Asya gibi bölgelerde dahil olmak üzere kendine tehdit oluşturan bölgelere yakın bir konuşlanma gerçekleştirmiştir. SSCB ile ABD arasında 45 yıl boyunca gerginlik yaşanmış, 2001 den sonra ise terör için bir anlamda bir araya gelinmiştir. Buraya kadar genellikle ABD-SSCB ve ABD-Rusya Federasyonu zemininden konuya yaklaştık fakat ABD’nin izlediği politikalarda artık Rusya faktörünün yanında Çin faktörü de önem teşkil etmektedir.

ABD’nin bugün izlediği küresel politikaları Suriye örneği üzerinden anlatacak olursak, durumu daha anlaşılır bir şekilde ortaya koyacağımızın kanaati içerisindeyim. Suriye’de yaklaşık bir yıl önce, Arap Baharı dalgasının yayılmasıyla ortaya çıkan ve ülkeyi adeta bir iç savaşa sürükleyen olaylar cereyan etmeye başlamıştır fakat çok geçmeden bir tarafta Rusya ve Çin, diğer tarafta ise Batılı ülkelerin ve ABD’nin söylemleri adeta birbiriyle yarışır bir şekilde dünya basınında yer almıştır. Suriye’de meydana gelen bu olayların ardından ve Beşar Esad’ın iktidardan ayrılmama konusundaki düşünceleri üzerine, Batı’nın ve ABD’nin Suriye’ye olası müdahalesi karşısında, Rusya ve Çin’in birlikte bu bölgeye hareket ederek, Amerika’ya, engel olabilme fikri ve tıpkı Soğuk Savaş yıllarında ki gibi Rusya’nın ABD karşısında ve dünya kamuoyu

gözünde süper güç olduğunu gösterme ve kanıtlama ihtiyacı bununla birlikte Çin’in de Rusya Federasyonu ile birlikte hareket ettiğini göstermek istemesi dünya kamuoyunun ve bazı akademisyenlerin üzerinde uzlaştığı noktalardır. ABD, bugün izlediği tüm politikalarda 2003 ve öncekinden farklı bir tutum izlemektedir. Bunda Barack Obama’nın seçim vaatlerinin etkili olduğunu daha önce vurgulamıştık. Özellikle İsrail, yaklaşan ABD seçimlerinde etkili olabilmek ve muhtemelen de Obama’nın tekrar başkan seçilmesini istemedikleri yönünde geliştirdikleri düşünceleri kapsamında, Suriye ve İran konusunda öncelikle, ABD’ye karşı ya da ABD’den farklı tutum sergilediklerini açıkça gözler önüne sermiştir. Örneğin; İsrail, olası bir İran müdahalesi için ABD’nin İran’dan coğrafi olarak daha uzakta olduğunu, kendilerinin İran’ a daha yakın olduklarını belirterek ve gerektiğinde ABD’den önce onlardan da farklı hareket ederek müdahale edilebileceğini açıklamıştır. Uluslararası alanda olaylar artık çok hızlı cereyan etmekte ve klasik politikalar terk edilerek 2003’teki Kuzey Irak müdahalesi gibi operasyonlar bile artık sert tutum olarak görülmekte ve daha barışçıl ortam ve zeminlerde politikalar geliştirmek özellikle demokratik ülkeler ve ABD gibi küresel politika izleyen devletler tarafından tercih edilmektedir. Sonuç Netice itibariyle, ABD dünya siyasetinde ve güçler dengesinde, dün olduğu gibi bugünde önemli bir güçtür. ABD, sadece kendi çıkarları için değil, küreselleşen dünyanın her bölgesinde meydana gelen gelişmelere kayıtsız kalmamakta uluslararası toplumu karşısına alması 2001 ve 2003 yıllarındaki gibi kolay 16

Akademik Analiz – Nisan 2012


olamamaktadır. Dünya artık eski dünya değildir ve ABD’de dünyada ki değişime uyum sağlayarak politikalarını değiştirmekte ve daha barışçıl bir ortamı hedeflemektedir fakat bilinmesi gereken bir gerçekte şudur ki; ABD bugünkü konjonktürde çok ön plana çıkamamaktadır. Bunun sebebi olarak ise Orta Doğu’nun içinde bulunduğu karışıklıktır. ABD, bir yandan İran üzerinde baskı kurmaya çalışırken öte yandan Suriye konusunda çok emin, sağlam ve istekli adımlar atmamaktadır. Hatta ABD Genelkurmay Başkanının, yaptığı bir açıklamaya göre, ABD’nin Suriye’ye müdahale etmemelerinin sebebi hava saldırısının zor olduğu, Libya’dan Suriye’nin çok farklı olduğu ve elinde bulundurdukları biyolojik ve kimyasal silahların çok daha kapsamlı olduğudur. Öte yandan da İran üzerinde baskı kurmaya, hatta ticari ilişkilere devam eden ülkelere yaptırım uygulayacak olan bir ABD’den bahsediyoruz. (Burada ABD’nin Suriye’ye müdahale etmemesi ve aynı

zamanda da İran’a yönelik yaptığı sert açıklamalar çelişmekte ve ABD’nin İran konusunda da ciddi değil bir blöf içerisinde olduğunu görebilmekteyiz.) Bu da bize gösteriyor ki dünya kamuoyu ilgisini, bugün Orta Doğu’ya çevirmiş ve orada yaşanılan ve atılan her iyi ya da kötü adım olarak izlenen her politika devletlerin, belki de gelecekteki prestijini önemli ölçüde belirleyecek ve ABD gibi küresel bir gücün de burada izlediği politikalar bu açıdan değerlendirildiğinde önem arz edecektir. Tarihi, galip devletler yazar veya yazdırır demiştik. Bugün de görülüyor ki, ileride yazılacak olan bir muhtemel Orta doğu tarihinde yine başı 1. Dünya Savaşındaki kadar olmasa da ABD ve onun politikalarına uyum sağlayan devletler çekecek ve yine bu minvalden bir tarih okuyacağız. Ahmet ATAŞ Kırıkkale Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

17 Akademik Analiz – Nisan 2012


18 Akademik Analiz – Nisan 2012


Amerika’da Müslüman Olmak İmdat Özen Amerika’da Müslüman olmak, inançlarımızı istediğimiz şekilde yaşama özgürlüğü bakımından gerçekten de bir ayrıcalık. Tabii bunun yanında, zaman zaman zorlandığımız dönemler yok demek de yanlış olur. Ancak bu zorlanmanın, yasalar çerçevesinde Amerika’nın biz Müslümanlara veya farklı dinlere sunmuş olduğu dini özgürlükler ile bir alakası yok. Bu zorlanma daha çok, belli dönemlerde kendimizi gereği şekilde ifade edemememizden kaynaklanan bir zorluk.

A

merika Birleşik Devletleri içerisinde, gerçek anlamda, barış dolu bir İslam’ı temsil etmeye çalışan yüz binlerce Müslüman ve de çeşitli organizasyonlar mevcut. Hepsinin temel amacı, gerçek İslam’ın, en aşırı uçta yer almakta olan ve de terörist grupların temsil ettiklerine inandıkları İslam’dan çok farklı olduğunu ispata çalışmaktır. Tabii ki, ne hikmetse Amerika’da mevcut olan medya, hepsi olmamakla birlikte, İslamiyet’in güzelliklerini yansıtmaya çalışan bu barışçı insanlardan veya gruplardan pek söz etmiyor. Diğer taraftan, tabiri caizse kafayı sıyırtıp eline silahı alan ve de etrafına rastgele ateş açan biri sadece Müslüman kimliği olduğu için günlerce medyanın dilinden düşmüyor. Düşmediği gibi bir de sanki

İslamiyet masum insanları katletmeyi emrediyormuşçasına, bu çılgın bireyin işlemiş olduğu tasvibi mümkün olmayan davranışın bedelini öncelikle İslamiyet, sonra da burada yasayan biz Müslümanlar ödemekte. 5 Kasım 2009 tarihinde, Amerika, Teksas, Fort Hood’ta etrafına rastgele ateş açan askeri Doktor Nidal Hassan’ı hepiniz duymuşsunuzdur. Nidal Hasan, Amerikalı bir Müslüman’dır. Bu şahıs bu katliamı gerçekten belli terör grupları ile bağlantısı olduğu için yapmışsa, bunun bedelini İslamiyet ve de Amerika’da yasayan biz Müslümanlar ödüyoruz bir şekilde… Eğer ki bunu bir dini amaç uğruna değil de sadece psikolojik sorunları dolayısı ile yapmışsa da yine bir bedel ödüyoruz… Çünkü bu kez de, bunu Müslüman bir şahıs 19

Akademik Analiz – Nisan 2012


gerçekleştirdiği için arkasında başka sebepler aranmakta bu faaliyetin. Derler ya, “Bir kişinin adı çıkmaya görsün…” Aynen o misal… İslam’ı temsil ettiklerini düşünen radikal gruplar yüzünden İslamiyet’in de bir kez adı çıkmış. Ağzımızla kuş tutsak da yaranamayacağız gibi geliyor bana. Oysa Amerika’da bir sürü Amerikalı Hıristiyan eline silah alıp, okulları taramadı mı??? Alış-veriş merkezlerine girip birçok masum insanı katletmedi mi? Daha bir iki hafta öncesinde, elindeki silahla evleri basan Amerikalı asker 16 sivil Afganlıyı öldürmedi mi? Norveçli terörist Anders Behring Breivik eline silahı alıp masum insanları katletmedi mi? Neden onlar bu tür vahşetleri yapınca, yaptıkları Hıristiyanlıkla bağdaştırılmıyor da, psikolojik sorunları olan Müslüman bir kişi bunu yapınca direk İslamiyet’te aranıyor sebep? İşte bu noktada, hepsi olmamakla birlikte, Amerika’daki bazı medya organlarının ne kadar taraflı olduklarını görmek mümkün. Maalesef medya, gerçek barışçı Müslümanlar ile radikal derecede İslam’ı yaşadıklarını iddia eden bu terörist grupları birbirinden ayırmaya hiçbir şekilde özen göstermemekte. Amerika’da yaşamakta olan Müslümanlar olarak, umuyoruz ki Amerikan hükümeti, medyanın bu duyarsızlığına bir sınırlama getirebilir. Örneğin, TV’de terörist bir gruptan bahsedilirken, arka planda namaz kılan insanlar veya İslamiyet’i temsil eden cami gibi semboller bir arada verilmekte… Dolayısı ile de Amerikan halkının belli kesimleri, bu teröristlere bakarak, İslam’ın tüm bireylerinin de potansiyel terörist olduklarını veya olabileceklerini düşünebilmekteler. Tabii bu tür durumlarda gerçekten biz barışçı

Müslümanlar üzülüyoruz ve de yıpranıyoruz. Üzülüyoruz çünkü İslamiyet için veya dinler arası barışı sağlama amacı ile yapılan birçok güzel faaliyet, bir radikal teröristin gerçekleştirdiği tasvibi mümkün olmayan, kötü amaçlı bir faaliyet ile son bulabiliyor. Maalesef medya da radikal teröristler üzerinde çok daha fazla zaman harcıyor. Bu radikal grupların tasvibi mümkün olmayan faaliyetlerine bir de medyanın olaylara bakış açısı ilave edilince Amerika’da kendimizi anlatmak çok daha güç bir hal almakta… Bunun çeşitli örneklerini geçmişte yaşadı Amerika’daki Müslümanlar…

1993’te WTC (Dünya Ticaret Merkezi)’nin bombalanması, 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezlerinin hedef alınması ve yetmişe yakını Müslüman binlerce masum insanın öldürülmesi, 5 Kasım 2009’da Nidal Malik Hasan’ın saçtığı dehşet, 25 Aralık 2009’da Nijeryalı Umar Farouk Abdoulmutallab’in Northwest Airlines’i havaya uçurma girişimi… Bir yarayı sarıp, Müslümanlarla ve de İslamiyet ile alakalı imajımızı düzeltemeden bir başka yara açılmakta…

20 Akademik Analiz – Nisan 2012


Bazen düşünüyorum da, İslamiyet’in temelinde yer alan sevgi ve barışa zıt bir şekilde işlenen tüm bu faaliyetlerin sorumluları nasıl oluyor da gerçekten cihad yaptıklarını düşünebilmekteler? Masum insanları hedef almak mıdır cihad? Aslında onların İslamiyet’e verdikleri zararı hiç bir şahıs ve de din vermemektedir. Niçin artık şunu anlayamıyor bu Radikal gruplar: Şiddete başvurarak bir yere varılamayacaktır. Globalleşme ile birlikte dünya küçücük bir köy halini almış durumda… Bu köyde barış içerisinde yaşamak istiyorsak, öncelikle eğitim, dinler arası diyalog veya politik uzlaşma tercih edilmeli. Niçin enerjilerini bu yönde harcamıyorlar? Bu zamana dek tercih ettikleri yolların işe yaramadığını görmüyorlar mı? Bu yolların her birinin, duvara çakılan çiviler misali, İslamiyet üzerinde ne kadar olumsuz, derin izler bıraktığını kavrayamıyorlar mı? Hazreti Muhammed Taif’te taşlanıp hakaret gördüklerinde melekler: “Ey Allah’ın Resulü! Dilersen şu iki dağı birbirine çarpıp buranın zalim halkını helak edelim” demişlerdi. Ancak, Hazreti

Muhammed meleklerin bu teklifini kabul etmedikleri gibi, şefkat ve merhamet duyguları içinde yüzlerini Taif tarafına çevirdiler ve Taif halkının hidayet bulmaları için dua ettiler. Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi’nde, “Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur” diye belirtilmiştir. İslamiyet’in temelinde sevgi, şefkat, merhamet ve barış yatmakta ise, ben bu radikal gruplara şunu sormak istiyorum! Sizler hangi İslam’ın temsilcilerisiniz??? Daha geçtiğimiz günlerde, Fransa’da, ikisi Müslüman toplam yedi kişiyi katleden Fransız vatandaşı Muhammed Merah hangi İslam’ın temsilcisi acaba… İmdat ÖZEN Washington University in St. Louis Political Science and International Affairs

21 Akademik Analiz – Nisan 2012


ABD Düşüyor Mu? Göktuğ Sönmez Uluslararası ilişkiler disiplininin en popüler konularından biri büyük güçlerin yükseliş ve düşüşleridir. Büyük güçler nasıl ve hangi şartlarda yükselir, ne gibi sıkıntılar yaşayarak düşüşe geçer ve bu iki sürecin yaklaştığını anlamak için kullanılabilecek ölçüler nelerdir gibi sorular gündeme gelir bu konu işlenirken.

B

u büyük güçlerden günümüzde etkinliğini en ciddi manada sürdüren ABD de bu tartışmalar kapsamında sık sık gündeme geliyor. Her ne kadar dünyada yükselen bölgesel güçlerle beraber bu konunun gündeme geldiği düşünülse de konu üzerine tartışmalar 70’lerden beri işleniyor. Dolayısıyla yeni bir tartışma gibi, sorunsuz ilerleyen bir süper güç henüz düşmeye başlamış gibi bir görüntü vermek yükselen güçlerin retoriği için fayda sağlamaktaysa da madde planında gerçeğin böyle olup olmadığına bakmak gerekiyor. ABD 2. Dünya Savaşı’ndan tartışmasız bir güç olarak çıkmadan önce, 1941’de Henry Luce 20. Asrın Amerikan asrı olacağını söylemişti. Bu tespiti yaparken akademik verilerden faydalanmaktan çok belki de Çin’de bir misyonerin oğlu olarak doğup Amerikan basınında yükselen Luce’un şahsi tarihi rol oynamışsa da 2.Dünya

Savaşı sonrası dönem bu gerçeği oldukça net biçimde ortaya koydu. Savaş sonrası dünyadaki toplam üretimin yarısına, hava gücünün yarısından fazlasına sahip ABD, 1949’da atom bombası sahibi tek güç olma vasfını da ekleyerek yeni dönemin süper gücü olacağını belli etmişti. Her ne kadar Soğuk Savaş dönemi özellikle 60’larda ABD’de cereyan eden insan hakları hareketleri, 70’lerde Sovyetlerin Afrika’da komünist iktidarlara desteği gibi olaylarla ABD’nin düşüşü tartışmaları gündeme geldiyse de Reagan döneminden sonra tablo çok daha farklıydı. İzleyen dönemde Soğuk Savaş’ın sonuyla ve Clinton’ın ABD’nin kronik ekonomik sorunlarını çözmedeki başarısı bu tartışmaları bir süre unutturdu. Aynı dönemde Batı’nın uzun süre kararsız davranıp son etapta ABD’nin ağırlığını koymasıyla harekete geçebildiği Bosna’daki zulüm de yeni dönemde 22

Akademik Analiz – Nisan 2012


ABD’nin bölgesel sorunlarda vazgeçilmez bir profil sergilediğini kanıtlar nitelikteydi. Büyük güçlerin yükseliş ve düşüşlerine dair çalışmalar arasında Paul Kennedy’nin “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Düşüşü” kitabı 80’lere damgasını vurduysa da tezleri tartışmaya oldukça açıktır. Özellikle ABD üzerine tartışmalarda Britanya, Hollanda ve İspanya’nın düşüşlerinden örnekler sunmak tarih açısından en sorunlu noktalardan biridir. Büyük Britanya, gücünün zirvesinde olduğu dönemde dahi deniz kuvvetleri kendisinden sonraki 2 ülkenin toplamından daha güçlüyken kara ordusu Almanya, Fransa, Rusya ve AvusturyaMacaristan’dan sonra 5. Konumdaydı. Öte taraftan yine deniz üstünlüğünü odak alan İspanya ve Hollanda örnekleri ABD’nin ekonomik ve askeri konumuna bakıldığında pek sağlam dayanaklara sahip görünmüyor. Daha eski dönemlerde Çin ve Roma İmparatorluğu gibi örnekler ise güçlerine karşın güçlü komşulara sahip olmaları sebebiyle dış politika kararlarında büyük oranda kısıtlandıkları dönemleri sıkça yaşamıştı. Bu noktada Charles Krauthammer şu ifadesini hatırlamakta fayda var: “Gerçek şu ki, Roma İmparatorluğu’ndan sonra hiçbir ülke kültürel, ekonomik, teknolojik ve askeri üstünlük açısından ABD kadar baskın olmamıştır.” Dünya askeri harcamasının yüzde kırkının sahibi ve bu oranı GSMH’nin yüzde dördünü ayırarak yapan ABD bu harcama oranıyla kendisini takip eden 24 ülkenin toplamından fazla bir harcamayı yapmaktadır. 132 ülkede askeri tesisleri, 40 ülkede ise tam teşkilatlı üssü bulunan ve gayet makul şekilde bir “üsler imparatorluğu” olarak anılan, ekonomik açıdan ise dünya GSMH’nin yüzde 20 ila 30’una sahip bir güçten bahsediyoruz. İnternetin günümüzde gücü

düşünüldüğünde 2003 yılı itibariyle dünyadaki internet sitelerinin yüzde 28’inin de ABD kaynaklı olması bilgi üzerindeki gücünü de oldukça net gösteren bir veri.

ABD’nin bir diğer avantajı ise rakip olma iddiasında olan veya böyle görülen güçlerin bu görüntülerinin arkasında önemli sıkıntılar ve eksikliklerinin olması. AB, krize rağmen önemini yitirmiş bir ekonomik güç değilse de eskisi kadar güvenilmeyen bir ekonomi. Askeri, teknolojik ve kültürel baskınlık anlamında da ABD’ye zorlu bir rakip teşkil etmiyor. Dolayısıyla AB, bir rakip noktasında değil, ki Avrupalı güçlerin de böyle bir rekabet arzuladığını düşünmek güç, özellikle de dünyadaki askeri ticaretin yarısını elinde bulunduran ABD, özellikle NATO vasıtasıyla kıtadaki askeri varlık açısından da bu denli bir önemi haizken. AB içinde de uluslararası krizler sırasında ABD’den taraf olan ve olmayanlar gibi ayrımlar oluştuğu düşünüldüğünde AB bu iddiadan oldukça uzak noktada.

23 Akademik Analiz – Nisan 2012


sorunlar, Çin, Rusya ve Brezilya gibi güçlerin dönem dönem dillendirildiği çok kutuplu dünya özlemi bu noktada önem arz ediyor.

AB’den daha sıklıkla dillendirilen Çin ihtimali ise belki AB’den daha iyi bir alternatif sunabilir. Bölgesinde yukarda saydığımız noktalarda ABD’yle rekabet edebilir bir görüntüye sahipse de sorun Çin’in hem ABD’yle ciddi bir tansiyona sebep olmadan ekonomik gücüne dayanma çabası hem de bölgesi dışında oldukça kısıtlı bir etkiye sahip olması. Soğuk Savaş sonrası gücünü Orta Asya’ya doğru kaydırma imkânı bulan Çin’in küresel bir rolden ziyade etkin bir bölgesel güç olacağı ve şimdiye kadar olduğu gibi bazı sürtüşmeler hariç ABD ile bir liderlik yarışına girecek düzeyde gerilime sebep olacak adımlardan kaçınacağını tahmin etmek zor değil. Rusya ve Brezilya gibi yükselen güçlerin ise yabana atılmayacak etkinliklerine rağmen farklı bir ligde oynadıkları açık. Çin için olduğu gibi Rusya için de ABD’yi en önemli kontrol aracı veto hakkı elbette. Bunun haricinde bazı dönemlerde iki ülkeden de ABD’ye eleştiriler dillendirilse ve tek kutuplu sistem kötülense de iki gücün de sistemi değiştirmekten çok retorik güçlerini artırmak ve pazarlık masasındaki konumlarını sağlamlaştırmak maksadıyla bu çıkışları yaptıkları iddiası ciddiye alınmaya değer. Elbette ki hegemon vasfında olmak her şeye muktedir bir güç olmakla eşdeğer değil. Dünyada yükselen Amerikan karşıtı hareketler, ABD’nin tek taraflı diplomasi ve müdahalelerinin ortaya çıkardığı

Bu manzarada ABD’nin ekonomik veriminin düştüğü yahut uluslararası arenada tökezlediği dönemlere karşın süper güç vasfını kısa veya orta vadede yitirmesi pek mümkün görünmese de ciddi bir meşruiyet sorunu yaşadığı açık. Bir dönem gıpta edilen değerlere sahip bir güç olarak görüldüğü coğrafyalarda artık ABD’nin imajı eskisine kıyasla oldukça negatif bir görüntü sergiliyor. Irak’taki demokrasi söylemine karşın Mısır ve Suudi Arabistan’la yakın ilişkileri dolayısıyla ikiyüzlülük ithamına maruz kalan ABD, Mübarek düşmüş olsa da bu imajı çok kısa vadede toplayabilecek gibi gözükmüyor. Fransa ve Almanya’nın Irak Savaşı öncesi muhalif tutumu da ABD’nin uluslararası kamuoyunu önemsemeksizin aldığı kararlara oluşan tepkiyi göstermişti. Öte taraftan, uluslararası işbirliği gerektiren İran’ın nükleer programı meselesi, uluslararası ajandanın önemli unsurlarından olmaya başlayan çevre sorunları, kitle imha silahlarıyla mücadele ve Irak’ın yeniden yapılandırılması gibi konularda ABD’nin tek başına istediği sonuçları alma noktasında zorlu sınavlar verdiğini görüyoruz. Özellikle Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto güçleri dolayısıyla önümüzdeki dönemde de ABD’nin ortak irade ve uzlaşıya daha çok önem vermesi gerekebilir. Kısaca söylemek gerekirse, en azından kısa ve orta vadede ABD’nin ciddi bir düşüş yaşaması pek mümkün görünmüyor. Ekonomik ve askeri üstünlüğü, lingua franca’nın ihracında rol oynayan sektörlerinin gücü ve belki en önemlisi muhtemel rakiplerinin ABD gücünü tehdit edecek güçte olmaması sistemin yarını 24

Akademik Analiz – Nisan 2012


adına ipuçları veriyor. ABD’nin bu duruma karşın önümüzdeki dönemlerde tüm dünyayı etkileyecek kararların alınması süreçlerinde son dönemdeki tavrına eleştirel yaklaşan güçleri dikkate alması gerekiyor. Aksi takdirde yaşadığı meşruiyet sıkıntısının artmasıyla beraber eylem yeteneğinin de azalması muhtemel. En kısa ifadesiyle potansiyel rakiplerin kendi açılarından dahi inandırıcılığı sınanabilir

çok kutupluluk romantizmiyle ABD’nin bir hegemondan da fazlası olduğu inancından beslenen tek başına kararları alma ve uygulama yönündeki tavrı arasında bir fikrî orta nokta bulunması en sağlıklı seçenek olarak görünüyor. Göktuğ SÖNMEZ University of London School of Oriental and African Studies

25 Akademik Analiz – Nisan 2012


TÜRK SİYASAL HAYATINDAN KARELER

Bir Mektuptan Fazlası: “Sam Amca”dan “Emperyalist Amerika”ya Samet Zenginoğlu II. Dünya Savaşı’nın ardından, başlangıçta, Türk–Amerikan ilişkileri iyi bir seyir izlemiştir. Türkiye, Kore Savaşı’na asker gönderen ülkeler arasında yer almış ve bu süreç içerisinde NATO’ya üye olmuştur. Dolayısıyla, iki kutup arasındaki tercihini Batı’dan yana kullanmıştır. Lakin iki ülke arasındaki ilişkilerin bu seyri, 1960’lı yıllardan itibaren ciddi sıkıntılarla/krizlerle karşılaşacaktır. Bu krizlerden ilki, 1962 yılında görülmüştür. 1962 Küba Krizi sırasında Türkiye’nin bir pazarlık unsuru yapılmaktan öte değerlendirilmemesi, bu pazarlıklarda Türk çıkarlarının hesaba katılmaması ve ABD’nin Jüpiter füzelerini Türkiye’den sökme kararı alması iki ülke arasında bir güven zafiyeti oluşturmuştur. 1 Ardından Kıbrıs özelinde yaşanan gelişmeler ise, Türk–Amerikan ilişkilerinde oluşan çatlağı daha da derinleştirmiştir. 1

Türk–Amerikan İlişkilerine Bakış: Ana Temalar ve Güncel Gelişmeler, TÜSİAD ABD Temsilciliği Değerlendirme Raporu, (yay. haz. Yakup Beriş, Aslı Gürkan), Ocak 2003. Ayrıca bahsi geçen bütün bu süreç için bkz. Ayşegül Sever, Yeni Bulgular Işığında 1962 Küba Krizi ve Türkiye, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/480/5596.p df, ss. 647-660. (Erişim:09.03.2012)

Belirtmek lazımdır ki, ilk bakışta, Kıbrıs özelinde yaşanan gelişmelerin Türk– Amerikan ilişkilerini dolaylı şekilde etkileyeceği/etkilemiş olduğu düşünülebilir. Lakin sürecin kazandığı boyutla, Kıbrıs’ta yaşananların iki ülke ilişkilerini doğrudan etkilediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Johnson Mektubuna Giden Süreç 1961–1963 döneminde Kıbrıs’ta bulunan Türklerin hakları açıkça gasp edilmeye başlanmıştır. Rum tarafının antlaşmalara 2 aykırı tutumları ve gün geçtikçe Türkler aleyhine gelişen olaylar ve kanlı eylemler 2

Çalışmanın kapsamı dikkate alınarak, antlaşmalara ve detaylarına yer verilmemiştir.

26 Akademik Analiz – Nisan 2012


neticesinde Türkiye, Kıbrıs’ta yaşanan bu acı gelişmelere son vermek amacıyla adaya asker çıkarmayı planlamıştır.

Öyle ki, Johnson mektubunun aslında bir “diplomatik oyun” olduğu yönünde görüşler mevcuttur. Bu kapsamda, tanıklıklara göre, Kıbrıs’a çıkarma yapacak askeri gücün olmadığını düşünen ve iç politikada eleştirilen İnönü, savaş gemilerini Kıbrıs’a gönderirken bir yandan da, ABD Büyükelçisine haber verilmesini istemiştir. ABD’nin çıkarmaya engel olacağını bilen Başbakan İnönü, Johnson’un mektubu ile rahatlamıştır. Zira bu mektup ile İnönü, bir taraftan, iç politikadaki baskıdan kurtulmuştur, diğer taraftan ise Kıbrıs’ta Türkleri katleden Rumlara gözdağı vermiştir. 4 Mektubun İçeriği Fakat ne şekilde olursa olsun, bu mektup, içeriği ve üslubu sebebiyle, hem Türk– Amerikan ilişkilerinde ciddi bir kırılma noktası teşkil edecek hem de Türk basınına yansıdığı dönemde Türk iç politikasında büyük tartışmalara sebebiyet verecektir.

Bu bağlamda, Kıbrıs’a Türk askerinin çıkması için planlanan tarih, 7 Haziran (1964) olarak belirlenmiştir. Fakat Türkiye’ye Amerikan Başkanı Lyndon B. Johnson’dan 5 Haziran’da sert bir cevap gelmiştir. 3 Mektubun üslubu o denli serttir ki, bu mektup bir ültimatom olarak da değerlendirilmiştir/değerlendirilmektedir. Bu sebepten dolayıdır ki, bugün dahi bu konu, Türk siyasal hayatı için nedenleriyle, içeriğiyle ve sonuçlarıyla üzerinde durulan konuların başında gelmektedir. Mektubun içeriğine geçmeden evvel bir detayı paylaşmak gerekmektedir. Bu detay, ele alınan dönemde yaşanan/yaşandığı düşünülen bir takım gelişmeler ve hatta “oyun”lar hakkındadır. 3

Johnson Mektubu bahsi geçen tarihte değil, 13 Ocak 1966’da tam metin olarak Türk basınında yer alacaktır.

Herhangi bir yorum yapma ya da farklı anlamlar çıkarma amacı gütmeksizin, Johnson mektubunun içeriğine dair önemli noktaları şu şekilde ifade edebilmek mümkündür; 5 1.Türkiye, Garanti Antlaşmasını tam işletmeden adaya müdahale kararı almıştır. Türkiye henüz müdahale hakkını kullanamaz. 4

Timur Soykan, Johnson Mektubu İnönü’nün Oyunu, 22.04.2002, www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=35530 (Erişim: 05.03.2012) Soykan, bu haberini, Haluk Şahin’in 1987’de “Gece Gelen Mektup” olarak, 2002 yılında genişletilerek/eklemeler yapılarak bu kez “Johnson Mektubu” adıyla yeniden yayımlanan eserine binaen kaleme almıştır. 5 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914– 1980), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1992. Tam metin için ise, bkz. www.akintarih.com/turktarihi/cumhuriyetdonemi/ johnson_mektubu/johnson_mektubu.html (Erişim: 15.03.2012)

27 Akademik Analiz – Nisan 2012


2.Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak askeri bir müdahale, kendisini Sovyetler Birliği ile bir çatışma durumuna sokabilir. Türkiye, NATO’lu müttefiklerine danışmadan, onların “rıza ve muvafakatı”nı almadan böyle bir harekete giriştiğine göre, acaba NATO’nun Türkiye’yi savunma yükümlülüğü var mıdır? Türkiye bu noktayı herhalde düşünmedi.

imzaladığı milletlerarası antlaşmalara aykırı olduğu halde, desteklenmiş, lakin Türkiye’nin bütün uyarmalarına rağmen Amerika bir şey yapmamıştır.

3.Türkiye ile Amerika arasında mevcut 12 Temmuz 1947 tarihli yardım antlaşmasının 4’üncü maddesine göre, Türkiye Amerika’nın vermiş olduğu silahları Kıbrıs’a müdahalede kullanamaz. Çünkü bu silahlar Türkiye’ye savunma amacıyla verilmiştir. 4.Ayrıntılı görüşmeler için Türkiye Başbakanı Washington’a giderse Başkan Johnson bundan memnun olacaktır. İnönü’nün Cevabı Bu mektuba cevaben, İnönü, Johnson mektubuna kıyasla, daha yumuşak bir üslupla, 13 Haziran’da cevap verecektir. İnönü’nün belirttiği hususlar ise şu şekildedir; 6 1.Mektubun “gerek yazılış tarzı, gerek muhtevası”, Amerika’nın Türkiye gibi bir müttefiki için “hayal kırıcı” olmuştur. 2.Bu son teşebbüs ile birlikte, 1963 sonundan beri Kıbrıs’a askeri müdahale ihtiyacı dördüncüdür. Ve Türkiye bu işin başından beri Amerika ile danışma halinde bulunmuştur. 3.Kıbrıs Rum hükümeti açıkça silahlanmaya başlamış, Anayasa dışı faaliyetlere girişmiş, Türklere karşı “zulmünü” arttırmış ve bütün bunlar Yunanistan tarafından, kendisinin 6

Armaoğlu, a.g.e.

4.Birbirlerine karşı antlaşmalardan doğan zorunluluklarını; yükümlülüklerini istediği zaman reddeden devletler arasında bir ittifaktan söz edilebilir mi? 5.NATO müttefiklerinden herhangi birine yapılacak saldırı, saldırgan tarafından tabiatıyla daima haklı gösterilmeye çalışılacaktır. NATO’nun bünyesi saldırganın iddialarına kapılacak kadar zayıf ise, hakikaten tedaviye muhtaç demektir. 6.Türkiye’nin anlayışına göre, NATO saldırıya uğrayan bir üyeye derhal yardımı mecbur kılmaktadır. Üyelerin takdirine bırakılan husus, yardımın mahiyeti ve genişliğidir. Yaşanan süreçte, özellikle Johnson mektubunun üslubundan kaynaklanan iki ülke arasındaki gerginliği yumuşatmak amacıyla, (bir nevi mektupta da belirtilen 28

Akademik Analiz – Nisan 2012


görüşme isteği üzerine) Johnson’un daveti ile İnönü, 21 Haziran’da Washington’a gitmiştir. İki ülke arasında oluşan gerilimli atmosferin, görüşmelerin ardından kısa dönemde ortadan kalktığını ve ilişkilerin yeniden istenen seviyeye ulaştığını söyleyebilmek mümkün değildir. Bunun yanında, bu durumla ilişkili olarak adı geçen mektup, Türkiye özelinde farklı sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

Bütün bu sebepler neticesinde, oluşan genel sonuç şu şudur ki; Johnson Mektubu’nun tüm Türkiye’yi büyük düş kırıklığında uğratmasının ardından, 1950’lerin “Sam Amca”sı artık yerini “Emperyalist Amerika”ya bırakmıştır.7 Samet ZENGİNOĞLU Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

Yararlanılan Kaynaklar

Mektubun Oluşturduğu Sonuçlar Öncelikle, mektubun iki ülke arasında oluşturduğu olumsuz etki neticesinde (Küba krizinde yaşananlar da hatırlarda tutularak) özellikle Türkiye, Amerika’ya karşı oluşan bir güven boşluğu ile yüzleşmiştir. Oluşan bu etki, bu kez Türk–Sovyet ilişkilerinin ilerlemesini sağlayacak / ilerlemesine neden olacaktır. Zira bu sürecin ardından, Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, 30 Ekim–6 Kasım 1964 tarihlerinde bir Moskova ziyareti gerçekleştirmiştir. Ardından ise, 4–13 Ocak 1965 tarihlerinde Yüksek Sovyet Şurası Başkanı Podgorny başkanlığında bir Sovyet Parlamento heyeti Ankara’ya gelmiş ve bu karşılıklı ziyaretler Adalet Partisi iktidarı döneminde de devam etmiştir.

ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914– 1980), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1992. ORAN, Baskın, Uluslararası ve İç Hukukta Çekiç Gücün Yasal Dayanakları Sorunu, http://baskinoran.com/makale/BO-cekicguc.pdf, ss. 257–270. (Erişim: 13.03.2012) SEVER, Ayşegül, Yeni Bulgular Işığında 1962 Küba Krizi ve Türkiye, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/480/559 6.pdf, ss. 647-660. (Erişim:09.03.2012) SOYKAN, Timur, Johnson Mektubu İnönü’nün Oyunu, 22.04.2002, www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=35530 (Erişim: 05.03.2012) Türk–Amerikan İlişkilerine Bakış: Ana Temalar ve Güncel Gelişmeler, TÜSİAD ABD Temsilciliği Değerlendirme Raporu, (yay. haz. Yakup Beriş, Aslı Gürkan), Ocak 2003. www.akintarih.com/turktarihi/cumhuriyetdonemi/ johnson_mektubu/johnson_mektubu.html (Erişim: 15.03.2012)

7

Baskın Oran, Uluslararası ve İç Hukukta Çekiç Gücün Yasal Dayanakları Sorunu, http://baskinoran.com/makale/BO-cekicguc.pdf, s. 257. (Erişim: 13.03.2012)

29 Akademik Analiz – Nisan 2012


Küresel Güç ABD: Değişen Avrasya Bakışı Enes Göksel Avrasya, dünden bugüne dünya tarihinde sürekli olarak bir odak noktası olmuştur. İçten ve dıştan birçok siyasal ve askeri gücün ilgi, rekabet ve bu rekabetten doğan çatışmalar için bir sahne haline gelmiş Avrasya’nın günümüzde de küresel düzeyde merkezde olması da bir rastlantı değildir.

K

eza Avrasya merkezli dünya siyasetinin açıklanması denildiğinde ilk akla gelen, Mackinder’ın yerküre üzerinde egemenlik veren güçlerden birinin Avrasya’da kesinlikle yerleşik bir kara gücüne sahip olması gerektiği tezi bile bu alan için büyük önem atfedildiğini göstermektedir. Hatta bunu doğrularcasına ABD, Soğuk Savaş sonrası “İki Kutuplu Sistem”den sıyrılıp uluslararası sistemde tek süper güç olarak belirmiş ve bu statüsünün devamını sağlamak adına Avrasya’da ekonomik, siyasal ve askeri varlığını pekiştirme çabasına girerek çeşitli ulusal devletlerin sınırları içerisinde, özellikle kara gücünü konuşlandırmıştır. Diğer taraftan, bu bölgenin büyüklüğünün yanında doğal kaynak rezervlerinin zenginliği ve bu zenginliğin dünya ile

paylaşımında kavşak rolü üstlenmesi dünya ekonomi—politiğine yön vermektedir. Dünya siyaseti ile ilgili küresel tezlerin Avrasya merkezli olmasının sebebi bu üç ana başlıktan oluşsa da kayda alınması gereken bir diğer husus ise gelişen teknoloji ve buna bağlı olarak artan ihtiyaçların karşılanması bakımından bölge güvenliğinin bir an evvel gerçekleştirilmesidir. Diğer bir deyişle, son yüzyılda temeli fosil yakıtlara dayalı inşa edilen modern ekonomi ve modern toplum düzeni, bu haline alternatif yeni bir ekonomik ve toplumsal modeller sunmadıkça yeryüzünün doğal zenginliklerine sahip olmada kıtalar ve bölgelerarası var olan dengesizlikler uluslararası ilişkileri artan ölçüde etkilemeye devam edecektir. Bu 30

Akademik Analiz – Nisan 2012


durum ise beraberinde çatışmaları getirecek; zaten var olan çatışmaları körüklendirecek ve bölge halkları sahip oldukları toprakların ellerinden gitmesini izleyecektir. Elbette, ABD açısından bakıldığında bir yandan enerji kaynaklarının akışında Rusya tekelinin kırılması öbür yandan ise bölgede hâkimiyetini kurarak enerji yönetiminde söz sahibi olmayı amaçlamaktadır. Doğal olarak, ABD’nin bu çabalarına karşı son yıllarda yeniden yükselen siyasal, ekonomik ve askeri güç merkezleri Avrasya’nın yönetiminde, ekonomik bağlamda Avrupa Birliği ve Çin, siyasal ve askeri alanda da Rusya ve Çin ortaya çıkmaktadır. ABD’yi en çok korkutan AB ve Çin değildir; aslında Rusya ve Rusya’nın “Yakın Çevre Politikası” dâhilinde bölgeye uzanarak Sovyetler Birliği’nin küresel arenada bıraktığı boşluğu doldurma çabası ve bu amaçla yaptığı siyasi ve askeri hamlelerinin ABD’nin küresel tek süper güç olma statüsünü aşındırma potansiyeline sahip bir gelişme şeklinde algılamasıdır.

ABD’nin Avrasya politikası için milat Sovyetler Birliği’nin dağılması olarak göze çarpar; diğer bir ifade ile bu bölge Sovyet nüfuzu altındaydı. ABD, B. Clinton döneminde Avrasya ile bağlantılı olarak

1990larda başta “Russia First 1” politikası çerçevesinde manevralarda bulunmuştur. Bu bölgenin ikinci plana itilmesindeki asıl sebep, Irak’ın Kuveyt’i işgali sonucunda Körfez Savaşı ve Ortadoğu Barış Süreci, Bosna ve Kosova olayları, Rusya’nın geleceği ile NATO’nun yeniden yapılandırılması gibi gelişmelerle Washington’un yakından ilgilenmesidir. Ancak “1993’te Rusya’nın ilan ettiği “Yakın Çevre Doktrini”yle Orta Asya’daki etkinliğini tekrar artırma çabası, AB’nin “Avrupa — Kafkasya — Asya Taşıma Koridoru” (TRACECA/Transport Corridor Europe, Caucasus, Asia) ve Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Taşıma” (INOGATE/Intersate Oil and Gas Transport to Europe) projelerini geliştirmesi, Çin’in bölgede etkinliğini arttırmaya başlaması, Türkiye’nin beklenen rolü üstlenememesi ve ABD merkezli petrol şirketlerinin bölgede artan çıkarları 1990ların ortalarından itibaren ABD’nin bölgeye yönelimini tetikleyici unsurlar olmuştur”.2 1990'ların ikinci yarısında ABD'nin Orta Asya'daki yaşamsal çıkarlarının giderek farkına varmasına paralel olarak, Amerikan ulusal güvenlik stratejilerinde bu bölgeye ayrılan yer de artmaya başladı. 1998'deki Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde, bölgedeki enerji rezervlerinin uluslararası pazarlara aktarılmasının ve bölgenin istikrarının ABD için taşıdığı önem açıkça ifade edilmekteydi: İstikrarlı ve müreffeh Kafkasya ve Orta Asya, Akdeniz'den Çin'e uzanan geniş bir bölgede istikrar ve güvenliğe katkı sağlayacak ve Kafkasya gaz ve petrol rezervlerinin, ABD'nin muazzam ticari katılımıyla, dünya piyasalarına aktarılmasını mümkün kılacaktır. Bu 1

1997 yılına kadar ABD Başkanı B. Clinton, bu stratejiyi izleyerek bölgede ikinci planda durmayı yeğlemiştir. 2 Erhan, Çağrı, “Abd’nin Orta Asya Politikasi Ve 11 Eylül Sonrasi Yeni Açilimlar” www.stradigma.com, Ekim 2003, Sayı-9, s.4

31 Akademik Analiz – Nisan 2012


bölgedeki ülkeler, egemenliklerini ve uluslararası camiadaki yerlerini teminat altına aldıysalar da, demokratik ve ekonomik alanda gerçekleştirilmesi gereken reformlar vardır. […] Bu ülkelerin bağımsızlıkları, egemenlikleri, toprak bütünlükleri ve demokratik ve ekonomik reformları gerçekleştirmeleri Amerikan çıkarları için önemlidir. Bu hedeflere ulaşılabilmesi için ikili ilişkilerimizi ve uluslar arası kuruluşlardaki liderliğimizi kullanarak milyarlarca doların bölgeye akmasını sağlıyoruz. 3

kadar, demokratik ve pazar reformlarının başarısı için de önemliydi; 3) Orta Asya ve Güney Kafkasya ülkeleri arasında siyasi, ekonomik ve güvenlik ilişkilerinin güçlendirilmesi bölgenin istikrara kavuşmasına da hizmet edecekti; 4) Bölgede demokrasilerin ve serbest pazar ekonomilerinin gelişimi, uluslararası özel sektör yatırımcılarının bölgeye girişlerini teşvik edecekti; 5) Bölgedeki Müslüman ülkeler, ABD ile yakın ittifak kurmak isteyen ve İsrail’le yoğun ticari ve diplomatik ilişkiler içinde bulunan laik yönetimlere sahip bulunmaktaydı; 6) Bölgede, ABD'yi sorunlu Basra Körfezi'ne bağımlı olmaktan kurtaracak çok değerli enerji kaynakları bulunmaktaydı;

Ayrıca, Temmuz 1999'da ABD Kongresi'nden geçen "İpek Yolu Strateji Yasası" ABD'nin Orta Asya ve Kafkasya'ya yönelik politikalarının ana hatlarını açıkça ortaya koymaktadır. İpek Yolu Strateji Yasası'nın gerekçesini oluşturan bölümde 7 nokta ön plana çıkarılmaktaydı. Buna göre: 1) Bir zamanlar Orta Asya ve Güney Kafkasya'nın en önemli ekonomik hattı olan tarihi İpek Yolu, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan'dan geçmekteydi; 2) İpek Yolu üzerindeki halkların birbirine bağımlılığı ve karşılıklı işbirliği yoluyla eski ekonomik ilişkilerini tekrar tesis etmeleri, egemenliklerinin teminat altına alınması

3

7) ABD dış politikası ve uluslararası yardımları bölge ülkelerinin ekonomik ve siyasal bağımsızlıklarının yanı sıra, demokrasi inşası, serbest pazar politikaları, insan hakları ve bölgesel ekonomik bütünleşme konularına da yoğunlaşmalıydı. İpek Yolu Strateji Belgesi'nde, ABD'nin bölgeye yönelik politikasının ana unsurları ise söyle sayılmaktaydı: −Bağımsızlığın, egemenliğin, demokratik yönetimlerin ve insan haklarına saygının desteklenmesi; −Hoşgörü, çoğulculuk, diyalog ortamları ile ırkçılığa ve Yahudi düşmanlığına karsı mücadelenin desteklenmesi; −Bölgesel ihtilafların çözülmesinde ve sınır ötesi ticareti zorlaştıran engellerin kaldırılmasında aktif biçimde yer alınması;

Erhan, Çağrı, a.g.e., s.5

32 Akademik Analiz – Nisan 2012


−Dostane ilişkilerin ve işbirliğinin desteklenmesi;

ekonomik

−Pazar merkezli ilkelerin ve uygulamaların yayılmasının sağlanması; −İletişim, ulaşım, eğitim, sağlık, enerji ve ticaret alanlarındaki alt yapının gelişmesine katkı sağlanması; −ABD kaynaklı ticari girişimlerin yatırımların desteklenmesi.

ve

sunduğu bir raporda, ABD'nin bölgede yaşamsal çıkarları bulunduğunu, bunun da enerji kaynaklarının dünya piyasalarına sorunsuz aktarılması ve bölge ülkelerinin serbest piyasa koşullarını benimsemelerine odaklandığını ifade etmekteydi. ABD'nin bölgedeki çıkarlarının sadece ekonomik alanla sınırlı olmadığını ileri süren görüşlerde 2000 başından itibaren artış gözlendi.

Görüldüğü gibi, İpek Yolu Strateji belgesi esas olarak ABD'nin ve Amerikalı girişimcilerin bölgedeki ekonomik ve ticari çıkarlarının sağlanmasını kolaylaştıracak bir eksen üzerine oturtulmuş, bu ana hat çevresinde ise, demokratikleşmenin sağlanmasından insan haklarının desteklenmesine kadar, ABD’nin küreselleşme tanımına uyan diğer unsurlar serpiştirilmişti.4 Bill Clinton'un Orta Asya politikası başlıca dört unsura dayanmaktaydı. Bunlar: Bölge devletlerinin demokratikleşme ve pazar ekonomisine geçiş süreçleri hızlandırılacak ve sağlamlaştırılacak; Hazar enerji kaynaklarının güvenliği sağlanacak, bunun için de buradaki enerji potansiyelinin Rus denetiminde olmayan güzergâhlarla dünya pazarlarına aktarılması için projeler geliştirilecek; bölgesel çatışmalar barışçıl yollarla çözüme kavuşturulacak ve Amerikan firmalarının bölgedeki ticari faaliyetleri desteklenecekti. George Walker Bush'un ABD Başkanı seçilmesinden 11 Eylül 2001'e kadar geçen süre zarfında da ABD’nin bölgeye olan ilgisi esasen ekonomik temelli olmaya devam etti. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın eski Sovyet Cumhuriyetlerinden sorumlu danışmanı Clifford Bond ABD Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komitesi'ne 4

Erhan, Çağrı, a.g.e., s.5-12

Jeopolitik açıdan bölgenin taşıdığı önemin vurgulandığı bu görüşlerde altı çizilen noktalar, ABD'nin bölgede Rusya, Çin ve Hindistan'ın etkisini dengeleyecek biçimde aktif bir politika izlemesi, bunu yapabilmek için de bölge ülkeleriyle çok boyutlu stratejik ilişkiler içine girmesiydi. Fakat Rusya'da Vladmir Putin'in iktidara gelmesinden sonra Kremlin'in Orta Asya'da izlemeye başladığı ekonomik bağları sağlamlaştırmaktan, askerî varlığı artırmaya uzanan çok boyutlu politikalar, Çin'in Şangay İşbirliği Örgütü yoluyla bölgede giderek artan ağırlığı gibi faktörler ABD'nin Orta Asya bölgesine doğrudan müdahil olmasını engelledi. Bunun yerine Washington aktif "bekle−gör" politikasına devam etti. Böyle bir ortamda 11 Eylül 2001 terör saldırılarına hedef olan ABD bu tarihten sonra terörle mücadele konsepti içerisinde hareket etmeye başlamıştır ve bölge 33

Akademik Analiz – Nisan 2012


ülkeleriyle beraber Rusya’nın da desteğini alarak Afganistan Harekâtı ile birlikte bölgeye askeri anlamda yerleşmiş ve üslere sahip olmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra bağımsızlıklarını kazanan ülkeler güvenlik endişesi nedeniyle Rusya ile yakınlaşmışlardır. Bölgedeki ABD askeri varlığını desteklemelerinin amacı ise Rusya’nın etkisinden çıkmak, güvenlik endişesinden kurtulmak ve batılı sermayenin Orta Asya’ya gelmesini istemeleridir. Zamanla bu ülkelerin rejimleri sebebiyle ABD’den çekindikleri ve Rusya’ya yakınlaştıklarını görmekteyiz. Çünkü ABD’nin dış politika söyleminde yeri olan demokratikleşme konusu Orta Asya’daki demokratik olmayan cumhuriyetler için başlı başına bir tehlikeydi. Bölge cumhuriyetleri bölgede yaşanan renkli devrimlerde ABD’nin rolünün olduğunu düşünmektedirler. Bu yüzden bölgedeki ABD merkezli NGO 5’lardan rahatsızlık duymaya başlamışlardır. ABD ile ilk önemli gerginliği yaşayan ülke Özbekistan’dır. 13 Mayıs 2005tarihinde yaşanan Andican ayaklanmalarını sert bir şekilde bastıran Özbekistan’ı eleştirmiştir 6. Ayrıca uluslararası soruşturma açılmasını desteklemiştir Özbekistan ise bunu reddetmiştir ve ilişkiler kopma sürecine gelmiştir. ABD bölgedeki önemli konumda bulunan Özbekistan’ı kaybetmiştir. Bu olaylardan sonra Özbekistan ülkedeki Amerikan üssünü kapatarak yönünü tekrar Rusya’ya çevirmiş ve stratejik işbirliği antlaşması imzalamıştır. Kırgızistan’da yaşanan devrim sonrasında iktidara gelen Bakiyev ise ülkedeki NGO’ların faaliyetlerinden rahatsız olmuş ve ABD’ye 5

Non-Government Organisaions: Hükümet-Dışı Örgütler 6 Kasim, Kamer, “Abd’nin Orta Asya Politikasinda İkilem” www.usakgundem.com.tr, 14.09.2007, s.12

karşı mesafeli bir politika izlemeye başlamıştır. Ayrıca ülkesinde bulunan Amerikan üssü içinde 200 milyon dolar kira talep etmiş yapılan anlaşmada 150 milyon dolar kira almaya başlamıştır. Görüldüğü üzere ABD’deki demokrasi söylemleri Orta Asya Cumhuriyetleri’ni bir hayli rahatsız etmekte ve bölgede Rusya ve Çin’in gücünü arttırmaktadır.

Diğer taraftan Obama yönetimi, Afganistan stratejisini 1 Aralık 2009’da açıklamıştır. Obama’nın Afganistan stratejisinde dikkat çeken en önemli konu şüphesiz 30.000 ek asker gönderilmesi kararıdır. İlk 18 ayda Taliban’ın etkisini kırmak, Afganistan’ın kapasitesini güçlendirmek yoluyla bölgenin güvenliğinin sağlanması amaçlanmıştır. Güvenliğin gelişmesi durumunda stratejinin ikinci aşaması devreye girecektir. Bu aşama da sivil bir eylem planıdır. Bu plan, Afganistan’da yolsuzlukla mücadele, tarım gibi önemli alanlarda destek ve sosyal adımları içermektedir. Bu sivil eylem planı ise aslında Karzai yönetimine verilen bir mesajdır. Stratejinin üçüncü ve son ayağı ise Pakistan ile etkili bir ortaklık kurulmasıdır. Taliban ve El-Kaide’nin Afganistan – Pakistan sınırındaki aktif giriş çıkışları ve sınır boyunca rahat hareket etmeleri ABD ve Pakistan için bu tür bir ortaklığı zorunlu hale getirmiştir. Obama bu plan çerçevesinde Afgan güçlerini de eğitmeyi hedeflemektedir ve ucu açık 34

Akademik Analiz – Nisan 2012


olarak 2011 yılında bahsetmektedir.

bir

çekilmeden

Yeni başkan döneminde ABD, Afganistan’dan Irak benzeri kademeli bir çekilme amaçlamaktadır. Bunun için 30.000 ek asker gönderme kararı yanında Türkiye’den ve müttefik güçlerden de yardım talep edilmiştir.7 Parantez açmak gerekirse, dünyanın çok ağır bir finansal kriz geçirdiği bu dönemde ABD ekonomisin de zor durumda olduğu aşikardır. Bundan ötürü Obama, bu tür denizaşırı operasyonların ABD bütçesini soktuğu zor durumdan kurtarmayı hedeflemektedir. Obama’nın Afganistan’dan çekilmek istemesinin diğer bir nedeni ise 2012 yılında gerçekleşecek olan seçimlerdir. Zira Obama, 2011 yılında Afganistan’dan çekilirse Irak’ın da boşaltılmasından sonra seçim vaatlerini tam olarak yerine getirmiş olacaktır. Bilindiği üzere Afganistan işgalinin üzerinden sekiz yıl geçmesine rağmen Taliban ve El-Kaide sadece Afganistan’da değil Pakistan’da da hala ciddi anlamda güçlüdür. Son zamanlar Taliban’ın Afganistan’da tekrar güçlenmeye başlaması ve ülkenin kuzeyine sızması bunun yanında Pakistan Taliban ile birlikte gerçekleştirdiği eylemler ABD’nin

Afganistan politikasını gözden geçirmesine neden olmuştur.8 Böylece Başkan Obama, Afganistan konusunda yükselen kendi toplum ve dünya kamuoyu muhalefetine karşın fikir değişimine gitme kararı almıştır. Mamafih, Bush iktidarının ABD’nin dünyanın tek süper gücü olmasına yönelik hedeflerinin olması, uygulanan neo-liberal politikaların fakir kesimi daha da fakirleştirip zengin kısmı zenginleştirmesi, başta Irak politikası olmak üzere uluslararası alanda sert politikaların izlenmesi, ABD kamuoyunun daha yapıcı politikaları uygulama olasılığı olan Obama’ya büyük sempati duymasına neden olmuştur. Bush yönetiminin uyguladığı politikalar zaten var olan ABD karşıtlığını iyice körüklemiş ve ABD’nin uluslararası alanda ilişkilerinin sallantıya uğramasına neden olmuştur. Dolayısıyla Obama’nın gelişi sadece ABD’de değil tüm dünyada yeni beklentilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 9 Gerçekten de yüzeysel bir şekilde bakıldığında bile Bush yönetimi ile Obama yönetimi arasında büyük farklılıklar görülmektedir. Öncelikle Bush yönetiminin saldırgan, dünyaya meydan okuyan tutumu yerine Obama akıllı güç uygulayacağını belirtmiştir. Akıllı güç politikası iki açıdan değerlendirilebilir; öncelikle güç kullanan tarafa güç kullanımında daha serbest hareket etme imkânı üzerinde güç kullanılan taraf tarafından sunulmaktadır. Bu durum güç kullanan tarafa kullandığı gücü yumuşak gücün ötesinde daha akıllıca kullanma fırsatı vermektedir. Yani güç uygulanan taraf, gücün uygulanmasına uygun zemini 8

Doğan, Sercan, a.g.e., s.1-3 Öztürk, Tuğçe, “Barack Obama İmaji Üzerinden Amerikan Diş Politikasinin Yeniden İnşasi ” www.tasam.org.tr, 2009, s.9

9 7

Doğan, Sercan, “Obama’nin Afganistan Stratejisi” www.orsam.org.tr , Kasım 2009, s.1-2

35 Akademik Analiz – Nisan 2012


hazırlamakta ve bu güce istekli olmaktadır. Diğer açıdan akıllı güç; kim nasıl istiyorsa öyle davranmak şeklinde karşımıza çıkmakta yani gerektiğinde sert gerektiğinde yumuşak güç uygulamaktır. Bu açıdan Obama yönetimi ABD’nin dış politikasında ABD karşıtı ülkelere daha farklı tutumlar takınılacağını göstermektedir. Sonuç Yukarıdaki yargılar ışığında bakıldığında, Avrasya ABD için başlarda önemsizmiş gibi dursa da Sovyet etkisinin kırılmasıyla beraber ABD için Avrasya politikası dönemsel değişimlere uğramıştır. Başlarda ikinci planda durmayı yeğleyen ABD, Ulusal Güvenlik Planı çerçevesinde yaptığı faaliyetlerde, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra, “terörle mücadele” eksenine dönmüş bu bağlamda Orta Asya’da üsler kurma ve bunların sayısını artırma yoluna gitmiştir.

Konvansiyonel ve nükleer tehdidin yanı sıra, kitle imha silahları ve söz konusu silahları kullanan devlet dışı aktörler, ABD’nin bakış açısıyla “haydut devletler” ya da “başarısız devletler” öncelikli tehdit haline gelmişlerdir. Güvenlik ayağını oluşturan bu unsur dâhilinde bölgede konuşlanma çabasına girmiş ve Clinton döneminde göze çarpan “Russia First” yaklaşımından uzaklaşılarak enerji kaynaklarının ulaşımı ve bu transferin güvenliği konusunda adımlar atmıştır. Bush döneminde ise mevzu bahis “terörizm konsepti” öne çıkmış, NATO kapsamında bölgeye girişini kolaylaştırarak diğer bölgesel güçlerin de desteğini temin etmiş ve NATO’ya taşeronluk görevini yıkmıştır. Soner ÖZÇELİK Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

36 Akademik Analiz – Nisan 2012


37 Akademik Analiz – Nisan 2012


AYIN DÜŞÜNÜRÜ

Ermeni Yalanlarının Düşmanı Amerikalı Tarihçi: Justin A. McCarthy Kemal Oğuz Çakır 19 Ekim 1945 yılında doğmuştur. Louisville Üniversitesinde görev yapan Amerikalı bir tarih profesörüdür. Uzmanlık alanları arasında Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar ve Orta Doğu tarihi bulunmaktadır. McCarthy, felsefe okuyarak başladığı meslek hayatında zamanla tarihe yönelmiş, 1967-1969 yılları arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde ve Ankara Üniversitesi'nde de görev yapmıştır. Doktorasını 1978 yılında Kaliforniya Üniversitesi'nde tamamlamış, daha sonra Boğaziçi Üniversitesi tarafından da fahri doktora unvanına layık görülmüştür. Ayrıca McCarthy, Türkiye Çalışmaları Enstitüsü'nün (Institute of Turkish Studies) yönetim kurulu üyeliğini yürütmektedir. Yazdığı kitaplarda, yüz binlerce Ermeni'nin ve en az bir o kadar Müslüman Türk'ün öldüğünü kabul etmekle beraber, asılsız Ermeni soykırımı iddialarını kesin bir biçimde reddetmektedir. ABD'deki en büyük Ermeni kuruluşu olan Amerika

Ermeni Komitesi ANCA ise McCarthy'nin Türk Hükümeti tarafından desteklendiği konusunda iddialar ileri sürmektedir. Bu iddialar, McCarthy'i üzmüş ve "Bana göre bunların en kötüsü ise en nefret ettiğim şey olan politize olmuş milliyetçi bir bilim adamı olmakla suçlanmak olmuştur. Neden bunları söylediğime dair doğru olmayan sebepler uyduruldu. Annemin Türk olduğu, karımın Türk olduğu, Türk Devleti tarafından büyük paralar aldığım gibi. Bunların hiç birisi doğru değildir, ancak doğru olsalardı bile yazılarımı bir parça etkilemeyeceklerdi. Bir bilim 38

Akademik Analiz – Nisan 2012


adamının çalışmasına meydan okumanın yolu onun yazdıklarını okumak ve bilimsel bir çalışmayla karşılık vermektir, o bilim adamının kişiliğine saldırmak değildir." diyerek yanıt vermiştir.

Osmanlı İmparatorluğu hakkında ayrıntılı demografik çalışmalarda bulunan ve 2005 yılında TBMM’de Ermeni sorunu üzerine tarihi bir konuşma yapan McCarthy, Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarının Etnik Temizliği, Osmanlı Halkları Nüfusu ve İmparatorluğun Sonu, Van’da Ermeni İsyanı, Müslümanlar ve Azınlıklar konulu kitaplarında Ermeni sorunu konusunu geniş çaplı olarak incelemektedir. Kemal Oğuz ÇAKIR Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

●●● Amerikalı ünlü tarihçi ve Osmanlı uzmanı Prof. Justin McCarthy, Londra’da SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) verdiği konferansta, İngiliz propagandasının Ermeni katliamı iddialarındaki rolünü şöyle anlatıyor: “... Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Wellington House’da gizli bir propaganda birimi kuruldu (2 Eylül 1914-Z.A.). Bu birimin amacı, İngiltere’nin düşmanlarını karalamak ve Amerika nezdinde, İngiliz görüşüne destek sağlayabilmekti ve İngiltere’de savaş sırasında moralleri yüksek tutmaktı. Wellington House’daki birimin başında Charles Masterman adlı bir Liberal Milletvekili vardı. Llyod George’un (David, İngiltere Maliye BakanıZ.A.) çok yakın bir danışmanıydı. Bu büroda çalışanlar arasında İngiltere’nin ABD Büyükelçiliği de yapan ve ABD’de çok sayıda dostu bulunan Viscount Bryce adlı bir entellektüel de vardı. Onun yardımcıların biri de Arnold Toynbee adında genç bir tarihçiydi.”

7 Milyon Belge “Savaş sonunda Wellington House’ın çalışma kayıtları imha edildi ve hatta böyle bir birimin var olduğu bile 1935’e kadar gizlendi. Ancak, kaynaklara ilişkin bir defterin kazayla günümüze kalabilmesi sayesinde bu birimin kullandığı kaynakları öğrenebildik. Ayrıca, burada imal edilen yayınların neler olduğu ve o zamanın teknolojiyle inanılmaz bir çabayla ABD’ye sevk edilen 7 milyon adet belgenin varlığını ortaya çıkardık. Zamanın önde gelen yazarları, ki aralarında Arnold Bennett, John Buchan gibi isimler de vardır, Wellington House’da çalıştılar. Çok sayıda yayıncı da bunlarla işbirliği yaptı. Kitaplar, broşürler, bildiriler yayınladılar. Bazı kitaplara da, savaşla ilgili görüşleri etkilemek için bölümler sokuşturdular. Bu referansları belirlemek genellikle mümkün olamıyor.”

39 Akademik Analiz – Nisan 2012


Asıl Hedef Almanya “Wellington House’daki çalışmaların ana amacı Almanya’ya karşı faaliyetti. Ama Osmanlı İmparatorluğu da, hedef alınan başlıca yerlerden biriydi. Her ne kadar İngiliz Silahlı Kuvvetleri’ndeki subaylar, Osmanlı meslektaşlarına karşı sempatik duygular içinde idiyse de, asıl amaç, İngiliz subayların kafasında Türk subaylarının kötü, korku verici ve güvenilmez kişiler olduğu intibaını güçlendirmekti.”

bunların Mavi Kitap adlı bir belgede toplanmasını istedi. Bu belge Parlamento’ya (İngiliz-Z.A.) sunuldu ve o gün bugün Ermeni radikal milliyetçilerinin klasik bir dokümanı haline geldi.”

Hayali İsimler “Wellington House tarafından Osmanlılar konusunda yayınlanan kitapların listesi ve yazarları, çok sayıda asılsız bilgi ve ismi içeriyor. Örneğin Fa’iz isimli Suriyeli bir İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesinin anılarından sözediliyor. Böyle bir kişinin aslında hiçbir zaman varolmadığı da anlaşılıyor. Bu hayali kişinin, normalde bilmesinin mümkün bile olmadığı ve Talat Paşa’ya atfedilen düzmece özel konuşmalar kaleme alınıyor.” “Wellington House, Amerikalılar ile İngilizler arasında o dönemde varolan çok iyi ilişkilerin ve İstanbul’daki ABD Büyükelçiliği’nin yanısıra Türkiye’de çalışan Amerikalı misyonerlerle olan çok iyi bağlantıları da ortaya koyuyor. Bu kişilerin ve kurumların Ermeni Milliyetçisi gruplar ve Osmanlı karşıtı çevrelerle çok yakın ilişkileri olduğu da anlaşılıyor. Elde edildiği öne sürülen bilgilerin çoğunun uydurulduğu da belli oluyor.” Mavi Kitap, Lloyd George’un Siparişi “1915 yılında Doğu Anadolu’nan pek çok yerinde, savaş ve Ermeni ayaklanması sonucu kanun ve düzen bozuldu. Bryce ve Toynbee bu bölgelerde Türkler’in gerçekleştirdiği öne sürülen katliamları belgelemek amacıyla malzeme toplamaya başladılar. 1916 yılında Llyod George

“Toynbee Türk Karşıtıydı” “Toynbee’nin misyoner kaynaklardan aldığı bilgilerin doğruluğuna inandığı anlaşılıyor. Ama kendisi de bunları kendince biraz da süsledi. Çünkü neticede, ülkesi savaşta olan bir kişiydi ve ülkesi için yalan söylemenin mübah olduğuna inanıyordu. Daha sonraki kariyerinin gösterdiği gibi Türk karşıtıydı ama 1916’da Anadolu’daki Ermenistan’daki olayların çok uzağındaydı.” “Toynbee’nin bilgi aldığı kaynaklara bakıldığında, onların da olayların çok uzağında kişiler oldukları ve güvenilirlik derecelerinin ya abartıldığı ya da çarpıtıldığı görülüyor. Örneğin, pek çok anektod, genellikle Batılı gözlemciler kastedilerek kullanılan ‘gezgin’lere atfediliyor. Ama bunların çoğunun sadece birkaç kilometrelik seyahat eden bir yerel Ermeni’ye ait olduğu ortaya çıkıyor. Anektodların onda birinde ise hiçbir kaynak gösterilmiyor. Diğer kaynaklar ise genellikle tamamen söylenti bazında bilgiler aktarıyorlar ve görgü tanığı gösteremiyorlar.”

40 Akademik Analiz – Nisan 2012


“Türkiye’nin Tepkisi Yok”

Dairesel “Bilgi” Dolaşımı “Belgelerin kaynaklandırılması genellikle ‘dairesel’ bir seyir izliyor. Yani, çok sayıda olayda bilgiler İstanbul’daki ABD Büyükelçiliği’ne geliyor, buradan yayınlanan bilgiler yeniden kendi içindeki şahıslar aracılığıyla buraya geri geliyor. Büyükelçi Morgenthau ve Lepsius’un (Osmanlılar’ın Ermenilere karşı katliam gerçekleştirdiğini savunan iki yazar) raporlarında da bu ‘dairesel’ dolaşım gözleniyor.”

“Wellington House tarafından üretilen Almanya karşıtı propaganda kısa sürede unutuldu. Ama ne yazık ki Bryce-Toynbee belgeleri İngiltere ve ABD’de genel bir kabul gördü ve Ermeni milliyetçileri tarafından kendi davalarını daha da ileri taşımak için hep kullanıldı. Bunların etkilerini karşılamak için Türkiye’nin bir tepki gösterdiğine ilişkin bir bilgi yok. Söz konusu Mavi Kitap’ın yeni baskıları yayınlandı. Yakın zamanda üçüncü baskısı yapılan kitabın yayıncısı Ara Sarafyan, Wellington House’da hazırlandığına hiç değinmiyor ve kitaptaki kaynakların güvenilir olmadığı konusuna da hiç girmiyor. Sonuçta, İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı propaganda faaliyeti, Türkiye’ye ve Türk halkına karşı zehirli etkisini hala sürdürüyor.” Kaynak: NTVMSNBC.com

41 Akademik Analiz – Nisan 2012


Yeni Komünizm: İslami Terör Murat Can Bayraktar Tarih Kasım 2000. 11 Eylül'den 11 ay önce… Rockefeller ailesinin bir üyesi Nicalos Rockefeller ile yakın arkadaşı Aaron Russo arasında geçen diyalog: Aaron Russo: ''Bir gece beni aradı ve 'Bir şeyler olacak' dedi. 'Afganistan'a gireceğiz, Hazar'dan boru hattı geçireceğiz, Irak'a gireceğiz, petrole kavuşacağız, oraya konuşlanacağız. Venezuella'ya gireceğiz'' diye devam etti. ''Bana gülerek, oralarda hiç bulamayacağımız birilerini bulmaya gideceğiz demişti. Terörle Savaş lafını tekrarlıyordu. ''Malum'' diyordu ''terörle savaşı kimse kazanamaz.'' ''Ama bu bahane, sana çok şey imkanı verir.'' Gülüyordu. ''Nasıl herkesi bu kadar saçma bir bahaneyle ikna edebilirsin ki'' diye sordum. ''Medyayla'' dedi. ''Unutma, bir şeyi çok tekrarlarsan herkes inanır.'' (1)

Yıl 1991. Soğuk Savaş sonra ermiş, SSCB dağılmış ve ABD halkının kalbindeki komünizm korkusu sona ermeye başlamıştı. Yapılan işgallerin, hükümetlerin CIA darbeleriyle teker teker devrilmesinin meşruiyet kazanması halkın kalbinde yaratılan bu komünizm korkusu sayesinde olmuştu. ABD halkı bu korku sayesinde baskı altına alınmış, ekonomik kazanımların halka değil, silahlanmaya ve nükleer araştırmalara harcanması da bu yolla sağlanmıştı. Halk doğal olarak silahlanmaya yapılan harcamalara tepkisiz kalmış hatta desteklemişti. Fakat SSCB'nin dağılması, komünizm tehdidin ortadan kalkmasıyla süper güç olarak tek başına kalan ABD, korku sistemini devam ettirebilmek için yeni bir 42

Akademik Analiz – Nisan 2012


düşmana ihtiyaç duyuyordu. Hedef ise zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan ve yüzyıllarca Batı’nın hedef tahtasından bir türlü çıkamayan Ortadoğu'ydu. Soğuk Savaş döneminde SSCB'nin bölgede etkinliğini artıracağı korkusunu yayan ABD, Ortadoğu'da yürüttüğü operasyonlara bu şekilde meşruiyet kazandırabiliyordu. Fakat SSCD artık yoktu. Yeni bir düşman bulunmalıydı. Hedef yine Ortadoğu, amaç ise ABD halkını ve dünya kamuoyunu işgallere ve operasyonlara ikna etmek olunca yeni düşmanda bu bölgenin fikirlerinden beslenmeliydi.

Ve tasarlanan düşman ''İslami terör''dü. Onu temsil edenlerin en üst sırasında ise Usame Bin Ladin liderliğindeki El-Kaide örgütü bulunuyordu. Yeni düşmanın adı ve ideolojisi 11 Eylül 2001'de tanıtıldı. Bu yeni düşman tarafından, ABD'nin kalbine yapılan saldırılarla, korku ABD ve Batı halklarının bilincinde tekrar oluşturuldu. Medya ve politikacılar ''terörist'', ''terörizm'', ''İslami terör'', ''küresel terörizm'' gibi tabirleri sıkça telaffuz

etmeye başladı. İnsanlar, İslami kökenli ElKaide denen bu örgüte nefret beslemeye başlıyor, İslami terör korkusu Batı haklarının kalplerine yerleştiriliyordu. Yeni düşman meydana getirilmiş, ABD için komünizm tehlikesi ortadan kalkmış, artık İslami terör tehlikesi baş göstermişti. Beklenen açıklama dönemin ABD Başkanı G.W. Bush’tan gelmişti. Başkan yeni düşmana ''We will defeat you'' (sizi yeneceğiz!) diye sesleniyordu. 11 Eylül saldırılarının arkasında El-Kaide vardı ve dünya barışı için ''terörü yok etmek'' gerekiyordu. ABD başkanı, Batı halklarının desteğini ve gücünü artık arkasında hissettiğine göre işgaller başlayabilirdi. İlk hedef El-Kaide'nin üssü olarak nitelendirilen Afganistan'dı ve Afganistan 7 Ekim 2001'de işgal ediliyordu. ABD,11 Eylül saldırısı ve yeni düşman sayesinde Çin'e, İran'a, Pakistan'a komşu olan, aynı zamanda Rusya'ya da yakınlığı ile bilinen, jeopolitik olarak çok önemli bir konuma sahip olan Afganistan'a yerleşmiş oluyordu. ABD'nin kalbine yapılan terör saldırıları, ABD'nin bölgeye yerleşmesine uygun bir zemin hazırlamıştı. Benzer şekilde Saddam Hüseyin'in elinde kitle imha silahları vardı ve de Saddam ElKaide'yi destekliyordu. Bush 2002 yılında yaptığı bir açıklamada ''Saddam Hüseyin'in arkasında iz bırakmamak için kirli işlerini yapmak üzere El Kaide'yi kullandığını düşünmemiz gerekiyor. O, El Kaide ile bağlantıları olduğunu bildiğimiz bir adam. Bence bu adam öncü güç olarak El Kaide'yi kullanmayı isteyecek bir kişi.'' diyordu.(2) Irak işgalinin sinyallerini bu açıklama ile veriyordu. Aynı şekilde dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell 5 Şubat 2003'te BM'de yaptığı konuşmada Iraklı bir mülteci ve kimya mühendisi olan Refik Ahmet Alvan el-Cenabi'den gelen bilgilere dayanarak ''Irak'ta biyolojik silahların bulunduğunu'' söylüyordu. 43

Akademik Analiz – Nisan 2012


Ayrıca konuşmasında, ''Irak hükümeti ile El-Kaide arasında ilişkiler bulunduğunu'' tespit ettiklerini de belirtiyordu.(3) Fakat Refik Ahmet Alvan el-Cenabi, bu açıklamaların yapılmasından yaklaşık bir ay sonra başlayan ABD'nin Irak işgali sonrasında İngiliz Guardian gazetesine yaptığı açıklamada ''Bana bir yalan söyleyerek Irak rejimini devirme şansı verildi. Ben ve oğullarım, Irak’a demokrasinin gelmesine neden olmaktan dolayı gurur duyuyoruz.'' diyordu.(4) ABD ile Irak'a müdahale eden İngiltere Başbakanı Tony Blair da ''O zaman o yalana inanmıştım'' şeklinde beyanat veriyordu. İşgal sonrası yapılan tüm bu açıklamalara rağmen Irak'ın işgal edilmiş olduğu gerçeği değişmiyordu. Oluşturulan yeni düşman yani ''İslami terör'' sayesinde ABD ve Batı Devletleri,

dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip Ortadoğu bölgesine yapacağı müdahalelere meşru bir zemin hazırlıyor, halklarını da üretilen bu korku sayesinde ikna edebiliyordu. Sonuç olarak 'İslami terör' bir tehditten çok Batı devletlerinin elinde ''meşruiyet kazandırıcı'' bir araç halini alıyordu. Murat Can BAYRAKTAR Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

(1)http://www.youtube.com/watch?v=YKlq9e8zlPE (2)http://www.habervitrini.com/haber/bushsaddam-el-kaideyi-kullanmak-istiyor-dedi-52803/ (3)http://www.hurriyet.com.tr/planet/17046649.a sp (4)http://haber.gazetevatan.com/bir-yalanla-100bin-sivili-oldurdu/359841/30/Haber

44 Akademik Analiz – Nisan 2012


Devlet Yönetme Sanatı Ve Eşeyli Üretilen Meşruiyet Gökhan Gümüş Devlet rejimleri, devleti algılama ve devlet yönetme fonksiyonları zaman içerisinde herşey gibi değişim geçirmiştir ve halen daha –dengeye ulaşmaya çalışan bir akarsu gibi- gelişim içerisindedir. Değişen dünya ile politikaları uygulama yolunda başvurulan araçlarda değişmiştir.

B

ize ‘şah damarımızdan’ daha yakın olan demokrasiyi, hukuku ve bunların silah arkadaşlarını bireysel, toplumsal ve kurumsal bazda algılama-fikir oluşturma bağlamında içselleştirmek, herhangi bir devlet politikasının meşruluğu konusunda taban oluşturmaktadır. Bu da akıllara güçlü devletlerin bir numaralı sığınma aracı ‘meşruiyet’ nosyonunu akıllara getirmektedir. İşte bu yazı ABD’nin politikalarında hem iç hem dış meşruiyeti sağlama ve dış politikadaki aşırı aktivist yapısından kaynaklanan hukuk dışı olayları minimize etme veya önleme yöntemlerinin açılmaya çalışılacağı bir makale olacaktır. ABD dünyanın bir numaralı tahakküm örgütüdür. Bu tahakküm kimi zaman dikteyle doğrudan (Irak’ın işgali), kimi zaman dolaylı yollarla (medya vb.), uzun

vadelerle cereyan etmektedir. Bir doğa durumu olarak hegemon gücün dünyayı kendi emelleri doğrultusunda şekillendirmesi, tehditlere karşı daha gerçekleşmeden önlemler alması (Bush Doktrini), muhtemel rakiplerine karşı politikalar üretmesi (Çin’in güçlenmesi bağlamında Büyük Ortadoğu Projesi- bu bağlamda da Arap Baharı-) ve tüm bunları yerel ve uluslararası kamuoyunun belli oranlarda desteğini alarak gerçekleştirme çabası meşruiyete verilen önemi göstermektedir. Bir politikanın uluslararası hukuka uygunluğu hem yürütülen politikanın selameti hem de ileride doğabilecek sıkıntılar açısından mutlak önem taşımaktadır. Tarihte bakıldığı zaman batı kendi kimliğini hep bir ‘öteki’ nosyonu ile 45

Akademik Analiz – Nisan 2012


tamamlamaktadır. Onun kimliğini oluşturmada birincil faktör doğu antagonizmasıdır. Yani batı, doğuya karşı birtakım korku ve düşmanlık paradigmaları ve bunların yansıması stereotip söylemler yolu ile ortak tehlikeye karşı bir arada bulunmaya, bir olmaya iten faktörlerle kendini tanımlamaktadır. Bu bağlamda ABD, kendi çıkarlarını maksimize etme doğrultusunda, 2. Dünya Savaşı’nda faşizmi yenmiş, soğuk savaşta komünizme karşı galip gelmiş, günümüz dünyasında ise 11 Eylül saldırıları ile radikal İslam’ı kendine düşman seçmiştir. Bu üç kavramın ortak yanı, ABD’nin yerel ve uluslararası kamuoyunu etkileme ve yönlendirme suretiyle bu kavramların meydana getirdiği korku ve düşmanlık öğelerini kullanmasıyla oluşturduğu meşru zemin ona dünya arenasında deyim yerindeyse “at koşturma” imkanını vermiştir. Görüldüğü üzere ABD sürekli olarak kendisine bir düşman seçmiş ( kimi zaman üretmiş) ve bu düşmanın dünyanın zararına olacağı söylemiyle kendi yandaşlarını toplamıştır (soğuk savaş döneminde Batı Avrupa). Burada önemli olan nokta ise bu düşmanla savaşırken, bir yandan yandaş ülkelere olan tahakkümünü artırmış (soğuk savaş döneminde truman ve Marshall planı ile), bir yandan radikal İslam örneğinde olduğu gibi ürettiği düşmanla savaşırmış gibi yaparken kendi esas politikalarını hayata geçirmiş (orta doğuya müdahalede Çin faktörü) ve tüm bunları yaparken ürettiği stratejilerin ürünü olan korku ve düşmanlığın meydana getirdiği meşruiyet zeminini kullanmıştır. Bu meşruiyet zemini ise ona uluslararası hukuku zorlayarak kavramlara yeni yorumlar getirme lüksünü getirmiştir. 11 Eylül saldırıları ile Ortadoğu’ya müdahale imkanı bulan ABD, bu tarihten

sonra yürüttüğü politikalarda (Irak ve Afganistan’ın işgali) uluslararası hukuku aşırı zorlamış ve özellikle Irak’ın işgalinde, dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın da belirttiği üzere müdahalenin meşru zemine oturmamış olması ABD’yi işgalci konumuna düşürmüştür. Kısa vadede tablo negatifmiş gibi görünse de ABD bölgede bir yandaş ülke daha elde etmiş, uzun vadede ise İran faktörü açısından düşünüldüğünde işgalin nimetlerinin görüleceği açıktır (çevreleme politikası).

Söz konusu politikaların uygulama ve sonuç doğurma kapsamında ABD’nin çıkarlarına hizmet ettiği su götürmez bir gerçek olsa da hegemon güç bu politikaların dünyanın iyiliğine olduğu yönünde iç ve dış kamuoyunu etkilemeyönlendirme suretiyle bir taban kazanma çabasına girmektedir. (Kosova müdahalesi ile NATO varlığının ve kimliğinin şekil değiştirilmesi suretiyle devamlılığının sağlanması). Bu demokrasinin mutlak bir paradoks olduğunu akıllara getirmektedir. Zira çoğunluk egemen güç odakları tarafından ikna edilip söz konusu politikayı kendi düşünceleriymiş gibi içselleştirdiklerinde hizmet ettikleri nosyonun dünya refahı adına olduğunu düşünmeleri halbuki tam tersi bir duruma sebebiyet verecek 46

Akademik Analiz – Nisan 2012


politikaya destek verdiklerini bilmemeleri demokrasinin (en azından ABD’nin yorumladığı şekilde demokrasinin) sorgulanılası bir nosyon olduğunu akıllara düşürmektedir. Aslında bu da şunu çağrıştırmaktadır: Karl Marx’ın ‘din afyondur’ metaforundan hareketle hegemonik gücün (özellikle soğuk savaş döneminde) dünya pazarına ürettiği her ürün (BM – NATO – IMF DÜNYA BANKASI) aslında kendi çıkarlarını gerçekleştirmede bir meşruiyet aracı olarak kullanılan ironi paradigmalarıdır. Biraz daha cüretkar bir tabirle eğer din afyonsa, demokrasi afyondur, ideoloji afyondur, kimlik afyondur, para afyondur (en güçlü afyon paradır), radikal İslam deyişi algısı afyondur, bunların hepsi politikaları gerçekleştirmede, eylemi meşru bir zemine indirgemede kullanılan araçlardır. Amerika Birleşik Devletleri’ni ekonomik, siyasal, kültürel ihracat şirketi olarak görmek yanlış olmayacaktır. Ve şirketler sürekli kâr amacı güder. Dünyaya kendi değerlerini pazarlamak ve bu pazarın lideri

olmak şüphesiz ki ABD şirketinin devamlılığı için esastır. ABD işgalci devlet konumuna düşmemek veya bu yöndeki kamuoyu düşüncesini asgari düzeye indirgemek için politikasına sürekli kılıflar bulma çabasındadır (komünizm, terör, kitle imha silahları). Bu çaba kimi zaman uluslararası hukuk mevzuatının aşırı zorlanmasıyla oluşturulan yorumlama (insani müdahale) yöntemi ile kimi zaman oluşturduğu antagonizmalar yolu ile müdahalesini meşru bir zemine indirgemek sureti ile cereyan etmektedir. Siyaseti bir algılamalar bütünü olarak gördüğümüzde, toplumun düşündüğü kendisine mi ait yoksa ona, farkında olmadan dayatılan yönlendirmeler ile egemen olanın görüşlerini mi içselleştirmiş, sorgulanılası bir konudur. Meşruiyette bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir nosyondur. Çünkü “demokrasilerde toplum başat güçtür!” Gökhan GÜMÜŞ Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

47 Akademik Analiz – Nisan 2012


48 Akademik Analiz – Nisan 2012


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.