i d ret
a a s e hc
Digital Dergi 5.Sayı Mayıs Haziran 2014
www.aktivistdergi.com
Dosya: CESARET&ÖZGÜVEN Uzm. Psk. Esin Nur Akyıldız
aktivist 1 yaşında
bi’
zehir ile ilacı ayıran
dozdur Evrim Kuran, X, Y Z Kuşaklarını Anlatıyor
Alkali Diyet
Efsane mi Mucize mi? Dr. Ayşegül Çoruhlu
Huzurlu, mutedil, müşfik…
İncesaz, bu kez
“Geçsin Günler” diyor
bir ilk
değerler
astrolojisi 3 vakte kadar hangi değerlere ihtiyacınız var?
risk… özgüven… cesaret… deneyim… korku… kararlılık… pes etmek…
nasuh mahruki
yeşil sahaların
en cesurları
kimler?
Diyarbakır karpuzunun bile Meksika tohumuyla üretildiğini
biliyor muydunuz? Cem Seymen
z e ü l l g i ’ k i b d ü n i ş ç ü i nd ü k n i z i s
Timur T Koçluk iryaki Okulu
Nasuh M Kendi E ahruki verest ine Tır m
anmak
Şaşkın B www.s alık’ta iki kiş askinb i alik.co lik yemek m.tr
Esra Ö z Kokuyl a Keşf et
Osman C Ev ya d an Aydoğmu a İş Y ş’tan eriniz Shui D için Fe anışma ng nlığı
Hediy eni Seç------ Burayı Tıkla------ Bize Yolla Son Katılım Tarihi: 31 Mayıs 2014 Detaylar Facebook sayfamızda ve www.aktivistanbul.com'da
Künye Sayı: 5 YAYINCI Büyük Harfler İçerik ve İletişim Tasarımı
Ekipten
Genel Yayın Yönetmeni & Editör Serda Kranda Kapucuoğlu serda@aktivistanbul.com Görsel Sanat Yönetmeni ve Grafik Tasarım Atakan Palaz Web Tasarım Hakan Sert Web Editörü Ayça Oğultekin Sosyal Medya Büyük Harfler Hukuk Danışmanları Av. Emir Budak Av. F. Çağdaş YILMAZ Av. Uygar GÜNERBÜYÜK Yazarlar Katkıda Bulunanlar Alper Ürersoy LÖSEV Barış Soydan Brahma Kumaris Kişisel Canku Yaşlak Gelişim Derneği Dicle Tigris Sn. Sedef Işıksel Çetin Elif Bayar Sn. Dr. Ayşegül Çoruhlu Funda Bilgili Sn. Uzm. Psk. Esin Nur Hakan Ayvaz Akyıldız Hande Akkaya Ceyhun Sn. Cem Seymen Hilal Çetinder Sn. Cengiz Onural Mustafa Acunbay Sn. Nasuh Mahruki Mustafa Emin Palaz Sn. Esra Öz Osman Can Aydoğmuş Sn. Evrim Kuran Timur Tiryaki Sn. Oğulcan Dölekçekiç Ümit Yontar Şaşkın Balık Saklı Bahçe İdefix sadeceon.com Kültür A.Ş. Davranış Bilimleri Akademisi Yapı Kredi Yayınları Biletix Kültür Sanat Kapak Dilek Işıksel Ana Sayfa Müzik ?????? söyleyeceğim yarın Basın ve Halkla İlişkiler www.buyukharfler.com Reklam Rezervasyon Tel: 0 216 417 25 21 Yönetim Yeri Altıntepe Mah. Bağdat Cad. No: 72/10 Kat: 3 Küçükyalı | Maltepe / İstanbul Tel: 0 216 417 25 21| 0 216 549 26 36 info@aktivistanbul.com www.aktivistanbul.com www.buyukharfler.com Yayın Türü: Digital, süreli, 2 aylık www.buyukharfler.com Aktivist Dergisi, Büyük Harfler İçerik ve İletişim Tasarımı tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf, harita, illüstrasyon ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilerek dahi alıntı yapılamaz. DEĞERLİ OKURLARIMIZ, HER TÜRLÜ FİKİR, ELEŞTİRİ, ÖNERİ VE KONU PAYLAŞIMINIZA AÇIĞIZ. LÜTFEN BİZE KATILIN: bence@aktivistanbul.com
Cesurum Cesurum Cesurum Hiçbir şeyden Korkmam Cesurum:) Herkese Merhaba, 5.sayımızda yine beraberiz. Bu kez hepimiz için biraz “cesaret” dedik ve son derece cesur sayfalar hazırladık. Öyle sanıyoruz ki şu sıralar hepimizin en fazla ihtiyaç duyduğu şeylerden biri cesaret. İş hayatında, kişisel gelişimimizde, halet-i ruhiyemizde, ailemizde, bedenimizde… Biraz cesur olabilsek, çok şey değişecek belli ki:) Tehlikenin, riskin, yalnızlığın kol gezdiği dağlarda, azimle ve özgüvenle ilerleyerek dünyanın ilk Müslüman Türk Dağcısı, AKUT’un kurucusu Nasuh Mahruki’yle konuşurken cesaretin tanımını bir daha yaptık. Bi’cesaret Atatürk’ün fotoğrafını çektiği o ilk andan itibaren hayatını Atatürk’ü fotoğraflamaya adamış Cemal Işıksel ile hayatınızın en büyük heyecanı için azıcık “cesur” olmak gerektiğini, Uzman Psikolog Esin Nur Akyıldız ile aslında korkulacak bir şey olmadığını, Elif Bayar ile aslında en çok kadınların cesur olduğunu öğrendik. Yazarlarımız da dört bir koldan bizi cesaretlendirdi. Funda Bilgili özgüveni vurgulayan jestleri, Mustafa Emin Palaz kavganın cesur hareketlerini, Hakan Ayvaz Pozitif Cesareti yazarken, diğer yazarlarımız da yine feyiz alacağımız, ilham alacağımız pek çok konuya değindi. En cesur teknolojik aletler ve yeşil sahaların en cesurları da yine dergimizde sizler için hazırladığımız dosyanın içindeki yerini aldı. 5.sayımızda ayrıca, Alkali Diyet hakkında bilmemiz gerekenleri Dr. Ayşegül Çoruhlu’dan sorduk... İncesaz yeni albümünü ve müzikal yolculuğunu anlattı bizlere... 23 Nisan ve 19 Mayıs’ı kutlayacağımız 5.sayı yayın döneminde, biz de kendi meşrebimizce bu iki bayramın muhataplarını masaya yatırdık Kuşaklar Araştırmacısı Evrim Kuran ile birlikte. Ve daha iyi bir gelecek için, değiştirmemiz gereken bazı tüketim alışkanlıklarımızdan dem vurduk Cem Seymen ile. Ve yine dolu dolu, özgün, bizden bir yayın hazırlamak için heyecanla çalıştık:) Herkese iyi okumalar dileriz…
Teşekkür: Her zaman olduğu gibi yapıcı eleştirileriyle bizi iyiye yönelten, konu önerileriyle merak edilenleri kavramamızı sağlayan tüm dostlarımıza ve yeni sayımızda da değerli paylaşımlarıyla bizlerle birlikte olan tüm kişi ve kurumlara teşekkür ederiz. bence@aktivistanbul.com adresiyle bize her konuda yazabilirsiniz.
Sevgilerimizle, Aktivist Dergi Ekibi
Röportajlar
nasuh mahruki risk… özgüven… cesaret… deneyim… korku… kararlılık… pes etmek…
Deniz Işıksel, Atatürk’ün fotoğrafçısı, babası Cemal Işıksel’i anlatıyor
zehir ile ilacı ayıran
dozdur
Evrim Kuran, X, Y Z Kuşaklarını Anlatıyor
80
Röportajlar
40
42
50
Alkali Diyet Nedir?
20
Huzurlu, mutedil, müşfik…
Dr. Ayşegül Çoruhlu
İncesaz, bu kez
“Geçsin Günler” diyor
92
78 Koçluk nedir? Timur Tiryaki
76
Müh.Dr. Evren Dinç
Diyarbakır karpuzunun bile Meksika tohumuyla üretildiğini biliyor muydunuz? Cem Seymen
30
Röportajlar
Röportajlar
Uzm. Psk. Esin Nur Akyıldız
ego
Aktivist 1. Yaşında
bilinci,
buradan
çıkış yok
Serda Kranda Kapucuoğlu
14
36
BARIŞ SOYDAN
Mustafa Acunbay
18
En Cesur Teknolojik Aletler
kavga etme
sanatı
Alper Ürersoy
Mustafa Emin Palaz
64
56
YAŞAM
YAŞAM
burası
Özgüven astrolojisi
16
Himalaya Ma
100 beden dilinde özgüven işaretleri
Funda Bilgili
yeşil sahaların cesur yürekleri Canku Yaşlak
70
68
48
cesaret kırıcıların
oltasına gelme
sevgili okur!
Ümit Yontar
YAŞAM
YAŞAM
değerler
Ayın değeri:
Bath and Body Works’ten Spring Streetsweet ile Eğlenceli Kokular
vitrin
Tazecik içeriklerden ilhamını alan, tatlı ve leziz sezonsal trendlerden oluşan yepyeni, rüya gibi bir koleksiyonla karşımıza çıkan Body Works, Spring Street Sweet Shop mum ve el sabunları koleksiyonu, klasik iştah açan tatlı tariflerin nefis kokulara dönüştürülmüş halleri. Bath and Body Works’un Sprıng Streetsweet koleksiyonu size aşina olduğunuz kokuları hatırlamanızı sağlayarak eğlenceli bir koku deneyimi yaşatacak.
Avrupa’nın en çok tercih edilen balık yağı markası Möller’s Omega Türkiye’de Kuruluşunun 160. yılını kutlayan Avrupa’nın en çok tercih edilen balık yağı markası Möller’s Omega-3, Türkiye’de. “Kaşıkla kaşıkla Möller’s Omega” kampanyası ile pazara giriş yapan şirket, çocuklar kadar aile fertlerini de günde sadece 1 tatlı kaşığı Omega-3 ile sağlıklı geleceğe davet ediyor. Güçlü formülü ile dikkat çeken, tat, içerik ve ürün kalitesi ile öne çıkan Möller’s; şeker, tatlandırıcı veya herhangi bir kimyasal aroma içermiyor. Möller’s, bir tatlı kaşığında 1200 mg. Omega-3, 600 mg. DHA ve 400 mg. EPA yağ asitlerinin yanı sıra A, D ve E vitaminlerini de içeriyor.
Deezer’dan Mobilde, Ücretsiz Ve Sınırsız Kişiselleştirilmiş Akıllı Radyolar Deezer’dan 2 Yeni Özellik: Mobil cihazlarda* ücretsiz, sınırsız ve reklam destekli müzik akışı sunan kişiselleştirilmiş akıllı radyolar ve bilgisayardaki tüm müzik arşivini aynı çatı altında toplayan yenilikçi Deezer for Mac uygulaması… Deezer, web üzerinden müziğe ücretsiz erişim sağlayan kullanıcılarının favori müziklerini mobil cihazlarına taşımalarını sağlayan bu yepyeni özelliklerle radyo hizmetini bir üst seviyeye taşıyor.
8
Şubat - Mart / 2014
Balın En Pratik Hali ile Lezzetli Molalar Verin Doğanın mucizevi armağanı bal artık her yerde ve her zaman yanınızda. Tek kullanımlık ambalajıyla sunulan Balparmak Katla Balla ile hem kendiniz hem de sevdikleriniz için pratik, yaratıcı ve lezzetli anları kolayca yaratabilirsiniz. Katla Balla ile diyetinize tatlı ve masum bir mola verebilir, çay, bitki çayı, süt, kahve gibi hem sıcak hem soğuk içeceklerinizi doğal bal ile tatlandırabilirsiniz. Kahvaltılık gevrek eklediğiniz yoğurdunuzun ya da meyve salatalarınızın üzerine Katla Balla ile bir parça aroma katabilirsiniz.
%100 ekolojik, Stil Sahibi Ve Rengarenk Ayakkabılarıyla “Natural Word Eco” Avrupa’ nın yıllardır süre gelen akımı, ünlülerin tercihi, %100 ekolojik, doğa dostu ve stil sahibi Natural World Eco sizlere rahatlık ve konfor vadediyor. Natural World Eco’nun en büyük özelliği ayakkabıların tamamen ekolojik olmaları.“ Made in Green” sertifikasının yanı sıra GOTS sertifikasına (Global OrganicTextile Standart) sahip olan bu rahat ve her stile uygun ayakkabılar, %100 koton bazlı, doğal kauçuk tabanlı ve tamamen bitkisel boyalarla renklendiriliyor. www.brandwardrobe.com
Lav ile Renklerin Dansı Sımsıcak renkleri de beraberinde getiren bahar, sofralarında farklılık yaratmak ve masasına keyif katmak isteyenlere ilham kaynağı oluyor. Sıcak günlerin ideal içeceği ve en ferahlatıcı meyvelerle hazırlanan rengarenk kokteyller LAV bardaklarıyla içinizi serinletiyor. Kahvaltı sofraları LAV reçellikleriyle daha tatlı; mutfaklar LAV kavanozlarıyla daha düzenli oluyor. Sofraları daha eğlenceli bir hale getiren ve şehirli insanların renkli hayatını yansıtan LAV serileri 2014 sofralarının olmazsa olmazları arasındaki yerini alacağa benziyor.
9
mekan
İtalyan Mutfağının Klasik Adresi Da Mario 2. Restoranını Kalamış’ta Açtı! İtalyan mutfağı sevenlerin 20 yıldır ilk adresi olmayı başaran Da Mario’nun 2. restoranı Kalamış’ta hizmete girdi. Her sezon yenilenen menüsünde taze ev yapımı makarnalar, birbirinden lezzetli pizzalar, Akdeniz Mutfağı’nın ayrılmaz parçası salatalar ve zengin şarap seçenekleri sunan Da Mario’nun Kalamış’taki yeni restoranında da artık klasik haline gelmiş tüm lezzetleri, İtalyan mutfağını sevenlerle buluşuyor.Da Mario’nun yeni restoranında da Etiler’de olduğu gibi İtalya’dan özel getirilen bir pizza fırını yer alıyor. Deneyimli mutfak ekibi tarafından tüm yemeklerin ‘a la minute’ hazırlandığı mutfağındaki ürünlerin en taze ve kaliteli biçimde tedarik edilmesine özen gösteren Da Mario’nun menüsündeki pek çok lezzetin yapımında ünlü İtalyan markaları kullanılıyor. www.damario.com.tr
Ünlü Hamburgerci Shake Shack Şimdi Kanyon’da! New Yorklu ünlü ‘yol üstü hamburgercisi Shake Shack’ın bu sezonun son durağı Kanyon oldu. Shake Shack, hot dogları, custard ve concrete gibi eşsiz tatlarıyla lezzet yolculuğuna çıkarıyor. Shake Shack, % 100 angus dana etinden yapılan hamburgerlerinin yanı sıra birçok farklı lezzet de sunuyor. Menüde İstanbul’a özgü seçeneklere de yer veriliyor. Chicago usulü hazırlanan hot dog’lar ve lokasyona özgü custard dondurmalar bu lezzetler arasında geliyor. Portebello mantarı ve peynirin mükemmel birlikteliği ile vejeteryanlar için de seçenek barındıran menünün tatlı kısmı ise yemekleri kadar başarılı.
10
Şubat - Mart / 2014
Kahvaltının Lezzetli Adresi Cafe LOCALE İstanbul Renkli mimarisini eşsiz lezzetlerle harmanlayan Cafe LOCALE İstanbul güne zinde başlamak isteyenlerin vazgeçilmezi oldu. Haftanın yedi günü geniş şarküteri ürünleri ve kahvaltıyı tamamlayan taze meyve suları ya da sıcak içecek çeşitleri ile farkını ortaya koyan mekan, günün en önemli öğününü doyumsuz kılıyor. İstanbul›un Anadolu yakasının öne çıkan ilçelerinden Ataşehir’de Aralık ayında hizmet vermeye başlayan Cafe Locale İstanbul, günün her anında yemek yemeyi keyfe dönüştürüyor. İlk günden bu yana, ana yemekleri yoğun ilgiyle karşılanan mekânda, sabah kahvaltıları ayrı bir fark yaratıyor. Mekânın ortasında bulunan 80 yaşındaki zeytin ağacı ise Ege’nin izlerini konuklarına hissettiriyor. www.locale.com.tr
Zengin İtalyan Lezzetlerinin Yeni Adresi Trattorıa Enzo, Akasya Acıbadem’de Açıldı Lezzetli İtalyan ev yemeklerini İstanbul’a taşıyan Trattoria Enzo’da günlük el yapımı taze makarnalar, doğru mayalanmış hamur ile ızgara ve odun fırınında hazırlanan pizza çeşitleri, ithal hammadde ile kurgulanmadan ‘halen yaşayan’ taze ürünlerle yaratılan tabaklar ve özel sofra şarapları sunuluyor. Yerel malzemelerle hazırlanan lezzetler ve gerçek bir İtalyan restoranını yansıtan şık ve rahat dekorasyonu ile farklılaşan Trattoria Enzo, ailece de gidilebilecek, kaliteli yemeği uygun fiyatla buluşturacak bir mekân.
11
siftah bizden
Ataşehir’de açılan
La Fuga Event
ebeveynler ve çocuklar için tasarlanmış bir etkinlik & kafe mekanı
LA FUGA Cafe’deki koşturmalarımız sabahları kahvaltı ve sıcacık poğaçaların hazırlanmasıyla başlar ve öğlen saatlerinde dünya mutfağından seçilmiş olan menüsüne bırakır kendini.
Anne babalar ve tüm yetişkinler için… Kahve seçeneklerimizi ve vitrinde Nükümüz’ün yaptığı ikramlıkları da tatmanızı şiddetle tavsiye ederiz. Siz ebeveynleri rahat ettirmeyi hedefleyen kafemizde çocuklarınızın da menüleri unutulmamış durumda tabiî ki :)
Sıkılan çocuklar, tabletlere mahkum olmasın! Sadece çocuklar için tasarlanmış tünel ve oyun alanından oluşan KIDS bölümümüzde bakıcılarımıza çocuklarınızı teslim ederek, onların da diledikleri gibi zaman geçirmelerini sağlayabilirsiniz. Gruplara özel tasarlanmış KIDS DISCO’muz ve çeşitli aktivitelerin yapıldığı atölyemizi de sadece çocuklarımız için hazırladık…
Her Şey Çocuklar İçin! Toplamda 400 m2 lik oyun alanımızda, deneyimli çalışanlarımız eşliğinde 1 yaştan 10 yaşa kadar oyun alanından faydalanılabilir.100 m2 lik tünel oyuncağımız, top havuzu, diskomuz, atölye bölümü, kitap köşesi, kara
12
Şubat - Mart / 2014
tahta duvarı, kum boyama gibi etkinlik alanlarımızla çocuklarınızın enerjilerini boşaltmak ve eğlenceli zamanlarla sosyalleşme aktivitelerine fayda sağlamak için tasarlanmıştır.
La Fuga Parti ile Misafirlerinizi Bizimle Ağırlayın! Derseniz ki biz evlere sığamıyoruz… misafirlerimizi ağırlamak istiyoruz. Orda da imdadınıza yetişmek için La Fuga Parti alanını tavsiye ederiz.100 kişilik oturma alanına sahip salonumuzda sizlerin misafirleri, bizim de misafirimiz olur. Çocuklarınıza doğum günü, baby shower, diş buğdayı, sünnet partisi… yeni evlenecek adaylara söz, nişan, kına gecesi gibi tüm davetlerinizde hizmet verebilmekteyiz. Seçenekli menülerimizi görmenizi tavsiye ederiz.
Bahçemizde Dinlenin! La Fuga Garden Cafe haftanın yedi günü dünya mutfağının en lezzetli seçenekleriyle birlikte hafta içleri de zeytinyağlı açık büfesi, salata barı ve lezzetli ev yapımı yemekleri ile havuz başında keyifli zamanlar geçirmeniz için tasarlandı. Ayrıca yaz aylarında tüm davet ve organizasyonlarınıza ev sahipliği yapmak için bahçemizi kullanımınıza sunuyoruz. Davet ve organizasyonlarınızla ilgili detaylı bilgi için bizi arayın.
Çalışma Saatleri Hafta içi Hafta sonu
: 08.00 - 22.00 : 10.00 - 22.00
www.lafuga.com.tr
13
yaşam oğlu
ucu
ap da K
com
ul. n Kra vistanb a d i kt Ser a
a@ serd
14
Şubat - Mart / 2014
Birlikteliğimizin başlamasının üzerinden bir koca sene geçmiş. Dilerim, daha nice nice yıllar birlikte oluruz. Beşinci sayıyı hazırlamaya o kadar dalmışız ki, sene-i devriyemizi kaçırmışız:) Yüzlerce sayfalık yazılar hazırlamışız, röportajlar yapmışız, bir sürü şeyi merak etmiş; sizin yerinize sormuşuz. Heyecanlandığımız, üzüldüğümüz, hayal kırıklığı yaşadığımız, yorulduğumuz çok günler geçmiş. Ama içimizdeki merak ve paylaşma arzusunun önüne geçememiş hiçbir şey. Aktivist’in adından önce fikri düşmüştü aklıma. Sonra ismini bulmuştum, bir sabah kahvaltı bulaşıklarını yıkarken. Akıl küpü Neşe’ye (Bakan) anlattım, sonra biricik dostum, yol arkadaşım, mesailerin en şahanesini birlikte geçirdiğim Atakan’a (Palaz). Üçümüz de çok heyecanlandık. Yıllar süren meslek hayatımızın nişanesi olarak, ilk kez kendi dergimizi yapacaktık. Ama tabii, büyük büyük yatırımlar yapacak durumda değildik. Elimizde sadece meslek aşkımız, merakımız, neşemiz ve deneyimimiz vardı. Bu yüzden basılı bir dergi değil, dijital bir dergi yapmaya karar verdik. Böylece süper insan, sabır abidesi Hakan da (Sert) aramıza katıldı:). Bizimle birlikte olmasını istediğimiz biricik yazarlarımızla konuştuk, sağ olsunlar, hepsi hem bize hem de projemize inandılar. Böylece kocaman bir Aktivist Dergi ekibi olduk. Bi’fikrim var bölümünden Aktivist’e geçtiğimizde artık inançla yoluna düşeceğimiz bir emelimiz, idealimiz de olmuştu. Daha önce de yazmıştım, Goethe’nin bir sözü vardır “Ne yapmak istiyorsan hemen başla, cesarette deha, güç ve si-
hir vardır” diye; işte böyle o söze inan, bu şarkıdan güç al, birbirini yüreklendir, depresyona gir, sonra geri çık derken ilk sayıyı ne olduğunu da tam anlamadan sizinle buluşturabilmiştik. O kadar güzel yorumlar aldık, o kadar çok kişiye ulaştık ki artık sadece birkaç kişi değildik. Biz Aktivist’in davasını anlattığımızda, insanlar ne yapmak istediğimizi görüyorlardı. Bi’iş patlatalım hevesinde değildik, bizim için bir basamak olur fikrinde değildik, vitrinimiz olur demedik. Tek arzumuz, insanlara hak ettikleri gibi bir yayın hazırlamaktı. Bize yakışacak, içinde mutlu olduğumuz, iyi niyetli, insanın kalbini okşayan, güzellikleri çağrıştıran, doğru ve gerçek bilgileri barındıran, saygılı, etik kurallara bağlı, samimi, incelikli bir yayın hazırlamak… Bugün 5.sayımızda Cesaret’i, bir sonraki sayımızda “Bereket”i, ana konu olarak seçebilme özgürlüğünü istedik biz. Olan biteni anlatmak, gelecek senaryoları yazmaktan çok öte; insanoğlu var olalı beri olmakta olanı söyleyelim istedik. Düşünebileceğimiz, hissedebileceğimiz, seçebileceğimiz daha iyi seçenekleri ortaya çıkaralım istedik. Karanlıkta göz kırpanlardan sıkılmıştık, biz sadece feneri tutan el olmak istedik. Çünkü hayat çok güzeldi ve ona bu güzelliği katan bizlerdik. Şükran, tevazu, vefa, samimiyet, doğruluk, sadakat, sevecenlik, tatlılık, hoşgörü, sevgi… İnsan ruhu şekerci dükkânı gibiydi ama sanki kavanoz kapakları sıkışmıştı. Biz o kavanozların havasını alalım istedik. Şimdi, 1.senemizde 5.sayımızda karşınızdayız. 1 sayı eksik çıkarmışız, mazur görün:) Ama borcumuz borç:) Alacağınız olsun:)
Aktivist’i, işimizi, okurlarımızı seviyoruz biz. Her yeni sayıdan önceki bir haftada yaşadığımız telaşları… Yayına girdiğimiz ilk anın kalp çarpıntılarını, röportaj taleplerimizin kabul gördüğü anlardaki sevincimizi, olumsuz reklam görüşmelerinin ardından “yeniden başlamalarımızı”, bizimle birlikte olan konuklarımızın ağzından “çok teşekkür ederim”i duymayı, yazmayı, merak etmeyi, araştırmayı, okumayı, derleyip toplamayı sevdik. Biz, birkaç kişilik Aktivist ekibi… Hiçbir vakit birbirimizi kırmadan, incitmeden yüzlerce sayfa hazırladık. Yüzlerce sayfa bozduk, baştan yaptık. Yüzlerce kez hayal kırıklığı yaşadık, yüzlerce kez sevinçten havalara uçtuk. Birbirimizin gücü, neşesi, emaneti, hazinesi olduk. Yolun daha çok başındayız. 1.sene. 1 yaşındaki bir çocuğun ancak yürüyebildiğini, üç beş kelime konuşabildiğini, yemeğini dahi yardımsız yiyemediğini düşünürsek; bizim de aşağı yukarı bu yaş “döneminde” olduğunu düşünebiliriz:) Ama büyüyoruz. Günden güne daha çok şey yapabiliyor, daha çok anlıyor, daha çok söylüyoruz. Daim olsun! İyi ki varsınız… Bizi hep kendinizden haberdar edin. Yazmamızı, söylememizi, sormamızı istediğiniz şeyleri yazın, bu sayfalarda kimi, neyi görmek istiyorsanız yazın. Fikirlerinizi söyleyin, yaşadığınız güzel anları paylaşın, dünyanın güzelliklerle dolu olduğu iddiamızda, bizimle olun. Bu bizi çok mutlu eder. Biz sizi çok sevdik:)
15
değerler
l işise is K an r a d Kum rafın ma neği Ta h a Br m Der şi Geli miştir en l Der
16
Şubat - Mart / 2014
Özgüven Üzerine
Özgüven, kim olduğuna, dünyaya ne sunabileceğine dair içsel bir emin olma halidir. Özgüven, değerli olduğuna dair bir histir. Özgüvene sahip birisi diğerlerinin söylemesine gerek kalmadan, değerli olduğunu bilir. Kişinin kendine değer verip özgüvene sahip olabilmesi için kendini doğru değerlendirebilmesi, olumlu ve güçlenmesi gereken yönlerini tanıyabilmesi ve yetenekleri için hak ettiği değeri kendine vermesi gerekir. Her zaman ihtiyaç duyulan bu güce erişmek ve kullanmak böylece mümkün olabilir. İçsel dinginlikten gelen bu güç bireyi besler. Gelişmesi gereken yönler bile zihni bulandırmaz, çünkü onlar artık boşaltılmış, tahliye edilen evler gibidir. Düşünceler oralarda çok uzun zaman gezinmez. Zaman zaman bu yönler ile karşılaşıldığında, özgüven, durumu kabul edip ilerleyebilme gücünü kişiye sunar. Güven olmadığında, başa gelen kötü şeyler bir kutlama gibi tekrar tekrar hatırlanır. Özgüven, daha yavaş hareket etmeye, daha sakin konuşabilmeye… telaşlı bir ilerleme tasası içine girmek yerine iletişimde bulunulan kişiyi, ona bakarak dinleyebilmeye olanak verir. Bilginin eksik olduğu bir konudaki o cehalet anında, mutlu bir şekilde ayakta durabilmeyi ve dinleyenlerin, kişinin hazır olacağı anı beklemelerini sağlar. Sessizlikte bir söz söylenmeden önceki anı güç ile doldurmayı, yumuşaklık ve sessizlik kullanarak tüm bedeni sakinleştirme yeteneğini bize kazandırır. Özgüven, benliğimizin çok derinlerinde işler… Özgüven ince ince, özenli bir şekilde çalışır, bununla birlikte eleştiriyi düşündürten o yanlış iletişim ağlarının da, kuvvetle kesilmesini sağlar. En güçlü halinde, kişinin kendisine dair olumsuz bir düşüncesinin daha henüz oluşmadan bile çözülüp dağılmasını sağlayan bir güçtür özgüven. Özgüveni arttırma yollarından biri özsaygıyı geliştirmektir. Özsaygı olmadan, özgüven yaşayamaz. Özsaygı, kişinin kendini nasıl değerlendireceğini bilmesidir. Ne olduğundan daha az, ne de daha fazla; sadece kendisini olduğu gibi bilmek ve rolünü en iyi şekilde oynamaya çalışmaktır. Rolümüzü bir kere kabul edip mutlu bir şekilde oynamaya başladığımızda, içsel olarak gelişen özsaygı ağacının meyvesidir özgüven.
Toplum olarak meyilli olduğumuz kıyaslama ve karşılaştırma alışkanlığı, kişinin kendisine düşmanlık yapması gibidir. “Onlar benden daha iyi yapabilirler, ben o kadar iyi değilim...” gibi düşünceler kişiyi şüpheye sürükleyerek özgüveninin oluşmasını engeller. Bu durumda yavaş yavaş şüphe tohumları yeşermeye başlar. Şüphe, tüm birikimi bir anda mahvedebilecek bir çuval un içerisindeki bir çimdik zehre benzer. Herhangi bir durumda eğer kişi “yapabileceğimin en iyisini yaptım” diyebiliyorsa, o zaman kendisine güven duymalı ve ne olursa olsun, iyi hissetmeli; şüphe ve kıyaslamaya dair olumsuz düşünceleri beslememedir. Diğer taraftan aşırı güven egoya neden olabilir. Neyin özgüven olmadığını anlayabilmek önemlidir; böylelikle bu sınırın ötesine geçmemeye özen gösterilebilir. Örneğin, bazen diğerlerinden daha iyi olduğumuzu gösterecek şekilde rol yaparız, bu aslında kendine güven değil egodur. Ya da kendime karşı dürüst olduğumu düşünmediğimde, içimde doğru olmayan herhangi bir şeyin varlığını hissettiğimde, özgüvene sahip olamam. Suçlu olma hissi, kendime güvenmemi engeller. Güven, diğerlerinin üstüne basarak ilerlemek, kendinin reklamını yapmak da değildir. Başkalarını aşağıda bırakarak, kendini yükseltecek şekilde öne çıkartmak egonun göstergesidir; özgüven olarak tanımlanamaz. Özgüven aynı zamanda bencillikle de bağdaştırılamaz. Özgüveni olduğunda, kişi kendisine karşı doğrudur; gösterişli ya da bencil değildir. Bir şeyi yaparken özgüven ile hareket ediliyorsa vazgeçmeden, tutarlılıkla ilerlenir ve denemeye devam edilir; çünkü iç kaynaktan sağlanan enerji ile beslenilir, dışarıdaki herhangi bir şeye bağımlı olunmaz. Bu işaretlerle kişi kendi sınırlarını kontrol edebilir, kendine dikkat ederek özgüveninin ego formuna dönüşmesini engelleyebilir. Özsaygıya dayanan özgüvene ihtiyaç vardır; özsaygı doğru kaynaktır. Özsaygı, özgüven gibi egonun gölgesinde kaldıkça, özgüveninin temeli de bozulmaya başlar. Doğru temellere dayanan bir ruh hali sarsılmaz ancak özsaygı egoya dönüşürse karmaşa ortaya çıkar. O zaman ego nedir? Ego, korkudur. Egonun olduğu her yerde korku da mevcuttur. Ego, kişinin kendisine karşı oluşturduğu yanlış algıdır. Böyle bir algıya sahip olunduğunda, ona bağımlık
da gelişir. Bağımlılığın olduğu yerde direnç vardır. Bağımlı olunan şey kaybedilmek istenmediğinden, korku ortaya çıkar. Yani ego, korkuya neden olur. Güvenin olduğu yerde ise korkusuzluk hüküm sürer, “kim” isen “o” olursun. Bir şey ispat etmeye, gösterişli olmaya gerek yoktur; bu nedenle gerçek özgüven kalıcıdır, sarsılmazdır. Şimdi, kendime dair şüphe ve tasaları bırakıp, doğru temellere dayalı özgüvenimi içimde büyütme zamanıdır… Özgüveni arttırmanın yolları Sessizlikte kendinizi dinleyerek zaman geçirin, kendinize yakınlaşın. Bu sessizlik zamanları, içinizdeki kaynakların birikmesini sağlar. Dünyadaki büyük bir yanılgı, her zaman en çok ses çıkartanların en güvenli olduğudur ancak ruhsallıkta sessiz olanlar daha derin ve güvenlidirler. Kendimizi fazla eleştirmek, yargılamak cesaretimizi kırar. Gerçek yetenek ve özelliklerinizi bilerek öz saygınızı besleyin. Bazen hayatta nelere sahip olduğumuza dair şükran duymayı unuturuz. Sabahları kalktığınızda hayatınızda olmasından şükran duyduğunuz, sizi gülümsetecek şeyleri aklınıza getirin. Memnuniyet tutumunun, kişiliğinizin bir parçası olmasına izin verin. Diğerlerinin sizi övmelerini beklemeyin, doğru bir şekilde gerçekleştirdiğiniz, tamamlayabildiğiniz herhangi bir görev veya eylem için kendinizi onurlandırın. Bir yere zamanında ulaştınız, kendinizi onurlandırın. Bir işi şevkle yaptınız, kendinizi onurlandırın. Hayat oyunundaki rolünüzün önemini, eşsizliğini kabul edin. Bir saatin içinde tek küçük bir vida bile eksik olsa, o saat işe yaramaz. Bolluk bilincinin pratiğini yapın. Her zaman her şeye sahip olduğunuz düşüncesinden yola çıkın, böylece güvenli hissedersiniz. Para, pozisyon, sevgi ya da saygıda eksiklik hissederseniz, güveniniz azalır ve olabileceğiniz kadar güçlü hissetmezsiniz. Başarıya ulaşana kadar tekrar tekrar denemekten korkmayın. Bir örümcek örneğini hatırlayın; örümcek duvara tırmanmaya çalışır düşer, tekrar dener ve düşer. Ama en sonunda duvara tırmanır ve ağını örer. Neden bu kadar çabuk pes ediyorsunuz? 17
burası
bilim teknik
m k.co bay cun yervego A tafa ay@ Mus fa.acunb a t mus
ego bilinci,
buradan
çıkış yok
Öyle değil belki ama günümüz koşullarında çıkış yolunu bulabilene de bravo! Geçen yazımda kendi varlığının farkına varmış olan bir bilincin ego düzeyi bilinçte evrildiğinden ve ‘ben’ kavramına odaklandığından bahsetmiştim. “Ben bilinci bir karşı tarafla çatışma ihtiyacındadır ve gelişimini bu şekilde sürdürür,” demiştik. Ben bilincinden biz bilincine yaklaşıyor olmanın süper bilince yaklaşıyor olmak anlamı taşıdığının da altını çizmiştik. Şimdi konuyu sizin için biraz daha karıştırmama ve yazının sonuna doğru toplamama izin verin. Sabırlı olun, zira sabır da egodan yükselen bir bilincin önemli özelliklerinden biri... Biz bilinci söylemiyle belirli bir ortak çıkar için toplanmış kişileri kastetmiyoruz elbette. Biz bilinci derken bir karşı taraf yaratma arzu ve ihtiyacı duymayacak kadar gelişmiş olan bir bilinç düzeyini anlatmaya çalışıyoruz. Çünkü... Ego karşı taraf yaratmaktır, ego almak ister, ego paylaşmaktan hoşlanmaz, egoda iyilik, güzellik, nezaket gibi değerler sadece kendi çıkarı için gözükür ve amacına ulaştığında ortadan yok oluverir, ego çıkardır, ego korku yaratarak üstünlük kurar, ego hileli yollara başvurur, egoda gerçek bir dostluk bulunmaz. Ve nihayetinde ego düşman bilincidir...
Başarılı olanlar kazanır, başarısızlar kaybeder. Doğada da bu böyle zaten,” argümanının ne derece hileli ve gerçeği çarpıtan bir argüman olduğu toplumun geneli tarafından algılanmaya başladığında ne olacak?
18
Şubat - Mart / 2014
Tanıdık geldi mi? Ego bilinci için en önemli gelişim alanı eş, aile, çocuk deneyimleri ile yaşanmakta. Ben’den Biz’e doğru yükseliş için uygun deneyimler sunan bir alan olarak eş-çocuk-aile deneyimleri, çıkar ilişkilerinin zaman içinde azalması, paylaşım, empati, merhamet, koruma, vb. bilinç yükselişinin göstergesi olan davranışların içselleştirilmesine katkıda bulunuyor. Fakat bunun sadece birkaç ilk adımın atıldığı pratik alanı olduğunu unutmamak gerekir. Bu ilk adımlarda ego bilinci aile içinde de olsa hala karşı taraf yaratma peşindedir ve çatışmaya devam etmektedir.
Sonuçta bu adımlarla ortaya çıkması beklenen bilinç yükselişi düşman kavramının yavaş yavaş yok olmasına kadar yükselmelidir ki, kâmil insan bilincinin, cennet bilincinin, süper bilincin ortaya çıkması gerçekleşebilsin. Süper bilince açılmış bir zihinde karşı taraf artık düşman olarak algılanmaktan çıkar. Bütün dinler ve içsel gelişim öğretilerinin anlatmaya çalıştığı temel konulardan biri... Günümüzde dahi onca bilimsel gelişme ve içsel arayışlarda gözlenen patlamaya karşılık farklı dinleri, öğretileri veya düşünce disiplinlerini izleyen toplulukların bunun neresinde olduğuna siz karar verin... O kadar kolay mı süper bilince açılmak? Hayır değil! Neden? Çünkü içinde bulunduğumuz toplumsal düzen buna olanak sağlayacak koşulları karşılamıyor. Kişisel yükseliş için toplumsal düzende uygun koşulların bulunmaması tıpkı bir merdivenden yukarı tırmanmak isteyen bir kişinin ayaklarına bağlanmış bir ton ağırlığa benziyor. Kimse “Tırmanma,” demiyor ama bu kadar ağırlıkla yükselmek az sayıda kişi için mümkün olabiliyor.
“Buyur tırman...” Bu durum bize açık bir şekilde gösteriyor ki, beklenen ve kaçınılmaz olan bilinç yükselişinin toplumsal ölçekte oluşması olağanüstü olayların ortaya çıkması ile mümkün olabilecek... Ani, beklenmedik ve kitlesel bir uyanış, yükseliş getirecek olaylar... Bir musibet bin nasihatten fazlasını gerçekleştirecek gibi duruyor... Beklenen ve kaçınılmaz diyorum, çünkü günümüz toplumsal yapısında ciddi tıkanıklıklar oluşmaya başladı ve sanırım sürdürülemez noktasına epey yaklaştık. Kapitalizme dayalı ekonomi ve ticaret sistemimiz uçurum haline gelen gelir adaletsizlikleri yaratırken, gezegenin cömertçe sunduğu olanakları daha çok servet için bencilce talan etti. Güç odaklarına bağlı otoritelerin normal gösterdikleri şeylerin aslında hiç de normal olmadığı geniş kitlelerce anlaşılmaya başlandığında tepkiler büyümeyecek mi? Mesela, “Başarılı olanlar kazanır, başarısızlar kaybeder. Doğada da bu böyle zaten,” argümanının ne derece hileli ve gerçeği çarpıtan bir argüman olduğu toplumun geneli tarafından algılanmaya başladığında ne olacak? Günümüzde artık insanlar internet aracılığıyla bilgiye daha kolay ulaşabiliyor. “Falancayı ekrana çıkaralım, bizim işimize gelecek laflar ediyor...”, “Falancanın kitabına övgü yazalım, kaleme aldığı şeyler bizim çıkarımıza,” gibi güç odaklarının sahnenin hemen önüne dizerek toplumsal algıyı yönetme stratejileri internet ortamında tümüyle olmasa da belirli ölçüde çuvallıyor.
Özellikle gelişmiş ülke halkları büyüyen sorunların nedenlerini daha çok tartışır, sorgular hale geldi. Bunu bizim gibi gelişmekte olan ülke halklarının izlemesi şaşırtıcı olmayacaktır. Kim bilir, belki de otoritelerin gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere birçok ülkede yasa yoluyla veya gizliden interneti kontrol altında tutma arzularının ardında bu yatıyordur. Dünyada geniş kitlelere yayılma eğiliminde olan bir uyanış olduğuna şüphe yok. Bu uyanışın tohumunu atan kişinin Atatürk olduğunu söylemem sizi şaşırtmasın. O günlerde atılan bir tohum güç odaklarına karşı çok zayıf gözüken bir halkın zaferini getirmişti. Ve fakat sonrasında Ata’nın düşünce zenginliği yeterince iyi anlaşılamadı ki çağının çok ötesinde olan bir zekâ-bilinç karşısında böyle bir durumun oluşması garip de sayılmaz. Onun dehasına, anlayışının ortalama algıların ne kadar üstünde olduğuna örnekler vermeye kalksak bu satırlar bir kitaba dönüşecektir ama sadece şunu söylemenin bizim konumuz için yeterli olacağını düşünüyorum: Bir asker olsa da sadece savunma savaşı tarafında bulundu. Dost ve barış kavramlarının düşman ve savaş kavramlarından daha üst bir bilince ait olduğunu gösteren tarihin nadir kişiliklerinden biri oldu, değerli önder. Burada onun algısından faklı bir şey söylüyor değiliz aslında: Süper bilince, biz bilincine açılmanın ancak düşman kavramından kurtulmakla mümkün olabileceğinden söz ettik az önce... Belki bu günlerde onu çok daha iyi anlama ihtiyacımız mevcut... Uzun lafın kısası birçok gösterge ego bilincinin sonsuza kadar sürdürülemez olduğunu ve sonuna doğru yaklaştığımızı onaylıyor. Kesin bir şey söylenemez ama önümüzdeki 10 yılların ego bilincine yapışmış olanların, en tepedekiler de dâhil olmak üzere aşağıya doğru her kademesinde bir çözülme olacağını, bütün hilelerin, tuzaklarının su yüzüne çıkacağı bir dönem olacağını söylemek sanırım tutarsız olmaz. Bunu gözlenen telaştan anlamak zor değil: Otoritelerin birçok ülkede polis güçlerine büyük yetkiler vererek halk hareketlerine karşı önlem alması, tarihin en büyük küresel finans krizinin getirebileceği çöküşten karşılığı olmayan trilyon dolarlar piyasaya sürerek yırtabilmiş olmamız, bir an önce cebini doldurma telaşına düşmüş ülke yönetimleri, internet üzerinde kurulmaya çalışılan kontrol ve baskı... Bunlar, bir ego bilinci gezegeninin büyük köşeleri tutmuş olanlarının kontrolü ellerinde tutabilmek için izlediği tutumlardan birkaçı gibi duruyor. Unutmamalı ki yaşam madde planında da mana planında da her zaman gelişme, yükselme yönünde hareket etmek ister. Bu gelişime engel olmak isteyenler hiçbir zaman uzun vadede başarılı olamaz. Değişim üzerinde ne kadar baskı kurulursa, baskıda ortaya çıkan ilk açıkta tepki o derece şiddetli ve yıkıcı olacaktır. Bu nedenle yaşamın kendi dinamikleri içinde olumlu yönde gelişmesi ve değişmesine izin verilmelidir. Ne getiriyor olursa olsun. 19
Alkali Diyet Nedir? röportaj
Doğruları ve Yanlışları Nelerdir? İngiliz Karbonatı Efsane mi? Mucize mi?
Bütün bu soruları ve daha fazlasını “Alkali Diyet” ve “Tokuz ama Açız” adlı kitapların yazarı Dr. Ayşegül Çoruhlu’ya sorduk. Anti-oksidan testler, gıda duyarlılığı testi, kişiye özel hormon ve genetik testleri gibi ileri anti-aging yaklaşımlarını ilk uygulayan hekimlerden biri olan, vitamin ve mineral desteği kullanımı konusunda uzun süre eczacı ve doktorlara seminerler veren Dr. Ayşegül Çoruhlu, doğru bildiğimiz yanlışları ve sağlıklı beslenmenin püf noktalarını anlattı. 20
Şubat - Mart / 2014
Midenizi değil; hücrelerinizi doyurun! Aktivist: Öncelikle tekrar merhaba :) Bize ilk önce bahsi geçen asit nedir, alkali deyince ne anlamalıyız… Bu iki kavramı tanımlayabilir misiniz? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Asit ve alkali veya asit ve baz, basit lise kimya bilgisinden aşina olduğumuz iki tabirdir. Asit ve alkali birbirlerinin zıddıdır. Bunun vücutla alakası şudur ki; vücuttaki hücrelerin içindeki, dışındaki tüm sıvılar alkalidir. Ancak vücuttan atılan idrar, ter, dışkı gibi sıvılar asittir. Yani vücut alkali ortamda çalışır, artık olarak da asit üretir. Beslenmede asit artık miktarını arttıracak, vücudun kendini temizleme işini yoracak asitlendiren besinler yerine, vücudu alkali yapan besinlerle beslenmek sağlığın temel esasıdır. Aktivist: Geçmişten bugüne özellikle Türkiye coğrafyasının beslenme alışkanlığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Geçmişten günümüze dediğimizde, bunu sadece Türkiye için değil tüm dünya için aynı yorumla değerlendirebiliriz. Günümüzün sözde
modern yaşamı, hazır ürünleri raflara doldurmuş, doğal ürünleri yok etmiş durumda. Herhangi bir marketin küçücük sebze meyve reyonunu saymazsak her şey poşete girmiş, işlenmiş, albenili paketlere konmuş durumda. Bu zaten tüm dünyadaki kanserden obeziteye sağlık sorunlarının temelinde yatan problem. Ancak probleme karşı farkındalığımız az ve deve kuşları gibi gerçek bir sağlık sorunumuz olmadıkça konuyu ciddiye almıyoruz. Sağlık sorununa rağmen bile beslenmeyi ciddiye almamak yaygın. Çünkü tıp dünyası beslenme ve hastalıklar arasındaki bağlantıyı, henüz zoom yapıp inceliyor. Türkiye sağlıklı beslenmek için bir cennet iken, malum dünyaca ünlü Akdeniz diyeti bizim ülkemizi de içine alan bir zonda uygulanan bir beslenme şekli iken, şimdi böyle beslenmekten vazgeçtik. Hazır yiyeceklerin kolaylığına, arttırılmış sahte lezzetlerine kandık. Bu yüzden çok şanslı bir ülkedeyken, biz şansımızı zorluyoruz. Aktivist: Anadolu’da hala 100 yaşında tarla çapalayan insanlar var. Büyük şehirlerde ise gençler bile iki adım yürüyünce yoruluyor. Bize neler oluyor? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Az önce bahsettiğim modern hayatın iz düşümünü işte bu yeni nesil çocuklarda görebiliriz. Onlar çok şanssızlar. Bizim 40’lı yaş grubu olarak yaşadığımız hastalıklarla onlar
“Bir şeyin yenebiliyor olması, onun gerçekten de bir gıda olduğunu göstermez.” yirmili yaşlarda mücadele etmeye başladılar. Sebep; içinde gerçek gıda olan besinler yemiyor olmaları. Bir şeyin yenebiliyor olması, onun gerçekten de bir gıda olduğunu göstermez. Biyolojimize uygun beslenmedikçe tek tek hücre performanslarımız düşüyor. Aktivist: Türk mutfağında sebzeler önemli yer tutuyor. Klasik bir Türk ailesinde, sofrada mutlaka bir sebze yemeği bulunuyor. Sizce sebze yemeklerini nasıl pişirmeliyiz? Yemek pişirme metotlarımız doğru mu? Örneğin biz Türkler “diri” kalmış sebzelerden hiç hoşlanmıyoruz. Dr. Ayşegül Çoruhlu: Pişirmenin zararlarına geçmeden önce, neden çiğ sebzelerin yararlı olduğuna bakalım: Sebzelerin yararları, vitamin, mineral, bitkisel protein ve anti oksidan içermeleri sebebiyledir. İşte bu faydalar pişirmeyle azalır. Öncelikle, her türlü sebze yararlıdır. Anti
21
oksidan özellikleri bakımından sebzelerin renkleri koyulaştıkça serbest radikal temizleme kapasiteleri artar. Zaten vücuttaki hücresel düzeyde sağlık bu serbest radikal denen zararlılarla, antioksidan denen yararlıların dengesine bağlıdır. Aynı şekilde asitlenme dediğimiz olay, serbest radikal artışıdır. Alkali olarak bunları yok etmek ise antioksidanları arttırmak demektir. Görülüyor ki sebzeler de ne kadar çok antioksidan varsa o kadar alkali yaparlar. Pişirmek antioksidanları yarıdan fazla yok eder. Aktivist: Asit oranı yüksek bir metabolizma ne şekilde alarm vermeye başlıyor? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Biz trilyonlarca hücreden oluşan çok kompleks yapılı organizmalarız. Tüm bu sistemin iyi çalışması için iyi enerji kaynakları kullanmak gerekir. Yakıt doğru değilse motor da iyi çalışmaz. O halde alkali beslenerek hücrelere en iyi yakıtı verdiysek o hücrelerin de sağlıklı kalmasını ve işlerini doğru yapmasını sağlamış oluruz. Damarlardaki hücreler sağlamsa, damarlar sağlam, beyindeki hücreler sağlamsa beyin sağlam, ciltteki hücreler sağlamsa cilt iyi demektir.
Bu liste her organ için uzatılabilir. Alkali beslenmede ilk fark edilen bağırsak sağlığının düzelmesi, hazımsızlık gaz şikâyetlerinin azalmasıdır. Kabızlık geçer. Reflü azalır. Bel bölgesi incelir. Cilt parlar. Sırt ağrıları geçer. Dinç uyanılır. Bu liste çok uzundur :) Aktivist: Alkali beslenmede çiğ sebze meyve tüketimini öneriyorsunuz. Hangi sebzeler çiğ tüketilebilir, hangileri tüketilemez? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Tüm sebzeler, suları çıkarılarak veya blenderda doğranarak çiğ yenebilirler. Aktivist: Son zamanlarda, özel su karışımlarıyla da sık sık karşılaşıyoruz. Suyun içine meyve ve baharat gibi pek çok şeyin karıştırılıp içilmesinin faydalarından bahsediliyor. Bu teknik doğru mudur? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Su içmek önemlidir. Suyu daha ideal halde içmenin yolu onun yaptığı temizlik kapasitesini arttırmaktır. İçine limon veya elma sirkesi
eklenmiş suyun temizlik kapasitesi normal sudan fazladır. Aktivist: Kahvaltımızı nasıl alkali hale getirebiliriz? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Alkali beslenmede neyin iyi besin neyin kötü olduğu bellidir. Elbette bol miktarda söğüş sebze yenmeli, yağlı tohumlar, yağlı kuruyemişler sofrada bulunmalıdır. Organik yumurta, lor peyniri, keçi veya koyun peyniri uygundur. Ekmek olarak karabuğday ekmeği en sağlıklı olandır. Ve elbette yeşil çay. Aktivist: Alkali beslenme diye baktığımızda, suyun PH değerini arttıran bir sıvıya rastlıyoruz. Nedir bu sıvı? Sağlıklı mıdır? Bu sıvı kullanmak isteyenler nelere dikkat etmeliler? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Suyun alkali olması için eklenen pH damlaları vardır. Ancak elbette bunlar ticaridir. Zararlı değiller ama hayat boyu kullanımları ekonomik değil. O halde su şişelerinin üzerlerine bakıp pH değeri 7 nin üstü olan suyu
23
olmak bir yaşam biçimidir. Hemen bugün 7 den 70’e başlanması gerekir. Sonuçta bitkisel ağırlıklı beslenmenin sağlıklı olduğu konusunda daha kaç yazı, kaç hekim demeci gerekir ki. Bunu artık biliyoruz. Hazır gıdalara veda etmeye bugün başlamalıyız. Bunun için bir şikâyetimizin olması gerekmez. Aktivist: Bu tür popüler uygulamalar genellikle sürdürülebilir olmuyor, Alkali Diyeti bu açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Alkali beslenme popüler uygulama gibi gözükse de bu şu anın algısıdır. Alkali olmak vücudun en küçük birimi hücrenin en ideal halini sağladığına göre, alkali beslenme, beslenme bilgisinin geldiği son noktadır. Bunun üzerine eklemeler olabilir. Ama asla sebze ağırlıklı beslenme sağlıksızdır noktasına varılamaz. Alkali beslenme sürdürülebilirdir. Zaten başımıza gelen hastalıklar, hazır gıdaya olan talepten ve tembelliğimizden geliyor. Hasta olmak sürdürülebilir olmadığına göre alkali beslenmekle sağlıklı yaşam sürdürülebilir olur. Alkali Beslenmede Bazı Püf Noktaları içebiliriz. Bu da alkali sudur. Eczaneden alınacak karbonat ile 1 litreye 4’te 1 çay kaşığı ekleyerek alkali su hazırlamak da çok ekonomik ve pratiktir. Aktivist: Peki karbonatın faydaları bir efsane mi? Eğer değilse, nasıl kullanılmalı? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Efsane olması abartılıdır elbette. İnsanlar kolaya kaçıyorlar. Canlarının istediklerini yiyip karbonatlı suyla zayıflayacaklarını sanıyorlar. O yüzden söylediğim miktardan fazla kullanımı yararsızdır. Aktivist: Alkali Diyete nereden başlamalı? Belirli bir ölçüm yapılıyor mu? Dr. Ayşegül Çoruhlu: Bir kere alkali 24
Şubat - Mart / 2014
• Karbonatlı sudan gün boyu en az 1,5 lt içmelisiniz • Yatmadan önce 1 bardak karbonatlı su içilmeli • Akşam yemeğinden 2 saat sonra 1 bardak suya 1 yemek kaşığı limon veya doğal elma sirkesi katılıp içilmeli. • Yemekle beraber, şekersiz bitki çayı dışında hiçbir şey içilmemeli • Yeterince çiğ sebze tüketilemeyen durumlarda, çiğ sebze suyu sıkılıp içilmeli • Akşam yemeği en geç 7’de yenmeli • Sabah açken, bir büyük bardak elma sirkeli su içilmeli • Sebzeler mümkün ölçüde çiğ ya da az pişmiş tüketilmeli; hiçbir şekilde kızartılmış gıdalar tercih edilmemeli • Öğünlerinizin %20’si asit yapan yiyeceklerden, %80’i alkali yapan yiyeceklerden
oluşmalı • Alkali Diyet, çocuk, yetişkin, yaşlı herkes için uygun bir beslenme türüdür Vücuduzun asit oranını, kendiniz de gözlemleyebilirsiniz. İdrarınızın rengi ve kokusu, vücudunuzdaki asit oranı ile ilgili ipucu verecektir. Açık sarı ve kokusuzsa alkali, orta sarı ve az kokuluysa az asitli, çok koyu ve ağır kokuluysa aşırı asitli demektir. Alkali Su Nasıl Hazırlanır? - 1 litre suya 1 çay kaşığının ¼ oranında karbonat ekleyerek - 1 Bardak suyun içine, bir çorba kaşığı limon suyu ya da doğal elma sirkesi ekleyerek Kendi Alkali Suyunuzu hazırlayabilirsiniz
Bu alanda hangi
MARKALARI gรถrmek istersiniz
w w w. k u s u r a t . c o m
w w w . l o s e v. o r g . t r
“atalarımız
itibarımızdır”
kişisel gelişim
uş oğm n.com d y .A njaa an C osma Osm zation@ ni orga
Şehirleri şehir yapan oradaki yaşanmışlıklar, tecrübeler bırakılmış izler, anılar, sanatsal dokunuşlar insanın ve doğanın dönüştürdükleridir. Dokunulmamış bir toprağın ya da insan eli değmemiş bir yerin yaşanmış bir şehir kadar değeri olamaz. Çünkü burada doğulmuş, ölünmüş, maceralar kazanılmış, insanlar adına yeni adımlar atılmıştır. Şehri şehir yapan içinden gelip geçen hayatlardır.
İnsanlar için yeni bir mobilya mı yoksa bin yıllık bir eşya mı daha kıymetlidir? Elbette bin yıllık eşya daha kıymetlidir. Geçmiş çağlardan bugüne ulaşan, arkeolojik kazılarla bulunmuş bir kaşıkla, şimdi bir makinenin üretimi karşılaştırılamaz bile. O insanlığın ilklerindendir.
rımız tarafından incelenmek üzere bir hazine olacaktır. Dünyadaki pek çok insan bir yere gitmeden önce oradaki tarihi izleri inceler. İstanbul’daki binlerce yıllık izler ve her gün daha da ortaya çıkan geçmiş kalıntılar İstanbul’u İstanbul yapmaktadır.
“Aidiyet, sadakat ve mülkiyet” Tarihimiz bizi atalarımıza atalarımız da bizleri saygınlığımıza bağlar. Binlerce yıllık geçmişini bilen ve o dönemlerden anılarını taşıyan belki de, yüzlerce yıllık eşyaları olan bir aile mi köklü, derin ve anlamlıdır yoksa geçmişini unutmuş, kendi anne ve babasından öncesini hatırlamayan bir aile mi? Elbette binlerce yıllık soyu ile bağlantısını devam ettiren kişinin çok daha farklı bir algısı ve konumu vardır.
İstanbul, camileri diğer ibadethaneleri, çeşmeleri, günümüze kadar ulaşmış yapılarıyla çok önemli bir kent. Bunun yanı sıra İstanbul’un yer üstünde olduğu kadar yer altında da tarihi var. İstanbul’un altında binlerce yıllık, keşfedilmeyi bekleyen şehirler, tüneller var. Ayasofya’nın altında, Büyük Adaya kadar giden tüneller olduğu söyle-
Bir aileyi aile yapan yaşanmışlıklarsa, bir ilişkiyi, evliliği, kardeşliği, dostluğu ve akrabalığı oluşturan da yaşanmışlıklardır. Atalarımız, geçmişimiz, tarihimiz farklı içsel mekanizmaları canlı tutar. Aidiyet, sadakat ve mülkiyet bilinci oluşturur. Bu açıdan, bir toplumun şehrinde bıraktığı her bir iz korunmalı sahip çıkılmalı gelecek nesillere bırakılmalıdır. Bundan binlerce yıl sonra da bizlerin bıraktıkları, soyla-
26
Şubat - Mart / 2014
Son zamanlarda şehircilik, kentsel dönüşüm adı altında İstanbullu için çok önemli binalar yıkılıyor ya da özelleştiriliyor.
niyor. Binlerce yıllık gemiler İstanbul’un etrafında, suyun altında yatıyor; her bir konağının, sarayının, köşkünün etrafında inanılmaz değerde tarihi eserler çıkıyor. Bizim sokaklarımızda, her gün yanından geçtiğimiz tarihsel dokular, sanat eserleri, taşlar var. İnsanlar ülkelerindeki kendi kendilerine yaptıkları bir metal parçası ile övünürken onları tarih olarak görürken bizlerin dört bir yanımızda binlerce yıllık tarih yaşıyor. Onlara dokunuyoruz, kullanıyoruz. Bu tüm İstanbullular için büyük bir şans. Yaşadığımız astrolojik dönemde bir değişim ve dönüşüm dönemindeyiz ve bu değişimlerin ev, toprak ve yapılar üstünde olacağı astrolojik olarak görünüyor. Lakin bizleri bu değişime iten faktörleri iyi analiz ederek, tarihsel ve doğal dokuyu korumalıyız. Sonuçta bir şehirde ne kadar tarih varsa o kadar değer vardır. Geçmiş doku bozulmadan restorasyon gerçekleştirmek üstüne Türkiye’de üniversitelerimizde oldukça uzman kişiler var onların önderliği bu çalışmaları daha değerli bir hale getirecektir. İnsan dostu şehirler için yerel yönetime ve tabii ki devlet büyüklerimize bakış açılarını değiştirmelerini öneriyorum. Yapılan yapılaşmalarda insan psikolojisine, beden bilincine, bilinçaltına göre dizayn, dekorasyon ve inşaat göz önünde bulundurulmalı bu alanda feng shui uzmanlarına yada alanında profesyonel kişilere danışılmalı onlarla beraber ilerlenmesi gerektiğini savunuyorum.
Sistemlerin muhteşem bir işleyişi, bu işleyiş içinde de her şeyin kusursuz algısı vardır Özetle bu aslında birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için denilen bir gerçeği yansıtır. Bu gerçek, yargıladığımız her şeyin bizim yansımamız olduğu, korktuklarımızın da aşmamız gereken şeyler olduğudur. Bu büyük sistem içinde halka ait olan şeyler halktan alındığında kolektif bilinç, eksikliği algılar ve onun yerinde bir boşluk açılır… Eğer belli bir zaman içinde boşluk dolmaz ise sistem boşluğu doldurmak için oraya bir tür çekim sağlar; bu çekimle birlikte farklı sonuçlar görebiliriz. Hayatta hiçbir şey iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış değildir. Yapılan her şeyin bir nedeni, olan her şeyin bir açıklaması vardır. Sistemlerin muhteşem bir işleyişi, bu işleyiş içinde de her şeyin kusursuz algısı vardır. Büyük sistemlerin içinde her zaman onları koruyan faktörler ortaya çıkar. Yaşadığımız dönem bir değişim ve dönüşüm dönemi. Hepimiz bu dönemde sisteme maksimum katkı içinde olmalıyız.
Çünkü her bir halk o bölgenin yansıması olur zamanla. İklimi, doğası, astrolojik açıları… Bedensel şekillerinden, algısına, örf geleneklerinden, kültürüne her bir noktasını karışını belirler kişilerin. Onları bir sistem gibi görmek gerekir. Her bir sisteminde farklı parçaları vardır bu parçaları birleştirince o sistemi bulursunuz. Lakin her bir parçayı incelediğinizde sistemin kendisini bulursunuz. 27
dijital dünyanın aile
l0
ebeveynlerine
maddelik
Teknoloji kullanımının arttığı günümüzde dijital mecra ve aygıtlar en çok çocukları etkiliyor. Peki, teknoloji yeni nesli ve onların ebeveynlerinin hayatını nasıl şekillendiriyor? Davranış Bilimleri Enstitüsü’nden Uzman Klinik Psikolog Şeyda Özdalga anne ve babaların teknoloji kullanımı konusunda uyması gereken noktaları anlattı. Yakalanılan tüm hastalıkları bilgisayarda geçirilen süreye, telefonun elden düşmemesine, kulaklıkla müzik dinlemeye ve benzerine yoran ebeveynler geride kaldı. Artık anne babalar da teknolojiye hakim ve olumsuz etkilerine karşı daha bilinçli. Ebeveynler, çocukları teknolojik aletlerin olumsuz etkilerinden daha sağlam kanıtlarla koruyup yönlendirebilir. Teknolojinin yaygın kullanımı hayatın her alanında olduğu gibi çocuk ebeveyn ilişkilerinin de boyutunu değiştirdi. Yeni neslin dijital araçlara duyduğu yoğun ilgi ve gerçek dünyaya karşı yaşadığı umarsızlık çocuk aile ilişkilerinde bazı sorunları da beraberinde getirdi. Peki, dijital alet kullanımının çocuk psikolojisi ve sağlığına ne gibi etkileri oluyor? DBE Çocuk ve Genç Psikolojik Danışmanlık Merkezi’nden Uzman Klinik Psikolog Şeyda Özdalga, ailelerin panik ve endişe ile çocuklarının teknolojik aletlerle geçirdiği zamanı sınırlamaya çalıştığını anlatıyor. Özdalga, ”Ebeveynler, internet oyunlarına müptela, birbirleriyle sürekli mesajlaşan,
28
Şubat - Mart / 2014
rehber
“Çocuğun bilgisayar ve internet kullanımı sınırlı olmalı ve denetlenmelidir. Aksi takdirde gerçek yaşam ile fantezi arasındaki farkı yakalayamaz” ellerindeki telefon ve tabletlere dalmış çocukları için endişeleniyor” diyor. Sosyalleşme, bilgiye ulaşma, becerileri geliştirme gibi birçok konuda teknolojik aletlerin yararlı olduğunun altını çizen Özdalga, “Tablet ve bilgisayar oyunları her zaman çocuğun gelişimine zarar veren unsurlar içermiyor. Aynı zamanda eğitici, geliştirici ve yaratıcılığı destekleyen birçok özelliği de içinde barındırıyor” diyor. Ancak teknolojik alet kullanımının yararları olduğu gibi ciddi zararları da olduğunu ifade eden Özdalga, “Sanal dünyada çok vakit geçiren çocuklarda görme ve uyku bozuklukları, dikkat eksikliği, öğrenme sorunları, akademik başarının düşmesi, aile ilişkilerinin ve sanatsal - sportif faaliyetlerin azalması, bağımlılık, öfke, kaygı ve saldırganlığın artması gibi problemler yaşanabiliyor” diyor. Pek çok aile çocuklarının teknoloji bağımlısı olup olmadığını merak ediyor. Uzmanlar, durumun teknoloji bağımlılığı olarak değerlendirilmesi için çocuğun onsuz olamaması gerektiğini vurgularken, “Teknolojik aletler mi çocuğu yönetiyor? Çocuklar mı teknolojik aletleri yönetiyor?” sorusunun sorulması gerektiği üzerinde birleşiyorlar. Çocukların bilgisayar, tablet ve cep telefonları ile geçirdiği süre konusunda aileleri ile çatışma yaşadığının da altını çizen Özdalga, “Ne yazık ki içe dönük, kaygılı, aile ortamında sorunlar bulunan, eleştirilen çocuk için bilgisayar oyunları, sorunlarından uzaklaştığı bir ortam olabiliyor” diyor. Uzman Klinik Psikolog Şeyda Özdalga teknolojik aletlerin kullanımının çocuk ve aile ilişkileri yararına sınırlandırılması gerektiğini de sözlerine ekleyerek, “Çocuğun bilgisayar ve internet kullanımı sınırlı olmalı ve denetlenmelidir. Aksi takdirde gerçek yaşam ile fantezi arasındaki farkı yakalayamaz” diyor.
Okul çağı ve ön ergenlikte teknoloji kullanımı nasıl olmalı? • Tam gün okula giden, 6 yaş çocuğunun günlük bilgisayar kullanım süresinin 30 dakikayı geçmemeli, • 7 - 9 yaş arasındaki çocuklar için bu zaman maksimum bir saat olmalı
• 10-13 yaşına gelen bir çocuk ise bilgisayar, internet ve oyun konsolları konusunda oldukça fazla bilgiye sahip olabiliyor. Bu yaşlarda arkadaşlık siteleri ve anlık ileti platformları en çok kullanılan araçlar.
Maryland Üniversitesi’nde yapılan araştırmada teknolojiden uzak kalan öğrencilerin bağımlılarla aynı semptomları gösterdiğini ortaya çıkarmış. Giderek bağımsızlaşan, kendi kararlarını almak isteyen ve egosu güçlenen çocukların ailenin koruyucu ve sınırlayan yaklaşımını kabul etmemesi de yaşanılan problemlerden biri. Anne ve babaların çocuklarına amaçlarının teknolojik araçları yasaklamak değil, uygun kullanımını sağlamak olduğunu açıklaması büyük önem taşıyor. “Ödev ve sorumluluklardan sonra dijital aletler ödül olarak verilmelidir” diyen Özdalga, “Önce bilgisayar oyunu oynayan çocuk, sanal alemden kalkıp ödevini
Avrupa Çevrim-içi Çocuklar Araştırma Projesi kapsamında gerçekleştirilen araştırmaya göre anlık ileti göndermek, e-posta ve sosyal ağa bağlanmak gibi İnternet üzeriden yapılan tüm iletişim tabanlı faaliyetler birlikte incelendiğinde Türkiye’deki çocukların Avrupa’daki diğer çocuklara göre yaklaşık %44’e %60 oranıyla, bu tür etkinliklere daha az zaman ayırdığı gözlenmiştir. yapmakta zorlanır. Çalışma motivasyonu düşer. Oysaki olumlu davranışın arkasından gelen ödül hem sorumluluk bilincini geliştirir, hem de planlama becerisini arttırır” diyor.
Dijital Ebeveynlerin Unutmaması Gereken 10 Madde • Dijital aletleri uygun kullanan anne baba modeli olun
• Sınırlarınızı çocuğun yaşına, kişiliğine, özel durumlarına göre ayarlayın
• Gördüğünüz olumsuz etkileri anlamasını sağlayın
• Dijital aletleri olumlu davranışın arkasından ödül olarak kullanın • Çocuğunuza sınırlamalarınızın nedenlerini anlatın
• Kendisinden beklenen sorumluluk ve davranışları belirtin • Gerçek yaşamını keyifli hale getirin • Beklenen davranış ve tutumlarını takdir edin, oto kontrolünü geliştirmek için daha çok sorumluluk verin
• Sınırladığınız aktiviteler için, birlikte ortak gün ve zaman belirleyin • Sanat ve sportif aktivitelere yönlendirin. 29
röportaj
Diyarbakır karpuzunun bile Meksika tohumuyla üretildiğini biliyor muydunuz?
30
Şubat - Mart / 2014
Tarım ve hayvancılık, bankacılık ya da mühendislik, doktorluk gibi bir sektör. Bu sektörden para kazanacağını düşünürse insanlar neden gelip topraklarını ekmesin ya da hayvancılık yapmasın? Cem Seymen’i, CNNTURK’teki Para Dedektifi adlı programıyla tanıyoruz. Bazen, lalenin izini sürüyor, bazen domatesin, pazının. Fiyat etiketlerinin ardında yatan gerçeklerin, ne kadar gerçek olduğunu araştırıyor, insanlarla konuşuyor, sorunları masaya yatırıyor. Elli kuruşluk bir ürünün üzerinde neden 5 Lira yazabildiğini sorguluyor. Herkes kuraklıktan ve gelecekte en değerli menkulün “tohum” olacağından bahsediyor. Cem Seymen ile çiftçilik, komisyonlar, internet satışları üzerine, yeni bir dünyanın hayallerini kurduğumuz bir röportaj gerçekleştirdik. O da Aktivist ekibi gibi, “insandan” yana umutlu :) Aktivist: Öncelikle tekrar merhaba :) Bütün uyandırıcı programlar bir bir yayından kalkarken, siz devam ediyorsunuz. Gözden mi kaçtınız yoksa gerçekten çok izleniyor musunuz? Cem Seymen: Her şeyden önce muhalif olmak gibi bir derdim yok. Önemli olan insanların yaptığım programlardan mümkün olduğu kadar kendisine fayda sağlayabilmesi, yararlanabilmesi. Bilgi verirken aslında Türkiye’nin ekonomik gerçeklerini,
yıllardır çözülmeyen gerçeklerini gözler önüne serdiğim için insanların özel hikâyelerinden yola çıkarak anlattığım için sıcaklık duygusu hissetti seyirci. Bu yüzden seviyorlar programımı. Bence bu her kesimin ilgisini çekebilecek kadar gerçeklik yansıttığı için çok önemli bir başarı oldu. Aktivist: Küçük bir anket yaptık. İnsanlar sizi gerçekten çok seviyorlar. Bunda içtenliğinizin katkısının çok büyük olduğunu düşünüyoruz. Bu durum programınızdan rahatsız olanların da var olabileceğini düşündürüyor. Size kızanlar oluyor mu? Cem Seymen: Bana kızanlar olmuyor. Programın da büyük bir rahatsızlık yarattığı, herhangi bir insanda “bu doğru değil” duygusu yarattığını düşünmüyorum. Çünkü Türkiye’nin gerçekleri zaten belli, üretimimiz belli, üretimde verimlilik sorunu olduğu belli. Şöyle özetleyeyim; Hollanda’daki bir inekten günde 15 litre süt alabiliyorsa Hollandalı bir çiftçi, biz bunu ancak 1-2 litre ile sınırlandırabiliyorsak burada bir sorun vardır. O sorunu vurguladığım zaman da insanların “önemli olan çözüme odaklanmak” mesajımı algıladığını ve herkesin aslında nihai olarak çözüm için bir beklenti içinde olduğunu görüyorum. İzliyorlar, çözüm ne olabilir sorusunu bana soruyorlar. Ben de bunları yanıtlamaya çalışıyorum.
Cem Seymen: Dünya bir açlık tehlikesi ile karşı karşıya. Gıda üretimi azalacak, çünkü kuraklık tehlikesi, global ve küresel ısınma nedeniyle daha tehlikeli bir hal alacak, az yağışın getirdiği sorunlar ile daha az üretebileceğiz. Türkiye gibi ülkeler özellikle üretime bunun için çok daha fazla kaynaklar ayırmalı ve daha fazla üretmenin yollarını, kuraklığa rağmen üretmenin yollarını aramalı. Özellikle dünyadaki gıda üzerinde oynanan oyunların farkına varmamız gerektiğini ve bunun için de çözüm üreten, ARGE, inovasyon ve yaratıcı üretim sistemleriyle bir formül bulmamız gerektiği üzerine kafa yoruyorum. Çünkü herkes üretemezken birilerinin üretmesi lazım ki üretmeyenlere satıp para kazanabilsinler. Aktivist: Üreticinin değil aracıların kazandığı, satıcının dahi bu sistemde pek de kazanamadığını biliyoruz. İnsanların çoğu kendi topraklarına küstü. Genç nesil çiftçiliğe burun kıvırır durumda. Oysa yurt dışında işler böyle değil. Her şeyi eski haline getirmek de imkânsız gibi geliyor. Topraklar
Aktivist: Yazarlarımızdan Hakan Ayvaz’ın çok güzel bir çıkarımını paylaşmak istiyorum. “Türkiye rahatlıkla tarım, hayvancılık ve turizm ülkesi olabilecekken; sanayiye zorlandı. Bu da bizim gibi bir ülke için yanlış bir stratejiydi” diyor. Sanırım siz de benzer şekilde düşünüyorsunuz. Sizce büyük ekonomik planda tarım ve hayvancılığın bitirilmeye çalışılmasının sebepleri ne olabilir? 31
hormonlarla, ilaçlarla kirlendi. İnsanların yeniden tarıma hayvancılığa dönmesini mümkün görüyor musunuz? Cem Seymen: Evet, mümkün görüyorum. Türkiye’de bir anlayış yanlışlığı vardı. O anlayış yanlışlığını bence yavaş yavaş kırıyoruz. Tarım ve hayvancılık, bankacılık ya da mühendislik, doktorluk gibi bir sektör. Bu sektörden para kazanacağını düşünürse insanlar neden gelip topraklarını ekmesin ya da hayvancılık yapmasın? Para kazanamayacağını düşünen insanlar, sektörü terk ediyorlar dolayısıyla eğer doğru teşviklerle insanları üretime cesaretlendiren bir politika oluşturulursa, ithalata dayalı değil de içeriden üretime dayalı bir anlayış oluşturulursa, herkes para kazanabileceğini, geleceğini güvence altına alabileceğini düşünürse mutlaka toprağına ve hayvancılığına döner diye düşünüyorum. Ben umutluyum. Aktivist: STK’lar bu konularda çok önemli farkındalık çalışmaları yapıyorlar hatta bir kısmı elini taşın altına koyup “tohum” konusunda çok etkin faaliyetler yürütüyorlar. Buradan toprağı olan kişileri yüreklendirebiliriz belki. Neler yapabilirler, topraklarıyla nasıl mutlu olabilirler? Cem Seymen: UPOV diye uluslararası bir örgüt var. Birleşmiş Milletler gibi bir örgüt bu. UPOV’a biz Türkiye olarak 2006 yılında imza attık. Yani UPOV Dünya Tohum Birliği’nin imzalamadığı hiçbir tohum hiçbir ülkede kullanılamıyor, ekilemiyor. Sertifikalı tohum meselesi Türkiye’de var. Önemli olan şu; kendimize ait, kendi üniversitelerimizde, kendi laboratuvarlarımızda üretilen tohumlarımızın olması lazım. Eskiden atalarımızın, dedelerimizin kullandığı domates salatalık 32
Şubat - Mart / 2014
tohumları nasıl verimliyse, şimdi aynı verimi alabileceğimiz, kendimize ait, topraklarımıza uygun tohumlar üretmeliyiz. Toprak zehirlendi, bana kalırsa Türkiye’de toprak kanserli. Onun için daha az ilaç gerektiren ve daha fazla verim sağlayabilecek tohumlar üzerinde hemen çalışmaya başlamamız gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu çalışmalar olursa gelecek bizim açımızdan çok parlak. Aktivist: Öyle sanıyoruz ki, devletimizin çevre ve doğa duyarlılığı hiç gelişmemiş. Nasıl bir yok oluşa sürüklendiğimizi fark edemiyorlar. Topraklar ekilemiyor, ekilenler ilaçlarla belki de zehir saçıyor, HESler, ağaç katliamları, su kaynaklarının hızla kirlenmesi… Maalesef toplumumuz da bu konularda pek hassasiyet göstermiyor. Sizce bu konuda ne durumdayız? Cem Seymen: “Ne kadarını kurtarabiliriz? Nasıl farkındalık yaratabiliriz?” sorusu çok önemli. Sivil toplum kuruluşları arasında çok başarılı çalışmalar yapan birçok örgüt var, bu çok önemli. Genç jenerasyonun çok daha bilinçli olduğunu düşünüyorum. Sadece toprak erozyonu ile savaşarak TEMA’nın Türkiye›de ne kadar büyük bir farkındalık yarattığını görüyoruz. Bu bütün tarım ve hayvancılık sektöründe yaygınlaşıyor bana kalırsa, eskisi kadar umutsuz değilim. Hiç kimse karşı değildir eminim sadece ortada farkındalık yaratmak için biraz daha çalışmamız gereken bir durum var. Hepsi bu. Aktivist: Son zamanlarda internet üzerinden işleyen farklı organik alış veriş sistemleri kullanılıyor. İnsanlar, kendi çiftliklerinde yetiştirdikleri ürünleri ya da diğer yerel ürünleri, sipariş ile büyük şehirlerdeki kişilere ulaştırıyor. Belki algılanan “köylü” profilinde e-ticaret
yapılması imkânsız gibi geliyor olabilir. Ama bence bir seferberlik başlatılabilir. Rağbet görürlerse, ürünlerini satabilirlerse, para da kazanabilirlerse, “büyük” adamların icazetine gerek kalmayabilir. Ne dersiniz? Cem Seymen: Ben zaten bu olguyu programlarımda sürekli tek-
rarlıyorum. Köylünün ürettiğinin şehirlere ulaştırılması için aracıya gerek kalmaksızın bir yapılanma ihtimalini internet sunuyor bence. Yeni jenerasyon, yeni çocuklar, köylülerin, üreticilerin, besicilerin aileleri internet ve bilgisayarı çok iyi kullanabiliyorlar. Kendileri yapamıyorlarsa bile ailelerinden veya çocuklarından yardım is-
teyerek bambaşka bir talep-arz dengesi yaratabilirler. Ellerindeki ürünlerin talebi olduğu sürece şehirlere ulaşmasını sağlayabilirler. Bir fırsat olarak görüyorum yeni internet devrini. Aktivist: Bugünün koşullarında dışa bağımlı olduğumuz ürünler hangileri? Cem Seymen: Hemen hemen her üründe dışa bağlıyız. Her şeyden önce kendi tohumumuzu üretmiyoruz. Kendi tohumumuzu üretmediğimiz için de verimi düşük tohumlarla üretim yapmak zorundayız. Köylümüz de haklı olarak verimi düşük olduğu için yerli tohumları tercih etmiyor. Özellikle yurt dışında ileri teknoloji ürünleriyle üretilmiş tohumları satın alıyor. Böylece daha çok ürün elde edebiliyor. Dolayısıyla hemen hemen her şeyde dışa bağımlı olduğumuzu söyleyebilirim. Bir de üstüne üstlük kuraklık tehlikesi ve toprakların zehirlenmesiyle ürünlerin verimi giderek düştüğü için kendi tohumlarımızın acilen üretilmesi lazım. Aktivist: Sizce gelecekte ülkemizde yetiştirmesi tehlikeye giren ürünler var mı? Cem Seymen: Diyarbakır karpuzunun bile Meksika tohumuyla üretildiği bir ülkede tabii ki böyle bir tehlike var. Önemli olan zamanında önlem alınması. Aktivist: Her şey büyük şehir insanına satılabilmek üzere planlanıyor. Hedef kitle, hep şehirdekiler. Şehirdekiler de emek, ürün ve hizmetleriyle daha büyük olanları büyütmeye hizmet ediyor. Burada “dert-dava-amaç” edindiğimiz pek çok şey, aslında sayıca daha fazla olan “köylü” olarak tanımlayabileceğimiz kesimin hayatına hiç dokunmuyor bile. Bu sistemde, alıyoruz ama hiç vermiyoruz gibi oluyor. Suyu
“Şehir insanının üretimin ne kadar kıymetli, değerli bir kavram olduğunu anlaması gerekiyor.” tersine de döndürebilmek, alış verişi çark haline getirebilmek için şehir insanına ne gibi görevler düşüyor? Cem Seymen: Şehir insanının üretimin ne kadar kıymetli, değerli bir kavram olduğunu anlaması gerekiyor. Eğer anlamadığını düşünüyorsak sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, akademisyenler bu konuda bir farkındalık çalışması yapabilirler. En azından popüler televizyon dizilerinin içine yerleştirmeler yaparak farkındalığın desteklenmesi mümkün. Yeter ki karar verilsin, bunlar olabilecek şeyler. Toplumun her kesimi tarafından memnuniyetle karşılanır. Aktivist: Aktivist, ana teması değerler olan bir dergi. Aslında aynı yolun yolcusuyuz:) Biz insanların hayatın asıl değerleriyle yeniden kucaklaşabileceğine ve bu sayede mutlu bir dünyaya kavuşulabileceğine inanıyoruz. Siz, insanların sistemleri alt edebileceğine inanıyor musunuz? Cem Seymen: Kesinlikle inanıyorum, benim insana inancım hiçbir zaman bitmez. İnsan eğer karar verirse, iyi örgütlenebilirse aynı amaçlar doğrultusunda ikna kabiliyetini kullanıp büyük kitlelere ulaşma konusunda kararlılığını kaybetmezse bence başaramayacağı hiçbir şey yok. Çünkü yaratıcılık insanın doğasında var zaten :) 33
“ yaşamın ağlarını kişisel gelişim
okumak
m aki si.co Tiry kademi r u a i Tim basar r@ timu
34
Şubat - Mart / 2014
”
Tanzanya asıllı yazar Azim Jamal Türki Cumhuriyetlere gittiği bir seyahatinde İstanbul aktarmalı olarak yapacağı yolculukta uçağını kaçırır. Bu durumda İstanbul’da bir gün geçirmekten başka bir çaresi kalmaz. Havaalanı kitapçısını dolaşırken kendi kitabının Türkçesini görür. Amerika’daki ana yayıncısını arar ve Türkiye’den kitaplarının yayın hakları için P yayınları ile anlaşıldığını öğrenir. Böylece Türkiye’deki yayıncısını ziyaret etmeye karar verir ve İstanbul seyahatini 1-2 gün uzatır. Bu sırada Timur Tiryaki, “The Key Başarı Akademisi” adında, anahtar logolu bir eğitim şirketi kurar. Secret’taki hocaları yakinen incelemiş ve 3 tanesinden de eğitimler almıştır. Nasıl ileri gitmeliyim diye düşüncelere daldığı bir anda, içinden Amazon.com’a girip önceden sipariş vermek isteyip unuttuğu John Assaraf ’ın The Answer kitabını sipariş etmeye çalışır. Sipariş bir türlü tamamlanmaz. Aksiliklerin ardından ekranı kapatmak üzereyken yanda geçen tavsiye edilen yeni kitaplar listesinde yine Secret hocalarından Joe Vitale’nin The Key kitabını görür. Kitabı sipariş eder. Kitap 6 hafta sonra gelir. Kitabın içine baktığında, önsözünün Timur’un hocası Bob Proctor tarafından yazıldığını görür. Bu tesadüf karşısında Timur şaşırır ve çok sevinir. Timur, bu kitap Türkiye’de çıkmış mıdır diye arar. Henüz çıkmamıştır. Joe Vitale’nin kitaplarını kimin çıkarttığına bakar. Kitap P yayınlarından çıkmıştır. Yayınevini arar, kendini tanıtır, Bob Proctor’un Türkiye Temsilcisi olduğunu söyler ve The Key kitabını Türkiye’ye getirmeye destek olmak istediğini belirtir. Karşı tarafı ikna etmesi gerektiğini düşünürken karşı taraftan gelen cevap, “Harika olur, kitabı biz çevirttik Türkçe ’ye, düzenlemesi kaldı, kaç haftadır bekliyoruz, bir türlü tamamlayamıyoruz, bir sebebi varmış demek… Kitabı size gönderiyoruz” olur. The Key kitabı Timur Tiryaki’nin önsözü ile yayınlanır ve okurlara ulaşır. Böylece
P Yayınevi ile Timur’un teması başlar. P Yayınevinden daha sonra ilk 2 kitabı olan Buda mı Olsam Ceo mu Olsam? Ve Sen Hayatıma Dokununca’yı çıkarır. Azim Jamal İstanbul seyahatinde hiçbir otel rezervasyonu yokken, havaalanından aldığı bilgiler ışığında bir tur rehberi tutar. Tur rehberi kendisine Taksim civarında kalmayı önerir. Birlikte Taksim’e geçerler ve Jamal bir otele yerleşir. P Yayınlarını arar ve der ki “Ben Türkiye’deyim sizinle tanışmak istiyorum.” Onlar da Azim’i ofislerine davet ederler, adres tarif ederken şaşırırlar çünkü Azim’in tesadüfen geldiği otel hemen yanı başındadır yayınevinin… Azim, yayınevi ile sohbetinden Türkiye’de bu konular ile ilgili kimlerle işbirliği kurulabilir, kimlerle çalışılabilir diye sorar. Yayınevi çok net bir şekilde tek bir isim verir :) Timur Tiryaki. Timur’u ararlar. Ofiste ekibi ile çalışmakta olan Timur’un telefonu çalar. Arayan yayınevidir. “Sizinle uluslararası konuşmacı, yazar, danışman Azim Jamal’i tanıştırmak isteriz. Hatta ofisinize ziyarete gelmek isteriz.” Çok sevinirim der. Hangi ay gelecek takvime bakayım demesinin ardından gelen cevap, “Hemen bugün gelmek istiyoruz” olur :) Azim Jamal ve Timur Tiryaki ofiste tanışırlar ve birlikte Türkiye’de şirketlere ulaşacak bir plan yaparlar. Bu planın yapıldığı haftada gelen bir teklif üzerine iş insanlarının çok olduğu Rotary yararına düzenlenen bir yardım konuşmasında birlikte ücretsiz konuşmaya karar verirler. Konuşmayı dinleyenlerin arasında iş adamı Index Grup’un kurucusu Erol Bilecik vardır. Timur daha sonra Erol Bilecik’i ziyaret eder. Neler yapabileceklerinden bahseder. Ziyaret sırasında gelen yorum Timur’u çok şaşırtır. Erol Bilecik “Ben Azim ile değil, senin ile doğrudan çalışmak istiyorum” der. Timur, Azim’den müsaade ister ve Timur hayatındaki ilk CEO koçluğuna Erol Bilecik ile başlar. Azim Jamal
6 ayın sonunda bu resmin içerisinden çıkar. Timur ise Index Grup’un bir danışmanı olur ve 2.5 yıl grubun dönüşmesinde katkı sağlar. Index Grup ile kurulan bu ilişki manevi bir bağa dönüşür ve Timur Index Grup’un İnsan Kaynakları Direktörü olarak gruba katılır. Bu olay %100 doğrudur, yakın çevremdeki herkes bilir. Bu kadar net yakalayabildiğim az sayıdaki hayat ağlarından biridir. Bu olaylar dizisi, yani Azim Jamal ile tanışıklığım ile gelişen yaşam ağları hayatımın 5 yılını etkileyen, Index Grup’a ve orada çalışanların yaşamına dokunduğum bir dönemin kapısını açmış oldu. Bazı insanlar bir an için gelirler hayatınıza, bazı insanlar bir dönem için, bazı insanlar ise elbette ömür boyu olmak için gelirler. Hayatın ağlarını gözlemlediğinizde bazen insanların rolleri dolar, kötü oldukları için değil sadece aracı bir kişi olmak için gelirler ve giderler. Asla yapmam dediğiniz şeyler ya da öngöremediğiniz gelişmeler olabilir hayatınızda. Sandığımız kadar da elimizde değildir aslında ipler, arka planda ya da bir üst seviyede çalışmakta olan bir yönetici ilke vardır adeta. Nehir bir yöne doğru akmaktadır aslında, nehrinizin sınırlarını fark ettiğinizde bu alan içerisinde yön verebilirsiniz hayatınıza ama bazen elinizde olmadan nehir yavaşlar, bazen hızlanır, bazen dikleşir, bazen sabitleşir. Nehrin tersine kürek çekmek zaman kaybıdır. Söylenmek ise sürüklenmek ve anlık kayalara toslayarak canınızın daha çok yanmasına sebep olmaktadır. Yapmamız gereken kendimizi gün be gün yönetmeyi ve bu oyunu okumayı öğrenmek. Gözlemci olarak yaşamayı öğrendiğinizde her an mucizelere şahit olursunuz ve farklı bir bilinç seviyesine geçersiniz… Yaşamınızda anlam veremediğiniz bazı şeyler belki de yeni kapıları açmak için sadece anahtar… Ne dersiniz?
35
etik
etik mi
m
an ail.co oyd ış S n@hotm r a B a soyd baris
değil mi
Kürk giymek ya da giymemek Hayvanların kürkleri için öldürülmesine yol açtığı için kürk giymeye karşıyım. Eşimin annesi, bunu bildiği halde gençliğinde giydiği, epey pahalı kürkü bana hediye etti. Onu kırmamak için kabul ettim. Ama giyip giymemek konusunda tereddütlüyüm. Ne dersiniz? (S.U.) Kürk konusunda sizinle aynı fikirdeyim. Hayvanların kürkleri için öldürülmeleri zalimce bir şey. Daha da ileri gideyim, hayvanların kötü, zalimce şartlarda yaşatılmalarına neden olan diğer pek çok şey de etik değil. (Yunus parkları, makyaj malzemelerinin hayvanlarda test edilmesi vs.) Etik felsefecisi Peter Singer’ın Türkiye’de Ayrıntı Yayınları tarafından basılan ünlü eseri Hayvan Özgürleşmesi, bu konuda iyi bir kaynak. Singer’ın belirttiği gibi, hayvanların da tıpkı insanlar gibi hakları var. Olmalı. Bizimle aynı türden değiller diye onlara gaddarca davranma hakkımız yok. Gelelim sizin sorunuza… Buraya kadar söylediklerimle çelişkili görünecek ama ben eşinizin annesinin hediye ettiği kürkü giymekte etik açıdan bir sorun görmüyorum. Basit bir nedenle: Kayınvalidenizin (Şuna “eşimin annesi” yerine kayınvalide diyelim mi?) kürkünü giymeniz, yeni hayvanların öldürülmesine neden olmayacak. Uzun yıllar önce öldürülmüş bir hayvanın kürkü o. Fakat bir de madalyonun öbür yüzü var: Kürk giymek başkalarına kürk reklamı olmayacak mı? Korkarım evet. Ama yine de bu olgu, kürk üreticilerinin “stoklarını yenilemesine” neden olmak kadar büyük bir sakınca değil. Hem kaynananızın gönlünü hoş tutarak, eşinizin başının etini yemesini engellemek de bir başka etik sorumluluk :)
Aklınıza takılan soruları Barış Soydan'a sorun;
Etik mi Değil mi cevaplasın. 36
Şubat - Mart / 2014
Mezar etiği! Bilmem biliyor musunuz, İstanbul’da kan bağı bulunanlar dışındakilere mezar yeri devretmek yasak. Geçmiş belediyeler döneminde bu uygulama serbestmiş ama son yönetim yasaklamış... Size bu konudan bahsetmemin sebebi, etik bir ikilemle yüz yüze gelmem. Rahmetli dedem ve anneannem sağlıklarında Zincirlikuyu Mezarlığı’ndan yan yana iki mezar yeri almışlar. Fakat yaşlılıklarında ayrıldılar. Resmen boşanmadılar ama hayatlarının son yıllarını ayrı evlerde geçirdiler. Daha erken ölen dedem, Zincirlikuyu’ya gömüldü. Anneannem ise dedemin yanına gömülmeye karşı çıktığı için Ümraniye’deki bir mezarlıkta yatıyor. Bir komşumuz, ağır hasta olan babasını dedemin yanına, Zincirlikuyu’daki mezar yerine gömmek istediklerini söyledi. Bunun için bize ücret de önerdi… Bize kalsa teklifi kabul edeceğiz ama Belediye’nin koyduğu yasak elimizi kolumuzu bağlıyor. Mezar yerini almak isteyen komşumuz, nasıl olsa anlaşılmayacağı gerekçesiyle belediyeye aramızda kan bağı bulunduğunu beyan etmeyi öneriyor. Ama bu da yetkilileri kandırmak olacak. Ne yapmalı? (E.E.) Sorunuzu okurken ilk düşüncem, mezarı ticarete konu etmenin etiğe aykırı olduğuydu. Ama biraz düşününce, ilk tepkimin yanlış olduğuna kanaat getirdim. Evet, mezar satmakta adetlere, geleneklere aykırı bir yan olabilir, ama etik, en azından Kant’ın tanımladığı biçimiyle, adet ve töreye değil akla dayanır. Akla vurunca, boş duran mezar yerini devretmenizde yanlış bir şey görmüyorum. Hem bir açıdan, kentin göbeğindeki mezar yerinin boş durmasının gereksiz bir israf olduğu bile söylenebilir. Belediyenin koyduğu yasağı delme konusuna gelince... Yasakları delmeye itiraz edecek değilim. Toplumsal gelişmeyi engelleyen, akla, mantığa aykırı yasaklar delinebilir pekâlâ, neden delinmesin? Ahlaksızlık, saçma bir yasağı çiğnemekte değil, o yasağı koymakta… Buna bir de örnek vereyim: İnternette yasaklı siteleri açmak için Vu-
Kürk giyerek hem kayinvalidenizin hem de eşinizin gönlünü yapın. Etik mi? Değil mi?
tunnel.com gibi “proxy” sitelerini kullanmak etiğe aykırı mı? Hayır, bence değil. İnternet yasakları (istisnalar dışında) saçma olduğuna göre, onları çiğnemekte etiğe aykırı bir yan bulunmuyor. Ama mezar yerini satmak için komşunuzla aranızda kan bağı bulunduğunu söylemek, yani yalan söylemek farklı. Evet, hepimizin hayatta yalan söylemek zorunda olduğu anlar oluyor. Ama etikle ilgili önerilerde bulunan bir yazarın “Gönül rahatlığıyla yalan söyleyebilirsiniz” demesini beklemeyin. Yalan söylemek yerine, sizi yalan söylemek zorunda bırakmayacak bir yol bulmayı deneyin.
Hırslı bir boyacı Evimizi boyaması için anlaştığımız boya badana ustası, eskiyip dökülen parkelerin tamiratını da kendisinin yapabileceğini söyledi. Verdiği fiyat, bu işleri tek tek yaptırmamız durumunda ortaya çıkacak rakamın epey altındaydı. O nedenle boyayla birlikte parke işi için de anlaştık. Boya badanayı profesyonelce tamamladı ama parke işini eline yüzüne bulaştırdı. Eski parkeleri cilalayayım derken her yeri çizdi, süpürgelikleri değiştireyim derken parkelerin arasındaki aralıkların iyice genişlemesine yol açtı! Bu işten anlamadığını, sırf fazladan üç-beş kuruş kazanmak için bize o işin de ustası olduğunu söylediğini geç de olsa anladık. Çok kızan eşim, başta anlaştığımız ücret yerine sadece boya badana parasını vermemizi istiyor. Ama bu da başlangıçta verdiğimiz sözden caymak olacak. Ne yapmalı? (Ü.T.) Verilmiş sözü çiğnemek tabii ki etik değil ama anlattığınız olay bundan farklı. Ustayla koşullu bir anlaşma yapmışsınız: “Duvarları boyaman ve parkeleri onarman karşılığında şu kadar para alacaksın.” Anlaşmayı çiğneyen biri varsa bizzat o. Parkeleri tamir etmek yerine, dediğinize göre mahvetmiş. Bu da size verdiğiniz sözü çiğneme hakkı veriyor. Korkarım eşiniz haklı.
Başkalarının canını tehlikeye atmak mı, işten atmak mı? Yöneticiliğini yaptığım şirketin şoförlerinden biri uzun zamandır yorgunluktan şikâyetçiydi. Bizim zorlamamızla gittiği hastanede “uyku apnesi” teşhisi konmuş. Konmuş diyorum çünkü bunu bizden saklamış. Bir rastlantı eseri öğrenip internette uyku apnesini araştırınca, neden gizlediğini anladım. Çünkü uyku apnesi, trafik kazalarının başlıca nedenleri arasında sayılıyor. Uyku apneli bir şoföre araba teslim etmek, onun aracına binenlerin canını tehlikeye atmak demek. Küçük bir şirketiz ve çok sayıda şoför istihdam etme lüksümüz yok. Sizce ne yapmalıyız? (T.) Önce onu direksiyon başından almalısınız. Ardından tedavi olmasını sağlamalısınız. Ve iyileşene kadar bir başka birimde istihdam etmelisiniz. Hayatta her şey para değil. Şirketler için de. Hem onu işten çıkardığınızda direksiyona geçmesini engellemiş olmayacaksınız ki… İşsiz kaldığında yine şoför olarak iş arayacak. Ve başka bir aracın direksiyonuna geçecek. Belki iş arkadaşlarınızı kurtarmış olacaksınız ama başkalarının canını tehlikeye atılacak. Sadece ailemize, çalışma arkadaşlarımıza, patrona değil bu topluma karşı da sorumluluklarımız olduğunu hatırlama zamanı... Etik, nihai sonun gerçek değerini arayan bir takım prensipleri arar; böylece gerçek değerin “iyi” olup olmadığı belirlenmelidir. Peki “iyi” nasıl tanımlanmalıdır? Ahlaken iyi olanı bulmak etik bilgisi ile olur. Sınırlı bir iyiyi nihai son olan iyi ile kıyaslamak yoluyla, doğruları buluruz. Bunu yaparken kullandığımız kriterler davranışlarımızın neticesinde elde ettiğimiz doyumun kalitesi, süresi ve başkalarının veya toplumun amaçları ve normlarıyla ters düşüp düşmediğini izlemekten oluşur. R.A.P. Rogers / Short History of Ethics Kaynak Metin İçin Tıklayınız
37
38
Ĺžubat - Mart / 2014
ce
sa
ret
39
“Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?
röportaj
Peki çocuk. Elini çabuk tut.” 1925 yılının Mart ayının son günleri. Fethi Okyar, Büyükelçi olarak Paris’e gidiyor. Atatürk de onu uğurlamak için Ankara İstasyonu’na gidiyor. O esnada, eski o zamanların müftülerinden bir adam var. Öyle değerli bir din adamı ki, 27 Arallık 1919’da Mustafa Kemal Ankara’ya geldiğinde, TBMM önünde okunan muvaffakiyet duasını, bu değerli din adamı yapıyor. İşte o din adamı, liseli oğlu Cemal’e o zamanın fotoğraf makinelerinden birini hediye ediyor. Cemal zamanla fotoğraf hevesinin peşinde koşmaya başlıyor. O gün, Paşa’nın istasyona geleceğini duyunca makinesini kapıp, telaşla istasyona koşuyor. O zamanın makineleri, üç ayaklı, kutulu, kocaman aletler. Alıyor teçhizatını, kuruyor istasyonun kapısına. Bekliyor. Cemal henüz 19-20 yaşında. Derken Mustafa Kemal görünüyor. “Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?”
Cesaret, arzu, emel, heves, özgüven, azim. Cemal Işıksel o gün kendi fotoğrafçılık tarihinde ilk Mustafa Kemal Atatürk fotoğrafını çekiyor. Ve yolculuğu başlıyor. Aslında hukuk fakültesini kazanıyor, okuyor, bitiriyor da… Ama aklı fikri hep fotoğrafçılıkta.
40
Şubat - Mart / 2014
Tam 8 yıl sonra, çiftlikte Cemal Işıksel yine Atatürk’ün fotoğraflarını çekiyordur. Paşa seslenir, “İlk seferinde bu kadar kolay çekemiyordun değil mi çocuk?” Bir tesadüf eseri karşılaştık Cemal Işıksel’in oğlu Deniz Işıksel ile. Eşi, kızı ve torunuyla birlikte karşıladı bizi. Ama babasını öyle bir merak ve heyecanla dinlemiş ki, hatıraları capcanlı. Sanki kendi yaşamışçasına, tüm ayrıntılarına vakıf anlatıyor her bir fotoğrafı. Arada bir sinirleniyor. Kolay değil. Onun ve elbette milyonlarca insan için gururla, sevgiyle anılan Mustafa Kemal hakkında söylenen sözler hatta hakaretamiz isnatlar, onu da incitiyor. “Altın yere düşmekle değerinden bir şey kaybetmez” diyor, esefle… Anlattıklarında bizim hayal ettiğimiz Mustafa Kemal var, şefkatli, zeki, dikkatli, neşeli ve saygılı. Zevkle anlatıyor Deniz Işıksel babasının maceralarını. Ankara’nın meşhur Tahtakale yangınına fotomuhabir göreviyle gönderiliyor Cemal Işıksel. Alelacele hazırlanıyor ve varıyor yangın yerine. Muhafız alayı da orada. Derken, sesler yükseliyor; “Atatürk geliyor”. Eli ayağı birbirine dolanıyor, tek gayesi Atatürk’ü
olay yerinde fotoğraflamak. Atatürk’ün sesini duyuyor, “Çocuk, başı bozukluğun paçalarından akıyor”. Utancından yerin dibine geçiyor Cemal Işıksel, eve dönünce bakınıyor kendine iyice, “Nerede ne kusurum var?” diye. O anı şöyle anlatıyor Deniz Işıksel “O zamanın askerleri potur adı verilen bir çeşit çoraba benzer bir aksesuar kullanıyorlar. Şimdinin çizmeleri gibi, pantolonun üzerinden çapraz bağlanıyor ve uzanıyor dizlere doğru. Babamın poturunun ipleri çözülmüş. Atatürk, gecenin karanlığında, o telaş içinde, böyle bir kusuru bile fark edebiliyor. Dikkatine hayran kalmış babam”. Belki de o günden sonra, Deniz Işıksel babasını hiçbir zaman tıraşı uzamış, bakımsız görmemiş. Her zaman takım elbisesini giyer, kravatını takardı diyor.
Görev Bilinci, Meslek Aşkı 1930’da, Türk Tarih Kongresi toplanıyor. Ankara’daki toplantıya pek çok yabancı misafir, devlet adamı katılıyor. Cemal Işıksel de orada, vazifesi başında. Tek arzusu, güzel bir fotoğraf yakalayabilmek. O zamanların Nikon’u elinde. Atatürk görüyor onu. Mimikleriyle “Ne oldu?” gibi bir şey söylüyor. Cemal Işıksel de fotoğraf makinesini gösteriyor. Bunun üzerine Atatürk “Beyler, bu memlekette bütün
istibdatları yıktım, bir tek Cemal’in istibdadından kurtulamadım” diyor ve dönüyor, “Söyle bakalım çocuk, nasıl duralım?” Cemal Işıksel ve Atatürk zaman içinde birbirlerine alışıyorlar. Atatürk bazen, bazı durumların fotoğraflanmasını istemediğinde bir göz işareti yapıyor. Cemal Işıksel durumu anlıyor ve o anlar asla fotoğraflanmıyor.
Bildiğimiz Pek Çok Fotoğraf Cemal Işıksel’in Objektifinden Bugün bildiğimiz, sosyal medya hesaplarında paylaştığımız, profil resmi yaptığımız ya da çocuklarımızın ev ödevleri için bir yerlerden bulup kestiğimiz pek çok fotoğrafı aslında Cemal Işıksel çekmiş. Dünya tarihinin belki de en çekinilen, en saygı duyulan, en sevilen liderini takip etmiş yıllarca. Üstelik, çekimlerin neredeyse hiçbiri önceden ayarlanmış pozlar değil, o an yakalanmış kareler. Paşanın resimlerini flaşla çekme yasak. O zamanın flaşları “pof ” diye patlıyor ve habersizce çekilen resimlerde Mustafa Kemal, bunun yarattığı irkilmeden hoşlanmıyor. Atatürk’le mesai türlü anıları da beraberinde getiriyor. Cemal Işıksel, oğlu Deniz’e anlatıyor anılarını yıllar boyu. Deniz Işıksel de şimdi kendi torunlarına, bizlere.
Okuma Biliyor musun Çocuk? Atatürk çiftlikte pek çok zaman geçiyor. Onlardan birinde, Cemal Işıksel çektiği birkaç fotoğrafı gösteriyor Paşaya, Afet Hanım ile birlikte fotoğrafları inceliyorlar.
sallanmasına; Edward’ın da sendelemesine yol açmıştır. Bu esnada dengesini bulmak isteyen Edward, hafifçe yerden destek alarak kalkabilmiştir. Kendini bizzat karşılamaya gelen Atatürk, elini uzattığında Edward, az önce yere değen elini temizlemek istemiştir. Ancak Mustafa Kemal, ona rahat olmasını söyleyerek “Utanmayın Ekselans, vatanımın toprağı, benim elimi kirletmez” der ve motordan inmesine yardım eder. Sergiler Dolup Taşıyor 60’lı yıllardan bu yana pek çok sergi açtıklarını anlatıyor Deniz Işıksel. Babam baştan pek yanaşmamıştı diyor. Ama sonra ikna edebilmişler. O zamandan bu zamana binlerce kişi ziyaret etmiş sergileri. Hala da istek olduğunda sergiler aracılığıyla zevkle paylaşıyorlar ellerindeki fotoğrafları Atatürk’ü sevenlerle.
Bir Anlık Cesaret ile Bir Tarihe Tanıklık Edebilmek Cemal Işıksel, tüm cesaretini toplayıp Atatürk’e “Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim” diye sorduğu gün, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminin en yakın şahitlerinden biri olacağını tahmin etmiş miydi, bilinmez. Belki de cesaretin en heyecan verici tarafı bu. Kalkıştığımız işin sonuçlarını ne kadarını hesap edebiliriz ki? Ya da sonrasını hesap edebilecek olsak, ne kadarına cesaret edebilirdik ki?
O günlerden birinde, 25 Mayıs 1933’te Atatürk çiftlikte çobanlık yapan bir gençle karşılaşıyor. “Sen okuma biliyor musun çocuk?” diye soruyor. Çocuk, “Biliyorum Paşam” diyor. Bir kitap getirilmesini istiyor Atatürk, çocuğa kitap okutturuyor. Gerçekten okuma bilen bu çocuk, Atatürk’ü o kadar neşelendiriyor ki, yüzündeki sevinçli ifadeyi yakalıyor, bizlere kadar ulaştırıyor Cemal Işıksel.
Yıl 1936 Davet üzerine İstanbul’a gelen İngiltere Kralı Edward, Atatürk’ün tahsis ettiği bir motorla Dolmabahçe Sarayı’na yanaşmıştır. O an oluşan bir dalga, motorun 41
röportaj
risk… özgüven… cesaret… deneyim… korku… kararlılık… pes etmek…
Ne yalan söyleyeyim, bizim gibi tek davası “değerler ve insan” olan bir yayın için, Nasuh Mahruki ile söyleşmek, denizlere, deryalara dalmak gibiydi. Dağ kavramını bir metafor olarak görecek olursak, Nasuh Mahruki aslında hayatta kalmanın ve Kendi Everestinize Tırmanmak’ın sırlarını verdi bize. 42
Şubat - Mart / 2014
Aktivist: Gezi parkı olaylarında siz de yaralandınız, bacağınız ve omzunuz kırıldı burada uğradığınız zararlar spor hayatınızda sorunlara yol açtı mı? Nasuh Mahruki: Tabii ki bunlar beni bir hayli uğraştırdı. Olayın üzerinden neredeyse dokuz, on ay geçti ve bu süre içinde bu durum elbette ki beni çok kısıtladı. Çünkü bacağımda ve kolumda bir sürü titanyumlar var ve dolayısıyla o tür bir spor yapma şansım yok. Neyse ki bu tür travmalarda vücut toparlıyor bir süre sonra kendini, yani kalıcı bir hasar olmayacak ama ancak 1-2 yılda normale dönecek. Aktivist: Siz bugüne dek gönüllü olarak yaptığınız işlerle pek çok insanın hayatını kurtardınız ve buna vesile olup birçok insan yetiştirdiniz, bir yol açtınız, yani çok önemli bir iş başardınız. Fakat son zamanlarda, bu olaylardan sonra, bazı şeyler yazılmaya başlandı. Bunlar bize gösterdi ki bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmıyor. Ama tabii şu da var ki size sahip çıkan ve seven çok büyük bir kitle de var. Yani hem çok seviliyorsunuz hem de hiç sevilmiyorsunuz. Peki, siz bununla nasıl baş ediyorsunuz? Nasuh Mahruki: Ben bu tür şeyleri doğal kabul ediyorum, yani bunlar da sonuçta hayatın bir parçası. Başka türlü zaten başa çıkamaz insan. Ben doğru olduğuna inandığım şeyi yapıyorum. Hayatım boyunca da öyle yaptım. İnsanların ne düşündüğü beni çok da fazla ilgilendirmez aslında, eğer ben onun doğru olduğunu düşünüyorsam kim ne derse desin yaparım.
“Herkesin “ sanki dünyayı ben mi kurtaracağım” diye düşündüğü bir çağda bir şeyleri değiştirmek ve hayatları kurtarmak için yola çıkarken inancımızı yine hayatın kendisinden aldık biz. Hayatın kendisinde mevcut dinamiklerinden. Zira hayat, değişim, dönüşüm, gelişim ve rekabet üzerine kurulmuştur.”
Aktivist: Biraz AKUT’a dönersek, AKUT şu an atıl bir kurum mu? Bunu bilhassa sormak istiyorum. Çünkü dediğim gibi yazılan çizilen şeyler var. Ve biz sizin ağzınızdan bu kurumun bir özgeçmişini ve şu anki halini duymak istiyoruz. Nasuh Mahruki: Size en basit olarak şunu söyleyeyim; AKUT’un şu an hali hazırda her hafta 4-5 operasyonu var. Geçmişine bakacak olursak; ilk defa 1996’da dernek olarak kurmuştuk biz AKUT’u. Şu anda derneğin yanında vakıf, spor kulübü, iktisadi işletme, enstitü, çocuk akademisi, üniversite toplulukları, liselerde atlet yetiştirme etkinlikleri ve de yayın evi olarak faaliyetlerine son hızla devam ediyor. İlköğretim okullarında bile kulüpleri var. Atıl olmak bir tarafa birkaç bin kişilik bir aileye dönüştü AKUT. Bunun en kalabalık kısmı dernek. Ama diğerlerinde de çok sayıda insan var, bilhassa üniversite topluluklarında, yüzbinlerce, milyonlarca insana ulaşıyoruz. Bugüne dek katıldığımız operasyonların sayısı 1530’un üzerinde. Bu süreçte kurtarılmasına vesile olduğumuz insan sayısı da 1850’ün üzerinde. Sadece geçen sene mesela, 247 operasyona çıktık, 293 insanın hayatının kurtarılmasında aktif olarak görev yaptık. Bu, işin sadece arama kurtarma kısmı. Bunun dışında çok çeşitli sosyal sorumluluk projeleri ve toplumu bilinçlendirme çalışmaları yapıyoruz. Gezici afet eğitimleriyle Türkiye’yi defalarca dolaştık. İlköğretimden liseye ve üniversiteye kadar birçok kurumda afet bilinçlendirme seminerleri verdik hala da veriyoruz. 2013 yılında 109.000 insana seminerler verdik, 2012 yılında bu sayı 112,500 idi. Mesela bugünlerde Sarıyer Belediye’siyle bir çalışma yapıyoruz; Sarıyer bölgesindeki bütün ilköğretim okullarının dâhil olduğu bir proje bu. Böyle yerel yönetimlerin yanı sıra özel sektörle de işbirliği içindeyiz. Şu anda Türkiye’nin değişik bölgelerinde 33 tane ekibimiz var, bunların hepsi de 7/24 operasyona hazır vaziyetteler. Türkiye’de arazilerde meydana gelen olaylarda bizden başka ekip yok zaten. Şehir içinde bir bina yıkılması gibi olaylarda gidebilecek çok insan var ama doğa koşullarında mevcut kapasite çok kısıtlı. Yani sonuç olarak AKUT her zamankinden çok daha hızlı bir ivme içerisinde yoluna devam ediyor.
“Şu anda Türkiye’nin değişik bölgelerinde 33 tane ekibimiz var, bunların hepsi de 7/24 operasyona hazır vaziyetteler.” Aktivist: Nasıl bir cesaretle AKUT’u kurdunuz? Türkiye’nin belki de en hazırlıksız olduğu, en zor anında sahaya inecek güveni ve cesareti kendinizde nasıl buldunuz? Nasuh Mahruki: Biz AKUT’u 1994 yılında bir dağ kazası sonrasında kurmaya karar verdik. İki genç arkadaşımız hayatını kaybetmişti o kazada. O zaman Türkiye’de bu konudaki eksikliği görmüş olduk. 1995 yılını bu konuyu araştırarak geçirdik. Türkiye’nin doğal afet risklerini de öğrendik. Biz sadece dağ ve doğa diye başlamıştık ama araştırdıkça bu anlamda Türkiye’nin çok sahipsiz olduğunu gördük. Mesela, birkaç yılda bir belli bölgelerde çok ciddi yıkımlara neden olan seller oluşuyormuş, on yılda bir kitlesel afete dönüşen depremler yaşanıyormuş. Bunları gördüğümüzde kuracağımız bu sivil toplum kuruluşunu sadece doğayla sınırlı tutmayalım ve can kaybı olabilecek her türlü kaza ve afette var olalım dedik. Ve 14 Mart 1996 yılında AKUT Arama Ve Kurtarma Derneği’ni bu çerçevede kurduk. Her türlü doğal afet ve kazada can kaybını en aza indirmek ve bu konularda toplumu bilinçlendirmek olarak iki temel noktayı baz alıp başladık. Önceleri Ölüdeniz ‘de yamaç paraşütü kazaları gibi, Doğu Karadeniz’de sel felaketleri gibi münferit sayılabilecek vakalara gittik. 1998 yılında Adana Ceyhan depremi oldu. O olay zaten AKUT’u Türkiye gündeminde ciddi bir yere taşıdı. O zamanlar sadece İstanbul’da bir takımımız vardı ve her yere biz gidiyorduk. Bizi hep helikopter ile alıp götürürlerdi. Sonra yavaş yavaş büyütmeye başladık AKUT’u. 1999’un başında benim 2010 yılında Everest’e de beraber tırmandığım partnerim Yılmaz Sevgül Antalya’ya yerleşince burada da bir ekip kurduk. İyi ki de kurmuşuz. Böylece 17 Ağustos depremine iki takım birden müdahale ettik. Tabii bu dönemden sonra büyümemiz gerektiğini anladık. Hem kamuoyundan da çok büyük bir destek, güven ve bağış gelmeye başlamıştı. Böylece her yıl yeni ekipler 43
kurarak büyüdük, 10.yılımız olan 2006 ya geldiğimizde 10 tane ekibimiz oldu. Sonra daha da fazla ekip kurduk, şu anda 33 tane ekibimiz var. Ekip arttıkça ihbar da artıyor tabii ki. Böylece her yere yetişip daha çok operasyon yapabiliyor ve daha çok hayat kurtarabiliyoruz.
“Ne mutlu bizlere ki, inanç, inat ve sabırla işin başında durarak ve işimizi hep geliştirecek şekilde çalışarak bugünlere ulaştık.” Aktivist: AKUT devlet desteği almıyor. Ne ile finanse ediyorsunuz kurumu? Nasuh Mahruki: Sürekli eğitim ve tatbikatlarla sahip olduğumuz bu bilgi birikimini dış kurumlarla da paylaşıyor ve acil durum yönetimi, arama kurtarma, güvenli yaşamla alakalı konularda sürekli olarak bir takım projeler üretiyoruz. Enstitü bu amaçla kuruldu zaten, şu anda dış kurumlara verilen tüm bu eğitimler enstitü üzerinden veriliyor. Bu konuda Türkiye’nin en büyük ve en güçlü firmasına biz sahibiz. Rusya’da, Pakistan’da, Hindistan’da, Romanya’da, Bangladeş’te, Kamboçya’da ve daha bir sürü yerde acil durum yönetimiyle ilgili denetlemeler yapıyoruz. Türkiye’de de birçok büyük firma güvenlik konularında bizden danışmanlık alıyor. Mesela Türkiye’deki çimento sektörünün tamamının acil durum sistemini biz kurduk. Şişecam bir dünya devidir, onun da güvenlik sistemini biz kurduk. Böylece
44
Şubat - Mart / 2014
buralardan gelir elde edip AKUT için yatırımlar yapıyoruz. Çünkü AKUT hükümet tarafından desteklenen bir STK değil, hiçbir destekleri de olmadı bugüne kadar. Yola çıkarken doğru bir iş yaptığımızı biliyorduk, ben her zaman AKUT’un bir gün Türkiye’nin en prestijli kurumu olacağını her toplantıda söylerdim, çünkü yaptığımız işin ne olduğunun farkındayım, hayat kurtarıyoruz biz ve bunu herkesten iyi yapıyoruz. Üstelik yeri geliyor kendi hayatlarımızı riske atarak yapıyoruz bu işi dolayısıyla toplumda karşılığı olan çok insani bir mesele bu. Ne mutlu bizlere ki, inanç, inat ve sabırla işin başında durarak ve işimizi hep geliştirecek şekilde çalışarak bugünlere ulaştık. Aktivist: Şimdilerde sanırım AFAD var, devletin kurduğu bir kurum olarak… Aynı alandasınız… Nasuh Mahruki: Bizden sonra Türkiye’nin AKUT’un konusuna giren tüm konulara bakış açısı tamamen değişti. Hepsi yeniden yapılandırıldı. Evet, AFAD doğru bir mantık ama AFAD’a gelene kadar bir sürü yanlışlık yaptılar. Nedense AKUT’u bir türlü kabul edemediler ve istemediler. Çünkü AKUT’un başarıları onların başarısızlığı gibi geldi onlara. Elbette toplantılara davet ediliyoruz ve tabii ki danışman olarak fikrimizi alıyorlar ama bu ne yazık ki çok sınırlı bir etkileşim, olması gerektiği yerde değil. AKUT’un bir rakip olarak görülmemesi gerek. Biz bir sivil toplum kuruluşuyuz. Zaten gönüllüyüz bu işlerde. Bir iyi şey şu oldu Türkiye’de AKUT sa-
yesinde; arama kurtarma yapılanmasının ana omurgası gönüllüler üzerine kuruldu. Bizde herkes gönüllü çalışır. Tüm AKUT içerisinde sadece 3 tane maaşlı personel var. Dolayısıyla da Türkiye’de bu yapı gönüllüler üzerine oluşturuldu, pek çok yerel yapılanma söz konusu oldu, bu çok iyi bir kazanımdır. Böylece de sosyal sorumluluk ve aktif vatandaşlık bilinciyle hareket eden değerleri ortaya çıkarttı, Türkiye’de bu hareket. Ve bu da çok iyi bir şey. Aktivist: Hayatta insanları değişimden en çok alıkoyan şey “ dünyayı ben mi kurtaracağım” nasılsa birisi gider ve o işi yapar düşüncesidir. Ama siz hep bir şeyleri değiştirebileceğinize inanmışsınız. Yaptığınız pek çok şeyin özünde bu görülüyor. Siz bu inancı, bu “değiştirebilirim yapabilirim” inancını nereden buldunuz? Nasuh Mahruki: Hayatın kendisinden. Hayatın kendisi zaten bu dinamikler üzerine kurulu. Değişim, dönüşüm, gelişim ve rekabet üzerine kurulmuş zaten hayat. Bu süreçte, bizde de böyle bir kapasite varsa, yani rekabet avantajlarına sahip olduğumuz, diğerlerinden daha iyi yapabileceğimiz bir konu varsa ve değişimi de tabi ki hep toplumun yararına kullanabileceksek neden olmasın dedim. Bakın mesela Türkiye’de son 10 yılda ne kadar değişti ama ters bir tarafa değişti. Daha geriye doğru, daha ilkele ve bağnaza doğru değişti. Hâlbuki değişim normal şartlarda kendi haline bırakılsa ileriye doğru gider. Bunun farkında olunca insan bir gün mutlaka her şeyin düzeleceğini ve rotasını bulacağını bilir, tabii işin başında olup
doğru şekilde yönlendirme koşuluyla. Aktivist: Şimdi tekrar Nasuh Mahruki’ye dönersek çok büyük macera gibi geliyor dışardan bakıldığında dağlarda yaşadıklarınız. Öyle bir maceranın içinde nerede durmanız gerektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Nasuh Mahruki: Tecrübe. Tecrübe ile karar veriyorum. Hayat boyu yaşadıklarınız bilgi, sezgi, duygu, analitik zekâ, duygusal zekâ, ruhsal zekâ ile değerlendirilerek kişinin sağduyusuna eklenir ve onun birikimini tecrübesini oluşturur. Bir olay ile karşı karşıya geldiğinizde sağduyunuza güvenerek onun nereye evrileceğini bütün o değişkenleri, beraberce hesap edip bilirsiniz, işte bu tecrübedir. Ve tecrübe deneyerek kazanılır. İyi bir dağcı olmak için çok dağa gitmek gerekir, farklı koşullarda farklı durumlarda. O konuyu artık öyle bir içselleştirir ki kişi artık bir noktadaki deneyimden sonra düşünmeden hareket eder. Hatta bunun en ileri aşaması, vücudunuz da aklınız da ruhunuz da bu işi öyle bir içselleştirmiştir ki vücut sadece akar aktivite anında, sadece yapması gerekenleri yapar ve siz onları düşünmezsiniz bile. Aslında yaptığınız her şeyin çok net farkındasınızdır ama onu düşünmenize gerek kalmaz. Bu birikim herhangi bir risk ya da potansiyel tehlikeyi hemen algılar ve ona göre savunmasını alır. Aktivist: Risk nedir sizin için? Nasuh Mahruki: Risk, sonucunda meydana gelmesini istemediğimiz zararlı bir olayın meydana gelme olasılığı ve ortaya çıkartacağı zararın şiddetinin bileşkesidir. Bu istenmeyen bir olasılık aslında evet ama risk dediğimiz şey hayatımızda zannettiğimizden daha fazla yer alıyor. Çünkü içinde bir araç olan bütün insan faaliyetleri ve çeşitli karmaşık süreçler belli oranda risk içeriyor. Yani her şey riskli aslında ama biz bu riskleri yöneterek üstleniyoruz. Başlangıç aşamasında aldığımız önlemler ile eylemin toplam riskini düşürür ve onu kabul edilebilir bir seviyeye çekmiş oluruz. Ama herkes kendi yeteneklerine göre, kendi algısı ve risk iştahına göre grafik eğride belli bir noktada bu ikisini buluşturur. Ve ondan sonrasını kabul ederek bu riski üstenir, risk gerçekleşmezse ne ala, sadece potansiyel bir tehlike, bir olasılık ola-
rak kalır ve biz yolumuza devam ederiz ama bazen gerçekleşir, tüm planlama ve hesaplamalarımıza rağmen gerçekleşir. Çünkü neticede o bir olasılıktır ve bir yerden sonra bize bağlı değildir. İşte gerçekleştiğinde, en kötü senaryo halinde orada da bir şekilde kişinin elinden gelenin daha fazlasını yapıp kendin oradan çıkartmanın yolunu bulması gerekir. Aktivist: Bütün o maceralar içinde hiç çok korktuğunuz bir an yaşadınız mı? Korkuyla nasıl baş edersiniz? Nasuh Mahruki: Kimse korkmadığını söyleyemez. Herkes acı çekmekten, bedensel bütünlüğünü kaybetmekten, ölmekten, kayba uğramaktan korkar ve bu da sağlıklı bir şeydir zaten. Tıpkı stres gibi, herkes stres yaşıyor belli ölçülerde, önemli olan o stresi n yapacağınız işi yapmanızı engelleyecek hale gelmemesi. Yani o korkunun sizi yapacağınızdan alıkoymaması önemli. Bir yandan cesaretli olmak iyi bir şey ama cesaretli olmak cesur olmak korkmamak değil zaten, korkunun kontrol edilmesidir. Kişi korkularını kontrol edip, eğer yeteri kadar bilgili ve hazırlıklıysa o şartlar altında gene yapılması gerekeni yapabilir. Bu da gene tecrübe, yaşanmışlıklardan gelen, kişinin kendini bilmesinden gelen bir durumdur. Aktivist: Tecrübeden bahsediyorsunuz, insanın aklına “Kişi hep bildiği sularda mı yüzmeli” sorusu geliyor. Nasuh Mahruki: Tabii ki yeni şeyler yapmalıyız, denemeliyiz, deneyim de deneyerek kazanılıyor ama mutlaka adım adım. Ben bunun altını çizmeye çalışıyordum tecrübe derken. J Bilmediği sularda tabii ki yüzebilir. Ki yüzmelidir de zaten ama adım adım ve belli bir sırayla bunu yapması lazım. Yani kolaydan başlayıp zorlara doğru gitmesi ve kendi yeteneklerini geliştirdikçe olayı büyütmesi lazım. Tabii bu da bir özgüven meselesi. Elbette bu özgüven aşırı bir özgüven değil kişinin, geçmişinde yaptıklarından başardıklarından kendi gücünün ve haddinin sınırlarını bilmesinden kaynaklanan bir özgüven olmalıdır ve bu doğrultuda kişinin hedeflerini büyüterek adım adım ilerlemesi gerekir. Yeni bir şeye başlayacaksa insan, en başından başlayıp adım adım gitme-
li. Teorik alt yapı çok önemlidir. Ben bir sürü riskli sporla uğraştım ama hepsinde de teorik alt yapımı çok kuvvetli tuttum. Çünkü kişi işin düşünsel yapısını baştan iyi kavrayabilirse, teorik alt yapı ve pratik süreç birleşince çok daha verimli ve güvenli hareket edebiliyor. Yani işin eğitim kısmını hiç küçümsememek lazım. Aktivist: Hem dağcılık hem AKUT bir araya geldiğinde, ölüm ile ya da tehlikelerle ilgili sanki hiçbir korkunuz ve kaygınız yokmuş gibi geliyor insana dışardan bakıldığında. Çok mu kibirlisiniz yoksa çok mu inançlısınız? Nasuh Mahruki: İkisi de değil; bu sadece akılcılık ve kişinin kendisini bilmesidir. Ben ölümden korkmam, hiçbir zaman korkmadım çünkü aldırış etmiyorum ölüme, ha ama ölmemek için her şeyi yaparım çünkü yaşamın çok kıymetli olduğunun farkındayım. Ama ölüm düşüncesiyle de bir şeyi yapıp yapmamak gibi kaygım olmaz yani. Herkes ölecek bir gün. Tabii yaptığım işlerin riskli ve tehlikeli olduğunun farkındayım ve onların sonucunda böyle korkunç bir senaryonun da olabileceğinin farkındayım. Bizim yaptığımız o senaryonun gerçekleşmemesi için alınması gereken bütün önlemleri almak, yapılması gereken bütün hazırlıkları yapmak, olaya uygun bir plan ve stratejiyle en doğru ve hazırlıklı bir şekilde gidip o mücadelenin içine girmek. Ve süreç içerisinde de sürecin her anını kontrol edip her anındaki bütün değişkenlerin farkında olup, sürekli doğru kararlar ve de doğru eylemlerle de kendimizi o risklerin tehlikelerin dışında tutmak. 45
Aktivist: nedir?
Özgüveninizin
kaynağı
Nasuh Mahruki: Yaşanmışlıklar. Yani ben yaptıklarımı bildiğim için, yapabileceklerimi de biliyorum, sınırlarımı çok iyi bilirim. Ve benim başarılarımın sırlarından bir tanesi şudur, kendi yeteneklerimi çok iyi tanırım ve neyi yapıp neyi yapamayacağımı da çok iyi bilirim. Yapamayacağım bir işe asla girmem girdiğim bir işi de mutlaka yaparım. Aktivist: Kitabınızdan bir bölüm okudum ve benim çok hoşuma gitti; “O dağ izin verirse tırmanırım, vermezse teşekkür edip evime geri dönerim” demişsiniz, sanırım nerede duracağını bilmek de gerekiyor. Nasuh Mahruki: Dağcılık sporunda o tırmanışa karar veren dağcılar değildir aslında. Dağın nesnel koşullarıdır. Dağın nesnel koşulları müsait olursa, biz sahip olduğumuz imkân, kabiliyetler ve kendimize göre kabul edilebilir riskler çerçevesinde riskleri üstlenip yolumuza devam ederiz ama kabul edilemeyecek derecede bir risk söz konusu olursa, çığ riski gibi mesela çünkü kimse bir şey yapamaz çığ riskine karşı ya da birkaç saat içinde ortasında kalacağımız bir fırtına bulutu üzerimize geliyorsa, bu şartlarda devam etmek doğru olmayacağı için, bunlar göze alınmayacak riskler olduğu için geri dönersiniz. Bu durum-
46
Şubat - Mart / 2014
da dağın tırmanılıp tırmanılmayacağına karar veren dağın kendisi olmuş olur. Biz dağcılar sadece bu durumu iyi analiz edip gözlemleyerek doğru kararı veririz. Aktivist: İnsanlara inandığınızı gözlemliyorum yaptığınız tüm işlerde. Çünkü tek başına bir şey yapan birisi değilsiniz. Hem birilerini yanınıza alıyorsunuz hem birileri için bir şeyler yapıyor olduğunuzu hep hissediyorsunuz. Gerçekten insanlara dokunduğunuza inanıyor musunuz? Nasuh Mahruki: Evet. Ben sadece insana inanırım zaten. Ben kurumsallaşmaya bile inanmam. Hatta bu da hep bir tartışma konusudur, sonuçta her şey bir kişinin iki dudağı arasındadır. Hatta İngilizce bir laf var “Every business is human business” diye, her iş insan işidir, insanla alakalıdır. Doğru insanı bulduğunuzda işiniz çok kolaydır zaten yanlış insanla da doğru iş olmaz. Benim hayatım boyunca aldığım en önemli ders budur. Eğer bir insan yanlışsa, o sırada size bir menfaat sağlıyor olsa bile asla yanında durmayacaksınız ve asla yanınıza yaklaştırmayacaksınız. Çünkü mutlaka bir bedeli olacaktır. AKUT’ta da benim uyguladığım strateji hep bu oldu, yanımıza doğru ve güvenilir ahlaklı ve iyi niyetli insanları çekebilmek oldu. İşte o güven çok önemli, benim de bugün için AKUT’taki en büyük sorumluluğum ki bu bence liderlikteki en ileri aşama artık; bir liderin gerçek sorumluluğu onunla birlikte hareket eden insanların güven içerisinde çalışabilecekleri iklimi yaratmak ve korumaktır. Benim sorumluluğum AKUT’taki iklimi korumak. Kurum kültürünü, değerlerini zaten yıllar içinde hep beraber var ettik. Şimdi ben onun korunmasından sorumlu pozisyonda tutuyorum kendimi. Normalde AKUT içinde düzgün bir biçimde yürüyen hiçbir işe karışmam yürümeyen işlere karışırım. Ve bu işleri insanlar yapıyor. O yüzden doğru insanın bulunup doğru pozisyona yerleştirilerek takımın bir parçası olmasını sağlamak kısmı çok önemlidir. Ve benim AKUT’un başkanı olarak asıl sorumluluğum operasyonların başında en önde koşturup o operasyonu icra etmekten ziyade giderek büyüyen, bu dev organizmayı korumak ve geliştirmekti. O yüzden operasyonlardan çektim kendimi ve organizasyon kısmına geçtim
ki bu bana çok ağır geldi aslında çünkü ben hareketli bir insanım, operasyonda olmak benim asıl yapmak istediğimdi ama o gün bu kararı almak ve işin başında durmak zorundaydım. Ama iyi ki de yapmışım kişisel anlamda bana bir bedeli olmakla beraber AKUT’un her geçen yıl daha da sağlıklı biçimde bir arada kalmasına ve gelişmesine olanak sağladı. Aktivist: Yine okumalarımdan çıkarttığım dışardan çok iddialı, başarılı, yılmaz bir kişi olarak görünüyorsunuz, bu sizin egonuzu nasıl etkiliyor? Nasuh Mahruki: Ben çocukluğumda da böyle idim. Yani sonradan böyle olmadım, ben hep atak atılgan ve gözü kara bir çocuktum. Hayatım boyunca da öyle gitti o yüzden nasıl etkilediği konusunda ne diyeceğimi bilmiyorum gerçekten:)
Aktivist Anket İstanbul’un sokak lezzetleri arasında favoriniz hangisini? Pek çoğunu severim. Midyeleri kokoreçleri büfelerden yemekleri, kumpiri, bakın İzmir deseydiniz bu soruya hiç düşünmeden kumru diyebilirdim:) İstanbul buluşmalarınızda hangi semti tercih edersiniz? Etiler’de oturduğumuz ve merkeze ulaşımı da kolay olduğu için Etiler ama bunun dışında da Ortaköy Bebek gibi deniz kıyısı yerler de hayran olduğum yerlerdir. Anadolu yakası mı Avrupa yakası mı? Doğma büyüme bu tarafta olduğum için Avrupa yakası Biri size İstanbul’u gezdirecek olsa bu kim olsun isterdiniz? İlber Ortaylı Siz kime İstanbul’u gezdirmek isterdiniz? Yabancı misafirlerime, zaten gezdiriyorum da, merak eden herkese gezdirmek isterim. İstanbul’da asla değişmesin dediğiniz yer neresi? Boğaz ve Belgrad Orman’ı İstanbul’un en çok ihtiyacı olan şey Nüfusunun azalmasına
teşekkür
Şikayetlerimizi bildiriyoruz. İtiraflarımızı… Yer bildirimlerimizi… O gün nasıl giyindiğimizi… Karşılaştığımız komik durumları… Misafir sofralarımızı… Çocuğumuzun türlü türlü hallerini. Yorumlarımızı…
Peki ya teşekkür? Bundan sonra her sayımızda, hayatımızı kolaylaştıran, nezaketi, anlayışı, yardım severliği, misafirperverliği ve daha birçok başka “güzelliği” ile teşekkürü hak eden işletmelere buradan teşekkürlerimizi sunacağız. Teşekkürlerinizi bence@aktivistanbul.com adresine gönderin, yayınlayalım
İlk Teşekkür Barış Büfe, Etiler’e Yediğimiz öğle yemeği sonrası, telaştan masanın üzerinde unuttuğum defterimin yokluğunu fark ettiğimde Mecidiyeköy’de otobüs bekliyordum. Hemen Barış Büfe’nin telefonunu buldum. O defterin manevi değeri kadar, işimle ilgili olan önemini anlattım. Mümkünse, defterimi kargoyla adresime yollamalarını rica ettim. Yanımdaki arkadaşım, bu talebimin asla karşılanmayacağını düşünüyordu. Hatta benimle dalga bile geçti, “Heee, tabii, işleri güçleri yok, senin defterinle uğraşacaklar”. Yok dedim, beni anladılar. Nitekim, ertesi sabah 10.30’a doğru kapı çaldı. Kurye defterimi bana getirmişti. Bütün işiniz gücünüzün arasında, tüm yoğunluğunuza rağmen benimle ilgilendiğiniz için teşekkür ederim. Dünya gözümüze böylesi güzel görünüyorsa, o güzelliklerin çoğu sizin gibi insanlarla meydana geliyor. Teşekkürler Etiler Barış Büfe:) Serda - İstanbul
Barış Büfe 47
kişiel gelişim
beden dilinde
m ili ili.co Bilg ndabilg a d u f Fun ilgili@ ab fund
48
Şubat - Mart / 2014
özgüven işaretleri
Beden dili yorumlama yoluyla, karşımızdaki insanın kişisel özellikleri ile ilgili pek çok bilgiye sahip olabiliriz. Kişilerin ekonomik durumları, kültür ve eğitim düzeyleri, özgüven ve saygıları, ruh halleri, güvenilirlikleri, yapı özellikleri (yaklaşılabilir, sempatik, antipatik, soğuk, sıcak, mesafeli, sakin…), sofistikelik seviyeleri ve statüleri hakkında pek çok işaret barındırır beden dili. Jest ve mimikler yoluyla soru işaretlerine nokta koyabilmemiz mümkün!
Rahatlık ve özgüven kardeştir Peki, beden dilinde özgüven işaretleri nelerdir? Bedenimiz yüksek özgüvenimizi hangi yollarla ortaya koyar? En kolay gözlem yolu postürdür. Postür, kişinin göğüs açıklığını kullanma biçimidir. Üç farklı postür kullanırız beden dilinde. Açık, kapalı ve dengeli. Dengeli postür kullanımında, kişinin omuzları rahat, bacak açıklığı ve kullandığı alan da normal sınırlardadır. Kapalı postürde ise, omuzlar öne düşmüş, bacaklar birleşmiş, kullanılan alan ise daralmıştır.
Bacaklar... Bacak bacak üstüne atarken de özgüveni hissettirecek mesajlar verebilir insanlar. 4 şeklinde ya da Amerikan Stili dediğimiz bacak bacak atma şeklini tercih eden kişiler kendine güveni yüksek kişilerdir. Kullandıkları alanı genişletmişler, rahatça arkalarına yaslanarak postürlerini de geniş kullanır hale gelmişlerdir. Çekingen olan insanlar ise, ayaklarını bitiştirerek, sandalyenin altına doğru çekerek, omuzlarını öne doğru getirip kapalı postür kullanarak, çekingenliklerini dile getirirler. Oturduğunuz Yer… Otururken seçtiğimiz yer de anlamlıdır bu konuda. Dikkat ederseniz, insanlar bir ortama girdikleri zaman genellikle aynı koltuğu seçme eğilimindedirler. Kimisi baş köşeye kurulur, kimisi ise kapıya yakın yerleri tercih eder. Baş köşeye oturmayı tercih edenler iddialı kişiliklerini bu yolla farkına varmadan sergilemiş olurlar. Çekingen olanlar ise, kaçışı kolaylaştıran kapıya yakın koltukları seçerler.
Omuzlar…
Gözler...
Özgüvenin düşük olduğu kişilik ya da durumlarda, kişi kapalı postür kullanma eğilimindedir. Bu postürü kullanan kişilerin “hayır” deme güçleri çok düşüktür. Satışta “hayır” diyemeyen müşteri tipidir. Depresif, düşük özgüvenli ve çekingen bir görünümle iddiasız bir imaja bürünmemize yol açar. Açık beden duruşu ise, iddialı kişiliklerin kullandığı tipik postürdür. Göğüs olabildiğince geniş kullanılır. Omuzlar geriye atılmıştır. Bacaklar açılmış, kullanılan alan artmıştır. Baş geriye doğru atılmış, şah damarı ortaya çıkarılarak korkusuzluk vurgulanmıştır. Özgüven işareti olduğu gibi, aşırı kullanımda saldırganlık imajı da yaratabilir.
Gözler ve bakışlar dürüsttür, samimidir beden dilinde. Göz teması da bizi ele veren işaretler içerir. İkili iletişimde, gözünü kaçırmayan güçlü olandır. Grup iletişiminde ise en uzun süre bakılan kişi, lider özelliğini bu yolla fark ettirmiş olur.
Alan Kullanımı… Alan kullanımı da özgüveni yüksek kişiliklerin fark edildiği mecralardan biridir. Özgüveni yüksek kişilerin kullandığı alanlar da geniştir. Ayaktayken bacaklar daha geniş açılır. Oturulduğu zaman kullanılan alan fazladır. Kollar, koltuk kenarlarına atılarak, alan genişletme yoluna gidilir. Özgüven arttıkça, kullanılan alan da artar. Rahatlık ve özgüven kardeştir beden dilinde… Baş Parmak… İlginçtir ki; başparmak, özgüvenin kendini en fazla gösterdiği organlardandır. Kendine güvenen ve “ben buradayım” demek isteyen insanlar başparmaklarını sergileme eğilimindedirler. Örneğin elini cebine sokan insanlara dikkat ettiğinizde, çekingen olanların tüm parmakları cebine soktuğunu görürüz. Hatta diğer dört parmak dışarıda kalsa bile başparmaklar mutlaka cebin içindedir. Kendini rahatsız hisseden kişiler başparmaklarını gizleyerek bunu hissettirirler. Bir toplantıda sıkılan kişiler, başparmaklarını masanın altına saklama eğilimindedirler. Oysa özgüveni yüksek olanlar, ellerini cebine soktuklarında başparmaklarını dışarıda tutarlar. Diğer dört parmak cebe sokulsa dahi, başparmak dışarıda bırakılarak, özgüven karşı tarafa hissettirilir. Lider özellikli kişilerin başparmaklarını saklamadığı görülür.
Dokunmak... Karşınızdaki kişinin iletişim esnasında, kolunuzu mu omzunuzu mu tuttuğunuzun da bu konuda bir gösterge olduğunu biliyor muydunuz? İletişim esnasında özgüveni yüksek kişiler karşılarındaki kişiyi omuzlarından tutma eğilimindeyken, daha samimi ve karşısındaki kişiyi kendiyle eşdeğer gören kişiler dirseklerden dokunma eğilimi gösterirler. Duruş... Komutan duruşu da bedenin “benim özgüvenim çok yüksek!” deme yollarının başında gelir. Kişi ellerini arkada kavuşturur. Omuzlar geniş açılmış, bacaklar da açılarak alan kullanımı artmıştır. Elleri önde kavuşturup, bacaklar birleştirildiğinde bu çekingenlik ve saygı anlamları içerirken, komutan duruşu tavan yapmış özgüvenin dile gelişidir. Tokalaşmak... Tokalaşmalarından da anlayabiliriz özgüveni yüksek kişileri. Çekingen olanlar ölü balık dediğimiz parmak uçlarını kullanarak güçsüz bir şekilde tokalaşırken, liderler, güçlerini göstermek ister gibi sıkı bir şekilde kavrarlar karşılarındakinin elini. Karşı tarafın elini aşağı doğru eğmek de güç göstergelerinden biridir. Hissettiklerimizdir bedenimizi harekete geçiren. Ruh durumumuz bedenimizi yönlendirir. Ama unutulmamalıdır ki, sadece hissettiğimiz gibi davranmayız, davrandığımız gibi de hissederiz! Yüksek özgüven işaretlerini öğrenip jest ve mimiklerimize yansıtmak, daha özgüvenli hissetme yolunda rehberlik edebilir bize. İç huzuru ve özgüvenin bütünleştiği günler dilerim:) 49
r繹portaj 50
Nisan - May覺s / 2014
Aktivist: Korku nedir? Esin Nur Akyıldız: Korku, zarar görme ihtimaline karşı, kişiyi içine alan olumsuz duygu durum hallerinin toplamıdır. Korku duyan kişi, sağlıklı, bilinçli ve özgürce hareket edemez. Çünkü herhangi bir davranışta bulunurken aklında hep olumsuz düşünceler, kaygılar vardır. “Ya zarar görürsem, ya rezil olursam, ya kaybedersem, ya yapamazsam...” gibi sürekli olumsuz çağrışımlarla dolu, girdap haline gelmiş düşüncelere konsantre olur. Böylelikle de hareket edemeyen, olduğu yerde takılı kalan biri olur. Aktivist: Korkuya dönüşen psikolojik sorunlar ve hastalıklar nelerdir? Esin Nur Akyıldız: Korkuya dönüşen çok fazla psikolojik sorun ve hastalık pek tabii mevcut. Aslına bakacak olursanız her çeşit sağlıksız davranışın altında korku vardır. Geçmişte yaşanılan pek çok olumsuz duygu, düşünce, travma kişide tekrarlanabilme ihtimaline odaklanmasına, hareketsizleşmesine ve sadece düşüncede takılı kalarak, zihninde sorular ve cevaplar bulmasına neden olur. Bu çoğu zaman yanlış önyargıları doğurur. Geçmiş olumsuz deneyim ve tecrübeler, kişiyi korkuya düşürür ve hayatın yaşanamayacak bir hale gelmesine neden olur. Ölüm korkusu, panik atak, ilişki korkusu, uçak korkusu, kapalı alan korkusu, yükseklik korkusu, kaybetme korkusu gibi saydıkça bitiremeyeceğimiz korku çeşidi vardır. Hepsi, kişinin kontrol edemediği ve zarar gördüğü olaylar neticesinde oluşur. Nedeni geçmişte yaşanılan olaylardır fakat kişi sadece geçmişte yaşadığı olaylara konsantre olarak yaşadığı için korkularını sürekli taze tutar.
Aktivist: Peki, korkuyu tetikleyen rahatsızlıklar var mıdır? Esin Nur Akyıldız: Bu biraz, “tavuk mu yumurtadan yoksa yumurta mı tavuktan çıkmıştır?” sorusuna benzer. Korkuyla ortaya çıkan hastalıklar da vardır. Kişinin kendi kontrolünü kaybetmemesi adına kasıtlı olarak yaşadığı hata yapma korkusu ya da zarar görme korkusu gibi, altında yatan en temel nedenin, kişinin karşısındakilere yetersiz teslimiyet içinde olması ya da güvensiz olması olan korkular da var. Korkuyu tetikleyen çok fazla psikolojik sorun vardır. Hayat size, neye konsantre olursanız onu getirir. Korkulara konsantre olursanız, korkunuzu, güvene, cesarete konsantre olursanız, güven ve cesareti karşınıza çıkartır. Çünkü kişi neye odaklanmışsa, algıda seçicilik yaparak onu görmeye ve algılamaya başlar. Aktivist: Bazen, gündelik yaşamın içinde basit bir seçim yaparken biraz durup duraksamamıza neden olan bilinçaltı blokajlarımız olabiliyor. Özgüven eksikliği, geçmiş deneyimler, tembihler, yasaklar… Ve tabii korkular, kaygılar. Özellikle 21.yüzyıl, insan aklının hem itibar olarak zirvede olduğu hem de diğer yandan kontrolün asla bizde olmadığı bir çağ. İçinde bulunduğumuz dönemin insanlar üzerinde ne gibi etkiler bıraktığını düşünüyorsunuz? Esin Nur Akyıldız: Aslına bakacak olursanız, kontrol hiçbir zaman bizim elimizde değil. Robot muyuz ki biz duygularımızı bilgisayara koyduğumuz kodlar gibi, şu doğru, bu yanlış, bu lazım, bu değil, gibi sınırlarla belirleyebilelim. Bir insanın yoğun bakımda kaldığı sürece baktığınızda bile, beyin ölümüyle, kalp ölümü farklı zamanlarda olur. İkisi birbirinden farklı işler
Hayat size, neye konsantre olursanız onu getirir. Korkulara konsantre olursanız, korkunuzu, güvene, cesarete konsantre olursanız, güven ve cesareti karşınıza çıkartır aslında. Beyin, neyin doğru ve yanlış olduğunu çok net bilir. Ama kalp, eğer içinde çok fazla sevgi, tutku barındırıyorsa, çeşitli savunma düzeneklerini kullandırtarak, onu beynin kabul edebileceği bir hale getirir. Her şeyden önce, ne yaşarsak yaşayalım, insanın geçmişinden getirdiği olumlu olumsuz pek çok olay, anı vardır. Sadece yaşadığımız travmalara konsantre olarak yaşarsak bu hayatı, kaplumbağanın kabuğunun altına saklandığı gibi, olduğumuz yerde, hayatı yaşamadan saklanmaktan başka çaremiz olmaz. Onun yerine, eğer kişi kendine “Evet geçmişte pek çok olumsuz tecrübem oldu fakat üstesinden geldim, gene olumsuz bir şey olursa gene baş edebilecek güçteyim. Üstesinden gelirim.” diyebilirse, yani her şeyden önce kendine güvenirse, korkularını alt etmiş olur. Çünkü güven ve cesaret, korkunun panzehridir. Güvenmek lazım hayata, getirdiklerine ve onlarla nasıl da oynayıp, baş edebilecek güçte olduğumuza...
Aktivist: Sizce cesaret nedir? Esin Nur Akyıldız: İki çeşit cesaret vardır. Biri akıllı cesareti, yani kişinin bilinci ve öğrenimi, tecrübesiyle neyi yapıp, yapamayacağını bilmesi ve bu doğrultuda hareket edecek güce, güvene sahip olmasıdır.
51
Diğeri ise cahil cesaretidir. Kişinin herhangi bir bilince sahip olmadan “Nasıl olsa hallederim, bir şey olmaz” diyerek hareket ettiği durumdur. Cesaret, her kimseniz, onu ortaya koymanın en kıymetli yoludur. Eğer yoksa, kimsenin sizi gerçek anlamda tanıma şansı da yok demektir. Cesaret öyle bir şeydir ki, dünyanın en yakışıklı, en yaratıcı, en akıllı, en güzel insanı da olsanız eğer onu ortaya koyacak cesaretiniz, gücünüz, güveniniz yoksa hiçbir işe yaramaz. Hayat, kişinin “baş edebilme gücüyle” doğru orantılı ilerlemektedir. Neyle karşılaşırsa karşılaşsın, baş edebileceğine olan güveniyle.. Aktivist: Bizler kocaman kocaman küçük çocuklar gibiyiz. Türkiye toplumunun, adet, alışkanlık ve tanımlamalarından fırsat bulup, kendi varoluşumuzu ortaya koymakta zorlanıyoruz. Toplumun yarattığı korku, kaygı ve çekincelerimizi nasıl dönüştürebiliriz? Esin Nur Akyıldız: Hiçbirimiz doğduğumuz ülkeyi, dini, aileyi, memleketi, zamanı seçecek lüksle gelmiyoruz dünyaya. Ama bize dayatılan doğru ve yanlışlar ya da kurallarla değil de, bize iyi gelen, akıl ve mantığımızla denk düşen kurallarla yaşayabilme şansımız var. Bunu dönüştürebilmenin en temel yolu aslında seçim yapmaktan geçiyor. Size ne iyi geliyorsa ya da mantıklı geliyorsa, o doğrunun altını doldurabilmek... Dünyayainmiş tüm dinlerde bile birbirinden farklı doğru ve yanlışlar var. Doğru ve yanlış, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiyorsa ve siz güdülmek istemiyorsanız, kendi kendinizin lideri olmayı seçin ve önce kendi aklınız ve mantığınızla kendinizi yönetin. Unutmayın, her birimizin bu hayatta yaşayacak 52
Nisan - Mayıs / 2014
Freudyen bir terapist olarak, hemen Freud’dan bir alıntı yaparak özetleyebilirim. Freud diyor ki “Güç ve güveni hep dışarda aradım. Onlar benim içimde olan şeylerdir ve hep orada kalacaklar.” bir tane ömrü var. Sadece başkaları için doğru ya da yanlış diye, bu hayatı istediğimiz gibi yaşayamama gibi bir durumumuz söz konusu olamaz. Çekingenlik, korku ya da kaygı, bunların hepsini dönüştürebilmenin en temel yolu, başkalarından önce kendinize olan güveninizle mümkündür. Aktivist: Ülkemizde “kendin olmak” bile büyük cesaret gerektiriyor. Baskı altında olmak kişiyi nasıl etkiliyor? Ne gibi sorunlara yol açıyor? Esin Nur Akyıldız: Baskı altında olmak, kişinin kendi değil bir başkası olması anlamına geliyor. Düşünebiliyor musunuz, sizin ne düşündüğünüz, ne yaptığınız önemli değil. Siz değerli değilsiniz, kurallar ve uyum değerli.
O zaman kişi nasıl kendini gerçekleştirebilir ki? Başkaları gibi olabilmek çok kolay bir şeydir. Sürü psikolojisidir ve herkesin içinde zaten sorumluluk almadan sıyrılırsınız. Önemli olan ne kadar kendiniz olabiliyorsunuz? Kimse size onay vermese de, desteklemese de? Ne kadar kendinize inanıyorsunuz ve ne istediğinizi ne kadar çok net biliyorsunuz? Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u, herkesin “Padişahım bu imkansızdır.” demesine karşın kendine, yaratıcılığına ve istediğine olan inancıyla fethedebilmiştir. “Ayın zifir karanlığının olduğu bir vakit, gemileri yüzdüremiyorsam, karanlıkta adamlarımla yürütürüm.” demiştir. Ve hala Fatih Sultan Mehmet’tir kendisi. O, kendine güvenen, ne istediğini bilen ve herkesten önce kendine inanan biridir. Dolayısıyla toplumun oluşturduğu kafes ya da sınırlardan kurtulmanın en temel yolu, aslında önce kimseniz onu çok net bilmeniz ve o inançla hareket edebilmenizden geçmektedir. Aktivist: İnsanların pek çoğu, kendi olumsuz deneyimini yaşamın bir gerçeği gibi karşısındaki üzerinde bir ikna unsuru olarak kullanabiliyor. Bazen başkalarının deneyimlerini, kendi yaşamımız gibi algılayıp; hayati kararlarımızı etkilemesine izin verebiliyoruz. Bunun sonucu elbette, yeni kararlar alma konusunda kendimize ve tabii ki hayata olan inancımızı örselenebiliyor. Başarı, başarısızlık, yanlış kararlar, doğru kararlar. Korkularımız ve kaygılarımızın, karar mekanizmamız üzerinde ne gibi etkileri oluyor? Kararlarımızı etkileyen korkularımızı nasıl yönetebiliriz? Esin Nur Akyıldız: Başkalarının deneyim ve tecrübeleri... Siz iki
elinizi yan yana koyduğunuzda bile bir sürü farklılıklar görebilirsiniz. İnsanların tecrübelerini ve çıkarımlarını birbirine benzetmek kadar adaletsiz bir şey olamaz. Tabii ki pek çok olayın istenildiğinde benzer pek çok yönü bulunabilir. Fakat mesele şu, siz ne kadar o kişiyle aynı özelliklere sahipsiniz? Ya da karşınızdaki ne kadar aynı? Korku ya da kaygı, bütün hepsini kendi lehimize çevirebilmemizin en temel yolu, önce kendi aklımıza, tecrübelerimize ve öngörülerimize güvenerek hayatı yaşamak olmalıdır. Tabii ki nasihatler ve tecrübelerin bu hayattaki rolü çok büyüktür. Fakat unutulmamalıdır ki her nesil, her tecrübe, her geçen yüzyılla birlikte, bir takım şeylere verilen değerler, daha başka değerlerle yer değiştirmektedir. Dolayısıyla düşünmek lazım, size göre öncelikli ve değerli olan şey, nasihatini aldığınızı kişi için de aynı değer ve öneme sahip mi? Bazısının önceliği aşktır, bazısının önceliği gelecek güvencesidir, bazısının önceliği işidir, bazısınınki sağlığıdır... Dolayısıyla nasihatler alsanız da, sizin ve önceliklerinizin, kişiliğinizin farklı olduğunu hatırlarsanız zaten gereken cevabı verirsiniz. Yeter ki kendinize güvenin. Aktivist: Korkudan kaçmanın en kolay yollarından biri de sanırım, başkalarının öneri ve tembihlerine kendini bırakabilmek. Burada, ebeveyn, eş ya da herhangi bir otorite baskısı da etkili olabiliyor. Cesur olmak çok mu zor? Esin Nur Akyıldız: Cesur olmak istiyorsanız, öncelikli olarak başkalarının düşüncelerine, aklına, zikrine, tecrübesine, deneyimine değil, kendinize güveneceksiniz. Freudyen bir terapist olarak, hemen Freud’dan bir alıntı yaparak özetleyebilirim. Freud diyor ki “Güç ve güveni hep dışarda aradım. Onlar benim içimde olan şeylerdir ve
hep orada kalacaklar.” Önce kendinize güvenin. Bu dünyaya yalnız geliyoruz. Merak etmeyin kendi aklınızla da baş edersiniz bu hayatta pek çok şeyle. İnsanoğlunun ruhunda savaşmak ve mücadele etmek vardır. Güvenin kendinize ve hayata istediğiniz gibi bırakın kendinizi. En kötü düşer, tekrar kalkarsınız. Ama sadece düşme korkusundan dolayı bu hayattan yaşamadan geçilemez. Bu da benim tavsiyem olsun. Aktivist: Gelecekte özgür bireyler yetiştirebilmek için anne babalara düşen görevler nelerdir? Esin Nur Akyıldız: Gelecekte özgür bireyler yetiştirebilmenin en temel yolu, çocuğa olabildiğince sevgi vermektir. Hiçbir anne ve baba mükemmel değildir. Fakat her ne kadar ebeveyn olarak hata yapmasınız da bir ‘ama’ bağlacı sizi kurtarır. AMA BENİ SEVER, HEM DE ÇOK SEVER... Özgür bir çocuk yetiştirebilmenin en temel yolu, çocuğa sevgiyi vermek ve aynı zamanda düştüğünde “Gel seni kaldırayım bir tanem.” demek yerine, nasıl ayağa kalkabileceğini öğretmekten geçer. Ya da “Kendin de kalkabilirsin, kendine güven.” demekten geçer. Yani ben, annen ve baban olarak çok güçlüyüm, her şart ve koşulda ayağa kalkarım ama sen de en az benim kadar güçlüsün diyebilmekten geçer. Çünkü o zaman çocuk size bağımlı olmaz, güvenir. Kendine de güvenir. Unutmayın ki, gerçek bir öğretmen bir gün hayatta olmayacağını bilerek, model olabilendir. Bazen sadece model olarak da öğretirsiniz özgürlüğü, güç ve güveni.
Darwin değişimle ilgili çok güzel bir laf etmiştir, “Bir insanı güçlü yapan şey, ne geldiği ırk, ne de cinsiyetidir. Onu güçlü yapan şey değişime karşı gösterdiği adaptasyondur.” korkular ve ölüm korkusu... Hepsinin temelinde var olan korku, değişim korkusudur. Darwin değişimle ilgili çok güzel bir laf etmiştir, “Bir insanı güçlü yapan şey, ne geldiği ırk, ne de cinsiyetidir. Onu güçlü yapan şey değişime karşı gösterdiği adaptasyondur.” Aktivist: Korkuların hastalığa dönüştüğü durumlarda, ne gibi teşhis ve tedavi yöntemleri kullanılıyor? Esin Nur Akyıldız: Korkuların hastalığa dönüştüğü noktada EnaTherapia olarak tedavi sistemimizde kullandığımız pek çok tedavi yöntemi var. Biz yaratıcılığı ön planda olan, klasik psikoterapi süreçlerinin dışında, kişinin yaşadığı problemi ufacık hale getirerek, eğlenceli şekilde tedavi yapan bir merkeziz. Nasıl ki her insanın yoğurdu yeme biçimi farklıdır, biz de bize gelen her insana farklı yöntemlerimizle neye ihtiyacı varsa, o doğrultuda yardımcı oluyoruz. Bu bazen sanat terapisi olur, bazen psikodrama, tiyatral terapi, bazen bilinçaltı çalışması, bazen de sadece konuşmak. Bu durum özetle kişiden kişiye değişmektedir.
Aktivist: Başka toplumlara nazaran, Türkiye’de daha çok rastlanılan korkular nelerdir? Esin Nur Akyıldız: Bizim toplumuzda en çok rastlanan korku yalnızlık korkusu, cinsel 53
kişiel gelişim
Pozitif Cesaret
oğu ikol z s P a om Par n Ayva andex.c a y Hak .ayvaz@ n haka
Aktivist’in bu sayısının teması belli olduğunda yazımın içeriği oluşmuştu kafamda. İş hayatında özgüven, özgüveni gelişmiş bir girişimci modeli, cesaretin iş hayatımızdaki önemi gibi konularda anlatacak çok şeyim vardı size. Yazımı teslim etmem için belirlenmiş olan tarihe daha zaman vardı. Ortamı ve piyasayı da tema penceresinden biraz izlemeye karar verdim. İçerisinde bulunduğumuz sıra dışı dönem, her gün karşılaştığımız hayret verici haberler fikrimi biraz değiştirdi ve gündemimi
54
Nisan - Mayıs / 2014
“Cesaret özgüvenden doğar. Çünkü sisteme güvenen, inanç sahibi ve sevgi alışverişini gerçekleştirebilenler özgüven sahibi olabilir. Özgüven sonucunda kişi yaşamında evrene paralel bir cesaret geliştirir. Burada karşılaştığımız cesaret daima önünde saygı ile eğilebileceğimiz bir cesaret olacaktır. Vahşi olmayacaktır.”
iki önemli kavrama yönlendirdi. “Dengeli özgüven” ve “pozitif cesaret”. Bu iki kavramın aslında ne kadar önemli olduğunu anlamamızı sağlayan çok çarpıcı gelişmeler yaşadık. Olaylara girmek, hatırlatmak istemiyorum. Sadece, bu olayların temamız olan özgüven ve cesaret kavramları üzerindeki etkilerini analiz etmek niyetim. Yaşamımızda farklı alanlarda hareket ediyoruz. Bu alanlardaki hareket tarzımızı yaşamda durmak istediğimiz yere
ve hedeflere göre şekillendiriyoruz. Ancak bazı unsurlar var ki, yaşam alanlarımızın tamamında ortak olması gerekiyor. Özgüven gibi. İş yaşamımızda özgüven sahibi olup özel hayatımızda bunu geliştirememiş olmak inandırıcı değil. İş yaşamındakinin de sahte olduğunu kanıtlayan bir durum. Demek ki özgüven, yaşamımızın temel unsurlarından biri. Başarılı ve dengeli bir yaşam için olmazsa olmaz bir unsur. Burada nasıl özgüven sahibi olabiliriz gibi bir sorunun yanıtlarını sunarak ahkam
kesmek istemiyorum. Bu konunun uzmanları tarafından irdelenmesi gerek. Ancak şunu söylemeden edemeyeceğim; dengeli bir özgüven ancak ve ancak özsaygı ve sisteme olan tartışmasız güven ile gerçekleşebilir. Buradaki sistem, doğumdan ölüme kadar içerisinde salındığımz ve mükemmel çalıştığına inandığım evrensel sistem. Peki, cesurlar mı özgüven sahibidir, özgüven sahibi olanlar mı cesurdur? Yani özgüven mi cesaretten doğar, cesaret mi özgüvenden? Bir soru daha soracağım; içinde özsaygı barındıran özgüven ile hareket eden biri başkalarına zarar verebilir mi? Yok sayabilir mi, ezip geçebilir mi, vicdansız olabilir mi?
Korku Soruların cevaplarına geçmeden önce, yaşamımızı kontrol altına alma tehlikesi ile daima yüz yüze kaldığımız son derece kuvvetli bir duygudan söz etmek gerekiyor. “Korku” Korku, hepimizin kolaylıkla etkisi altına girebileceğimiz son derece etkin bir duygu. Öyle kabadayılık falan sökmüyor bu duyguya. Bir bastırdı mı çabucak sarıyor benliği ve ele geçiriyor tüm hareket merkezlerini. Kaslarımız, düşünce sistemimiz ve dolayısı ile sözlerimiz işgal altına giriyor. Artık alt yapıda egemen olan duygu korku oluyor. Peki, çıktısı davranış şekli neye benziyor biliyor musunuz? Cesaret görüntüsü veriyor. Ve özgüven sahibi gibi gösteriyor kendini. Burada cesaretten özgüven doğmuş oluyor tabi ki. Ancak, karşımızda gördüğümüz son derece negatif cesaret ve devamlılığı tartışılır bir özgüvenden ibaret. Etrafına zarar verme potansiyeli yüksek, karşısına çıkan her engeli ezmeye çalışan, yanındaki ve karşısındakileri yok sayan, vicdansız. Korkunç değil mi? Peki bütün bu korkunç manzaraya sebep olan o arka plandaki “korku” nun sebebi ne
olabilir? Elbette ki sisteme olan güvensizlik. Sisteme olan güvensizlik kişinin içindeki sevgi havuzunu kurutur. Bunu unutmamak gerek. Haznesinden sevgi sunamayan birinin sisteme güven besleyebilmesi imkânsızdır. Çünkü inanç sistemi çalışmaz. Son derece önemli unsurlar bunlar. Yaşamımızda kendi benliğimizde mutlaka geliştirmemiz gereken, kazanmamız gereken duygu ve inançlardır bunlar.
kiyor. Ve kaybedecek çok şeyimizin olduğunu sanıyor olmamız, bu sınamalarda pes etmemize sebep olabiliyor. Bu çok normal. Ancak, sisteme güven unsurunun hakim olduğu ortam ve ailelerde büyüyen çocukların mükemmele yaklaşma şansının çok yüksek olduğu gerçeğini müjdelemek istiyorum. Demek ki çocuklarımız için yapabileceğimiz bir şeyler var. Hem de epeyce.
Dengeli Özgüven ve Pozitif Cesaret
Peki biz ne olacağız? Biz de mükemmeli değil ama belirli seviyeleri hedefleyeceğiz yaşamımızda. Mümkün olduğunca sisteme olan inancımızı ve güvenimizi artırmaya çalışacağız. Bu konuda egzersizler yapacağız yaşamımızda. Önemli olanın “pozitif cesaret” sergilemek olduğunu unutmayacağız. Cesaret sahibi olmak için ne seviyede olursa olsun dengeli özgüven sahibi olmamız gerektiğini unutmayacağız. Böylece korkudan çıkan vahşi cesaret gösterisi yapmayacağız. Ya da hep kullandığımız cahil cesareti görüntüsü içerisinde olmayacağız. İçimizdeki sevgi havuzunu kurutmayacağız. Yanımızdaki ve karşımızdaki insanlara zarar vermeden, yok saymadan, ezmeden pozitif cesaret sergileyeceğiz. Vicdanı huzurlu mutluluğu yakalayacağız bu sayede. Zaten hedef bu değil mi?
Sorularımın cevaplarını verdim diye düşünüyorum ama bir toparlayıp “dengeli özgüven” ve “pozitif cesaret” kavramlarımıza dönelim. Cesaret özgüvenden doğar. Çünkü sisteme güvenen, inanç sahibi ve sevgi alışverişini gerçekleştirebilenler özgüven sahibi olabilir. Özgüven sonucunda kişi yaşamında evrene paralel bir cesaret geliştirir. Burada karşılaştığımız cesaret daima önünde saygı ile eğilebileceğimiz bir cesaret olacaktır. Vahşi olmayacaktır. “Dengeli özgüven” yaşam yolculuğumuzun en önemli yapı taşlarındadır. Hayat sahnesinde yerini ve rolünü belirlemiş ve sistemin mükemmelliğine inanmış, güvenen bir bireyin yolculuğuna “dengeli özgüven” sahibi bir birey olarak devam ettiğini söyleyebiliriz. Şimdi söyleyeceklerim pek hoşunuza gitmeyebilir. Mükemmel bir “dengeli özgüven” den söz edebilmemiz pek mümkün değil. Hatta yaşamın ilerleyen aşamalarında bu özgüveni geliştirebilmenin de çok zor olduğunu belirtmek istiyorum. Ancak, mükemmele yaklaşan örneklerden söz edebiliriz. Hatta her bireyin bu şansa sahip olduğunu düşünüyorum. Ancak, sisteme olan güvenin sonradan kazanılması çok zor oluyor maalesef. Zorlayıcı sınamalardan geçmek gere-
Son söz olarak sizi biraz düşündürmek istiyorum. Cevabı sizde saklı sorularımla. Yaşamınıza şöyle bir baktığınızda cesur olup kazançlı çıktığınız bir olay hatırlıyor musunuz? Nasıldı? Bundan zarar görenler oldu mu? Ya da cesur olmadığınız için kazançlı çıktığınız bir olay hatırlıyor musunuz? Bugünden baktığınızda gerçekten cesur değil miydiniz? Yoksa cesur görünmemek mi gerçek cesaretti? Kendinize ayırdığınız meditatif bir anınızda bu soruları düşünün derim. Sergilediğiniz pozitif cesaretle saygı gördüğünüz günler diliyorum sizlere.
55
kavga etme sanatı kişisel gelişim
alaz in P m E m tafa il.co Mus p@gma te mus
“şirketlerde proje yöneticilerini, hatta yönetim kurulunu bile kavga ettirerek, tartıştırarak stratejiler kurulmasını sağlıyoruz. Böylece kavga dediğimiz davranışı, tartışmaları düşündüğümüzden öteye, fayda sağlayan bir yapıya taşıyoruz. Tabii bu düşünceler, kavga etmeyi kazlardan öğrenen birine ait!”
“Kedi köpek gibi didişiyorum!” Sizin ağzınızdan veya çevrenizden bu cümle sarf ediliyor mu? Yani kavga etmekten gına gelen kişiler mi var? Peki ya neden kavga ediyoruz? Peki ya nasıl kavga etmeliyiz? Aslında kavganın bir iletişim şekli olduğundan bahsetsem nasıl olurdu? Geçtiğimiz ay ODTÜ’deki gençler benden iletişim üzerine bir seminer rica ettiler. Ben de herkesin konuşamayacağı bir alan oluşturarak kavgaları seçtim ve “kavga etmek sanattır” başlığında bir sohbet yürüttüm. Tabii orada gençler arası ilişkilerde kavgalar, ebeveynleriyle tartışmalar ve özellikle sevgili uyumsuzluklarını konuştuk. Oysa şirketlerde proje yöneticilerini, hatta yönetim kurulunu bile kavga ettirerek, tartıştırarak stratejiler kurulmasını sağlıyoruz. Böylece kavga dediğimiz davranışı, tartışmaları düşündüğümüzden öteye, fayda sağlayan bir yapıya taşıyoruz. Tabii bu düşünceler, kavga etmeyi kazlardan öğrenen birine ait! Babamın işyerinin bahçesinde bir sürü hayvan, ufak bir de kaz sürüsü vardı. Sık sık kovalarlardı beni. Bir gün merak ettim ve yine kovalandığım bir vakit durmayı denedim. Ben durunca kazlar da durdu. Sonra kazların üzerine doğru bir adım attım, geri çekildiler. Ben daha çok yürüdükçe, onlar kaçmaya başladı. Demek ki kavgada kaçmak çözüm değil! Başka bir gün ise küçücük bir kaz yavru56
Nisan - Mayıs / 2014
“Kılıç kınındayken kazanılan zafer, zaferdir!”
Sun Tzu
sunu köşeye sıkıştırmıştım ve yakalayarak sevmek, henüz yumuşak olan tüylerini okşamak istiyordum. Ama ben onu tam elimle yakalayacağım vakit, tüm kaz sürüsü üzerime saldırdı. İnanılmaz bir anaçlık ile yavruyu savundular. Demek ki kavga ortamlarının bazı sınırları var, dikkat edilmesi şart! Baskın basanın olmayabiliyor… Bu noktada bir TV kanalında yayınlanan Game Of Thrones (Taht Oyunları) isimli diziden güzel bir replik paylaşmak istiyorum. Endamlı koca Lennister Hanedanı’ndaki tek cüce aile üyesi, nam-ı diğer Küçük Şeytan, Yarım Adam… Silah kullanamıyor, ata iyi binemiyor, güçlü ve yakışıklı değil. Geriye tek kozu kalıyor; zeka! O da okuyor… Okuyabildiği kadar kitap okuyarak, düşünerek iyi bir konuma zekasıyla gelmeyi başarıyor. Öneri istiyorsanız not alın. Japonya’nın gelmiş geçmiş en iyi generali kabul edilen Toyotomi Hideyoshi’nin hayatını anlatan kitap; Kılıçsız Samuray. General Hideyoshi, kılıç kullanamıyordu. Tıknazdı,
kamburdu, zaten toplumun en alt tabakasından birisiydi. Yani yokluklar içindeydi. Biraz fırsat ve biraz zeka kullanarak adım adım yükseldi ve aşırı katı kast sisteminden sıyrılmayı başararak, Japonya’nın en karmaşık olduğu dönemde en üst rütbeye tırmandı. Hazır Uzakdoğu’dayken, kavga diyoruz, generallerden bahsettik. 5000 yıllık bir kitaptan bahsetmeden olmaz. Savaş Sanatı, Çinli filozof Sun Tzu’nun eşsiz kitabı. En sık tekrar eden cümlelerinden birisi “Kılıç kınındayken kazanılan zafer, zaferdir!” Yani daha çatışma başlamadan kazanabiliyor musunuz, ondan bahsedin! Bu da biraz hazırlık ve bazı kurallara uyarak mümkün, değineceğiz şimdi! Bunları değerlendirirken, çıtamızı bir tık daha yükseltelim mi? Sadece sizin değil, karşınızdakinin de kazandığı ve aranızdaki iletişimin güçlendiği bir kavgaya ne dersiniz? Öncelikli kural; kavganızın sebebi ne? Fark ettiyseniz, genelde sebepler ilk çıkış konularından çok daha farklı konulara doğru seker gider. Bunun iki sebebi vardır; birincisi kişi doludur, fırsatını bulmuşken içindeki her şeyi kusmaya çalışır; diğer sebep ise, aslında bambaşka bir derdin ifade edilmesi çabasıdır, derinlerde başka, daha büyük bir sorun vardır. Onu keşfetmeye yönelik sorular sorabilir ve bu süreç boyunca konunuza sadık kalabilirsiniz.
“Peki ne amaçla kavga ediyorsunuz? Karşı tarafı bastırmak mı, haklı çıkmak mı yoksa birbirinizi yücelterek ilişkinizi geliştirmek mi?” Daha yüksek amacı olan eylemler, zaferi garantiler. O sebeple barışçıl bir sonuç için, birbirinizi yücelten tartışmaları öneriyorum. Hem zaten kim ezdiği birisiyle yan yana olmak ister ki? Karşınızdakini bastırmaya yönelik bir güdünüzü keşfettiğiniz an, bunu kontrol etmelisiniz! Sen dili - Ben dili… Biliyor musunuz, bir kavgada, birçok ile-
tişim yoluyla çözülemeyecek derin bir sıkıntıyı çözmek istiyorsanız, saygıya ihtiyacınız var. Hem kendinize, kendi ihtiyaç ve beklentilerinize hem de karşınızdaki kişiye, ihtiyaç ve beklentilerine saygı duymalısınız! Bu saygı harcı, size kazançlı bir kavga atmosferi sağlayacak! Ayrıca yine saygı ve beraberinde getireceği diğer duygular sayesinde konunuza ve amacınıza sadık kalabileceksiniz, sapmayacaksınız! Kullandığınız dil yapısı bile değişecektir! Belki biliyorsunuz, yine de üstünden geçelim: sen dili-ben dili. Basit bir soru sorayım. Yaşadığınız bir tartışma sırasında en çok hangisini kullanıyorsunuz? “Beni anlamıyorsun, yanlış anladın, anlamıyorsun…” gibi bir cümle mi, “Anlatamadım, yanlış ifade ettim, tekrar anlatıyorum…” gibi bir cümle mi? “Anlamıyorsun” gibi karşı taraf odağında bir cümle yerine, çözümün sorumluluğunu alarak “Anlatamadım” demek bile çok büyük bir adım getirir. Aklınızda bulunsun; eğer karşınızdaki anlamıyorsa, belki asıl siz yeterince iyi özümsemediniz! Aynı şekilde herhangi bir sıkıntı için karşı tarafı suçlamak yerine, kendi bakış açınızı dile getirmeyi deneyebilirsiniz! Bir tasarım ajansından gelen işte, yollanan tasarımı hiç beğenmemiştim. Bunun için “Bunları ancak taslak olarak kabul edebilirim” demiştim. O da bana hak verdi, böylece ona gizlice bir şans daha verdiğimi gördü. “Beğenmedim, bunlar ne!” demek yerine… Aynı ajansın yöneticisinden umudumu bir süre sonra kestim, çalışmayı durdurma kararı aldım ve kendisiyle tartışırken “Başka bir kurumu temsil etseydim bu çalışmalarınızdan faydalanabilirdim. Ama şimdilik çalışmayacağız” dedim. Dinlemeye kapalı birisiydi ve agresifti, tartışmamız, ortak arkadaşlarımız üzerinde olumsuzluk yaratabilirdi. Netice proje fesih oldu, ama sözlerimi böyle ifade edince gereksiz kavga yerine, teşekkür alarak kapattık dosyayı. Fark ettiyseniz ufak bir stratejik dil kullandım. Karşımdaki kişi ikinci şansı da değerlendiremedi belki; ama başka birçok kişi ona sağladığım ikinci şans ile süper sonuçlar çıkarabilmişti. “Benim stratejiyle işim olmaz” diyen tüm tanıdıklarımda ise sonuç aynı: Dürüstlük
ve şeffaflık niyetiyle patavatsız, ölçüsüz, kırıcı ve işlevsiz sonuçlar… Stratejinin sakıncası yok, içten pazarlıklı olmadan da stratejik bir dil kullanılabilir ve fayda sağlanabilir, aklınızda olsun! Strateji demişken, saygıyı unutmayın lütfen! Saygı ve stratejinin yan yana olduğu yerlerde, yalana yer yoktur! Size yalan söylenmesini istemiyorsanız, özellikle de bir sorunun çözümü için konuşurken, tartışırken yalan söylenmesini istemiyorsanız, siz de yalandan uzak durmalısınız! Ve bunu son birkaç yıldır en ufak bir yalan söylemeyen birisi olarak söylüyorum! Bu tartışmadan neyle çıkmak istiyorsunuz? Varmayı düşündüğünüz sonuç sizi memnun edecek mi? Peki ya karşı tarafı memnun edecek mi? Karşılıklı bir şekilde kazanım gerçekleşecek mi? Etkili bir kavga arıyorsanız, işe yarayan bir tartışma istiyorsanız, iki tarafın da memnun olmasını sağlamalısınız. Sun Tzu’nun sözünü hatırlayın, kılıçlar çıkmadan (kalpler kırılmadan, utanılacak durumlar yaşanmadan) ancak o şekilde kazanabilirsiniz. Pekâlâ, saygı çerçevesinde, bazı amaçlar için, alttaki konuyu da keşfedebildiniz ve konunuza sadık kalarak tartışıyorsunuz, ama ya ne olacak? Toparlamalısınız! Saatler süren tartışmalar çok yorucu olduğu gibi anlamsız bitebiliyor. Ama toparlarsanız, sonuca gelebilirsiniz, en azından karşı tarafı da sonuçlandırma sürecine davet edebilirsiniz. Zihninizden kısa bir kontrol yapmalı. Konu neydi, sıkıntı ifade edildi mi, tatminkar bir cevap çıktı mı, iki taraf da kendini daha iyi hissediyor mu? O halde toparladığınız süreçte de mutabıksanız, noktayı koyma vakti. Tartışın, gerekirse bağrış çığrış kavga edin! Belli çizgiler sayesinde, bu kavgalardan kazançlı çıkabilirsiniz. Burada bazı teknikleri özetle aktarmaya çalıştım. Birçok aile şirketinde, birçok profesyonel kurumda milyonlarca dolarlık faydayı, bu çizgiler dâhilindeki kavgalarla sağladık. Kaç evlilik kurtuldu, saymıyorum bile. Eşinizle, ortağınızla, yakınınızla, tedarikçinizle, kısacası iletişim kurduğunuz kişiyle siz de sanat tadında kavga ederek süreçleri, aklınızdakileri ve sonuçları benimle paylaşırsanız çok mutlu olurum. 57
önyargı yıkımının isimsiz
güncel
gönüllüleri:
yar f Ba
Eli
cesur Kadınlar
Bu yazı cesur kadınlar için yazıldı. Çünkü o kadınlar, kadınlıktan önce insan olduklarını bilen kadınlar. Hemcinsleri çocukken evlendirilse de, tecavüze uğrasa tecavüze uğradığı için öldürülse de, fiziksel ya da psikolojik şiddet görse de direnen kadınlar. Erkeğin gölgesinde, erkeğin korkusuyla yetişen; yine de ölmekten, birey olmaktan, okumaktan, konuşmaktan ve en önemlisi yaşamaktan korkmayan kadınlar. Bir sabah 58
Şubat - Mart / 2014
çocukken, bir gecede kadın olan, ekonomik gücü olmadan boşanma kararı alabilen, o kararı alana kadar uğradığı şiddeti göğüsleyebilen, evladını kaybeden ve katillerini hiç bulamayan, yıllarca evlatlarının akıbetini öğrenmeye çalışan, en yakını tarafından öldürülen kadınlar. Onlar sadece kadın olarak değil insan olarak hepimizin onurudur ve onlarla birlikte solan sadece insanlığımızdır.
Bu yazı onları anlatmayacak. Onlar haklarında her gün yazılan kadınlar, onlar devletin bile koruyamadığı kadınlar, onlar ölen kadınlar. Bu yazının konusu bu kadınlar kadar büyük kahramanlar değil, küçük farklarla hayatı yaşanılır kılanlar. Günlük hayatın, eziyet eden yoran değil gülümseten kadınları.
“Kadınlık, insanlık tarihinde çok aşağılandı ancak hiçbir zaman araç park ederken aşağılandığı kadar değil.” Kadın erkek arasında, hangi cinsiyetin daha iyi olduğuna dair süregelen bir tartışma var. Herkesin malumu. Çok uzun zamandır devam eden bu tartışmaya cevap arayan cinsiyet meraklısı kadınlar ve erkekler, tartışmayı Âdem ve Havva’dan bugüne taşıyadursun, günümüz kadınları önyargıların ötesine geçmek için büyük çaba harcıyor. Bilerek ya da bilmeyerek önyargıların ötesine geçmeye çalışmalarını çok da basit bir çaba gibi görmemek lazım. Ne de olsa kadındır yapamaz, kadın dediğin çocuklarına bakar, elindeki o hiç bitmeyen hamurla erkek işine karışamaz, araba kullanamaz kullansa da park edemez, evde tamir işi yapamaz, bilim insanı olamaz olsa bile tarihi değiştiren icatlar ve buluşlar hep erkekler tarafından yapılmıştır, siyasi lider olamaz... Belki gerçekten öyledir, belki de erkek bireylerin işe yaradıkları alanda rakip istememeleri için oluşan bir algıdır bu durum. Sebebi ne olursa olsun, sonuca direnen pek çok kadın var. Siz hiç iki araba arasına park etmeye çalışan bir kadına, bütün yargılarınızı bir kenara bırakıp, baktınız mı? Yüzüne, gözlerine… O yüzdeki azmi, çabayı ve kararlılığı gördünüz mü? Öğrenme sürecinde baba ya da koca ile başlayan araba kullanma travması, trafiğe çıktığında bir kadın için en üst seviyeye çıkar. Ne de olsa kadınsınızdır ve ağzınızla kuş tutarken, yokuşta arabayı kaçırmadan kaldırsanız bile bitmez eleştiriler. Hele de o park etme işi! Kadınlık, insanlık tarihinde çok aşağılandı ancak hiçbir zaman araç park ederken aşağılandığı kadar değil. Yine de, beceremese bile denemekten vazgeçmeyen kadınlar var. İşte bir gün kalabalık bir yolda, bir sokak arasında, bir alışveriş merkezinin hınca hınç dolu otoparkında arabasını, üzerindeki bütün o “park edemeyecek” bakışlarına rağmen park etmeye çalışan bir kadın görürseniz bilin ki o kadın oldukça cesur bir kadındır. Biter mi, onlar aslında her yerde: Elinin hamuru ile erkek işine karışan kadınlar… Fikir üreten, o işlere kafa yoran kadınlar… Muhafazakâr bir şehrin sokaklarında, bütün bakışlara bütün sözlere rağmen, istediği kıyafetle dışarı çıkan kadınlar… Erkeklerle dolu bir ortamda, hiç destek görmeyeceğini bilerek ve belki de hiç umursamayarak kadınların da hakları olduğunu söyleyebilen kadınlar. DNS değiştirmeyi öğrenen kadınlar… Yanlarında erkek olmadan gece dışarı çıkan ve bir de üstüne sarhoş olan kadınlar… Daha lisedeyken hem de akran baskısı son seviyedeyken, herkesin dalga geçmesini göze alarak hoşlandığı çocuğa gidip bunu söyleyen genç kadınlar…
Sonunda biteceğini bildiği bir ilişkiye başlayan kadınlar… Ofsaytı, korneri bilen futboldan anlayan kadınlar… Moda peşinde koşmadan çok şık olan kadınlar… Bedeniyle barışmış kadınlar… Trafikte öndeki aracın yaptığına çok sinirlendiği için kornaya basan kadınlar… Tıkalı lavaboya lavabo açıcı ile çözüm bulamayınca eline tornavida alan kadınlar… Edebine, haline tavrına laf eden bir erkeğe “sen kim oluyorsun” diyebilen kadınlar… Her pazartesi rejime başlayan, rejimdeyken yediği tatlı için aman ne olacak diyen, bozduğu rejimler için gelecek pazartesiyi bekleyen kadınlar… Mantığı bir kenara bırakıp her seferinde duygularına göre hareket eden kadınlar… Annelerin “sevdiğini değil seni seveni seç” tavsiyelerine rağmen kendisini seven o iyi çocuğu, âşık olmadığı için reddeden kadınlar… “Aptal sarışın” olduğu düşünüldüğü için her ortamda tongaya getirilmeye çalışılan ama her şeye rağmen insanları kırmayan kadınlar… Sarhoş olmasına rağmen delik deşik kaldırımlarda topuklu ayakkabısıyla yürüyen kadınlar… Kadın için en ideal meslek öğretmenliktir, matematik ya da fizik öğretmeni ol hem ders verirsin hem de üç ay tatilin olur gazına gelmeyip mühendislik yazan, üstelik o kadar erkeğin arasında dört yıl okumayı göze alan kadınlar… Babasına sevgilisi olduğunu söyleyen kadınlar… Sevgilisiyle, evlenmeden aynı evde yaşayan kadınlar… Arkadan korna çalan bütün arabalara rağmen şehir içi hız limitlerine uyan ve bundan gurur duyan kadınlar… Bir erkekle çok yakın arkadaş olabilen kadınlar… Evlenmeyen kadınlar… Lezbiyen kadınlar… Kendini ve isteklerini bilen kadınlar… Bilgisayarına yardımsız format atabilen ya da artık laflardan bıkıp iş başa düştü diyerek ne olacağını umursamadan bu işe kalkışan kadınlar… Böyle kadınları koruyun, sevin, bağrınıza basın. Onlar yıllardır bitmeyen bir yarışın gizli kahramanları. Onlar bilerek ya da bilmeyerek pek çok yargının yıkılması için yaşayan kadınlar. Ve onlar gizli ve derinden; atomu parçalamaktan daha zor olduğu, bilimin mihenk taşı tarafından onaylanmış, önyargı yıkımının isimsiz gönüllüleri. 59
röportaj resim: Catrin Welz-Stein
igris x.com le T Dic gris@gm ti dicle
60
cesaret mi?
Kendi karanlık uçurumlarınızı keşfetmeye, oraya ışık tutmaya var mısınız? Şubat - Mart / 2014
DERİN ANI SÜRECİ ve bu sıra dışı, beden odaklı geçmiş yaşam çözümleme yaklaşımını Türkiye’ye getiren İngiliz hanımefendi Juanita Puddifoot’la sizi tanıştırmak istiyorum. Bedenimiz ve tüm dünya, tüm galaksiler aslında katı değil, titreşim halinde enerjiler. Bedensel hücrelerimiz de depoladıkları anılarla titreşiyor. Bu anılar ta geçmiş yüzyıllardan, geçmiş yaşamlardan, atalarımızdan da bize gelebiliyor veya bizde kalmış olabiliyor. Bu yaşamda mutsuz olmak, astımlı, obez, suçluluk içinde olmak için bariz bir nedeniniz yoksa Derin Anı Süreci size bambaşka bir yöne bakmak üzere ilham verebilir. Geçen sayıda size önerdiğim kitap işte bu yaklaşımı uzun uzadıya anlatıyor. Ben geçtiğimiz ay, Derin Anı Süreci’nin BİLYAY Vakfı’ndaki eğitimine başladım ve yüreğim umutla, heyecanla çarpmaya başladı: Çünkü rahat olmamı ve yaşamın tadını çıkarmamı engelleyen kalıntılarımı dönüştürmeyi öğreneceğimi hissediyorum. Kolay olmayan bir Karma içine doğmuşum ve hala her yerde özgür Tigris’i değil, geçmişin zincirlediği Dicle’yi yaşıyorum ve artık özgür olmak istiyorum. Aynı Karma’yı sürekli tekrarlamak istemiyorum. Roger Woolger’ın yakın dostu ve meslektaşı Juanita Puddifoot, kendi üzerimizde çalışarak bizi bağlayan tüm geçmiş yaşam kalıntılarıyla yüzleşmemizi sağlıyor. Acemice de olsa, eğitim grubu olarak şimdiden ikişer kez geçmiş yaşam öykülerimizle yüzleştik ve etkisi çok derin oldu. Yalnızca öğrenmek, bilmek ve anlamakla kalmayıp bedensel olarak da dışa vurumlar yaşayarak hücresel katmanda sıkışmış kalmış enerjiyi serbest bıraktık, sonra da hep beraber hasta olduk: Dönüşümün yan etkisi. Yüzleşmek elbette pek eğlenceli değil, ama beni gerçekle burun buruna getirdiği için çok seviyorum. Gerçeği arıyorum sevgiyle ve tutkuyla. Gerçeğin tadı, şekli, öyküsü ne olursa olsun, gerçek gerçektir ve en değerli hazinedir. “Başka Yaşamlar, Başka Benlikler” çevirdiğim herhangi bir kitap değildi, yaşamı-
mın yönünü değiştiren, eşimle bol bol tartışmama neden olan, vakalarıyla beni derinden tetikleyen ve hüngür hüngür ağlatan, aşıladığı insan sevgisiyle içimi ısıtan bir yolculuk oldu. Yazarın öldüğünü öğrenince de çok üzüldüm. Türkiye’de onu tanımış ve ondan eğitim almış Derin Anı Süreci uygulayıcıları olduğunu öğrenmek bu yüzden iyi geldi. Başka yaklaşımlarla da anlayışımı derinleştirmeye koyularak kendi kendimin ruhsal ve psikolojik dedektifliğini yapıyorum. Kendimi cesur bir serüvenci gibi hissediyorum ve kendimle birazcık gurur duyuyorum. Bu ayın konusu cesaret ve kendine güven. Kendi karanlık uçurumlarınızı keşfetmeye, oraya ışık tutmaya var mısınız? Dicle Tigris: Kendine güven ve cesaret için ne olmalıdır? Juanita Puddifoot: Farklı ülkelerde çalışmanın ilginç yanı, kültürün, içinde yaşayan bireyleri üzerinde bıraktığı derin etkiyi görmek oldu. Bana seansa gelenlerle, bu kültürün getirdiği sorunlar öne çıkıyor. Türkiye’yle ilgili edindiğim bulgulara göre, sorunların arasında çokça ensest, cinsel istismar ve aile dinamikleri içerisinde zorbalık var. Kadın ve erkekler, bu tür olaylardan o kadar etkilenirler ki, yetişkinliklerinde de kendilerini baltalanmış hissederler. Hatta özdeğer duygusundan yoksun olurlar, özgüven sorunları yaşarlar, bedensel sorunlar ve güven sorunları da yaşayabilirler. Özellikle Türkiye’de dikkatimi çeken, kültürün geçmişi ve inanç sistemi, yapısı, bireylerin cesur olmasını, özdeğer dolu olmasını veya bağımsız olmasını desteklemiyor. Ülkeden bağımsız olarak, bana ilginç gelen bir başka durum da, cinsel travma, ensest, fiziksel ve zihinsel istismar gibi, etkisi aşikar olan olayların olmadığı ailelerde de, çocuğun özgüvenini baltalayan, boğucu sevgi durumudur. Diyelim ki, çok sevgi dolu ebeveynleriniz var ve sizin kalkıp da kendinizi bulmanızı, hata yaparak deneme yanılma yapmanızı, dı-
şarı çıkıp risk almanızı engellediler, yani İngiltere’de dediğimiz gibi, sizi sevgileriyle boğdular: O zaman yetişkin yaşamınızda özgüveninizin baltalandığını hissedebilirsiniz. Önemli olan, doğru dengeyi tutturmaktır: Sevgi dolu olmak, ama çocukların bağımsız olmasına, risk almasına, sınırları keşfetmesine, belki zorlamasına, hatta ebeveynlerle tartışmasına izin vermektir. Böylece, çocuklar kendi kimlik algılarını oluşturabilir ve bağımsızlıklarını kurabilir. Türkiye’de seanslarda gördüğüm kadarıyla, çokça kontrol ve güç sorunları ve güçsüzlük duygusu yaşanıyor. Dicle Tigris: Hangi cinsiyette? Juanita Puddifoot: Ağırlıklı olarak kadınlar, istismarın bir çeşidini yaşamış oluyor. Bunu onlara yaşatan ya babaları, ya ağabeyleri ya amca/dayıları veya yabancı birisi oluyor. Ve kadınlar bununla ilgili hiç konuşamıyor, bu nedenle değersizlikle, kirli hissetmeyle ilgili, aileye duydukları güvensizlikle ilgili tüm duygularını içlerine gömüyorlar ve hiçbir aile üyesine açılamıyorlar, çünkü içinde yaşadıkları kültür utanç kültürü. Ne ilginçtir ki, İngiltere’de toplumun, kadında hiçbir suçun olmadığını anlaması çok uzun yıllar aldı. Buradan yola çıkarak anladım ki, bir kültür, hala bu tür konuları konuşmayla ilgili utanç duyuyorsa, bu demektir ki, kolektif, yani toplum, kültür, öyle ya da böyle kadını suçlu görüyor. Hatta kız çocuğunu bile. Bu utanç öğesi, aileyi, kız çocuğunu ve erkeği susturmada çok etkili bir araca dönüşüyor. Çünkü konuşan kişi, ailesine, tüm sülalesine utanç getiriyor. Bu nedenle, Türkiye’nin kolektif bilincinde ve toplumunda bu konulardaki tavrın
61
Juanita Puddifoot’un Türkçe çevirili videoları: değişmesi biraz zaman alacak. Dicle Tigris: Bu utanç ve istismar yarasını nereye kadar taşıyoruz? Juanita Puddifoot: Bunu farklı bir açıdan yanıtlayacağım. Evet, şimdiki zamanda sürdüğümüz bir yaşamımız var ve bu yaşamımızda, cesaretimizi, kendimize güvenimizi ve özdeğerimizi baltalayan belirli olaylar gerçekleşiyor ama ayrıca, başka yaşamlardan gelen başka anıların, ataların ruhlarının da insanlar üzerinde etkileri var. Dicle Tigris: Ve böylece geçmiş yaşam konusuna geldik. Bize bir vaka örneği verebilir misiniz? Juanita Puddifoot: Bana gelen bir danışanımın derin bir utanç ve suçluluk duygusu içindeydi, ama bu yaşamında buna neden olabilecek herhangi bir zorluk ve travma yaşamamıştı. Yalnızca bu duyguları sürekli olarak hissediyordu. Böyle bir danışana, bilinç dışını keşfetme olanağı verdiğinizde, ki benim kullandığım süreç budur, adı Derin Anı Süreci, üzerinde çalışacağımız her şey ortaya çıkar. Danışan, temasa geçtiği görüntüler, güçlü fiziksel hisler aracılığıyla çok güçlü bir geçmiş yaşam anısını ortaya çıkardı. Geçmiş yaşam öyküsünü öğrendik: Utandırılmış, herkesin önünde aşağılanmış ve taşlanarak öldürülmüş. Bu danışanım, o yaşamında, başka bir köyden, başka bir tabakadan birisini sevmiş, ama içinde bulunduğu kültür ve toplum, yaşadığı yüzyıl, toplumun başka bir tabakasından ve köyünden gelen biriyle evlenmesine izin vermemiş. Köy, kadının bu durumunu köyün utancı olarak algılamış ve kadını taşlayarak öldürmüş. Bu yaşamındaysa, ruhunda halen dolaşıp duran bu kalıntılar, kadını hala etkiliyordu. Tibetli Budistler’in dediği gibi, ölüm anındaki son duygu ve düşünceler, kalıntılar oluşturur ve bu kalıntıları bugünkü yaşama da taşırız ve onları bir şekilde Juanita’nın web sitesi
62
Şubat - Mart / 2014
yeniden canlandırırız. Başka bir köyden bir adama aşık olmuş kadın, ailesinin ve toplumun bundan hiç hoşlanmayacağını biliyordu. Kadın bir bakıma kolektife aykırı davranmıştı ve utancı onun cezasıydı. Bu utancı herkesçe görülsün diye de, herkesin önünde aşağılanmıştı ve sonra da taşlanarak öldürülmüştü. Bu derin utanç, kadının ruhuna işlemiş ve ölümden sonra da devam etmiş. Kadının ruhu, köyüne utanç getirdiği için, o toplumun artık bir parçası sayılmadığını, dışlandığını, kınandığını biliyordu. Derin Anı Süreci’nin bir parçası olarak Bardo âlemi dediğimiz yerde, bu ruhsal yarayla, bu kınanmayla uğraşıyoruz: Diyaloglar yaptırıyoruz. Kadının, üzüntüsünü ifade etmesi, köyün büyükleriyle, ona yaptıklarından dolayı konuşması, bağırması gerekebilir. Sevdiği adamla kavuşması ve köyü terk edip başka bir topluluğa gitmesi gerekebilir. Bu ve bunun gibi daha başka tekniklerle gerekli şifalanmaya ulaşılır. Seanstan sonra danışanım aynı utancı ve suçluluğu bir daha hiç hissetmedi ve çok daha hafif ve özgür bir kadına dönüştü. Dicle Tigris: Yaratıcı Entegrasyon ne zaman gerekli oluyor? Juanita Puddifoot: Türkiye’deki deneyimlerime dayanarak diyebilirim ki, travma ve üzüntüler yaşamış olanlar, yaşamlarındaki duygularıyla hemen temas kuramıyor ve sorunlarıyla doğrudan yüzleşemiyor. Üzüntü ve travma karşısında, bedendeki acı dolu anılardan veya hislerden kopmak için, insanın ayrışma ve kafada yaşama eğilimi var. Bu nedenle, sorunları oluşturan farklı öğeleri dışsallaştırabilmeleri için, Yaratıcı Entegrasyon’u kullanıyorum: Duyguları, olayın başlarına geldiği yaşı, güvenli bir alanda keşfediyoruz ve yeniden bir araya getirerek kişiyle bütünleştiriyoruz. Bunları anlamak için, kendi üzerinizde deneyimlemeniz gerekir. Derin Anı Süreci ve Roger Woolger’ın web sitesi
Derin Anı Süreci Suçluluk ve Cezalandırılmayla Bağlantılı Ruhsal Yaralar Ruh Farkındalığı Enerji Alanları Doğa Ruhlarıyla Bağlantımız Yüksek Boyutlardan Yardım İstemek
gel
Dünya’da belki de çoğu şey unutulur, ününü yitirir de, ünlü olmuş bir masalın, romanın, hikâyenin kahramanı, Dünya durdukça ününden bir nebze olsun kaybetmeden varlığını sürdürür. Aslında sözcük anlamı kapsamında, “Kahraman, genellikle başarılması zor olanı gerçekleştirmiş, toplumsal ve kişisel açıdan olumlu olan işler yapmış, yaşamış, gerçek karakterleri anımsatır. Oysa roman, hikâye, masal kahramanı dediğimiz zaman bu tanımdan uzaklaşmış oluyoruz. Çünkü “roman kahramanları” yazarlarının toplumsal hayat içinden seçtiği en sıradan insanlar da olabilir. Fakat roman karakteri olarak onlarla bazen özdeşleşir, sever, hayran kalır, aşık bile olur, bazen de dışlar ve hoşnutsuz olup, nefret edip tiksinebiliriz. Onlar, yazarlarının elinde şekillenmiş, roman zamanı çerçevesinde ya tamamlanmış ya da yarım kalmış kişilerdir. Romanın kapsamı içinde ya tekâmül eder ya da karakter tekâmül etmeye fırsat bulamadan olay sonuçlanabilir, yazar romana son noktayı koyar. Onların kişilikleri, egoları, sevinçleri, üzüntüleri ve söyledikleri, okuyucunun karşısında, yazarın izin verdiği ölçülerde çıplaktır. Okurun konumu ise sadece şahitliktir, ne kadar istese de müdahale
etme şansı yoktur. Bazı kahramanları o kadar çok sever, dostumuz gibi benimseyebiliriz ki, zaman içinde özleriz ve aynı yazarın yeni bir kitabı çıktığında, bir önceki kitaptaki karakterle karşılaşmayı dileyebiliriz. Ki; bunu ustalıkla başaran, edebiyat kalbimize taht kurmuş yazarlar da vardır. Hatta bazılarının, hayata dair söyledikleri aforizmalar- felsefi içerikli özdeyişler bir hayat boyu düsturumuz olabilir. Onları yazarın adından fazla, kahramanın adıyla anımsayabiliriz… Belki yaşadığı süre boyunca kimse farkına bile varmamış, varlığı kimse tarafından önemsenmemiş biri, bir gün bir yazar sayesinde unutulmaz kişiler arasına adını yazdırabilir. Olaylar hangi zaman diliminde, hangi coğrafyada geçerse geçsin karakterlerin temel kişiliklerindeki insan özellikleri, tüm zamanlarda ve coğrafyalarda yaşayan insanlarda benzerlik ve yakınlık hissettirebilir. Okuduğumuz yapıtlarda öyle kahramanlarla karşılaşır ve tanışırız ki, onlara “romandan çık da gel, hayatıma gir” demek gelebilir içimizden… Bazıları ise aynı zamanda ve gerçeklikte yaşamadığımız için şanslı olduğumuzu düşündürtür bize… En hayâli olabilecek biçimde tasarlanıp yaratılmış, fantastik ve/veya bilimkurgu olduğunu düşündüğümüz roman kah-
kitap
Roman’dan çık da
fery Ferya al@ aktiv l Çevik ö istan bul.c z om
ramanının bile, yazarın içinde yaşadığı coğrafya, tarih ve tüm sosyolojik durum ve kuşatılmışlıklardan etkiler ve izler taşıması olasıdır. Kurguladıkları ya da esinlendikleri karakterleri romanlarına misafir eden yazarlar yaşadıkları toplumsal coğrafya, tarih ve sosyolojik olaylardan nemalanıp yaratmışlardır onları. Kitap okurken, bilincimiz, var olan zaman algısının dışında bir yerde bir başka gerçeklikte salınır genellikle… Kitap sizi içine aldığı zaman ve siz kendinizi kitabın içinde serbest bıraktığınızda, romanın karakterleriyle birlikte nefes almaya başlarsınız. Bir tür düş’ün içine çekilir ve oradaki zaman ve mekânın çok boyutlu evreninde takılırsınız düşüncelerinizde. Aslında şu bir gerçektir ki, her insan kendi hayatının başrolünde kendi hayatının kahramanıdır. Doğumla ölüm arasında geçen bir nefeslik saltanatın mimarı, kendi kendinin heykeltıraşı, ressamı, yazarıdır. Kuşkusuz, her insan o biriciklik açısından özgün bir sanat eseri. Veli de olsa deli de olsa öyle. Çünkü hayatın velilere olduğu kadar, toplumsal hayat içinde deli diye yaftalanmış aykırı kişiliklere de ihtiyacı var. Üstelik tarih boyunca gördük ki iki kutup sandığımız çoğu tanımlamalar aslında gayet iç içe geçmiş “girift/dolaşık” enerjilerden oluşmakta. Ne demeli, kişi kahramanını kendi gibi severmiş… 63
Teknoloji
ası üny
lar D haz i C oy sel Kişi Ürers net r . y e Alp urerso @ r alpe
?
Cesaretin var mı
Kimi için yüksek dağları aşmak, derinlere dalmak, en hızlı olmak, gökyüzünde süzülmek, ıssız bir ormanda konaklamak kimi içinse sadece 10 kilo vermek cesaret sayılabilir. Peki, sizin için cesaret nedir? Siz ne kadar cesursunuz? Gelecek kışa kadar dışarıda geçirebileceğiniz uzunca bir zaman var. Peki, sizin bir planınız var mı? Planınız yoksa eminim sıkı sıkıya sarıldığınız çok iyi mazeretleriniz vardır. Size mazeret-
lerinizle birlikte bol şans dilerim. Bu sayıda köşemin sınırlarını oldukça fazla zorladım hatta taştım. Birkaçı henüz piyasada dahi olmayan fakat her biri mazeretleri olanların bile ilgisini çekebilecek türden cihazları ve hatta araçlardan bazılarını derledim. Özellikle en sona sakladıklarım insanoğlunun sınırlarını nasıl zorlayabileceğinin birer kanıtı gibi. Ağır ağır başlayıp sonra hızlanacağız.
Evden Uzaklaşamayanlara Lynx Ses komutlu barbekü (2015) Enerji harcamaya başlamadan önce karnını doyurmak için kendini bahçeye atacaklara barbeküde son nokta. Akıllı telefon uygulaması bile tasarlanmış olan bu gazlı barbeküye baktıkça emektar mangalınızın gözleri yaşaracak. Lynx tarafından üretilecek bu yeni model barbekü, ızgarasına yerleştirilen yiyeceklerin pişirme derecesini takip edip size haber verebilecek kadar akıllı olacak. Sohbete dalıp etleri yakma derdi olmayacağı gibi kişiye özel pişirme olanağı da sağlayacak. Afiyet olsun. (Fiyatı henüz belli değil)
Hammacher Schlemmer Tırmanma Duvar Bandı Koşu bantlarından sıkıldınız ancak henüz medeniyetten kopmaya hazır değilseniz buyurun size iç mekânda kullanabileceğiniz yeni bir spor-macera aracı. Güvenle tırmanabileceğiniz bir duvar. Doktorunuz yağlarınız yakmanız için size bunlardan birini önerirse yağlarınızdan önce cebinizin yanmasına hazır olmalısınız. ABD fiyatı $9.000.
64
Şubat - Mart / 2014
Doğaya Doğru Adım Adım Hangimiz gezi planlarken yanına teknolojik aygıtlarını almayacağına inanıyor? İnternetsiz dayanabilmek ne kadar mümkün? Teknoloji olmadan yaşayamayanlar için üç değişik çözüm. Artık kamp ya da piknik yapmak için medeniyetten uzaklaşmaktan korkmanıza gerek olmayacak.
Bushnell SolarBook 850 Bir başka elektrik üretimi çözümü daha. Bu defa kaynağımız güneş. Uzun yürüyüşlerde çantasının içinde taşıyacağınız bu güneş panelleri yere serildiği anda kullanıma hazır.
BioLite Soba
ABD fiyatı $356.
Çalı çırpı ile yanabilen bu soba sadece yemek pişirmekle ya da sizi ısıtmakla yetinmeyip termoelektrik teknolojiyi kullanarak elektrik de üretebiliyor. USB çıkışına sahip olan sobanız ile akıllı teknolojiye sahip cihazlarınızı şarj edebilmeniz mümkün. ABD fiyatı $130.
Panasonic Toughbook 31
Sony DEV50 Full HD 3D kayıt edebilir dijital dürbün
Zorlu koşullar için tasarlanmış taş gibi bir dizüstü. Çarpmaya, çizilmeye, ıslanmaya dayanıklı. Intel Core i5, dâhili 4G LTE bağlantısı ile kendi başına bir çalışma laboratuvarı. Bu güvenlik ve sağlamlık tahmin edeceğiniz üzere pek de ucuz değil.
Dürbün, fotoğraf makinesi, HD kamera ve hatta 3D kamera olarak kullanılabilen; Yağmur, toz, sıcak, soğuk, darbe dinlemeyen müthiş bir cihaz. 12x optik zoom özelliği dijital destekle 25x’e kadar çıkabiliyor. 20.4 megapiksel fotoğraf çekebilen bu dürbündeki titrmeme engelleme özelliği sayesinde uzaktaki objeleri yanı başınızda gibi görüp kayıt edebilirsiniz. Doğa dostu, bilim insanı, araştırmacı ya da sadece meraklısına.
ABD fiyatı $ 4.000.
ABD fiyatı $1.999. 65
FINIS SwiMP3 kulaklık
Sporculara
Orijinal isminin headphone olması sebebiyle kulaklık olarak anılsalar da aslında kulağa takılmıyorlar bile. İşitme cihazlarındaki kemik üzerinden ses iletim teknolojisi kullanılan bu kulaklıklar, su altında kullanabileceğiniz sudan etkilenmeyen yegâne kulaklıklar. Alışveriş sitelerindeki yorumlara bakınca kullananlar arasında memnun olmayanların varlığı dikkat çekse de yüksek oranda memnuniyet sağladığını söylemek mümkün. Görünen o ki sesin kulak kanalı mekanizmasını atlayarak doğrudan iletimine alışmak herkes için başarılı sonuçlanmayabiliyor.
Sporculara
ABD fiyatı $150.
GoPro Hero 3 Plus Kamera Kayak, kaykay, sörf yaparken ya da bisiklete binerken kullanabileceğiniz bir kamera var mı diye sorarsanız işte size yanıt. Düşük titreşim oranı, 12 mega piksel merceği, 4K’ya kadar çıkabilen çözünürlüğü ve Wi-Fi özellikleri ilk bakışta öne çıkanlar. Hız maceralarını paylaşmak isteyenlere. ABD fiyatı $399.
Artık Uçmaya Hazırsınız The CAR - Bloodhound SSC kara hız aracı (2015) Adının Araba (The Car) olması sizi aldatmasın, bu süpersonik kara aracı yarı araba yarı uçak aslında. 1997’den bu yana kırılmamış olan kara hız rekorunu (1.228 km/h) kırmak üzere başlatılan projenin son aşamasının vücuda gelmiş hali. Proje 2008’de British Science Museum’da (Bilim Müzesi) törenle başlatılmış. Hedef karada sesten hızlı uçmak. 7 ton ağırlığındaki bu araç 135.000 beygir gücünde bir motora sahip. 14 metre uzunlukta bir gövdesi olan The CAR Formula 1 araçlarından 6 kat daha güçlü. Bunu kullanacak olan kişi siz olmak ister miydiniz?
Tactical TRANSFORMERS (2015) Fox News’den Allison Barrie’nin yaptığı mülakata göre uçan arabalarla tanışmamıza 1 yıldan biraz fazla bir zaman kaldı. Karada ve havada gidebilen, dikey kalkıp inebilen, havada 370 km/h hıza ulaşabilen bu taşıtların 450 kg. civarında taşıma kapasiteleri olacak. Bu halleriyle helikopterleri aratmayacakları hatta pek çoğunun yerini alabilecekleri düşünülüyor. Karaya indiğinde şekil değiştirerek SUV yeteneklerine dönüşecek olan bu taşıtlar ünlü sinema filmi Transformers’ı çağrıştırıyor. Kullanımın oldukça basitleştirilmiş olan bu taşıtların askeri alan dışında kullanıma sunulup sunulmayacağı ise asıl merak konusu. Ne dersiniz bunlardan birini kullanmak heyecan verici olmaz mıydı? 66
Şubat - Mart / 2014
Akıllı Email Gönderimleri
+ 0 0 60 BAL
GLŞOTERİ MÜ
R E L K İ L L E Z ! Ö Z Ü Ş İ Y M A Ş R İ L A E Y G A L N E EN KO ve www.DirectIQ.com
yaşam R NTA
O it Y
cesaret kırıcıların
r@g
a yont umit
Üm
.com mail
sevgili okur!
Keşke Amerika’da doğsaydım diye söylenip duran hayalperest okurlarım, Yakınlarında “Ya Afganistan’da doğsaydın, haline şükret diyecek” insan çeşidinden biri bulunuyorsa ağzına kürekle vuruver. Nitekim bırak hayal kurmayı, hayatlarında en ufak bir şeyi değiştirmeye bile cesareti olmayan bu tipler sahip oldukları derin mutsuzluğu ve yılgınlığı hava, göz teması ve ruhsal yollardan bulaştırabilme yeteneğiyle donatılmışlardır. Geriye dönük, planlanmasını geçtim gerçekleşmesi bile söz konusu olmayan mışlı geçmiş zamandaki hayallere bile kirlenmiş ellerini uzatır, yarınına dair temelini atacağın yeni bir planı sabote etmenin yollarını ararlar. Anlık soyut yolculuklarımızdan bile bu kadar rahatsızlık duyan –gerçekten Amerikalara gitsen n’olcak, bi’düşün- bu arkadaşlarımızın bilinçaltları fesatlıkla doludur. Bu tespitim kaba bir etten imal edilmiş gibi 68
oltasına gelme
Şubat - Mart / 2014
görünebilir ama kalın kalın sosyoloji kitapları devirmeye de gerek yok, çevremizde hinlikle düşünen fesatlıktan kuruyup kalan – ki bazıları da yemeğe vuruyor, stresse girip şişmanlayanlar ya da zayıflayanlar da var, bu da aslında teorimi ispatlarbirçok insanı görebiliriz. Mesela bir arkadaşım –bir arkadaş ekolü de olabilir- arkadaşlarının Facebook’ta yaptıkları check-inleri, paylaştığı fotoğrafları falan içten içe beğenmesine rağmen hasetliğinden like yapmayarak onun biraz daha mutlu olmasını kendince engelliyormuş. Evet sevgili okur, yazımızın giriş kısmını tamamladıktan sonra nasıl gelişeceğini bilmediğimiz bir gelişme bölümüne geçebiliriz. Hepimizin çeşitli hasetlikleri vardır, dozunda olanı da iyidir aslında ki bunu gıpta kategorisinde bambaşka bir yazımızda irdeleyeceğim, belki de irdelemem ama “irdelemek” kelimesi bir anda çok hoşuma gitti. Bu hasetlikleri; onun var benim niye
yok, bende yoksa onda da olmasın hatta hatta beni al beni al, onu alma kapsamında bile ele alabiliriz. Ama ben bu konuyu da şu anda es geçip asıl mevzumuz olan cesaret ve hayal kırıcı tiplere geri dönmek istiyorum. Sosyal çevremizi oluşturan insanlar genellikle; iş hayatından, okul çevresinden, konu komşudan veya elalem denen dış mihraklardan -ki bunlara dış kapının mandalları da diyebilirizoluşuyor bilindiği üzere. İş hayatımızda yer alan bu organizmalar; gözünü yükseklere dikmiş, kariyer merdivenlerini üçer beşer çıkmak isteyen azimli insanları alaşağı etmek üzere organizasyon şemasında “cesaret kırıcı” pozisyonunda kendilerine yer edinirler. Hedeflerinizi es kaza duyan bu varlıklar “şükret bir işin var”, “buradan daha iyisini bulamazsın”, “beterin beteri vardır”, “dimyat’a pirince gideyim derken eldeki bulgurdan olursun bak”, “rahat batıyor sana, bak ne güzel oturduğun yerden çalışıyor-
sun” gibi ifadelerle avını bataklığa doğru çekmeye çalışır. Cümlelerini geniş zamanın olumsuz kipinde bitirmeyi adet edinen mevzu bahis tipler; sahip oldukları mevkiden mutsuz olmalarına rağmen kurtulmak için hiçbir şey yapmaz, zerre risk almaz, yeltenenlerin de ileriye yönelik olası adımlarına çelme takmayı en büyük besin kaynakları bellemiş olup, mutsuzluktan mutluluk çıkarmayı da hazımsızlıklarına çare olarak kullanırlar. En mühim başarıları iş dünyasına bir şekilde sızmayı başarmış olan cesaret kırıcıların geçmişlerini inceleyecek olursak; içlerinde barındırdıkları yüksek seviyedeki hasetlik aslında okul sıralarından üniversite amfilerine kadar geniş bir eğitim sürecinde evrimleşir. Bu yüzden son derece profesyonel, politik, yanar dönerlerdir. Okul sıralarında masumca görünen tipik hasetlikleri – kah sınava çalışan arkadaşına “boş ver oğlum, nasılsa anlamayacaksın boşuna çalışma, gel biraz batak oynayalım”,
kah bir önceki gün derse gelmeyen arkadaşına öğretmenin verdiği elzem notları vermeme şeklinde vuku bulur. Ki bu not paylaşmayan çocuk, ilerleyen yıllarda üniversitede arkadaşlarından not gizleyecek, sinsice ders çalışıp inekleyecektir –buna rağmen de başarısız olup daha da hırslanacaktır-. Arkadaşlarının yaptıkları sosyal girişkenlikleri sabote etmeye çalışacak, kendi başına hareket edemeyip başkalarının yeşertmeye çalıştığı akademik ve sosyal çalışmalara herhangi bir katkı sağlamadan salça olmaya çalışacaktır ki başkaları da bir şey başaramasın. Tüm dileği başkasının cesaretini kırmaya yöneliktir, kan emici tipin! İşte bu çocuğun böyle olmasına sebep olan şey hep konu komşu hep elalemdir. Çeşitli komşu annelerin, başka komşuların iyi niyetli çay davetlerine, “bakalım, onun evinde hangi mobilyalar var, mutfak dolapları düzgün mü, evi pis mi” gibi zabıta teftişi zihniyetiyle gidip bir yarışa girmeleri dünyaya getirdikleri nesil-
leri birinci dereceden hasete maruz bırakmıştır. Çocuğuna sürekli “bak Ayşe Teyze’nin oğlu takdir getirmiş, sen anca karpuz büyüt” ile başlayan kıyaslamalar “bak Ayşe Teyze’nin oğlu Amerika’ya yerleşmiş” seviyesine geldiğinde; çocuğu kıskıvrak ele geçiren hasetlik artık başkalarının hayatlarına bulaştırma gayesi ile ortaya çıkar. Önce arkadaşının oyuncağını kırar, sonra defterini karalar, fiziksel zarar verir baktı olmadı ruhsal tacize başvurur. Son noktada ise, ruhunu hasetliğe emanet eden bu çocuk, kariyerini ve hayatını en iflah olmaz birim olan cesaret kırıcı bölümünde devam ettirmek inşa eder. Zira, daha iyisini yapabilirim özgüvenini kaybetmiştir ve diğerlerinin de bu özgüvene sahip olmasına tahammül edemez. Pek sevgili okurum, işte bu yüzden, hayal – plan – hedeflerinizi ulu orta paylaşıp ona buna yem olup sonra gelip bana sızlanmayın. 69
spor
yeşil sahaların cesur yürekleri
m şlak il.co u Ya hotma k n Ca yaslak@ u cank
Madem konumuz Cesaret, işte yeşil sahaların en cesaretli 10 figürü…
Irak Milli Futbol Takımı Irak’ta kan ve gözyaşının hiç eksik olmadığı 2007 yılıydı. Irak’ta hayatta kalmak bile zorken belki de “futbolcu” olmak en zoruydu. Milli takımla ilgili sürekli kaynağı belli olmayan haberler çıkıyordu ajanslarda. Irak’ın diktatör lideri Saddam Hüseyin’in oğlu Uday Hüseyin’nin takım oyuncularına yaptığı işkencelerin detayları haber başlıklarında yer alıyordu. Söylenenlere göre kaybettikleri her maçın ardından Iraklı futbolcular soyunma odasında falakaya yatırılıyordu. Hatta bir keresinde Uday Hüseyin’in sahibi olduğu takımın rakibine karşı mağlup durumda olduğu maçın son dakikalarında sadist başkanın helikopterle sahanın ortasında indiği ve futbolculara otomatik tüfekle ateş açtığı da anlatılanlar arasındaydı. Hazır cesaretten bahsetmişken o yıllarda Irak’ta top koşturan tüm futbolcuları listenin ilk sırasına koymak gerek. 2007 yılında Irak halkı bırakın gülmeyi tebessüm etmeye bile hasret kalmışken cesaretlerinden şüphe edilmeyecek 11 adam dünya futbol sahnesine çıktı ve
Younis Mahmo
70
Şubat - Mart / 2014
Asya Kupası Şampiyonu olarak halklarını bu kez sevinçten ve mutluluktan sokaklara döktü. Finalde Suudi Arabistan ile karşılaşan Irak Milli Takımı’nda kaptan Yunus Mahmut’un 72. dakikada kaydettiği gol, şampiyonluk için fazlasıyla yeterliydi. Takımın bu başarısının ardından ülkede Şii, Sünni, ve Kürt demeden hemen hemen tüm kentlerde sevinç gösterileri düzenlenmişti. Futbol sevinci ile yaşanan ortak sevinç tablosu, Irak’ta teröre karşı en iyi birleşme mesajıydı. Konuyla ilgili kendi hazırladığım bir videoyu sizlerle paylaşmak isterim:
Guiseppe Meazza Cesaret bir anlamda kendine güven demektir. Kimi oyuncular yüksek öz güvenleri ile futbol tarihine geçmişlerdir. Tarihin ilk “star” oyuncusu ise tartışmasız İnterli milli futbolcu Guiseppe Meazza’dır. 1910-79 yılları arasında İtalya Futbolu ve İnter’in efsaneleri arasında yer alan Gui-
Guiseppe Meazza
seppe Meazza, 1930’lu yıllarda oynadığı 361 maçta 243 gol atmıştı. Ama onu asıl star yapan özellik, kendine olan sonsuz güveniydi. Bazı günler maçın başlamasına 5 dakika kala gelir ama üstün performansından ödün vermezdi. Guiseppe Meazza milli takım kampında sigara içmesine izin verilen tek futbolcuydu. İtalyan efsanesi futbola olduğu kadar sigara, alkol ve kadınlara da çok düşkündü. Hatta anlatılan bir efsaneye göre Milan ile oynanacak olan derbi maçına 1 saatten az bir süre kalmıştı ama Guiseppe ortalarda yoktu. Teknik heyetten bir kaç kişi onu sürekli takıldığı barlardan birinde sızmış halde buldu ve durum İnter başkanına iletildi. Ne kadar iyi futbolcu olursa olsun bu durumdan hiç hoşnut olmayan başkan tarihi bir karar verdi. “Onu maça çıkarın. Nasılsa rezil olacak. Belki bu ona bir ders olur”. Guiseppe soğuk bir duşla kendine geldikten sonra Milan maçına çıktı ve rakip ağlara 3 gol atarak maçın yıldızı oldu. O maçın ardından başkanla ne konuştular bilemem ama bugün İnter Milan sahasının adı Guiseppe Meazza Stadyumudur.
Eric Cantona İngilizlerin Fransızları pek sevmediği herkes tarafından bilinir ama Eric Cantona kaideyi bozacak bir istisnaydı.
Cesaret bazen deliliktir Futbol yaşamı boyunca başı aldığı cezalardan kurtulmayan Eric Cantona, tüm yaşananlara rağmen Manchester United taraftarları üzerinde sonsuza dek sürecek bir etki yarattı. Öyle ki taraftarlar onu yüz yılın oyuncusu olarak belirledi. Biz onu Cantona olarak çağırsak da onlar Eric’i “The King” (Kral) olarak tanımladılar. Cantona’nın iyi futbolu her zaman agresifliği ile paralel devam etti. Kariyerinin başlarında Bordeaux forması giydiği günlerde soyunma odasında çıkardığı kavga nedeniyle takımdan gönderildi. Sonraki durak Nimes takımında oynarken hakeme top attı ve disiplin kurulu tarafından 1 ay ceza aldı. Ancak kurul üyelerine “salak ve beyinsiz” diyen Cantona’nın cezası, 2 aya çıkarıldı. 1991’de anlaşması tek taraflı feshedilen Cantona artık İngiltere’deydi. Manchester United Cantona ile birlikte 26 yıl sonra yeniden şampiyon oldu. Sonraki 6 yıl içerisinde 5 kez şampiyonluk kupasını kaldırdı. Geriden kalan yıllar içerisinde Eric hiç uslu durmadı. Leeds taraftarları ile tartıştı, Galatasaray maçında Türk polisi ile tartışıp 4 maç ceza yedi, kendisini görüntüleyen muhabire saldırdı. Tüm bunlar bir yere kadar kabul edilebilirdi ama The King, şanına yakışır skandala imza attı. Crystal Palace maçında rakip takım taraf-
tarı Matthew Simmons kendisine “Ülkene dön pis Fransız!’’ deyince Cantona’nın cevabı uçan tekme oldu. Hatta bu tekme İngiltere’de Kunfu-Kick olarak adlandırıldı. Olaydan sonra 2 hafta hapis cezası aldı. Ceza 120 saat kamu hizmetine dönüştürüldü. Futbol sahalarından ise 9 ay men edildi. Haksızlık karşısında hiçbir zaman boyun eğmeyen Cantona çizgisini hiç bozmadı. Olaydan sonra yapılan bir röportajda kendisine ‘’Futbol hayatın boyunca yaşadığın en iyi an neydi?’’ diye sorulduğunda bile ‘’En iyi an mı? Çok güzel anılarım var ama Crystal Palace maçındaki o holigana attığım tekmeyi tercih ediyorum.’’ cevabını vermekten çekinmedi. Tüm futbol yaşamı boyunca hırçın ve agresif futbolcu profilinin öncüsü olan Cantona jübilesinin ardından tüm dünyayı saran “joga Bonito” (güzel oyun) felsefesinin öncüsü olarak Fair Play konusunda atılabilecek en önemli adımlardan birisini atmış oldu.
Luis Figo Portekiz futbolunun adeta bir fabrika gibi ürettiği kanat oyuncularının en ünlülerinden biri olan Figo, Barcelona’dan ezeli rakibi Real Madrid’e transfer olarak dünya futboluna ne kadar cesaretli olduğunu kanıtlamıştır.
fından dünyanın en iyi futbolcusu olarak gösterilmişti. O yıllarda Barça taraftarları oyuncuları ile gurur duyuyordu ama kara haber tez duyuldu. 2001 yılında tam 56 milyon dolar gibi uçuk bir fiyatla Real Madrid’e transfer olan Luis Figo dünyanın en değerli 4. futbolcusu olarak tarihe geçti. 2002 yılında ise olanlar oldu. Luis Figo Real Madrid forması ile ilk kez Nou Camp’ta El Classico mücadelesine çıkıyordu. Korner kullanmak için köşe gönderine her gittiğinde kafasına akıllara gelmeyecek çeşitlerde yabancı cisim yağıyordu. O atılanlardan biri tarihe geçti. Barcelona tribünlerinden atılan bir ‘domuz kafası’ Figo’nun ayaklarının dibine düştü. Barcelona taraftarı yıllarca kulübüne en iyi şekilde hizmet etmiş eski oyuncularından ne kadar nefret ettiklerini net bir şekilde göstermişlerdi. Ama cesaretliydi Figo. Yılmadı. Real Madrid forması altında olduğu her gün Barcelona taraftarlarının tacizlerine göğüs gerdi, dik durdu. Bu durumun en güzel örneklerinden biri de Figo’nun süt reklamıydı. O yıllarda bir süt firması ile anlaşma sağlayan Figo, reklam filminde de oynamıştı. Ancak Barcelona taraftarları firmayı protesto etmeye başlayınca firma ciddi bir maddi sıkıntıya düştü. Para kazanma amaçlı reklamda oynayan Figo, firmanın kurtarıcısı oldu ve şirketin %60’nı satın alarak firmayı iflastan kurtardı. Bu hareketi belki de Barça taraftarına bir mesajdı.
2000 yılında UEFA tarafından yılın futbolcusu seçilen Figo 1 yıl sonra ise FIFA tara71
Eric Abidal Eric Abidal O futbol dünyasının en önemli savaşçılarından biri. O ne rakip takımlara ne de holigan taraftar gruplarına karşı savaş verdi. Onun mücadelesi yaşama tutunma mücadelesiydi 1979 doğumlu Eric Abidal gösterdiği başarılı performansla Fransa Milli Takımı kaptanlığına kadar yükselmişti. Futbol hayatına Fransa’nın Lyon Duchere takıımnda başlayan Abidal, kısa sürede diğer genç oyuncuların arasından sıyrılarak büyük takımların dikkatini çekti. 2007 yılında artık Barcelona forması giyerken aynı yıl UEFA onu yılın 11’ine seçmişti. Barcelona taraftarları 15 Mart 2011 gününe kötü bir haberle uyandı. Kulüpten yapılan açıklamada Fransız oyuncunun karaciğerinde tümör tespit edildiği ve kanser tedavisine başlandığı söylendi. 2 gün içerisinde ameliyat olan Eric Abidal futboldan kopmayı aklının ucundan bile geçirmedi. Kanserle giriştiği bu amansız mücadelede elindeki koca kalkanın adı Joga Bonito’du (güzel oyun). Nitekim ameliyattan sadece iki gün sonra yine sahaya çıktı ve takımının Getafe ile oynadığı maçta mücadele etti. Barcelona taraftarı Abidal’e olan desteklerini forma numarası olan 22. dakikada 1 dakika boyunca alkışlarla tempo tutarak gösterdi. O hep savaştı. İlaçlarla, kemoterapi süreçleriyle, acı ve yoğun ağrılarla hep mücadele etti. Ölüme karşı yaşamda tutunduğu şey, 28 Mayıs 2011’de ellerinin arasındaki Şampiyonlar Ligi Kupasıydı. 72
Şubat - Mart / 2014
Haiti Ampute Futbol Takımı gelen her şeyi futbol yoluyla gerçekHaiti Ampute leştirmek istediklerini söylüyordu. Futbol Takımı 12 Ocak 2010 günü Haiti Halkı için tarihin kara sayfalarına bir daha asla silinmemek üzere geçmiş, yerel saatle 21:53’te 7.0 şiddetinde meydana gelen depremde Port-au-Prince kenti adeta haritadan silinmişti. Uluslararası yardım kuruluşları depremde yaklaşık 150.000 kişinin hayatını kaybettiği açıklamasını yaparken ortalama 3 milyon kişinin de yaşanan bu acı olaydan etkilendiğini duyurmuştu. Bina yıkıntıları altından binlerce insan cesedi çıkartılırken milyonlarca Haitili de kollarını ve bacaklarını göçük altında bırakmak zorunda kalmıştı. Tüm yaşananların ardından yaşama tutunacak dalı ise yine futbol uzatıyordu. Haitili çocukların sosyal yaşama yeniden kazandırılması adına bölgede 20 yıldır çalışmalar yapan Atletik Daiti yardım kuruluşu deprem sonrasında yaşam alanlarını yitiren ve ekonomik sıkıntı yaşayan çocuklara, ücretsiz futbol kamplarında eğitim vermeye başlamıştı. Hayır kurumunun başkanı Robert Duval, yaptığı açıklamada deprem sonrası tüm Dünya’nın Haiti’ye yaptığı yardımların büyük fark yarattığını ve kendilerinin de değişim için ellerinden
Haiti’de amatör ve profesyonel olarak futbol oynayan ancak deprem sonrası göçük altında kol ve bacaklarını yitiren Haitili oyuncular ise hayattan vazgeçmeyi asla düşünmemişti. Sakat kalan birçok oyuncu bir araya gelerek Haiti Ampute Milli Takımı’nı ya da benim gözümde dünyanın en cesaretli takımını oluşturmuştu. Onlar Ampute futbolu ile ilgili birçok çalışmaya imza attılar. Uzun yıllardır Ampute liglerinde mücadele eden oyunculardan eğitim alarak dünyanın pek çok ülkesinde maçlara çıktılar. Depremin izleri onlar için hiç silinmeyecek olsa da acılarını futbol sayesinde biraz olsun dindirebildiler.
Jose Mourinho İngilizlerin efsanevi oyuncu ve teknik direktörü Sir Bobby Robson’un kapısı çalındı. Kapıyı açtığında karşısında
Semih Kaya
Murat Şahin
genç bir delikanlı duruyordu. Futbol’a olan tutkusu cesaretini toplamasına yetmiş ve genç Jose, Bobby Robson’un karşısına çıkarak ona tercümanlık yapmak istediğini söylemişti.
kazanmasının ardından bir kez daha Şampiyonlar Ligi Kupasının sahibi oldu. Yaptığı ilk açıklamada ise İnter’deki misyonunu tamamladığını ve yeni takımının Real Madrid olacağını duyurdu.
Bobby Robson ile birlikte Sporting Lisbon, Porto ve Barcelona’da tercümanlık yapan Mourinho, Bobby Robson’un tecrübelerinden yararlanarak bir süre sonra Benfica ve Leiria takımlarında teknik direktörlük kariyerine start vermiş oldu.
Real Madrid’te de benzer başarılara imza atan Jose Mourinho birçok futbol otoritesi tarafından dünyanın en iyi teknik direktörleri arasında gösterilmektedir. Jose Mourinho’nun başarısının en büyük sırrı ise oyuncuları ile kurduğu pozitif iletişim olduğu söylenmektedir. Bu görüşün ne kadar doğru olduğunu İnter’den ayrılırken oyuncusu Materazzi ile sarılarak dakikalarca hüngür hüngür ağladığını gördüğümde anlamıştım
2002 Yılında Porto’nun başına geçen Mourinho ekibine Lig şampiyonluğu, Portekiz Kupası ve UEFA Kupası’nı kazandırmasının ardından 2004 yılında her teknik direktörün hayali olan Şampiyonlar Ligi Kupası’nı, organizasyonun çok da gediklisi olmayan Porto ile kazandı. Herkes onun Porto ile devam edebileceğini düşünürken o ne kadar cesaretli olduğunu sonraki adımlarında gösterdi 2003 yılında İngiltere Premiere Lig ekiplerinden Chelsea Rus asıllı Yahudi iş adamı Roman Abramovic’in takımı satın almasıyla kabuk değiştirmeye başlamıştı. En son 1954-55 sezonunda şampiyonluk yaşayan adanın vasat takımı başta Jose Mourinho’nun başa gelmesiyle bambaşka bir şekle büründü. 70 milyon Euro’luk bütçe ile Tiago, Ricardo Carvalho, Essien ve Didier Drogba gibi isimleri takıma katan başarılı teknik adam Chelsea’yi yarım asrın ardından şampiyonluğa taşıdı. Chelsea’de geçen 3 sezonda iki şampiyonluk ve birçok kupa kazanan Mourinho için hedef Inter’di. 2009-10 sezonunda İnter ile İtalya Ligi, İtalya Kupası ve İtalya Süper Kupası’nı
Ve maçın 54. dakikasında bir adam tüm sporseverlerin algısını değiştirdi, kısa süreli bir akıl tutulması yaşandı. Beşiktaşlı oyuncu Olcay Şahan ile girdiği ikili mücadele sonrası top Semih’ten dışarı çıkarak kornere gitti. Ancak maçın tecrübeli hakemi Cüneyt Çakır aut kararı verdi. Ama Semih herkesi şaşırtarak “benden çıktı” dedi hakeme. Hakem Cüneyt Çakır kararını değiştirdikten hemen sonra Semih’in yanına giderek onu tebrik etti, hem dürüstlüğü hem de cesareti nedeniyle. Evet belki çok basit bir durumdu “top benden dışarı çıktı” demek. Ama maçın 54. dakikası yani ikinci yarının başlarıydı. Galatasaray 1-0 öndeydi ama o kornerden gelecek 1 gol maçın belki de sezonun kaderini değiştirebilirdi. Bu yüzden cesaretliydi Semih, kaya gibi yüreğe sahipti.
Semih Kaya Geride kalan birçok sezonda el ile atılan goller, ceza sahasında kendini yere bırakarak takımına penaltı kazandıran futbolcular, rakibinin sakatlanmasına neden olan sert fauller, artık futbolseverler için olağan, alışılmış durumlar olarak nitelendirilen bir zamanda Galatasaraylı futbolcu Semih Kaya, herkesi ters köşeye yatırdı. Bu sezon belki de en çok akılda kalan olaydı. Fenerbahçe’nin liderlik koltuğunda oturduğu ve Galatasaray ile Beşiktaş’ın ikincilik mücadelesi verdiği sezonun en kritik maçıydı. Tüm futbolcular için stres en üst seviyedeydi. Ligin ilk yarısında oynanan maçta çıkan çirkin olaylar, işin içine karıştırılan siyasi boyut, sahaya giren taraftarlar, halen akıllardan çıkmamıştı.
Murat Şahin 21 Nisan 2007 Beşiktaş Antalyaspor ile karşı karşıya geliyor. Kaleci Runje cezalı, PAF takımının kalecisi sakat, ikinci kaleci Murat Şahin’in ise sağ diz çapraz bağları kopuk olduğu için teknik heyet kaleyi kim koruyacak diye kara kara düşünüyordu. Beşiktaş o sezon şampiyonluktan uzak olsa da hedef Şampiyonlar Ligi’ne gidebilmekti. İşte o kritik anda ameliyat masasına yatmak için gün sayan kaleci Murat Şahin yüreğini ortaya koyarak Beşiktaş antrenörü Tigana ile görüşüyor ve “Hocam tek ayakla oynarım, bana güvenin” diyordu. Tigana’nın ise seçim şansı yoktu. 73
Doktorlar, Murat Şahin’i, sağ dizine özel bandaj yaparak maça çıkardılar. Antalyaspor karşısında vasat bir futbol sergileyen Beşiktaş, Delgado’nun attığı tek golle maçı kazanırken, ikinci yarıda yaptığı kurtarışlarla maça damgasını vuran Murat Şahin adeta tek başına ve tek bacakla takımına 3 puanı getiriyordu. Ertesi gün “İnönü’de Şahin uçtu” başlıkları, sayfa manşetlerini süslüyor, konuk takım teknik direktörü Yılmaz Vural ise karşılaşma sonunda, “Onu seyrederken tüylerim diken diken oldu” açıklamasını yapıyordu. Tigana’ın övgüleri, Başkan Yıldırım Demirören’in, Murat Şahin’i örnek göstermesi ise hâlâ hafızalarda yerini koruyor. Beşiktaş kulübü ise başarılı file bekçisine olan vefasını kendisiyle olan sözleşmesini o sezon bir yıl uzatarak gösteriyordu. Murat Şahin yeşil sahaların en yürekli en cesaretli isimlerinden. Maç içerisinde gösterdiği üstün performansın ya da kazanılan galibiyetin hiçbir anlamı yok davranışının yanında. O gün sahaya çıkmış olması bile bu sayfalarda adının geçmesi gerektiğinin en büyük kanıtı.
Hasan Vezir 1988-89 Sezonu. Galatasaray ve Fenerbahçe Türkiye Kupası maçında karşı karşıya geliyor. Maçın ilk yarısında fırtına gibi esen Galatasaray soyunma odasına Tanju Çolak’ın kaydettiği 3 golle önde gidiyor. İkinci yarıda ise Galatasaray için rüzgâr ters yönden esmeye başlıyor. Bir gol Aykut Kocaman’dan gelirken sahneye çıkan Hasan Vezir, Galatasaray ağlarına 3 gol bırakarak Fenerbahçe’nin sahadan 4-3 galip ayrılmasını sağlıyor. Hasan Vezir omuzlarda ve manşetlerdeki yerini alırken aslında onun için yaşanacak kabus dolu günler yeni başlıyordu. Transfer dönemi başladığında Galatasaraylı yönetici Ergun Gürsoy tarafından kaçırılan Hasan Vezir’e apar topar imza attırılmış ve Galatasaray’a 74
Şubat - Mart / 2014
transfer edilirken Fenerbahçe taraftarı tarafından “hain” ilan edilmişti. Hasan Vezir bir röportajında kaçırılma hikâyesini şöyle anlatmıştı. “Küçükyalı’da bir tünele çağırdılar. Abimle gittim. Ergun Gürsoy’a ‘Galatasaray’a gelirim’ dedim. Abimi gönderdiler beni alıp başka bir arabaya bindirdiler. Yavaş yavaş İstanbul dışına çıkmaya başladık. Epey bir süre gittikten sonra “Bu bizim namus meselemiz oldu, biz seni kaçırıyoruz” dediler. “Yapmayın etmeyin, ben Karadenizliyim, sözüm sözdür” dememe karşın beni Fethiye’ye götürdüler. Sabah gazetecileri çağırıp göstermelik bir imza attırdılar. Ama dört yıl çok büyük sıkıntı yaşadım. Hakkımda çok fazla şey söylendi
ve çok tehdit edildim. Transferden üç gün sonra evlenecektim. Düğüne gittiğimde sıkıntıdan dudaklarım uçuklamıştı. Galatasaray adasındaki düğünümde bile bazı kendini bilmez taraftarlar gelip aleyhime tezahürat yaptı. Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi 1-0 yendiği maçta golü ben atmıştım. Fenerli taraftarlar evimi bastı, kapıcıyı bıçakladı. Allahtan evde değildik.” Bana göre bu hikâyedeki anahtar cümle “Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi 1-0 yendiği maçta golü ben atmıştım.” Hasan Vezir futbol oynamak uğruna koskoca bir camiayı karşısına almayı göze almış cesaretli bir adamdır…
röportaj
“Koçluk soru sormayı, yargısız dinlemeyi, yapıcı geri bildirimlerde bulunmayı
gerektirir”
Dergimizin biricik yazarlarından Timur Tiryaki, kendini “iyi yaşam filozofu” olarak tanımlıyor. Uluslararası bir koçluk ekolü olan Bob Proctor ekolünü Türkiye’ye getirmiş, yüzden fazla kişinin koçluk sertifikası alması sürecine mentorluk yapmış, koçluğun Türkiye’de yayılmasına ve tanınmasına önemli katkılar sunmuş biri o. Değerler ve insan odaklı yaşama olan inancıyla, dergimiz için de pek çok yazı kaleme alan Timur Tiryaki, farklı ekolleri inceleyerek çalışmalarını birçok eğitimle desteklemeyi tercih etmiş. Onu farklı kılan bir diğer özelliği ise koçluk alanındaki bilgisini bireylere olduğu kadar şirketlere de taşıyabilmesi. Kendisine yeni kitabı “Koçluk Okulu” hakkında sorularımızı yönelttik. Aktivist: Koçluk nedir? Timur Tiryaki: Koçluk aslında hayatınızda nerede olduğunuzun resmini çekmenize ve nereye doğru gitmek istediğinizin resmini çizmenize yardımcı olan bir
76
Şubat - Mart / 2014
süreçtir. Profesyonel bir sohbettir. Detaylarına inecek olursak kurumsal hayatta kullanılan stratejik planlama süreçlerini bireylere indirgeyen, psikoloji ve felsefe-felsefi düşünme alanlarının günümüz insanının ihtiyaçlarına uyarlanmış halidir. Koçluk aslında disiplinler arası bir konudur, farklı alanların bir sentezidir.
Aktivist: Herkes koç olabilir mi? Timur Tiryaki: Profesyonel koç olamayabilir, olmamalı da zaten ancak herkes bazı koçluk becerileri için kendini geliştirebilir. Koçluk becerileri dediğimiz konu aslında güçlü iletişim becerileridir. Koçluk soru sormayı, yargısız dinlemeyi, yapıcı geri bildirimlerde bulunmayı gerektirir. Tüm ebeveynlerin koçluk konusunda kitaplar okumasını çok faydalı buluyorum. Ebeveynlik elbette kitaplardan öğrenilemez, kurallara uymaz ancak kendinizi nasıl geliştirebileceğiniz konusunda kendi yol haritanızı üretmekte faydası
olacaktır. Ayrıca yöneticilerin de kesinlikle çok iyi öğrenmesi gereken bir alan. Özellikle önümüzdeki 10-20 yıl boyunca kariyerini ilerletmek isteyen ve yeni kuşakları anlayarak hareket etmek isteyen yöneticiler bu konuya eğilmeli. Aktivist: Kimler koç olabilir sizce? Timur Tiryaki: Koçluk alanında önümüzdeki yıllarda etkin ve kalıcı olacak olanlar temelde şu alanlardan geliyor olacak, birincisi kurumsal hayatta başarılı işler yapmış, insan psikolojisini anlayan, filozof yöneticiler, ikincisi iş hayatının içerisinden psikoloji, felsefe, sosyoloji alanına yönelen, bu alanda iyi eğitimler alanlar kişiler son olarak da iş hayatını çok iyi anlayabilen psikoloji temelli kişiler. Koçluk alanı henüz yeterince yüksek lisans vb. alanlara girmiş değil. İlerleyen yıllarda bu alandaki eğitimlerin de son derece gelişeceğini düşünüyoruz. Eğitimin yanı sıra kişilik özellikleri olarak
insanlara yardımcı olma güdüsü taşıyan ve bunun için de kendini sürekli geliştirebilen, kendini de ileri taşıyabilen, zorlayabilen bir insan iyi bir koç olmanın sinyallerini gösterir. Öte yandan sadece koçluk eğitimi alınarak koç olunamayacağı kesindir! Aktivist: Siz nasıl böyle bir karar verdiniz ve bu alanı seçtiniz? Timur Tiryaki: Ben profesyonel koç olmak için yola çıkmadım doğrusu. Öncelikli güdüm, kendimi aramak ve kendimi bilmekti. Intel’de yönetici olduğum dönemde, 2005-2007 yılları arasında, kendime yaptığım eğitim yatırımları sonucunda iş hayatında ekibime iyi bir koç oldum. Çok iyi iletişim becerileri geliştirmenin yanı sıra stratejik planlama konularını öğrendim ve uyguladım. Koçluk, iyi bir yönetici olma, insanlara hizmet etme ve yardımcı olma bilincimi yükseltti. Bunun sonrasında koçluk alanında eğitimler vermeye başladığımda ise en güçlü yanlarım ortaya çıktı ve eğitimcilik alanına yöneldim. Bu alana profesyonel olarak yönelmemde ise en büyük destekçim, bu konuları öğrendiğim kişi olan Bob Proctor oldu. Kendisi bizzat bu alana yönelmem konusunu teşvik etti ve yol gösterdi. Aktivist: Koçluk Okulu kitabı neyi anlatıyor? Timur Tiryaki: Koçluğu, iş dünyasının stratejik planlaması, temel insan psikolojisi ve felsefi düşünce alanlarının bir sentezi olarak görüyorum. Dördüncü kitabım olan Koçluk Okulu, birçok farklı koçluk ekolünün bir sentezini oluşturarak, koçluğun ne olduğunu, nasıl yapıldığını, mantı-
ğını ve felsefesini anlatan bir kitap. Koçluk alanında Türkçe kaynak sayısı son derece azdır, bu kitapların çoğu ise akademik ve pratik çalışmalardan ziyade motivasyonel ve kişisel gelişim ağırlıklıdır. Bu kitabın birçok koçluk eğitiminde ve de derslerde kullanılabileceğini ümit ediyorum.
Yüzleş, Yön Ver, Yükle, Yönet ve Yola Çık! 5Y Koçluk Modeliniz Nedir? 5Y Koçluk Modeli 5 basamaktan oluşuyor: Yüzleş, Yön Ver, Yükle, Yönet ve Yola Çık. Yüzleş – Kendinle yüzleş, resmini çek Yön Ver – Hayat Amacını Tanımla ve Kişisel Stratejik Planını Yap Yükle – Kendine başarı ve mutluluğa götüren düşünce kalıpları yükle (sorgulayarak!) Yönet – Kendini gün ve gün yönetmeyi öğren. Yola Çık – Hayallerine doğru harekete geç! Her bir adımın elbette detaylı incelenmesi ve rasyonel ve sağlıklı bir tanımının yapılması gerekmektedir. Aktivist: Kitabınızın en ilgi çekecek 3 konusu nedir sizce? Timur Tiryaki: Yukarıda bahsettiğim 5Y Koçluk Modeli, Zaman Odaklı Benlikler – Geçmiş, şimdi ve gelecekte yaşayan farklı benliklerini anlayan kişiler hayatlarında bugün nerede, nasıl takıldıklarını daha iyi görecekler. Hayat Amacını
Tanımlama Atölyesi – Hayat amacı kavramını anlayarak, amacını hedeflerden ayırt etmeyi öğrenen kişi daha güçlü bir kişi olur. Kendinizle baş başa geçireceğiniz birkaç saat belirleyerek kitaptaki soruları kendinize sormanızı öneriyorum.
“İnsanlar yaptıkları şeyler için değil, yapmadıkları şeyler için pişman olurlar!” Dr. John Izzo Aktivist: Kariyerinizi koçluk için değiştirmekten hiç pişman oldunuz mu? Timur Tiryaki: Dr. John Izzo, Ölmeden Önce Keşfetmeniz gereken 5 Sır kitabı için yaşları 60 ile 106 arasında değişen onlarca kişi ile görüşmeler yapmıştır. Bu çalışmanın sonucundaki bu 5 sırdan bir tanesi şudur: “İnsanlar yaptıkları şeyler için değil, yapmadıkları şeyler için pişman olurlar!”. Dolayısıyla cevabım elbette pişman değilim. Koçluk sürecinde elde ettiğim tecrübe aslında onlarca insanın hayat tecrübesi, onlarca şirketin farklı problemleri ve çözümleri ile ilgili süreçleri yaşamak ve gözlemlemek oldu. Ayrıca bu yolculukta çıkardığım kitaplar, tanıştığım insanlar, gezdiğim şehirler elbette hayatın büyük bir hediyesi oldu. 77
Beş para ver, Beş para ver,
beş para yoksa
röportaj
on para ver!
Sadece On Liraya ne yaptırmak istersiniz? Bir adamın istediğiniz mesajın yazılı olduğu bir balonu konuşarak yüzünde patlatması gibi tuhaf bir şey mi yoksa sosyal medya sayfalarınıza haftalık içerik oluşturarak online pazarlamanıza yardımcı olabilecek bir şey mi? Peki sadece on liraya ne yaparsınız? Akrostiş şiir yazarak mı para kazanmak istersiniz yoksa çeviri yaparak mı? SadeceOn, mikro tabanlı akıllıca bir girişim. 10 liraya satın alabileceğiniz bir sürü hizmet veya 10 liraya hizmet satabileceğiniz faydalı bir platform. Biz de SadeceOn’un Kurucu Ortağı Müh. Dr. Evren Dinç’ten işin inceliklerini öğrenip 10 liraya neler olabileceğini öğrenmek istedik.
Aktivist: Öncelikle sadeceon. com’un proje sahibi ile ilgili bilgi alabilir miyim? Evren Dinç: SadeceOn portalı, Akalink E-Ticaret ve Bilişim Hizmetleri Ltd. Şti.’nin bir girişimidir. Firmamız, Gametolia oyun şirketinin eski ortağı ve Kocaeli Üniversitesi öğretim görevlilerinden Evren Dinç ve Türkiye’nin önde gelen mobil ödeme şirketi PaytoGo’nun ortaklarından Kazım Akalın tarafından kuruldu. Aktivist: Bu fikir, hangi ihtiyaçlar düşünülerek hayata geçti? Evren Dinç: Amerika ve Avrupa’da mikro servis portallarının geliştiğini ve
popülerleştiğini görüyoruz. Her geçen gün daha da gelişiyor olması dikkatimizi çekti. Yaptığımız araştırmalar da gösterdi ki bu tarz servislerin Türkiye ve Orta Doğu için pazar payı diğer yerlere göre çok daha küçük durumda. Ortağım Kazım Akalın ile buradan yola çıkıp, yerel hizmetleri de bu fikrin içine dâhil ederek, projelendirme aşamasına geldik. İkimizde girişimci ruha sahip kişiler olduğumuzdan, buradaki büyük fırsatı kaçırmak istemedik. Aktivist: Neden 10 TL? Evren Dinç: Herkes tarafından ulaşılabilir bir değer olması ve akılda kolay kalması yeteneklerin başlangıç fiyatının 10 TL olmasını ilk tercih haline getirdi. Tabi 10 TL
sadece bir başlangıç. İsteyen satıcılar ekstralar oluşturup her ekstraları için ek ücret talep edebiliyorlar. Böylece isteyen satıcı, istediği kalitedeki servisini, belirli kriterler içerisinde, istediği fiyata satma şansına sahip olabiliyor. Aktivist: Sitenizde alım ve satımlar nasıl gerçekleşiyor? Evren Dinç: Üyeliğin ardından hemen alım satıma başlanabiliyor. Eğer satıcıysanız yetenek tanımlama kısmına, alıcıysanız tek tuşla ödeme ekranına ilerleyebiliyorsunuz. Alım satım süreci sadeceon.com tarafından üyelerine sunulan özel bir mesajlaşma ve çözüm platformu üzerinde devam ediyor.
Sizin için modellik yaparak istediğiniz mesajı tutabilirim. 78
Şubat - Mart / 2014
Aktivist: Çok ilginç hizmet girişleri var. Bu konuda sanırım belli kriterleriniz yok. Var mı? Evren Dinç: Kriterlerimiz, kullanıcı sözleşmesine uygun ve alıcılar tarafından anlaşılabilir yeteneklerin yer alması. Diğer taraftan da satıcıları yetenekleri konusunda olabildiğince serbest bırakmak istiyoruz. SadeceOn’da, son derece profesyonel grafikerler, programcılar, müzisyenler, reklamcılar vb olduğu gibi; 10 TL’ye kaşlarını müzik eşliğinde dans ettiren, şirket sloganınızı taşıyan birine veya köpeğine mesajınızı ya da firma logonuzu yalattıran başka bir satıcıya ulaşabiliyorsunuz. Aktivist: Yetenek girişlerinde bir kontrol sistemi var mı? Vaatlere alışığız. Hizmet kalitesi, yeterlilik gibi konularda, satıcılara sadeceon.com olarak referans olduğunuzu düşünebilir miyiz? Evren Dinç: Sadeceon.com içerisinde yer alan puanlama ve memnuniyet sistemi, alıcıların sunulan yetenek hakkında verdiği puanlar ve yorumlarından oluşuyor. Bu referansları değerlendirerek satın alma işleminizi yönlendirebiliyorsunuz. Aktivist: Ödeme ve transferler nasıl gerçekleşiyor? Evren Dinç: Alıcılar tarafından ödemeler iki şekilde gerçekleşiyor; mobil
Sizin için Kızarmış ekmeğin üzerine istediğiniz bir metni yazıyorum. ödeme ve Paypal. Satıcıların hesaplarına sadeceon.com tarafından yapılan transferler ise EFT veya Paypal aracılığı ile yapılıyor. SadeceOn, alım-satımlarda, işlemin tam ortasında yer aldığı için, ne alıcı ne de satıcı herhangi bir risk taşımıyor. Aktivist: Alışveriş ilişkisine giren kişiler sadece sizin ortamınızda mı iletişim kurabiliyorlar? Evren Dinç: İletişimin sadeceon.com üzerinde gerçekleşmesini destekliyor ve talep ediyoruz. Bu hem alıcıların hem de satıcıların daha sağlıklı ve güvenli bir platformda buluşmalarını sağlıyor. Aktivist: Gelecekte siteye eklemeyi planladığınız başka özellikler olacak mı? Evren Dinç: Kısa bir süre sonra aradığınız yeteneği tanımlayabileceğiniz bir eklentiyi sadeceon.com içerinde devreye alacağız. Böylece kullanıcılarımız ne aradığını özel olarak tanımlayıp daha hızlı
çözümlere ulaşabilecek. Aktivist: Sadeceon.com yaratıcı markası olarak, sizin ileride ne gibi projeleriniz olacak? Evren Dinç: Bizim amacımız, Türkiye’de bu alanda kalıcı bir yer edinip, ilk etapta Orta Doğu ve daha sonra benzer demografik özellikler gösteren bazı doğu Avrupa ve Asya ülkelerine SadeceOn’u açmak. Bu şekilde Türkiye’deki yetenekleri dünya pazarına, dünyadaki yetenekleri de Türkiye’ye sunmak istiyoruz. Mobil Ödeme Nasıl İşliyor? sadeceon.com kullanıcıları kredi kartı veya başka ödeme yöntemine gerek duymadan sadece cep telefon numaralarını sisteme girip gelen mesaja cevap atarak ödeme işlemlerini gerçekleştirebiliyorlar. Ödeme bedeli cep telefonu faturalarına yansıtılıyor. Bu pratik ödeme yöntemi için sadeceon.com ekstra bir komisyon bedeli şu an için almıyor.
Sizin için müzik eşliğinde kaşlarımı oynatarak istediğiniz mesajı tutabilirim
79
zehir ile ilacı ayıran
resim: android jones
röportaj
dozdur
Toplumun büyük çoğunluğu olup biteni anlama, kendine bir saf belirleme, seçtiği safın imajını benimseme ve mümkünse “diğer tarafın” hiçbir şeyi “anlamadığını” düşünme eğilimde. Belki de bizlerin geçmişten gelen sürüden ayrılanı kurtlar yer güdümü ya da bir çemberin dışında kalmanın “havasına” 80
Şubat - Mart / 2014
olan düşkünlüğümüz en temel düzeyde, biricik ihtiyacımızı, can suyumuzu, bizi bir arada tutan asıl şeyi örselememizi sağladı. Oysa içinden geçtiğimiz süreçte, belki de anlaşılmaktan çok anlamaya, taraf tutmaktan çok yeni bir şey söylemeye ihtiyacımız vardı: artık bunu görebiliyoruz: “Anlamak”
Hem 23 Nisan’ı, hem de 19 Mayıs’ı kapsayan “Cesaret & Özgüven” temalı beşinci sayımızda, biz de kendi meşrebimizce gençleri, çocukları ve doğal olarak “büyüklerimizi” anlamaya çalıştığımız bir röportajla kutlayalım istedik bayramlarımızı. Kimin kim olduğuyla, neye muktedir olduğuyla, hata-
“Aynı kuşağın bu iki zıt kutbuna baktığımızda da bence en temel ortak davranış kalıbı “kabul görmek” talebi ve bu talebin geliştirdiği “isyan” dili. Bir örnek vermek gerekirse, geçen yaz “Y Kuşağı eşittir Gezi Gençleri” diye bir algı ortaya çıktı (…..) Peki, direnişe türlü nedenlerle katılmayan gençler, ya da bilinçli şekilde direnişi desteklememeyi tercih eden, hatta karşı aksiyonlar içinde olanlar yok muydu? Vardı. Bunlar Y Kuşağı değil mi? Çevik kuvvet içinde Y Kuşağı yok mu? Bunların tamamı bu ülkenin Y kuşağı. Farklı yaşam biçimlerini temsil etseler de bence önemli ortak paydaları var.”
larımızla, heyecanlarımızla, önyargılarımızla, kaygı ve hatta kabullerimizle yüzleşelim ve artık birbirimizi “anlayalım” istedik. Evrim Kuran Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı, Marmara Üniversitesi HR Management & Development ve Sabancı Üniversitesi Executive MBA bölüm-
lerinde öğrenim görmüş. 2005 yılından bu yana kurucu ortağı olduğu Dinamo Eğitim & Danışmanlık’ta kuşaklar ekseninde iç ve dış müşteri davranışları ve işveren markalama çalışmaları yapıyor. Dünyanın önde gelen araştırma ve danışmanlık şirketi Universum’un da Orta Doğu
Direktörü. Bizi, bizden öncekileri, şimdiki nesli ve bizden sonrakileri anlattı. Aktivist: Türkiye, daha önce yaşanmamış bir sürecin içinden geçiyor. Kutuplaşmalar, kucaklaşmalar, “Size baba diyebilir miyim?”ler içinde süzülüyoruzJ Sizce toplumsal olaylar, bu81
günün gençliği ve çocukları üzerinde nasıl bir etki bıraktı? Evrim Kuran: Bu ilginç sürecin bir “yaratıcı yıkım” olduğuna inanmak isteyenlerdenim. 21. Yüzyılın iş iklimi tüketici ve üreticinin müthiş biçimde evrimleşerek “türetici” (prosumer) halini almasını sağladı. Yani yeni ekonomide gençlerde, tükettikleri içeriklerin üretimine katkı koymak talebi doğdu. Yeni ekonomide ortaya çıkan bu durumun yeni toplumda da etkisini göstermemesi mümkün değil. Son dönemlerde deneyimlediğimiz yorucu ve yıkıcı toplumsal olaylar, yeni jenerasyonun söz söyleme talebini ortaya çıkarıyor. Bu da iyi bir hal. O zaman biz önceki kuşaklara ne düşüyor? Yarının çocukları ve gençliği için daha iyi bir dünya bırakmak için, biz “homo economicus”lar, bir süredir itinayla inşa ettiğimiz konfor alanlarını yıkıp daha yaşanır bir toplum inşa edeceğiz. Aktivist: Hala “dolaşımda” olan, Baby Boomerlar, onların çocukları X ve Y kuşakları… Ve onların da çocukları Z kuşakları… Birbirinden çok farklı 4 nesil bir arada… Bu süreç mi kuşakların tanımında bir değişiklik yaratır yoksa bu cevval kuşalar; süreci etkileyebilir mi? Evrim Kuran: Tavuk-yumurta denklemi. Süreçler kuşakları, kuşaklar süreçleri etkiliyor. Jenerasyonel sistem teorisinde 4 tane kuşak arketipi var ve bu arketiplerin temsilcisi olduğu dönemler süreç içerisinde döngüsel biçimde kendini tekrarlarken, dönemlere verilen isimler (ya da harfler) değişiyor. Daha basit haliyle, örneğin bugün Y kuşağı diye tanımladığımız kuşak arketipi, içinde bulunduğumuz yüzyılda “Y” olarak adlandırılıyor olsa da, aslında Y dediğimiz kuşak, HERO arketipinin yirminci yüzyıl yansıması. Yani yirmibirinci yüzyılda HERO arketipi bir başka kuşak olarak karşımıza çıkabilir; üstelik yine Y kuşağına benzeyen bir davranış biçimi ile. Aktivist: Toplumu bir danışan olarak değerlendirecek olsanız, teşhisiniz ne olurdu? Evrim Kuran: Ben toplumsal analizler yapacak bir bilirkişi değilim; odak alanı jenerasyonel sistemler olan bir yönetim danışmanıyım. Şirketlerle çalışıyorum ama şirketler toplumun birer yansıması; yani 82
Şubat - Mart / 2014
şirket, bireyden, aileden, toplumdan ayrıştırılacak bir yapı değil. 16. Yüzyılın önemli bilim adamlarından olan ve modern tıbbın kurucularından biri kabul edilen Paracelsus’un meşhur söylemini çalışmalarımın pek çok evresinde yol gösterici kabul etmişimdir. Toksikoloji denilince akla ilk gelen isim olan Paracelsus’a göre “zehir ile ilacı ayıran dozdur”. Böyle baktığımızda bugün Türkiye’deki iklimde pek çok konuda doz aşımı ile karşı karşıya olduğumuzu düşünmüyor değilim. Aktivist: Bizler belki de biraz yanlı olarak direniş gençlerini popüler bir sembol olarak algılıyor ve onlar üzerinden gündem okuyoruz. Ancak bir de aynı kuşak içinde, taban tabana zıt fikirler ve eğilimler de var. Sizce aynı kuşağın bu iki zıt kutbu, nasıl bir ruh hali içinde? Evrim Kuran: Toplum olarak, kavramları birbirine karıştırıp zaman zaman sığ ve kolaya kaçan, derinliği olmayan analizler yapma eğilimimiz var. Bu eğilim nedeniyle de bizim toplumumuzda paradigmanın yer değiştirmesi kolay olmuyor. Kuşak konusu popüler oldu olalı, “aynı dönemin çocuklarının hepsi aynı şeye inanır” gibi sığ ve yersiz bir algıyı oluşturma riski yükseliyor. Bu konuda herkesi daha dikkatli olmaya davet etmek lazım. Adam Smith’e göre paradigma “paylaşılan varsayımlar seti”dir ve Smith şunu söyler: “bir paradigmanın tam ortasında iseniz diğer bir paradigmayı hayal etmeniz çok güçtür”. İşte bu sebeple, ezberden kaçan, yargılamaya değil gözlemlemeye dayalı bir yaklaşımla ve yerleşik paradigmaların sığlığına kapılmadan kuşak meselesine bakmalıyız. Bir kuşağı anlamak demek, bir dönemi anlamak demektir. O dönemin tüm insanları bunu yer, bunu içer, buna inanır, buna oy verir dememiz mümkün mü? Elbette hayır. Jenerasyonel system bir segmentasyon aracıdır. Nasıl bütün A+ müşteriler Porsche’ye biner diyemezsek, bütün gençler şu kişiye oy verir de diyemeyiz. Bununla birlikte, bir döneme atfedilebilecek genel bir davranış paterni oluşabilir. Fikirler zıt olabilir ama davranış paterni benzeşebilir. Kuşak çalışmaları bu ikincisini ele alır. Aynı kuşağın bu iki zıt kutbuna baktığımızda da bence en temel ortak davranış kalıbı “kabul görmek” talebi ve bu talebin geliştirdiği “isyan” dili. Bir örnek vermek gerekirse, geçen yaz “Y Kuşağı eşittir Gezi Gençleri”
“Z kuşağı, daha derin duygusallığı, spiritüel zekâyı, uyumu ve normlara adapte olma eğilimini temsil ediyor. Bir başka deyişle takipçi kuşak.” diye bir algı ortaya çıktı. Evet, Gezi Parkı direnişi sürecinde yapılan 3 ayrı direnişçi profili araştırmasının da ortaya koyduğu gibi eyleme katılanların % 70’lik bir oranını Y kuşağı oluşturmakta idi. Bununla birlikte, 76 buçuk milyonluk Türkiye’de nüfusun % 35’ini bu kuşak oluşturuyor ve bu gençlerin tamamı Gezi direnişinde aktivist olarak yer almadı. Peki, direnişe türlü nedenlerle katılmayan gençler, ya da bilinçli şekilde direnişi desteklememeyi tercih eden, hatta karşı aksiyonlar içinde olanlar yok muydu? Vardı. Bunlar Y Kuşağı değil mi? Çevik kuvvet içinde Y Kuşağı yok mu? Bunların tamamı bu ülkenin Y kuşağı. Farklı yaşam biçimlerini temsil etseler de bence önemli ortak paydaları var. Mesela kararlarında duyguların rasyonelden daha etkili olması, aile değerine önem vermeleri, ait olduklarını düşündükleri komüniteden maksimum seviyede etkilenmeleri ve çevrelerini etkileme güçleri ve elbette her durumda sosyal medyayı çok etkin kullanmaları gibi. Aktivist: Babymoomerların başkaldırı dedikleri şeye, günümüzde direniş diyoruz. Siz, konunun uzmanı olarak, geçmiş kuşağın mücadelesiyle şimdiki kuşak arasında nasıl farklar gözlemliyorsunuz? Evrim Kuran: Baby Boomer kuşak her ne kadar Y kuşağının yaşadığı bağlamdan çok farklı bir dünyada yaşamı ve direnişi deneyimlemiş olsa da iki kuşağın dikkat çekici benzerlikleri var. Belki de tam da bu
sebeple organizasyonel sistemlerde bu iki kuşağın en iyi anlaşan kuşaklar olduğunu düşünüyorum. İki kuşak da direnişçi. Ama BB’de lider olma güdüsü öne çıkarken, Y jenerasyonunda birlikte olmaktan alınan keyif daha belirgin. Bu sebeple BB kuşağı kendi içinden liderlerini hızlıca çıkardı; Y’de ise durum farklı. Aktivist: Günümüzde toplumsal olaylar, dayanışma duygusunu o kadar güçlendirdi ki… Gezi olayları ve sonrasındaki toplumsal hareketler sırasında yaşamını kaybeden ya da sakat kalan insanlar için müthiş bir kolektif bilinç oluştu. Ülkemiz özellikle Berkin Elvan’ın cenazesinde neredeyse büyük bir yas tuttu. Bu birlikteliği tetikleyen ne oldu sizce? Evrim Kuran: Ben insanın kendinde olmayanın peşinde olduğuna inananlardanım. Uzunca bir süredir de aklımızın vicdan mekanizmasını çalıştırmaktan uzaktık. Şimdi o mekanizmanın peşine düştük. Toplumun tüm kesimlerinde, kolektif vicdanın altında yatan asıl korku ortaya çıktı: Hem kendileri hem de çocuklarının benzer bir sona uğrama olasılığı. Tek korkuyla tetiklenen toplum 2 farklı reaksiyon verdi. Biri yas tutmak ve acıyı paylaşmaktı; diğeri ise ne yazık ki miting alanında Berkin’in annesini yuhalamak şeklinde kendini gösterdi. Aktivist: Kuşakların Z kuşağı 23 Nisan’ı, Y kuşağı 19 Mayıs’ı kutlayacak. Sessiz kuşak, Babyboomerlar ve X,Y,Z kuşakları da hep birlikte tüm bayramları kutlayacaklar. Milli duygular açısından bakıldığında geçmişte böylesi bir hassasiyet yaşanan dönem/dönemler var mıydı?
Varsa şimdi ile aralarında ne gibi farklar var? Evrim Kuran: İşte burada da BB ve Y’nin ortak paydasını gözlemleyebiliyoruz. İki kuşakta da toplumsal duyarlık diğerlerine oranla biraz daha fazla. Y kuşağının makro yaşam trendleri araştırmalarının işaret ettiği önemli bir konu var: Bu jenerasyonda pop-milliyetçilik yükseliyor. Bu biraz kendini Facebook profil fotosunda gösteren popüler bir milliyetçilik yaklaşımı.
“Bir kuşağı anlamak demek, bir dönemi anlamak demektir.”
Aktivist: Türkiye Y kuşağına hazır mı? Nasıl bir ilişkileri olacak sizce? İşbirliğine girebilmeleri için karşılıklı olarak neler yapmaları gerekiyor? Evrim Kuran: Türkiye Y kuşağına hazır değildi. Tıpkı şimdi 14 yıldır doğmaya devam eden Z kuşağına hazır olmadığı gibi. Türkiye Y kuşağına hazır olsa idi, TBMM’nin yaş ortalaması 55 olmazdı; gençler eğitim sisteminde deneme tahtası halini almazdı; daha da önemlisi yirmi birinci yüzyılda eşitlik ve özgür bir yaşam istedikleri için döverek öldürülmezlerdi. Y kuşağını anlamak isteyen bir toplum sanırım önce yargılamak yerine dinlemeyi, cezalandırmak yerine söz hakkı vermeyi, sindirmek yerine dâhil etmeyi öğrenmeli. Gençleri polisiye tedbirlerle yönetmeyi değil, onlarla insani duygu ve değerlerle yönetişmeyi öğrenmeli bu toplum.
olduğu / olabileceği. Bu öngörüler doğru çıkarsa Y kuşağının liderlik döneminin Z gibi takipçilerle daha keyifli olacağını varsayabiliriz. Kuşak teorisine göre Z kuşağı “Artist/ Sanatçı” arketipinin bir yansıması. Buna uygun biçimde, inanç sistemi oldukça kuvvetli, duygusal, soyut kavramlara ilgili, önceki nesle oranla daha uzun süre odaklanabilen, çatışma yanlısı olmayan, felsefi alanda daha meraklı olabilecek bir nesilden bahsediyoruz. X kuşağının kuvvetli bireycilik anlayışı, Y’de yerini topluluğa ait olma bilincine bırakıyor. Z’ye gelindiğinde ise çatışma karşıtı bir kuşak olacakları öngörülen bu nesil birlik, bütünlük ve barış kavramlarını iş dünyasına yeniden hatırlatacağa benziyor.
Aktivist: Son olarak, bir sonraki kuşağın hangi etkilerle, nasıl bir kuşak olarak ortaya çıkacağını öngörüyorsunuz? Evrim Kuran: 2000’den sonra doğduğu ve 2018 ya da 2020’ye dek dünyaya gelecekleri varsayılan Z kuşağının en büyüklerinin bugün 14 yaşında olduklarını ve henüz iş yaşamında yerlerini almadıklarını hatırlayarak, bu kuşakla ilgili tanımlamalarımızın jenerasyon teorisinden edindiğimiz öngörülere dayandığını öncelikle belirtmek gerekiyor. İşte bu öngörüler bize şunu söylüyor. Z kuşağı, daha derin duygusallığı, spiritüel zekâyı, uyumu ve normlara adapte olma eğilimini temsil ediyor. Bir başka deyişle takipçi kuşak. Yani liderlikten çok takipçiliği çalışmamız gereken bir dönemin eşiğindeyiz diye düşünüyorum. Y kuşağı ile önemli farklılıklarından biri de, kısa dikkat-kısa odak kuşağı olan Y’lerle kıyaslandığında bu kuşağın odaklanma konusunda daha etkin
Sayfa Bilgisi: Kuşaklar ve Genel Özellikleri Sessiz Kuşak: 1927-1945 döneminde doğanlar Baby Boomer 1946-1964 yıllarında doğanlar: Sadakat, kanaatkârlık, üretmek, hayal kurmak, yüksek iş ahlakı X Kuşağı, 1965-1979 arasında doğanlar: Uyumluluk, aidiyet, otoriteye saygı, sadık, çalışkanlık, gelenekçilik, şüpheci, mücadeleci Y Kuşağı, 1980-1999 arası doğanlar: Bağımsızlık, özgürlük, rahatlık, uyumsuzluk, eleştirel bakış açısı, kural tanımazlık, sosyallik, mobilite, arkadaş/akran onayı, değişim, tutku, kararlılık, özgünlük Z Kuşağı, 2000 yılı ve sonrası doğanlar: Teknoloji, internet ile sosyalleşme, çabuk tüketim, pratik, odaklanmak, hız, interaktivite, aynı anda birkaç şeye ilgi duyabilme, yaratıcılık, etkinlik, tatminsizlik Sonraki kuşak: HERO :) 83
tarih inde n İç a m a un m el Z Evv e Ceyh gmail.co d @ n n a H ceyhu e hand
84
Nisan - Mayıs / 2014
85
Byzantion
Kostantinopolis
İstanbul
BALIKÇI KÖYÜNDEN İMPARATORLUK BAŞKENTİNE
“ Ah İstanbul, İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder “diye bir şarkı var hani. Biliyorsunuz, hepimiz biliyoruz, böyle, hüzünlü günlerimizde hatta onu dinlerken, kendimizi bir kayık iki kürek ve yakut renkli kırmızı şaraplar eşliğinde boğaz akıntılarında sallanıp avunurken hayal ediyoruz. Peki, şimdi benim aklıma nereden geldi bu şarkı? Efendim malumunuz seçimler. Bu seçimlerde hem mevcut siyasal partinin hem de ana muhalefet partisinin şiddetle göz diktiği İstanbul, kendisini kazanan ya da kaybedenin yeni bir dönemi başlatabileceği kadar önemli bir yerde duruyor malum. Ben de merak ettim doğrusu bu “Ah İstanbul, İstanbul olmayalı”” nasılmış durum. Kimmiş, neymiş bu şehir? Hep mi böyle önemliymiş? Kimlere tahtını vermiş kimleri tahtından etmiş? İşin aslı kime ne kazandırdı ya da kaybettirdiyse de asıl kaybeden maalesef hep kendi olmuş tabii. Şiirlere mısra dillere destan olmuş güzelliğini eteklerinde yüzyıllar boyu saça saça bugüne gelmiş. İşte düşünün kim bilir ne şahaneydi ki hala da güzel. . Kuruluşundan bugüne tarihine bakınca, İstanbul sadece bugün değil değişik isimlerle kurulduğu yüzyıllar boyunca hep yıldızı parlayan, siyasi erk sahipleri tarafından da son derece arzulanan ve 86
Şubat - Mart / 2014
tabi bu sebeple de başına gelmedik dert kalmayan bir şehir olmuş. .
Byzantion Bugünkü İstanbul kentinin nüvesini oluşturan Bzantion kurulmadan önce Sarayburnu olarak anılan yerde Lygos adlı küçük bir balıkçı köyü bulunmaktaymış. Tabii bugünün sınırlı bilgileriyle bu köy içinde yaşanan siyasi çekişmelere dair en ufak bir fikrimiz bile yok. Zaten adı üzerinde bir küçük balıkçı köyü imiş, haliyle o zamanlar büyük bir çekişme olmamış olmalı. Önce kısaca bir kuruluşuna göz atalım. İstanbul bir kent olarak ilk defa Byzantion adı ile bugünkü Sarayburnu, Topkapı Sarayı ile Ayasofya’nın bulunduğu alanda M.Ö 668 yılında kurulmuş. Kuranlar Atina yakınlarındaki Megara kentinden gelen Yunan kolonistler. Bunların başında Byzas adlı bir lider vardı. Kentin ilk adı olan Byzantion da Byzas’ın yeri anlamına gelir. . Geniş tarım alanları yoktu İstanbul’un, geniş ve güvenli su kaynakları ya da madenleri de öyle. O zamanlar bu yerin en önemli cazibesi stratejik konumuydu sadece. Bugün ise bence en önemli cazibesi toplu konut alanları. Karadeniz ve Ege’yi birbirine bağlayan bir suyolu olan boğazı kontrol eden bu kent, uğruna yıllarca savaşılan Troya’dan bile daha avantajlı bir konumdaydı. Karadeniz havzası ile Ege ve Akdeniz havzaları arasında ticaret yapan gemiler buradan geçmek zorundaydı. ( Bugün ise Boğaz ve kıyıları talana müsaitlik açısından
değerlendiriliyor.) Bütün fırtınalara kapalı suyu derin olan Haliç, kente eşine az rastlanır bir doğal liman sunmaktaydı. Aynı zamanda Haliç Karadeniz’den inen Palamut ve Lüfer sürüleriyle bugünlerin aksine Byzantion kenti ekonomisine çok büyük gelir sağlayan balık avcılığı içinde çok büyük önem teşkil ediyordu. Roma döneminde tarihlenen bazı Byzntion sikkelerinde Palamut figürleri vardır. Bizler bugünün imkanlarıyla henüz denizlere ev yapıp bir rant elde edemediğimiz için kıyıları dışında hiç ilgilenmiyoruz kendisiyle ama o dönemlerde İstanbul’un doğuşunda ve gelişiminde başrolde kenti çevreleyen denizler var. Hatta öyle ki İstanbul hikâyeleri Boğazın oluşumu ve Byzantionun doğuşu arasındaki ilişki efsanelerle taçlandırılmış. Bunlardan bir tanesi şöyle; “ Byzantion kentinin kurucusu Byzas tanrıların soyundan gelmektedir. Argos kralı İnakhos’un kızı İo Zeus’un karısı Hera’nın tapınağındaki rahibelerden biridir. Ancak Zeus bir gün İo’yu görür ve ona âşık olur. Bunu duyan Hera çılgına döner ve her kadın gibi kocasını değil zavallı sevgiliyi cezalandırmak ister. Bunun üzerine Zeus onu bir ineğe dönüştürür. Ama yine de Hera’nın elinden kurtaramaz. Hera İo’nun başına bin gözlü Argos’u nöbetçi kılar. Zeus haberci tanrı Hermes’i göndererek Argos’un işini bitirir. Hera İo’ya bir at sineği musallat eder. At sineğinden kurtulmak için can havliyle koşarak Trakya’dan İstanbul Boğazı’na gelen zavallı İo’cuk o hızla Asya kıtasına kadar çıkar. İşte bu efsaneden yola çıkarak boğaza inek geçidi anlamına
gelen Bosphorus, denmiştir. Bu arada İo Haliç’i geçtikten sonra Zeus’tan bir kız çocuğu doğurur. Adı Keroessa olan bu kız daha sonra denizler tanrısı Poseidon’dan bir oğlan çocuk dünyaya getirir. İşte bu çocuk doğduğu yerde bir kent kuran Byzas’tır. Şimdi düşünüyorum da bu efsanelere bir bakıma o günlerin tapesi de diyebiliriz aslında neden olmasın. . Neyse, Byzantion için anlatıla gelen efsanelerden bir diğeri ise şu; Khalkedon’un kurulmasından bir süre sonra Megara’lılar Delphoi’deki Apollon Tapınağı’nın kâhinlerine danışarak yeni kentlerini nereden kuracaklarını sorarlar. Kâhinler onlara “körlerin karşısına” cevabını verir. O zaman bunun ne anlama geldiğini anlayamayan Megara’lılar ancak gemileriyle Boğaz’a gelince müneccimin dediklerinin ne anlama geldiğini kavrayabilmiştir. Boğaz’ın Asya kıyısında Kalkedon adında bir Yunan şehri vardır. Byzas Kalkedon şehrindekilerin bahsedilen “körler” olduğunu düşünmüştür; çünkü kendilerinden yarım mil uzaklıktaki muhteşem konumdaki seçkin toprakları fark edememişlerdir. Böylece Byzas şehrini bu seçkin olarak adlandırdığı topraklara kurar. . Efsane ya da gerçek, öyle ya da böyle kurulup günümüze kadar gelen Roma imparatorluğunun bu küçük kenti olan Byzantion’un nasıl bir yer olduğuna dair elimizde yeterli tarihsel ve arkeolojik bilgi bulunmamaktadır. Yine de biraz olsun gözümüzde canlandırabilelim diye şu bilgileri paylaşmakta yarar var; Kentin akropolisini oluşturan bugün Topkapı Sarayı’nın bulunduğu alanda Zeus, Apollon, Artemis ve Afrodit tapınakları bulunmaktaymış. Sarayburnu’nda deniz kıyısında ise Poseidon’un tapınağı yer alıyormuş. Akropolisin bugünkü Gülhane Parkı tarafına bakan yamacında ise üst düzey devlet adamlarının oturduğu Strategion denilen alan, Akropolisin kuzey yamacında ise Boğaza bakan bir tiyatro varmış. Kentin nekropolisi surların dışında kalan bugünkü Çemberlitaş imiş. Bu dönemde vuku bulan siyasi iktidar çatışmaları çok daha kanlı olmuş tabi ki; Pers kralı Darius’un M.Ö 513 yılında ordusuyla Trakya’ya geçişi sırasında kısa bir süreliğine Pers egemenliğine girmiş
olan kent 479 da Perslerin Spartalılar tarafından bozguna uğratılması sonucunda Spartalıların egemenliğine girmiş. Sonra da bundan da kurtulup Atina’nın başını çektiği Delos birliğine bağlı olarak varlığını sürdürmüş. M. Ö 340 yılında Makedonya kralı II. Philippos Byzantion’u kuşatmış ancak alamamış bu zafer oğlu İskender’e nasip olmuş, buradan yola çıkan İskender Hindistan’a dek fetihlerine devam etmiş. Egemenlik kavgaları bunlarla da bitmemiş, M.Ö 2. yy da Byzantion kenti Roma İmparatorluğu’nun himayesine girmiş bu zaman zarfında kısa bir süre şehre barış gelmişse de Septimus Severus ile Pescennius Niger arasındaki savaşta kent Nigerin yanında yer almış, onun yenilmesiyle Severus’un gazabına uğrayarak surları yıktırılıp Heraklia Perinthos’a ( Marmara Ereğlisi) bağlanmıştır. .
Konstantinopolis…
Bugünkü İstanbul kentinin kaderi 4. yy da Roma İmparatoru 1.Constantinus’un bu sıradan Roma kentini imparatorluğun yeni başkenti olarak seçmesiyle çizilmiş olur. Bu seçim liderin üstün zekâsı ve ileri görüşlülüğünün bir ürünüdür. İmparatorluğun Roma’yı tehdit eden kuzeyli barbarlar ile yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan Hristiyanlık tehditlerine karşı çareler aramakta olduğu
bu dönemde, çatırdayan Roma imparatorluğuna taze kan olacak yeni bir merkeze ihtiyaç vardır. Taze kan yeni dinin doğu eyaletlerindeki güçlü toplumsal tabanı olacaktır, güvenli bir merkez ise jeostratejik konumundan dolayı Byzantion kenti. 11 Mayıs 330 tarihinde kutsanarak, törenlerle yeni başkent “neo Roma” ilan edilen kent artık kurucusunun adıyla anılacaktır; Kostantinopolis. Ve böylece Konstantinopolis kurucunun öngörüsünü haklı çıkararak tam 11. yy boyunca kuşatılacak, işgale uğrayacak, isyanlar yaşayacak ancak düşürülemeyecektir. Kostantinopolis, genel anlamda Bizans, tarihi boyunca her türlü entrika ve taht oyunlarına açık olmuş, günümüze dek gelen Bizans oyunları deyimi de bu saray içi iktidar entrikalarından kaynaklanmıştır. Şehir kendisini diğer insanlardan farklı ve üstün gören egemen sınıfların siyasi iktidar üzerindeki kavgaları hep süregelmiş bunun yanı sıra dışarıdan da türlü saldırılara maruz kalmıştır. Uzun bir dönem her türlü saldırı ve işgalden konumu sayesinde korunan kent 1. Constantinus ile başlayıp süregiden bir gelişim içinde olmuştur. 1. Constantinus işe önce surları genişleterek başlamış, daha sonraki yıllarda kentin hem imarı hem de popülasyonu için çalışmıştır. Kentin nüfusunu artırmak için imparatorluğun çeşitli yerlerinden ( 87
günümüz mitinglerinde bir şehirden diğerine insan taşımak gibi bir nevi) Kostantinopolis’e insan taşımıştır. Roma’daki yeni sınıf ve senatörleri de buraya çekmek için onlara villalar vermiş ( bakın bu kısımlar da hiç yabancısı olduğumuz şeyler değil). Kentin nüfusunu artırmak amacıyla herkese bedava ekmek vermek, inşaat yapanları vergiden muaf tutmak, konut yapmak isteyenlere bedava arsa vermek gibi bugün bizim belediyecilik adı altında yaptığımız şeyler demek ki bu toprakların genetik bir özelliği olarak Kostantinopolis’de de varmış. İmparator yeni başkentini dünyanın siyasi ve dinsel merkezi olarak tasarlamaktaydı. MS 330 yılında 1.Constantinus tarafından başlatılmış olan bu süreç 6. yy da İmparator İustinianus ile tamamlanır. Bu imparatorun gerçekleştirdiği bir dizi imar faaliyeti sonucunda o günün dünyasının en büyük metropollerinden biri haline gelmiştir. Revaklı caddeleri, büyük forumları, kamu yapıları, su dağıtım şebekeleri ve hamamlarıyla, hipodromuyla, meydanları süsleyen anıt ve heykelleri ve 500.000 e yakın nüfusuyla Konstantinopolis, Roma İmparatorluğuna yaraşan bir başkent olmuş. Aynı zamanda da hem sosyokültürel hem de mimari anlamda bir Hristiyan kentine dönüşmüş.
Her çıkışın bir inişi
Konstantinopolis tarihinin en karanlık dönemlerini 6-8 yy arasında yaşamış. Veba salgınları, depremler ve Pers ordularının, Arap donanmalarının kuşatmaları ile sarsılan kent nüfusunun yarısından fazlasını yitirmiş tekrar toparlanmışsa da eski ihtişamına bir daha ulaşamamış. Bu dönem sonunda görkemli geç antik çağ kenti olarak çöken Konstantinopolis enkazından bir orta çağ kenti doğmuştur. Bu dönemde imar ve gelişim faaliyetlerine tekrar hız verilmiş ikinci yüzyıla gelindiğinde 600.000’i aşan nüfusuyla Ortaçağ dünyasında da olağandışı bir kent olma konumunu sürdürmüş. Bu dönem antik Roma uygarlığının tüm ihtişamını silmiş süpürmüş, büyük ve geniş hamamlar yeni dinin hoş karşılamadığı yerler olarak kapatılmış, revaklarla süslü caddeler kaderine terk edilmiş, kenti süsleyen heykeller yine aynı tutucu düşüncelerin baskısıyla kaldırılmış ya da ihmal edilmişti. Bu fiziksel değişim kentin kültür alanına da
88
Şubat - Mart / 2014
yansımış, dışa dönük kent yaşamı içine kapalı bir yaşam tarzına dönüşmüş, kültürel yaşam genel anlamda yüzünü bu dünyadan ve onun güzelliklerinden öbür dünyanın uhreviliğine çevirmiştir. Bu da günümüzde hızla muhafazakârlaşan toplum hayatımıza baktığımızda çok yabancısı olmadığımız bir şey değil mi? Yani biz de belki bir anlamda bir orta çağ dönemi yaşıyor olabiliriz. Bu dönemde kentin gelişimi dini yapı ve merkezler ağırlıklı olmuş. Orta çağ Kontantinopolis’i bir manastırlar kenti olmuş. Manastırlar mahalle bazında örgütlenerek kent yaşamının çekirdeği haline gelmiş. Bu gelenek Osmanlı’da tarikat günümüz de ise cemaat halinde devam edegeliyor. Yani aslında bakınca belki de hakikaten yeni bir şey olmuyor, tarih hep kendini tekrar ediyor.
Sonun başlangıcı
Tüm bu tarihler boyunca Konstantinopolis’in uğradığı en büyük felaket 12 Nisan 1204’de, aslında Kudüs’ü almak için yola çıkan IV. Haçlı ordusunun beklenmedik biçimde kenti ele geçirmesi olmuş. Bu işgal kent tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkıma yol açmış, bütün kilise ve manastırlar talan edilmiş. Bu işgal 1261 yılında sona ermiştir. Bu tarihten 1453’e dek geçen süre Bizans’ın son devrinde güçsüz ama mağrur bir Konstantinopolis devridir. Bu dönemde iyice güçsüzleşen şehirde yeni imarlar yapabilmek mümkün olmamış bunun yerine Latin istilasının yakıp yıktığı yerler onarılmış. Bu süre zarfında Konstantinopolis, ilk imparatordan başlayarak tüm imparatorlar Hristiyanların kutsal sayılan tüm eşyalarını bu kente taşımış oldukları için Hristiyan âleminin haç için ziyaret ettiği önemli kutsal kentlerden biri olmuş. Ve nihayet 29 Mayıs 1453 de Konstantinopolis yaklaşık iki ay süren bir kuşatmanın ardından Osmanlıların eline geçmiş ve bir devir bitip yenisi başlamış.
Anlayacağımız “Ah İstanbul İstanbul olalı” çok şey görmüş çok şey yaşamış ve seçim sonuçlarının belli olduğu ve türlü hilelerle seçimlerin yapılmış olduğu bugünden sonra da anlaşılan daha çok şeyler yaşayacak. Bugüne dek her şeye rağmen kendini bir şekilde korumuş umarız bundan sonra da öyle olacak.
Yazarın Önceki Yazısı: Eski Dünyaya Açılan Yenikapı Eşsiz bir kaynak önerisi: Şehirler Kraliçesi’nin Kalıntıları İki ciltlik nadir bir eser olan ve Restes de la reine des villes (Şehirler Kraliçesinin kalıntıları) başlığıyla Fransızcası da yayımlanan Broken Bits of Byzantium (Byzantion’un Kırık Parçaları), İstanbul’da ortaya çıkarılmış olağanüstü bir Bizans eserleri koleksiyonunun erken kayıtlarından birini oluşturur; bu eserlerden birçoğu günümüze ulaşmamıştır. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinde 1. bölümün İngilizcesi, 2. bölümün Fransızca çevirisi mevcut olup, bu ikisi tek bir ciltte bir araya getirilmiştir. Ciltler, 1856 dolaylarında İngiltere’den İstanbul’a gelen rahip Charles George Curtis ile kız kardeşi Mary Adelaide’nin eseridir. Charles G. Curtis, Broken Bits of Byzantium, Mary A. Walker’ın taşbaskıları ve bazı ekleriyle. 1 . Kısım: From Yali-kiosk to Yedi-koule (1887; Yalı Köşkü’nden Yedikule’ye) 2. Kısım: Dans la ville. Les murailles (1891; Şehrin içinde. Surlar) Bu ve benzer eserleri bulabileceğiniz İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesi hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.
Kokuyla Keşfet
Esra Öz’ün ilk kitabı Kokuyla Keşfet, Türkiye’de “koku” hakkında yazılan ilk kitap olma özelliği taşıyor. Kitapta koku almanın bilimsel yönleri eğlenceli bir dille işlenirken, kokunun cinselliğe ve insan ilişkilerine etkisi, hastalıklar, parfüm gizemli yönleri ve kokuyla ilgili daha birçok konuyu ele alınıyor. “Kokuyla Keşfet” kitabında 52 Bilim insa- parmak izi gibi kendine özgü bir kokusu sını 8-12 kat artırıp, uygulamadan birkaç var ve bu koku ile kendilerine en uygun nı ve uzman bir araya geldi, Sağlık Editödakika sonra ruhsal ve fiziksel bir geveşi seçiyorlar. Feromon’a bu nedenle rü ve Biyolog Esra Öz yazdı. Son yıllarda şeme sağladığı bildirilmiş. ‘aşk hormonu’ da deniyor. Bu zerreciknörobilim alanında bilimsel haberler çalışan *Greyfurt içeren bir parfüm sürler sayesinde bireylerin kendilerine eş Öz, beynin işleyiş mekanizması ve bunun müşse karşımızdaki altı yaş daha olarak genetik olarak kendilerinden en iletişim alanında kullanmanın yolları üzerinde genç olduğunu düşünüyor beyin! çalışmalarını sürdürdü. Kokunun iletişimdeki farklı kişiyi seçtikleri ve bu şekilde nesilrolünü, nörobilim ile birleştiren Öz, kokunun lerin daha iyiye gittiği düşünülüyor. *Yaz geceleri bahçelerden yayılan insanlar üzerindeki etkisi üzerine araştırmaları, çim kokusu kalp atışlarımızı hızbilim insanları ve uzman görüşleri çerçevesinde Kraliçeler Çekicilik için Ne Yapmış? landırıp heyecanlanmamıza sebir araya topladı. “Kokuyla Keşfet” isimli kitabıbep oluyor. nın sunumlarını yapmaya başlayan Öz, farklı ör- Tarihte koku, insanları etkileme konuneklerle kokunun iletişimdeki önemini anlatıyor sunda o kadar önemlidir ki 12. yüzyılda *Biberiye gibi aromalar canlandıve büyük ilgiyle izleniyor. Mısır Kraliçesi olan Cleopatra, güzel bir rıyor, yasemin sakinleştiriyor... kadın olmamasına rağmen Mısır rahipKokunun insanları ve markaları nasıl etkilediği- lerine hazırlattığı kokularla döneminde *Limon, aroması canlandırır, konsantni anlatan Öz, kokunun insanları ve markala- nam salmış, gülün de içinde bulunduğu rasyon ve performans gücünü arttırır. rı nasıl etkilediğinden, kokunun iletişimde ve esanslarla büyük bir etki meydana getirilişkiler üzerindeki etkisini vurguladı. Öz, ko- miştir. Babil ve Çin’de de kraliçeler çekici *Yasemin, sakinleştirir; korku ve uyku kunun insanların aşk hayatından, hastalıklara olmak için gül ve zambak kullanmışlar. bozukluklarını giderir. hatta yediğimiz yemeklere kadar çok büyük etkisinin olduğunu dile getirdi. Kokunun Mutluluk için Ne Koklamalı? *Fesleğen, keyfi yerine getirir ve rahatlatır. bazı hastalıkların ön belirtisi olurken, koku alamama hastalıklarını anlatan Öz, “Yıllar Yapılan çalışmalarda, farklı aromaterapik *Biberiye, acı hissini azaltır, Yorgunluğa boyu çok iyi bildiğiniz peynir, kahve gibi kokuların beynin aktivitesini farklı şekilde karşı da etkilidir. kokuları unutursanız Alzheimer, Parkin- etkilediği araştırma sonuçları ile gösteson riskine karşı tetkik yaptırın. Günü- rilmiştir. Örneğin; lavanta ve bergamot *Gül, tatlı gül kokusu, duyulan harekete müzde artık nesnel ölçüm metotları ile gibi uçucu yağların beyinde “mutluluk geçirir. koku duyusunun ölçümlerini de yapa- hormonu” olarak bilinen endorfin salgıbiliyoruz” diyor.
Kokunuz ‘Aşk Hormonu’ mu? İnsanların doğal olarak salgıladıkları Feromonlar ve bunun aşk hayatımıza yansıması nasıl oluyor? Koku almada, “feromon” adı verilen moleküller önemli rol oynuyor. Bu zerreciklerin aşkı bile kontrol ettiği düşünülüyor. Yapılan araştırmalara göre aşk vücutta feromon maddesinin salgılanmasıyla başlıyor. Aşkın kokusu olarak tanımlanan bu madde beynin ilgili bölümlerini uyarıyor ve aşk doğuyor. Her insanın 89
Dilek Işıksel 90
Şubat - Mart / 2014
“içinde sanat var!” 91
Huzurlu, mutedil, müşfik…
röportaj
İncesaz, bu kez
“Geçsin Günler” diyor
92
Şubat - Mart / 2014
İstanbul şayet, bir şekilde şarkılar mırıldanabilseydi öyle sanıyorum ki İncesaz’ın melodilerine ıslıkla eşlik ederdi sabah saatlerinde… Henüz gün yeni doğarken, çayın kokusu evi sararken, dükkânların kepenkleri açılırken, ilk “günaydın” şehrin sokaklarına selam ederken… bir vapur iskeleden demir alırken, simitçiler tezgâhlarına simitlerini dizerken... Çünkü hep buram buram İstanbul kokar İncesaz. “Nasip” diye çarpan güçlü kalbinde büyütürken binlerce yıldır nicelerini; gençliğimize, çocukluğumuza, hiç unutulmayacak güzel anılarımıza ya da özlemlerimize, aşklarımıza şahitlik ederken, ne zaman huzur bulmak istese o zaman İncesaz’ın şarkıları takılıverirdi diline… Kim bilir?
93
Hazır yeni albümleri “Geçsin Günler” de yeni yayımlanmışken, biz de bir hal hatır soralım istedik. İncesaz adına, grubun kurucularından sevgili Cengiz Onural yanıtladı sorularımızı.
kadar oldukça geniş bir skalada ürünler verdik. Şarkılarımızın arasında bugün artık neredeyse hiç kullanılmayan makamlar ve ritmler var. Bunların söylemimizi çeşitlendirdiğini düşünüyorum.
Aktivist: Sizin müzikleriniz başladığı anda ben sevinçli bir huzurla doluyorumJ Sizler nasıl bir araya geldiniz?
Aktivist: Aynı tür müzik yapan insanların birbirlerine benzeyen mizaçta insanlar olduklarını düşünüyorum. Bu tanımı doğru farz etsek, İncesaz kimlerden oluşuyor ve kimleri bir araya getiriyordur?
Cengiz Onural | İncesaz: İncesaz, 1996’da Derya Türkan ve Murat Aydemir’in bir klasik müzik kaydı için stüdyo arayışıyla bir araya geldi. Kayıtlar benim stüdyomda yapılırken, bu iki üstadın sanatlarında bir başkalık olduğunu görüyor ve mest oluyordum. Aramızdaki sevgi ve benim onlara ve müziklerine hayranlığım, bizi birlikte çalışma hevesine doğru götürdü. Bestelerimi artık onlar için yapmaya başladım. Bu bir terzinin özel bir müşterisine göre ısmarlama elbise dikmesi gibiydi. Birlikte çıkarmaya başladığımız sedada bir başkalık olduğunu hissediyorduk. Bu da bizi çok motive ediyordu. Böylece arkası geldi. Aktivist: Yıllardır hiç bitmeyen tek bir şarkıyı dinliyor gibi oluyoruz. Sözler, inişler çıkışlar hep değişiyor ama şarkı değişmiyor gibi. Böyle yaşıyor, böyle mi hissediyorsunuz? Yoksa İncesaz markasını mı yaşatmaya çalışıyorsunuz? Cengiz Onural | İncesaz: Biz içimizden gelen dışında hiçbir şey yapmıyoruz. Ne oluşmuş bir markanın gerektirdikleri, ne de izleyici beklentileri yaptığımız işi ciddi bir biçimde etkilemiyor. Soruda belirttiğiniz ve hissettiğiniz denli monoton olduğumuzu da düşünmüyoruz. Bugüne kadar farklı solistlerle albümler yaptığımız gibi, albümlerimizin temaları ve renkleri de kendince farklılıklar içerdi. Tek bir klarnet veya çello veya akordeon üstadından, yaylı çalgılar dörtlüsüne, çoksesli koro ve senfonik orkestraya
94
Şubat - Mart / 2014
Cengiz Onural | İncesaz: Düşündüğünüzün tersine, İncesaz birbirine hiç de benzemeyen insanlardan, alabildiğine heterojen bir yapıdan oluşuyor. Söz gelimi aramızda Türk Müziği Konservatuarı’ndan olduğu gibi Batı Müziği konservatuarından da müzisyenler ve hatta Bora Ebeoğlu ve benim gibi bu konuda eğitimsiz insanlar da bulunuyor. Aynı çeşitlilik mizaçlarımızda, politik tutumlarımızda, hayat ve dünyaya bakışlarımızda da mevcut. Ancak biz bu çeşitliliği bir dezavantaj değil, bir güç olarak görüyoruz. Hem tabiatlarımızdan, hem eğitimde aldığımız formasyonlardan, ailelerimizden dolayı benzer olaylara farklı tepkiler gösterebiliyoruz. Sahnedeyse hepsi bir yana konuyor, gerekirse aynı hatayı, aynı anda, hep birlikte yapıyor, bu durumdan bir anlatım zenginliği çıkarmaya çalışıyoruz. Birbirimizin varlığına ve söylemine saygılı duruyor ve hepimizin tek tek toplamından daha zengin, daha büyük bir oluşum yaratmaya çabalıyoruz. Yine aynı biçimde, İncesaz’ın dinleyicisi de toplumun hemen hemen her kesimini kapsıyor. İstanbul’un az gelişmiş sayılabilecek semtlerinden, Anadolu’nun kasabalarına kadar her gittiğimiz yerde, bugün ciddi bir biçimde kamplaşmış gözüken insanların her kesiminden dinleyici buluyoruz. Üniversite öğrencisinden köylüsüne, sağcısından solcusuna, zengininden fakirine, yaşlısından gencine, dinleyicimiz şu profile daha uygun düşer, diyebileceğimiz hiç bir segment yok. Şarkılarımız se-
viliyor, benimseniyor ve hep bir ağızdan söyleniyor. Bugünün politize olmuş ve pek çok eksende kamplaşmaya başlamış Türkiye’sinde rüya gibi bir gerçek. Bizi nasıl mutlu ettiğini anlatamam. Aktivist: Yeni albümünüze de Şubat’ta kavuştuk sonundaJ Sanki bu albüm diğerlerinden biraz farklı gibi. Müziğinize bambaşka bir şey katılmış gibi. Çok bugünün albümü gibi. Diğerleri eski zamanın ruhsallığındaydı, Geçsin Günler ise bugünün insanın arzularına, anlayışına daha yakın gibi… Siz nasıl hazırladınız Geçsin Günler albümünü? Cengiz Onural | İncesaz: İncesaz hiçbir zaman nostaljik bir bakışta ve anlayışta olmadı. Eskiyi öven, yeniyi kötüleyen bir bakışımız hiçbir zaman olmadı. Buna rağmen, geleneği seven ve ondan kopmamaya çalışan, bir yandan da bugüne dair olanla hep haşır neşir bir duruşumuz oldu. Geleneğe olan saygımız, günümüzde gelenek birkaç istisna dışında neredeyse tümüyle terkedildiğinden bizi biraz farklı kılıyor. Tamburla örneğin, daha önce hiç çalınmamış, denenmemiş müzik sözleri söylemekle birlikte bu sazın asaletine, zarafetine ve geleneğine yakışmayacak çizgiyi de hiçbir zaman aşmamaya çalıştık.Son albümün farkına gelince, bunun her son albümümüz için geçerli olduğunu söylesem... Her yeni albüm, bir tazelik ve yenilikçilik içerdi bugüne kadar. Taa ki, bir sonraki albü-
mümüz yayınlanana kadar. Ümit ederim ki bu böyle de gider. Aktivist: Çok merak ediyorum… Bugün “star” dediğimiz şarkıcılar/müzisyenler bile “Albüm satmıyor, internette patlıyor şarkı, ‘single’ çıkaralım” gibi hesaplar, kitaplar, kaygılarla yeni şarkıların peşini sürüyor. Patlamayan şarkı, şarkıcıyı rezil ediyor:) Siz bu kaygısızlığınızı ne ile açıklıyorsunuz? Cengiz Onural | İncesaz: Daha önceki bir soruya cevap verirken beklentisiz olduğumuza değinmiştim. İzleyicinin veya piyasanın beklentileri bize bir şey söylemiyor. Biz bu müziği yalnızca içimizden geldiği, başka çaremiz olmadığı, başka türlü bir müzik yapamayacağımız ve bunu da yapmazsak patlayacak olduğumuz için yapıyoruz. Bakın hiçbir şey, dışarıdan gözüktüğü kadar basit, kolay ve sempatik değildir. İncesaz 17 yaşında. Şimdi albümümüz satıyor, konserlerimiz doluyor olabilir. Bu sadece son üç beş senenin gerçeği. Ondan önce albümlerimiz satmazken, albümümüz yayınlandığında tek bir haber, tek bir yazı çıkmazken, boş koltuklara konser verirken de biz aynı derecede motiveydik. Yaptığımız işe öyle gönülden bağlıydık ki, umurumuzda bile değildi. Ne istersek, onu yapıyorduk. Bu böyle de devam etti. Aktivist: Yapımcınız ne diyor bu konuda?:) Cengiz Onural | İncesaz: Yapımcımız başarılı olursak övünüyor, onun dışında umurunda değil. Biz Kalan etiketinin yüzlerce başlığından biriyiz. Albümümüzü yayınladığı için müteşekkir olacak bir durumdayız. Belki yakın bir
gelecekte albüm yapma fikri de tümüyle ortadan kalkacak. Aktivist: Sizin müziklerinizi pek çok dizide duyduk. Mesela Ekmek Teknesi’nin müziği olan Balat, affınıza sığınarak söylüyorum, benim müziğim gibi bir şey oldu. Her şeyim onunla çalıyor. Bizim derginin de müziği olmuş gibi oldu. Başka hangi dizilerin müziğini siz yaptınız? Şu sıra dizi ya da film müziği var mı sizin yaptığınız? Cengiz Onural | İncesaz: İncesaz’ın yaptığı dizi müzikleri İkinci Bahar, Ekmek Teknesi ve Çınar Altı ile sınırlı. Onun dışında İncesaz ekibinin de pek çok kez içinde olduğu ama İncesaz imzasını taşımayan onlarca dizi müziği yaptık. Bu müziklerimiz Aria imzasını taşıyor. Aria ise Bora Ebeoğlu, Ceyda Pirali, Cenk Erdoğan, Uğur Darıveren ve benden oluşuyor. Müziklerimizin kişiselleştirilme anlamında benimsenmesine gelince, bu durumla sık sık karşılaşıyoruz ve bizi çok mutlu ediyor. Ben bir sanat eserinin -eğer bizimkiler sanat eseri sayılırsa- yaratıcısının elinden çıktıktan sonra kendi özgür macerasını yaşadığını düşünenlerdenim. Ürününüz tüketicisiyle baş başa kaldığında “Aslında ben onu demek istememiştim” gibi bir hakkınız pek kalmıyor artık. İsteyen onu kendi algısıyla algılar, dilediği gibi anlamlandırır. Bu onunla ürününüz arasındadır ve artık o ilişkide size yer yoktur. Ama eserlerinize güzel anlamlar yüklendiyse, bir kimseyi mutlu ettiyse de bundan sizin de mutluluk payı çıkarmanıza bir engel yoktur tabii ki... Aktivist: İncesaz en çok İstanbul’a yakışıyor gibi. Tabii şimdi böyle deyip sınırlamayalım da ama…
Buram buram İstanbullu sizin şarkılarınız… Yaratımınızda siz de İstanbul’dan etkileniyor musunuz? Cengiz Onural | İncesaz: Doğrusu biz de öyle düşünüyoruz. İncesaz’ın müziğinin türünü sözlerle ifade etmek zor oluyor. Bunun için uzun uzun tanımlamalar yapmak lazım, çok laf lazım. Ama kısa tanım, “İstanbul Müziği”dir. Biraz daha uzunu da “İstanbul’un bugünkü müziklerinden biri”dir. Bugünün İstanbul’unun bizi üretim anlamında çok da motive ettiğini, ilham verdiğini malesef söyleyemeyeceğim. Bizi bu şehrin kültürü ve müzik geleneği ilgilendiriyor. Bunu da bugünkü kaosun içinden çekip çıkarmak isterseniz muazzam bir madencilik çalışmasının içinde buluyorsunuz kendinizi. Çok da aşık olmadan katlanılamayacak bir iş vesselam. Aktivist: Yollar albümü gibi, bir senfoni orkestrası ya da farklı bir tür müzikle birleşik başka projeleriniz olacak mı? Cengiz Onural | İncesaz: Müzikal anlamda hala denemediğimiz şeyler var... :) Aktivist: Yakınlarda konserleriniz var mı? Sizleri nerelerde dinleyebileceğiz? Cengiz Onural | İncesaz: Şimdilik belli olan konserlerimiz: 26 Nisan, Bielefeld, Almanya 29 Nisan, Müllheim, Almanya 7 Mayıs, Hayal Kahvesi, İzmir 15 Mayıs, Hayal Kahvesi, Ankara 17 Mayıs, Hayal Kahvesi, İstanbul 3 Haziran, İstanbul Erkek Lisesi, 11 Haziran, Karabük 12 Haziran, Armada Oteli, İstanbul 95
etkinlik
Yanni | 08 Mayıs 2014 21:00 Ülker Sports Arena, İstanbul New age müziğin öncüleri arasında gösterilen Yanni, 8 Mayıs’ta vereceği konserde Ülker Sports Arena’da sahne alıyor. 1992 tarihli Dare To Dream albümüyle Grammy Ödülü sahibi olan Yanni, Yanni Live At The Acropolis konseri ve bu konserin kayıtlarından oluşan albümüyle hem ticari hem de müzikal açıdan kariyerinin en büyük başarılarından birini elde etti ve artık dünya çapında hayranları olan bir müzisyen haline geldi. 2011 yılında 16. stüdyo albümü Truth of Touch’ı yayınlayan başarılı sanatçı; sınırların, dillerin ve kültürlerin ötesine müziği aracılığıyla geçmeyi başardı ve bu sayede her yerden hayranları arasında bir bağ kurdu.
Aerosmith | 14 Mayıs 2014 18:00 İTÜ Stadyumu, İstanbul Rolling Stone dergisinin “Tüm Zamanların En Büyük 100 Sanatçısı” listesinde yer alan Aerosmith, 66,5 milyonu ABD sınırları içinde olmak üzere, sattığı 150 milyon albüm ile “gelmiş geçmiş en fazla albüm satan Amerikalı rock grubu” olarak tarihe geçti. 2001 yılında Rock and Roll Hall of Fame tarafından onurlandırılan grup, başta 4 Grammy ödülü olmak üzere birçok ödülün de sahibi...
Garaj | 05 Mayıs - 27 Mayıs 2014 20:30 Craft Tiyatro, İstanbul Yılbaşı gecesi belki o kadar da güzel bir gece değildir... Çok mutlu görünen iki kişi, belki o kadar da mutlu değildir... İstanbul’da bir garaj... İki yabancı... Orkide ve Kahraman... Saatler saniye gibi geçiyor, hepimiz daha da yalnızlaşıyoruz... Ama en azından yılbaşı gecesi herkesin biraz mutlu olmaya hakkı var... 5, 4, 3, 2, 1! İyi Seneler Sev-gi-lim...
96
Şubat - Mart / 2014
izle
satın al
19. İstanbul Tiyatro Festivali | 09 Mayıs - 05 Haziran İstanbul Tiyatro Festivali, bu yıl yurt dışından 7, Türkiye’den 35 oyunun 100’e yakın gösterisini 13 farklı mekânda sanatseverlerle buluşturuyor. Oyun, dans, performans ve etkinliklerden oluşan zengin bir programı tiyatroseverlerin beğenisine sunan festival; Bisahne, Cevahir Sahnesi, DOT, Haldun Taner Sahnesi, ikincikat-karaköy, Kenter Tiyatrosu, Moda Sahnesi, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Sainte Pulcherie Fransız Lisesi, Salon, Şişli Blackout, Üsküdar Stüdyo ve Üsküdar Tekel sahneleri gibi şehrin farklı mekanlarında gerçekleşecek.
Aldatma |16 Mayıs 2014 18:30 / 21:00 Moda Sahnesi, İstanbul Bir ihanet ve ihanetin ardından gelişen aşk kaosunu anlatan Aldatma, 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Moda Sahnesi’nde... Harold Pinter’ın zamanın akışına ters düşen ve ihanetin bitişiyle başlayan bir aşk üçgenini konu alan klasikleşmiş oyunu Aldatma’yı Mesut Arslan yönetiyor. İnsanlar yalnızca insanlar tarafından değil zaman tarafından da aldatılırlar, yönetmen de oyunu bu açıdan geliştirmeyi deniyor. Başlangıç noktası ise görsel sanatçı Lawrence Malstaf’ın Nevel adını taşıyan enstalasyonu. Bu deneysel yaklaşımda, zamanın ve hafızanın oyununu yansıtan uzam durmaksızın yeniden oluşturuluyor.
Oi Va Voi Türkiye Turnesi | 24 Mayıs 31 Mayıs 2014 İzmir , Bursa , Adana , Mersin , Gaziantep , İstanbul Londralı altı genç müzisyenin kimlik arayışlarının dahiyane sonucu olarak ortaya çıkan Oi Va Voi, Hayal Kahvesi Shining Stars kapsamında 6 şehirlik bir turne için yeniden Türkiye’ye geliyor. 90’lı yılların sonunda kurulan grup, kendilerine Avrupa dışında da ün kazandıran Refugee adlı şarkılarını 2003 yılından yayınlanmış olan Laughter Through Tears albümünde seslendirdi. Yahudi göçmeni ailelerin çocuklarından oluşan grubun şarkıları; drum’n bass, ska, trip hop, soul ve geleneksel Balkan tınıları ile yüklü...
97
Sıfırdan Başlamak (Benim Hikâyem) | Jimi Hendrix
kitap
“Yirmi sekiz yaşımı görebileceğimden emin değilim, fakat bir yandan da son üç yılda o kadar çok güzellik yaşadım ki... Dünya bana hiçbir şey borçlu değil.” Bu kitabı gerçekten Jimi Hendrix yazdı, her bir cümle ona ait. Sigara paketlerinden otel kırtasiyelerine dek elinin altındaki her kağıt parçasına bir şeyler karalama takıntılı bu genç adam, yaşamın üstünde bıraktığı izleri günlükler, şarkı sözleri, mektuplar ve küçük notlar halinde yazıya dökmüş, yazmadıklarını da röportajlarında seslendirmişti. Sıfırdan Başlamak bu çok parçalı yapbozun birleştirilmesiyle ortaya çıktı. Bu onun hayat hikâyesi. Sadece kendisinin anlatabileceği türden bir hikâye; fazlasıyla dürüst ve saf. Önce yokluk sonra bolluk ve şöhretle başa çıkmak zorunda kalmış bir müzik dâhisinin telaşlı, meraklı, yaratıcı ve çelişkilerle dolu zihnine yolculuk.
Kadim Felsefe | Aldous Huxley Cesur Yeni Dünyanın yazarı Aldous Huxley, Kadim Felsefede okurlarını Doğu ve Batının eskimeyen felsefi ve dini geleneklerinde eşsiz bir yolculuğa çıkarıyor. Kitap, Eckhart ve Buddha’dan Gazali ve Mevlana’ya kadar, içsel aydınlanmanın en önemli üstatlarından yapılan alıntılarla çok önemli bir antoloji görevi de görüyor.
İmparatorluğun Son Nefesi | İlber Ortaylı İmparatorluğun Son Günlerinden Cumhuriyetin Kuruluş Öyküsüne... “En utanılacak yönümüz; tarih yaptığımız halde tarih öğrenmemek; tarih yazmamak konusundaki ısrarımız!” İlber Ortaylı Balkan Harbi’nden Birinci Dünya Savaşı’na, İstiklal Mücadelesi’nden Lozan Görüşmeleri’ne, Halifelik tartışmalarından Cumhuriyet’in kurulmasına, Sultan Abdülhamid’den Mustafa Kemal Atatürk’e, Enver Paşa’dan Halide Edip’e gündemden düşmeyen konular ve tartışılan tarihi kişiliklere dair İlber Ortaylı’nın görüşlerini merak edenlerin kaçırmaması gereken bir kitap; İMPARATORLUĞUN SON NEFESİ...
98
Şubat - Mart / 2014
satın al Tehlikeli Temayüller | Perihan Mağden “Ellilerde, altmışlarda “cool” olmak mühimdi; zira az bulunan bir özellikti “cool”luk. Şimdi herkes, Ölü Canlar kastingi için hazırmış gibi dolanıyor ortalıkta.” Sadece bu kitap için kaleme alınan yazılardan oluşuyor, Tehlikeli Temayüller. Ancak bu kez, malzemesini farklı bir şekilde işliyor Mağden. Küçük detaylardan, anekdotlardan yola çıkıp hayati meselelere uzanıyor. Kapısına dadanan bir kediden boğucu ikili ilişkilere, İlle-de-doğurması-gereken-kadınlardan, Milletçe mankafalaşmamızın nedenlerine açılıyor. Son model mirasyemezleri, Hayatı bize dar eden taksicileri, Popüler kültürün yaratıklandırdığı yeni nesli, Kutsal Annelik Dikenli Tacını başından çıkarmayanları, Ya da Fazla İltifat ve Alâkayla İğdiş Edilmiş Oğulları anlatıyor. İçinde boğulduğumuz kesintisiz kast toplumunu, Ve hakikat sevmezliğin gönüllü müritleri olma halimizi deşifre ediyor. Ama en önemlisi, tüm bunlardan kaçınma yollarını, Sinsice gözden ırak tutulan ferah mı ferah diğer seçenekleri gözler önüne seriyor bu yazılar. Her zamanki gibi dobra, zeki, sakınmasız, keskin, samimi, Her zamanki gibi DÜZENe kinli. Her zamanki gibi “sek,” kendine has, Perihanmağdence, üstelik, sıfır kilometre...
Tarkovski | Slavoj Zizek Zizek için Tarkovski’yi ilginç kılan onun filmlerindeki özgün biçimdir. Tarkovski maddi unsurları zamanın kendisi olarak kullanır ama aniden en içsel alana ilişkin olan zamanın melankolikliğini, belirsizliğini bize hissettirir. Zizek’e göre Tarkovski’de gerçekliğin tam da maddi dokusunun dağılmasıyla ruhani bir derinliğe ulaşılır. Tarkovski, kendimizi maddi gerçekliğin üstüne yükselterek ulaştığımız standart ruhani motiflerin ötesine, daha derin, daha önemli deneyimlere sürükler bizi. Tarkovskici mıntıkada özel hiçbir şey yoktur, her şey aynı ve bildiğimiz gibidir. İşte tam da bu sebepten inançlarımızı, korkularımızı, iç dünyamıza ait şeyleri buraya yansıtabiliriz. Lacancı psikanalizin araçlarıyla Tarkovski’nin materyalist bir yorumunun da mümkün olabileceği tartışılıyor bu metinde.
Incognito - Beynin Gizli Hayatı | David Eagleman Siz daha tehlikeyi algılamadan, ayağınızı fren pedalının üstüne götüren kim? Neden sır saklamakta böylesine başarısız, nedenini bilmeden birini çekici bulmakta bu kadar başarılıyız? Eğer bilinçli zihin, yani sabah uyandığınızda sizinle birlikte uyanan ben, buzdağının yalnızca görünen kısmıysa, zihninizin geri kalanı tüm bir ömür neyle iştigal etmekte? Ünlü nörobilimci David Eagleman, 20 dilde yayımlanan -ve neredeyse şimdiden klasikleşen- kitabı Incognito ile beynimizin derinlerine dalarak, yaptığımız, düşündüğümüz ya da hissettiklerimizin çok büyük bir kısmının bizden başka bir biz tarafından yönetildiğini ürkütücü bir berraklıkla ortaya koyuyor. Sadakat geninden sizi olmadığınız birine dönüştüren beyin zedelenmelerine; optik yanılsamalardan striptizcilerin neden ayın belirli zamanlarında daha çok para kazandığına; Truva fatihi Odysseus’tan renkleri işitip biçimleri tadabilen sinestezik insanlara kadar geniş bir yelpazeden vakaları ve araştırmaları bir araya getiren Incognito, beynimizin işleyişi ve çelişkileri hakkında olağanüstü bir keşif yolculuğu sunuyor.
99
astroloji
değerler
a
M laya
a Him
astrolojisi
2. sayımızda tanıtımını yaptığımız şifalı Vedik-Hint astrolojisinin astrolog araştırmacı yazarı Himalaya Ma ile yeni bir yolculuğa başlıyoruz.
YORUMLARINIZI OKURKEN ŞU HUSUSLARA DİKKAT: AY BURCU MU ÖNEMLİ YÜKSELEN BURÇ MU?
Hindistan kökenli olan vedik astroloji ile kendimizden sakladığımız yönleri keşfetmeye daha yakınlaşabileceğimizi anlatan Himalaya Ma, her sayımızda bize değişik önerilerde bulunacak, bu kadim gökyüzü bilgeliğini sürekli değişen hareketli gezegenler açısından değerlendirecek ve bizi tıkayan gündelik olaylar için bu sayımızda bazı önemli değerleri hatırlatacak bilgiler sunacak.
Okuyucularımdan gelen sorular üzerine önemli bir konuya değinmek istiyorum. Yorumlarımız temel referans noktamız olan Ay burcuna göre yazılıyor, eğer Ay burcunuzu bilmiyorsanız bize sorabilirsiniz.
Himalaya Ma: “Para kazanmak, alışveriş yapmak faturalarımızı ödemek, vb işler dışında bir de çok farkında olamadığımız başka bir boyut var aslında, iç mimari kariyerime devam ederken 1996’da başladığım Hindistan gezileri beni başka bir katmanda düşünmeye sevk etmişti. Şu an geriye baktığımda yedi ziyaret ardından uzun bir koridordan geçtiğimi daha iyi algılıyorum. Bu yolculuğumun gücünü aşramlarda, uzaklarda veya dağlarda tatbik etmek yerine, olduğumuz yerde, kaderimizin bizi yaşamaya yönelttiği yerde tatbik etmek daha önemlidir. Asıl senin dönüşümün sonucunda , kardeşin, kocan, çocuğun, annen, baban hatta komşularının da olumlu yönde başkalaştığına şahit olduğunda başarılısın demektir. İşte Vedik astroloji, zayıflıklarını ve güçlü taraflarını anlayarak kendinle olan temasını güçlendirerek, dönemsel gökyüzü hareketlerinin simyasına uygun şifalı gücüyle size hareket etme özgürlüğü sağlayabilir.
Vedik astrolojide hesaplama farklı olduğu için burçlar batı astrolojisindeki gibi aynı olmayacaktır, şaşırabilirsiniz . Bu kaymanın sebebini öğrenmek isterseniz bloğumu ziyaret etmenizi ve matematiksel sebepleri okumanızı tavsiye edeceğim. vedikastroloji.blogspot.com.tr Vedik astrolojide doğum gününüze göre Güneş burcunuzu bulacağınız tablo Koç
: 14 Nisan - 13 Mayıs
Boğa
: 14 Mayıs - 13 Haziran
İkizler : 14 Haziran - 15 Temmuz Yengeç : 16 Temmuz - 15 Ağustos Aslan : 16 Ağustos - 15 Eylül Başak : 16 Eylül – 16 Ekim Terazi : 17 Ekim - 15 Kasım Akrep :16 Kasım - 14 Aralık Yay
:15 Aralık - 13 Ocak
Oğlak :14 Ocak - 12 Şubat Kova
:13 Şubat - 13 Mart
Balık :14 Mart - 13 Nisan 100
Şubat - Mart / 2014
Ay/ Yükselen Koç Burcu Son aylarda iletişim alanında anlaşılmayan bazı enerjilerle baş etmek zorunda hisseden Koçlar için “yavaşlık”, gerçekten çekilmez bir duruma benziyor. Aceleyle hareket etmemesi aslında güzel sonuçlar verir; eksiklerini tamamlamak ve büyüme fırsatıdır. Spekülatif kazançlara meyli arttırıcı etkiler var. Sosyalleşme sayesinde yurtdışıyla ilgiyi arttırdığı gibi, ticari yaşamda hareket, yabancılarla ortak çalışmalara girmeye de istekleri var. Düşüncelerinizin büyüdüğünü ve geliştiğini fark edebilirsiniz. Tanınmışlık artacağı gibi eğer doğum haritanızın da destekleyen etkileri varsa ünlenmeyi kolaylaştırır. Duygusal ilişkileriniz yoğunlaşır. Hızlı ve evlilikten kaçan bir Koç için enteresan ama evlilik fikrine sıcaklık bu dönemde yüksektir. Uzak mesafelere yol almak faydalıdır. Blokajınızı açar. Eş, ortak zorlu hastalıklarla uğraşabilir, ortağın ticari hatalarına karşı tetikte olun. Bu dönemde en çok eş ve ortaklarınızın sizin önerilerinize ihtiyacı olacak. Ortaklarınızın ve eşinizin sıkıntılarında
yanlarında bulunun. Sizin anlayışlı olmanız ortamı yumuşatır. Kardeşler ve yakın çevreden özellikle komşulardan fayda artar, materyal dünyanın kaosu azalarak, manevi dünya hakkında da bazı alanlarda açılım oluşur. Örneğin meditasyon, kişisel gelişim alanlarında yeni çalışmalar keyifle denenebilir. Bu aylar Koçlar’a, aydınlanma, yaratıcılığını anlamasına yardımcı olaylarla karşılaşma fırsatı sağlar. Bunun yanı sıra birden sinirlenme, düşüncesiz hareketlere karşı dikkatli olunmalıdır. Koç etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler, tarafsızlık, olumluluk, odaklanma ve alçakgönüllülük olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
öfkelenmeye müsaittir. Çoğunlukla sizin haklı olduğunuz tartışmalı ortamlardan kaçının, gereksiz yere hedef olmayın. Enerjinizi gereksiz huzursuzluklardan uzak tutmayı bu dönemde öğrenebilirsiniz. Sizinle çalışanlar, görevliler, aynı ortamı her gün paylaştığımız arkadaşlarınız, evcil havanlarınızın sizin şifalı enerjinize ihtiyacı olacaktır. Her tip gerginliği çözebilecek gücünüzden çevreniz yardım alabilecek. İlerlemeniz kaçınılmazdır. Lider özelliğinizle ön plana kolaylıkla çıkabilirsiniz, özellikle şansınız Temmuza kadar hayli yüksek görünüyor. Boğa etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler, denge, hizmet, baş etmek ve gözlem olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
yeterli ek süre tanıyacaktır. Eksik yönlerinizin size sıklıkla dikte edilmesi hoşunuza gitmiyor olabilir ama sizi eleştirenlere de alan tanıyın ve ne dediklerini biraz daha sabırla dinleyin. Bu kişiler aslen eksiklerinizi size göstermeye çalışan size ayna tutan kişilerdir. Kader noktaları şu an endişeli halinizi kendi doğal akışıyla biraz olsun rahatlatıcı pozisyonda; duygusal yaşamı hareketlendiricidir. Üstlerden takdir, yolculuk imkânlarını getirir, düşmanlıklar biter. Çok konuşan zihninizle dost olmayı ve onu susturabilmeyi öğrenebilirsiniz. Çocuklarınız varsa ilişkilerinizde önemli değişimler kaydedersiniz. Onların gerçekten olgunlaştığına şahit olacaksınız. Bu dönem sevdiklerinizle kurduğunuz ilişkilerinizde daha çok açıklayıcı olması gereken kişi de sizsiniz. İkizler etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler, serinkanlılık, hafiflik, cesaret olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
Ay/ Yükselen Boğa Burcu
Boğalar için olumlu sonuçlarla dolu bir sürü blokaj kalkıyor, bu dönem faydalı gelişmeler adına sevindiricidir. Gelirlerin akışı düzenli, kaynaklar bol, aile mutluluğu huzur verici, hedeflere kilitlenme gücü içten geliyor, bu çok önemli bir istek çünkü içten gelen güç olmadıkça gerçek başarıya erişmek kolay olmuyor. Aslında bu güç sonucunda Boğa’nın anlatmak istediği meseleler bütün toplum için de son derece önemli; iletişim gücündeki özel teknikleri işe yarayan Boğa, hem kendine hem de yakınlarına pozitif bir çevre sağlayabiliyor. Hepimiz bir yaşam mücadelesi içindeyiz, en hızlı sonucu alan Boğalar bu atak dönemlerini çalışarak değerlendirmeliler. İlerlemelerini hazmedemeyen insanlar ise çoğunlukta olabilir; gezegen yoğunluğu kısmet evinde oluştuğu için, kazanma fırsatı getirecek fakat kıskançlıkları, düşmanlıkları arttırabilir. Cesareti hayli yoğun Boğa arenasında, ekmek kazandığı alanda çok iddialıdır. Hızlı ilerlediği bu dönemde engelleyici insanları görüp
Ay/ Yükselen İkizler Burcu Öyle miydi? Böyle miydi? derken, günler birbiri ardına geçti ve önemli bir değişim dönemine yaklaşıldı bile. İkizler olup biteni anlamaya çalışarak biraz mantık kargaşası içinde geçirmiş olabilirler. Jüpiter, en basit konularınızı büyütücü ve olaylara bakış açınızda akıl karmaşasını gösteriyor. Kararsızlık, yönsüzlük, iradesizlik gibi hisselerinizde artış oldu mu? Hatta sevdikleriniz bile sizi pek anlamıyor gibi düşünceler varsa, bunlar yanıltıcı düşünceler aslında. Enerjilerin gücü akıl oyunlarına yönelik ve yorucu olabiliyor. Aklınızın senaryosu yerine kalbinize sormanız gereken bir devredir. Farkında tam değilsiniz belki ama bu yıl geçmişin pek çok yükünü sırtınızdan attınız aslında. Gökyüzünün büyük değişimi sizi Temmuz’dan itibaren farklı bir alana taşımadan önce az bir çaba daha harika olacak. Aklınızı karıştıran bitirilmemiş bir takım konular kaldığına inanıyorsanız, bu ilkbahar ayları size
Ay/ Yükselen Yengeç Burcu Yengeçler uzun süredir kendileriyle baş başa bir dönem içindeler. Biraz yalnızlık getiren bu günler kalbi geniş, duygusal Yengeçleri yine de şartlara rağmen isyankâr yapmıyor. Bu aylar kendine inancın daha pekiştiği ve dolayısıyla kendi değerlerinin keşfi için güzel etkiler taşıyor. Jüpiter’in konumu genel olarak konfor getirici, mal-mülk ve araçlar konusunda tüketimde artış, anne veya anne tarafından dolayı materyal kazançlarda artış oluşturabilir. Güç ve pozisyonda yükseliş, diplomatik olduğunuz sürece mümkündür. Ruhsal planda evrensel ödüllendirilmeniz Jüpiter’in transitiyle artarken, annenizin sağlığına özen gerekiyor. Annenizin bu dönem ilgiye ihtiyacı oldukça yüksektir. O, sıkıntısına rağmen halen 101
koruyucu ve doyurucudur. Onunla daha çok vakit geçirmeli ve varlığınızı ona hissettirmelisiniz. Bir süredir sıkışmışlıkların üstüne eklenmiş konular var fakat Yengeç’in doğuştan taşıdığı Rahim ve Rahman” enerjisi, her türlü sıkıntıyı yok edecek güçtedir, olumsuzu dönüştürmeyi başarırsınız. Duygusal sorunlarınız varsa en etkili yol bu dönemde yüzmektir, yüzme mümkün değilse su ile daha fazla temas, bol su içmek ve yıkanmak da benzer etki yaratır. Kıyafetlerinizin renklerinde bollukla beyazı tercih etmeye özen gösterin. Evinizde su ile ilgili bölümlerde -özellikle banyo- masraf isteyebilir. Boruları yenilemek isterseniz Temmuz’dan itibaren etkiler daha olumludur. Ayrıca atıklar ve çöplerin gündelik yaşamınızda hijyeni etkilememesine de özen gösterin. Yengeç etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler, Umut, neşe, duyarlılık ve sorumluluk olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
Ay/ Yükselen Aslan Burcu Jüpiter’in bu yılki pozisyonu Aslan’a kendini gerçekten Aslanlar gibi hissettiriyor. 11. evden gelen bu etki umutların artışı, genel bir memnuniyet, gelirde iyileşme, karar ve sonuç ilişkisinde hızlanma, atılımlardan sonuç almayı arttırıcı. Mücadelenin kazanılması, tartışmaların lehlerine sonuçlanması, şansın artışı, profesyonel başarıda yükseliş bu güzel gelişmelerdendir. Şu dönemin en idealist ve yaratıcı etkisi taşıyan Aslan düşündüğü işlerde fırsatları hızlı gören, bunları kazanca dönüştüren, tuttuğunu koparan ve zarar getiren işlerden doğal güdüsüyle uzaklaşan, faydaları etrafıyla paylaşabilen kişidir. Şu dönem bir Aslan’la bir arada olmak ve birlikte hareket etmek bize bir sürü faydalar sağlar. Yolculuklardan kısa ve çabuk
102
Şubat - Mart / 2014
biteni tercih edilmeli; uzun yolcukların sonucu beklenmedik keyifsizlik oluşturabilir, kısa tatiller, yakın mesafeler tercih edilmelidir. Kişisel gelişim ve ruhsal alanlardan fayda - kazançlar daha yüksektir. Yeni bir öğretiye girmek fayda getirebilir. O, yöneticisi Güneş olduğu için doğal bir lider bu yüzden kolay pes etmiyor ve özellikle de gökyüzünün torpili Aslan üzerindeyken kendi iyilik alanında sonsuz faydalar görebilir fakat ailevi çevresi biraz daha huzursuz; özellikle; kardeşlerin, babanın yaşamında blokajlar oluşmaya müsait. İş yine Aslan’a düşerek onların sorunlarını üstlenecektir. Aslanlar doğum haritalarında özellikle ters bir etki almamışlarsa gökyüzü onlara şu dönem fazla miktarda mutluluk dağıtıyor diyebilirim. Aslan etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler, samimiyet, hoşnutluk, sevgi ve incelik olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
man bir B planınızın olması sizi pek çok kriz anında korumuştur. Kaçmış fırsatları yeniden görme ve yakalama gücünüz bu dönemde daha da yükselmiştir. Zorunlu ödemelerinizde şu dönem artış olabilir ve bu son aşamada tek yapmanız gereken özellikle Kasım ayına kadar fazla harcamalardan kaçınmanız olmalıdır. Beslenmeye özen gösterin; daha önce size dokunmayan gıdalardan zarar görebilirsiniz. Damak tadınızda değişimler oluşabilir, alkol kullanımında artış gibi. Bu dönem genel olarak tüm ailenin sizin tarafınızdan şifaya ihtiyacı vardır. Kalbinize sormayı ihmal etmeyin, o en doğru cevapları size vermek için şu an daha hızlı atıyor, özellikle sert konuşmalarınız olumsuz enerjiyi çabuk çekip, kalbinizde kapanma da yaratabiliyor. Başak etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler, birlik, disiplin, hoşgörü ve sessizlik olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
Ay/ Yükselen Başak Burcu Bu dönem gökyüzü Başaklara kendi taktiklerinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Akıl burcu olan Başak, iç dünyasında hassas ama bunu şu dönem belli edemiyorsunuz. Yeni buluşlara, yeni bir imaja ihtiyacınız var, kişisel çabanız sizi kolaylıkla farklı kılabilir. Neşe ve yaratıcılığınızla enerjinizi yükseltebilirsiniz. Sadece Ay burcu Başak olanlar için de çok önemli bir haberim var; son 7 yıllık bütünleşme ve büyüme döneminizin sonuna yaklaştınız. Vedik astrolojide herkesin kendi yaşamında 30 yılda bir oluşan bir evre olan Sade Şati’niz nihayet bitiyor, çok azı kaldı, bu, en son testinizi aile- gelirler ve servet ile alanda yeniden yapılanma şeklinde oluşturmanıza yardımcı oluyor, değerli zekânıza çok iş düşmekte. Şikâyetçi ve sık gocunan biri değilsiniz nasılsa, her za-
Ay/ Yükselen Terazi Burcu Bir süredir Terazi’nin değişimi dikkat çekici; bir gün olumlu 2 gün ne yapacağını bilemiyor, sonra 3 gün yine olumlu. Hayli değişken ruh halleri bunlar. Olumlu hali Jüpiter’in güzel yerleşimden geliyor, dengesiz hali ise Satürn ve Rahu’nun Terazi’de ilerlemesi yüzünden! İmajınızı zedeleyecek olumsuz davranışlara yönelik sert enerjiler oluşturabiliyor. Jüpiter cephesinden bakarsak; Bilgi akışında artış, içsel mutluluğun yükseldiği dönemlerden biri ama ne yazık ki Satürn ve Rahu bu etkiyi azaltıyorlar da! Bu da Terazi’nin 12 yılda bir yakaladığı şansın azalmasına sebep oldu bu yıl! Yerinde durmanızı zorlaştırıyor olabilir; Geçmişte yer değişimi oluşmadıysa bunun için yeni olanaklar
hazırlanıyor. Uzaklara gitme isteği hayli yoğun, bu yolculuklardan yarar görmenin en zirvede olduğu aylar içindesiniz. Harcamalar yolculuklarla birlikte artar. İç dünyanızda ise biraz daha karmaşa vari duygular getiren Rahu’nun Terazi’de bulunması, inadınızı arttırıcı ve özellikle büyüklerinizi dinlemenizi engelliyor; bu da doğal olarak hataları hayatınıza çekecektir, dikkatli olmanızı tavsiye ediyorum. Bu dönem şifaya en çok ihtiyaç duyan kişi kendinizsiniz. Beden kendini hızlı koşmuş ve yorgun hissedebilir. Dinlenmeniz, kendinize yüklenmemeniz faydanızadır. Sade, yorucu olmayan projelerde kendinizi geliştirmeye devam etmelisiniz. Gökyüzü başka bir alanda size destek sağlıyor neyse ki o da eşinizin sayesinde konforunuzda artış olmasıdır. Siyah giymekten kaçının ve Cuma günlerinizi yardımlaşmaya ayırın. Terazi etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler, olgunluk, merhamet, anlayış ve görgü olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
Ay/ Yükselen Akrep Burcu Bir süredir Akreplerin içindeki macera dürtüsünün yoğunlaştığını izliyorum. Bilinmezlik size cazip bir olgu ve cesaretinizle bilinmeyeni keşfetmek size iyi de geliyor. Bu bir nevi terapi gibi sizi canlı tutar. Bu dönem kendi bilinçaltınızla ilgili yeni keşiflere açıksınız. Taşımak zorunda olmadığınız yükleri anlamak ve onları güvenli bir alanda bırakmak üzere değişik terapilere katılabilir ve hafifleyebilirsiniz. Birikmiş işler ve sorumluluklara karşı dirayetli, gizli düşmanlıklara karşı tedbir ve sağlığınıza bunun yanında özel ilgi yerinde olacak şahsi bir renovasyon getirecek. Geçmiş anıların bırakılması, yeni bir ka-
pıdan geçmekle şifayı kendiliğinden getirebilir. Bu dönem yurtdışı bağlantılarında hareketlilik oluşabilir. Gelirde artış, başkalarının parası ve spekülatif metodlara kayabilir. İç dünyasını kolaylıkla anlayabilen bir Akrep, gökyüzündeki Jüpiter’in yardımıyla kazançlı çıkabilir. Kararlı, başarılı ve idealist bir dönemden geçeceği şu aylarda, ortakların veya para kaynaklarının odağında daha maddiyatçı ilişkilere karşı da üzülme riskini belli ediyor. Eski duygusal ilişkiler biraz alan isterken yeni tanışmalarda karşı cinsin daha tensel istekleri ön plandadır, bu anlamda da duygusal dünya biraz hassas yaklaşımları ister. Satürn burcun gerisinde kaldığı için evlilik isteği özellikle Ay Akrep ise daha ciddi yönde olabilir fakat yükselen Akrep iseniz beklemeli ve duygularınızı tam anlamalısınız diyebilirim. Akrepler sırt bölgesi, kalçanın alt bölümlerindeki rahatsızlıklara karşı dikkatli almalı. Akrep etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler ayırt edebilmek, vakar, itaat ve içe bakış olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
aksine Yaylar Oğlaklar’dan bile daha eski fikirlidirler. Yayları kalıplaşmış fikirlerinden vazgeçirmek çok zordur, bunun sebebi inat değil; çok bildiğine inanmadır. Fırsatların yanı başınızdan akıp geçmesini engelleyin, o zaman maddi anlamda ipler elinize geçmiştir. Sosyal çevrenizde takdir görme, itibar görme şu aylarda sizi mutlu edecektir. Umutlarınız yüksek ve amaçlarınız hayli büyük olduğundan yaratıcı bir dönemdesiniz. Çocuklarınızın iç dünyası biraz kapanmaya yöneliktir. Onları anlamaya fazla gayretli olmalısınız. Bu dönem spekülatif kazançlardan kayıp olasıdır, risk yükselmiştir. Emeğinizle ilgili kazanca yönelmeye çalışın. Ruhsal alanla ilgilenen arkadaşlarınızda artış olacaktır. Bu aylar abi veya ablaların, arkadaşlarının sizden göreceği destek çok önemlidir. Yay doğasından dolayı küçük yaşta bile olgundur, negatif enerjileri kendine çabuk çeker ve hızla olumluya dönüştürebilir. Evrensel adaletin kendi lehlerine işlediğine şahit olan Yaylar için güzel bir dönem; kazançlar ve idealleri adına sevinçli, önceden ektiklerini biçtiği mutluluk verici olaylarla karşılaşması mümkün. Yay etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler hazır olma , nezaket, bütünlük ve saygı olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
Ay/ Yükselen Yay Burcu İnsan karşısındakini genelde kendi gibi bilir derler. Çevrenizde bir yenilik istiyorsunuz, muhtemelen eski olan her şeyden sıkılmışsınız. Sonucunda sizi dışarıya doğru iten bu enerji dalgasıyla evlilik ve ortak yapılan her işte yeni bir dönem başlatma ihtiyacı doğuyor akabinde olanaklar karşınıza tıkır tıkır çıkıyor da! Bunları değerlendirecek enerjinizi toparlamanız gerekiyor. Çünkü beklentilerinizi doğru ifade edememeniz ve karşınızdakini dinlemeden, eski fikirlerinizden dolayı yargılamaya doğru yönelmenizden dolayı ilerlemede sorunlar oluşabilir. Bilinenin
Ay/ Yükselen Oğlak Burcu Oğlaklar bu dönemde kendini yönsüz kalmış gibi hissediyor. İş alanınız ve görevlerinizin tamamlanması için yeniden gözden geçirme dönemidir. Sizinle ortak kaderi paylaşan iş arkadaşlarıyla da yüzleşme zamanıdır, Özellikle gökyüzünde şu an geri giden ağır hareketli Satürn bazı testleri karşınıza çıkarabilir, yolunda gitmeyen bir türlü bitirilemeyen projeleriniz
103
için daha çok çalışma için hazırlıklı olun ve bundan yüksünmeyin, üzerine gidin, bu sizi sonradan kazançlı çıkaracak. Sevmediğiniz işlerle ve zorluklarla mücadele ederken, kariyer alanında sorumluluklarda artış, emeğin sonundaki başarı ve takdirde memnuniyetsizlik oluşabiliyor, çalışma saatleri uzamış işler iyice artmış, buna karşın gelirlerde artış seviyesi pek gözlemlenememiş bile olabilir. Faydalı Jüpiter’in konumu ilerleme alanında sizin motivasyonunuzu yükseltiyor. Bu aylar artık çıraklıktan ustalığa geçiş zamanıdır. Satürn bu yıl sonunda yer değiştirdiğinde pek çok konu eskisi gibi olmayacaktır emeklerinizin sonucu fazlasıyla akmaya başlar. Bu aylarınız idealist girişimler için faydalıyken, bir şirketin büyümesini hedefliyorsanız bu yavaş etki de oluşur. Siz yapılması gerekeni yerine getirin, takdire takılmayın, zaman sizi kollar. Gayrimenkulleriniz, araçlar ve annenin konforu şu an ilgi ister. Ev, ofis, otomobille ilgili beklenmedik olaylara karşı daha dikkat gerekir, özellikle mutfakta gaz kaçakları önemsenmeli, güvenlik tedbirlerinizi kontrol edin. Satın almayı düşündüğünüz mal ve mülkler için hasarlı, sizi hoşnut etmeyen önemli bir tema içermemesi açısından daha fazla inceleyici olmanızı da öneriyorum. Oğlak etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler kararlılık, sadelik , yaratıcılık ve cesaret olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
Ay/ Yükselen Kova Burcu Kovalar için önlerini açan sevindirici durumlar mevcut, yaratıcı fikirler, yenilenme isteği, otorite ve popülarite artışı, kendini keşif, uzaklarla irtibat, bilinmeyenle ilgili merak gündeminizde. Yabancı memleketlere gitmek, onların kültürlerini 104
Şubat - Mart / 2014
tanıma fırsatları oluşmasını yoğunlukla arzu edebilirsiniz. Genel olarak kazançlar artıştadır. Otoriter kişilerden destek almakta zorluklar karşısında politik olmayı öğreneceksiniz. Büyüklerinizin nasihatleri şu dönemde sert gelebilir söylediklerinden bir hayır çıkartmalısınız. Kendi şansınızı kendiniz yaratmalı, potansiyellerinizi kendi imkânlarınızla çevrenize gösterebilmelisiniz. Bu dönem sizin kendi yaşamınızda olumlu gelişmeler getirirken, babanızın şansını indirgeyen durumlar söz konusudur. Ona bağımlı iseniz belirli bir aşamada sizin de şansınız iniş çıkışlı olabilir. Eğitim yaşamınız devam ediyorsa bu yıl gerçekten çok çalışmalısınız. Eğitim alanında yerleşmiş olan Rahu ve Satürn, eğitmenlerin desteğinin yetersiz kalabileceğini işaret eder. Öğretmenin ya zamanı yoktur ya da sizin bilginizi yeterli bulmadığı için çok çalışmanızı isteyecek, sizi zorlayacaktır. Bu aylar sevdiği kişinin romantik yaklaşımları Kovaların rahat nefes alacağı güzel duygularla dolu bir alanı. Jüpiter aşk bölgesinde ilerlerken sevgi alanında ılımlı etkiler yaratmaya meyillidir. Yeni tanışmalar, yeni fikirler ve yaratılık da artıştadır. Yaşama bakış perspektifi genişlemiştir, sonucunda inançların daha köklü yerleşmesini sağlar. Balık etkisindeki burçlarının ihtiyaçları olan değerler huzur, cömertlik, açıklık ve dürüstlük olmalı. Önümüzdeki dönemde sergileyeceğiniz tutumlarda bu değerler ışığında hareket etmeniz gerçekleşecek olaylar karşısında en doğru kararları vermenizi sağlayacaktır.
Ay/ Yükselen Balık Burcu Bu dönem ortak paralar, miras ve banka hesaplarını gözden geçirmesi gereken Balıklar, bir uzmanından destek almalılar: “Ne kadar kazandın ne kadar harcadın? Son iki yıldır verimli alanlara yatırım yaptınız mı? Farkında mısınız?” Verdiğiniz borçlar, hak edişlerinizi geri toplama çabanız-
da tatlı dil ve yüksek enerjiye ihtiyacınız olacak. Bunun için muhatap olacağınız kişilere karşı olumlu düşünce taşımanız önünüzü açacaktır. Eşinizin ve ortaklarınızın maddi sıkıntıları mevcutsa Güneş battıktan sonra önemli kararlar alınmamasını tavsiye ediyorum. Birliktelikler kolay kurulmuyor, bu dönemi daha sakin ve anlayışla geçirebilirseniz boşanma, ayrılıklar, bitişler engellenebilir. Miras, başkalarının parası ile kazançlar oluşabilir. Şu dönem yeni antlaşmalara girmek risk taşır. Sizden ziyade ortağın sorunları fazladır. Bu dönemde maddi sıkıntılar, ayrılıklar sizi yorabilir, bu yüzden zihin dalgalı ve depresif ise bu tip günlerde kendinize baskı yapmayın. Eşin genel sıkıntıları ev yaşamında aile mutluluğunu da azaltıcı olabilir. Kalabalık mekânlar sıkıntıyı arttırıcıdır, sırlarınızın başkaları tarafından ifşasına dikkat edin. Para aile içinde sürtüşmeye sebep olabilir. Aile küçülmeye yönelir. Evden ayrılma bir süre ayrı yaşam isteği oluşursa bir dönem şifalanma için denenebilir, kavga ve tartışmadan ziyade zihin oyunlarını sakinleştirecektir. Tek başınıza araştırma yapmak ve detaylı çalışmalar sizin için başarılı sonuçlar sağlar. Kendinize karşı objektif olabilmeye çalışın ki dönüşümünüz tez oluşsun.
Bir Sonraki Sayımızda: Temmuz’da gökyüzü çok büyük değişimlere gebe… Jüpiter gibi devasa bir gezegenin ve Rahu gibi en önemli kader noktasının yer değişimleri son 1,5 yıldır içinde bulunduğumuz ortamda bizim rol değişimlerimizi simgeliyorlar, bütün burçlardaki majör değişimler neler olacak? Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğimle hepinize esenlikler diliyorum Namaste,
"23 Nisan'da Çocuk, 19 Mayıs'ta Genciz. Sen hep rahat ol Atam, emanetinin bekçileriyiz"