Aktivist Dergi 6. Sayı

Page 1

Dijital Dergi 6.Sayı Temmuz Ağustos 2014

www.aktivistdergi.com

Dosya: Bolluk&Bereket seo nedir, nasıl yapılır

Hakan Sert

meslek sırlarını anlatıyor

her şeyin atası:

“maya”

Göbekli Tepe’de

insanlık tarihi yeniden yazılıyor Şef Arda Türkmen ile Mutfağa Hayat Vermenin Yolları

alternatif rotalar

teknolojik tasarruf

para güzeldir!

Hakan Ayvaz

Seda Bağcan:

müzikruhun

şifasıdır karatay

mutfağından doğal tarifler

insan bedenindeki bereket

Sperm ile Yumurta’nın

Kavuşması

Klavyeden Kesme Tahtasına

Mutfağa Dönüyoruz

Cabaret’in Yıldızı

Mert Turak,

oyunculuk yolculuğunu anlatıyor


İade-i İtibar

“İnteraktif Dijital Yayınlara Inovatif Çözümler” MySYS Yazılım ve Bilişim Sistemleri San. Tic. Ltd. Şti a: Barış Manço Caddesi No: 37/4 Balgat – ANKARA t: +90 (312) 286 74 94 f: +90 (312) 286 74 96 e: bilgi@mysys.com.tr w: www.mysys.com.tr


t e k e ber

Künye Sayı: 6 YAYINCI Büyük Harfler İçerik ve İletişim Tasarımı

Genel Yayın Yönetmeni & Editör Serda Kranda Kapucuoğlu serda@aktivistanbul.com Görsel Sanat Yönetmeni ve Grafik Tasarım Atakan Palaz

Ekipten

Web Tasarım Hakan Sert

Herkese Merhaba,

Web Editörü Ayça Oğultekin

Bolluk, Bereket, Sadelik…

Sosyal Medya Büyük Harfler

Tasarruf, Birikim…

Hukuk Danışmanları Av. Emir Budak Av. F. Çağdaş YILMAZ Av. Uygar GÜNERBÜYÜK iOS / Android Uygulama MYSYS Software Solutions Barış Manço Cad. No: 37/4 Balgat/ Çankaya/ ANKARA www.mysys.com.tr Yazarlar Alper Ürersoy Barış Soydan Canku Yaşlak Dicle Tigris Elif Bayar Hakan Ayvaz Hande Akkaya Ceyhun Himalaya Ma Mert Turak Mustafa Acunbay Mustafa Emin Palaz Osman Can Aydoğmuş Tayfun Lübeten Timur Tiryaki

Katkıda Bulunanlar Sn. Prof.Dr.Canan Karatay Sn. Uzm.Dr.Yasemin Yakut Sn. Özlem Oskay Comer Sn. Steve Comer Sn. Prof. Dr. Klaus Schmidt Sn. Canan Berber Sn. Seda Bağcan Sn. Kerem Ali Altınkaya YEKÜV LÖSEV Brahma Kumaris Kişisel Gelişim Derneği Biletix İdefix Kültür A.Ş. Yapı Kredi Yayınları

Kültür Sanat Kapak ArtInternational Ana Sayfa Müzik Seda Bağcan - Sa Re Sa Sa Basın ve Halkla İlişkiler www.buyukharfler.com Reklam Rezervasyon Tel: 0216 549 26 36 Yönetim Yeri Altıntepe Mah. Bağdat Cad. No: 72/10 Kat: 3 Küçükyalı | Maltepe / İstanbul Tel: 0 216 549 26 36 info@aktivistanbul.com www.aktivistanbul.com www.buyukharfler.com Yayın Türü: Digital, süreli, 2 aylık www.buyukharfler.com Aktivist Dergisi, Büyük Harfler İçerik ve İletişim Tasarımı tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf, harita, illüstrasyon ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilerek dahi alıntı yapılamaz. DEĞERLİ OKURLARIMIZ, HER TÜRLÜ FİKİR, ELEŞTİRİ, ÖNERİ VE KONU PAYLAŞIMINIZA AÇIĞIZ. LÜTFEN BİZE KATILIN: bence@aktivistanbul.com

n i s r ve

Emek… Tevazu, yaratıcılık, kanaatkârlık, fedakârlık, planlama, kabul, dua, inanç, sabır… Yeni sayımızda, bütün bu değerli kavramların hepsini, farklı konular içinde tek tek ele aldık çünkü Bereket için hepsine ihtiyaç var :) Kadından, mutfağa, resimden, paraya, doğumdan, yardımlaşmaya kadar pek çok konuyu yine uzmanlarına sorduk, onlar da anlattılar. Aktivist birinci yılını Nisan’da doldurmuştu biz de yeni yayın yılımızda küçük bir değişiklik yaptık, logomuza bizim çok sevdiğimiz ağacımızı ekledik. Umarız beğenmişsinizdir:) Cumhurbaşkanlığı seçimleri, bizim yeni sayı dönemimiz içinde gerçekleşecek, umarız Türkiye Cumhuriyeti adına yaraşır bir Cumhurbaşkanı seçeceğiz… Cumhuriyetin temeli olan demokrasinin, eşitliğin ve özgürlüğün değerini bilen, bu ülkenin aydınlık yarınlarının emekçisi olacak bir Cumhurbaşkanı… Bu Cumhurbaşkanı bizi öyle bir onurlandıracak ki, göğsümüz kabararak “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyebileceğiz… Herkese iyi okumalar…

Teşekkür: Her zaman olduğu gibi yapıcı eleştirileriyle bizi iyiye yönelten, konu önerileriyle merak edilenleri kavramamızı sağlayan tüm dostlarımıza ve yeni sayımızda da değerli paylaşımlarıyla bizlerle birlikte olan tüm kişi ve kurumlara teşekkür ederiz. bence@aktivistanbul.com adresiyle bize her konuda yazabilirsiniz. Sevgilerimizle, Aktivist Dergi Ekibi


Arda Türkmen

Mütevazı ve Gerçekçi Bir Şeften, Mutfağa Hayat Vermenin Yolları

82

1992’ den bu yana her şey

bir çocuk daha okusun diye

YEKÜV

21. Yüzyıl Eğitim ve Kültür Vakfı

Canan Berber

aşkı, bereketi ve kadınlarıyla

rengârenk bir resim serüveni

110

RÖPORTAJLAR

RÖPORTAJLAR

70


göbekli tepe’de

insanlık tarihi

yeniden yazılıyor

Prof. Dr. Klaus Schmidt

Sperm ile Yumurta’nın Kavuşması

Dr. Yasemin Yakut

nedir?

google’da ilk sayfada çıkmak için neler yapmak gerekir?

100

röportaj: Hakan Sert

Seda Bağcan

126 76 Hakan Ayvaz

para güzel dir!

58

50 Cabaret’in Yıldızı

Mert Turak, oyunculuk yolculuğunu anlatıyor

RÖPORTAJLAR

RÖPORTAJLAR

32


bereket bilinciyle

yaşamak mı?

kıtlık bolluğunda

yaşamak mı? Steve Comer

104

Mustafa Acunbay

eksik olan ne?

64 “Maya” Doğal Maya

Hakan Ayvaz Görünmez El:

Bereket

98

hayali açlık

Mustafa Emin Palaz

48

YAŞAM

YAŞAM

28


alternatif rotalar

20

değerler

sadelik

18

zengin olmak, bolluk,

bereket, yargı, algı,

gerçeklik

Osman Can Aydoğmuş

90 buradan başka istanbul var mı? Hande Ceyhun

116

teknolojinin tasarruf hali

Alper Ürersoy

92

YAŞAM

YAŞAM

tatil planında


vitrin

Alve.com: Ürün ve Fiyat Karşılaştırma Motoru Ürün ve fiyat karşılaştırma motoru Alve. com, Türkiye’de alışveriş alışkanlıklarını değiştiriyor. Alışveriş öncesi Alve.com’u ziyaret edenler hem vakitten hem de nakitten tasarruf ediyor. Yaklaşık 250 online mağazayı tek bir platform üzerinde bir araya getiren fiyat ve ürün karşılaştırma motoru Alve.com, “Akıllı Alışverişin Başladığı Nokta” sloganıyla online alışverişe taze bir soluk getiriyor. Teknolojiden modaya, otomotivden spora toplam 6 ana kategoride ürün arama ve araştırma işlevi gösteren Alve.com 3 milyon civarında ürüne ev sahipliği yapıyor. Kullanıcılar satın almak istedikleri tüm ürünlerin detaylı teknik özelliklerine ve fiyatlarına Alve.com aracılığıyla birkaç tıkla ulaşabiliyor; kendileri için en uygun ürünü anında keşfederek, kolay ve hızlı bir şekilde siparişlerini oluşturabiliyorlar. www.alve.com

Sıcak Yaz Gecelerine Serin Uyku Dopingi PENELOPE, yaz sıcakları nedeniyle uyku problemi yaşayanların sorunlarına serin uyku ürünleri ile son veriyor. PENELOPE’nin lisanslı Outlast teknolojisi ile ürettiği Thermocool Yastık, Yorgan ve Uyku Pedi yatağı soğutup, uyku konforunu arttırıyor. Thermocool serisi, sahip olduğu Outlast teknolojisi ile ısı dengesini korumak için fazla ısıyı emiyor. Bu serinin öne çıkan ürünü PENELOPE Thermocool Yorgan terlemeye neden olan aşırı ısınmayı azaltarak, yorgan altındaki sıcaklığı dengeliyor. Bu sayede sıcaklık dalgalanmaları düşüyor, eşsiz bir rahatlık hissinin yaşanmasını sağlıyor. Ayrıca Thermocool Yorgan yumuşacık özel elyaf dokusuyla terlemeye neden olan fazla ısıyı emerek ideal bir uyku ortamı sağlıyor. www.uykumgeldi.com

8

Temmuz - Ağustos / 2014


Puma’dan Rengarenk Kamuflajlı Saatler Puma, her mevsim değişen modelleriyle, hiçbir yerde bulamayacağınız renk tonlarıyla, kendini sürekli yenileyen dinamik tarzınızı yaratmanızı kolaylaştırıyor. www.ersasaat.com.tr

Dilediğince Eğlence DopingBox ile Evinde Mevcut televizyonu SmartTV’ye çeviren Doping Box, internetin tüm içeriğine ve pek çok popüler uygulama ve oyunlara televizyon ekranından ulaşmayı sağlıyor. DopingBox, ek ücret ödemeden istediğiniz an izleyebileceğiniz yüzlerce film ve diziyle, Youtube, Facebook, Twitter, Spotify ve oyun uygulamaları sunuyor. DopingBox kullanıcıları, kullanımı kolay air mouse kumandası sayesinde televizyonda gerçek internet deneyimi yaşıyor, internetin sınırsız içeriğine televizyonun büyük ekranı ile erişiyor. Google Play platformunda bulunan oyun ve uygulamaların yüklenebildiği DopingBox’la, pek çok popüler uygulama önceden yüklenmiş olarak sunuluyor. DopingBox’ta müzikseverler için Spotify ve TuneIn gibi her an istenilen müziği dinleme imkânı sağlayan uygulamalar da mevcut. www.doping.com.tr

Öğle Arasında Piknik Keyfi Crate And Barrel’dan! Yemekleri paketlemek için çevre dostu bir alternatif arayan üç anne tarafından yaratılan LunchSkins yemek ve sandviç çantaları, yiyecekleri kağıt veya poşet gibi atıklar kullanmadan taşımak için hijyenik ve doğal bir alternatif olarak dikkat çekiyor. Çevre dostu olmasının yanı sıra, pamuklu kumaştan üretilen, yıkanabilen ve kolayca kuruyan grafik desenli yemek ve sandviç çantaları, gün içi atıştırmalarının ya da açık havada piknik keyfinin vazgeçilmez seçeneği oluyor

9


The Doubles Restaurant

mekan

Anadolu Yakası’nın buluşma noktası olan DoubleTree by Hilton Istanbul – Moda’nın yeşillere bakan bahçesi ve modern atmosferi ile tercih edilen mekanı The Doubles Restaurant, zengin açık büfe ve özel Ramazan menüleri ile zengin iftariyeliklerin yanında Anadolu ve Osmanlı mutfağından oluşan yöresel çorba çeşitlerinden lezzetli pidelere; zeytinyağlı mezelerden, geleneksel güveçlere, et ve tavuk yemeklerinden ve Ramazan’a özel tatlı çeşitlerine kadar geniş bir iftar menüsü ile Ramazanı karşılıyor. The Doubles nohutlu kuzu gerdan güveç, kekikli külbastı, cartlak kebabı, kuru meyvalı piliç dolması, asma yaprağında üzüm soslu piliç gibi özel tatlardan oluşan zengin menüsü, incir tatlısı ve vişneli ekmek kadayıfı gibi tatlıları ve uygun fiyatlarıyla iftar buluşmalarında misafirlerini ağırlayacak. www.dthiltonmoda.com

Therapia Garden Doğa içinde terapi gibi bir manzara, ünlü şef Yusuf Şahin’in ellerinden çıkan muhteşem lezzetler, sunumlarıyla tadına doyumsuz kokteylleriyle Tarabya’nın yeni lezzet bahçesi Therapia Garden; doğal güzellikleri ve dünya mutfağından enfes lezzetleriyle ‘terapi’ etkisi yaratıyor. Tarabya sırtlarında, ağaçlarla çevrili çok geniş ve özel bir bahçeye sahip olan Therapia Garden’da dekorasyondan mönüye her şey keyif için tasarlandı.

10

Temmuz - Ağustos / 2014


Metre Metre İtalyan Lezzeti Metre Pizza... İlk restoranını Caddebostan’da açan İtalyan Restoranı Metre Pizza, odun ateşinde pişirilen pizzaları, kendi mutfağında hazırlanan makarnaları ve lezzetli İtalyan yemekleri ile müşterilerine müthiş bir lezzet şöleni sunuyor. Metre Pizza’nın ismi, alışılmışın dışında pizzaları metre sunmalarından geliyor. Metre Pizza’nın İtalyan şefleri, İtalyan lezzetini en orijinal haliyle sunmak adına İtalya’dan getirdiği özel fırında pişirilen 1 metre boyutundaki pizzalarda İtalyan peynirleri kullanılıyor. Gerçek İtalyan pizzasını nefis malzemelerle metre metre sipariş edebilir, santim santim farklı lezzetleri birleştirebilirsiniz. Pizzalar metre halinde kaç çeşit pizzadan oluşmasını isterseniz ona göre bölümlerle servis ediliyor. Özellikle kalabalık grupların vazgeçilmez tercihi olan metre pizzaların yanı sıra standart boyutlarda pizzalar da yiyenlere müthiş lezzetler sunuyor.

Keyifli ve Eğlenceli bir yaz için Social Cihangir… Social Cihangir; İstanbul’un en gözde semtlerinden biri olan Cihangir’de farklı atmosferiyle misafirlerine yaz mevsiminde eşsiz bir keyif sağlıyor. Sıcak ve rahat dekorasyonlu bahçesiyle önümüzdeki bahar aylarının vazgeçilmez uğrak noktası olmaya aday mekân, geniş oturma alanları ve büyük masalarıyla kalabalık grupları, sabah kahvaltısından, akşam yemeğine keyifle ağırlıyor. Yenilenen menüsünde yer alan yemekler, farklı sunumları ve eğlenceli isimleriyle dikkat çekiyor. Serviste de yenilikler sunan mekân; bonfileyi özel olarak ürettirilen minik mangallarda servis ederken, diğer yemekleri de zeytin ağacından ürettirilen tabaklarda servis ediyor. Türk mutfağının vazgeçilmez lezzetlerinden olan Kayseri mantısı Social Cihangir’in özel sosuyla yeniden hayat bulurken, “Nöri Kantar” adıyla anılıyor. “Hafize Ana” etli pazı dolması sevenlere çok farklı bir sos ile servis ediliyor. Adem Kahreman’ın spesiyali olan ekşi krema sos ile servis edilen “Hafize Ana”, Cihangir’de anne yemeğini özleyenleri bekliyor. “Helga”, “Pöti’nin Bonfilesi”, “Salata dö Mö”, “Minnak Burger”, “Hiçbir şeysiz Pizza”, “Arkandan Ağlar” mekânın ilginç isimli yemeklerinden.

11


Beden… Zihin… Duygular… siftah bizden

Sağlık kavramına yeni bir bakış:

Ultradetoks

12

Temmuz - Ağustos / 2014


Sağlıklı beslenmek, kilo vermek, spor yapmak, fit bir vücuda sahip olmak… Bunlara odaklanmadan önce yapılması gereken çok daha önemli bir şey var: Bedeni, hücre bazında zararlı maddelerden arındırmak ve yeniden sağlıklı hücrelere kavuşmak. Bunun yolu elbette önce detokstan sonra da sağlıklı beslenmekten geçiyor. Hatta sağlıklı beslenmekten daha anlaşılırı “özenli beslenmek”. Kerem Ali Altınkaya Nefes, NLP, EFT, Deep Peat, Deep Peat 3 ve daha pek çok alanda eğitimler almış ve kendi de eğitmen olan biri. Zihin ve duygular üzerinde gerçekleştirdiği bu eğitimler üzerine beden ile ilgili birçok eğitim daha eklemiş. Daha sonra bütün bilgilerini deneyimlerini harmanlayarak, sağlıklı bir bedenin ancak sağlıklı bir zihin ve ruh ile birleştiğinde mümkün olabileceği sonucunu çıkarmış. Ve “Ultradetoks” adını verdiği bir sistem geliştirmiş. Sistemde, öncelikle size 150 soru soruluyor. Bu sorulara verdiğiniz cevaplar, alışkanlıklarınız, ruh haliniz, karar verme mekanizmanız üzerine birtakım veriler sunuyor. Kerem Ali Altınkaya, elde ettiği veriler ve sizin ifadelerinizle size özel 10 Haftalık bir detoks programı düzenliyor. Kerem Ali Altınkaya, “İnsan bir bütündür; bedeni, zihni ve duygularıyla. Bu yüzden parçaları diğerinden bağımsızlaştırıp, manipüle etmemek, kışkırtmamak gerekiyor” diyor. Ve ultradetoksun ana prensiplerini şöyle sıralıyor: • Vücuda yerleşip, yayılmış olan negatif etkileri ortadan kaldırmak. (Alerjik gıdalar, çöp gıdalar, toksinler, ağır metaller, elektromanyetik alan, bilinçaltı, negatif duygular vs.) • Vücudun ihtiyacı olan pozitif etkenleri ona tekrar kazandırmak. (Yararlı besinler, vitamin – mineral kombinasyonları, hareket, oksijen, farkındalık, gevşeme, derin uyku vs.)

arada çalışabilmeli. Birbirini sabote etmemeli. Ve bir sistem yaratacaksa, herhangi bir öğeyi sabote eden bir sistem olmamalı, hepsini birlikte çalıştıran bir sistem olmalı diye düşündüm. Aktivist: Neler yapmak gerekiyor, bütün insan sistemini birlikte uyum içinde çalıştırmak için? Kerem Ali Altınkaya: Bedeni bazı gıdalardan ve onların geçmişte bıraktığı izlerden arındırmak gerekiyor. Bedene biraz hareket katmak gerekiyor. Metabolizmayı hızlandırmak, kas kütlesini sağlamlaştırmak gerekiyor. Bizim haftada üç kere on beş yirmi dakikalık egzersizimiz var, dönüşümlü olarak yapılıyor. Bir diğer önemli konu da uyku. Uyku kalitesi artmalı ki, beden uyurken doğru hormonları salgılasın. Oysa sağlıklı beslenme adına çok fazla yanlış yapılıyor. Zihin ve duygular göz ardı ediliyor. Gıdasına dikkat eden kendini aşırı zorluyor, spor yapıyor ama doğru beslenmiyor. Vücut kıtlık moduna geçtiği için aşırı bir depolama gerçekleşiyor ve arzu uyanıyor. Sen nefsinle mücadeleye başlıyorsun. Arkadaşça beraber ilerlemek yerine kavga ve mücadele, “Hayır yemeceğim” süreci başlıyor. Bunun bir yolu olmalı diye düşünüyorum. Araştırdığımda gördüm ki vitamin ve minerallerin eksikliği bütün diyetleri bozuyor. Zaten güçlü beslenemiyorsun normalde, diyetle besin azalıyor, besin kalitesi de iyice azalıyor. Güçlü olmuyorsun. Beslenmenden çıkardığın şeyler yüzünden, iştahın kabarıyor ve hemen bozmaya başlıyorsun.

Ultradetoks’ta Programın 7 Anahtarı Var Temel Sistemlerden hangisinde bozulma olduğu yaklaşık 150 soruluk bir testle saptandıktan sonra, sorunlu sistemlerin düzeltilmesi için vücudu alkali hale çevirecek şekilde beslenmek, vitamin, mineral, aminoasit, gıda takviyesi, antioksidan, probiyotik gibi gerekli öğeleri kullanmak, aşırı cep telefonu, bilgisayar ve televizyondan kaynaklanan elektromanyetik gerginliğin ortadan kaldırılması, kişinin hayat enerjisinin yükselmesi, bilinçaltı travmatik duyguların farkındalık ile dönüştürülmesi gibi pek çok konu 10 haftalık kapsamlı bir program şeklinde sunuluyor. 1. Anahtar: Beslenmeyi Dengelemek 2. Anahtar: Hormonları Dengelemek 3. Anahtar: İnflamasyonu (Yangıyı) Ortadan Kaldırmak 4. Anahtar: Sindirimin Düzeltilmesi 5. Anahtar: Detoks Etkisini Arttırmak 6. Anahtar: Enerjiyi Arttırmak – Metabolizmanın Hızlanması 7. Anahtar: Zihni Sakinleştirmek ve Aşırı Elektromanyetik Yüklenmeyi Ortadan Kaldırmak Aktivist: Ultradetoksta yer alan özfarkındalık çalışması nedir? Kerem Ali Altınkaya: Özfarkındalık çalışması yapıyoruz. Bu mucize üstü mucize gerçekleştirebilecek bir çalışma. Zihnin tam sessizlikte kalmasını sağlıyorsunuz

Aktivist: Ultradetoks nasıl ortaya çıktı? Kerem Ali Altınkaya: Daha önce parça odaklı birçok çalışma gerçekleştirdim. Zihin ile ilgili çalışmalar, ruhsallıkla ilgili çalışmalar… Daha sonra bu parça odaklı çalışmaların tek başına yetersiz olduğunu fark ettim. Madem insan, sistemik bir organizma o halde pek çok açıdan ele alınmalı. Ve birbirinden bağımsız gibi görünen beden, zihin ve ruh, yani duygular bir 13


bu çalışmayla çünkü düşünceler sürekli gelip gidiyor. Buna maymun zihni diyorlar. Sürekli zıplayan bir düşünce yapısı var. O hiç kesilmiyor. Onun kesilmesi demek egonun kesilmesi demek. O da bir mekanizma ve yaşam istiyor. Öz farkındalık dediğimiz şey, kişi “ben” dediği şeyi aslında her zaman hissettiği halde dikkati hiçbir zaman onda değil, dikkati hep dışarda çünkü otomatik mekanizma öyle çalışıyor. Kendi varlığımızın hissiyatı hakkında hiçbir fikrimiz yok. Enerjinin tamamı dikkate kaçıyor. Ve bu dikkat daima dışarda ya da düşüncelerde kayboluyor. Düşünceler geliyor, sen buradasın ama değilsin; düşüncelerde kaybolmuşsun. Bu büyük bir enerji kaybı demek. Ve enerji kaybı da senin iradenin, kudretinin, kendini iyi hissetmenin, umudun, huzurun, sevginin önündeki en büyük engel. Çünkü enerji ne kadar yüksekse kişi kendini o kadar iyi hissediyor. İfade ediyor, yaratıyor, üretiyor, potansiyelini zirvede tutuyor. Aktivist: Son yıllarda sağlıklı beslenmeyi ne kadar duyuyorsak; sağlıksız gıdaları da bir o kadar duyuyoruz. Onlar her yerdeler, hep elimizin altındalar… Kerem Ali Altınkaya: Sürekli keyif algısı pompalanıyor. Dondurma reklamlarını düşünün. Kremadan bozma şeyler, dondurma olarak sunuluyor aşkla, seksle, mutlulukla, ilişkilendiriliyor. Sürekli bir

eşitlik kurularak beyne mesajlar gönderiliyor. Haz merkezine en kolay ulaşan aktivite yemek. Her acıktığında, her istediğinde, sık sık yaşayabileceğin bir haz. Damağa değdiğinde, belki 2 santimlik bir alanı uyarıyor ama sonuçta oluşturduğu haz, kişiyi oyalamak ve her sıkıldığında hemen aklına yemek gelmesi için yeterli oluyor. Yuttuğun anda haz bitiyor, hiç yememiş gibi; silinip gidiyor oysa o tatlar. Aktivist: Ultradetoks, bu hazları nasıl dönüştürüyor? Kerem Ali Altınkaya: Kişinin bir iki hafta boyunca hayır diyebilmesi gerekiyor. Spesifik bir gıda grubu olduğu için sürekli hayır demesi de gerekmiyor. İşin başlangıcında kendisini, o yediği şeyden daha çok sevmesi gerekiyor. O geçiş sürecini farkındalıkların, bilgilerin eşliğinde kolaylaştırması gerekiyor. Sormalı, “Ben mi değerliyim bu yediğim şey mi?” Biraz düşünmesi gerekiyor. Bunu kolaylaştırmak için baş parmağı tutma egzersizi var. Bütün bu sistemle birlikte yapıldığında işliyor.14.400 tane nokta var iki elde. Baş parmak mide bağırsak sistemini yönetiyor. Buradaki noktalarda şekerli şeyleri isteten noktalar da var. Gün içinde ara sıra tutup baskı uyguladığınız zaman, gerçekten işliyor. Her şeyden önemlisi insan bedeni zaten normal şartlarda çok az şeyle doyabilen, beslenebilen bir sistem. Oysa modern yaşamda şimdi seri üretim başladı, ne olduğu belli olmayan şeylerle

besleniyoruz. Gerçekten beslenmediğimiz için sürekli açlık ve istek karışımı bir güdüyle baş başayız. Aktivist: Ultradetoks bir zayıflama programı mı? Kerem Ali Altınkaya: Ultradetoks, bedensel-zihinsel-duygusal denge ve sağlık programıdır. Beden ve zihin dengelenince elbette kilo verilebilir ama bu ultradetoksun esas hedefi değildir. Ultradetoks Program Sorularından Bazıları Yumuşak kırık ya da kırılgan tırnaklarım var. Kuru, kaşıntılı, döküntülü veya pul pul olan bir cildim var. Fazlaca kulak akıntım var. Kepek sorunum var. Eklemlerimde ağrı ve tutukluk hissediyorum. Çok susuyorum. Bağırsaklarım günde ikiden daha az çalışıyor. Açık renkli, sert veya kötü kokulu bir dışkım var. Modum kötü, dikkat zorluğum ve/veya hafıza kaybım var. Yüksek tansiyonu olan bir aile geçmişim var. Fibrokistik meme problemi olan bir aile geçmişim var. Premenstrüel sendromum var. (adet öncesi sendromu) Yüksek LDL kolesterol, HDL düzeyi düşük ve yüksek trigliserid olan bir aile geçmişim var. Daha fazla bilgi ve sorularınız için: www.ultradetoks.com

14

Temmuz - Ağustos / 2014



yaşam

kandırıkçılar lu uoğ puc com a K da ul.

ran

da K Ser

a serd

16

b

stan

tivi @ak

Temmuz - Ağustos / 2014


Hayatının kayda değer bir bölümünü okuyarak, filmler izleyerek, müzik dinleyerek, ibadet ederek, meditasyon yaparak, bilgi edinerek, deneyimleyerek geçirdin. Gezin, gördün, anladın, buldun, keşfettin. Ruhun belli bir olgunluğa erişirken, zihinsel olarak da, entelektüel anlamda da epey yol aldın. Ya da hiçbirini yapmadın, iki kelimeyi bir araya getirmen gerektiği zamanlarda heyecanlandığın oluyor ama senin de “fıtratında” var. O olgunluk, o iyilik, o tevekkül. Tebrikler! Dünyanın büyük bir bölümünden farklısın artık! Başın göğe ermiştir umarım. Ermedi değil mi? Kendini daha bir yalnız, toplumda daha bir güçsüz, daha bir savunmasız hissediyorsun. Duyarlısın, hassassın, iyi niyetlisin, doğruluk, dürüstlük, yardımlaşma, şefkat, merhamet… Sözlüklere ne hacet! Sana baksınlar yeter! Mahallendeki esnaf, dolmuş şoförü, yol soruduğun o adam. Hepsi seni alıp bağırlarına basacak, o derece sevilesi, alıp yumalanası bir şeysin. Hani hep tekamülden bahsedilir ya, insan-ı kamilden, aydınlanmadan, ermekten. Bence gerçekten birisi aydınlanacaksa, 21.yüzyılda, bu kişi İstanbul’dan çıkacak! Valla! :) Mesela sen, evet sen! Sen Yaşar Usta! Sen aydınlanabilirsin. O da. Şurada bir avucuz yahu:) Fark etmez zaten, oğlan bizim kız bizim. * Bizim komşumuz, canım abim. Eşimle birlikte balığa merak sardılar. Akvaryumlar alındı, termometre, motor, dekor… Balıklar, on numara… Evde bir “balık coşkusu”. Eşim, nasıl seviyor balıklarını. Sabah ilk iş onlara bakıyor, asayiş berkemal mi? Bütün derdimiz, sevincimiz, umudumuz :-) balıklar. Aynı atmosfer canım abimin evinde de mevcut. Öyle ki “Balıkçıya gidelim mi aaaabi” dendiğinde biz artık çupra mı yesek, hamsi tava mı diye düşünmüyoruz. Discus mu, Çin Ejderi mi? Yoksa kan kurdu mu lazım, su bitkisi mi acaba, gibi şey-

ler anlıyoruz. Nasıl bir zevk, nasıl bir merak anlatmam mümkün değil. Komşucuğumlar geçenlerde Eminönü’ne gittiler. Gezelim, vakit geçirelim, çocuk çocuk tarihi güzelliklerimizden nasibini alsın diye. Gitmişken de balıkçıları da gezmişler. Bizim ufaklık tuzlu su balığı isteyince, abim de sağ olsun kırmamış oğlunu. Oracıkta hemen bir kurulu akvaryum alınmış. Eşim de sordu “Kaça aldın aaaabi?”, cevap 290 Lira oldu. Neyse akvaryum geldi, kuruldu. Suyuydu, tuzuydu cümle teferruatıydı. İki de palyaço balığı almış abim. Almış ama balıkların hali hal değil gibi. İki çimdiler, üçüncüye halleri yok. İkisi de çöktü suyun dibine. Benim güzel kalpli abim, bütün gece başlarını bekledi. Sabaha kadar akvaryumun içine hava girsin diye türlü MacGvyerlıklar yaptı. İnanın sabaha kadar. Hiç uyumadan. Balıklar ölmesin diye. Neden biliyor musunuz? Abim, onların taşıdığı cana değer veriyor. Ve o canın sorumluluğunu kendinde hissediyor. Neden mi böyle? Nedeni yok. Kalbi var. İnançları var. Değerleri var. Sabaha kadar uğraşmasına rağmen her iki balık da ölünce, benim güzel abim çok üzülüyor. O kadar üzülüyor ki, bütün gün neredeyse yas tutuyor. Neden mi “Keşke alıp getirmeseydim, orada kalsalardı yaşarlardı”. Sonra öğreniyoruz. Eminönü’ndeki balıkçı hem eksik aksamlı akvaryumu “kakalamış” – çünkü o eksik parçayı da verirse fiyatı yükseltecek, yükselirse abim almak istemeyecek ve o parçanın hayati önem taşıdığını da gizliyor - , hem akvaryumun bir süre boş çalışması gerektiği, hem de balıkları daha sonra alması gerektiği bilgisini de gizlemiş. Şimdi o balıkçı, günün sonunda kazandığı 290 Lira ile kendini hem çok zeki hissetti, hem de çok mutlu oldu. Abimse, kendini kandırılmış hissetti, balıklar öldüğü için yas tuttu, neredeyse kahroldu. Bunları hissederken, parayı hiç düşünmedi bile.

Sevgili Balıkçı, Şimdi, “Naaapalım apla, o da bilip bilmeden almayaydı. Yaniieee biz de burada esnafız, ekmek parası yaniiee, ona satma buna satma kime satıcaz biz bunları. Aklını kullanaydı” diyeceksin. Yok Sevgili Balıkçı, senin o akıl dediğin şey abimde çok vardır. Çok vardır da, seninki gibi işlemez. Çünkü abim, biri bir şey söylediği zaman onun doğru olduğu ihtimaliyle hareket eder. Çünkü abime göre, meslek erbabı kişi, işini bilir, konusuna hakimdir… Hele hele esnaflık çok zordur, ticaret çok zordur. O, vakit ayırıp kendiyle ilgilenen kişinin emeğine değer verir. Öyle olunca da, seni sinsi sinsi güldüren durum, onu gözleri parlayarak sevindirir. Oğlunun isteğini yerine getirmenin şükrü ve sıcaklığıyla dolar kalbi. O senin gibi değildir. Sen diyorsun ki “Eeee, dünya böyle be apla” Değil Sevgili Balıkçı değil, siz böylesiniz. Siz, birilerini kandırınca, bu yolla bir menfaat elde edince sanıyorsunuz ki kazandınız, oldu, başardınız. Karşınızdakinin safiyeti size zafiyet gibi geliyor, anlıyorum. Ve zafiyet sizin en sevdiğiniz şey. Sizi biz değiştiremeyiz. Kimse değiştiremez. Hatta kendiniz bile bu değişimi gerçekleştiremezsiniz. Ama abim gibi kalbi sıcacık olan insanlar, sizin kurallarınızı değiştirebilir. Kurallar değişince, bu kez siz bilmediğiniz bu yeni oyunda çırağa çıkarsınız. Çünkü yetersiz kalırsınız, bilemezsiniz, oynayamazsınız… İyi insanlar, kalplerinde merhamet, şefkat olan insanlar var. Aklında tilkiler gezinmeyen insanlar var. Ruhları kurtlanmamış insanlar var. O insanlardan çok var Sevgili Balıkçı. Kasanı karla kapatsan da, senin kasa hep açık verecek Sevgili Balıkçı. * Değerlerine sadık, insani prensiplerinden ödün vermeden yaşamanın zor olduğunu düşünüyorum… bazen. Sonra geçiyor… 17


Tarafından Derlenmiştir

değerler Sadelik ile bolluk arasında derin bir bağ vardır. Sadelikten doğan yücelik, bolluğu ve bereketi hayatımıza davet eder; bu sayıda Sadelik erdemi üzerine Denise Lawrence’ın bir konuşmasını sizin için tercüme ettik. Sadeliği hayat tarzı olarak benimseyip, evinizin bolluk ile dolması dileğiyle… Sadelik, kısaca “sadece gerçekten ihtiyaç duyulanı kullanma” erdemidir. Çeşitli alanlara dair sadelikten söz edilebilir, şimdi bunlardan birkaçına birlikte bakalım. Sadeliğin çağrıştırdığı anlamlardan bir tanesi dağınıklığın olmadığı bir mertebeye sahip olmaktır. Özgürlüğüne değer verenler, zihinlerinde yaratıcılığı geliştirebilmeyi, meditasyonlarında ve kendilerine dair çalışmalarda netliğe sahip olabilmeyi sağlayan bir alan yaratmak ister. O zaman sadelik, özgürlüğümüzü engelleyen ve birikebilme potansiyeli olan fazlalıklardan kurtulmamızı sağlayan çok güzel bir özelliktir. İçimizdeki sadelik, dışımıza da yansır. 18

Temmuz - Ağustos / 2014

sadelik

Sadelik yokluk içinde yaşamak olarak yorumlanmamalıdır. Sadelik; kim olduğumuzu ve yapmamız gereken şeyleri açık bir şekilde anlayabilmektir. Peki, bütün bu dağınıklığın sona erdiği bir hayat nasıl oluşturulabilir? Günlük olarak uygulanması gereken bir sistem söz konusudur. Sistem; içsel ve dışsal olarak yapılan düzenli temizliktir ve ilk temizlik düşüncelerde başlar. Çok seçici olmak gerekir çünkü sadelik tam olarak doğru olan seçildiğinde kazanılan bir yetenektir. Bazı sanat türlerinde birkaç çizgi ile anlatılmak istenen her şey aktarılabilir. O kadar basit ve bir o kadar da derindirler. Derinlere doğru ilerleyebilmek için, fazla olan her şeyi bırakın! Şimdi birlikte zihnimize bir bakalım: Zihinde sadelik nasıl yakalanır? Öyle bir sadelik ki; zihin sadece istenilen şeyi yapabilsin. Bu hal, sadece çok saf ve güçlü

düşünceler üreterek elde edilir. Güçlü düşüncelerin varlığında çer çöp, dağınıklık zihinde duramaz. Bir meditasyon disiplini olarak önerilen çalışma, içimizden geçen düşüncelere bakmaktır. Bu içsel kontrol mekanizması çok önemli bir uygulamadır. Gün içerisinde, zaman zaman yarattığımız sessizlik anlarında dikkatimizi içimize yöneltir ve sadece izleriz: Zihnimizde hangi düşünceler ortaya çıkıyor? Birçok düşünce çeşidi vardır; Brahma Kumaris’te düşünceler genel olarak olumlu düşünceler, olumsuz düşünceler, sıradan düşünceler ve gereksiz düşünceler olarak gruplanır; böylelikle farklı düşünce türlerini ayrıştırma yeteneği daha kolay edinilir. Sıradan bir insanın düşünce çizelgesi çan eğrisine benzer. Zihinde çok az miktarda gerçekten kötü düşünceler mevcuttur; benzer olarak çok olumlu, güçlü ve saf düşünceler de sayılıdır. Çan eğrisindeki dağılımın yoğunlaştığı bölgede yer alan


düşünceleri tahmin edebiliriz: Düşüncelerin çoğu gereksiz ve sıradan kategorisine girerler. Gereksiz düşüncenin anlamı; bir düşüncenin ne olumsuz ne de faydalı olarak tanımlanabilmesidir. Gereksiz düşüncelerin unutulmaması gereken bir özelliği de “onlardan kurtulamazsak, olumsuz düşüncelere dönüşme eğiliminde” olmalarıdır. Çöpün ne olduğunu herkes bilir; kokmaya başlar, böcekleri kendisine çeker; zihinde de benzer süreçler gerçekleşir. Düşünceler ilgili ilk adım içe dönmek ve düşünceleri kontrol ederek onları tanımlamaya çalışmak; bir sonraki adım ise harekete geçmektir. Herkesin arzusu, çok iyi, kaliteli, faydalı, verimli düşüncelere sahip olmaktır. Esasen kişinin binlerce düşünceye ihtiyacı yoktur; sayıca fazla olan düşünceler verimli olmayan sıradan düşüncelerdir çünkü zihinde çok hızla üretilirler. Olumsuz düşüncelerin belirgin özelliği sürekli tekrar etmeleridir. Bu düşünceler kişiyi ağırlığıyla ezer, onlarla savaşmak zorunda bırakır. Bu savaş sırasında vicdan devreye girer; bir yapmak istersiniz; bir yapmak istemezsiniz. Olumsuz düşünceler zihinsel ve bedensel enerjiyi tüketerek kolaylıkla sonuçlandırılabilecek konularda bile kişiyi şüpheye sürükler, zihni bulandırırlar. Zihin insanlık tarafından bilinen en güçlü araçtır. İnsanların en büyük sorunlarından birisi, çok büyük miktarda olumsuz, sıradan ve gereksiz düşünceler nedeniyle zihnin potansiyelini hayata geçirememesidir. Meditasyon uygulamasının bir bölümü; her gün ve gün boyunca belirli zamanlarda özümüze, güzelliğimize ait olmayanları temizleyebilmektir. İçimize bakarken, zihnimizde uygun olmayan bir şey gördüğümüz anda onu “sadece” serbest bırakmalıyız. Bu sayede çok saf ve sade bir bilincin oluşumu ile zihinde geniş bir alan yaratılarak, sessizliğin ve durağanlığın derinliklerine doğru ilerlenebilir. Sürekli olarak sıradan, gereksiz ve olumsuz düşünceleri uzaklaştırma pratiği yapıldığında, geriye güçlü düşünceler kalır; eğer birkaç dakika boyunca bile o düşünceler zihinde tutulabilirse sahip olduğu potansiyel ile düşünceler gerçeklik haline dönüşür. Kim sadece düşünce gücüyle işlerini sonuçlandırmayı istemez ki? Bu ne kadar güzel olurdu! Aslında sadeliğin bizim için yarattığı durum da aynen budur.

Sadelik erdemini geliştirdiğinde kişinin ihtiyaçları da tam ve isabetlidir. Gerçekleştirilmesi gereken eylemler yapılır, A noktasından B noktasına en uygun ulaşma şekli kolayca saptanabilir, fazlalıklarla uğraşarak zaman kaybedilmek istenmez. Ne kadar fazlalık oluşursa; karşılığında bir o kadar da zaman, enerji, çaba, düşünce ve nefes doğru şekilde kullanılamaz hale gelir. Düşüncenin kendisi potansiyel bir hazine olduğundan; bu konuda nasıl daha tasarruflu olunacağı öğrenilmedir. Bunu yapabilmek için, kişinin zaman ve sözler ve para konusunda ekonomik olması gerekir. Sadelik uygulandıkça, doğru düşünce, söz ve karara doğru zamanda ulaşarak, eylemin bitiminde o dinginlik mertebesine tekrar geri dönme içgüdüsü gelişir; bu şekilde yaratıcılıkla yola devam etmek mümkün olur. Sadeliğe değer veren birisi ilişkilerde sadelik erdemini uygulayacak, oyun oynamayacaktır çünkü bu da zamanı boşa harcar. Neden zaten kendimizin çözmesi gereken problemleri yaratalım? Sadeliğin tatlılığını deneyimleyenler bu şekilde bir karmaşayı tercih etmezler. Sade kişi, neyi, ne zaman ve nasıl yapacağına dair de nettir. Bu şekilde, enerji tasarrufuyla sürekli ve yorulmadan belli bir seviyede eylem yapmak mümkündür. Çok önemli bir işi, daha verimli şekilde yapabilir, aynı zamanda daha da önemli bir görev olan saf huzur enerjisine yoğunlaşıp zihninizle onu yayabilirsiniz. Bu nasıl başarılır? Çünkü zihin gereksiz ve sıradan olanda takılmaması için eğitilmiştir. Sadeliğin çok güzel bir göstergesi, düşüncelerin sonsuz kere tekrar etmemesidir. İçimize baktığımızda, çoğunlukla tekrarlayan düşünceleri görürüz. Kişi kendine gerçekten güvenebilirse, bir kere bir şeyi düşündüğünde, bir kere anladığında ye-

terlidir; bir konuda karar verdiğinde bu konu nettir; yapılması gereken yapılır. Sadelik, olayların zihinde devamlı tekrarından kaynaklanan kararsızlıktan ve dalgalanmalardan kişiyi özgür kılar çünkü tekrar etme alışkanlığı zihinde çelişkili düşünceleri tetikler; bunun sonucu ise zihnin parçalanması ve dağılmasıdır. Meditasyon ile zihnin tüm bu bölünmüş enerjisi bir odak noktasında bir araya getirilir ve dağılmış olan gücü birleştirilir ve sonra o enerjiyi nereye yönlendireceğini kişi seçer. Bu seçici olma pratiği de sadelik ile ilgilidir. Hayatımızı bu şekilde sürdürdüğümüzde yoğunluktan bunalmış ya da hiç boş vaktimizin olmadığı hislerine kapılmayız. Hiçbir zaman insanlar “O çok meşgul, onu göremiyorum” demezler. Sadelik sayesinde, hızlıca, çaba göstermeden yapılması gerekenler hallolur; çok daha fazla iş belli bir zamanda tamamlanabilir. Yapılacak çok şey olduğunda ve acele edildiğinde, kolaylıkla hata yapılır. Düşünülmesi gereken nokta şudur: “Bir şeyi doğru olarak yapacak zaman bulunmaz ama onu tekrar yapacak zaman hep vardır!” Dikkatsizlik nedeni ile eylemleri tekrar etmek zorunda kaldığımızda çok fazla zaman kaybederiz; en sonunda cesaretimiz kırılır. Cesareti kırılan kişinin zihni bulanık düşüncelere çok kolay kapılabilir ve zihindeki bölünmüşlük o kadar hızlı hareket eder ki; o zihinsel enerjiyi tekrar toparlayabilmek için çok gayret göstermek gerekir. Gerçekten kendimize bunu yapmak istiyor muyuz? Yoksa bir ritim oluşturarak, içimizde bir güç yaratarak, bu güç ile mi ilerlemeyi mi isteriz? Dünyada birçok insanın temel sorunlarından birisi yapmak istedikleri şeyi yapabilecek gücü bulamamalarıdır. Fikirler sadece fikir boyutunda kalır; ancak hayatta başarılı hissedebilmek için kazanım hissinin oluşması gerekir. Sadelik erdemini hayatımıza dâhil ettikçe, bizim için en iyi olanı görebilme yeteneğine sahip oluruz; kim olduğumuza ve ne yaptığımıza dair memnuniyet duyarız. Bu sayede odağımız daha net hale gelir ve hedefimize ulaşabiliriz. Şimdi bereket tohumu olan sadeliği hayatımızda uygulama zamanı; günümüze, evimize, ilişkilerimize bakalım ve olması gerekenden fazla olanı fark edip, bu fazlalığı gerçekten kullanılabilecek alanlara yönlendirelim. Tamamen gereksiz olanları ise sadece bırakalım… 19


tatil planında tatil

alternatif rotalar

Bütün bir yıl çalışınca tatil planı yapmak izne çıkacağımız o günün hayalini kurmak, heyecanla o günü beklemek ve mümkünse de tatilde hiçbir şey yapmamaktan ibaret oluyor elbette. Ülkemizde farklı tatil anlayışları, genelde ununu eleyip eleğini astığın emeklilik dönemlerine rast geliyor. Hal böyle olunca, izinli olduğumuz on beş günde sahil bölgelerine koşuyor ya da en fazla yurt dışına çıkıyoruz. Oysa tatilde bambaşka heyecanlara yol almak da mümkün. Uzmanlar, otomatik bilincin işlemediği, beynin ters köşe edildiği durumların insanı zinde tuttuğunu söylüyor. O halde, henüz rezervasyon yaptırmayanlar için, alternatif tatil rotaları belirledik.

Macera Turları Tırman, Uç, Dal, Koş ama sakın yatma! Tatil yan gelip yatmak değildir! Diye düşünenler, tatil planlarını doğa, deneyim ve spor olguları üzerine kurgulayabiliyorlar. Programlarında, dağ bisikleti, tırmanışlar, kano, rafting, dalış ya da yamak paraşütü gibi fiziksel etkinliklerin de yer aldığı adrenalin dolu bu turlar macera tutkunları için. Otellerin ya da yazlık evlerin konforu, maceracılara göre değil! Onlar kara, deniz, hava dendi mi; başka şeyler anlıyorlar. Tırmanmak, çetin doğa koşullarını aşmak, dalmak, kanyonları geçmek ya da uçmak… Yani, ayakların arkasına denizi alıp fotoğraf çekmek, pek de onların işi değil. www.bougainville-turkiye.com www.bukla.com

20

Temmuz - Ağustos / 2014


Kültür Turları Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Kültür turları, cevap hakkını “çok gezen”den yana kullananlar için. Birkaç sene öncesine kadar sadece emeklilerin rağbet gösterdiği bu turlara, özellikle diziler ve yeni nesil belgesellerden sonra genç kuşak da ilgi duyuyor. Ziyaret edilen bölgenin, tarihi, doğal ve kültürel özelliklerinin keşfedildiği bu turlarda “Öğretmenim istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?”ci bir ilim irfan aşkı mevcut. Kültür turlarında Kapadokya, GAP, Karadeniz ve Likya Turu en popüler yurt içi destinasyonlarda başı çekiyor. www.folklorik.com www.gapturlari.com.tr

21


“GEZGİNDAMAKLAR la Her Yer Dilinizin Ucunda” LEZZET AVCILARI İÇİN LEZİZ SEYAHAT ROTALARI

GURME TURLARDA! Kültürler Coğrafyasında, Kültürel ve Tarihi Varlıklar, Doğal Cazibe Alanları, Folklorik Yaşam ve Mutfak Özelliklerini tek bir tur programıyla yaşama getiren “Gezgin Damaklar”, temalı turlarda yörelerin kendine has yetişen ürünlerinin, örneğin Gül Hasadı oluşumu uygulanışı gibi; Lezzet Festivalleri, Alaçatı Ot Festivali gibi; programlarla keşfetmeye yönelik, Gezginlere farklı bir konseptle hizmet vermekte... Gezginler bir seyahatte en az kültürel ve görsel varlıklar kadar damak tadına da ilgi duymaktalar. “Turda da lezzetten ödün vermem” diyenlere! “Buranın nesi meşhur?” veya “Burada ne yenir” gibi soruların her zaman ön planda yer alması, tadına varılan lezzetlerin içeriğini ve nasıl pişirildiğini de öğrenmek isteyen Lezzet Avcıları için “Gezgin Damaklar”ın Muhteşem Seyahat Rotaları var artık. Dünya Gurme Turlarında Türkiye’yi Görmek GezginDamaklar’ın kurucusu Ferzan Kırhan, Gurme Turları ile ilgili görüşlerini şöyle aktarıyor, “Türk Mutfağı’nın dünyada daha çok tanınmasında ve ülkemizi Dünya Gurme Turlarında, önemli bir destinasyon merkezi haline getirmek için her türlü tanıtımda aktif yer almakta, faaliyetler düzenlemekteyiz. Bu çalışmalarımızı aynı zamanda, yurtiçinde de farklı tanıtım ve eğitim programları ile yapmaktayız.” Ferzan Kırhan, Gezgin Damaklar’ın diğer projelerini anlatıyor “Özellikle, Kurum ve Şirketlere ‘Motivasyonda Lezzete Focus’ projesiyle, Lezzet Gezileri, Lezzet Workshopları, Yemek Eğitim Programları gerçekleştiriyoruz. Bu projemizde bize, İtalya ve Fransa’da Gastro Kültür merkezleri tarafından Şövalye unvanı alan Uluslararası Gurme Haldun TÜZEL ile gerçekleştirmekteyiz.” Gittiği, gezdiği, gördüğü yerlere “tattığı” yerleri de eklemek isteyenler için www.gezgindamaklar.com’ da pek çok alternatif destinasyon bulmak mümkün.

22

Temmuz - Ağustos / 2014


“GEZGİNDAMAKLAR ile “Şeker Bayram’ının Tadı “Karadeniz Tur’unda” PİTORESK BİR ALEM: KARADENİZ Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Uzungöl, Rize, Ayder 26/30 Temmuz 5 gün / 4 gece Bu bölgenin tarihi yerleri, tabiatı, doğa güzelliği kadar, enfes lezzetleri de aklınızda hep kalacak. Seyahat programlarında yemek kültürünü öne çıkaran Gezgin Damaklar’ın sizin için seçtiği yöresel yemeklerden bazıları; Akçaabat Köfte, Piyaz, Laz Böreği, Hamsikuşu, Kuru Fasulye,Tereyağlı Pilav, Mıhlama, Balık Köfte, Kuymak, Kaygana, Karalahana Çorbası, Turşu Kavurması Sıradışı menülerle kahvaltı ve yemekler de dahil. Paket Tur Fiyatı, Kişi başı/ Uçak dahil 1575TL

ŞEKER BAYRAM'INDA UNUTULMAYACAK SEYAHATLER AĞRI, SÜPHAN VE PALANDÖKEN GÖLGESİNDE YOLCULUK Erzurum, Kars, Iğdır, Doğubayazıt, Tatvan, Van 26/30 Temmuz 5 gün / 4 gece Bu bölgenin tarihi yerleri, tabiatı, doğa güzelliği kadar, enfes lezzetleri de aklınızda hep kalacak. Seyahat programlarında yemek kültürünü öne çıkaran Gezgin Damaklar’ın sizin için seçtiği yöresel yemeklerden bazıları; Keledoş, İnci Kefali Dolması, , Kayısı Tatlısı, Kars Çorbası, Etli Haşıl, Kaşık Salata, Kars Köy Helvası, Kesme Aşı Çorbası, Etli Güveç, Kadayıf Dolması, Cağ Kebap, Yöresel Abdigör Köftesi, Van Kavurması Katılımcı sayısı 20 kişi ile sınırlıdır. Sıradışı menülerle kahvaltı ve yemekler dahil. Paket Tur Fiyatı Kişibaşı/ Uçak dahil 1450 TL.

www.gezgindamaklar.com

0216 348 53 90/39


İstanbul Turu İstanbul içinde de günübirlik kültür turlarına katılmak mümkün. Felekten bir gün çalıp, hep hayal edildiği gibi İstanbul’da Turist Olmak arzusunun bir nebze yaşanabildiği bu turlarda, Adalar, Erguvanlar, Camiiler ya da Boğaz Turu gibi günübirlik gezilere katılanların sayısı hiç de az değil. İstanbul’un ünlü sokakları, mutlaka görülmesi gereken manzaraları, eski evleri, mahalleleri. Şehrine bir de keşfetmek için bak! www.folklorik.com www.karibu.com.tr

24

Temmuz - Ağustos / 2014


Spiritüel Turlar Kelebekler Vadisi, Katmandu, Sapanca… Meditasyon, yoga ya da inziva ile hiç konuşmadan geçirilen iki gün… İlginç perhizleri, ruhsal arınmaya ve zihinsel dinginliğe yönelik aktiviteleriyle spiritüel turlar, tüm diğer turlardan farklı olarak bambaşka bir kitleye hitap ediyor. Onlar, sağlıklı besleniyor, bedenlerini koruyor ve ruhlarını ihya ediyorlar. Doğal yiyeceklerle beslenilen, şehrin ve cümle kalabalığın, karmaşanın uzağında, gruplarla birlikte yoga ve meditasyon yapılan spiritüel turlarda, farklı destinasyonları keşfetmek de mümkün. www.299.travel www.farnaway.com www.johnofgodturkiye.com

25


Yayla Turu Karadeniz’in bir doğa cenneti olduğunu bilmeyen yoktur. Zigana’da, Ayder Yayları’nda, temiz hava yeşilin binbir tonuyla başbaşa bir tatile kim hayır diyebilir? Belki de yazın, deniz-kum-güneş olmadan da dinlenebilirim diyebilirseniz, Karadeniz’in cennet gibi yayları size kucak açabilir. Kısa sürede, birer turistik öğeye dönüşen şirin yayla evlerinden birini kiralayabilir ya da bölgeye özel düzenlenen yayla turlarından birine siz de katılabilirsiniz. www.ayder.com.tr www.tabiata.com

26

Temmuz - Ağustos / 2014


Ego: “Bak gördün mü, sen diğerlerinden farklı ve daha üstünsün,” diye fısıldar fakat eksiklik hissini gidermez. Eksiksiniz çünkü dengeden uzaksınız.

27


yeni dünya m k.co bay cun yervego A tafa ay@ Mus fa.acunb a t mus

Eksik olan ne?

Birçoğumuz yaşamımızın bir noktasında bir şeylerin eksik olduğu hissine toslarız. Kolay anlaşılır bir durum sayılmaz bu ve insan beyni, çoğu zaman olduğu gibi, en yakın nöron yollarını kullanarak sorunu basit nedenlere bağlar: Yaşamın bir döneminde kendisiyle aynı yerlerde olan kişilerin eriştikleri olanaklarla kendi olanakları kıyaslanır. Kendisi o olanaklara erişememiştir. Yakın arkadaşı veya dostu, yeni bir model çıktığında cep telefonunu, belki dev ekran televizyon veya aracını değiştirebilmektedir. Ama kendisi bunu yapamamaktadır. Üniversitede kendisi kadar bile başarılı olmayan arkadaşları yüksek mevkilere çoktan yükselmiştir veya birçok mal mülk edinmiştir. Beş yıl önce beraber mangal yaptıkları komşusu zenginleşmiş, artık şehrin prestijli, kalburüstü mekânlarından birinde yaşamaktadır. Kendisi hala aynı yerde oturmaktadır...

Her şey dengede. Fakat insanın dünyada kurduğu düzen ve o düzenin aktörleri, dengede değil. Kutlanası bir başarı(!)

sıdır, buna sözümüz yok. Ve fakat bu olanak ona kısa, her seferinde daha da kısalan avuntu yaşatmaktadır, hepsi bu. Ego “Bak gördün mü, sen diğerlerinden farklı ve daha üstünsün,” diye fısıldar fakat eksiklik hissini gidermez. Eksiklik dengeden uzak olmakla alakalı... Sosyal düzeniniz dengede değil. Maddi imkânlarınız dengede değil. Yani ya ihtiyacınızdan çok fazla ya da ihtiyaçlarınızı karşılayamayacak kadar az... Maneviyatınız, moral değerleriniz dengede değil. Çakralarınız dengede değil... Eh, doğal olarak bu kadar dengesizlikten de mutluluk çıkması beklenmez. Avuntu çıkar ama mutluluk çıkmaz. Mutsuzluktan ne çıktığının cevabı ise çevredeki suratlara bir göz attığınızda alınabilecek olan cevap kadar açık olmalı. Gelişmiş ülkelerde daha çok mutlu insan gözlenir. Sosyal yapıları ve gelir dağılımları görece daha iyi durumdadır. Manevi değerlerdeki zayıflık, akıl, bilim, sanat, zarafet gibi değerlerle karşılanmaya çalışılır. Kişisel çabalarla, özellikle son yıllarda doğuya ait mistik öğretilere (Budizm ve İslam sufizmi gibi) ilgi artmıştır ve bunun da katkısı ile manevi taraftaki bireysel ve toplumsal dengesizliklerin karşılanmasında bir parça iyileşme olduğu söylenebilir.

ğılımındaki derinleşmiş dengesizliktir. Mistik manada güçlü olan gelişmekte olan ülkeler mevcuttur. Fakat sorun şuradadır ki şekil çerçevesini nadiren aşabilen içsel gelişim yolları amacına ulaşamamakta ve kişisel arayış içinde olan bir azınlığı dışarıda tutarsak, bir iç denge aracı olamamaktadır. Bunun ve -en azından bu güne kadar- aklı yeterince ön plana çıkaramayan toplumlar olmanın bir neticesi olarak moral değerlerde de zayıflık yaygındır. Aslında konunun bu tarafı, yani gezegenin farklı kesimlerindeki dengesizlikler arası etkileşimler hakkında yazılacak şeyler çok ama onu şimdilik başka bir yazıya bırakmış olalım. İnsan ruhunda kocaman enerji kaçakları varken dengede kalamaz. Bu kadar dengesizlikle insanın ayakta durabilmesi bile mucize aslında. Hâlbuki doğada her şey dengede. Büyük patlamadan itibaren dengeden nano mertebesinde bir sapma olsaydı ne Dünya, ne Güneş, ne yıldızlar, ne galaksiler ne senin, ne benim bedenim olamayacaktı. Çünkü ne atom altı parçacıklar ne de madde oluşamayacaktı. Bunu bilim insanları söylüyor, kuantum fiziği deneylerinin sonuçları söylüyor, ben değil. Her şey dengede. Fakat insanın dünyada kurduğu düzen ve o düzenin aktörleri dengede değil. Kutlanası bir başarı(!)

Durum öyle değil. Zira maddi olanaklar içinde olan da içten içe benzer eksiklik hissine sahip. Maddi olanağı olanın durumundaki fark yeni dünyevi oyuncaklara erişebilmek konusundaki şansının daha geniş olma28

Temmuz - Ağustos / 2014

Bizim de içinde bulunduğumuz gelişmekte olan ülkelerde ise durum epey savrulmuş gibi duruyor: Bu toplumlarda mutsuz insanlar çok yaygın gözlenir. Öncelikli neden sosyal yapılarının kesinlikle dengede olmaması, gelir da-

Hani bilim insanlarımız her fırsatta diyor ya; doğada bu böyle, doğada şu şöyle, güçlü olan kazanır, zayıf olan yok olur gider, doğada da bu var zaten, doğal seçilimdir bu, evrim aşağı, evrim yukarı...


İyi söylüyorsun da sevgili kardeşim, doğada denge var. Senin sosyal düzeninde neden denge yok? Neden 21. Yüzyılda açlıktan ölen insanlar, çocuklar var hala? Neden gelir adaletsizliği uçurum mertebesine ulaştı ve bırak düzelmesini daha da derinleşmesine çare bulunamıyor? Neden toplumunu oluşturan çoğunluk bireyler bu derece mutsuz? Neden? Neden insanların ruhlarında bu derece büyük boşluklar var, diye sormuyorum, çünkü ona cevabını tahmin etmek güç değil: “Ben ruha inanmıyorum, ben pozitif olarak gözleyemediğim, ölçemediğim şeye inanmam. Serotoninin az salgılanmasındandır o mutsuzluk. Şu ilacı kullanırsa geçer.” Evet, daya kimyasalı! İlaç şirketleri semirmeye devam etsin... Neresinden tutsan elinde kalır... Ben kitabımda bahsettiğim konularla alakalı olan Kur’an ayetleri paylaştığımda iki tip olumsuz tepki almıştım: Tabii olumlu eleştiriler de çokça oldu, hakkını verelim ama anlatacağım örnek konu başlığıyla alakalı olduğu için buraya taşıyorum. Birinci tip şöyle dedi: “Sen bu işin uzmanı mısın da bunları yazıyorsun?” Bu eleştiriyi yapmadan önce tabii ki Google’dan “yer ve gök ile ilgili ayetler” diye aratıp kitapta anlatılanlarda bir açık bulmayı denemiş, aradığını bulamadıktan sonra yapıyor, yüksek olasılıkla. Bulsa kim bilir ne şaşkınlıklar yapacak! Yapsın gariban. Herhalde sandı ki yazar Google’dan bulup yazdı, yazdıklarıxanı. Kur’an’ı bir sözde uzmanlar -veya din adamları- sınıfının kitabıymış, başkası

bu işten anlamazmış zannetmek, her şey bir yana, Kur’an’ın ruhunu hiç anlamamış olmanın basiretsizliğidir. ‘Zannetmek’ diyorum, çünkü bu eleştiriyi getirenler halktan insanlardı ve onlara öyle gösterildiği için öyle zannetmekteydiler. Benim yaptığım iş özetle şu oldu: Tıpkı yüzden fazla Kur’an ayetinde insana önerildiği gibi, ayetlerin üzerinde derinlemesine düşünmek, sahip olduğum ve araştırarak üzerine yenilerini eklediğim pozitif bilgilerle bu ayetler arasındaki bağları belirlemek. Maddi kazanç sağladığımız aktivitelere ara verip, üç yıl tam zamanlı devam eden bir yolculuğa çıkmak... Değdi mi? Kesinlikle değdi. Koskocaman bir deneyimdi. Bu tür değerleri, olaylar ve nesneler arasında kurabileceği nöronik ilişkiler kısa olanların anlaması beklenmez. Zira nöronik bağlar ne derece az ve kısaysa beyin o kadar çok ön yargı üretecektir, kaçınılmazdır. İkinci tip ise - sözde modern, batılı olanlardan- şöyle dedi: “Bu adam Kur’an’dan örnekler vermiş, yobaz bu, belli.” Bunların içinden kendince insaflı olan kesim ise şöyle dedi: “Vah vah! Kur’an’dan örnekler mi vermiş? Saf bir arkadaş olsa olsa...” Bunların birini alıp ötekisine vurduğunda ancak boş teneke sesi elde edersin. Vurma daha iyi... Konuyu kişiselleştirmiş veya dağıtmış olduğumu düşünmeyin. Eksik olan ne, sorusunun cevabı tam da bu iki sığ algıda gizli. Bu iki yaklaşımın birini alıp ötekisine vurduğunuzda gürültüden başka bir şey elde edilmez. Her iki notasından biri çıkartıldıktan sonra çalınmaya çalışılan müzik bestesi gibidirler. Bir ya-

rıları hep eksiktir, denge ve ahenk söz konusu değildir. Eğer bilim ve rasyonel alana odaklanır ve içsel gelişimi, manevi alanı yok sayarsanız denge elde etme olanağınız olmayacaktır. Eğer manevi alana odaklanır ama bilimi, rasyonel dünyayı dışlarsanız denge yine gelmeyecektir. Hele ki bir tarafta bilim ve akla ait olan bilgilerin çıkar amaçlı manipüle edildiği, diğer tarafta içsel gelişime ve maneviyata dair olan bilgilerin çıkar amaçlı manipüle edildiği bir dünyada denge çok daha uzakta olacaktır. Böyle bir dünyada ne sosyal denge sağlanabilir, ne gelir adaletsizliği düzelir, ne küresel çevre sorunları çözülebilir, ne bilimsel-teknolojik gelişmeler dertlerinize çare olur, ne de mutsuzluklar son bulur. Sosyal denge sağlanamayacak; zira ego bilincine sahip bireyler birbirine üstün gelme ve üstünmüş gibi görünme güdülerini sonlandıramayacak... Gelir adaletsizliği çözülemeyecek; zira toplumların zihni her doğan çocuğa yaşamı boyunca eşit şanslar sunabilecek kadar gelişmiş hale gelmiş olmayacak... Küresel çevre sorunlarınız çözülemeyecek; zira şirketleriniz daha çok kar etmekten daha geniş olan gerçekliği kavrayamamış olacak... İyi haber ise şu: Pozitif bilim veya içsel gelişimi iki ayrı odak olarak düşünürsek bu odakların sadece biri diğerine yaklaştığında insanlığın büyük problemleri bir bir çözülmeye başlayacak. Bu sonuca bizi götürebilecek en güçlü aday kuantum fiziğindeki gelişmeler gibi duruyor. O nedenle benim umudum her şeye rağmen bilimde. 29


etik

etik mi

m

an ail.co oyd ış S n@hotm r a B a soyd baris

değil mi

Vejetaryenin dilemması Hayvanları oldum olası çok sevmişimdir. Ama vejetaryen olmaya karar vermem yeni. Hayvanların kendi damak zevkimiz için öldürmenin zalimlik olduğunu düşünüyorum. Ama eşim benimle aynı fikirde değil. Ve ricalarıma rağmen et-tavuk yemekleri yapmaya devam ediyor. “Kendi yemeğini kendin yap” diyebilirsiniz ama öğretmenlik yapan eşim benden daha erken eve geldiği için yemeği yıllardır o yapıyor. Tercihlerime saygı göstermesi gerekmez mi? (G.E.) Gerekmez. Etik yazarı olarak ben elbette vejetaryenlik tercihinize saygı duyuyorum ama eşinizin sizinle aynı hayat felsefesini benimsemesini bekleyemezsiniz. Aynı yastığa baş koymaya başladığınızda yaptığınız “sözleşmeyi” değiştirip yeni maddeler eklemek istemişsiniz. “Sözleşmeler” (Sözcüğü mecazi anlamında kullanıyorum elbette) iki tarafın karşılıklı rızasıyla yapıldığına göre değiştirmek için de karşılıklı rıza gerekir. Eşiniz rıza göstermediğine göre korkarım iş başa düşüyor. Böylece “Kadının yeri mutfağı” anlayışını en azından aile içinde yıkmış olursunuz. Bir vejetaryene de bu yakışır.

Müşteriyi “çalmak” Eski bir gazeteci arkadaşımın sorusu: Çalıştığım PR ajansında medya direktörlüğünü yaptığım bir müşteri, son görüşmemizde sözleşmeyi sonlandıracağını, kendisine yeni bir ajans aradığını söyledi. Bana bir de teklif yaptı: Eğer işimden ayrılıp kendi ajansımı kurarsam ilk müşterim olmayı düşünebilirlerdi. Bir süredir kendi işimi kurmayı düşünüyordum. Bu teklif benim için büyük bir fırsat. Fakat diğer taraftan teklifi kabul etmek, yıllardır ekmeğini yediğim şirketin müşterisini çalmak olacak. Ne yapmalıyım? (S.K.) Etikle ilgili sorularınızı Barış Soydan’a yazın: barissoydan@hotmail.com 30

Temmuz - Ağustos / 2014

Teklif i kabul etmelisiniz. Eğer müşterinin aklında başka bir ajans arama f ikri yokken allem edip kallem edip ilk müşteriniz olmaya ikna etseydiniz, o zaman davranışınız “müşteriyi çalmak” olurdu. Ama anlattığınız olay farklı. Müşteriniz size bu teklif i ayrılma kararını aldıktan sonra yapmış. Anladığım kadarıyla ayrılık kaçınılmaz; teklif i reddederseniz, başka bir PR ajansının kapısını çalacak. Hayır, bu durumda teklif i kabul edip kendi şirketinizi kurmanızda etiğe aykırı bir yan yok. Pek çok şirketin ayrılan yöneticilerine, belirli bir süre boyunca kendi müşterileriyle çalışma yasağı getiren sözleşmeler imzalattığı bilinen bir gerçek. Ama “kurumsal” çıkarların karşısında bir de bireysel çıkarlar, yani çalışanların çıkarları var. Son sözü kurumlara bırakacak olsak kıdem tazminatı çoktan ortadan kalkmış, yıllık izin süresi yarıya inmiş olurdu. Ben elbette çalışanların yanındayım. Ama dikkat: Yarın patron olduğunuzda aynı durumla siz de karşılaşabilirsiniz. Yeni işiniz hayırlı olsun.

Özel mi genel mi? Üzerinde çalıştığımız bir projeyle ilgili olarak iş arkadaşlarımdan birine yazdığım e-mail, iznim olmadan grubun diğer üyelerine forward’lanmış. Arkadaşıma çok kızdım. Çünkü e-mail’de, başkasının bilmesini istemediğim birçok kişisel şey vardı. Arkadaşım, işle ilgili bir konu olduğu için kişisel bir e-mail olarak algılamadığını söylüyor. Haklı mı? (İ.S.) Korkarım haklı. “Gazeteciden dost olmaz” derler. Kötü insanlar oldukları için değil, özel sohbetlerde geçen şeyleri çoğu kez izin almadan yazdıkları için. Gazeteciler için söylenen bu söz işyeri arkadaşlıkları için de geçerli. İşyerlerinde insanın sırtını hep duvara vermesinde fayda var. Anlattığınız olay bunun somut bir örneği. Özel yazışmaların başkalarına forward’lanması, mahremiyetin ihlali olduğu için elbette etik değil. Ama arkadaşınızın haklı olduğu bir nokta var: Yazdığınız e-mail, üzerinde çalıştığınız ortak projeyle ilgili konuları da içerdiği için özel mi genel mi olduğu muğlak.


Büyük bir iş fırsatı mı, müşteri çalmak mı?

Etik mi? Değil mi? Buna mahremiyetin ihlali, demek güç. Özel dünyanızla şirketin dünyası arasına kalın bir çizgi çekin.

İş yemeği mi dost yemeği mi?

İş gezilerinde yediğim tüm yemekleri dönüşte şirkete fatura ediyorum. Kısa süre önce müşteri ziyareti için gittiğim Eskişehir’de yaşayan eski bir üniversite arkadaşımla bir restoranda yediğimiz yemeği de şirkete fatura ettim. O kentteki müşterilerimizle ilgili arkadaşımın fikrini danışmış olmam bu yemeği iş yemeği yapar mı? (A.T) Ne iş yaptığınıza bağlı. Eğer bankacıysanız ve kredi müşterileriniz hakkında istihbarat topluyorsanız, yerel halktan tanıdıklarınızla yaptığınız görüşmeler elbette iş kapsamına girer. Ama eğer veterinerseniz ve hastalarınız, yani hayvanlar hakkında yaptığınız görüşmeler korkarım iş kapsamına girmez. Her mesleği kendi özel koşulları içinde değerlendirmeli.

Trafik magandası ve schrödinger’in kedisi İşim gereği şehir içindeki TEM otoyolunu kullanmak zorundayım. Trafikte her gün kurallara saygısız şoförlerle karşılaşıyorum ama bazıları gerçekten çok tehlikeli oluyor. Birkaç gün önce işaret vermeden sol şeride direksiyon kıran bir kamyona çarpmaktan son saniyede kurtuldum. Kamyonun arkasında “Hatalıysam arayın” yazısını görünce gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Şirketi arayıp şikayet etmeyi düşündüm ama şoförü işten attırmak ihtimali beni tereddüt ettiriyor. Siz olsaydınız ne yapardınız? (S.U.) Sorunuz bana kuantum fiziğinin ünlü paradoksu “Schrödinger’in Kedisi”ni düşündürdü. “Kuantum fiziğinin trafikteki kamyonun ne ilgisi var?” dediğinizi duyar gibiyim. İzin verin, açıklayayım… Batı’da, özellikle de Amerika’da vatandaşlar tanık oldukları kurallara aykırı davranışları tereddüt etmeden yetkililere ihbar ederler. Bu ülkelerde ihbar mekanizmasının kamu düzeninin temel dayanaklarından biri olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Ama ne burası Amerika, ne de o şoför Amerika’da direksiyon sallıyor. Şikayet etmeyi düşündüğünüz şoförün o denli dikkatsizce direksiyon sallamasının sebebi neydi acaba? Başkalarının canını hiçe saymayı alışkanlık haline getirmesi mi? Yoksa gitmesi gereken yere son sürat gitmesi gerektiğini emreden yöneticisi mi? Eğer ikincisi ise bir suç ortağı var, demektir. Böyleyse, kamyonun arkasında yazan telefon numarasın aradığınızda şoför belki işinden olacak ama onun yerini “gideceği yere bir an önce gitmesi için” patronu veya müdürü tarafından sıkıştırılan bir başka şoför alacak. Tabii bir ihtimal daha var: Belki de o şoför bir trafik magandasıydı. Bu durumda onu ihbar etmemek, başkalarının canını tehlikeye atmak anlamına gelir. Etiğe kafayı çok fazla takmak, başkalarının canına mal olmasın? Haklı bir endişe. “Schrödinger’in Kedisi” dediğim işte buydu. Kuantum fiziğinin ünlü paradoksunda (*), ölüm riski bulunan kutuya konan kedinin ölüp ölmediği, kapak açılana kadar bilinemez. Kutu içindeki kedi o sürede hem ölü hem de canlıdır. Sizin karşınıza çıkan şoför de hem bir maganda hem de “sistem kurbanı.” Kamyonun kapısını açıp gerçeği öğrenme imkanınız olmadığına göre sorunuzun yanıtı yanıtı, kuantum fiziğinde olduğu gibi belirsiz: Onu ihbar etmek hem etik hem de değil.

(*) “Schrödinger’in Kedisi” ile ilgili bilgi notu Wikepedia, yazımızda sözünü ettiğimiz kuantum deneyini şöyle tanımlıyor: Deneyde kapalı bir kutunun içinde bir düzenek ve başlangıçta canlı olan bir kedi vardır. Düzeneğin içeriği şöyledir: Bozunma olasılığı %50 olan bir parçacık, bu parçacığın bozunmasıyla ortama yayılacak olan zehirli gazdır. Buradaki önemli nokta ise, bozunma olasılığının tam olarak %50 olmasıdır. Bu şekilde parçacığın bozunup bozunmayacağı önceden kestirilemez. Sonuç olarak kedi, kutu açıldığında ya zehirlenip ölmüş bir şekilde görülecektir, ya da parçacık bozunmadıysa diri olarak görülecektir. Ancak deneyin paradoks olarak tanımlanmasının nedeni sonuç değil, gözlemlenmeyen deney aşamasıdır. Önemli kısım, gözlem yapılmadan önce kutunun içinde neler olduğudur.Kutu açılmadan, gözlem yapılmadan önce kedi ne durumdaydı? Ölü müydü, diri miydi? Kuantum fiziğine göre hem ölü, hem diridir.

31


röportaj

Fotoğraflar: Deutsches Archäologisches Institut

ı: E Yaz ayar lif B

32

Temmuz - Ağustos / 2014


12.000 yıllık miras Göbekli Tepe kazılarıyla gün yüzüne çıkıyor,

insanlık tarihi

yeniden şekilleniyor

Örencik Köyü, Şanlıurfa’nın 17 kilometre doğusunda yer alıyor. 1983 yılında köyün biraz dışında arazisini süren çiftçi, karasabana takılan oymalı bir taşı müzeye götürdüğünde neler düşünüyordu kimse bilemez. Ancak o gün değişen sadece bölgenin tarihi değildi, o taş dünya tarihini değiştirdi. Kuzeyden Toros Dağları güneyden Harran Ovası ile komşu olan Göbekli Tepe, Bereketli Hilal olarak adlandırılan bölgede yer alıyor. Bereketli Hilal ya da “Fertile Crescent” olarak bilinen bölge ise uzmanlar tarafından ‘bilinen en eski kültürün doğduğu ve insanların avcı-toplayıcı yaşamdan yerleşik hayata geçtiği bölge’ olarak tanımlanıyor. Göbekli Tepe, binlerce yıldır Dicle ve Fırat nehirlerinin beslediği bu bereketli topraklarda yer alıyor. Denizden yüksekliği 800 metre. 1996 yılından beri kazı çalışmaları gerçekleştirilen höyükten çıkartılan veriler ışığında tarihin en önemli bulmacası çözülmeye çalışılıyor. İnsanlar yerleşik hayata neden geçti? Daha önce kabul gören görüşler yanlış mı? Yüzeyden yapılan taramalarda, çapları 8 ile 30 metre civarında, etrafı taşlarla çevrili 20 adet dairesel alan bulundu. Bugüne kadar 6 yapı çıkartıldı gün ışığına ve di-

ğerleri cevaplayacakları sorular için yerin altında bekliyor. Kazılar ışığında bulunan alanların neolitik dönem tapınak alanları olduğu düşünülüyor. Dönem insanlarının belirli zamanlarda bir araya geldiği, ibadet ettiği öngörülüyor. Dönem insanlarının avcı-toplayıcı insanlar oluşu, bu devasa tapınım alanlarının nasıl inşa edildiği konusunda soru işaretleri oluştururken; dikilitaşlara kazınan hayvan figürleri neolitik dönem inanışları konusunda merak uyandırıyor. Buluntular sadece geçmişi aydınlatmıyor, yepyeni sorular da doğuruyor. Bu insanlar neye inanıyordu? Kabartmalar bize neyi anlatıyor? T biçimli dikilitaşları hangi yöntemlerle getirdiler? Göbekli Tepe, tamamen ortaya çıkartıldığı zaman bile bazı sorular belki de cevap bulamayacak. Uzman görüşleri Göbekli Tepe’nin uzun zamandır yapılan en önemli arkeolojik buluş olduğu yönünde. İnsanların yerleşik hayata geçişin-

33


34

Temmuz - AÄ&#x;ustos / 2014


İnsanların yerleşik hayata geçişinde kabul edilen görüş beslenme ihtiyaçları ile ilişkili iken Göbekli Tepe, yerleşik hayata geçişte inançların etkisi olabileceğini düşündürüyor. 35


de kabul edilen görüş beslenme ihtiyaçları ile ilişkili iken Göbekli Tepe, yerleşik hayata geçişte inançların etkisi olabileceğini düşündürüyor. Yaklaşık 11000 yaşında olan bu tapınma alanı, yerleşik hayattan, tarımdan, bilinen bütün uygarlıklardan ve dinlerden eski. Kitapları değiştirecek, arkeoloji başta olmak üzere insanlık tarihi ile ilgili bütün bilimlere yeni bir pencere açacak bu keşif, şimdiden UNESCO Dünya Mirası geçici listesine alındı bile. Çünkü Göbekli Tepe sadece bölgenin neolitik tarihini aydınlatacak bir höyük değil dünya tarihini değiştirebilecek bir miras... Aktivist ekibi olarak bu büyük mirasın peşine düştük. Kazı başkanı Prof. Dr. Klaus Schmidt, karasabana takılan taştan çok daha öncesinde bölgede araştırmalar yapıyordu. Yaklaşık 20 yıl önce başlayan Göbekli Tepe kazılarında geldikleri noktayı, döneme ve bölgeye bakışımızı değiştirecek bilgileri bizimle paylaştı. Schmidt, “Kazıları yaparken amacımız tüm buluntuları en hızlı şekilde ortaya çıkarmak yerine, az kazı yaparak en fazla veriye ulaşmak. Arkeolojik çalışmalarımız sonunda, belki de tarih kitaplarını değiştirecek önemli veriler elde edeceğimize inanıyoruz. Zira bugüne kadar bulduklarımız,Göbekli Tepe topraklarının altında çok güçlü bilgiler olduğunun önemli bir işareti” diyor. Göbekli Tepe’yi uzmanından, Göbekli Tepe’nin “Önce tapınak geldi, şehir sonra geldi” dedirttiği Klaus Schmidt’ten okuyalım. Aktivist: Göbekli Tepe’nin bir Cilalı Taş Devri yerleşimi olduğunu biliyoruz. Bu dönemin insanlığı göz önüne alındığında; Göbekli Tepe’deki tapınağı nasıl değerlendirmeliyiz? Prof. Dr. Klaus Schmidt: Avcı-toplayıcı bir yaşam tarzından, yerleşik hayata, çiftçi-üretici düzene geçmek üzere olan insanların eseridir Göbekli Tepe. Binlerce yıl öncesinin avcı toplayıcıları, insanlık tarihi için önemli bir değişim sürecinde, sandığımız gibi mütevazı ve basit bir yaşam tarzıyla yetinmediklerini aksine, görkemli bir evre yaşadıklarına dair izleri günümüze taşıyor Göbekli Tepe. Aktivist: İnsanlığın henüz avcı toplayıcı olarak tanımlandığı bu dö-

36

Temmuz - Ağustos / 2014


nemde, sütunların nasıl inşa edildiğine dair tahminleriniz var mı? Prof. Dr. Klaus Schmidt: Avcı toplayıcı ama gelişkin ve karmaşık bir sosyal düzenin, organizasyon kabiliyetinin mevcut olduğu; bunun yanı sıra büyük gruplar halinde hareket edebilen, yetkin taş işçiliğine sahip insanlar olarak düşünmeliyiz Göbekli Tepe’yi yapan ustaları... Kazılar sonucu bulduğumuz özel amaçlı yapıların yanı sıra burada kullanılan dikilitaşların ve heykellerin yapıldığı atölyeler, hammaddenin çıkarıldığı taş ocakları da SİT alanının sınırları içindedir ve üretim zincirinin bütün aşamalarını göstermektedir... Dikilitaşlar ve heykeller için kireç taşı kullanılmıştır, bu Göbekli Tepe’nin üzerinde bulunduğu platonun dokusudur ve çok homojen, çok iyi kalitede, çok rahat işlenebilen bir kireçtaşıdır buradaki… Bunu işlemek için ise çakmaktaşı ve basattan yapılmış aletler kullanılmıştır bu araç gereç örnekleri de kazı buluntularında sayıca çok fazladır. Aktivist: Göbekli Tepe, insanlık tarihinin bilinen en eski tapınağı. Tapınakta yer alan betimlemeleri, sütunların büyüklüğünü bir arkeolog olarak değerlendirdiğinizde, dönemin insanlığının inanç anlayışını nasıl yorumluyorsunuz? Prof. Dr. Klaus Schmidt: İnsan eli ile inşa edilmiş ilk anıtsal yapılar, ilk ritüel amaçlı yapılar evet ama daha eski dönemlerde de insanoğlunun kendine ritüel alanlar oluşturduğunu biliyoruz ama bunun için mağara gibi doğal ortamları kullanmışlardı... Dönemin inanış tarzı, ritüellerdeki ayrıntılar hakkında bir şeyler söylemek için henüz erken… belki de bu konuda çok uzun zaman kesin bilgilere kavuşamayacağız çünkü günümüzden yaklaşık 12000 yıl önceden bahsediyoruz, dönemin insanları bize muhteşem zenginlikte eserlerini bırakmışlar ama bunların ne anlama geldiğini anlatacak pratik bir rehber yok elimizde, yazılı kaynaklardan da çok çok uzaktayız... Yararlanabildiğimiz veriler kazı çalışmaları sırasında bulduğumuz maddesel kalıntılar; bu noktada aynı döneme ait diğer kazı yerlerinden gelecek verilerle yapılacak karşılaştırma da çok önemli, bu yüzden çevrede neolitik dönem

37


Yaklaşık 11000 yaşında olan bu tapınma alanı, yerleşik hayattan, tarımdan, bilinen bütün uygarlıklardan ve dinlerden eski. 38

Temmuz - Ağustos / 2014


39


çalışmaların sonuçlarına göre karar veriyoruz... Çünkü bahsettiğimiz bu çalışmalarla, yapıların ana hatları ve derinlikleri belirlenebiliyor… Bunlar tabii çok ayrıntılı planlar olarak elde edilemiyor ve kazı yapılmayan alanda kaç tane daha yapı olduğu hakkında çok kesin bir bilgi veremiyor ama ana hatları ile değerlendirebildiğimiz yapı izleri ile en az 20 tane yuvarlak yapıdan bahsedebiliyoruz… Bunların sekizinde kazı çalışmaları yapıldı ve devam ediyor. Kaya tapınağı olarak adlandırdığımız bir tanesi de yüzeye çok yakın olduğu için başlangıçtan beri görünür halde idi… araştırmalarının artmasını da sabırsızlıkla bekliyoruz... Çünkü Göbekli Tepe o dönemde var olan bir kült grubunun, ortak bir ritüel yaklaşımın merkezi gibi görünüyor ama bu kültün diğer üyelerinin bulunabileceği yerlerde henüz kazı çalışmaları yapılmadı... Aktivist: Göbekli Tepe, insanlık tarihi ilgili bildiğimiz bazı gerçekleri de çürüttü mü? Prof. Dr. Klaus Schmidt: Bildiklerimize yeni bilgiler kattı demeyi tercih ediyorum. Neolitik dönem ile ilgili bilgilerimiz zaten vardı bunlar yanlış değildi ama bu dönemde daha önce bulunamadığı için bizim olmadığını düşündüğümüz bir anıtsallıkla karşılaştık Göbekli Tepe kazıları ile... Aktivist: İnsanoğlunun çen dönemlerde ilkel sürdüğünü biliyorduk. buluntular, o dönemin

40

bahsi gebir yaşam Ancak bu gelişiminin

Temmuz - Ağustos / 2014

aslında basit el aletlerinden ibaret olmadığını da gösteriyor. Sizce, insanlık defalarca kez ileri medeniyetler kurmuş ancak bir şekilde yok olmuş olabilir mi? Prof. Dr. Klaus Schmidt: Yaşam tarzında ve doğadaki değişiklikler keskin değişimleri gelişimleri de getirebiliyor... Yok oluşlardan değil ama değişimlerden bahsedebiliriz... Göbekli Tepe de insanoğlu için çok büyük bir adım olan avcı toplayıcı yaşam tarzından çiftçi-üretici yaşam tarzına geçilen kritik bir dönemin tanığı... Aktivist: Yerin altında henüz çıkartılmamış 20’ye yakın çemberin daha olduğu söyleniyor. Bunların hepsi çıkartılacak mı? Çalışmaların ne kadar daha süreceğini öngörüyorsunuz? Prof. Dr. Klaus Schmidt: Kazı yapmadan önce jeomanyetik ve jeoradar dediğimiz yöntemlerle toprak üstünden ölçüm ve analizler yapıyor, kazı yapacağımız yere bu

Kazı yapacağımız alanları araştırma programımızda oluşturduğumuz plana ve hedeflere göre seçiyoruz… Amaç hızlı bir şekilde kazıp, güzel eser ortaya çıkarmak değil... Aksine en az kazı ile en çok veriye ulaşabilmek... Arkeolojik kazı nihayetinde bir tahriptir geri dönüşü yoktur... O yüzden arkeolojik rezerv alanlarını da düşünmek ve gelecek nesiller için de sağlama ve yeni araştırma olanakları bırakmak gerekir... Aktivist: Bu tapınım alanının binlerce yıl sonra bile korunmuş olarak kalmasını nasıl açıklıyorsunuz? Tapınağın gömülü oluşunu nasıl yorumluyorsunuz? Sizce insanlar mı gömerek bırakıp gitmişler yoksa bir doğa olayı sonucu mu tapınak toprak altında kalmış? Prof. Dr. Klaus Schmidt: Korunmuş olarak kalmasının nedeni yapıların bilinçli olarak dönem insanları tarafından doldurulmuş olması... Doldurulmanın yapım sürecinin bir parçası olarak baştan itibaren planlandığını düşünüyoruz...


Göbekli Tepe’de Neler Oluyor? *Mısır piramitlerinden yaklaşık yedi bin yıl öncesine dayanan bu kalıntılar insanlık tarihiyle ilgili bilinenleri yeniden şekillendiriyor. *Bu sene 20’inci yılına giren Göbekli Tepe kazıları bilinenin aksine neolitik dönemin avcı-toplayıcı insanlarının mütevazı ve basit bir yaşam sürmediklerini görkemli bir evre yaşadıklarını gösteriyor. *20 yıldır Göbekli Tepe kazılarının başkanlığını sürdüren Prof. Dr. Klaus Schmidt, 90 dönüm alanı kaplayan Göbekli Tepe’nin 50 ila 60 yıl sürecek bir araştırma potansiyeline sahip olduğunu söylüyor. *T-biçimli dikilitaşlar Göbekli Tepe’nin en karakteristik buluntuları. Bu taşlardan ikisi, yapıların merkezinde bulunuyor ve boyları beş metreye kadar çıkıyor. *Ağırlıkları 40 ila 60 ton arasında değişen ve insan tasvirlerinin stilize edildiği T şeklindeki sütunların ilkel el aletlerinden başka bir aletin olmadığı bu dönemde nasıl taşındığı ve dikildiği en çok merak edilen sorular arasında yer alıyor. *Dikilitaşların üzerlerinde kabartma tekniğinde yapılan hayvan motifleri ve çeşitli soyut semboller bir tür haberleşme sisteminin kalıntılarını, 12000 yıl öncesinin sembolik dünyasını, hafızasını, mesajlarını bugüne ulaştıran bulgulardır. *1.derece SİT alanı olan Göbekli Tepe 15.04.2011 tarihinden beri UNESCO Dünya Kültür Mirası aday listesinde bulunmaktadır.

41


röportaj

sosyal m edyanın gücü ad ına,

beğen…m yap… yoru paylaş… t, weet, e e w t e r ret

) : t e e retw

Sosyal medyada geçirdiği zamanı, kara dönüştürmeyi kim istemez! Hepimiz hatırı sayılır bir süreyi sosyal medya hesaplarımızla geçiriyoruz, iletilerimiz pek çok etkileşim alıyor. Popülaritemiz, güvenilirliğimiz ya da itibarımız aslında artık biraz da sosyal medyadaki etkileşimlerimizde gizli. İşte Sosyologger, sosyal medyadaki etkileşimlerimiz üzerinden bizi ölçümleyen, etki alanımızı saptayan bu değerler üzerinden bizi tıpkı birer yayıncı 42

Temmuz - Ağustos / 2014


e d n e b güç ık! art

gibi reklam mecrası olarak kabul eden bir sistem. Şu anda beta aşamasında olan Sosyologger’a, Facebook, Twitter, Foursquare, Instagram, LinkedIn ve YouTube hesapları bağlanabiliyor. Aktivist: Sosyologger’ın yaratıcı şirketi hakkında bilgi verebilir misiniz? Sizi tanıyor muyuz? Sosyologger: Sosyologger, Levent Gözener ve Sanny Anavi tarafından kurulan, sosyal medyada yarattığınız etkinin gerçek hayatta hediyelere, indirimlere, kişiye özel deneyimlere, hatta gerçek kazanca dönüştüğü, yepyeni bir etkileşim platformu. Amacımız kullanıcılarımızın kendileri olmaları, sürekli olarak içinde yer aldıkları sosyal medya platformlarında, her zaman yaptıklarını yapmaları ve hep hayalini kurdukları üzere, sosyal medyada geçirdikleri etkin sürenin onlar için gerçek hayatta değere dönüşmesini görmeleri.

Sosyologger, sosyal medya üzerindeki etkileşim gücünüzü ölçerken bir yandan da kazanç sağlıyor 43


Aktivist: Sosyologger nasıl çalışacak? Sosyologger: Sosyologger çok basit bir ihtiyaç / eksiklik üzerine kurgulanmış bir platform. Şu basit soru / önerme hepimizin aklına bir dönem gelmiştir, “Şu Facebook’ta harcadığım zaman karşılığı para alsam zengin olmuştum.” ya da “Sosyal medyada harcadığım zaman gerçek hayatımda da değerli bir şeye dönüşse keşke”. Sosyologger bu düşüncelerin hayata geçirilmesi üzerine kurulmuş bir platform. Yani Sosyologger kullanıcılarına, sosyal medyada geçirdikleri vakti gerçek hayatlarına katma değer oluşturacak şekilde düzenleme fırsatı veren bir yapının vaadini getiriyor. Sistemde kazanılan puan başlangıçta sadece bir rating sistemi gibi görünse de aslında sosyal medyadaki kimliğinizin potansiyelini gösteren bir ölçü. Puanların haricinde sistem, kullanıcıların, ödüller, özel deneyimler ve hatta nakit para ödülleri kazanmalarına imkan verecek bir yapıda kurgulandı. Sosyologger’a şu an için, Facebook, Twitter, Foursquare, LinkedIn, Youtube ve Instagram hesaplarınızı bağlamanız mümkün. Sistem, siz Facebook, Twitter ya da Foursquare hesaplarınızdan biri ile giriş yapar yapmaz sizin beğenileriniz, zevkleriniz ve ilgi alanlarınıza göre analiz yapıyor. Yapılan analizlerle birlikte size özel, cazip teklifler sunuluyor. Bu teklifler sosyal medyada paylaşıldıkça ne kadar etkin olduğunuz, etrafınızdakileri ne kadar etkilediğiniz Sosyologger tarafından ölçülüyor. Sosyologger, sosyal medya üzerindeki etkileşim gücünüzü ölçerken bir yandan da kazanç sağlıyor. Bu kazanç kimi zaman bir deneyim, kimi zaman bir ürün ya da nakit para olabiliyor. Aktivist: Kimler bu sistemi kullanabilir?

44

Temmuz - Ağustos / 2014

Sosyologger: Projenin kullanıcı tarafında öncelikli hedef kitlesi ağırlıklı 15-30 yaşları arasında, öğrenci, yeni mezun, çalışan… ev hanımı… kadın ve erkekler. Sosyologger yapısı ve vaatleri sebebiyle her yaştan, her gelir kesiminden, tüm internet kullanıcılarına hizmet vermeyi hedefliyor. Bu sebeple geniş bir kitleden söz etmemiz mümkün. Aktivist: Peki, siz arka planda nasıl bir operasyon yürüteceksiniz? Şirket ile kullanıcıyı bir araya getiren ağ nasıl işliyor? Sosyologger: Sosyologger projesini bir dev veri projesi olarak da tanımlayabiliriz. Dev veri analiz araçlarımızla kullanıcıları gerçekten ilgileneceği marka ile markaları da ilgilenecekleri hedef kitle ile buluşturuyoruz. Doğru ürün( marka) ile doğru kullanıcıyı buluşturmak da aslında yaptığımız işin özeti. Bununla beraber analiz araçlarımızla yine marka için çok detaylı filtrelendirilmiş kırılım bilgileri de sunabiliyoruz. Aktivist: Hediye, deneyim, indirim, nakit para gibi kazançlardan söz ediyorsunuz. Kullanıcı bu kazanımlara nasıl bir yolla ulaşıyor? Sosyologger: Sosyologger’a şu an için, Facebook, Twitter, Foursquare, LinkedIn, Youtube ve Instagram hesaplarınızı bağlamanız mümkün. Sistem, siz Facebook, Twitter ya da Foursquare hesaplarınızdan biri ile giriş yapar yapmaz sizin beğenileriniz, zevkleriniz ve ilgi alanlarınıza göre analiz yapıyor. Yapılan analizlerle birlikte size özel, cazip teklifler sunuluyor. Bu teklifler sosyal medyada paylaşıldıkça ne kadar etkin olduğunuz, etrafınızdakileri ne kadar etkilediğiniz Sosyologger tarafından ölçülüyor. Sosyologger, sosyal medya üzerindeki etkileşim gücünüzü ölçerken bir yandan da kazanç sağlıyor. Bu kazanç kimi zaman bir deneyim, kimi zaman bir ürün ya da nakit para olabiliyor.

Aktivist: Kullanıcıların sadece paylaşım yapması değil, bir de etkileşim alması da gerekiyor sanırım. Burada ne gibi yöntemler kullanılacak? Sosyologger: Sosyologger’ın en büyük güzelliği de burada paylaşımınızı yaptıktan sonra kullanıcının ekstra bir çalışma yapmasını beklemiyoruz. Siz zaten yaptığınızı yapmakla yetindiğinizde Sosyologger, oluşacak etkileşimi sizin için takip edecek ve gerçek kazanca dönüştürecek. Aktivist: Dünyada Sosyologger benzeri sistemler var mı? Sosyologger: Dünyada benzer projeler mevcut. Bunlardan en ünlüsü, blog ve online dergilerde Türk rakibi olarak tanımlandığımız; Klout. Aslına bakarsanız bu konudaki çalışmalar ve gelir modeli mantığı 2008 senesinde Klout’un ortaya çıkmasından çok daha öncesine, sizin de çok hakim olduğunuza inandığımız, Pierre Bourdieu’nün 1890 yılında ürettiği Sosyal Kapital Teorisine dayanır. Sosyologger, Klout ve benzeri diğer projelerin hepsinin, ortak noktası ya da benzerliği bu teorinin sosyal medyaya uyarlanma aşamasındadır. Benzerlik sadece bu temel teorinin oturduğu ana fikirdir. Teknik yapı, işleyiş, gelir modellerinin çalışma yapısı ve iletişim modeli dahi tüm bu projelerde büyük farklılıklar göstermektedir. Aktivist: Hangi sosyal medya kanalları sistem dâhilinde? Bu kanallar arasında kazanç farkı oluyor mu? Sosyologger: Sosyologger’a şu an için, Facebook, Twitter, Foursquare, LinkedIn, Youtube ve Instagram hesaplarınızı bağlamanız mümkün. Sosyologger’dan kazanç sağlayabilmek adına hangi kanalları kullandığınız önem taşımıyor. Sosyologger üzerinden gelişen tüm paylaşımlarınız ve etkinliğiniz kanallardan bağımsız olarak takip ediliyor ve toplam


etkinliğiniz size kazanç olarak dönüyor. Aktivist: Şu an aktif kampanyalarınız neler? Sosyologger: Şu an aktif kampanyamız Sosyologger’ın kendi kampanyası olan sinema bileti kampanyası. Bir ay süreli bu kampanyaya katılan tüm kullanıcılarımız arasından en yoğun etkileşimi sağlamış ilk 50 kişiye iki kişilik toplam 100 sinema bileti hediye ediyoruz. Kullanıcılarımız için sürprizlerimiz sürekli olarak devam edecek.

gücünü gösteren, sosyal kapitale katkı sağlayacak direkt etkinliği ölçümlemek ve paylaşmak firmaların esas ihtiyaç duydukları konu diye düşünüyoruz. Aktivist: Şirketler için sizler mi kampanya, caps vs. üreteceksiniz; yoksa onlar mı paylaşımları hazır gönderecek? Sosyologger: Başarılı bir çalışma için bizim yaklaşımımız, bu içeriklerin ortak planlanması olduğunu düşünüyoruz ama üretimini markaların ve firmaların kendisinin

ya da ajanslarının yapmasının doğru olduğuna inanıyoruz. Aktivist: Sistemin gelecekte hangi noktaya ulaşacağını öngörüyorsunuz? Sosyologger: Gelecekte, zaman ne gösterir bilemeyiz ama Sosyologger gelişmeye çok açık bir proje olarak kurgulandı. Sürekli evrilmesi doğasında var. Bu sebeple planlarımızda yer alan, ikinci, hatta üçüncü fazda kullanıcılarımıza sağlayacağımız kazanç modellerini geliştirmeyi hedefliyoruz.

Aktivist: Ne tür şirketlerle, kullanıcıyı bir araya getiriyorsunuz? Sistemin, müşteriler açısından işleyişi nasıl? Sosyologger: Bu konuda bir kısıtlamamız yok aslında. Sosyal sermayesine katkı sağlamayı ve bunu organik olarak ölçümlemeyi hedefleyen tüm marka ve firmaları kullanıcılarımızla bir araya getirmeyi hedefliyoruz. Sosyologger’ın sözünü etmediğimiz en önemli özelliklerinden biri dev veri projesi olmasıdır. Konu dev veri olduğunda da gelir modellerinin sonu yoktur diyebiliriz. Marka ve firmalara sunduğumuz özel projeler ve iç görü raporları, gelir modellerimizden en yoğun pazarlamayı düşündüğümüz iki tanesidir. Özel projeleri biraz açmak gerekirse; hedefimiz zaten marka/firma/konu ile ilgili olan Sosyologger kullanıcılarını bulup markanın onların ilgisini çekeceğine inandığı içerikle buluşturmak ve bu kullanıcıları oluşturdukları etki oranında marka aracılığıyla ödüllendirmek. Özel projelerde aslında markalara sunulan hizmet, paylaşılan içerikle ilgili oluşmuş gerçek etkinlik ölçümlemesidir. Geleneksel reklam modellerindeki gibi toplu iletişim yaparcasına hayran sayılarının başarı kabul edildiği dönemde, gerçek iletişim

45


“ kaderin ağlarını

kişisel gelişim

m aki si.co Tiry kademi r u a i Tim basar r@ timu

46

okumak

(2)

“Doğru yol, hayırlı yol, adına ne derseniz deyin, hayatın işaretleri ile kendini belli etmeye başlar.”

Temmuz - Ağustos / 2014


Tolga’nın doğumuna 1 ay kalmıştı. Ve her şey Gezi Parkındaki ağaçların kesilmesi ile ilgili kararlar üzerine alevlendi. Barışçıl protestolar yapan göstericilerin çadırlarının ateşe verilmesi ise ateşi harlayan hareket oldu. Yanlış üzerine yanlış yapılmaya devam etti ve Türkiye’deki tehlikeli kutuplaşma oyunu birden ivmelendi. Çiğdem’in karnı burnundaydı, ben sokaklarda ya da balkonlarda tencere tava halindeyken bir süre sonra Çiğdem de elinden gelen desteği sosyal medya üzerinden vermeye başladı. Yaşadığımız o sıra dışı ay, bizi de kendi gerçeklerimiz üzerinde düşündürdü. Kendi yaşam sistemimiz. Kendini gösteren toplumsal devinimin bize verdiği heyecan, günlük rutinimizi ve alışkanlıklarımızı sorgulattı. Kişisel yaşamımızda bir devrim gerekiyordu! Bunun paralelinde kendi alanım ve mesleğim ile ilgili, bilgi olarak da bir kısır döngü içine girmeye başladığımı hissettiğim bir dönemdeydim. Kendi bilgilerimi geliştirmek, kendimi yenilemek ve yüksek eğitim yolculuğuna devam etmek istiyordum. Türkiye’de bir özel üniversitenin yüksek lisans programına kayıt oldum. Kayıt olduğum okul aman aman bir okul değildi, çok daha iyileri vardı ancak tam zamanlı çalışma ile bir arada yürümesi çok zordu bunların. Tüm bu sorular aklımızda dolaşırken yeni bir soru daha tetiklendi. Oğlumuzu en azından bir süre yurtdışında yetiştirsek nasıl olurdu? Yüksek eğitimimi yurtdışında gerçekleştirmemin acaba yolculuğuma daha büyük bir katkısı olur muydu? Çiğdem’in hayalleri ile de kesişir miydi tüm bunlar? Acaba çocukluğumun geçtiği, çok sevdiğim Kanada’ya gidebilir miydik? Gitsek, ne yapardık acaba diye hayal kurmaya başladık.

Fikir Tohumdur Ağustos ayındaki bayram tatili sonrasında ofise geldiğim ilk pazartesi sabahı şirketimizdeki Genel Müdürlerinden biri ile rastlaştım. 30 saniye önce ya da 30 saniye sonra gelmiş olsaydım belki kapıda rastlaşmayacaktık. İçeri girerken tatilde neler yaptığını sordum. “Kanada’daydım” diye cevap verdi. Ve sonra itiraf etti, “Ya aslında Pazartesi sabahı ilk iş seni görmeseydim herhalde bunu paylaşmazdım” dedi “Kanada’da çok sık aklıma geldin, senin Kanada vatandaşlığın vardı diye hatırlıyorum neden Kanada’ya gitmiyorsun

diye düşünüp durdum” diye ekledi. Ofise geldim ve Çiğdem’i aradım. Hayatın işaretlerinden ilkini almıştık. Doğru yol, hayırlı yol adına ne derseniz deyin, hayatın işaretleri ile kendini belli etmeye başlar. Ve işte bundan sonra her şey çığırından çıktı, kaderin ağları bizi zaten yönlendirmeye başladı. Başvurabileceğim programları araştırmaya başladım. Ve biri o kadar içime sindi ki, tam tabiriyle programa aşık oldum. İşte ilerlemek istediğim alan dediğim bir alanı buldum. Ve bu program Calgary Üniversitesi’ndeydi. Kuzenlerimden birinin yaşadığı bir şehir olduğunu görmek sevindirmişti, şehri biraz araştırdığımda en güzel şehirlerden biri olduğunu görmek daha da sevindirmişti. Bu süreçte kader ağlarından başka bir tanesi daha kendini gösterdi. İş yerinde bir yönetici arayışı için bir head hunter – yönetici bulmaya yarayan firma/kişi – ile temas etmem gerekti. Kendisi ile yaptığımız sohbet sırasında bana kendi planlarımı da sordu. Calgary planımdan kendisine bahsettim. Ofislerindeki çok değerli danışmanlardan birinin Calgary ofisinin kurucusu olduğunu ve orayı çok iyi bildiğini söyledi. İstersem bizi tanıştırabileceğini söyledi. Calgary’deki uluslararası bir head hunterın kurucusu olan Türk ile tanışma ve sohbet fırsatı! Evren “Buyurun başka bir arzunuz var mı?” demeye başlamıştı adeta. Bu keyifli sohbet sonucunda kapı kapıyı açtı ve daha gitmeden Calgary’de iş bağlantıları oluşmaya başladı.

Tohum Yerini Sevince Kaderin ağları devam ediyordu. Yıllar önce JCI’da bir konuşma yapmama yardımcı olan bir arkadaş, Propeller Club adındaki bir kulüpteki bir arkadaşına beni konuşmacı olarak önermiş. Bu hanımefendi ile konuşmalarımız kulübün Amerikalı başkanı ile beni ofisimde ziyaret etmelerine vesile oldu. Tanıştığım bu Amerikalı avukat beyefendi planlarımı öğrenince bana Calgary’de çok çok sevdiği bir Türk arkadaşından bahsetti, Solmaz ile tanışmamız böyle oldu. Başlayan elektronik posta sohbetleri ardından Solmaz bize müthiş yardımcı oldu. Derken bir gün kendisinden bir mail geldi. Kanada’da Saskatoon’da oturan annesi ve babasının bir haber almışlardı. Komşuları Feyhan Teyze yeğeninin Calgary’ye yerleşeceğinden bahsetmiş. Bu acaba siz olabilir misiniz? Dedi. Evet biziz diye yanıt verdim. Solmaz’ın çocukluğu kendi öz

teyzemin yan evinde geçmiş ve kendisini çok severmiş. Hatta annem son Kanada ziyaretinde teyzem ve Solmaz’ın annesi ile birlikte yemek de yemişler! İsimler biraz karışmış ve dolanmış olabilir ama özeti şu, tesadüfen Calgary’de tanıştığımız bir kişinin yakın bir aile dostu ve neredeyse akraba çıkmış olması komik doğrusu. Dünya ne kadar küçük bazen gerçekten… İşte kader bunun gibi örneklerle ağlarını örmeye başlamıştı.

Tohumdaki Bereket “Rızık” Elbette sadece 2-3 bağlantı ya da olasılık yeterli olmayabilir bu değişiklikleri yapmak için. Ancak hayatın işaretlerini ve kaderin ağlarını okumaya başlamak için yeterli. Bu değişiklik sürecinde 6 aylık bir düşünme ve 6 aylık bir fiziksel, maddi planlama döneminden geçtik. Sizin için kaderin hangi ağları ördüğünü görebiliyor musunuz? İşaretleri görebiliyor musunuz? Gerekli kararları zor da olsa verebiliyor musunuz? Yolculuğa çıkmak için gerekli kondisyonu (maddi, manevi), gerekli sermayeyi (maddi, psikolojik, duygusal) toparlamak için plan yapabiliyor musunuz? Elbette bunlar da hayatın mucizeleri ile gerçekleri arasındaki dengeyi kurmayı gerektiren sorular. Çiğdem’in dedesinin güzel bir hikâyesi vardı. Dünyaya gelmeden önce insanın kaderinden gelen rızk kâğıdı melekler tarafından yırtılırmış ve parçaları dünyaya saçılırmış. Kimi zaman hepsi bir şehre, kimi zaman farklı şehirlere, kimi zaman da farklı ülkelere dağılırmış. İnsanın hayatı boyunca da zaten yapması gereken gidip rızk kâğıtlarını etraftan toplamakmış. Rızkın varsa orada zaten kapılar açılır, yoksa da insan yolculuğuna ve arayışına devam edermiş. Biz kâğıtlarımızı toplamaya gidiyoruz, ne kadar süre oradayız şimdilik belli değil. Teslimiyet içerisinde yolculuğumuza devam ediyoruz. Belki 2-3 sene, belki 10 sene sonra görüşmek üzere diyoruz bu vesile ile. İlk sayısından beri parçası, destekçisi ve okuyucu olduğum Aktivist’ten de bu vesile ile kısa bir dinlenme molası rica ediyorum. Yeni dünyamızda, yeni bilgilerle, bakış açıları ile tekrar görüşünceye dek sevgiyle kalın. Bu arada, gelişmeleri web sayfamdan ve Facebook Page – Timur Tiryaki Başarı Akademisinden takip edebilirsiniz. Kaderin Ağlarını Okumak (1)’e buradan ulaşabilirsiniz.

47


kişisel gelişim

hayali açlık

alaz in P m E m tafa il.co Mus p@gma e t mus

Her sorun yeni bir deneyim kapısı olur, her işsizlik yeni bir iş getirir, her kriz yeni bir fırsat doğurur ve her zorluk, hayalinin bir küçük nazıdır onun için. Onlar işte hayalcilerdir. Hayallerini icra ederek bulundukları ortamda parmakla gösterilirler.

Müşterilerimden biri geçen hafta 3 kişiyi kın akraba. Üçüncü kişi ise sağlık sorunişten çıkardı. Bugünlerde sık oluyor, kriz ları sebebiyle kaç aydır ofise uğramasa ekonomisi, şirket küçülmeleri… bile maaşı yatıyordu. Oysa müşterim bu sebeple çıkarmamıştı. Detayları boş verelim. Neticede perso3 kişi de verimliliği sorgulanan personel- nel verim ortalaması hızla yükselecek. lerdi. Hatta biri aile dostu, bir diğeri ya- Ama bunu dışarıdan biriyle konuşacak olursam hemen verim artıran küçülmeyi ve özellikle artık çalışmayan personelin durumunu sorguluyorlar. Depolama sistemleri üzerine bir panele katılmıştım yıllar önce. Büyük bir firma, ileri düzey bir otomasyon sistemine geçmişti. Eskiden sadece depo içinde bile 300’den fazla insan çalıştırırlarken, şimdi temizlikçisiyle, güvenlikçisiyle, her şeyiyle toplam 70 kadar kişiyle aynı işi yapabiliyorlarmış. Otomasyon kavramını çevreme anlatırken, bizzat gerçekleşen bu projeyi konuştuğumuzda aldığım ilk tepki şuydu; “Yani 250 kişi işsiz mi kaldı?”

Kamuyu Personelleştirerek Sahiplenme Sistemi Sorun yaşadığım bir kurum var. Şimdi özelleşti ama çalışanları kamudan yeni firmaya transfer olmuşlar, yani memurlar hala. Kuruma gide gele o kadar çok sahneye tanık oldum ki, memur hayatındakilere içimden sabır diledim. Ama merak da ediyorum. O sebeple seneye memur olmayı düşünüyorum. Kısa bir süreliğine bu yapıdaki çalışma ortamlarında bulunarak insanları gözlemlemek… Çevremdeki “devlete kapağı atmak”

48

Temmuz - Ağustos / 2014

güdüsündeki arkadaşları, iş ortamında gözleyebileceğim. Ama bu bir fikir neticede ve bu fikrimi paylaştığım kişilerin genelde ilk tepkisi, başkasının memuriyet hayalini engelleyecek olmam. Açıkçası bunu duyunca daha da heveslendim. KPSS ile memur olunuyor ya; Kamuyu Personelleştirerek Sahiplenme Sistemi benim için. Umarım birisinin yerini alırım da kendi yolunu açmasına vesile olurum. Evet. İşsiz kalan insanlar gelişen teknoloji yüzünden işsiz mi bırakılıyor yoksa yaratabilecekleri diğer ihtimaller için imkân mı tanınıyor? Ben bir memur hayali kuran kişinin yerini mi gasp edeceğim yoksa kalkınmanın önündeki en büyük engelden bir insanı mı kurtarıp kendi olanaklarını açacağım? Bu noktada zihnimde bir oksimoron canlandı, tezatlık içeren bir durum. “Benim de girişimcilik hayallerim var ama çeşitli sebepler yüzünden şimdilik KPSS’ye çalışıyorum.” Birçok kişi, sadece kendi öyle bir durumdaymış gibi girişimcilik konuşulurken bunu söylüyor.


Acaba girişimcilik dediğimiz yolculuk, her şey rahatken mi yapılıyor? Yoksa bilakis sorunlar arasından çözüm yaratma süreci mi bizleri girişimciliğe yöneltiyor? Tekrar bir düşünün lütfen! Eğer “Ya haklısın ama…” diye başlayan bir cümle kuruyorsanız, güle güle! Birkaç sene çalışıp, biraz bir şeyler biriktirip ayrılmayı düşünen kurnazlar… Sistem sizden daha kurnaz… Ve verdiği morfin etkisiyle, “Ben az daha burada durayım” dedirtiyor çünkü o maaşlar, unvanlar, yan imkânlar ufak morfin damlaları. Ve evet, duruyorsunuz, az daha duruyorsunuz ve gelişmiyor, kalıyorsunuz!

İşle alakalı olumsuz bir pencere daha açalım mı? Morfinlerden kurtuldunuz diyelim ve kendi girişimlerinize yelken açtınız. Ama hiçbir şey dilediğiniz gibi gitmiyor. Uzun bir süre dikiş tutturamazsanız en kötü ne olur? Maddi alandan gidersek en kötü işsiz kalırsınız. İşsizliği uzun bir süre çözemezseniz en kötü ne olur? Parasız kalırsınız. Parasızlığınızı uzun bir süre çözemezseniz en kötü ne olur? Aç kalırsınız.

Peki, parasızlığın getirdiği açlığınızı uzun bir süre çözemezseniz ne olur? Hiçbir şey! Açlıktan daha ötesi yok. Açlıktan ölüm haberi neredeyse hiç duymamışızdır. Dolayısıyla ölmedikten sonra çözüm için önünüzde bir sürü imkân yok mu? Peki, bu cümleler kime ait? Öncelikle az önce anlattığım açlığı bizzat deneyimledim. İşlerimin berbat gittiği dönemler oldu, bunu düzeltmediğim ve kimseyle paylaşmadığım zamanlar oldu, hatta aylar sürdü… Ama gördüm ki açlık korkulduğu gibi öldürmüyormuş. Bilakis beni daha cesur yaptı o günlerim. Ayrıca ailesinden destek almadan sıfırdan çevre yaratan, iş yaratan, işini global düzleme taşıyan bir basit insanım. Kendi işlerimin kötü gittiği zamanlarda dışarıdan maaşlı iş teklifleri alıyordum. Ama onlardan birini kabul etseydim şu cümleyi rahatça yazamazdım:

Birileri hayal kurmaktan keyif alır ve hayal kurar, o kadar. Hayal kurar ve bırakır; hayal severdir onlar, hayalperest diye de bilinir. Diğer grup ise hayal kurar ve onu icra edebilmek için her şeyi göğüsler. Her sorun yeni bir deneyim kapısı olur, her işsizlik yeni bir iş getirir, her kriz yeni bir fırsat doğurur ve her zorluk, hayalinin bir küçük nazıdır onun için. Onlar işte hayalcilerdir. Hayallerini icra ederek bulundukları ortamda parmakla gösterilirler. İş kavramını da hayal kavramını da tekrar gözden geçirin.

“Hayal kur ve hayalini takip et.” (Dreamer, Tanrılar Okulu isimli kitaptan) Normalde yazıyı burada kapatmak istemiştim, kısa bir değineyim hayallere. Hayalci ve hayalperest arasında bir fark var, öyle küçük falan da değil, kocaman bir fark.

49


rรถportaj 50

Temmuz - Aฤ ustos / 2014


Cabaret’in Yıldızı

Mert Turak,

oyunculuk yolculuğunu anlatıyor

Mert Turak bir oyuncu. Çok genç ancak birçok kez hem Afife Jale Ödülü hem de Sadri Alışık Ödülü almış. Son olarak Vasfi Rıza Zobu En İyi Erkek Oyuncu ödülü de yine kendisinin oldu. Geçtiğimiz sezon Şehir Tiyatroları’nda Cabaret tüm sezon boyunca kapalı gişe oynadı. Tiyatroda izlememiş olanlar ise onu TRT’de yayımlanan Beni Böyle Sev ile tanıdı. Mert Turak son olarak, 15 Ocak 2015’te vizyona girecek, Mahsun Kırmızıgül’ün son filmi Mucize ile kamera karşısındaydı. Mert Turak ile sinemayı, tiyatroyu ama en çok da oyuncu olmayı konuştuk.

Aktivist: Mert, tiyatro maceran nasıl başladı? Mert Turak: Lisede bir tiyatro oldu. Düğün ya da Davul’u oynadık ben de İbiş’i oynuyorum. Çok da aman aman bir iş çıkarmadım aslında o dönem. Okuldan sonra annemler muhasebe firmamızda çalışmamızı istedi ama ben istemedim. Konservatuar sınavlarına girmeye başladım. Sonra bir liste yaptım. Bu sınav macerası gerçek bir koşturmacadır. Eskişehir, Ankara, İzmir nerede sınav varsa oraya giriyorsun. Birinin birinci aşamasını geçsen bile diğerine yetişmeye çalışıyorsun. Bir süre sınav peşinde geçti. En sonunda 1998 yılında özel bir üniversiteyi kazandım. Hesaplar yapıldı falan, annem altınlarını babam arabasını sattı. Ancak okul ödemesi umduğumuzun üzerinde çıktı. Hiç unutmuyorum annem “Ben ne yapar eder seni bu okulda okuturum ama sen gerçekten bu okulu mu istiyorsun” diye sordu. O an, yok anne dedim, ben başka bir okula gireceğim. Bir akşam telefon çaldı, Bülent Seyran, çok sevdiğim bir arkadaşım, Mert dedi Isparta’da tiyatro bölümü açılmış. Başında da bizim Öner Baker varmış. Baba dedim, böyle bir durum var. “Ben fikrimi değiştirmeden git” dedi, çanta zaten hazır, sınavdan sınava koşuyorum. Sınava girdim ve kazandım, 1998 yılında Isparta’daSüleyman Demirel Üniversitesi 51


Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Oyunculuk bölümüne başladım ve iki yıl okudum, orada Gökhan Avkıran bizim derslere giriyordu, benim aklıma bir tohum bıraktı ve gitti. Onun bana bıraktığı tohumla İstanbul’da

okuma isteği belirdi bende. O dönem de İzmir’e yatay geçiş yapmaya çalışıyorum. Notlarım da yüksek. Ve yatay geçişim kabul edildi. Ama hep hayalimde İstanbul var, ÖSS’ye girdim. 52

Temmuz - Ağustos / 2014

Anneme dedim ki “İstanbul’a gidiyorum, bir daha gireyim sınava”, hiç hesapta yokken kazandım. İzmir’i bıraktım ve 2000 yılında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarında 1.sınıftan başladım.

ca’nın bir arkadaşı vardı, Hamlet sahneye konulacak. Ben de 2003 yılında Hamlet oyunuyla başladım Sonra da Kantocu geldi, orada da Çığırtkan’ı oynadım. Bu rol ile Afife Jale’de en iyi yardımcı oyuncu ödülünü aldım.

Aktivist: Gerçekten azmetmiş olmalısın:) Sahneyle nasıl tanıştın?

O sene ufaktan ismim duyulmaya başladı. Derken Kenan Işık, sahneye Yaşar ne Yaşar ne Yaşamaz’ı koyacak. Ve henüz isim yapmamış birini arıyor. Ben gittim, Kenan Işık

Mert Turak: 2003 yılında şehir tiyatrolarına girdim. Haldun Ho-


oturuyor ama hiç yüzüme bile bakmıyor. Ortam o kadar gerildi ki, Kenan Hoca’nın tavrından “Bu mu oynayacak ya” mesajı bana kadar geliyor :) Görüşmeye vesile olan arkadaşım da durmaksızın beni övüyor, Mert şöyledir, Mert böyledir, şu ödülü var falan. Hiç! Kenan Hoca’nın mimiği bile oynamıyor. En sonunda “Hocam, Mert Malatyalıdır” dedi. Onu duyunca kalktı Kenan Hoca “Yahu niye söylemiyorsun!” dedi. Sarıldı, öptü beni. Ona da buradan geçmiş olsun dileklerimi iletmek istiyorum umarım en kısa zamanda aramıza döner. Bu oyunla Sadri Alışık En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldım. Aktivist: Ve şimdi de Cabaret… Oyun çok sevildi. Cabaret de sana ödül getirdi… Mert Turak: Evet, Cabaret’ten önce oynadığım tüm rollerin, Cabaret’in prototipi olduğunu düşünüyorum. Soytarı, Çığırtkan… Hepsi… Bu oyunla birçok ödül aldım. 8 ay Cabaret çalıştık biz. Orda mikrofonsuz şarkı söylüyoruz, orkestramız var. Gerçek bir performans oyunu. Gelecek sezon da devam edeceğiz. Aktivist: Şu sıralar pek çok özel tiyatro var. Sen bir salon açmayı düşünüyor musun? Mert Turak: Özel tiyatroda biliyorsun 10 kişi geliyosa fullsün:) ve iyi hissediyorsun, 5 kişi geliyorsa, salon yarı dolu. 2 kişi geliyorsa da sana böyle ruhani bir şey geliyor “Oyyyynamam lazım!!!” :) Özel bir duygu, çok istiyorum ileride kendi tiyatromu yapmayı, kendi yazdığım şeyleri oynamayı çok istiyorum. Aktivist: Tiyatrocular, sinema ya da dizi oyuncularından da biraz farklı oluyor gerçekten…

Mert Turak: Geçenlerde bir sinemacı arkadaşımla konuştuk, nedir bu tiyatroculardan çektiğimiz dedi. Neden dedim “E her şeyi biliyorlar arkadaş! Rejidir, kostümdür, montajdır, makyajdır. Her şeye dair bir fikir var.” Ben de ona ne yapalım, bu ülkede tiyatrocular öyle yetişiyor dedim. Yani ben de Caberet’te kendi makyajımı kendim yapıyorum. Çünkü tiyatro dediğimiz zaman milattan önceki metinler, buralar kaliteli topraklar; her şey o metinlerden geliyor. Dünyanın en iyi senaryolarında hala Shakespeare’in kurguları var. Ve sen o kaynaktan geçiyorsun. Aktivist: Oyundan sonra birilerinin seni görmek istemesi seni mutlu ediyor mu? Mert Turak: Etmez mi? Çok güzel bir duygu. Ben de senelerce kendi beğendiğim oyuncuları bekledim. Özellikle tiyatro öğrencileriyle karşılaşmak beni çok çok mutlu ediyor. Aktivist: Şimdi böyle ödüller, oyunlar, sinema filmi falan. Neler hissediyorsun, tatmin oluyor musun? Mert Turak: Bence bir oyuncu kendi özel hayatına çok özen göstermeli. Ben hep kendimi beğendiğim oyuncuların yerine koyarım. Şener Sen olsa ne yapardı, Bülent Emin Yarar burada nasıl davranırdı. Bu bütün dünyanın problemi. Çok iyi oyuncular bile şartlara değil, yönetmene, hikâyeye bakıyor. Bir oyuncu bir şey yapıyorsa bunu kalbiyle yapmalı. Yoksa değecek bir kazanım olamaz verdiklerinin karşılığı. Sen her rolde, her oyunda kendinden bir parça bırakıyorsun ardında. Ben bir şeyi tüm kalbiyle yapmak isteyen insanlardanım. Bu yüzden biraz zor oluyor kendini hatırlaman. Turgut Uyar’ın bir şiiri 53


vardı ya, “Durma sevgilim, kendini hatırlat, hadi gel göğe bakalım” bir oyuncunun da sık sık kendini hatırlaması gerekir. Yoksa çok kolay kendinizi unutup gitmeniz. Celebrty diye bir kavram var mesela. Ben “semiselebiriti” oluyorum meselaJ Marlon Brando’nun çok güzel bir sözü var, “İnsanların size dair yarattığı dünyada yaşamaya başlarsanız, yapacak hiçbir şey yoktur sizin için”. Aktivist: Sinema filminde oynamak nasıl gelişti? Mert Turak: Bu yıl da Mahsun Kırmızıgül’ün filmi Mucize’de oynadım. Ben tiyatrodaki maratonu 2003’ten 2013’e kadar çok hızlı koştum, çok da şanslıydım. Bütün o güzel oyunlar bana nasip oldu. Dedim ki çok tiyatro yaptım keşke bir sinema filmi olsa… Tam o dönemde Mahsun Kırmızıgül aradı. “Özürlü bir çocuğu oynayacaksın. Bir de arkadaşın olacak, At” dedi. Ben de nasıl hayvandan korkarım! Bir anda başka bir serüven başladı. 60’larda geçiyor film. Egeli bir öğretmenin, ki Talat Bulut oynuyor, Kars’a atanmasıyla başlıyor hikaye ve öğretmen orada özürlü bir çocuk olan Azizle tanışıyor. Aralarında başka bir dostluk başlıyor. Benim ilk başrolümdü. Aktivist: Sinema, farklı mıymış? Mert Turak: Başka bir serüven ve sahada öğrendiğiniz bir iş. Ne kadar gözlem ve düşünme dönemi yaşasanız da sahada öğrendiğiniz bir şey. Bir aileyle tanıştım. Çocuklarından biri engelli biri de kör olarak doğmuş. Bir süre onlarla beraber oldum. Sonrasında da Karsa gittim. Erol Demiröz, Ali Sürmeli, Erdem Yener, Talat Bulut gibi oyuncularla çalıştık. Tiyatroda şuna alışıksınız, 54

Temmuz - Ağustos / 2014


bir şey yaparsınız ve hemen size döner, olumlu ya da olumsuz. Ama sinemada bir sürü teknik ayrıntı, görüntü tutturma gibi şeyler oluyor. İyi oynuyorsun ama bulut geçiyor mesela, yeniden çekiyorsun; en kötü oynadığına da oldu diyorlar. Oyuncunun kendine acımasız olması ve olmaması gereken bir süreçmiş. Ben de bir sürü yönümü bu filmle öğrendim. Aktivist: Kars’ta günler nasıl geçti? Mert Turak: Güzel kısmı 2.500 rakımdaki bir köye çıkıp, beraber oynadığımız atım Piafla, birlikte olmaktı. Bir gün sete 35-40 tane cirit atı geldi. Piaf o arada düşüp sakatlanmış. Yanına gittiğimde bana sanki sitem eder gibi baktı. Çok güzel bir ilişki oldu aramız-

da. Filmin en güzel zamanlarını Piafla geçirdim. Çok ilginçti. Aktivist: Mahsun Kırmızıgül nasıl bir yönetmen sence? Mert Turak: Mahsun Kırmızıgül hakikaten çok özel bir yetenek. Gerek yönetmen olarak, gerekse insan olarak gerçekten çok özel biri. Hiçbirimizi kırmadı, üzmedi, hepimizden çok çalıştı. Aktivist: Şimdilerde bir projen var mı? Mert Turak: Bana sorarsan dizi yapmak ister misin diye, eğleneceksem, ayaklarım geri geri gitmeyecekse isterim gerçekten. Şu an şehir tiyatrolarında sadece Cabaret’te oyunuyorum. Önümüzdeki sezon, şu an için bir şey yok.

Ve bir oyuncu için dinlenmek de gerekiyor. Ben de bu sessiz zamanı iyi değerlendirmek istiyorum. Hazmetmek ve kendinle yeniden yüzleşmek için çok güzel zamanlar. En yakınındaki insanın bile seni dilinden dökülen pohpohlayıcı sözler seni yanıltabilir. Bu başarı odaklı sözler, başarı odaklı sistem seni bir yandan da madde bağımlısı gibi yapıyor. Şimdi başardım diyemem ama başardım dediğim şey şu, neyi yapamadığımı fark etmek, neye gücümün yetmediğini, yetersiz olduklarımı fark etmek, sınırlarımı bilmek. Galiba bu biraz üzerindeki yükü alıyor. Çünkü ipin ucu kaçarsa ben, dünyanın en kibirli en şımarık insanına dönüşebilirim. Marlon Brando’nun çok güzel bir sözü var. İnsanların size dair yarattığı dünyada yaşamaya başlarsanız, yapacak hiçbir şey yoktur sizin için” diyor 55



dosya:bereket


röportaj

para güzel dir!

Dergimizin biricik yazarlarından, Para Psikoloğu adlı kitabın yazarı Finans Danışman Hakan Ayvaz ile daha önce ikinci sayımızda yine para ile ilgili söyleşmiştik. O zaman konuştuklarımıza buradan ulaşabilirsiniz. Şimdi de konumuz “Bolluk&Bereket” olunca, elbette yine kendisine soracak birçok sorumuz oldu. Hakan Ayvaz yanıtladı, “Para iyi midir, kötü müdür, kendisini şeytan mı doldurur yoksa masum bir güvercin midir?” Hepsi burada:) 58

Temmuz - Ağustos / 2014

Aktivist: Türk insanın “para” ile ilgili kültürel inançlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Hakan Ayvaz: Türk toplumunun para ile ilgili inanç yapısı eşi benzeri olmayan tezatlarla örülmüş. Hem paradan neredeyse nefret edip hem de yaşamın en önemli yapı taşı olarak odakta tutmak pek anlaşılır bir anlayış değil aslında. Parayı kararsızlaştıran ve korkutan bir yaklaşım bu. Tarih boyunca para ve zenginlik konusunda olumsuz düşünceleri üretmiş toplumumuz. Kirli ve mutluluk düşmanı ilan etmişiz. Ama bir o kadar da hayatın kaynağı olarak görmüşüz. Hem zenginliğin makbul olmadığını düşünmüşüz hem de zengin olmak için çabalamışız. Elbette bunun sebepleri var. Sebebin bir kısmı güven bunalımından geliyor. Güvende olmanın tek yolunun zenginleşmekten

geçtiğine inanmışız. Bir kısmı da parayı elde etmenin çok zor olduğuna karar vermiş olmamızdan kaynaklanıyor. Aslında genişlettiğimiz ihtiyaç havuzunu dolduracak kadar para kazanmanın zor oluşu bu sebebi körüklemiş. Yaşam kalitesini üst seviyede tutmak için en riskli yolu benimsiyoruz. Para ile elde ettiğimiz unsurların sağladığı yaşam kalitesini gerçek sanıyor oluşumuz etken burada. Biz sahiplik hormonu oldukça gelişmiş bir toplumuz. Daha çok şeye sahip olmanın yaşam kalitesini artırdığını düşünüyoruz. Bütün bunlara iç dünyamızda geliştirdiğimiz parasız kalma korkusu da eklenince problem yumağı büyümüş durumda. Bu durum sosyopolitik alanda artık kullanılıyor. Yani toplumsal olarak kısa zamanda bir gelişme elde etmek, bu problem yumağından kurtulmak zor görünüyor. Ama bireysel olarak en


azından problemin büyümesine katkıda bulunmamak ve kendi öz yaşam kalitemizi artırmak mümkün elbette. Aktivist: Sizin “para” ile ilgili farkındalığınız nasıl gelişti? Hakan Ayvaz: Sisteme olan güveniniz geliştikçe para ile ilgili farkındalığınız da gelişiyor. Yaşadıklarımızı, karşılaştığımız olayları öncesi ve sonrası ile dikkatle değerlendirmemiz gerekiyor. Korkularımızı ve bu korkuların bize neler yaşatabildiği gerçeğini mutlaka yalıngözle görebilmemiz gerekiyor. Kişisel yaşam kalitemizi gerçekte nelerin geliştirdiğini anlamamız gerekiyor. Sistemin mükemmelliğine inanmış, kendini tanımayı ve tanımlamayı başarmış, ruhunun ihtiyaçlarını tespit edebilmiş bir bireyin para ile ilgili farkındalığı otomatik olarak gelişecektir. Bunun başka bir yolu ve yöntemi yok açıkçası. Aktivist: Parasal tablomuzu nasıl oluşturabiliriz? Hakan Ayvaz: Parasal tablomuzda iki unsur var. Kazanıyoruz ve harcıyoruz. Bunu küçük yaştan itibaren yapıyoruz. Burada önemli olan nereye konsantre olduğumuz. Para ile ilişkimizde stresin boyutunu yükselten unsur harcama listesinin içeriğini olması gerekenden daha hızlı büyütmek oluyor genelde. Kazanç tarafını geliştirebilmek mümkün herkes için. Ancak, harcama tarafını hızlı büyüttüğünüz zaman kazanç tarafını baskı altına alıyorsunuz. Bunun sonucunda harcamalarınızı çoktan büyütmüşken kazanç havuzunu baskıladığınız için maalesef büyütememiş oluyorsunuz. Ve kendinizi, kendi elinizle müthiş bir mutsuzluğun ortasına sürüklemiş oluyorsunuz. Para ile ilişkiniz bozuldukça bozuluyor, toparlanması zor bir hale geliyor. Parasal tablonuz daima kazanç havuzunun doluluk seviyesi dikkate alınarak oluşturulmalı. İhtiyaç gelişiminiz kazanç havuzunuzun gelişimine paralel değişmeli. El-

bette hayaller olmalı. Elbette yaşam kalitemizi gerçekten artıracağına inandığımız unsurlara ulaşmayı önemsemeliyiz. Bu unsurlar bizi motive etmeli. Bu motivasyon kazanç havuzumuzu büyütmek için bizim çok işimize yarayacaktır çünkü. Ancak, gelişimin yönünü doğru çalıştırırsak stresin boyutunu yükseltmemiş oluruz, kazanç aktivitesini baskılamamış oluruz. Para için güvenli bir alan oluşturmuş olacağımız için mutlaka, er ya da geç hayallere ulaşılacaktır. Sabırlı olabilmek, planlı davranabilmek önemli.

Yaşam İçerisinde Sabırsızlık Hâkim Aktivist: Birikimin yapmanın gelir/gider hesabı içinde bir formülü var mıdır? Hakan Ayvaz: Birikim, mutlaka ihtiyaç haline dönüştürülmüş bir hayal için planlanmalı. Çünkü genellikle birikim konsantrasyonu bazı alanlarda feragat davranışını gerektirecektir. Feragat sizi, hak etmiş olduğunuz bazı yaşam zevklerinden mahrum edecektir. Ancak bu feragat bir hayal için yapılmıyorsa, birikimi bir yaşam stili haline getirmişseniz ve sonsuz bir birikim eğilimi içindeyseniz, bu eğilim sizi yalnızlaştıracaktır. Paraya olan aşkınızın her geçen gün büyüyeceğini söyleyebilirim. Ancak, bu aşkın yaşam kalitenize bir katkısı olacağını düşünmüyorum. İhtiyaç haline dönüştürülmüş bir hayal için birikim gönüllü feragatlere karar vermeyi gerektirecektir. Bu kararı verirken şunu asla göz ardı etmemeliyiz. İnsan olduğumuzu, yaşam standardının doğal hakkımız olduğunu ve feragat ederken bu standardı korumamız gerektiğini asla unutmamalıyız. Yaşamı pişmanlıkların gölgesinde bırakmanın pek akıllıca bir hareket olmayacağını özellikle belirtmek istiyorum. Eğer hali hazırda arzu ettiğimiz yaşam kalitesine sahipsek ve kazanç/harcama dengesi fazla veriyor ise ve oluşan

birikimi yönlendirebileceğimiz bir hayalimiz de kalmamış ise paylaşmayı deneyimlemeyi öneriyorum. Paylaşma hareketinin yaşam kalitesine olumlu etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Aktivist: İnsanlar eskiden, gelecek ihtiyaçları için önceden para biriktirir sonra o bütçe içinde harcamalarını yapardı; bayram alışverişi, tadilat, yeni eşya vs. Şimdi, özellikle büyük şehirlerde benzer tutum sergileyen insan yok gibi. Bu gerçeği göz önüne alarak, bizim gibi yeni başlayacak olanları “terbiye:)” etmek için sihirli bir bakış açısı var mı, bizimkini değiştirelim hemen:) Hakan Ayvaz: Aslında az önce bu sorunun da cevabını vermiş oldum. Ancak, bu soru özelinde ilavem şu: Sadece büyük şehirlerde değil artık toplumun genelinde bu davranış şeklini görmek mümkün olmuyor. Çünkü, yaşam içerisinde sabırsızlık hakim. Hal böyle olunca, oluşmuş olan ve henüz ihtiyaç olduğu kanıksanmamış bu durum, tüketimi canlı tutmak isteyen piyasalar tarafından fark edildi. Ve sizin sözünü ettiğiniz tutumu sergilemeye gerek kalmadı

“Sistemin mükemmelliğine inanmış, kendini tanımayı ve tanımlamayı başarmış, ruhunun ihtiyaçlarını tespit edebilmiş bir bireyin para ile ilgili farkındalığı otomatik olarak gelişecektir. Bunun başka bir yolu ve yöntemi yok” 59


pratikte. Sabredilmesine gerek olmadığı aşılandı topluma. Borçlanabilme opsiyonu fazlasıyla pompalandı maalesef. Sihirli bakış açısı ihtiyaca dönüştürülmüş bir hayal için, gönüllü feragat ile elde edilmiş planlı ve sabırlı birikim modelidir. Aktivist: “Cazip kredi fırsatı” gibi sloganlar döndürüyor bankalar. Kredi hangi durumlarda cazip bir fırsattır? Hakan Ayvaz: Kredi sadece gerçekten yaşam kalitenizi artıracağına karar verdiğiniz bir hayalin gerçekleştirilmesi sonucunda varlık artışı sağlayan, likidite kabiliyeti olan unsurlara ulaşmak için kullanılıyorsa cazip bir fırsattır. Ve prensip olarak harcama havuzunuzda gönüllü olarak karar verdiğiniz feragat ile oluşan birikim tutarını aşmayacak aylık taksitler benimsenmelidir. Şunu unutmamak gerekir. Kredi ile elde edeceğiniz unsurun likit olma kabiliyeti olabilmesi, yaşam stresinizi düşürecektir. Sonuçta borçlanma ciddi bir stres içerir. Asla “Nasıl olsa zaman içerisinde kazanç havuzum büyür ve daha rahat öderim” öngörüşü ile hareket etmemek gerekir. Vadesinin uzunluğu da yaşamımız üzerinde ciddi bir baskı oluşturacaktır. Bu durumun kazanç tarafını baskılamasına izin vermemek gerekir. Para ile ilişkimizin bozulmasına sebep olacaktır çünkü. Buna dikkat diyorum özellikle.

Arzu, İhtiyacı Besleyen En Önemli Unsurların Başında Gelir Aktivist: Peki, iş kurmak ya da işleri büyütmek için kredi almayı öneriyor musunuz? Hakan Ayvaz: Bireysel alanda tavsiye ettiğim bakış açısı burada da aynen geçerli aslında. Bu işi kurmanız veya büyütmeniz sizin için ne kadar önemli? 60

Temmuz - Ağustos / 2014

Burada aslında kredi alma kararından önce, iş kurma veya işi büyütme kararlılığını sorgulamak daha önemli. Yaşamınızın geride kalan kısmında para ile ilgili farkındalık düzeyinizde bir sorun yoksa ve bu işi kurmanız veya büyütmeniz sizin yaşam kalitenizi gerçekten artıracaksa, öncelikle mevcut kaynaklarınızı gözden geçirmeniz gerekecek. Bu yatırımın tüm varlıklarınızı tüketmemesi son derece önemli bir nokta. Kurulan işin veya büyütülen işin hemen, birinci günden karşılığını size hediye etmeyeceğini bilmeniz gerekiyor. Dolayısı ile bir dönem taksitleri finanse edecek birikiminizin hazır olması gerekiyor. Çünkü kazanç havuzunuzu dolduran kaynak bu iş. Benim önerim; kurulan işe göre değişebilmekle birlikte ortalama bir yıllık bir süreyi finanse edebilecek birikim düzeyinin korunmasıdır. Aktivist: Çağımızda tüketim alışkanlıkları çok değişti. “Arzu ile ihtiyaç” kavramlarını ayırt edemez bir hale geldik. Herhangi bir şey satın almadan önce, kendimize hangi soruları sormalıyız? Hakan Ayvaz: Arzu, ihtiyacı besleyen en önemli unsurların başında gelir. Arzu ettiğimiz şeye ulaşmak üzere harekete geçmişsek artık onu bir ihtiyaç olarak benimsemiş oluyoruz. İşte bu arada olup biten önemli. Yani arzunun ihtiyaca dönüşme süreci. Tüm arzularımızın ihtiyaca dönüşmesi biraz tehlikeli. Ancak, hiçbir arzunun ihtiyaca dönüşememesi de tehlikeli. Burada dengeyi koruyabilmek gerekiyor. İnsan sosyal bir varlık. Yaşam boyunca ruhunun beslenebilmesi için sosyal alanda aktif kalabilmelidir. Arzuladığımız bir unsura ulaşabilmek bu açıdan son derece önemli. İşte bu dengeyi koruyabilmenin yolu da şu aslında. Arzunun ihtiyaca dönüşme sürecinde değerlendirme yapmamız ge-

rekiyor. Eğer biz halihazırda bir hayalimizi ihtiyaca dönüştürmüş ve bunun için feragat ediyorsak bu arzunun ihtiyaca dönüşebilmesi mutlaka ilave bir feragat gerektirecektir. Hangi yaşam unsurundan feragat edeceğimize karar verip bu arzumuzu gidermeliyiz. Ayrıca, arzunun ihtiyaca dönüşme sürecini biraz uzatmanın her zaman çok faydası olacaktır. Çünkü arzunun satın alma dürtüsü, ihtiyaç kadar uzun ömürlü değildir. Kuvvetli olduğu ilk anda değil de ertelenmiş bir anda satın almaya dönüştürülürse çok daha rasyonel bir sonuca ulaşılacaktır. Aktivist: Artık kimse kimseden borç isteyemiyor. Aile, arkadaş, akraba arasında para alış verişi bitti gibi. Siz “borç” kavramına nasıl bakıyorsunuz? Borç almanın ve borç vermenin kuralları nelerdir? Hakan Ayvaz: Toplumsal yaklaşımların değiştiği bir gerçek. Bunun en önemli sebebi toplumsal olarak para ile ilişkimizin pek iyi olmaması aslında. Bir gerçek de artık toplum içerisinde insanların birbirine olan duygusal ihtiyaç düzeyinin de çok düşmüş olması. Özellikle borç verme tarafındaki hareket tarzını etkilediğini düşünüyorum bu değişimin. Borç almanın da borç vermenin de en önemli kuralı birbirini çok iyi tanımaktır. Borç alışverişi ilişkiyi ister istemez farklı bir boyuta taşır. Bunu göze almak gerekir. Çok gerekmedikçe bu alışverişe girilmesini önermiyorum aslında. Borç alma hareketi bana sorarsanız son çare olmalıdır. Borç verecek kişinin de yukarıda sözünü ettiğim “birikimini paylaşabilme” pozisyonunda olması esastır. Çünkü bu bir risktir. Ve en önemli kaybı bozulan ilişki olacaktır. Aktivist: Diğer yandan bakıldığında herkes bir şekilde


para sıkıntısı çekiyor. Ülkemizde, parasal duruma göre yapılan sınıflandırma yok oldu gibi. Artık, yoksullar, ne olduğunu bilmeyenler ve zenginler varJ Diğer yandan özellikle maaşla çalışanlar gerçek anlamda “ay sonu sendromu” yaşıyorlar. Var olan sistemdeki “maaş-yevmiye-asgari ücret düzeni” çatırdıyor olabilir mi? Hakan Ayvaz: Ben bunu paranın güven bunalımı olarak tanımlıyorum. İş veren bir işi kaliteli ve ucuza yaptırmanın yolunu zorlarken, iş gücü ise bir işi en az efor harcayarak en yüksek ücretle yapmanın yolunu zorluyor. Bu zorlayıcı bir çekişme. Her iki taraf parayı kendine doğru çekiştiriyor. Bunun aşılması gerekiyor. Öncelikle standartların oturması gerekiyor. Bir de tabii ki yukarıda sözünü ettiğimiz kazanç/harcama havuzlarının dengesinin farkındalıkla sağlanması şart.

yen hayatında para ile olumlu bir ilişki kurmasına engel olacaktır. Özellikle kaçınmalıyız bu bilinçten. Unutmamamız gereken şey, ne öğretirsek öğretelim, eğer biz uygulamıyorsak kalıcı olmayacaktır, yerleşmeyecektir. Aktivist: Bir de “Bereket Etkisi” var:) Sizin evinize ve yaşamına etki eden inanışlarınız ve tutumlarınız var mıdır? Bizimle paylaşabilir misiniz? Hakan Ayvaz: Güzel bir laf vardır. Azla yetinmeyen çoğu bulamaz. Tabii burada azla yetin ve sesini hiç çıkarma demek istenmemiş. Sadece, azı beğenmeyip para ile ilişkini bozma, kazanç aktivitesini baskılama,

kendi önünü kapatma demek istenmiş. Ne kadar olursa olsun kazancımı ve bu kazancı bana sağlayanı sevdim daima. Bir de daima hak ettiğim standardı korumayı ilke edindim. Ne için çalıştığımı, kazandığımı unutmadım. Daima güne erken başlamayı, günün ilk taze enerjisinden faydalanmayı önemsedim. Vicdanlı olmayı, paylaşmayı yaşamımın önemli unsurları arasına koydum. Yaşamımızdaki her unsurun bir enerji varlığı olduğunu ve onunla bir enerji alışverişinde olduğumu düşünürüm hep. Bu sebeple para ile ilişkimi daima aktif ve olumlu düzeyde tutuyorum. Ve en önemlisi, sisteme olan inancımı ve güvenimi hiçbir zaman kaybetmiyorum.

Aktivist: Peki, çocuklarımızın para ile ilişkisini düzenlerken, nasıl tutum sergilemeliyiz? Hakan Ayvaz: Çocuklarımızın değer kavramını öğrenmesi gerekiyor. Daha rakamlara dökmeden bunu öğretmeliyiz. Çocuğa kendi dünyasından, kendi değerler havuzundan örnekler vererek değer ölçümlemesini öğretmemiz gerekiyor. Bunun arkasından rakamlara dökmek işi çok kolaylaştıracaktır. Ayrıca, bütçe kavramını aşılamamız gerekiyor. Yani, kazanç/harcama dengesi. Bunun için, ilköğretim düzeyinde belirli bir kazanç sistemine sahip olmasını ve kendine öz harcama havuzunu buna göre oluşturmasını öğretmemiz gerekiyor. Bunu öğrenmesinin yanında kanıksaması için biz örnek olmalıyız elbette. Bütün bunları yaparken asla yoksunluk bilinci geliştirmesine izin vermemiz gerekiyor. Çocuğumuzun bazı şeyleri ulaşılamaz bilmesi, ilerle61


u

r

K rda

e an: S ırlay

Haz

uoğl apuc K a and

en güzel yemek, evde pişen yemek!

güncel

“MUTFAĞA DÖNÜŞ 1”

Biliyorsunuz, konumuz bereket… Ve bereket önce mutfaktan geçiyor. Herhangi bir şeyi ziyan etmemek, var olanı çoğaltmak, sabırla yeni bir şey yaratmaya çalışmak… Belki de insanların en çok, “doymak, lezzet ve tatmin” kavramlarını yeniden ele alması gerekiyor. Yemeği statü göstergesi olmaktan çıkarmak gerekiyor. Hoş, tümden statü kavramına çok da değer vermemek gerekiyor ya:) Hintlilerin çok güzel bir sözü var “Yemek Tanrıdır”. Felsefi olarak çok derinlikli bir söz. Yeni akımlardan birinde de “Ne yersen, O’sun” diyorlar. 21.yy insanı, en temel ihtiyacıyla ilgili farkındalığını belki de yeni yeni kazanıyor.

yetemez olalım, daha çok mutsuz olalım istiyor. Sanki, bize öyle geliyor.

Mutfak sadece kadınlar için mi? Yemek sadece yemek olmalı. En basit haliyle. En temel ihtiyacımız. Bazen düşünmüyor değilim, dünyada ya da ülkemizde büyük bir kriz olsa, kendi kendini doyuramayacak ne çok insan var. Hele ki erkekler! Oysa mutfak bir evin kalbidir, can suyudur, özüdür. Belki de artık oraya geri dönmenin vakti geldi. Yeniden yemek pişirmenin vakti geldi. Bakmayın siz, birileri bir şeyleri demode bulalım istiyor, daha çok harcayalım, daha çok kendine

Aslında yanlış başlık. Mutfak sadece bazı kadınlar için mi? Çünkü değişen yaşam şartları, eskiye nazaran kadınların çalışma hayatında daha fazla yer alması bazı kadınları mutfaktan uzaklaştırdı. Erkeklerin pek çoğu ise hâlihazırda mutfakta bir şeyler yapmaktan “hicap duyar” halde. Oysa mutfak herkes içindir :) Toplumsal imaj, örfi alışkanlıklar, bilinçaltı kodları, mahalle baskısı… Bazı erkekler, sanki iki kap yemek pişirseler dünyanın en rezil erkeği olacaklarmış gibi hissediyorlar. Oysa biz filmlerde krep yapan Brad Pitt, omlet yapan Al Pacino gördük. Ne oldu, incileri mi döküldü :) Yok, hayır, feminist laflar değil bu söylediklerim; bilakis pek hümanist. Kadınlar üzerindeki baskıların benzeri aslında erkekler üzerinde de var. Bizleri hanım hanımcık yapmaya çalışan sistem, erkekleri de azıcık beceriksiz yaptı. Bence tüm erkekler bu duruma isyan etmeli: “Ben de Ezo Gelin Çorbası yapıcam! Ben de Erişte kesicem! Ben de Zeytinyağlı Enginar pişiricem!”

62

Temmuz - Ağustos / 2014


Biz 21. Yüzyıl insanı neler başardık, mercimek çorbasından mı korkacağız? Evet. Çok yorgun olduğumuz bir gerçek. Bizden beklenen o kadar çok şey var ki! Günde sekiz on saat çalışacağız, hak ettiğimizin çok azını para olarak kazanacağız, kazandığımızın çok daha fazlasını harcayarak ancak hayatta kalabileceğiz, bu esnada kendimizi her fırsatta değersiz, eksik, yetersiz hissedeceğiz. Avunmakla o kadar meşgul olacağız ki, övünmeyi aklımıza bile getirmeyeceğiz.

luluk verici olduğunu mutfağınıza bakarak anlayabilirsiniz. Eski, yeni, şık ya da dökük olması fark etmez. İçinde kek pişiyor mu, ondan bahsedin:) ü Mutfağınızı düzenleyin, nerede ne olduğunu bilin. Oranın hakimiyeti sizde, ne derseniz o! ü Eksiklerinizi saptayın. Üstat sizsiniz… ü Fonksiyonel gereçler, pratik elektrikli mutfak aletleri, karıştırma kapları, kesme tahtası, rende, tahta-çelik-silikon kaşık, spatula ve karışma aletlerini kontrol edin, yoksa mutlaka edinin. Alet işler, el övünür. Bu sözü seveceksiniz:) ü Streç Film, yağlı kağıt, alüminyum folyo, buzdolabı poşeti gibi sarf malzemeleri edinin. Sarf dediysek, bir bildiğimiz var!

Kocaman buzdolaplarımız olacak, içini doldurmak için ömrümüzü tüketeceğiz, fırınlarımız dört gözlü olacak ancak dördü birinden çalışırken içimize fenalıklar da gelecek. Büyük ya da küçük, evlerimizi kabul görecek hale getireceğiz, aylık üyeliklerimiz, zorunlu faturalarımız, vergilerimiz, sabit giderlerimiz boyumuzu aşacak ancak bunu belli etmemek için var gücümüzle giyip, kuşanacağız, süslenip püsleneceğiz. Tepeden tırnağa marka giyineceğiz, sanki kendimiz bir marka değilmişiz gibi, “cemiyet” bizi el üstünde tutsun, bize burun kıvırmasın diye harcadıkça harcayacağız ama kuyruğu da dik tutacağız! Bu arada da dünyayı kurtarmamız da beklenecek. Oldu :)

ü Kilerinizi kontrol edin. Yemek pişirebileceğiniz temel bakliyatların, yağların, tuzun, unun, yumurtanın, patates ve soğanın, salçanın, şekerin mutfağınızda hep olmasını sağlayın.

Şükürdür, sabırdır, hamdetmektir, umuttur, beklentidir, özlemdir bizden sorulacak. Her şeye sahip olabilecek kadar özgür ancak çoğuna sahip olamayacak kadar güçsüz olacağız:) Sahip olduğumuz şey kadarıyla da değerli olacağız.

ü Mutfağınıza minik bir radyo koyun, sizi eğlendirecek, mutlu edecektir.

Ama tabii bu arada çok mutlu da olacağız. Hele ki İstanbul’da. Kolay mı? Üstelik her gün en az bir kere böyle hissederken:

ü Olabildiğince aynı marketten, kasaptan, manavdan alışveriş etmeye çalışın, onlarla tanışın. Esnaf candır ve hem de ne pişireceğinize çoğu zaman onlar karar verecek. “Sana patlıcan vermiyim abi, sen bezelye al” ü Büyük tencereler, büyük tepsiler, büyük pişirme kapları yerine daha küçük olanlardan edinin ve misafir gelmeyecekse onlarla yemek pişirmeyin. Küçük tencere, az ölçü, az malzeme, az zaman ve hiç israf demek.

ü Geleneksel Türk sebze yemeklerinin neredeyse hepsinin aynı usulde piştiğini söylememiz gerekir. Üstelik iki-üç kişilik bir yemek en fazla bir saatte pişmiş olacaktır. Soğanı pembeleştirmeyi, malzemeleri “şöyle bir çevirmeyi”, bir yemeğe ne kadar su konulacağını bilin yeter. ü Yalnızım, tek kişilik yemek mi pişireyim demeyin. Kendiniz için bir şey yapmanın en önemli adımı; yemek pişirmek olabilir! ü Son olarak, bırakın düdüklü tencereniz mikrodalga fırınınızı dövsün!

BİZ!!! Mercimek Çorbası mı pişiremeyeceğiz yani!

Mutfakta başarılı olmanın sırları Yemek pişirmek dünyanın en önemli işidir neden mi? Çünkü pişiremezsen, başkalarına bağımlı kalırsın ve yemezsen yaşayamazsın. Bu iç gıcıklayıcı başlıkla subliminal bir çağrışıma yol açtığımızı umarak sizin için bir liste hazırladık. Bu küçük liste, mutfağınıza bir daha bakmak için sizi yüreklendirir umarım; biz size inanıyoruz:) ü Mutfak mabettir. Evinizdeki yaşamın ne derece mut63


m

a.co may

l doga

konuk yazar

her şeyin başlangıcı, ilk hali, atası:

“Maya” 64

Temmuz - Ağustos / 2014


Kızım İpek, kırkıncı yaş doğum günümden bir gün önce aramıza katıldı. Gelişi tam bir sürprizdi. İpek’le birlikte hayatımız temelinden değişti. Eşimle on üç yıllık mutlu bir evliliğimiz vardı ve bu on üç yıl içinde karşılıklı anlayış ve özenle birlikte ama ayrı ayrı da birer hayat kurmuştuk. İkimizin de farklı hobileri, uğraşları vardı. Kızımızla birlikte alışkanlıklarımızda da pek çok değişiklik yapmak zorunda kaldık. Her şeyden önce İpek minicik bir bebekti. Düşük doğum kilosu yetmezmiş gibi anne sütünden de mahrumdu. O kadar minikti ki üç aylıkken yeni doğan kıyafetleri alırdık. Düzenli olarak doktor kontrolüne gidiyor gramları, santimleri sayıyorduk.

En Güzel En Sağlıklı Yoğurt Markası Hangisi? Elbette Anne Marka! Doktorumuz, ki hala İpek’in sağlığıyla ilgili konularda tek güvendiğim kişidir, aslında bir çocuk onkoloğu. Az ilaç, doğal beslenme ve pek çok konuyu çocuğun biyolojik ritmine bırakmaktan yana... İpek dört aylık olunca bize artık ek gıdaya geçme zamanının geldiğini ve işe yoğurtla başlayacağımızı söyledi. Ben de gayet ciddi elimde not defterim sordum. Hangi marka? Gelen cevap ailemizin mayası oldu. Anne Marka.

çevremizde herkes yoğurdunu evde yapardı. Annemin yoğurt mayası kalmazsa sorun değildi hemen beni yollar, yan komşudan isterdi. Mutlaka komşularda taze yapılmış yoğurt olurdu. Bu maya alışverişi hiç tükenmez yoğurtlar sürekli merdivenler arası gider gelir, sütçü geldiğinde tüm kapıları teker teker çalar, uzatılan tencerelere güğümünden mis gibi sütü boşaltırdı. Belki annem, kayınvalidem bu konularda ustaydı ama biz hiç yapmamıştık. Bir yığın ayrana çevrilen yoğurtlar mayaladık. Evde yapılan hiçbir şeyi atmak zorunda değilsiniz mutlaka değerlendirilebilir. Oysa üretim sonucu ortaya çıkan, raf ömrü biten ve işlem görmüş gıdalar bozulur ve mutlaka atılır onları değerlendiremezsin. Sonra anladık ki yoğurt mayalamak gibi en basit konuda bile ne çok bilmediğimiz şey varmış. Mayaların her biri kadındır annedir, doğurup çoğalırlar. Şayet incitmez biraz ilgi ve zaman ayırırsanız, gelişirler, artarlar ve kaplarına sığmaz taşarlar. Mutlular-

“Mayaların her biri kadındır annedir, doğurup çoğalırlar. Şayet incitmez biraz ilgi ve zaman ayırırsanız, gelişirler, artarlar ve kaplarına sığmaz taşarlar.” sa sizi de mutlu ederler. Hamurunuz kabarır. Yoğurdunuz, peyniriniz tutar. Kefiriniz olgunlaşır, koyulaşıp hafif ekşir. Sonuç olarak mutfağınız şenlenir, bereketlenir. Tüm kadınlar gibi mayaların da küsmemeleri, verimli olmaları için biraz teşvik, biraz ilgi şarttır. Azıcık bir emekle ekşi mayanızı ömür boyu kullanıp, mis kokulu ekmekler yapabilirsiniz. Bizim ekmek yapma merakımız İpek’ten çok önceye dayanır. Ekşi mayamızı kaybetmeden yaklaşık on yıldır ekşi mayalı ekmek

Bir söz var ya hani “Ne yiyorsanız O olursunuz” diye. İşte konu çocuklar olunca “ Ne yedirirseniz O oluyorlar”. Biz de oturduk tartıştık. İpek için beslenme hayatiydi akranlarını yakalayabilmesi, minicik aklının bedeninin gelişebilmesi doğru beslenebilmesiyle ancak mümkün olabilirdi. Tüketim toplumu üyesiyiz ya hemen muayenehane çıkışı bir yoğurt makinesi aldık ve başladık denemelere. Hala bir şeyi İpek’e yedirmeden önce kendim yerim. O zaman da önce biz yedik. Elbette hemen alıştık. Meğer ne kadar da çok özlemişiz gerçek yoğurdun tadını. Aldığımız makine ile yaptığımız yoğurt yetmemeye başlayınca geleneksel anne usulüne döndük. Biz eşimle aslında pek çoklarına göre şanslıydık, çünkü biz çocukken evimizde yoğurdu annelerimiz yapardı. Hatta 65


yaparız. Öyle bereketlidir ki, bir kez uğraşıp ürettiğimiz ekşi maya ile sayısını bilemediğimiz yüzlerce mis kokulu ekmekler, börekler yaptık. Hazır mayalara göre hem daha ucuz hem de çok sağlıklı. Yeni çekilmiş bir kahvenin, sıcacık yeni pişmiş ekmeğin davetkâr kokuları gibi, evi yuva yapan mayanın ta kendisidir. Zaman içinde evde yaptığımız ekmek ve yoğurda öyle alıştık ki marketten alamaz olduk. Ekmeksiz yoğurtsuz yemek yemez ama bir türlü hazır alamaz olduk. Kefir mucizesine ise bizzat ben tanığım. Yüz binde bir görülen bir bakteri kaparak çok hastalandım. Hastalığımı teşhis etmeleri bile üç ayı geçti. Tam on dört ay, günde üç kez, üç değişik antibiyotik kullandım. Bu süreçte beslenmeme daha bir özen gösterdim. Her gün düzenli olarak üç porsiyon fermente gıda tükettim. Sabah kahvaltısında mutlaka kefir içtim. Her ay düzenli yapılan kontrollerimde çok şükür kayda değer bir sorun yaşamadım. Antibiyotik kullanımının yol açtığı hiçbir yan etkiyi görmedim. Benim minik mayalarımın bereketi vücuduma yansıdı. Antibiyotiklerin yok ettiği yararlı bakterilerin mantarların yerine sürekli bıkmadan usanmadan yenilerini koydular. Zararlılarla mücadelede bağışıklık sistemimi güçlendirdiler. Şefkatli bir anne gibi beni sarıp sarmaladılar. Maya öz demek. Her şeyin başlangıcı, ilk hali. Aynı zamanda değiştiren, birbirine kaynaştırıp olgunlaştıran. Bizim ailemiz için de maya değişimin başlangıcı oldu. Mutfakta geçirdiğimiz saatler arttı ve eşimle birlikte el ele vermek zorun-

da kaldık. Kızımız da büyüdükçe bize katıldı. Birlikte pişirip, birlikte yedik. Televizyon ya da bilgisayar başında ayrı ayrı zamanlar geçirmek yerine, birlikte iletişim içinde günümüzü tartışarak, şakalaşarak, akşamlarımızı geçirdik. Bu bizi birbirimize görünmez kopmaz bağlarla bağladı. Kızımız hiç çizgi film izlemeden, bilgisayarda oyun oynamadan, yanımızda şarkılarla, tariflerle, kitaplarla büyüdü. Bireysel olarak benim için maya ise yeniden doğuş, yeni bir hayat demek. Hem anne olarak yeni bir hayat hem de sağlığın ne kadar önemli olduğunun bilinciyle yepyeni bir başlangıç.

ze soktu. Ticari kaygılarla ürünlerimiz daha lezzetli daha uzun ömürlü olsun diye diye firmalar her gün daha çok ve daha çeşitli kimyasal maddeler üretmeye, kullanmaya başladı. Aldığımız ürünlerin içinde neler olduğunu artık takip edemez olduk. Bir de artan obezite, kalp damar hastalıkları, bağışıklık sistemi hastalıkları konusu var. Hazır yemek, kolaycılık, az hareket hepimizde sağlık sorunları açarken en çok çocuklarımızı vurdu. Artık minicik bedenler obezite ile şeker hastalığı ve astımla boğuşuyor. Kısacası gelirlerimiz arttı ama evlerimizin bereketi kaçtı.

Gelirlerimiz arttı ama evlerimizin bereketi kaçtı

Biz bu sorunu yapabildiğimiz her şeyi evde yaparak aşmaya çalışıyoruz. Bu tür şeyleri öğrenmek, bisiklete binmek gibi. Bir kere öğrendiniz mi bir daha unutmuyorsunuz. Doğru metotlarla her şeyi öğrenmek kolaydır. Çocuklara bisiklete binmeyi iki tekerlekli bisikletlerin arka tekerlerinin yanına yardımcı tekerlekler takarak öğretmeye çalışıyorlar. Oysa bisiklete çocuklar pedalsız denge bisikleti ile başlarlarsa, pedallı bisiklete geçtiklerinde hiç zorlanmazlar. Biner giderler, arkalarından desteklemeye bile gerek kalmaz.

Sanayi Devrimi’yle başlayıp Dünya Savaşlarıyla artan bir oranda kadınlar önce zorunluluktan sonra severek evlerinden çıkıp, iş hayatında erkeklerin yanında haklı yerlerini aldılar. Fakat bu süreç birçok toplumsal değişikliği de kaçınılmaz olarak beraberinde getirdi. Market rafları yüzyıl önce olmayan gıda ürünleriyle doldu taştı. Kısıtlı zamanı olan kadınlar aile bütçesine çok katkıda bulundu ama en büyük katkıyı hayatlarını kolaylaştıran ürünleri üreten firmaların bütçelerine yaptı. Yüzyıl önce yaşayan kadının hayal bile edemeyeceği ürünler marketlerde alıcı buldu. Dondurulmuş doğranmış kuru soğandan haşlanmış kuru fasulyeye kadar. Bu ürünler pratiklikleriyle zamandan tasarruf sağlarken, aynı zamanda da koruyucu maddeler, kıvam arttırıcılar, tatlandırıcılar gibi daha önce hiç duymadığımız kavramları günlük literatürümü-

Biz yoğurt, kefir, peynir ve ekmek yaparken çok zorlandık çünkü doğru tarif ve kaynaklara ulaşmakta hep zorluk çektik. Biraz oradan biraz buradan bir şeyler yakaladık. Sorduklarımızın hepsi “Annem yapardı… Anneannem bilirdi ama ben bilmiyorum…” diye cevap verdi. Biz de bunca çaba boşa gitmesin bizim gibi doğru ve düzgün beslenmek isteyenlere rehber olsun diye sitemiz www.dogalmaya.com’u kurduk. Burada deneyimlerimizi interaktif olarak okuyucularımıza paylaşıyoruz. Herkesi de bize katılmaya davet ediyoruz. Sağlıklı kalın, mutfağınız bereketli, yuvanız huzurlu olsun.

66

Temmuz - Ağustos / 2014


klavyeden kesme tahtasına

Bu sayımızı hazırlarken o kadar çok okuduk, o kadar çok öğrendik, o kadar çok kişiyle konuştuk ki… Anladığımız şu oldu, biz sürekli bir şeyleri atıyoruz. Mutfakta malzemeleri kullanmak hakkında çok az şey biliyoruz. Bozuldu sanıp attığımız birçok şey aslında kullanılabilir ya da dönüştürülebilir şeyler. Biz aslında mutfak işini pek de bilmiyoruz. Çok alıyoruz, çok atıyoruz, az yiyor, çok tüketiyoruz. Sonuç, korkunç bir israf. Biz sadece birkaç tarif derledik. Sadece, aslında ne kadar kolay olduğunu anlayabileceğimiz tarifler. Sizler de boş vakitlerinizde yemek bloglarını gezin, tarif kitapları edinin, zücaciyecileri, ucuzlukçuları gezin. Aletleri, araç-

YOĞURT Malzemeler 1 kg Süt 1 tepeleme yemek kaşığı ev yoğurdu Cam Kase ya da toprak çömlek Büyük, kalın ve pamuklu sofra bezi Yapılışı 1.Sütü tencereye koyun ve bir taşım kaynatın. 2.Bir taşım kaynadıktan sonra altını kısarak yaklaşık 45 dakika boyunca sütü kaynatın. Bu esnada ara sıra sütü karıştırarak, havalandırın. İçindeki suyun buharlaşmasına yardım edin. 3.Masa örtüsünü yoğurdu bekleteceğiniz yere serin. Yoğurt mayalayacağınız kabı, üzerine yerleştirin. 4.Yeterince kaynayan sütü, hazırladığınız kaseye boşaltın. Ve hiç dokunmayın, sallamayın. 5.Yaklaşık 15 dakika sonra sütün ısısını serçe parmağınızla kontrol edin. Süt parmağınızın dayanacağı durumda ama hala sıcak

ları, makineleri tanıyın. Biz mutfağa döndüğümüzde, süpermarket koridorlarında geçirdiğimiz vakti yeniden mutfağa aktarabildiğimizde, tüketimden üretime geçtiğimizde, bizler sağlıklı, paramız bereketli, evimiz sıcacık olacak. Şimdi, hamur yoğurmanın, tencere karıştırmanın, bir şeyler rendelemenin, sarmanın, kesmenin, doğramanın hareketine dönelim. Şimdi beklemenin, sabretmenin, ummanın, emek vermenin ferasetine, mutfağın gerçek lezzetlerinin doyulmaz nefasetine dönelim. Denemekten korkmayın, yanılmak, bir şeylerin tutmaması, olmaması sizi yıldırmasın. Çünkü mutfakta hayat var!

olmalı. Bu işlem için, üçe kadar sayabilirsiniz. Süt çok sıcaksa, birkaç dakika daha bekleyin. Çok sıcakken mayalarsanız tadı ekşi olacaktır ve kıvam almakta da zorlanacaktır. 6.Sütün yeterli ısıda olduğunu düşündüğünüzde, bir tepeleme yemek kaşığı dolusu yoğurdu, kasenin kenarından usulca sütün içine bırakın. 7.Kabın üzerine, süzgeç benzeri bir araç koyun. Ve üzerini sofra bezi ile iyice örtün. Mayalanması için, karanlık ve ısısının yavaş yavaş düşeceği bir ortam yaratın. 8. En az 8 saat, hiçbir şekilde açmayın, kıpırdatmayın ve sallamayın. 9.Sonrasında yoğurdunuz mayalanmış olacaktır. Kapağını kapatıp en az 2 saat boyunca buzdolabında bekletin. 10. Yoğurdunuzu mayalarken de servis ederken de sadece tahta kaşık kullanın. Ya Tutmazsa:) Üzülmeyin. Bol bol ayran içersiniz. Ama mutlaka yeniden deneyin. 67

güncel

“MUTFAĞA DÖNÜŞ 2”


SÜZME YOĞURT

Tarif 2 kg ev yoğurdu Temiz beyaz tülbent Yoğurt suyunu toplamak için cam kase

tülbendin içine boşaltın ve tülbendin dört köşesinden tutup bağlayarak yoğurdun suyunun akabileceği yükseklikte bir yere asın. Altına cam kase koyun ve yoğurt suyunun toplanmasını sağlayın. 2-3 günde süzme yoğurdunuz hazır olacaktır.

Yapılışı Önceden mayalamış olduğunuz yoğurdunuzu temiz bir

Not: Yoğurttan akan suyu asla atmayın. Bu suyu içebilir ya da krep, akıtma gibi tariflerde kullanabilirsiniz.

SÜT EKŞİMİĞİ

Malzeme 1 kg süt

kın. Bu noktada sütün içinde yoğunluk olduğu için arada bir karıştırın ki fokurdarken sıçramasın. 4. Daha sonra bir kevgir veya tülbent bez içinde süzün. Suyu iyice süzülünce, ekşimiği buzdolabında muhafaza edin.

Yapılışı 1.Bu tarifte sütü kaynatmadan, kesilmeye bırakıyoruz. 2.Mandıradan ya da çiftlik sütü satan bir şarküteriden aldığınız sütü bir tencereye boşaltın ve kapağını kapatıp ılık bir ortamda 1-2 gün bekletin. 3.Süt katı bir kıvam alınca (yoğurt gibi), tencereyi kısık ateşin üzerine koyun ve kapağını açıp kaynamaya bıra-

Önemli Notlar • Ekşimiklerin sularını atmayın. Bu suları ayran olarak içebilir, akıtma ya da krep tariflerinizde kullanabilirsiniz. • Normal kullanım için aldığınız süt, isteğiniz dışında kesilirse yine aynı şekilde ekşimik olarak değerlendirebilirsiniz. Bozuk sütü asla atmayın. • Maya alerjisi olanlar bu tarifleri yaparak, peynir yerine tüketebilirler.

Karatay Mutfağı Tarifi

YOĞURT EKŞİMİĞİ Karatay Mutfağı Tarifi Ekşiyen Yoğurdu Değerlendime Usulü Malzemeler Dolapta kalmış ekşimiş yoğurt Kaynatılıp soğutulmuş süt (bir su bardağı yoğurda bir çay bardağı süt ölçüsüyle) Taze sıkılmış limon suyu (bir su bardağı yoğurda, bir çay kaşığı limon suyu)

Yapılışı 1.Ekişimiş yoğurdunuzu bir tencereye boşaltın, üzerine sütü ve limon suyunu ilave edin, kısık ateşin üzerinde kesilmeye bırakın 2.Kaynamaya başlayınca yoğurt ve süt kesilip sulanacaktır. Bu aşamada ateşi açıp, bir iki taşım kaynatın ve sonra ocağı söndürüp soğumaya bırakın. 3.Daha sonra bir kevgir veya tülbent bez içinde süzün. Suyu iyice süzülünce, ekşimiği buzdolabında muhafaza edin.

Karatay Mutfağı Tarifi Çiğ Sütü Uyundurma Usulü

68

Temmuz - Ağustos / 2014


TARHANA Karatay Mutfağı Tarifi Malzemeler 1,5 kg Tam Buğday Unu 500 gr Kuru Soğan 500 gr Kırmızı Biber 1 kg domates 1 kg süzme yoğurt 1 demet maydanoz 1 demet dereotu 1 demet reyhan 1 demet fesleğen 2 tatlı kayışı kristal kaya tuzu 1 bağ tarhana otu Yapılışı 1.Tüm sebze ve otları yıkayıp, soyun ve doğrayın. Biberlerin içlerini çıkarın. 2.Soğan, domates, biber küp küp

doğrayın bir tencereye koyun. Üzerine tarhana otunu da bütün halde koyarak, tencerenin kapağını kapatın. Hepsini birlikte pişmeye bırakın. 3.Bütün malzeme güzelce pişip, menemen kıvamını alınca, tarhana otunu içinden çıkarın ve malzemeleri genişçe bir hamur yoğurma kabına boşaltın. Plastik kap kullanmayın. Üzerine un ve süzme yoğurdu da ekleyip, yoğurun. 4.Hamur soğumaya bırakılırken, maydanoz, dereotu, reyhan ve fesleğeni ince ince doğrayın. Soğuyan hamura ekleyip, bir süre daha yoğurun. Daha sonra hamurun üzerini kapatacak kadar un serpip, kabınızı beyaz, pamuklu bir bez örterek kaldırın. 5.Hamura, 5 gün boyunca 1 çay bardağı kadar un ilave edip yeniden yoğurun. Her defasında yoğurma işlemi bittikten sonra hamurunuzu yine unla kaplayıp sarın. Beşinci günün sonunda

paylaşan y i in r e l if tar arata “Bizimle f.Dr. Canan K o bimizle Sayın Pr di’ye Tüm Kal en Hanımef Ederiz” r Teşekkü

hamur ekşiyip, mayalanmış olacaktır. 6.İki gün daha aynı işleme devam edip, hamurunuzu son olarak tuzla tatlandırın. Not: Hamurunuzu ilk yoğurduğunuz gün de kurumaya bırakabilirsiniz. Tek kaybınız fermantasyon işlemi olmayacak, hamurun mayalı olmayaktır. 7.Serin ve havadar bir yere temiz, beyaz bir çarşaf serin. Hamurlardan küçük parçalar alıp, çarşafın üzerine yerleştirin. Bu parçalı gün boyu daha da küçültün ve ters yüz edin. 8.Bir iki gün boyunca kuruyan hamur, ikinci üçüncü günün sonunda çekilecek hale gelir. 9.Ufalanmış olarak da üzerini örtüp, bir iki gün gölgede, iyice kurumasını sağlayın. 10.Daha sonra bez bir torbaya koyup, serin ve kuru bir yerde saklayın.

ERİŞTE Malzemeler 1 kg un 8 yumurta 1 çorba kaşığı zeytinyağı 1 çay kaşığı tuz Açmak için 1 su bardağı un Yapılışı 1.Unu hamur yoğurma kabına alın, ortasını açın ve tüm malzemeleri oluşan çukura koyun. 2.Çukurun kenarından unu toplaya toplaya, hamuru yoğurmaya başlayın. 3. Hamuru ele yapışmayacak kıvama gelmesi için, ara sıra un serperek yoğurmaya devam edin. 4.Kıvam alan hamuru silindir

şekline getirip 8 eşit parçaya bölün. 5.Her bir parçayı, merdaneyle 2mm kalınlığında açın. 6. Açtığınız minik hamurları tek tek temiz bir mutfak bezinin üzerine serin ve üzerlerine un serpin. 7.Daha sonra her bir yufkayı eşit şekilde rulo olarak sarın. 8.Ruloları, eşit bir şekilde yaklaşık yarım santim kalınlığında kesin. 9.Elde ettiğiniz şeritlerin birbirine yapılmaması için dikkatlice silkeleyerek birbirinden ayırın. 10.Hazırladığınız şeritleri hemen pişirebilir ya da kurutarak saklayabilirsiniz. Not: Eriştenin, makarna gibi bol suda değil, çektirerek pişirilmesi gerekiyor.

69


rรถportaj 70

Temmuz - Aฤ ustos / 2014


Mütevazı ve Gerçekçi Bir Şeften, Mutfağa Hayat Vermenin Yolları 71


Arda Türkmen uzun zamandır yemek programı yapıyor ancak Turkmax Gurme açıldı açılalı bizim de daha çok dikkatimizi çekiyor. Yemek yaparken sanki “ben yapabilirsem sen de yapabilirsin” diyor gibi… Gerçekten de insanı cesaretlendiriyor. Erişilemeyecek malzemelerle, harcanamayacak mesailer gerektiren yemekler pişiren bir aşçı değil o. Aksine, mutfakta heyecan aradığınızda Kaymaklı Bulgur Pilavı tarifi önerecek kadar gerçekçi. Onu izlerken, yemek pişirmenin hatta lezzetli yemeklerin pişirmenin kolay olduğunu düşünüyorsunuz. Biz de, “Hadi biraz mutfağa dönelim” diye düşündük 6.sayımızda. Mutfağın sırlarını değil, zaten aşikar olanını sorduk. O da anlattı. Çünkü mutfak sırrı yoktur olsa olsa püf noktası vardır! Aktivist: En baştan başlarsak, sizce yemek pişirmeye elverişli bir mutfak için, en basit listeyle kilerimizde, buzdolabımızda neler olmalı? Arda Türkmen: Un, Yumurta, Şeker, Pirinç, Patates, Soğan Aktivist: Dondurulmuş gıdalar, konserveler ve doğranıp yıkanmış halde paketlenerek satılan ürünler hakkında neler düşünüyorsunuz? Şahsen ben “hiç yoktan 72

Temmuz - Ağustos / 2014

iyidir” diyorum çünkü çok pratikler:) Arda Türkmen: Tazesine ulaşamıyorsanız ve o anda yapacağınız yemeğe o sebzeyi mutlaka koymanız gerekiyorsa neden olmasın ancak her meyve ve sebzenin tazesini kullanmayı öncelikli olarak tavsiye ederim. Donuk hiçbir ürün tazesinin yerini almaz. Aktivist: Siz ekipmanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Pratik bir mutfak için neler elimizin altında olsun dersiniz? Arda Türkmen: Mutfakta zaman geçirmekten hoşlanan veya akşam evde sofraya yemek koymak zorunda olan herkes belli başlı temel mutfak ekipmanlarına sahip olmalı. Mutfağa sürekli girdiğiniz zaman da kendi düzeninizi oluşturuyorsunuz. Nasıl ki bir başkasının mutfağına girdiğinizde sürekli o nerede bu nerede diye soruyorsanız, kendi mutfağınızda tam aksine elinizi attığınızda o çekmecede ne olduğunu bilmek sizi mutfağa daha çok bağlayacak unsurlardan. Aktivist: Bize hem bizim tencere yemeklerimiz hem de havalı :) yemekler açısından yarım saatte pişebilecek yemeklerden örnekler verebilir misiniz? Arda Türkmen: Cafe de Paris soslu bonfile hem çok şık, kulağa havalı gelen hem de yarım saatten daha kısa bir sürede yapabileceğiniz harika bir alternatif. www.ardanınmutfağı.com adresinden de tarifine ulaşabilirsiniz. Aktivist: Tarif kitaplarındaki ya da internetteki reçeteleri daha küçük ölçülerde yapabilmek için bir oran var mıdır? Arda Türkmen: Bazı güveç ve yahniler veya zeytinyağlılar maalesef küçük ölçülerde yapılmaz ancak


küçültülebilecek reçeteleri direkt ikiye veya dörde bölerek daha küçük porsiyonlarda yapabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey diyelim ki yarısını yapmak istiyorsunuz, her malzemeyi ikiye bölmek ve o kadarını yapmak. Aktivist: Biz dolu dolu alış veriş yapıyoruz, buzdolabımız kimi zaman dolup taşıyor ama hamburger, pizza, lahmacun kısır döngüsünden yine de kurtulamıyoruz. Yemeklerimizi pişirmek ve sebze meyvelerimi çürüyüp atmaktan kurtarmak için bize neler söylersiniz? Arda Türkmen: Öncelikle dolu dolu alışveriş yapmak bence çok anlamlı değil, hepimizin evinin çok yakınında birçok süpermarket mevcut. 2-3 günde bir ihtiyacımız olduğu kadar almak çok daha mantıklı geliyor bana. Kimi zaman bir sürü alışveriş yapıyoruz, 3 gün evde yemesek farklı programlar çıksa ve dışarıda olsak aldığımız birçok meyve sebze çürüyüp gidiyor o yüzden dayanıklı olmayan şeyleri daha küçük adetlerde almak ve tükettikçe yeniden almak daha akıllıca olur. Ama illa ki ben toptan alışverişimi yaparım, vaktim yok diyorsanız da, pişirip porsiyonlayıp dondurabilirsiniz. Böylece çöpe giden gıdalardan kurtulmuş olursunuz. Aktivist: Artık aileler de maksimum 4 kişiden oluşuyor. Ancak biz Türkler biraz bol kepçeye alışkınız. Cömert ellerce pişirilmiş ancak arttığı için, iki kez yenilmek istenmeyen yemekler oluyor. Bize kalan yemekleri değerlendirmek, onları yeniden iştah açan hale getirmek ile ilgili bir bakış açısı sunar mısınız? Arda Türkmen: Türk mutfağında evlerde en çok pişen şeyden yola çıkalım; pirinç pilavı. Pirinç pilavı yaptınız ve bir gün sonraya kaldıysa onu çok güzel bir çorba veya harika bir kadınbudu köfteye çevirebilirsiniz. Hatta bir gün önceden kalan pilavla bu yemekler çok daha lezzetli olur bazen. Ya da yeni yemek yapın ve bir gün önceden kalan yemeği de o gün sofraya koyun ve emin olun her iki yemek de o gün yenilecektir. Sofra da bir gün öncekinden farklı olacaktır. Aktivist: Marketler… İnternetten alış veriş kolaylığı… Kendimiz herhangi bir şeyle uğraşmaktansa, kıymetli vaktimizi yemeği pişirmek yerine, gelmesini

beklemekle geçiriyoruz:) Mutfakta vakit geçirmeyi zevkli bir hale getirmek, günlük yaşamımızın bir parçası haline getirmek gerek. Eskiden annelerimiz ilk iş yemekleri pişiriyordu. Ama artık yemekler, iş dönüşü pişirilmek zorunda çünkü sabah erkenden işe gidiyoruz.. Pişirmek, ortalığı toparlamak vs. Gözümüzde büyüyor. Bir çözüm haftalık yemekler pişirmek. Bununla ilgili önerileriniz var mı? Arda Türkmen: Hafta sonu birkaç saatinizi ayırıp derin dondurucuda saklanabilecek yemekler pişirip onları saklayıp, haftanın her günü sofraya farklı bir yemek koymak mümkün. Ancak hafta sonunuzu yemek pişirerek geçireceksiniz bunu sağlayabilmek için. Onun yerine tüm hafta için düzenli bir yemek planı yaparsanız, yemek yapmak gözde o kadar da büyümeyecektir. Aynı zaman da artık evlerde sadece kadınlar değil erkekler de yemek yapıyor. Çünkü hem kadın hem de erkek çalışıyor. O yüzden de bir gün erkek bir gün kadın yemek yaparsa belki de bu yemek yapmaktan sıkılma hali eğlenceli bir hale dönüşebilir. Aktivist: Siz restoranınızın mutfağında israfı önlemek için ne gibi şeyler yapıyorsunuz? Arda Türkmen: Restoran mutfaklarında en önemli olan temellerden birisi şudur; Menünüze koyacağınız bir yemekte kullanacağınız ürün mutlaka birkaç farklı yemekte de olmalıdır. Örneğin; kuşkonmazlı risotto varsa menü de, kuşkonmaz aynı zamanda bir salatada belki bir pizzada veya bir güveçte bulunmalıdır. Aksi takdirde siz kuşkonmaz siparişi verir ve alırsınız ve o sebzeyi ancak risotto siparişi geldiğinde kullanabilirsiniz. Yani kuşkonmazlı risotto siparişi gelmezse 4-5 gün sonra hepsini çöpe atmak zorunda kalırsınız, bu restorana hem maddi olarak zarar verir hem de çok değerli bir sebzeyi çöpe atmış olursunuz. Arda Türkmen Aktivist okurları için 4 değişik tarif hazırladı. Daha fazla tarif için web sitesini ziyaret edebilirsiniz www.ardaninmutfagi.com/ izle-ve-pisir 73


Dolgulu Fırın Tavuk 3 demet maydanoz 2 diş sarımsak 1 limon 1 yemek kaşığı çam fıstığı 100 gr rendelenmiş taze eski kaşar 100 gram yağsız yoğurt 3 yemek kaşığı krema Tuz-taze karabiber 1,5 kg lık tavuk 1 yemek kaşığı zeytinyağı 1,5 çay kaşığı zencefil tozu Yapılışı Orta boy bir tavuğun içini iyice yıkayıp, kurulayın. Üzerini deniz tuzu ve iri çekilmiş değirmen karabiber ile iyice ovalayın. Bir limonun kabuğunu rendeleyin ve suyunu sıkın, Üzerine 4 kaşık zeytinyağı ilave edip bu karışımı da tavuğun her yerine sürün. Ayrı bir kapta 2 demet maydanozun

üzerine 1 çay bardağı krama, 1 çay bardağı yoğurt, tuz karabiber ve toz zencefili ilave edin ve iyice karıstırın. Bu harcı tavuğun içine doldurun ve açık yerleri kürdanla kapatın. 200 derece fırında 1 saat kadar pişirin. 15 dakikada bir süzülen suyu kaşıkla tekrar tavuğun üzerine verin. Pişen tavuğu taze kişniş doğrayarak servis edin

Kuru patlıcan dolması 30 adet kuru patlıcan iç harç 500 gr az yağlı kıyma 5 adet ezilmiş sarımsak 1 su bardağı yıkanmış pirinç ½ su bardağı ıslanmış bulgur 2 tepeleme yemek kaşığı domates salcası 1 tepeleme yemek kaşığı acı biber salcası 2 kaşık nar ekşisi 1 su bardağı haşlanmış nohut 1 corba kaşığı kadar

acı pul biber 1 tutam kimyon 1 dolu tutam kuru nane Aldığı kadar su Sos için 1 litre kaynamış su 2 kaşık domates salcası 4-5 kaşık ayçiçek yağı Üzeri için Süzme Yoğurt Taze nane Pul biber Tereyağ

Yapılışı * Patlıcanları kaynar suda 3-4 dakika kadar haşlayın, cok yumusamasın cok da diri kalmasın, hemen çıkartıp soğuk suya sokup pismesini durdurun * Bütün harç malzemesini bir kaba koyun ve iyice yoğurarak harmanlayın * Patlıcanların içini bu harçla doldurun ancak tam ağzına kadar doldurmayın, üzeri 1, 1 buçuk parmak boş kalacak şekilde doldurmaya özen gösterin * Tencereye ağızlari üst üste gelip birbirini kapatacak sekil-

74

Temmuz - Ağustos / 2014

de dısardan içeriye doğru dizin * Ayrı bir kapta sos kaynar suda domates salcasını eritin, dolmalarin üzerini kapatacak şekilde tencereye ekleyin. * Ayçiçek yağını da tencereye ekleyin, üzerine 1 tabağı ters kapatın ve 50- 60 dakika kadar kısı ateşte tencerenin ağzı kapalı şekilde pişirin * Bir tavada tereyagını eritin, köpüklenirken ateşten alın ve pul biberi ekleyin hafif karıştırın, Dolmaların üzerine önce yoğurt sonra ince kıyım nane ve en üste bu sosu dökerek servis edin.


Çökertme kebabı 1/2 kg. parça dana antrikot 4 adet kızartmalık orta boy patates (nişastayla bulanabilir çıtır olması için) 3 su bardağı yoğurt 5 diş sarmısak 1 tatlı kaşığı salça 1 adet domates 1 tatlı kaşığı tuz 4 yemek kaşığı sıvı yağ 1 yemek kaşığı zeytinyağ Etleri şerit halinde doğrayın.Bir tencerede sıvı yağı kızdırın ve etleri içine atarak kavurun. Etler yumuşayınca tuzunu ekleyip tencerenin altını kapatın. Bu arada patatesleri soyun , rendeleyin veya kibrit çöpü şeklinde doğrayın. Rendelediğiniz patatesleri yıkayın, iyice sıkın ve sıvı yağda nar gibi kızartın. Sarmısakları soyun ve dövün. Yoğurda katıp iyice karıştırın.Domatesi rendeleyin.Zeytinyağında çevirin.Bir tatlı kaşığı salçayıda ekleyin.Bir taşım çevirin. Bir servis tabağının en altına patatesleri yayın. Üstüne yoğurdu,onun üstüne de eti yerleştirin. Arzuya gore kuru nane ve pul biberle servis edin.

Şipşak mozaik pasta 250 gr tereyag 2 paket pötibör biskuvi 8-10 kaşık toz kakao 8 kasik pudra sekeri 2 yumurta 5-6 adet bergamut receli kabuğu 2 avuç içi portakal sekerlemesi 3 avuc iç antep fıstık * Bir tencerede 125 gram tereyağını eritin ve ateşten alın * Üzeri köpüklenirse köpüğünü ayırın * Bisküvileri unufak etmeyecek sekilde küçük küçük kırın * Diger tüm malze-

melerle birlikte tereyağına atın ve iyice karıştırın * Derin dondurucuya atacağınız kaba hışır kağıt serin * Karışımı içine boca edin ve iyice bastırın * hışır kağıdın kenarlarını da üzerine kapatip 2 elinizle iyice kalıbın şeklini verin * Üzerini kapatıp derin dondurucuda 1-2 saat bekletin * Canınız her çektiginde cıkartıp çözülmeden 2 porsiyon kesip kalanını derin dondurucuya atarak aksamlari tatli kriziniz geldiğinde alarm zillerini söndürün

75


rรถportaj 76

Temmuz - Aฤ ustos / 2014


insan

bedenindeki

bereket

Sperm ile Yumurta’nın Kavuşması

Bereket konulu bir yayın hazırlayıp, kadın ve erkeğin yarattığı bereketten bahsetmemek olur mu? 77


Kadıköy Şifa Ataşehir Hastanesi doktorlarından, Kadın Sağlığı ve Doğum uzmanı Op.Dr. Yasemin Yakut hem bir hekim hem de bir kadın olarak tüm samimiyeti ve meslek aşkıyla sorularımızı yanıtladı. Okuyacağınız röportaj, her zaman karşılaştığımız “Hamilelik ve Doğum” röportajlarından biraz farklı… Öyle ki “Anne ben nasıl doğdum” sorusu karşısında, aklınıza geldikçe mutlu olacağınızı düşündüğümüz şeyler anlattı Yasemin Hanım… Aktivist: Merhaba Yasemin Hanım, Bu sayımızda “bereket”i temel aldık. Tabii böyle bir konuda “sperm ve yumurta” ilişkisini irdelememek olmazdı. Kadın bedeni “doğurma” fonksiyonu ile donatılmış. Bu açıdan kadın anatomisi ne tür özellikler taşıyor? Op. Dr.Yasemin Yakut: Aslında kadın bedeni doğurma fonksiyonu ile donatılmış o kadar güzel bir ifade ki çünkü kadını birçok gözle görebiliyoruz, tarlada işçi, masa başında patron ya da cinsel obje olarak… Bir kadın hangi şapkayı takarsa öyle görünür. Doğurma fonksiyonuyla donatılmış denildiği zaman aslında çok ilahi bir şeyden bahsediyoruz. Doğurganlık ve üreme doğadaki en güzel şey, en saf şey, çoğalmadan başka bir şey. Kadın anatomisi Tanrının kadına verdiği bir lütuf gerçekten. Bir kere kadını öyle bir yaratmış ki, rahim denilen organı öyle bir yere koymuş ki onun içinde küçücük iki hücreden, iki tane mikro hücreden bir büyük hücre oluyor ve bizim gibi bir insan yavrusu oluşuyor. Rahim denilen yerin içi büyüyebiliyor ve o rahim büyürken de karın içinde rahimin büyümesine müsait bir yapı kurgulanmış. Doğurmak için bir yol var, sonra da onu beslemek için göğüslerden gelen süt var. Hakikaten bu böyle, kadına bu gözle bakarsak anatomik özelliklerinden dolayı bir ilah gibi görebiliriz. Fazla feminist gibi oldu ama değil, doğrusu bu. Erkeğe böyle bir fonksiyon vermemiş. Ve anne olduğunuzda, emzirdiğinizde kendi bedeninizin güzelliğini anlıyorsunuz. Dünyanın en güzel duygusu, göğüslerinden süt gelmesi ve o sütle bir bebeği beslemek. Doğum sancıları mesela, ne kadar ağır ne kadar büyük sancılar. Ağlıyor, acıdan bağırıyorsun… O kadar büyük bir sancı o kadar 78

Temmuz - Ağustos / 2014

güzel dengeli ve özel bir zamanlamayla gerçekleşiyor bitiyor ki… Ara vermeden o sancıyı çeksen herhalde çıldırırsın. Öyle zaman aralıklarında sancı geliyor ve sonra rahatlıyorsun ki... Aralarda gülüp şakalaşıyorsun.. Sonra bir daha başlıyor. Bir daha duruyor. Ve kadın bedeni bunu kaldırabilecek güç ve yetenekte. Aktivist: Doğum yapan her kadın, bir mucizenin de tam kalbinde yer aldığında hissediyor aslında. Ancak elbette, asıl mucize sperm ile yumurtanın buluşmasında... Ancak bu buluşma her zaman bir embriyo ile sonuçlanmıyor. Peki, embriyonun

yaratılması için, hangi koşullar gerekiyor? Op. Dr. Yasemin Yakut: Aslında embriyonun yaratılması için hakikaten yumurtayla ve spermin kalitesinin iyi olması gerekiyor. Onların iyilik haliyle iyi bir embriyo oluşuyor. Her siklusta, her ay kadın belli miktarda yumurtluyor. O yumurtadan bir tanesi dölleniyor milyonlarca sperm var ama o milyonlarca sperm ilişki esnasında semenin içerisine bırakılıyor. Yumurtalık kanalına kadar sperm gidiyor. Atılan Yumurta da, yumurta kanalının içinde ilerlerken; yumurta kanalı içinde birleşiyor, saniyeden milyonlarca kez kısa bir anda denk geliyorlar… Bir tanesi kanaldan geçiyor, o yumur-


tayla buluşuyor. Hangi sperm hangi yumurtaya denk gelecek bilinmiyor. En hızlı, en normal olan, en akıllı sperm, en iyi en akıllı en güzel yumurtayı yakalıyorJ Sperm o yumurtanın içine giriyor ve ondan sonra bölünerek çoğalıyorlar. Önce 2, sonra 4, sonra 8, 16, 32, 64 böyle katlanıyor. Yuvarlak, morula dediğimiz yumurta ile spermin buluşması her zaman ve daima yumurtalık kanalında oluyor.

Yumurtalık kanalında birleşiyorlar ve iniyorlar. Hem bölünüyor hem çoğalıyor hem de döne döne inerek, kavite dediğimiz rahimin içine oturuyorlar. Kavite dediğimiz yer armuta benzer. Armudun etli kısmı rahimin kas tabakası, içinde çekirdek olan kısım da bizim kavite dediğimiz yer. Adet olunca kanayan, gebeliğin olduğu, spiralin takıldığı yer. Yumurtalık kanalında spermle birlikte bileşip, o yolculuğu yapıyor ve buraya oturuyor. Ve adet olunca kanayan yer artık kanamıyor çünkü içinde kese var. Bir bakıyoruz, orada keseyi görüyoruz. Önce kese oluşuyor. O yuvarlak top gibi hücreler aslında bir çemberin çeperini oluşturacak şekilde bir dizi haline geliyorlar. İçi boş, su dolu bir kese. Bu gebelik kesesi oluyor. Bu kese oluştuğunda biz ultrasonda görüyoruz kesenin içinde de daha sonra embriyoyu görüyoruz. Aktivist: Üreme tüm canlıların ortak özelliklerinden biri. Aslında hepimiz büyük bir planın parçasıyızJ Bu konuda da biz kadınlar erkeklerden biraz rol çalıyoruz gibime de geliyorJ Bu sebeple bize erkek anatomisini de anlatabilir misiniz? Bir embriyonun meydana gelmesi için, spermin taşıması gereken özellikler var mıdır? Op. Dr. Yasemin Yakut: Evet, aslında erkek anatomisi çok beni konum değil ama erkekler de yine gerçekten bir mucizenin parçası. Vücudumuzda salgı yapan birçok bez var. Gözyaşı bezi, tükürük bezi, bu bezlerin işlevleriyse yine bir mucize. Tükürük salgılanmasaydı ağzımızın içi ıslak olma-

yacaktı ve biz konuşamayacaktık. Ya da sindirim yapamayacaktık. Semenin salgılandığı bezlere de bakınca, içinde sperm var. Spermin yaşadığı semenin de özelliği var. Aktivist: Döllenme ile kadın bedeninde ve metabolizmasında gerçekleşen değişiklerden bahsedebilir misiniz? Op. Dr. Yasemin Yakut: Aslında en sıkıntılı dönemi ilk 3 ay. Çünkü doğduğu andan itibaren vücudumuzda östrojen ve progesteron denilen bir hormon oluyorHamilelikte ve menopozda vücudumuzdaki hayatımızın uzun bir döneminde halim olan hormonların sıfırlandığını görüyoruz. Nasıl menopozda kadınları ateş basıyor, sıkıntı hali oluyor gebelikte de menopoz gibi östrojenden yoksun bir dönem başlıyor. Şişkinlik, sinirlilik, duygusal olarak alınganlık hali yapıyor. Östrojen aslında güzellik hormonu, gebelikle o ışık da gidiyor. BetaHCG denilen sadece gebelikte salgılanan bir hormon var, o salgılanmaya başlıyor. Bu hormon her gün iki katına çıkıyor. Vücudumuz için çok yabancı bir hormon da salgılanmaya başlayınca mide bulantıları kusmalar ve duygusallıklar başlıyor.

“Hani kutsal topraklar denir ya; dünya üzerinde yer alan ve kimsenin aklına getirmediği bir kutsal toprak aslında kadının rahmi. Ve erkek spermi gerçek bir tohum. Toprak ile tohumun bir araya gelmesi ve bir meyveyi meydana getirmesi nasılsa, sperm ile yumurtanın birleşerek bir tohum gibi rahime düşmesi de öyle bir şey.”

Ama herkes böyle mi yaşıyor? Hayır aslında metabolizmamızda fizyolojik olarak zor bir değişiklik oluyor ama gebelik duygusu o kadar güzel bir duygu ki insan umutla doluyor, bir ağacın yaprağının üzerindeki o güzel çiçek ya da çiçekten sonra çıkan küçücük bir meyve tomurcuğu… Onun planları yapılırken, kadınların büyük bir çoğunluğu vücudundaki değişikliği olumsuz olarak yaşamıyor ama daha az bir kısmında da maalesef hassasiyetler olabiliyor. Aktivist: Milyonlarca sperm hücresi, aynı şekilde yumurta hücreleri… Spermin kısacık ve macera dolu yolculuğu… Kusursuzca hazırlanmış bir ortam… Ama başarıyla sonuçlanan -istisnai durumları saymazsak- tek bir embriyo… Bedenin kendi bilincinde en mükemmel birleşimi, dolayısıyla ihtimali seçtiği ve olgunlaşmasına izin verdiği gibi bir varsayım mümkün mü? 79


80

Temmuz - AÄ&#x;ustos / 2014


Op. Dr. Yasemin Yakut: Kesinlikle. Her zaman… Her bebek, anne karnına düştüğü andan itibaren bizim için bir birey. Bu sonuç zaten mükemmeliyetten kaynaklanıyor. Doğacak olan bebek, bir mükemmel varlık. Eğer arada bir şekilde bir anomali varsa, doğa zaten bunu kendi kendine sonlandırıyor. Ama var olan bebek, olabileceklerin en kusursuzudur. Aktivist: Siz bir Kadın Doğum Uzmanısınız. Bütün bu olup biten fizyolojik olaylar içinde bilimle açıklanamayan, şaşırtıcı bir nokta var mı? Op. Dr. Yasemin Yakut: Tabii ki bütün bu süreç bana göre şaşırtıcı. Küçük bir hücreden bahsediyoruz, küçük bir hücre ile birleşiyor ve ben onu gebelik kesesi olarak görüyorum. Ne kadar, 1 cm bile değil! Doğada bir santimi düşün, bu siyah boşluk, etrafında bembeyaz bir çember, hare… Bu halden dokuz ay sonra eli, kolu, ayağı, parmakları, tırnakları gözü kirpiği, saçı her şeyi olan bir şey doğuyor. Ben onun progresive olarak gelişmesini görüyorum 9 ay boyunca. O minik fasulye tanesi gibi şey, git gide başkalaşıyor, büyüyor, ayrılıyor, gelişiyor, iç organları oluşuyor… Bütün bunların

olabilmesi nasıl bir mucize olmasın ki! Doğanın en güzel mucizesi. Sözün bittiği yer. Aktivist: Siz bir hekimsiniz ve belki binlerce gebelik takip ettiniz, kanıksadınız mı? Yoksa her seferinde heyecanlanıyor musunuz? Op. Dr. Yasemin Yakut: Kesinlikle her seferinde farklı bir heyecan yaşıyorum. Her bir doğum anında yaşadıklarım anlatılamaz. Çünkü dünyanın en temiz ve en saf şeyine ilk ben dokunuyorum. Ne kadar şanslıyım. Sanki bana farklı bir enerji veriyor, beni besliyor. Her birini kendi çocuğum gibi seviyorum, hissediyorum. Bazen doğum anı fotoğraflanabiliyor ya bazı fotoğraflar var, bir bakıyorum yüzümdeki ifadeye, o anda yaşadığım her şey orada görünüyor. Bebeğe olan saygı anneye olan saygı, doğaya olan saygı… Olayın mükemmeliyetine saygı… Ve elbette onu o şekilde, oradan canlı kusursuz çıkardığım için kendime olan saygı. Tabii bu saygının yanında, bütün olanlara dair duyduğum büyük sevgi ve korku! Hepsini yüzümde görebiliyorum. Ve bu duyguları, hepsini her doğumda yaşıyorum. (bir fotoğraf gösteriyor) İşte bu, “Her şey yolunda mı?” bakışı…

Aktivist: Döllenmiş yumurtadan, bölünme ile meydana gelen hücreler, daha sonra bütün bir bedenin neredeyse “atası” olacak diğer hücreleri meydana getiriyor. İnsan bedeni adeta bir fabrika gibi çalışıyor. Siz bu mucizeye her gün defalarca kez tanık oluyorsunuz. Kadın ve erkek aslında “bereketin” timsali olarak yeryüzünde bulunuyorlar. Peki, siz bir hekim olarak kadın ve erkeği nasıl tanımlarsınız? Op. Dr. Yasemin Yakut: Gerçekten çok güzel ifade etmişsiniz. Hani kutsal topraklar denir ya; dünya üzerinde yer alan ve kimsenin aklına getirmediği bir kutsal toprak aslında kadının rahmi. Ve erkek spermi gerçek bir tohum. Toprak ile tohumun bir araya gelmesi ve bir meyveyi meydana getirmesi nasılsa, sperm ile yumurtanın birleşerek bir tohum gibi rahime düşmesi de öyle bir şey. Tohumun filizlenip, büyümesinden ve bir insan yavrusu olmasından bahsediyoruz. Bugün bir bebeğe de dünyanın en değerli tomurcuğu desek yanlış olmaz sanırım. Ve tomurcuk büyüyor, sen oluyor, ben oluyor, biz oluyoruz… Sanırım bütün bunlar senin de dediğin gibi bir mucizevi bir bereketin timsali kadın ve erkeği ifade ediyor.

81


nde j: Ha

hun

Cey

rta

o Rรถp

rรถportaj 82

Temmuz - Aฤ ustos / 2014


la y ı r a l n ı d a k e v i t e k e r e b , ı k ş a

k n e i r n e â v ü r reng ir resim se

b

ber, bize o kadar er B an an C la de Lo anlattı ki… İnsaŞizofrengi Dergisi’n er yl da şe l ze an gü m ca ko n, rı yaza Onu hepimiz, eki özü, fikrindeki i ile deneme yazıla nd m ni is ri de r n nı ye ın ar n nl nevi’nde gözlü güzel kadı ve ruhun kabına 97 yılında Zed Yayı ğü 19 lü ür zg aö ng re a llu “Chikk aldığı aynalı, pu an Adomilli adıyla ratıcılığını düşünan ya C az ğm sı yo nı ta n e lana renk resimleriyl ismli kitabı yayım kez daha. Anlato” r o B bi ü rd rı dü la yı sa a okakt ruz. Geç tiğimiz an Berber, halen “S ş açısı ve serüveni, an kı C ba , rı i la in tık is nd ke de rgisin mızdan birinde şey için “ben bu r ltür Sanat Kent” de bi Kü gi an rh da he ız m ğı pa ne kültür sanat ka sanatlar üzerine de uşum” diyebitik ğm as do pl in iç eiş er “B , ta Hat ağırlamıştık. Şimdi zılarını sürdürüyor. yüreklendirecek ya i e es m rk he n rle zı ha yı ıni bask ket” konulu bir sa kka Boo, 2015’te ye hi C i. ld türden. ge a ız k. ca na la m yı ya larken, o yine aklım ha da sıyla bir arasın1994 - 1996 yılları

Kendimce bir disipline sahibim ve çalışmak beni cezbediyor. Çok çalışırım. Tutkulu ve azimliyim. Aktivist: Mühendislik eğitimi almış ancak meslek olarak sürdürmemişsiniz. Bunun yerine Londra’da sanat eğitimi almış, mütemadiyen de müze gezmişsiniz. Ressam olma fikri nasıl oluştu? Canan Berber: Okuldan mezun olunca mühendislik yapmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Beş sene sektörde çalıştıktan sonra yurtdışına gitmek ve bir süre yaşamak kararıyla son çalıştığım işyerimden ayrıldım. Resim çocukluğumdan beri süregelen bir uğraştı, hayatımda hep vardı ama baskın değildi. Londra’da sanatla iç içe olma fırsatı buldum ve galiba her işi bırakıp resimle yaşama düşüncesi o zamanlar doğmaya başladı. 83


Aktivist: Bütün çocuklar aslında ressamdır demişsiniz bir söyleşide. Hakikaten, bence de öyledir. Sonra zihinler bulanır. Ya yapamazsam girer işin içine. Siz küçük bir çocukken ressam olmayı hayal eder miydiniz? Ya da neydi çocukluk hayaliniz. Canan Berber: Çocukken her çocuk gibi ben de pek çok şey hayal ederdim ama içlerinde ressam olmak yoktu. Çünkü bu o zamanlar, şimdiki kadar yaygın bir konu değildi. Başarılı bir öğrenciydim. Çevremdekiler benim büyüyünce mimar, mühendis, doktor, avukat gibi mesleklerden birine sahip olmamı istediler. Çocukken yere yüzüstü uzanmış defterime resimler yaparken, dünyanın başka yerlerine gitmek, gezgin olmak gibi şeyler düşünürdüm. Aktivist: Yine bir başka röportajda demişsiniz ki gerçekleştiremediğim hayalim yok. Hırsla mı oldu bu tutkuyla mı yoksa sadece planlı ve disiplinli bir şekilde çalışarak mı? Canan Berber: Hayallerimin her zaman gerçeğe dönmesinde birçok etmen olabilir, bilemiyorum. Ressam olarak sanıldığı gibi fazlaca duygular, hislerle yaşayan biri değilim. Ben düşünceyi, düşünmeyi seviyorum ve gerçekçi biriyim. Kendimce bir disipline sahibim ve çalışmak beni cezbediyor. Çok çalışırım. Tutkulu ve azimliyim. Sanırım bunların neticesinde hayaller gerçekleşiyor. Şu an sahip olduklarım, bir zaman önce gözümü kapatıp canlandırdıklarımdır, sürekli gelişen, değişen, ilerleyen vizyonumdan farklı bir şey değildir. Aktivist: Resimleriniz kadar renkli misiniz? Canan Berber: Resimlerim demek, ben demek. İç dünyam hep çok renklidir ancak fazla dışa vurmam. Biraz mesafeli ve kendime dönük yaşamayı severim. Aktivist: Sanat algısı çok da gelişmemiş bir ülkeyiz. Sanat satmıyor pek. Devlet de destek vermiyor. Dolayısıyla sanatçılarımız çok ünlü olmadıkça yaptıkları işlerden para kazanamıyor ve yan işler yapmak zorunda kalıyor, sizde durum nasıl? Canan Berber: Sanatla ilgili iş yapan insanlar dünyanın her yerinde sanatla 84

Temmuz - Ağustos / 2014

para kazanmanın garantisi olmadığını bilirler. Ev yapan usta dizdiği her tuğla için para alır da müzik, tiyatro, resim, heykel yapan sanatçıların veya bir yazarın, şairin her üretiminin paraya çevrilmesi söz konusu değildir. Sanatçılar bu anlamda yalnız ve cesurdur, garantili bir iş arayışından uzak yaşarlar. Zor olmasına rağmen yine de birçok yaratıcı ruha sahip bireyin eskisinden daha çok sanata yöneldiğini gözlemliyorum. İşsizlik ve yoksulluk barındıran bir ülkede sanat tüketimi de haliyle yüksek olamaz. Sanat almak hem kültürle, hem de parayla ilgili. Bu ikisine birlikte sahip olmadan bir insanın resim alıp duvarına asması tabii ki mümkün değil. Diğer harcamaları kolaylıkla yapabilen ama resim alırken duraksayan kitle hep olacak ve resme para vermeyi fuzuli bilmeye devam edecek. Sanat lüks bir tüketimdir. Lüks bir çantayı, saati ya da koltuğu sorgulamadan alıp resim için harcamakta tereddüt eden, sağlam pazarlık yapan kitle var bir de ve çığ gibi büyüyor. Bunların bir şekilde resim satan aracılar, komisyoncular, bazı galericiler tarafından türetildiğini düşünüyorum. Aktivist: Siz resimleriyle para kazanan ve kısa bir zamanda da gayet güzel bir isim yaptınız. Bunu neye bağlıyorsunuz? Canan Berber: Ben kendime yüksek gelir sağlayabileceğim garantili bir mesleği terk ettim. Benim gibi birçok insan bunu

yapıyor, yine de ek işe gerek duymaksızın sanat yapabilen elbette çok az. Ben başından beri yaptığım resme, kendi resmime inandım, doğrusu bu yolda kimseyi bilmedim, görmedim, dinlemedim. Kendi tekniğime, kendi gözüme, kendi derdime sadık kaldım. Başladığımda resimden para kazanmak aklımın ucundan geçmedi. Yüklüce bir mirasım olsaydı tek bir resmimi satmazdım. Ne yaparsam yapayım, kendim için yapıyordum ve resim yapmama fazlaca anlam yüklemedim, bunun beni eğlendiren çocukça bir iş olduğunu düşündüm hep. Yaptığımı kendime beğendirmem benim için asıl olandı. Bu her zaman böyle. İçimde beni motive eden, yaratıcılığımı canlı tutan, resmi her şeyin ötesine koymamı sağlayan bir şey var, belki güçlü bir itki, bir tutku gibi bir şey ve beni her zaman iyi resim yapmaktan da öte bir değer yaratmaya motive etti. Bu yolda ilerliyorum. Başka bir işe mesai harcamadan resim yaparak yaşayabilmem, resimden para kazanmam elbette resimlerimin talep görmesiyle ilgili. Başından beri böyle süregeldi. Bu güçlü talebin temelinde insanların işlerimi edinmek istemelerini tetikleyen şeyin, yaptığım işlerin özgün oluşu, var olduğum coğrafyaya, yaşadığım kültüre dokunan etnik tatlar içerişi, rengin parıldayan cazibesi ve resimlerimin, bakanların ruhlarını zarifçe gülümsetmesi diye düşünüyorum.


85


86

Temmuz - AÄ&#x;ustos / 2014


Aktivist: Resimleri pullarla aynalarla boncuklarla süslemek nereden çıktı? Canan Berber: Farklı malzemeleri resmime yakıştırıyorum. Resim yapan fırçayı tutan parmaklarım, heykel, fresk, mozaik vs hepsini benzer yolla çalışabilir. Resim yaparken bende sadece resmimi yapmak değil, herhangi bir sanatsal iş için çalışma, yaratma dürtüsü hakim. Bundan kaynaklanan bir tavrım var ve başından beri kalın tabakalar halinde boya kullanmaya, ayna, kristal taş, varak ya da metal gibi malzemeleri resmime katmaya yöneldim. Tuvalin, boyanın düzlüğünü, duvarda dört köşe bir resmin biçimsel, hacimsel o beni usandıran ezeli tekdüzeliğini bozmayı, mümkün oldukça farklı boyut ve ışıltı ile dönüştürmeyi, tuvalin üstünde sürprizler yakalamayı seviyorum. Aktivist: Nazra Una Mirada gibi fantastik. Naira, Almila, Dilşikar gibi Osmanlı, Emarald gibi Fransız, Buhuru Meryem gibi Anadolu kızlarının yani resimlerin isimlerinin özel bir nedeni var mı? Nereden geliyor bu isimler? Canan Berber: Resimlerimdeki kadınlar rengarenk, canlı ve eski zaman kadınları belki. Ben onların çoğunlukla büyürken etkilendiğim Hitit kültüründen, ya da eski Anadolu uygarlıklarından kızlar, gelinler, tanrıçalar olduklarını düşündüm. Bunun yanı sıra kimi zaman onların Türkmen, Yörük, İskit, belki Maya, Aztek, Inka kadınından ya da eski Tibet’ten, Kaşmir’den, Altaylar’dan, İran’dan, bir Afrika kabilesinin kadınından ruhlar taşıdığını da gördüm. Kadına şimdi görmediği önem, hak ettiği değer, tarih öncesi toplumlarda verildi, kadın el üstünde tutuldu. Becerisi, zekası, bereketli doğası tanrıça mertebesinde değerlendirildi. Tarihin en eski tanrıları, tanrıçalardır. Babil’de İştar, Anadolu’da Kibele, Mısır’da İsis... Benim kadınlarımın hepsi tarihteki ana tanrıça

tuvalin

üstünde sürprizler yakalamayı seviyorum

kültünden varyetif ruhlar taşır. Aktivist: Resimlerinizle ilgili fikir aldığınız kişiler var mı? Canan Berber: Bu resim oldu demem için kim ne derse desin kendimin ikna olması gerek. Yine de yanımdakilere sormadan edemem, bana yakın kişilerin, sevdiklerimin fikrini almak isterim. Canan buna sakın dokunma çok güzel olmuş, deseler de onları dinlemediğim çok olur. Aktivist: O klasik soruyu size de soralım. Sanat ne için? Toplum, sanat, kainat? Canan Berber: Sanat insan için bir ihtiyaçtır ve tabii ki insan içindir. Sanat üretmek de tüketmek de entelektüel beynin yüksek faaliyetidir. Yemek, içmek, maddesel refahtan faydalanmak gibi ihtiyaçların ilkel doğamıza güçlü bir şekilde hükmettiği bu dünyada sanata yer açmak duygusal ve düşünsel incelik arz eder. Aktivist: Hep kadınların narın ressamı deniyor size ama ben içinde çok daha fazla şey görüyorum, bir sürü masal, bir sürü hikâye bir sürü başka dünyalar görüyorum, bu size sınırlama gibi geliyor mu hep narın kadının ressamı diye anılmak? Canan Berber: Resim serüvenimde dönem dönem nü’den naturmorta,

portreden manzaraya, bazen de soyut, farklı farklı resimler yaptım. Bu yolda yürürken, kadınlarıma ve elmalarım, narlarıma gelince durdum. Çünkü çok bana aitlerdi ve insanları olduğu gibi beni de çektiler. Belki çoğu benim Hitit kızlarıyla resme başladığımı zannedebilir. Öncesinde bir ömür, kadınlarla narların olmadığı pek çok resmim, sergim var. Bu yolculuk devam ediyor ve ben nereye yürür, neler yaparım, insanların nezdinde nelerin ressamı olurum, bilmiyorum. Takipçilerimin benim için “kadın ve narın ressamı” deyişi yarın değişip başka bir şey olur. Bu tür yargılar normal ve anlaşılır ancak beni etkilediği pek söylenemez. Kendimi bir ressam olarak hiçbir zaman kategorize etmedim. Hatta kendimi ressam olarak bile sınıflandırmaktan hoşlanmıyorum. Kreatif bir kişiliğim. Sevdiğim işi yapıyorum. Dünyanın, evrenin, resim gibi engin, sayısız başka değerleri ve dertleri olduğunu bilerek resim yapıyorum. Tek bildiğim, sonsuz düşleme ve düşünme özgürlüğüne sahibim. İstemediğim bir resmi yapmam mümkün değil. Benden beklenilen resimleri yapmak da öyle. Bir ressam kendine dokunan temaları ele alır. Bu tek bir çizgi de olabilir, sayısız çeşitlilik de gösterebilir. Ressam için tek bir temayı renk ve malzeme çeşitliliğiyle sayısız varyetede çalışmak mümkündür. Bu sıkıcı değildir tam tersi heyecan verir ve tuvalde her anlamda derinleşmenizi sağlar. İlkinde sürmek isteyip de cesaret edemediğiniz bir boyayı diğerinde kullanabilirsiniz. İlkinde silmek isteyip vazgeçemediğiniz bir detayı diğerine almazsınız. Bu böyle böyle devam eder. Deney içerir, oyun gibi. Sonunda sadeleşmiş, renklerde, çizgilerde dorukta bir ahenk yakalamış, teknik problemlerinizi azaltmış ya da aşmış, kendi derdinizi anlamış olarak, iyi bir yerde bulursunuz kendinizi. Çünkü 87


Resim, ressamın özenle seçtiği, estetik anlatımlı bir düşünceden başka nedir ki! resim düşünceyle başlar ve ilerler. Her resim tuvale yüklenmiş bir düşüncedir. Bir tuvalin üzerindeki çizgiler, renkler, ışık, gölge, yani o resim dediğimiz şey, yaparken boğuştuğumuz düşüncelerdir. Resim, ressamın özenle seçtiği, estetik anlatımlı bir düşünceden başka nedir ki! Aktivist: Etkilendiğiniz, takip ettiğiniz ressamlar var mı? Canan Berber: Resimle ilgili merak ettiğim her konuda bilgilenme olanağım oldu. Dünyadaki ünlü ressamların pek çok eserini dünya müzelerinde görüp inceledim. Birçok esere aşık oldum, kıskandım. İnsanlar resimlerimde kimi zaman Klee, Klimt, Modigliani, Chagall, Bedri Rahmi, Nuri İyem gibi ressamlara ait tatlar, ögeler gördüklerini söylüyorlar. Hepsi de çok sevdiğim ressamlar. Herhangi birinin takipçisi olmak benim için çok kolay bir yol iken kendi resmimi yapmayı seçtim. Takipçi değil de bir avangart olduğumu düşünüyorum ve kendi söyleyecek sözüm olduğunu başından beri biliyorum. İnsanların eserlerimi sevip alması, değer vermesi belki sözlerimin şimdiden anlaşılmakta olduğuna delalet ediyordur, bilemiyorum. Öyle bir iş yapıyorum ki görenler beni anlamadan, bilmeden sevebilirler. Bu bir talihsizlik ya da şans olabilir. Aktivist: Resimlerinizin, insanların evlerinde olduğunu bilmek nasıl bir duygu? Canan Berber: Çok güzel bir duygu. Çoktan resim tarihine geçmiş çağdaşlarla bir duvara asılmak gurur verici. Bunun yanısıra sadece koleksiyoner değil kimin evinde olursam olayım, bu beni gerçekten de çok mutlu ediyor. 88

Temmuz - Ağustos / 2014

Aktivist: Hitit kızları diyorlar bu renkli kızlara nereden çıktı hitit kızları, nasıl başladı Canan Berber: “Hitit gelinleri” kızlarıma kendi verdiğim bir isim. Merzifonluyum, Hitit’in merkezi olan Boğazköy’ün 60 km uzağında doğdum ve bir şekilde beslendiğim kültürde Hatti diyarının, Anadolu’dan geçmiş görkemli antik medeniyetlerin etkisi var. Bir tuvale bir kadın figürü çizip elbisesinin karın kısmına büyük kırmızı bir nar, başına da William Tell’deki gibi bir elma boyadım ve yapmaya çalıştığım kızın kendimce, tarih öncesine ait sıra dışı bir Hitit kadını/gelini ya da tanrıçası olduğunu düşündüm. Tarihi araştırmayı ve bilgilenmeyi çok seviyorum. Kızlara verdiğim Nazra, Almıla vb gibi isimlerin birçoğu eski Türker’de kullanılmış isimler. Perslerde ve Osmanlı’da kullanılan isimlerle birlikte bazı Hitit kraliçelerinin adları da kullandığım isimler arasında. Tatavanna gibi, Puduhepa gibi. Resim bitince her birinin birer adı olduğunu düşünüyorum ve o adın ne olduğunu bulmak için araştırıyorum. Bu kızların hepsinin farklı hikâyesi var elbet, baktığınızda size anlatır umarım. Aktivist: Eserleriniz yoğun bir şekilde telifsiz olarak çoğaltılıyor, taklitleri yapılıyor… Canan Berber: Bu çok üzücü bir durum. Kendi taklitlerim ve çoğaltmalarımla karşılaştığım zaman artık çaresizlik hissediyorum. Ben avukatımla birlikte kendimce mücadele ediyorum ama bu konuda ciddi bir yasal destek olmaksızın bunu yapan kişileri durdurmanız zor. Diğerlerinin bir eseri telifsiz ve izinsiz kullanma hakkının asla olmadığı, bu suçun suç kabul edildiği bir dünyada ama neredeyse hak görüldüğü ülkemde resim yapıyor, sanal yolla ya da reel olarak sergiliyorum, binlerce insana ulaşıyor.

Bazen işlerimi çok sevdiği için, hevesle kendi duvarına yapmak isteyenlere rastlıyorum. Çok sevdikleri için sanırım buna hakları olduğunu da düşünüyorlar. Benim için, verdiği olumsuz duygu bakımından bir tane ya da bin tane çoğaltılmak fark etmiyor. Ne sebeple olursa olsun başkaları tarafından kopya edilip üretilmeye benim hoşgörüm de iznim de yok. Kendisine ait en kötü resmin en iyi kopyadan daha kıymetli olduğunu çok iyi anlaması gereken bir çeşit “sanatsever” ama ressam bir kitle var ülkemizde. Bu saygının ve bilincin yerleşmesi, yasal düzenlemelerin oluşması, gerçek yaptırımların uygulanması en büyük dileğim. Aktivist: Hem otantik büyülü buğulu bir yanı var bu resimlerin hem de gayet modern. Hepsi çok gizemli aynı zamanda… Canan Berber: İlgimi çeken birçok şeyin içinde gizemcilik de var. Agnostik yazarları, filozofları okumayı seviyorum. Zihinsel olarak bir konuya odaklanıp orada kalmak, bir şeyci olmak, dünyaya oradan bakmak bana göre değil. Mesela okulda iyi öğrendiğim fizik ama o cahili olduğum metafizik benim için eşit değerler taşır. Hepsi bu dünyanın zekasının ürünleri, kavramları ve bu sebeple bir anlam içerir. Madde ve antimaddeye olan ilgim belki bu yaşamın gizemlerine olan, belki de bilime olan merakımla ilgili ve ben öğrenmeyi de merakı da seviyorum. Neyi düşünmek istediğinizi seçersiniz. Resim yaparken vaktim çok, ben de zihnimi pek çok şeyi düşünmeye açıyorum. Çoğu zaman öğrendiklerimi takip etmek yerine risk alıp bilmediğimin peşinden gitmeyi seçiyorum ve bu yaşamda bir şeyci değilim. Olsa olsa renkçiyim.


89


zengin olmak, bolluk,

spiritüalite

bereket, yargı, algı,

uş oğm om d y .A rk.c an C aguatu Osm can@b an osm

gerçeklik

Hayatımızdaki bereket, bolluk, zenginlik çok yönlü etkenlerden dolayı değişim gösterir. Bu etkenler ailemizden getirdiğimiz his durumu, hayata bakış açımız gerçekte ne istediğimiz ve tabii hayat döngümüzdeki dönemler. Bunlardan kısa kısa bahsetmek istiyorum. Ailemizden getirdiğimiz his durumu İnsanlar büyüdükleri ortamdaki his durumunu hayatlarında farklı açılardan taşır ve bunu yaşarlar. Bazıları o his durumunun tamamen içine girip, o hissi yaratan yaşama dönüşür. Bazısı aileleri gibi olmak istemese bile çocukluklarında yaşadıkları hisleri farklı bir yaşam tarzında devam ettirirler. Bu açıdan ilk önce yaşadığımız ortamın, çevremizin, ilişkilerimizin ve her şeyin bizde yarattığı hislere bakmalıyız. Bizi bloke eden, kısıtlayan, zorlayan hisleri algıladıktan sonra o hisleri dönüştürecek elementleri, insanları, eşyaları, renkleri, etkinlikleri hayatımıza sokmalıyız. Aynı zamanda bizi engelleyen hisleri yaratan durumları hayatımızdan çıkarmalıyız.

Para Algımız Elbette mutluluk, maddi konumumuzun ne kadar yüksek seviyeye çıktığıyla değil içsel 90

Temmuz - Ağustos / 2014

durumumuzun ne kadar yüksek seviyeye çıktığıyla ölçülür. Tabii mutluluk para ile elde edilmez diyemeyiz çünkü buda bir yargı, para ile de mutlu olunurJ Para elinin kiridir... Bütün zenginler mutsuz... Çok para çok dert... Büyük başın derdi büyük olur… böyle ifadeler, insanların yüksek maddi konumlara gelmelerini engeller. Yargı denilen şey insanı olduğu yere çiviler ve zincirlerle takılı bırakır bu nedenle, ne düşündüğünüze, ne söylediğinize dikkat edin. Algı ve his olarak kendinizi ne kadar sınırsız ve geniş hissederseniz o kadar rahatlık, kolaylık, bolluk ve bereket içinde olursunuz. His olarak nasıl hissetmemiz gerekiyor? Geniş, sınırsız, büyük, kalıpsız hissetmelisiniz. Sizi neşelendirecek, mutlu, keyifli yapacak içsel aktivasyonları gerçekleştirmelisiniz.

Para sizin his durumunuzdur İçsel his durumlarını hayatınızdaki pek çok şeye bağlayabilirsiniz ama bu gerçekte sadece bir illüzyondur. Gerçek olan şudur ki, sizin içsel durumunuz sizde başlar ve sizde biter. Her gün yapılan yürüyüş, dinlenilen keyifli müzikler, renkli dekorasyon ve kıyafet tercihleri, sevdiklerinizle olmak, sizi mutlu edecek etkinlikler bulmak için paraya ihtiyacınız yok. Para sadece gelir. Para bir araçtır. Para bir enerjidir. Para sizin his durumunuzdur. Para algıdır. Para sevgidir. Zengin olmak için parayı biriktirmeyi sevmelisiniz. Para beslenilen bir enerji çeşididir. Para yatırım yapmak için vardır. Para çoğaltılabilir. Az para kazanıyorsanız damlaya damlaya göl olur lafını bilmeli ve daha çok kazanabileceğinizi, bunun mümkün olduğunu bilmelisiniz.


Hayata Bakışımız ve Gerçekte ne istediğimiz Çoğu insan zengin olmak istediğini söyler ama gerçekte istemez. Sorumluluktan kaçar, ailesi ve çevresi ile arasında oluşacak olan farklılıktan dolayı istemez. Zenginlik ile ilgili sadece lüks yaşamı düşünür ama kendini oraya da ait hissetmez çünkü yargıları ve üstünde başkalarından yansımalar vardır. Bazı insanlar evlenmek istiyorum der ama asla istemez çünkü annesinden ya da babasından ayrılmak istemez. Yahut özgürlüğünü kaybedeceğini veya ailesi gibi bir evliliği olacağını düşünür. Bunlar gibi birçok farklı versiyonlarda bilinçaltında olan sistemler vardır. Bunlar öyle kalıplaşmış, öyle kendilerini gizlemiş sistemlerdir ki, kişinin hayatını yönetir ve kişi bunu kabul etmez. Algılamak istemez çünkü bir insanın kendisi ile kendi gerçekliği ile yüzleşmesi çok zor bir şeydir.

Hayat Döngüleri Hayatımızın içinde farklı döngüler vardır. Vedik astrolojide bunlara maha dashalar denir bunları mutlaka öğrenmenizi ve bunlarla ilgili farkındalık sahibi olmanızı çok tavsiye ediyorum. Bunların dışında numerolojik döngüler var gerçek bir uzmanla bu döngüleri incelemek sizin için de şaşırtıcı olacaktır. Tabii bir de hayatımızda, bizim kendimiz için kafamızda kodladığımız döngüler de varJ. Kararlarımız, planlarımız ve geleceğe dönük hedeflerimizi kurgularken, bilmeden ne çok engeli de varsayar, olacak olanı bile öte bir tarihe atarız; hiç düşündünüz mü? :)

noktaları ile yazın. ü Bu çalışmayı birkaç ay yaptıktan sonra en baştan okuyun inceleyin, algılayın kendi yargılarınızı, olayların akışını, bağlantısını ve size öğrettiklerini kendi bilinçaltınızdakileri görün…

Mekânlarınızın Size Verdiği Etkileri Değiştirin ü Her şeyde bir düzen, tertip yaratın ü Eviniz, ofisiniz kısaca ortamınız daima temiz olsun ü Kullanmadığınız eşyaları evlerinizde tutmayın. ü Ferah bir ortam kurun ü Canlı ve dinamik renkler kullanın. ü Evde kullandığınız eşya, resim, tablo ve heykellerde yarımlık duygusu veren kesik imajlar ya da olumsuz duygular olmamalı. Mesela kolu ya da bacağı olmayan heykeller ya da sadece kafa heykelleri bilinçaltınıza olumsuz mesajlar iletir. ü Sizi mutlu eden müzikler dinleyin. ü Okuduğunuz kitaplar ve seyrettiğiniz filmlerin bilinçaltınıza olan etkisine dikkat edin.

Ruhsal Onarımlar ü Geçmişiniz de ki veya çevrenizdeki insanları affedin. ü Küs olduklarınızla barışın.

Zihinsel ve Ruhsal Blokajlarınızdan Özgürleşin ü Yanınızda ufak bir defter bulundurun, her saat başı aklınızdan geçen düşünceleri yazın. ü Rüya defteriniz olsun. Her sabah kalkar kalmaz rüyalarınızı yazın tarihi ile beraber ve eğer geçmişte sizi etkileyen, hala hatırladığınız rüyalarınız varsa onları da yazın.

ü Borçlarınızı ödeyin. ü Yaptığınız haksızlıkları telafi edin. ü İnsanlara yardım edin. ü Sevgi ile yaklaşın. ü Kucaklaşın, sevgi gösterin.

ü Günlük tutun. ü Bütün hayat hikâyenizi başından bugüne dek, sizin için önemli olan

bir sonraki sayıda… arınma… yaratım… enerjiyi yükseltme… 91


Teknoloji

teknolojinin ası üny

lar D haz i C oy sel Kişi Ürers net r . y e Alp urerso @ r alpe

tasarruf hali

Dört bir yanımız teknoloji ürünleriyle dolu. Sadece kendileri de değil. Enerji kabloları, şarj üniteleri, bağlantı kabloları, taşıyıcı standlar, daha fazla kablo… Herkes bilir. Stand-by yani bekleme modunda çalışan cihazların harcadıkları enerji korkunç büyüklükte olabilir. Kimi firmalar bunu dert edinip geliştirecek çözümler üretirken kiminin umurunda bile olmaz. Dünya devlerinden birinin yakın zamanda ürettiği, henüz Türkiye’de satılmayan, televizyona bağlanarak çalışan bir cihazın çok ısındığını fark edince açma-kapama düğmesinin neden olmadığını sorgulamıştım. Dayanamayıp üretildiği ülkedeki merkezine bir şikâyet e-postası göndermiş ve özetle şu yanıtı almıştım:

“Bir yılda harcadığı enerji 60 Watt bir ampulün 1 saatte harcadığı enerjiye eşittir ve göz ardı edilebilir” Peki, göz ardı etmeyip açma-kapama tuşu koysaydınız daha iyi olmaz mıydı?

Peki, bu teknoloji denen şey hiç mi tasarruf ettirmez? Ettirenleri de var elbette. Kimi elektrik ve su kimi yer ve zamandan tasarruf ettiren değişik yenilikleri derledim bu ay sizlere. Kim bilir belki biri sizin içindir. 92

Temmuz - Ağustos / 2014

“Yatak odanızın ışığı yine neden açık kalmış? Evde elektrik santrali işletiyoruz da haberim mi yok?”

Floor Plan Light Switch Bu durum hangi evde yaşanmıyor ki. Kimi binalarda hareket sensorleri ile kısmen bu sorun çözülmüş durumda. Ancak bu çözümün özellikle sık hareket edilmeyen yerlerde kullanıldığında biraz sinir bozucu olduğu bir gerçek. Taewon Hwang bizlere başka bir çözüm daha sunuyor: Floor Plan Light Switch. Bu sistemle artık hangi odanın aydınlatmasının açık kaldığını kumanda panelinden görebilir ve hatta o odaya gitmeden kapatabilirsiniz.

Eco Cleaner ile deterjansız bulaşık Tabaklarınızın hiç olmadığı kadar temiz olacağını düşünün. Eco Cleaner, içine dizdiğiniz tabakları ultrasonik ses dalgalarıyla temizliyor. Üstelik faydası sadece deterjan kullanımını ortadan kaldırmasıyla da sınırlı değil. Tabaklardaki yemek artıklarını işlemden geçirip doğal gübreye dönüştürüyor. Bir taşla iki kuş.


Sony HTX-T1 2.1 Sound Bar (Built in subwoofer)

Sony Eclipse

Yerden tasarruf etmek için mükemmel çözümlerden biri daha. Televizyonun altına yerleştireceğiniz 170 W maksimum çıkış gücüne sahip bu cihaz, içinde S-Force PRO Front Surround teknolojisine sahip hoparlörler ve subwoofer barındırıyor. Ses kalitesi çok etkileyici. 3 HDMI girişi, 1 HDMI çıkışı, Optik ses girişi olması onu diğerlerinden daha öne çıkartıyor. Bluetooth ve NFC destekliyor olması sayesinde tüm mobil cihazlar ile uyum gösterebilecek şekilde tasarlanmış. Sadece yer tasarrufu sağlamakla kalmıyor. Sizi onlarca bağlantı kablosu kullanmaktan da kurtarıyor.

Bütün gün müzik dinlemekten zevk alanlar için şimdi elektrik tasarrufu zamanı. Hoang M Nguyen ve Anh Nguyen tarafından tasarlanan Sony Eclipse, basit bir şekilde cama takılabiliyor. Hatta tutturuluyor demek daha doğru. Ön yüzü medya player arka yüzü ise güneş enerjisi panellerinden oluşan bu harika tasarım kendi enerjisiyle çalışabiliyor.

Document Extractor – Combi Monitor Onca elektronik arasında boğulmadan yaşamak için yerden tasarruf etmek hepimizin or-

tak derdi. Bu nedenle hepsi bir arada cihazlar oldukça popüler. Multi-Touch destekli dokunmatik monitör, yazıcı ve tarayıcı özelliklerini içinde barındıran Document Extarctor-Combi Monitöre bayılacaksınız.

Q Alarm clock - Uyanmak artık zorunlu Alarmımızı tek tuşla erteleyip uykuya daldığımızda sonuçlarına da katlanmak zorunda kalıyoruz. Ancak eğer böyle bir alarmlı saatiniz varsa işler değişir. iQ Alarmlı clock’da alarmı ertlemenin tek yolu var o da saatin sorduğu soruya doğru cevabı vermek. 93


Green Smart Glass Şaşırtıcı bir yenilik daha. Resimde gördüğünüz bardak herhangi bir sıcak içecek bardağı değil. Bu bardak, içine konulan kaynama derecesindeki içeceğin sıcaklığını saniyeler içinde içilebilir seviyeye indiriyor. Bitmedi. İçeceğinizi soğuturken açığa çıkan ısıyı ise daha sonrası için saklıyor. Sakladığı ısıyı bardağınızı soğutmamak için yavaş yavaş kullanıyor.

WAT Lamp Çiçekleri sularken gece lambanızı da sakın unutmayın. Çünkü bu lamba suyla çalışıyor. İçindeki su ile kombine çalışabilen hidro-elektrik pil elektro-kimyasal reaksiyon ile ışığın yanmasını sağlıyor.

1limit Faucet Eğer su tüketimini azaltmada Water-Meter işe yaramazsa bir de bunu deneyin. Tek seferde en fazla 1 litre su akıtan bu musluğu kullanırken her bir damlanın önemini anlayacaksınız.

Water Meter Kullandığınız miktarı dijital olarak göstererek su kullanırken suçluluk duymanızı sağlayacak bir musluk kullanıyor olsanız su tüketiminiz azalır mıydı acaba?

94

Temmuz - Ağustos / 2014



güncel ar Bay

Yacouba Sawadogo

Elif

“Eğer kendi köşenize çekilirseniz, bildiklerinizin insanlığa hiçbir faydası olmaz”

96

Temmuz - Ağustos / 2014


Bereket insanlık tarihinin en başından bugüne gelen bir miras bana göre. Konu bereket olunca, sürekli kadınlardan bahseden biri olarak kadınlarla ilgili bir yazı yazmak geçti aklımdan. Ne de olsa toprak ve kadın arasında kurulan bereket ilişkisi binlerce yıldır pek çok kültüre hayat vermiştir. Tarım yaşamına geçen toplumlardan kalan arkeolojik verilerde bile bereketle ilişkili geniş kalçalı kadın figürinleri* oldukça fazladır. Böyle bir durumda bereketi anlatacak en iyi konu kadın olmalı diye düşünmüştüm. Ancak bu yazı, bir erkekle alakalı olacak. İnsanın sadece yıkım getirmediğinin kanıtı olan bir erkeği anlatacak. Doğayı öldüren insanın bıraktığı çölden tekrar yaşam çıkartan bir insanı ve onun mucize gibi yeteneğini. Bu yazı Yacouba Sawadogo hakkında olacak ve aslında insanın neler başarabileceği hakkında. Bilmeyenler için Afrika’da yaşanan kuraklıkla başlamak en doğrusu olacak. 1970’lerde bereketi ve yaşam verme gücüyle insanlığın dünyaya yayıldığı düşünülen ve bu yüzden “Ana” olarak bilinen kıta Afrika’da insan etkisi ile gerçekleşen tarihin en acı çevre felaketi yaşandı. Etkisi bugün bile Afrika ülkelerinde kendini gösteren bu kuraklık, yüzbinlerce insanın ölümüne, milyonlarca hayvanın telef olmasına sebep oldu. Üstelik bu başlangıçtı. Aşırı otlatma, aşırı nüfus ve aşırı tarım nedeniyle, kurak iklim ve yağışlı iklimin kesiştiği Sahel bölgesi bitmek bilmeyen kuraklığa mahkûm oldu. Çöl giderek iç bölgelere doğru yayıldı. Doğa yavaş yavaş ölürken üzerinde yaşayan bütün canlılar, canlılara hayat veren su kaynakları da bundan şiddetle etkilendi. Bütün dünya bu felaketi eli

kolu bağlı izlerken ve modern yaşam bu duruma hiçbir çare bulamazken insan eliyle oluşmuş bu felaketin karşısında bir kişi büyük bir fedakârlıkla direndi: Yacouba Sawadogo!

Bolluk bize dünyanın mirası! Burkina Faso, dünyanın en fakir ülkelerinden birisi. Çölleşmenin en çok etkilediği ülkelerden, Nijer, Sudan, Mali, Nijerya gibi. Anlamı “Onurlu İnsanlar Ülkesi” demek olan Burkina Faso’da yaşayan Yacouba Sawadogo, doğaya yaptıkları yüzünden yerlerde sürünen insanlık onurunu kurtaran kişi olarak tarihe geçti. . Yacouba Sawadogo, son yıllarda tanınmış olmasına rağmen aslında 1980’lerden beri çölleşme ile mücadele ediyor. Çölleşme ile durmak bilmez mücadelesinde ise sadece geleneksel yöntemler kullanıyor. Afrika’da çok eskiden beri süregelen bir teknik olan “Zai” tekniği, başarısının sırrı. Basitçe anlatmak gerekirse, kuraklıktan neredeyse betonlaşmış olan toprağa büyük bir çukur açılıp içine bitki artıkları ve gübreden oluşan bir karışım yerleştiriliyor; daha sonra bölgenin şartlarına uygun tohumlar konarak çukur kapatılıyor. Üstüne kapatılan toprakta küçük delikler açılıyor ve bu delikler yağmurlu mevsimde yağan yağmur suyunu tutarak içerideki tohumun canlanmasını sağlıyor. İçerideki bitki artıkları ve gübreler de uzun yıllardır süren çölleşme sebebiyle topraktaki besin yetersizliğini önlüyor. Burada önemli olan çukurun kurak mevsimde açılması ve açılan çukurlara tek çeşit tohum konmaması. Bu kadar basit ve ilkel bir yöntem uygulayan Yacouba Sawadogo başlarda bu çabası ile dalga konusu olmuş

ve pek de destek görmemiş. Ancak çabasından vazgeçmemiş. Yaklaşık 120 hektarlık alanı tekrar canlandırmayı başarınca Yacouba Sawadogo hakkında bir belgesel * yapılmış. Bilim çevreleri hala bu olaya şaşadursun çevre köylerden gelenler bu tekniği öğrenerek başka yerlerde de uygulamaya başlamış. Sınırsız ve sonsuz tüketimde, etrafımıza ne kadar zarar verdiğimizi hiç düşünmediğimiz zamanlarda sarsıcı bir tokat gibi yüzümüze vurup, yaşamlarımızı sorgulatan bu adam başka bir yaşamın mümkün olduğunu gösteren bir bilge. Öğretilerini birilerine kabul ettirme derdine düşmeden, günü kurtaracak çıkarlarını tatmin etme derdinde olmayan Sawadogo insanın sadece yıkımdan ve tüketimden ibaret olmadığını bize gösterdi. Bolluk bize dünyanın mirası! Dengeyi korumak ve başka yaşamlara saygı duymak ise sahip olduğumuz tek sorumluluk. Bu nedenle bu sayının konusu bereket, bolluk iken yaşayan en bilge adamı, bolluk ve bereket getirmenin aslında çok da zor olmadığını gösteren “insan”dan bahsetmemek olmazdı. Şimdi Afrika’da büyük bir direniş var. Köylerden koşarak gelen insanlar yaşanan bu felaketin telafisi için, doğaya duydukları özür borcu için Yacouba Sawadogo’dan geleneksel tarım pratiklerini öğreniyorlar. Çözüm basit, Gandhi’nin de dediği gibi “Sade yaşa ki başkaları da var olabilsin.” *Antik döneme ait, kilden veya taştan yapılmış, insan veya hayvan biçiminde heykelcikler. * Belgesele buradan ulaşabilirsiniz 97


yaşam maratonunda

finans

kendi önünüzden

oğu ikol z s P a om Par n Ayva andex.c a y Hak .ayvaz@ n haka

çekilin

Sabah Erken Kalkanın Bereketi Bol Olur… Bereket ile ilgili inanç kalıplarımızı ifade eden ve günlük hayatta bolca kullandığımız sözler vardır. Allah bereket versin. Nerede hareket, orada bereket… Sabah erken kalkanın bereketi bol olur… Ömrüne bereket deriz mesela.

Bereket ile ilgili inançlarımız, yargılarımız çoğunlukla maddi unsurları içerir. Ve toplumumuzda maddi unsurlar üzerinde etkin olan ilahi bir eldir bereket. Dinimizce belirlenmiş çerçeveler içerisinde hak görülen veya görülmeyen bir destek elidir. Bu destek elinin yaşamınıza dokunması kişinin inançlarına göre bazı kriterlere bağlıdır. Dokunduysa bunun sebepleri ile ilgili yargılar olduğu gibi dokunmamasının da sebepleri ile ilgili çeşitli yargılar mevcuttur. Biz burada bu yargı ve çerçeveye girmeyeceğiz. Uzmanlık alanımız değil çünkü.

Bir de “Bereket Duası” vardır çok bilinen ve kullanılan. Şahsen benim en çok inandığım söz “sabah erken kalkanın bereketi bol olur”. Benim inancıma paralel bir mesaj veriyor çünkü. Benim inancıma gelmeden önce, “bereket” konusunu biraz irdeleyelim istiyorum. Sizce bereketi tanımlayan başka bir söz ne olabilir? İşinizde daha çok kar elde etmek mi? Daha çok satış yapmak mı? Bir koyup on, yüz, belki de bin almak mı? Sadece maddi bir unsur mu? “Bereket=daha çok” olabilir mi?

“Görünmez El: Bereket” Bereket etiketi, çoğunlukla ve genellikle ticarette kullanılıyor günlük hayatta. Bir tüccarın, gereken her şeyi yapıp medet umduğu bir şeydir “bereket”. Gözünüzün önüne getirin. Mesela sabah dükkânını açar, ilk siftahını yapar ve o aldığı parayı yüzüne sürüp “Allah bereket versin” der. Bir ritüeldir bu. Ve sonra da ilk siftahı yaptığı kişiyi sınar. Onun siftahı ile gününün nasıl geçtiğini izler. Eğer o gün çok satış yapmışsa siftah ve siftahı yaptığı kişi bereketlidir artık onun için. Gördüğünüz gibi, bu değerlendirmede tüccarın ve ticarethanesinin hiçbir şekilde performansı, hatası veya hatasızlığı yok. Sonucu belirleyen tamamen görünmez bir el olan “bereket”. 98

Temmuz - Ağustos / 2014

Bereket bir Enerjidir Farklı açılardan baktığımızda bereketin yaşamımızdaki varlığını ve nasıl çalıştığını analiz edeceğiz. Burada bir tanım yapıp bereketten nasıl faydalanabileceğimizi açıklayalım diyorum. Yaşam içerisinde kendimiz için belirlemiş olduğumuz duruş çerçevesinde genel sisteme olan inancımız ön şartı ile korkularımızdan arınabildiğimiz sürece kendi öz hayatımızın her alanına davet edip kullanabildiğimiz, herkes için var olan son derece faydalı bir enerjidir “bereket”. Bereket, bir enerjidir. Kimseye ait olmayan, yaşam içerisinde asla tükenmeyen hatta çoğaltılabilen bir enerji. Ancak, her enerjide olduğu gibi yaşamımıza davet edip kullanabilmemiz için belli şartların yerine gelmesi gerekiyor. Öncelikle yaşam içerisinde hepimiz için geçerli olan ve mükemmel çalıştığına kayıtsız şartsız inandığım bir şey var: Sisteme inancımızın tam olması gerekiyor.

Korkularımız, Kör İnançlarımız ve Sisteme Güvensizliğimiz Bereketle Buluşmamızı Engelleyebilir Hz.Mevlana’nın düsturu olan “Her işte bir hayır vardır” yaklaşımını yaşamımızın geneline yerleştirmemiz ge-


rekiyor. Biliyorum, hiç kolay değil. Karşılaştığımız öyle olaylar ve sorunlar oluyor ki, öyle çaresizlikler içerisinde bulabiliyoruz ki kendimizi, bu yaklaşım içerisinde olabilmek neredeyse imkânsız görünüyor bize. Ama geçmişe dönüp baktığımızda aslında pek çok olumsuzlukta bile bir hayır olduğunu tespit edebiliyoruz. İşte bu noktada birbirine bağlı diğer unsur geliyor karşımıza. Korkularımız. Bize öğretilen, bizim yaşam içerisinde hayrı tespit edemememizden kaynaklanan, yerleşmiş korkularımız. Ve bu korkularla hayatımıza yerleştirdiğimiz yargılarımız. Kısaca, sisteme olan güvensizliğimiz sonucunda oluşan korkularımız ve geliştirdiğimiz yargılar, yaşamımızdaki enerji akışını olumsuz etkiliyor. Bu sebeple, bereket enerjisinden faydalanmak istiyorsak korkularımızı tespit etmek ve yanlış yargılarımızı onarmak durumundayız. Okuduğum bir kitaptan çok güzel bir söz hatırlıyorum; kendi önünüzden çekilin. Evet, yaşam maratonunda kendi önümüzden çekilmemiz şart. Bu bahsettiğim evrendeki tüm enerjilerin yaşamımıza akışı için bir ön şart. Bu ayki konumuz olan bereket enerjisini yaşamımıza davet edebilmemiz için ise özel bir şart daha var. O da “kabulleniş”. Sistemden geleni kabul etmek. Bereket enerjisinin neden ben, neden benimki bu kadar gibi sorularla ördüğümüz duvarı aşması imkânsız. Bunu yapabilmek için de kendi öz yaşamımızı, sahip olduklarımızı sevmek gerekiyor. İşimizi, iş yerimizi, kazancımızı, sağlığımızı, statümüzü, dostlarımızı sevmek, bütün bunları yaşamımızda onurlandırmak gerekiyor. Bunu başardığımız takdirde, evrendeki sonsuz bereket enerjisi yanımızda, her an bizimle olacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Çünkü aynı para enerjisi gibi bereket enerjisi de güvenli alan arıyor kendine. Bu alanı siz sağlayın, sizinle olsun. Bu kadar basit.

Bereket Enerjisi, Sadece Parasal Değildir Peki, iki sorum olacak size. Bereket enerjisi sadece parasal mıdır? Bereket enerjisinin yanı başımızda olduğunu nasıl anlarız? İkinci soruya bir ek; 1 bereketsizlik midir veya 1000 bereketli mi demektir? Yani sayısal bir değerle ifade edilebilir mi?

siz halledemeyeceğinizi hiç düşünmediniz. Erkenden giriştiniz işlere. Gün içerisinde sizin bu güveninizi sınayacak aksilikler olur gibi olsa da oralı olmadınız. Ve akşam olduğunda yapmanız gereken işlerin tümünü layıkıyla halletmiş durumdasınız. Hatta bütün bunları yaparken bir dostunuzun da işini kotardınız. Mutlu oldu. Bir de uzun zamandır sürüncemede kalan bir işi de başardınız. Sizce yaşamınızdaki iş alanınızda bereketli bir gün geçirmiş olmadınız mı? Bence son derece bereketli bir gün geçirmiş oldunuz. Tüm işleri bitirdiniz, zor bir işi başardınız ve üstelik bir dostunuzu da mutlu ettiniz. Bereket enerjisi, sadece parasal değildir. Yaşamınızın her alanında var olabilen bir enerjidir. Ve inanın, paradan daha değerli kazanımlar elde ettirebilir insana.

Bereketi Sınamayın, Baskılamayın Diğer soru zincirine bir cevap arayalım şimdi. Bereket enerjisi, sizin tarafınızdan sınanmaktan hoşlanmaz. Yaşam yolculuğunda sizin her an yanı başınızda olduğunu bilmeniz ve acaba dememeniz gerekiyor. Bakın bu çok önemli. Çünkü sınamaya kalkmanız demek, kendi öz yaşamınızdan ayrılmanız, karşılaştırma yapmanız, kıyasla kendi sahip olduklarınıza olan sevginizi zayıflatmanız demektir. Bundan kaçınmamız gerekiyor. Bereket enerjisinin her an yanınızda olduğunu bilin lütfen. Dolayısı ile ölçülmesi imkânsızdır. Sayısal değer koymak imkânsızdır. Mesela, yine sabah erken kalktınız. Ve erkenden iş yerinizi açtınız. Rafları düzenlemeye, etrafı toparlamaya başladınız. Siz çalışırken, erken saat olduğu halde açık olduğunuzu gören bir müşteri geldi. Bir satış yaptınız. İş yerinde gününüz sürekli olarak böyle geçti. Gün sonunda kasayı toparladınız. Temizliğinizi yaptınız ve kapatıp evinize gittiniz. Buraya kadar bakıldığında gayet güzel bir gün geçirdiğiniz görülüyor. Ama sabah geldiğinizde “Bugün ya hiç iş olmazsa, acaba dünden daha fazla satış yapabilecek miyim, dün kötüydü, önceki gün daha kötüydü” gibi düşüncelerle duvar örerseniz, bereket enerjisinin kapıdan bile giremeyeceğine emin olabilirsiniz. İşte o zaman 1000 bereketli mi acaba, bugün bereketimiz çok olacak mı acaba gibi soruları soruyor olursunuz. Bereket enerjisini de uzaklaştırmış olursunuz kendinizden.

Birlikte cevaplayalım. Sabah erken kalktınız. Yaşamın o taptaze enerjisini kullanma fırsatını kullandınız. Bu arada ben bu yüzden “sabah erken kalkanın bereketi bol olur” sözünü benimseyenlerdenim. Ve güne başladınız. O gün çok fazla işiniz var. Tam bir koşturmaca günü. Şöyle alt alta koyup baksanız korkarsınız. O düzeyde. Ama

Bu ayki yazımın sonuna gelmiş bulunuyorum. Son olarak dergimize dikkatinizi çekmek istiyorum. Okumakta olduğunuz bu dergi, bereket enerjisinin daima yanında olduğu bir dergidir. Bereket, dergimizin başından beri yanında olmuştur. Hepimize bereketli bir yaşam diliyorum. Özellikle sevgi alanınızda bol bereket olsun. 99


röportaj

ne o?

SEO Nedir? Nasıl SEO Yapılır? SEO’nun Faydaları Nelerdir? Google’da İlk Sayfada Çıkmak için Neler Yapmak Gerekir? Hepsini ve daha fazlasını, Aktivist’in web üzerinde yapılması gereken her şeyini yapan, sabır abidemiz, ekibimizin biricik Web Uzmanı Hakan Sert anlattı. Hem de öyle bir anlattı ki, bu röportajı az daha uzatsak Adım Adım SEO adlı bir roman olurdu:) SEO ile ilgili merak ettiklerimizi sorduk, Hakan da cevapladı. 100

Temmuz - Ağustos / 2014


Aktivist: Selam Hakan:) Öncelikle merak ettiğimiz her şeyi önceGoogle’da arıyoruz. Google, bize sunduğu arama sonuçlarını nasıl derliyor? Hakan Sert: Arama motoru Google şu an artık bir dünya devi haline geldi. 19 yıldan beri bir çok siteyi kayıt ediyor kendi datasına bu dataların her birinde 10 sayfa olduğu düşünülürse, şu an trilyon sayfa datası olan bir kütüphane düşünün, bu kütüphanede veriler; en önemlisi sayfa içeriğinin zenginliği ve kopya içerik olmaması, yaşı, kategorisi, hiti ve kendi kategorisinden aldığı referans linkler kriterlerine göre bize sunuluyor. Aktivist: SEO nedir? Ne işe yarar? Hakan Sert: İngilizce kısaca SEO (Search Engine Optimization) Türkçe karşılığı olarak Arama Motoru Optimizasyonu olarak ifade edilmektedir. Bununla birlikte arama motorları, arama sonuçlarını listelerken algoritmik yani matematiksel bir yapı kullanmaktadır. Bu nedenle web geliştiricileri yazmış oldukları sayfaları bu ayrıntıya dikkat ederek oluşturmak durumundadır. İnternetin ekonomik anlamdaki gücünün artması neticesinde hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. Site dışı SEO yapmak için çok sayıda farklı teknikler vardır. En popüler olanları ise siteye Backlink almaktır. Backlink sayınızı artırmak için çeşitli yollar kullanabilirsiniz. Fakat Mayıs ayında Panda 4.0 ile backlinklerin sayısı kadar içeriklerinizin de orantılı olarak çoğalması gerekmektedir. Çoğalmaz ise sıralamalarda gerilemeler söz konusudur. Başka sitelerle link değişimi yapmak, sitenizi dizin ve toplistlere eklemek, bloglardan yorum backlink almak, Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde siteniz adına grup açarak makale veya içeriklerinizi tanıtmak ve sitenize link vermek, Yahoo! Answers gibi soru-cevap sitelerinde soruları olanlara yardımcı olmak ve referans olarak sitenizi göstermek bunlardan sadece birkaçıdır. Peki, bunları yaptığımızda sitemizde ne gibi değişiklikler olur. Sitenizin içeriğinin tamamı Google üzerinde gösterilmesi artar, bununla birlikte Google üzerinde tıklamalar ve sitenizdeki ziyaretçiler buna paralel artmış olacaktır.

Adını Google’a Yazdım Yarim Aktivist: Bir firma ya da kişi için, Google’da ilk sayfada çıkmanın önemi nedir? Hakan Sert: Burada önemli olan konu, yapılan işle ilgili aramalarda çıkılması. Misal verecek olursak, firmaların belirli bir müşterileri mevcutken yaptıkları işte Google da ilk sayfada çıkmaları yeni müşterilerin geleceğinin habercisidir. Tabii sitenize gelen müşterilerinizin sayfanızda istediğini bulması çok önemli bir faktördür. Aktivist: Peki, bunun formülü nedir? Hakan Sert: Aslında bunun formülü Google, zaman zaman yaptığı güncellemeler ile birlikte sayfalarda da nelerin etkileneceğini belirtiyor. Bunları devamlı takip etmek ve sayfanın yeni gelen güncellemelerinden zarar görmeden geçmesini sağlamak gerekiyor. Fakat bunu bir firma ya da site sahibi takip etmesi biraz güçtür. Çünkü firma kendi işi ile gelen müşterilerine mi bakacak, işleri ile mi ilgilenecek? Yoksa Google’ın güncellemeleri ile mi ilgilenecek? Bu işte gerçek bir profesyoneller ile çalışılması gerekiyor. SEO ile ilgili şu an konu hakkında çok da bilgisi olmayan ve bu işi yapıyorum diyen de birçok kişi

var. Bunlar ile çalışmalarda sitenin yükselmesini beklerken çoğu firmanın karşılaştığı durum, “İlk ay birinci sayfadayken şuan sayfamız yok oldu” oluyor. SEO işleminin devamlı takip edilmesi gerekmektedir. Bu sebeple bir kere çalışma sadece o anlık sizi yukarı taşır, sonrası her zaman hüsran olmuştur. Aktivist: İnsanların merak ettiği şeyleri ararken, Google arama çubuğuna yazdıkları şey ile bir sitenin içeriği arasında nasıl bir eşlik/denklik olmalı? Hakan Sert: Sitede sağladığınız ürün veya hizmetlerin her biri için ayrı ayrı metalar oluşturmanız gerekmektedir. Google’ın en büyük arama kriterlerinden biri Meta kısa açıklamalara dayalı arama yapmaktadır. Burada sayfaya özel kısa bir açıklama yazmalısınız. Kısa açıklama o sayfanın ne üzerine olduğunu anlatmalı. 160 karakterden oluşmalı. Aktivist: Google’da üst sıralara çıkmak için, site sahipleri mutlaka profesyonel destek mi almalı? Kendimiz ne gibi çalışmalar yapabiliriz? Hakan Sert: Profesyonel destek alınması gerekip gerekmediği sayfanın arama kelimeleri ve rekabeti ile alakalıdır. Profesyonel destek almadan ben bir şeyler yapacağım derseniz. Sayfanızda mutlaka bir bloğunuz olmalı, bu blogda periyotlar halinde içerikler girmelisiniz. Verdiğiniz hizmetler ve ürünler hakkında yazılar yazılmalısınız. Bu yazıların resimli, videolu olması daha çok o makalenizin özgünlüğünü çıkartır, en önemlisi kopya içerik olmamalı. Kopya içerikten kastım başka bir sayfada geçen bir makaleyi kendi bloğumuzda yayınlamamalıyız. Bu bize yarar değil zarar olarak dönebilir. Aktivist: Bir sitenin ilk sayfada yer alması ortalama ne kadarlık bir süreç gerektirir? Hakan Sert: SEO biraz sabır işidir. Ortalama süreç 3 (üç) aydır. Bu süreç rekabete ve aranılan kelimeye göre değişmektedir. Aranan kelimenin zor olması süreci uzatabilir. Aktivist: Google’ın ilk sayfasında sunduğu sonuç sayısı belli sanırım. Peki, aynı arama sonucunda görüntülenmek isteyen şirketler arasındaki rekabette galip

101


gelenleri öne çıkaran şey nedir? Hakan Sert: Rekabet oluşturan terimler için üst sıralarda yer alabilmeniz amacıyla kaç tane link oluşturmanız gerekiyor? Çok fazlasına aslında ihtiyacınız yok, asıl ihtiyacınız olan zaman. SEO’da yavaş ve dengeli ilerleyenler galip geliyor. Sitenize aldığınız backlinklerin %1’ i ana sayfaya diğerleri iç sayfalarınıza konunun geçen yerlerine vermenizde yarar bulunmaktadır. Eğer ki gözünüz ilk sıralarda ise bunu yaparsanız başarılı olabilirsiniz.

Aktivist: Hadi bize küçük bir sözlük yap, bunlar nedir? On-page: Sitenin ilk sayfası üzerinde yapılan anahtar kelime odaklı iyileştirmeler için kullanılır. Alexa: Amazon‘a ait bir site sayacıdır… Bu sayaç hitleri farklı bir sıralamada gösteren ve bugün Google’ın dikkate aldığı, sayılı sayaç sitelerinden biridir… Alexa’nın mantığına kısaca gelirsek… Tüm dünya üzerinde kurulu siteleri numerik olarak bir sıralamaya alır… En çok girilenden en az girilene doğru bir aritmetik sıralamadır.. PageRank (PR): Google’ın sayfalara verdiği sayısal değer. / Yeşil çubuktaki sayı. Back Link: Başka sitelerden, size verilen bağlantı, köprü, link. / Pagerank’ın temel taşı. SandBox: Google, optimizasyon uygulamalarında illegal yolları seçenleri cezalandırır bu, sandbox’tur. Google Panda: Google, bu uygulaması ile internet sitelerini belirli kriterlere göre sınıflandırır. Bu sınıflandırma neticesinde çıkan sonuçlara göre de sitelere arama sonuçlarında yer verir. Adsense: Google’ın webmaster’lara sunduğu bir reklam sistemidir. Sayfa içeriğine göre reklam konulur, tıklanma oranı arttığı için tercih edilir. Adwords: Google Adsense’in reklam verenlere yönelik bölümüdür. Ücret karşılığı reklamınızı adsense kullanıcısı sitelerinde yayımlatabilirsiniz. Spam: Arama sonuçlarında yükselme elde etmek için içeriklerin ve anahtar kelimelerin yüksek sayıda yinelenmesidir.

Google ile Ciddi Düşünenler için Adım Adım SEO Aktivist: SEO sadece Google arama motoruna mı etki ediyor? Yandex, Yahoo, MSN için de aynı kriterler geçerli mi? Hakan Sert: SEO aslında tüm arama motorlarına etki ediyor. Fakat Google çok geniş bir kullanıcıya sahip olduğundan arama motoru algoritması sayfaları daha detaylı ve sık dokuyor. Nasıl mı? Yandex veya Yahoo Search gibi aramalarda ilk sayfada olan bir site Google’ da 2. Veya 3. Sırada olma olasılığı çok yüksek. Aktivist: Yeni Başlayanlar için SEO diye bir makale yazacak olsan, site sahiplerine neler önerirdin? Hakan Sert: İlk önce bilmeleri gereken, SEO’ya site içi SEO’dan başlanılır. Çünkü site dışına geçmeden gelen kişilerin sayfada rahat bir şekilde gezinmesini sağlamamız gerekmektedir.

Site Dışı SEO Yurt İçi Arama Motorlarına Kayıt İşleminin Yapılması

Site İçi SEO Doğru Title (Sayfa Başlığı) Belirlenmesi Doğru Description (Sayfa Açıklaması) Belirlenmesi Doğru Keywords (Anahtar Kelimeler) Belirlenmesi

Yurt Dışı Arama Motorlarına Kayıt İşleminin Yapılması Yurt İçi Arama Dizinlerine Kayıt İşleminin Yapılması

Yurt Dışı Arama Dizinlerine Kayıt İşleminin Yapılması

Sayfa içeriğine uygun, içinde anahtar kelimeyi barındıran adres satırları oluşturulması (Url iyileştirilmesi)

RSS Feed (Rss Kaynağı) İle İçerik Alınabilmesinin Sağlanması

Diğer Meta Tag ların (Veri Etiketlerinin) doğru olarak Belirlenmesi

Web 2.0 Siteleri İçin Web 2.0 Sitelere Kayıt Yapılması

İçerik ve sayfa sayısının artırılmasına yönelik danışmanlık. H Tagların ve konulması gereken doğru yerlerin belirlenmesi

Site İle İlgili Blogların Oluşturulması Article Submission (Site İle İlgili Özgün Ve Güncel Makaleler Oluşturup Dış Sitelerde Yayınlayıp O Sitelerden Link Alınması)

Site içeriğinde ilişkili kelimelerin kullanılma yoğunluğunun iyileştirilmesi Yazı içi önemli anahtar kelimelerin belirlenip bold ve linkli olmasının sağlanması Harici Link Kontrolü ve No Follow Verilmesi Hatalı Link Analizi (404 Sayfaları) W3C İnternet Sitesi standartlarına uyumluluğun sağlanması

102

Temmuz - Ağustos / 2014

Hakan Sert

hakan@hakansert.com.tr www.hakansert.com.tr



bereket bilinciyle kişisel gelişim

yaşamak mı?

er Com ay e v k Ste m Os et ar : Yaz ri: Özle llness.n e i Çev iagaraw n @ o inf

kıtlık bolluğunda

Bolluk-Bereket kelimeleri kişisel gelişim ve metafizik çemberlerinde kulağımıza sık sık çalınan kavramlardan bu aralar. Peki gerçekten bereket bilinciyle yaşamak ne demek dersiniz? Gerçek şu ki birçoğumuz halihazırda bolluk içinde yaşıyoruz zaten.. Stres, borç, korku, endişe, depresyon bolluğunda. Zihinlerimiz hayatımızda olmasını istemediğimiz şeylerin yeteri kadarından fazlasını yaratmaya ve sürekli sahip olmadığımız şeyleri istemeye şartlandırılmış durumda. Hayat tecrübelerimizin kalitesi zihnimizin kalitesine bağlıdır. Zihin ancak kıtlık bilincinden özgürleştiğinde bolluk ve bereketi gerçek anlamda tebrübe etmeye açık olabilir. Zor olan şu ki hepimiz kıtlık bilincine tapan, finans, ticaret ve hükümet sistemlerini rekabet ve arz talep prensipleri üzerine kurmuş bir dünyaya doğmuşuz bir kere.. Kıtlığa şartlanmış zihnimiz bizi sürekli aynı şeyin değişik versiyonlarını yaşamaya mahkum eder. Ne kadar zamanımız, paramız, sevgilimiz, anlayışımız, huzurumuz olursa olsun, ne

İstemeye bayılırız, bağımlıyız. Bütün dünya adeta bize ne istememiz gerektiğini dikte eder. Bu bilinçaltı işletim sistemi bize mutluluk getirmez, daha fazlasını isteme arzusu getirir. 104

Temmuz - Ağustos / 2014

yaşamak mı?

kadar sağlıklı ve mutlu olursak olalım kıtlık bilincinde takılıp kalan zihnimiz bize “bu sahip olduğum bana yeter “ dedirtmez bir türlü ve bunun temelinde öyle ya da böyle bir şekilde yeterli olmadığımız inancı yatar. Kıtlığın her türünü tecrübe etmemizin tek sebebi kendimizin kıt olduğuna olan inancımızdır ki bu da bir yanılsamadır. Günlük hayatımızda gün geçtikçe daha sık görmeye alıştığımız yeme bozukluğu yaşayan anoreksik birini düşünün.. Anoreksik kişi aynaya baktığında ne kadar zayıf olursa olsun kendini hep şişman görür. Şimdi tüm dünya nüfusunun anoreksik olduğunu varsayın. Onlara aynada gördüklerinin gerçeği yansıtmadığını, sandıkları gibi kilolu olmadıklarını nasıl anlatırdınız? Sonuçta herkes kendini aynı yanılsamanın filtresinden gördüğü için bu yanılsama artık “norm” halini almış olacaktır. Kendi yetersizliğimize inanmak bir anlamda ruhumuzun anoreksiya olmasına benzer. Neyi başarırsak başaralım, ne kadar para kazanırsak kazanalım farketmez, kendimizi yetersiz görmeye devam ederiz. Acaba bu dünyanın sakinleri olarak bir yetersizlik salgınına yakalanmış olabilir miyiz? Ya bu nesilden nesile geçen bir programlama/şartlanma ise? Babamızın kendi kendisi ile ilgili bozuk algısı ya ona da babasından geçti ise? Bu şartlanma ne zaman başladı dersiniz? Daha da önemlisi bu nerede son bulacak? En temel Budist öğretileri insanlığın tüm ıstırabının kendini olduğu gibi görememesinden kaynaklandığını anlatır. Kıtlık bilincini bir bilgisayar işletim sistemine benzetebiliriz. Bu sistem gelen bilgiyi öyle bir şekilde proses eder ve hayat tecrübelerini öyle bir şekilde yorumlar ki günün sonunda kendimizi sürekli birşeylerin eksik olduğu fikrini pekiştirir ve birşeyler ister halde buluruz. Bir şeyin hep daha fazlasını isteriz ya da hep elimizde olandan başka bir şeyi. İstemeye bayılırız, bağımlıyız. Bütün dünya adeta bize ne istememiz gerektiğini dikte eder.

Bu bilinçaltı işletim sistemi bize mutluluk getirmez, daha fazlasını isteme arzusu getirir. “Mutluluk arayışı” bize mutluğun dışarıda aranacak birşey olduğunu ima eder. Şu an mutlu değiliz çünki bizi mutlu edecek şeye sahip değiliz, ona kavuşmak için onun peşinden koşmamız ve ona sahip olmak için ne gerekiyorsa yapmamız gerekir ki mutlu “OL”abilelim. YAP-SAHİP OL- OL Tüm kollektif gerçekliğimiz bu formulü den beslenir.. Bolluk Bereket bilincine götüren formül ise OL-YARAT-KATKI OL formülüdür. Bereket demek bizim dışımızda olan hiçbir şeyin bizi tamamlayamayacağını, bizi mutlu edemeyeceğini idrak etmektir. Önce aslında şu an tam ve bütün olduğumuzu ve mutlu olacak bir sürü sebebimiz olduğunu fark edip, bu alandan kendimize sormalıyız.. Şimdi bu hayatta ne yaratmak istiyorum? Nasıl katkıda bulunabilirim?

OL’MAK Hayatımızda bereketi hissetmek için bellirli şeylere sahip olmak gerekmez. Bereketi tecrübe etmek için sadece kendimize izin verebiliriz, arzu ettiğiniz her ne ise onun hayatınıza gelmesi için kapıları ve pencereleri açarak. Rasyonel ve analitik beynimize bu saçma gelebilir ama bereket daima zaten ona sahip olana gelir, bereket bilincinin kendisi olabilene gelir. Evrende hiçbirşeyin kısıtlı olmadığını bilenlere ve ihtiyaç olduğunda gerekenden fazlasının orada olacağına güvenene gelir.

YARATMAK Bereket oluş halimizin tüm gerçekliğimizi yaratacağının idrakidir ve oluş halimizin, yani o an kendimizi nasıl hissettiğimizin tek sorumlusu da bizleriz. Her an kendimizi nasıl hissediyorsak öyle hissetmeyi seçtiğimiz içindir. Eğer oluş halimiz başkaları tarafından dikte ve manipüle ediliyorsa, yani duygusal halim, hissettiğim öfke veya kırgınlık için karşım-


105


dakileri suçluyorsam, bütün gücümü onlara vermişimdir. Bu kıtlık bilincinin ta kendisidir. Bereket bilinci duygusal olgunluk getirir ve artık hayatımızı sonsuz isteklerimiz, ihtiyaçlarımız, bağımlılıklarımız ve duygusal dalgalanmalarımız yönetmez.

KATKI OLMAK Katkı olmak demek eşzamanlı olarak bize sunulanları sevgiyle alıp kabul etmek ve verdiğimiz her şeyi tıpkı bir hediye verir gibi karşılık beklemeden sevgiyle sunmak demektir. Enerjetik olarak bu klasik alma-verme olgusundan çok farklıdır. Alışveriş modeli zaten kıtlık bilincinden, bir şeylerden kısıtlı miktarda olduğu fikrinden türemiştir. Sunmak bolluk bereket hissinden işlemektir. Evren neye ihtiyacınız varsa, sayısız yolla size bunu sunacaktır ve sizi destekleyecektir ama bize sunduklarının farkına varıp onları kabul edecek miyiz? Kendimizi bize sunulanı kabul etmeye açabilecekmiyiz? Ya da yargılarımız bize sunulanları görmemize ve kabul etmemize engel mi olacak? Ya arzu ettiğimiz her şeye sahip olmak bizim doğuştan hakkımızsa ve evren bize bunu sunmak için sadece bunu hak ettiğimizi idrak etmemizi bekliyorsa?

*** Roma’da bir sergiye davet edilmiştim ve sergiyi gezerken gördüğüm bir parça nefesimi kesti. Bu beyaz porselenden yanlamısına uzanmış bir kadın heykeliydi. Heykelin boylu boyunca arkasına dizilmiş onlarca farklı beyaz mum yandıkça eriyor ve çok elegan bir şekilde heykelin üzerinden yere damlıyordu ve görüntü gerçekten muhteşemdi. Bir ara heykeli yapan sanatçı yanıma geldi ve bana hayranlıkla izlediğim bu heykelin hikayesini anlatmaya başladı. Heykele poz veren genç kadını Londra metrosunda görmüştü ve ondan bir şekilde çok etkilenmişti. Ve hiç çekinmeden gidip kendisini tanıtıp ona kendisi için modellik yapmasını teklif etmişti. Genç kadın hiç düşünmeden teklifi reddetti. Daha

İnsanoğlu “bana yeter” demeyi bildiğinde herzaman yeteri kadarına sahip olacaktır. Lao TZU 106

Temmuz - Ağustos / 2014

sonra bir kaç defa daha karşılaşmışlardı ve sanatçı o kadar ısrarcıydı ki genç kadın en sonunda bir gün ona evet deyivermişti. Eser ortaya çıkmaya başladığında sanatçı ilham perisi hakkında daha fazlasını merak etmeye başladı ve zaman içerisinde genç kadının hikayesini dinleyince neden onun enerjisinden bu kadar etkilendiğini anladı. Çok fakir bir aileden gelen ilham perisi son iki yılda muazzam bir servet yaratmıştı hem de hiç aklınıza gelmeyecek çok yaratıcı bir yolla. Tesadüfen tanıştığı biri ona Londra’da çok saygın ve varlıklı bir kitlenin bir kadınla güreşmek için –evet yanlış okumadınız- sadece güreşmek için çok çılgın paralar ödediklerini anlattı ve genç kadın o anda bunu bir iş haline getirmenin tohumunu attı ve kısa zamanda bu çevrede aranılan kişi haline geldi. İşi asla cinsellik içermiyordu ve o bunu bir terapi yöntemi haline getirdi. Stresi azaltan fetiş ve fantezi arası benzersiz bir hizmet veriyordu. Hikayeyi dinledikçe genç kadının mevcut kalıpların dışından düşünebilme yeteneğinden, yaratıcılığından, kimsenin yapmayı düşünmeyeceği bir şeyi yapma ve risk alma cesaretinden kendi adıma ben de çok ilham aldım. Hayatta kalmaya çalışmak günümüzde çok yaygın olan bir yaşama daha doğrusu düşünce biçimidir. Bu örnek bana hayatta kalma modunu seçmek yerine, yani şartlanmalarımızın ve kalıplarımızın dışına çıkmamak için kendimizi kısıtlı versiyonumuzda tutmak yerine, nasıl kendimiz için kapılar açabileceğimizi hatırlatır. Bu Bereket Bilincidir. Bir şeylerin kıt olduğu inancıyla yaşarken fizyolojimizi hep “hayatta kalma” modunda tutarız. Yani beynimizin sürüngen beyin dediğimiz alt kısmı şovu yönetir. Hayatta kalma modunda yaratıcı düşünemeyiz ve farklı olasılıkları keşfetmek için kendimize farklı sorular soramayız. Beynimizin neokorteks dediğimiz daha evrilmiş, yaratıcılığımızı körükleyen kısmından bağlantımızı kesmişizdir. 8-10 yaşlarında çocukları olanlar bir iki senedir çocukların dünyasında olay yaratan Minecraft oyununu duymuşlardır. Bu online bilgisayar oyununu oynarken çocuklar iki moddan birini seçer: Hayatta kal modu ya da Yarat modu. Yarat modunda oynayanlar etrafı dolaşıp köprüler, yeraltı şehirleri, şatolar dizayn ederler. Hayatta kal modunda oynayanlar ise ancak zombilerden kaçmakla meşgullerdir ve bir şey yaratamazlar. Burada sorabileceğimiz aşikar soru acaba biz hayatımızı hangi modda yaşıyoruz? Ya hayat bu video oyunu gibi iki moddan birinde oynama zorunluluğu getirmiyorsa bize? Evrilmek için önce hayatta kalmak zorundayız. Ama

yaratıcı moda geçmek için daha ne kadar bekleyeceğiz? Bereket bilinci beynimizin belirli bir bölümünü aktive etmeyi gerektirir. Yani beynimizin yaratıcı kısmının hayatta kalmayı sağlayan kısmıyla başbaşa verip ona “Anlıyorum hayatta kalmamız lazım ama belki bunu başka bir yoldan da yapabiliriz” diyebilmesidir. Bereket demek o anda daha farkına varmadığımız bir sürü olasılığın olduğunu bilmek ve bunun peşine düşmek demektir. Önümüzde o an göremesek de farklı yolların olduğuna güvenmek, mutluluk hissiyle doğru orantılıdır. Tek yapmamız gereken farklı sorular sormaktır. Dünyadaki en şifalı ilaç hayatımızı istediğimiz gibi yaşamak değil midir? Bu bereket bilinciyle yaşamaktır. Kıtlık bilincine takılı kaldığımızda yaşam ile ölüm arasında takılı kalırız. O zaman da tam da bahsettiğim oyundaki gibi zombilere dönüşüyoruz. Sadece ortalıkta koşuşup önümüze çıkanları yiyip tüketip yokedip kendi yoksunluğumuzdan yada bozulmuş algımızdan kaynaklanan duygusal boşlukları doldurmaya çalışarak var olmaya çalışıyoruz. Nöröbilimciler der ki beynimizde gökyüzündeki yıldızlar kadar çok nöron var ve bu nöronlar sonsuz yolla biribirlerine bağlanabilirler. Düşünce biçimimiz hangi nöronların bağlantı kuracağını belirler ve hangi nöronların bağlantıya geçtiyorsa bu bizim ne gördüğümüzü ve nasıl gördüğümüzü etkiler. Kendimizi nasıl görüyorsak herşeyi öyle görürüz. Bilmeliyiz ki kendimizi ve dışdünyayı nasıl göreceğimizi etkileyen bilgisayar işletim sistemini biz yaratmadık. Doğduğumuz andan itibaren beyinlerimiz gelişirken bu sistem bize ebeveynlerimiz, ailemiz, kültürümüz, dinimiz ve çevremiz tarafından yüklendi. Düşündüğümüz düşünceler, inanç sistemimiz ve davranışlarımız hangi nöronların hangi nöronlarla ahbaplık kuracağını söylerler. OL-YARAT- KATKI OL formülünü işlediğimizde, içinde yaşadığımız gerçekliği bizim bilincimiz yaratır. Kendimiz ile ilgili eksik olduğumuz ve yeterli olmadığımız algısını değiştirdiğimizde, kendimize kabul verip kendimizi olduğumuz gibi sevmeye başladığımızda kendimizi, şartlandığımız kollektif yanılsamalardan özgürleştiririz ve kendi bereketimizi tecrübe etmeye başlarız. İşte o zaman neşe, keyif, mutluluk, huşu, aşk bolluğunda yaşamamız işten bile değildir.



astroloji

Jüpiter’iniz

a

M laya

a Him

bolluk diyor mu?

Para göstergeleri ve gökyüzü potansiyelleri astrolojik araştırmalarında ve sohbetlerinde hem astrologların hem de dinleyicilerin hayli ilgisini çeken konulardan biri. Kadim Doğu bilgeliği yazıtları olan vedaların bir dalı olan vedik astroloji de para, kariyer ve genel olarak maddi kazançlar konusunda hayli enteresan göstergeler sunuyor. En önemli para göstergesi Jüpiter’dir. Vedik terminolojisinde “Karaka” olarak adlandırılan parayı işaret eden karaka Jüpiter’iniz haritada olumlu yerleştiyse çoğunlukla iki yakanız bir arada demektir. Jüpiter’in yanı sıra harita potansiyelleri hakkında fikir yansıtan yoga görünümleri, incelenebilecek en önemli göstergelerdir. “Yoga görünümleri” dediğimiz göstergeler hayli gerçekçi açıklamalar getirebiliyorlar. Yogalar, doğum anında gezegenlerin birbiriyle olan uyumu veya uyumsuzluğunu belgeleyen kalıplar demektir. Bir doğum haritasında 10’larca yogaya aynı anda rastlayabiliyoruz. Örneğin Venüs Balık’ta olup Başak burcu yükselenle doğan kişi için bu güzel yoga “Malavya” ismiyle adlandırılır, yine Venüs Boğa burcunda iken birkaç saat sonra doğan kişi de Yay yükselen olduğunda bu yogaya o da sahip olur. Bu yoga rahat ve konforlu yaşama lüksü sevmeyi gösterir. Doğum haritamızın genel özelliklerini bilmemiz yaşama daha gerçekçi yaklaşabilmemizi sağlayabilir. Ticaret yeteneğiniz olup olmadığına objektif bakabiliyor muyuz? Ortaklı işlerden zarar görme potansiyeline sahip bir harita sahibi bir iş fırsatı potansiyeli geldiği dönemde yıllardır çok iyi tanıdığı bir arkadaşı ile ortaklık yaptığında zorlanabilir. Bu tarz hikâyeleri çok duyarız, “ortak olduk arkadaşlığımız bozuldu!”. Bazen şans oyunlarından üst üste para kazanan kişilerin haberlerini duyarız ama bu uzun sürmeyebilir, kişi şansını değerlendiremezse bu potansiyeli yakalaması mümkün olmayabilir. Şans oyunlarından büyük para 108

Temmuz - Ağustos / 2014

kazanma potansiyeli için doğum haritasında 5-8-9-11. Ev yerleşimleri ve burada yerleşmiş gezegenlerin dönüm yılları kontrol edilebilir. Doğum anındaki potansiyelleri bilmemiz kadar verimli başlangıç anında işe koyulmak belki daha önemli bir etmendir. Eğer çok güçlü doğum anı etkilerine sahip değilseniz çoğu zaman iş kurmak, ortak seçmek veya bereketli bir zamanda o işi başlatmak için doğru zamanlamayı yakalamakta zorlanabilirsiniz. Olumlu yogalar dolayısıyla bazen zenginlik çocuk yaşta gelebilir, bazen de çok uzun süren sancılı dönemler sonucu oluşabilir. Bazı kişiler uzun yıllar büyük gelirlere sahip olup sonra birden bu gelirleri kesilebilir. Yanlış yatırımlar yanlış ortaklar yüzünden bazen kayıp kaçınılmazdır, kişi kendi haritasındaki bereketli ve bereketsiz potansiyelleri hakkında fikri varsa kayıplarını bir oranda minimize edebilir. Sanskrit terimde “Muhurta” seçimi, bereketli zamanda işe koyulmak, adım atmak demektir. Kişi arzu ettiği konuya ilişkin iyi bir başlangıç anı seçebilirse gökyüzü konumlarındaki olabildiğince en zararsız zamanda eylem yapabilme özgürlüğünü elde edebilir, problematik olaylardan zarar görme riskini kendi hak ettiği doğum planı çerçevesinde azaltmaya başlayabilir. Örneğin doğum anındaki etkilere göre kazanç potansiyeli çok yüksek olmayan bir harita sahibi olumlu görünen bir anda başlangıç yapsa, seçtiği olumlu başlangıç anı onu bir yere taşıyabilir ama unutmamak gerekir ki; bu seçim özgürlüğü de ancak kişinin doğum anında aldığı etkilere paralel oranda yardımcı olabilmektedir. Kazançlar ve olumlu potansiyellerin dönemleri konusunda vedik astroloji, transitlerin yanı sıra “daşa sistemi” olarak adlandırılan çok orijinal özel bir teknikle

çalışmaktadır. Pozitif olumlama yapmak, hayırlıyı, iyiyi düşünmek her zaman tavsiye edilmekle birlikte, doğum haritamızdaki sorunlu veya bolluk dönemleri bu daşa dönemleriyle paralel gitmektedir. Vedikle ilgilenenleriniz bilirler, en çok kullanılan Vimsottari daşa sistemi motivasyonumuzun evrelerini vermektedir. Aydınlık, umutlu bir zihin halinde yüksek motivasyonda olmamız yaşamın zorluklarına karşı mücadele gücümüzü arttırabilir, vimsottari daşa sistemi bu konuda fikir yansıtabilir, fakat maddi kazançlar ve kayıplar konusunda bu daşa tek başına güçlü bir gösterge değildir. Özellikle Sudaşa ve Narayan Daşa sistemleri kazançlarla ilgili verimli veya problematik dönemler konusunda daha geniş vizyon sunabilmektedir. Bu dönemler bazen iki, bazen dört yıl sürebildiği gibi bazen üst üste gelen iki verimsiz daşaya rastlanırsa on ile yirmi yıl da sürebilmektedir. Bu durum tamamen doğum anındaki etkilerle ilgilidir ve hiçbir harita diğer kişinin haritasıyla aynı etkilere sahip olmamaktadır. Bereket, bolluk konusunda yaşanmış kişi harita örneklerini web sitemden de takip edebilirsiniz.

Yeni Hareketler Bu yılın yaz aylarında gökyüzü kıpır kıpır hareketli. Bolluk karakası Jüpiter 19 Haziran’da 12 yılda bir yüceldiği Yengeç burcuna adım attı. Bu çok önemli. Yine materyal zenginlik verebilecek kader noktası Rahu’nun, Başak burcuna girmesine az kaldı, 13 Temmuz’dan sonraki 1,5 yıl; 6. hislerde artış, evrensel sevgide idrakin artışını getirebilirken, bütçemize dair çok radikal kararları alabiliriz. Maddi konularda kılı kırk yaran Başak ve Rahu ikilisi yatırımlar yapmak için çok çekici fırsatlar getirebilir. Rahu’nun Başak burcuna girişi anında Şans ve kısmet haritası olan Navamsada da Ra-


hu’nun Başak Amsasına düşmesi müthiş, parlak sonuçları barındırıyor kanımca.

Yeni Aya Yaklaşırken Yükselmedeyiz… 4, 3, 2, 1 derken bugün 4 gezegenin güçlü durumu, kalplerimize sevgi, anlayış, iş hayatımızda belirgin çarpıcı gelişmeler getirmeye müsait görünüyor. Bugün aynı zamanda karanlık ay günü olması dolayısıyla etrafımızı sadece izlemeliyiz, kim yaşamımda olmalı veya kimi çıkartmalı? Hangi işe nokta koymalı? Bugün ayın sonu, 27 gün önceki hareketlerimizle ilgili bazı sonuçlar görülür hale gelebilir, Ay, İkizler burcunda yeni bir döngüye giriyor, bugün ne tip hareketler yapmamızın daha doğru olacağında radikal kararlar ve yoğun istek var. Başlangıçlar için bekle çünkü bugün bize masal yazanları anlamak için güzel bir gün. Venüs Boğa’da kendi evinde yücelmiş Ay ile birlikte, Ay (26 Haziran 2014) 12:30 civarında yücelikten çıkıyor, yüksekten inerek İkizler burcuna adım atacak, hızlı duygu değişimleri getiren en hızlı göstergecin sahibi Ay olduğu için, vedik astrolojide Ay hareketlerine çok önem veriyoruz. Yücelmiş gezegenlerin olduğu dönemlerde kendimizi üstün hissettiğimiz zamanlar artar ama her zaman yükselerde olamayız. Yaşam aynı bir sinüs eğrisi şeklinde dalgalanır, Ay yer değiştireceği için günün en dikkatli zamanları bugün (26 Haziran 2014) 12.30-15.30 saatleri arasındadır; ciddi bir kararı vermek için çok da uygun görmüyorum. Çünkü yeniaydan önce birçok şeyin garantisi olmaz diyebilirim. Temmuz ayının yeniayı İkizlerin Aridra nakşatrasında oluştu. Merkür Güneş kavuşu da yeniaya eşlik etti. Merkür İkizler’de kendi yönettiği evde arabulucu ve anlaşmaları sağlayan güçlü Mitra Güneş ile birlikte… onun önünde Jüpiter, yeni girdiği Yengeç burcunda yücelmiş pozisyonda. 12 yılda olan bir sevinç harekâtı! Bu pozisyonlara bakarak diyebilirim ki; ciddi ve önemli kararları verenimiz çok olacak. Aridra Nakşatrası (İkizler’de olan bir yıldız bölgesidir) yabancıları yönettir, hayatımıza daha çok yabancı kültürden konu bu ay girebilir, uluslararası ilişkilerde ve politik kararlarda güçlü adımlar atabiliriz. Elbette sorunlarımız da vardır muhakkak. Bazen evdeki hesap çarşıya uymamıştır, yıllar önce

başlattığımız konular artık bizi sıkıyor olabilir veya sert bir gezegen dönemi daşada olabilirsiniz. Bu ay içinde özellikle en sıkışık günlerden olabilecek 1314 Temmuz Rahu ve Mars birleştiğinde kestirip atma enerjisi ayyuktadır, dikkatli olmalıyız. Bu iki güne ve yakınındaki haftalara da dikkat etmeli. Yavaş hareket eden Rahu yüzünden aslında 5-20 Temmuz arasında bu enerji aktif olacak; 13-14’ünde değil sadece! Rahu’dan çok endişe etmiyorum bu sefer çünkü Başak burcuna girmiş oluyor ve kendi zorluklarını siliyor, iyicil etkide olacak; anlamı; yabancılarla politikacıların gerçekten yarar sağlayacak derecede adımları oluşabilecek önümüzdeki aylarda. Genelde olumlu zamanı kollayarak bir başlangıç yapmak iyi kader sonucu oluşuyor. Benim durumum hala belirsiz veya olumsuz diyenleriniz varsa; şu dönemdeki gezegenlerin seçilmiş pozitif yerleşimlerini lehinize kullanma şansı olarak değerlendirin diyebilirim. Yaşamınızda ters giden konuları düzeltmek için özellikle yücelimdeki Jüpiter ve kendi yerindeki yöneticiler; Merkür-Venüs, yardımcı olacak size…

Derin Analiz Çitra… Yazımın bu kısmından sonra düşündüklerim, astroloji bilmeyenlerinize Japonca konuşuyorum gibi gelebilir ama azıcık da Jyotişilere (vedik astrologlar) ve Şişyalara öğrencilerime (vedik astrolog adayları) hitap edeyim: Mars’ın cumartesinden sonraki Çitra nakşatrası geçişi bazılarımız için tehlikeli . Mars bu cumartesi 28 Haziran 14:30:26’da Çitra’ya girecek. Rahu önünde, Satürn onun da önünde… Mars’ın çok fazla hareketli yönüyle aktif olacağını görüyoruz. Mars hareket demektir, olumlu anlamda pek çok işin çabuk bitmesini sağlar, hızlı ve atiklikle her şey hemencecik olur ters enerjisinde dikkatsizlik ve öfke enerjisini de barındırır. Temmuz ortasında Rahu’yla birleşecek olan Mars özellikle yaz aylarında bana boğulmalarla ilgili tehlikelerin daha da artabileceğini, hızlı araç kullananların çok tehlikeli kazalara açık olabileceğini düşündürtüyor. İnşaat alanlarında tehlike var yine; Çitra mimarların yıldızı, mimari konularda çok daha

fazla dikkat gerekiyor. Her yaz karşılaştığımız tehlike orman yangınları, ama bu sefer çok olağandışı olanları! Patlamalar, gaz kaynaklı aman dikkat Soma bizi kendimizden geçirdi, izleri yıllara yayılacak… Ben öksüz ve yetim büyüdüm, özellikle o çocukların acılarını derinden hala yaşıyorum. Bunu ancak yaşayan bilir, uzaktan üzülmek gerçeği değiştirmez. Birileri gittiyse onlar bir daha yanınızda asla olmazlar. Onun için bir yenisini daha istemiyoruz. Madenlerde tedbirlere bu ay daha fazla dikkat edilmeli. Rahu-Mars’ın birleşimdeki anlamı; genel olarak patlamalarla ilgilidir, bir çeşit terörü barındırır. İçsel veya dışsal bu ay bir şeyleri değiştirme gücünde artış var, lehimize kullanabilirsek harika olacak! Hırsızlıklar ve öfkeli insanlar artabilir. Sanat camiasını da Çitra yönetiyor. Sanatçıların Temmuz ayında korunmaya ihtiyacı var. İçimizdeki bombaya bu ay dikkat edelim derim. Meditasyon yap, hayır işi işle ver ver ver ve en önemlisi oruç tut. Oruç en büyük karma – olumsuz kaderi silen reçete vedik astrolojide. Tedbir bizden takdir Yüce’den elbette ve huzurlu bir yeniay dilemek istiyorum, kuvvetli gezegen potansiyellerini olumlu gücüyle kullanmayı seçiyorum ve OLDU! :) Vedik Astroloji Hakkında Daha Fazla Şey Öğrenmek İçin Burayı Tıklayabilirsiniz 109


rta

nde j: Ha

o Röp

hun

Cey

1992’ den bu yana her şey

röportaj

bir çocuk daha okusun diye

YEKÜV

21. Yüzyıl Eğitim ve Kültür Vakfı

Yeryüzünün en büyük problemi insanların sadece kendisi için yaşaması olabilir bence siz ne dersiniz? Kâinatta başka canlılar yokmuş gibi, sadece kendi neslinin devamı için diğer tüm canlıları ve doğayı sömürmekten bahsetmiyorum hayır. Bunu elbette yapıyor ve bunu yaparak da zaten kendi sonumuzu getiriyoruz hali hazırda. Ve neslimizin devamlılığı için yaptığımızı sanarak üstelik, böyle bir

yaman çelişki. Ama dediğim gibi bu değil kast ettiğim şu an. Ben insanın diğer insana olan duyarsızlığından bahsediyorum. Ama işte bizim öyle bir yaradılışımız var ki kendi konforumuz ve ihtiyacımız dışında başka insanların ne durumda olduklarıyla ilgilenmiyoruz hiç. En fazla, çoğu zaman, o da mecburen akrabalar ya da bilemedin alt komşu. Geriye kalan ne yaparsa yapsın, herkes ancak kendi değirmenini döndürüyor. Hem zaten buna ayıracak bütçemiz de yok değil mi? Zenginler yapsın işte yardım filan. Zaten kendimize zor yetiyoruz. Bir de zaman da yok ki. Üstelik güven de olmuyor hiç kimseye. Verdiğimiz paranın nereye gideceği ne malum? İşte böyle böyle bencilleşip devam ediyorken biz hayatımıza, tüm bu bahanelerin arkasına saklanmayan ve hayatı kendi ailesinden ibaret görmeyen

110

Temmuz - Ağustos / 2014


şahane insanların yaptıkları şahane şeyler de var, ne mutlu onlara! YEKÜV (21. Yüzyıl Eğitim ve Kültür Vakfı), böyle özel insanlar tarafından kurulmuş bir vakıf olarak 1992 yılından beri ihtiyaç sahibi çocukların eğitim alabilmesi için çalışıyor. Vakfının kurucularından ve halen vakfın başkanlığını yapan Av.Gülbin Sözen ve başkan yardımcısı emekli öğretmen Tülay Erkan ile kuruluşundan bugüne YEKÜV’ü konuştuk. İnanılmaz bir fedakârlık, idealizm, iyi kalplilik ve çalışkanlık ile o sımsıcak ellerini ihtiyacı olan çocuklara uzatan şahane insanlar onlar. Ve anlatacak bir sürü hikâyeleri var. Duyduğumuzda hiçbir şey yapmadığımızdan dolayı oturduğumuz yerde huzursuzca kıpırdanmamıza neden olacak hikâyeler. Dünyanın duyarlılığa ihtiyacı var. Çünkü o zaman biz de daha mutlu olacağız biliyorum, daha rahat uyuyacağız, kendimizi daha işe yarar hissedeceğiz, dünya o zaman daha güzel bir yer olacak. Aktivist: 1992 yılında 10 tıp öğrencisine eğitim ve öğretim bursu vererek başlayan YEKÜV ‘ün kuruluşunu, amaçlarını ve işleyişini anlatır mısınız? Hikâye nasıl başladı? Av. Gülbin Sözen: Hikâyemiz aslında tıp fakültesi son sınıfta okuyan bir çocuğun imkânsızlıklar yüzünden okulu bırakma aşamasına gelmesiyle başlıyor. Bu öykü bir gün Nilüfer Hanım ( Nilüfer Gökay ) ile otururken geldi bize. Van’ın bir köyünden tıp fakültesi kazanarak İstanbul’a gelen babasız bir kız çocuğunun hikâyesiydi bu. O güne dek dayılarının sağladığı maddi imkânlarla okuyan ve bir sebepten dayısının desteğini çekmesi üzerine öğrenimini bırakmak durumunda kalan bir kız çocuğu. Kızcağız son sınıfta ne kitap alabiliyor ne harç yatırabiliyor ne de yemek yiyebiliyor durumdaydı. Hikâyeyi dinlediğimizde çok duygulandık. Nilüfer Hanım rahmetli eşinin adına bu çocuğa burs vermeye karar verince kızı yanımıza çağırıp konuştuk. Nilüfer Hanım’ın da eşi

rahmetli Ordinaryüs Profesör Fahrettin Kerim Gökay, eski İstanbul valisi ve belediye başkanlarından biliyorsunuz. Anlatacağım hikâyenin burası bilhassa dokunaklıdır; kızcağız yanımıza geldiğinde durumu iyice öğrendik ve sonra üçümüz hesap yapmaya başladık; yurt parası şu kadar, kitap parası bu kadar, akşam yemeği parası şu kadar dediğimiz anda kız orada hemen devreye girdi ve dedi ki “Bu kadar çok para vermenizi kabul edemem, gelirken annem yanıma bir teneke pekmez vermişti ben akşamları bununla idare ederim”. Böyle de bir Anadolu nezaketi ve gururu vardı kendisinde. Vakıflaşma yolunda ilk adımlar… Böylece biz bu kızın hikâyesinden yola çıkarak ve bir on çocuk daha seçerek burs vermeye başladık. Fakat bu arada bu hayra vesile olduğu dönemlerde oldukça yaşlı idi Nilüfer Hanım, 85 yaşında, bir gün bana “Peki” dedi “ben ölsem ne olacak bu çocuklar?” Çünkü kalan 10 öğrenciyi 1. sınıftan seçmiştik. İşte böyle düşünerek bu on öğrencinin 1. sınıftan 6. Sınıfa dek olan tüm masrafını toplu olarak bana verdi. Bu bahsettiğim para bugünün hatırı sayılır bir meblağıdır. Bana “Sen benden gençsin, ben bu parayı sana vereyim, sen hesabını kitabını iyi yap, bu çocuklar tıp fakültesini bitirene kadar her sene bu çocukların masraflarını karşıla“ dedi. Nilüfer Hanım ölüm ihtimalini düşünerek, yaşından dolayı böyle düşünmüştü ama neticede ben de ölümlü bir insanım. Bu durum bize bu parayla bir vakıf kurma fikrini düşündürdü. Çünkü bu işin devam edebilmesi için bir kurumsal yapıya ihtiyaç olduğu muhakkaktı. Yani kimsenin bu paraya el sürmemesi ve Nilüfer Hanım’ın bu idealinin devam edebilmesi için. Bu birinci sebepti. İkincisi de bu çocukların takip etme ihtiyacıydı. Bu yüzden bir kurumsal bir yapı kurmak üzere harekete geçtik.

Çok uzak değil, yani öyle Anadolu filan gibi, burada burnumuzun dibinde, Ümraniye’de bir okulda bu 23 NİSAN Projesini gerçekleştirirken, kıyafetleri aldık, çocuklara giydireceğiz, mesela pantolon değiştirecek bir bakıyoruz içinde iç çamaşırı yok, o derece bir yoksunluk ya da mesela ayakkabı denetiyoruz küçük geliyor, çocuklar çıkarmak istemiyor, zannediyor ki çıkarınca tekrar sahip olamayacak, küçük ayağını sıkan ayakkabılara ‘oldu oldu’ diyerek razı oluyor.” sin içini titretecek kadar duygulu bir başlangıç bu gerçekten. Ne mutlu ki 22 yıldır da devam ediyor. Peki, vakfınızın burs alacak öğrencileri seçerken ön şartları nelerdir? YEKÜV ile burs alan çocukların diğerlerinden farkı nedir?

Nilüfer Hanım bana çok güvenirdi, ben 20 sene kendisinin avukatlığını ve baş danışmanlığını yapmıştım. Bu sebeple bu ihtimalleri bertaraf edecek şekilde hazırlıklara başladık.

Tülay Erkan: Tabii burs almanın belli kriterleri var. Bir kere en önemli kriterimiz gerçekten ihtiyaç sahibi olması. Bilhassa Anadolu’dan ve bilhassa da kırsal kesimden olması. Bunlardan sonra derslerindeki başarısı geliyor. Ailenin durumu, mesela anne ya da babadan bir tanesinin kayıp olması da öncelik sağlıyor. Böylece ön elemeye tabi tutup elediğimiz çocuklar ile mülakat yaptıktan sonra burs vereceğimiz çocuğumuzu belirliyoruz. Çocuğumuz diyorum çünkü biz bursiyer kelimesini sevmiyoruz, onlar bizim çocuğumuz oluyorlar.

Aktivist: Dinlediği zaman herke-

Aktivist: Bursların devamlılığı 111


nasıl sağlanıyor? Tülay Erkan: İlk seneki seçimden sonra tabii ki her yıl başarının devamlılığına bakıyor ona göre yardıma devam ediyoruz Aktivist: Herhangi bir ideoloji ya da siyasi görüş bekleniyor mu çocuklardan? Tülay Erkan: Biz çocuklarımızın siyasi görüşlerine, inançlarına hiç bir zaman karışmayız ve böyle bir ayrımcılık yapmayız. Ancak bir yaşam biçimi sunarız, bizim bir tek yolumuz vardır o da Ata’mızın bize çizdiği çağdaş uygarlık yoludur. Onun ötesindeki tüm fikirler ideolojiler inançlar herkesin kendi tercihidir. Aktivist: Öğrencilerle etkinlikler yapıyor musunuz? Tülay Erkan: Kullandığımız bir kültür merkezi var. Her ay burada bir toplantı yapar ve çocuklarımızla buluşuruz. Bizim orada kiraladığımız bir odamız var. Ve ayda bir defa bize 300 kişilik konferans salonunu verirler. En az 150-200 kişi gelir. Onlara bazen eğitimler de veririz. Bugüne dek NLP kursları, proje hazırlama seminerleri verdik. Bazen konser veriyoruz. Mesela Erol Büyükburç bizim vakfımızın marşını yapmıştır. Yıllar sonra, geçenlerde bir toplantımızda kendisini davet ettik. Çocuklar da çok mutlu oldu. Bu toplantılara kimi zaman da rol modeli olacak, alanında başarılı kişileri çağırırız. Kimi zaman iş dünyasından küçük ama önemli tüyolar verebilecek kişiler gelip eğitim verirler. Aktivist: Yılda kaç öğrenciye burs sağlayabiliyorsunuz? Tülay Erkan: Bu sayı her gün değiştiği için zor ancak mesela bu yıl 650 kişiye ulaşmıştık. Şu an itibariyle yani 21 yılda 21.680 çocuğumuza burs vererek dokunmuşuz. Bu bizim çorbada tuzumuz. Aktivist: Bursları nasıl veriyorsunuz? Tülay Erkan: Her yıl belirli miktarda bir çocuğun masraflarını karşılamak üzere yönetim kurulumuzun belirlediği 112

Temmuz - Ağustos / 2014

bir bütçemiz var, o bütçeye göre o yılın masraf miktarı göz önüne alınarak burs verilecek rakam belirleniyor. Başvurular internet üzerinden yapılıyor. Mesela bu yıl 4300 müracaat oldu. Aktivist: Burs yardım sadece üniversite öğrencilerine mi veriliyor? Tülay Erkan: İlk kurduğumuz yıllarda ağırlıklı olarak üniversite talebelerine burs veriyorduk şimdi ne mutlu bize ki ilkokullara dek indik. Pilot okullarımız var. Aktivist: Burs dışında ne tür projeleriniz var? Tülay Erkan: Okuryazarlık kursu vermiştik 10. CumhurbaşkanımızSayın Ahmet Necdet Sezer Bey’in değerli eşi Semra Sezer ile gerçekleştirmiştik. Bu ülke çapında bir şeydi. Hala da bu projeye devam ediyoruz. Bunun dışında mesela Anadolu’ya armağan projemiz vardır. Anadolu’daki kızlarımıza “Umut Kızlar Projesi “adı altında ulaştık. Bu her bir kızımızın adına düzenlediğimiz, okul için gerekli olan tüm malzemelerin olduğu bir hediye paketiydi.Her yıl İstanbul genelinde düzenlediğimiz bir 23 Nisan projesi yapıyoruz. İbrahim Zaman gibi ünlü bir fotoğrafçı, her yıl 23 Nisan’da İstanbul genelinde çok imkânsızlığı olan bir okulda 23 Çocuğu giydiriyor. Aktivist: Çocuklar ile ilişkileriniz nasıl? Tülay Erkan: Bizler burada bir anne bir abla gibiyiz. Asla sadece bir maddi yardım kuruluşu olmadık. Şayet bir sorunları varsa bizi gelip bulabiliyorlar her zaman. Buradan burs alarak giden çocuklarımız hiç bizleri unutmazlar. Biz burada çok büyük bir maddi imkân sağlayamasak da her zaman şefkatle sarılmışızdır. Her yıl mutlaka buluşuruz, eğer yılbaşı ise yeni yılı kutlarız, ya da bir konser düzenleriz ve ya birlikte bir pasta keseriz. Orada da dokunuruz birbirimize, gelirler hocam bir elinizi öpeyim derler. Bir sorunu varsa bir kenara çeker anlatırlar. Sanıyorum bizim diğer Vakıflardan en önemli farkımız da budur. Verdiğimiz maddi yardımın dışında manen de desteklemeye

çalışmamızdır. Yani biz bir bankamatik değiliz. Biz maddi manevi destekliyor ve bununla öğünüyoruz. Aktivist: Burslardan başka yapılanlardan bahsediyorduk. Tülay Erkan: Okullar yaptırdık yıllar içerisinde. Önümüzdeki hafta 2.’si açılmak üzere olan bir kız yurdumuz var Kadıköy’de mesela. Bunun dışında ekstralarımız da var. İşbirliği yaptığımız firmalar sayesinde giyim yardımı da yapabiliyoruz. İnanın insan evladına ne yapmak istiyorsa bu çocuklara da onu yapmak istiyor ama her şey imkânlarla sınırlı tabi. Aramızda çok ünlü tanınan isimler olmadığı için bazen de bu vakfı tanımıyoruz engeliyle karşılaştığımız da çok oluyor. İşte o zamanda biz bir acı


yaşıyoruz doğrusu çünkü bu çocukları alıp medyaya çıkmıyoruz, biz şu kadar çocuğu giydirdik falan diyerek reklam yapmak istemiyoruz. Bu durumda medya da ilgilenmiyor falan hanımın peşinden koşuyor paparazzi olarak. Maalesef benim gibi 41 yılını eğitime vermiş bir öğretmen onların pek de ilgisini çekmiyor. Aktivist: Kurumun gelir kaynakları nelerdir? Tülay Erkan: Çok büyük kısmı bağışlardan tabii. Bu bağışların çok önemli bir bölümü de rahmetli Nilüfer Gökay’ ın yaptığı bağışlar. Bizim iktisadi işletmemiz yok, bağışlanmış gayrı menkullerden gelen kira gelirleri var. Mesela bir defasında, bir bağışçımız çocuksuzdu, katını bize bağışladı. Kendisi kanser hastasıydı tapusunu bize verdi, tapu dairesinden inerken “Oh artık çocuklara verdim rahat ölebilirim, üzerimden büyük bir yük kalktı dediği günü hiç unutamam. Onun anısını eğitim alanlarımızda ve burslarda yaşatıyoruz. Nurten Kuşçu hanımefendi, nur içinde yatsın. Aktivist: Bursların da çeşitleri var galiba. Tülay Erkan:Evet, mesela bakın bizim anıya burslarımız var, yeri gelmişken ondan da bahsedeyim. ( Vakfın girişindeki duvarda isimler yazılı plaketlerin olduğu yere götürüyor beni) Burada isim plaketlerini gördüğünüz herkes hayatını kaybetmiştir. Onların ardında aileleri, her kimin ismine istiyorsa, o kişi adına bir bağış yapıyor. Vakıf yaşadıkça bir çocukta bu bağışlarla okuyor. Bunun için günün koşulları neyse toplu bir para bağışlanıyor. Ve böylece o çocuk ilkokuldan üniversite bitirene dek o isimle burs alıyor. Bu çocuk hayata atıldıktan sonra bir diğer çocuk aynı şekilde aynı isimle burs almaya devam ediyor. Bu insanların hepsine rahmet olsun. Bu bizim için çok önemlidir. Sanat Fonu ve Üstün Zekâlılar Fonu… Anıya burslardan başka bir de sanat fonlarımız var. Bu fonlardan da daha çok sanatçı olacak çocuklar faydalanı-

yor. Mesela vakfa bağış yapacak olan kişi vereceği yardım ile bir çocuğun bir sanat kurumunda öğrenim görmesini isteyebiliyor. Diyelim ki falanca bey diyor ki ben sanat fonu kuruyorum ve her ay oraya şu kadar bir para gönderiyorum. Bu para bankada fon olarak kayda giriyor. Bir YEKÜV Organizasyonu: Vasfi Rıza Zobu Tiyatro Ödülleri Bu sene Darülbedayi’ninkuruluşunun100. Yılı. Biliyorsunuz Darülbedayi’nin kurucularından, tiyatroya çok emeği geçmiş olan bir kişi de Vasfi Rıza Zobu. Mesela bizim bir Vasfi Rıza Zobu ödülümüz var, onun adına kurulmuş bir fonumuz var. O fondan biz her sene tiyatroda başarılı bir gence ödül veriyoruz. Küheylandaki oyunuyla Tolga Çevik ile başladık sanıyorum 15 yıl önce. Sonuncusunu Mert Turak aldı bu sene. Geçen yıl da Ayça Varlıer’di. Bizden sonra da zaten Afife Jale ödülünü aldı. Bunların dışında Emine Etener tarafından kurulmuş üstün zekâlılar fonumuz var. Ve bu fondan yetişen çocuklarımız var. Sabahleyin kendi aramızda konuşuyorduk, modern dilencilere döndük diye. Kendimizi insanlara anlatıp bir çocuğumuza daha fazla burs verebilir miyiz diye uğraşıyoruz. Keşke imkân olsa da daha çok çocuğa yardım edebilsek çünkü mülakata gelen çocukları gördüğünüz zaman evinize hasta gidiyorsunuz. Gönül hepsini kabul etmek istiyor. Birini diğerinden ayırmak o kadar zor ki, mesela mülakattan sonra bir çocuk gelip de benim Ahmet’ten ne farkım var dediği zaman ona verilecek bir cevabınız yok aslında. Sadece diyebiliyoruz ki elimizdeki imkân bu, sadece keşke diyebiliyoruz, keşke. Aktivist: Bitirmeden bir de Avrupa Birliği Projesi’nden bahsedelim. Tülay Erkan: Bu proje ilköğretim çağındaki çocuklarda demokrasi ve haklar için bir farkındalık yaratma çalışmasıdır. Işın Özdemir Hanım hem vakfımızın mütevelli heyetindedir hem de Avrupa projesinin başındadır.

‘Demokrasi ve Haklarım için Buradaydım, Buradayım ve Burada Olacağım’ başlıklı bu Avrupa Birliği Projesiyle, İstanbul’da Kadıköy, Avcılar, Beyoğlu, Adalar ve Şişli olmak üzere beş farklı ilçede beş okulda 11-14 yaş arası 200 öğrenci, 200 veli ve 100 öğretmenden oluşan toplam 500 kişiyle çalışıyoruz. Proje, Demokratik Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Programı kapsamında Türkiye’de T.C. Hazine Müsteşarlığı’na bağlı Merkezi Finans ve İhale Birimi ile Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülüyor. Drama etkinlikleri, çalıştaylar, seminerler, afiş çalışmalarıyla sürdürdüğümüz bu projeyle eğitimde bir kez daha fark yaratmayı başardık. Bu proje ve çalışmayla çocuklarımızın insan haklarını ve demokrasiyi içselleştirmelerini hedefledik. Aktivist: Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Tülay Erkan: Aslında tabii ki çok şey var ama inanın ne yazacak yer yeter ne de zaman. Ancak şunu içtenlikle söylüyorum ki bizim en çok, bu gönüllülük ateşini bizden yavaş yavaş devralarak daha da ileriye götürecek güzele inanan, genç yüreklere ihtiyacımız var.

Vakıf Koordinasyon Merkezi Ortaklar Caddesi Bahçeler Sokak No:2 Daire: 9 Mecidiyeköy / İSTANBUL Tel: 444 28 39 Faks: 0212 275 52 44 E-Posta: yekuv@yekuv.org www.yekuv.org 113


BİR DEV(R)İN SONU spor

ADIOS ESPANA

m şlak il.co u Ya hotma k n Ca yaslak@ u cank

FIFA Dünya Kupası Brezilya’da tüm hızıyla devam ediyor. Son dönemdeki turnuvalara oranla bu Dünya Kupası’nın bol gollü geçiyor olması futbolseverler adına doyurucu olsa da yine de birçok kişi İspanya adına şaşkınlıklarını gizleyemiyor.

2008 ve 2012 Avrupa şampiyonluklarının ardından son Dünya Kupası’nı da müzesine götüren ve FIFA dünya sıralamasında ilk sırada yer alan İspanya Milli Takımı, 2014 Dünya Kupası’na grup aşamasında üst üste aldığı iki mağlubiyetle erken veda ederek dünya futbolunda şok etkisi yarattı. Hollada’nın İntikamı 2010 Dünya Kupası’na fırtına gibi başlayan Hollanda finalde İspanya karşısında iyi futbol sergilemiş olmasına rağmen uzatma dakikalarında Inıesta’nın golüne engel olamamış ve şampiyonluğu İspanya’ya kaptırmıştı. Aradan geçen 4 yılın ardından iki takım bu kez grup aşamasında karşı karşıya geldi. Bu yıl Şampiyonlar Ligi Kupası’nı İspanyollara kaptıran Bayern Münih’in yıldızı Robben ve sezon içerisinde taraftarlarını hayal kırıklığına uğratan Manchester United’ın forveti Van Persie, İspanyollara acımadı. Savunma oyuncuları ve yıllardır koruduğu Real Madrid kalesini son dönemde Diego Lopez’e kaptıran Casillas’nın yaptığı kritik hatalar rakibi karşısında 1-0

114

Temmuz - Ağustos / 2014

öne geçmiş olmasına rağmen 90 dakika sonunda Hollanda’ya 5-1 mağlup olan İspanya’ya hezimeti getirdi. Şili Mucizesi Gurubun zayıf takımı olarak gösterilen Şili, ilk maçta bir diğer zayıf ekip Avustralya’yı 3-1 mağlup ettikten sonra İspanya ile kader maçında karşı karşıya geldi. Bakıldığında karşısındaki ekip dünyanın en iyisi olmasına rağmen kadrosunda barındırdığı Alexis Sanchez, Arturo Vidal ve Vargas gibi tecrübeli isimlerle Şili, İspanya karşısında 2-0 galip gelerek rakibine kabus yaşatmış oldu. Maçın hemen ardından benim aklıma gelen ise Şili’li maden işçilerinin takımları için hazırladıkları destek videosu olmuştu

İspanya Neden Kaybetti? Gelelim işin özüne. Son dönemde dünya futboluna damga vurmuş bir takımın ne-

den elendiği ise çok açık: Yüksek enerji tüketimi. İspanya milli takımının iskeletini oluşturan Barcelona takımı bu sezonu kupasız kapatmış olsa da La Liga’daki şampiyonluk mücadelesinin son haftaya kadar sürmesi, oyuncuları bir hayli yıprattı diyebiliriz. Orta alanda yer alan Barcelonalı oyuncular Iniesta, Xavi Hernandes ve Sergio Busquets’in düşük performansı takımının Diego Costa’ya gol yollarında destek vermesini olumsuz anlamda etkiledi. Kimilerine göre ise Diego Costa doğru tercih değil. Atletico Madrid forması giyen golcü oyuncu daha çok kanat futboluna alışkın. Brezilya doğumlu olan yetenekli isim geçtiğimiz aylarda seçimini İspanya Milli Takımı’ndan yana yaptıktan sonra Brezilya hükümeti tarafından vatandaşlıktan ihraç edilmişti. Diego Costa’nın brezilyalı taraftarlar tarafından maç boyunca yuhalanması ve protesto edilmesi onun adına bir diğer handikaptı. Öte yandan Bu yıl La Liga’da şampiyonluk serüveni son haftaya kadar devam ederken Şampiyonlar Ligi Finali’nde ise yine iki


İspanyol Ekibi karşı karşıya geldi. İspanya milli takımına önemli oyuncular gönderen Real Madrid ve son şampiyon Atletico Madrid. İspanya Milli takımı savunmasının bel kemiği olan Sergio Ramos’un sezon içerisinde harcadığı yüksek enerjiyi Dünya Kupası’nda da tekrarlaması bekleniyordu ama maçların ardından hep birlikte farkına vardık ki onlar da insan. Hollanda’nın attığı ikinci golde müthiş bir sprintle Sergio Ramos’nun yaklaşık 5 metre gerisinden gelerek topu kazanan Robben’nin yeniden İspanyol oyuncuyu çalımlaması ve takımını öne geçirmesi sırasında Ramos’un ne kadar yorgun olduğu gözlerden kaçmadı. Aslında çok pas yapan hatta izleyenleri kimi zaman bayıltma noktasına kadar getiren İspanya milli takımının orta sahası kaybedilen maçların başrolünde yer alıyor. Sakatlıktan yeni çıkmış Xabi Alonso’nun önünde forma giyen iki maestro Inısesta ve Xavi Hernandes’nin mecazi anlamdaki yokluğu doğal olarak gol yokluğuna neden oldu. Bu yıl ligde, Şampiyonlar Ligi’nde, Kral Kupası’nda ve Dünya Kupası Elemeleri’nde yaklaşık 60 maça çıkan İspanyolların tükenmesi belki de çok doğal. Kaybedilen maçların ardından Teknik Direktör Vicente Del Bosque kendini sorumlu göstermiş olsa bile belki de sürekli ilerleyen ve güçlü bir dinamizm ile gelişim gösteren Dünya Futbol’u; içerisinde, çok pasa dayalı olan İspanyol icadı “Tiki-Taka”yı artık barındırmak istemiyordur…

115


tarih inde n İç a m a un m el Z Evv e Ceyh gmail.co d @ n n a H ceyhu e hand

116

Temmuz - Ağustos / 2014


“ DENIZ; BU KENTIN

ÇEVRESINDE BIR ÇELENKTIR.”

Prokopius ( M.Ö …… )

117


BURADAN BAŞKA İSTANBUL VAR MI? İstanbul’un hazin bir yolculuğu var sanki. Nedim’in “Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır” diyerek methiyeler düzdüğü İstanbul’dan, Türkiye’nin her yerinden akın akın insanların gelip, “Seni yeneceğim İstanbul” dediği İstanbul’a doğru. Nereden nereye değil mi? Her gelen aileyle beraber biraz daha büyüyen, kaçak kondular ile başlayıp, boyasız, sıvalı, inşaat demirleri gözüken çirkin binalarla devam eden, plansız ve çarpık bir kentleşmeyle her geçen gün daha da kötüye giden bir İstanbul’a. Buradan başka İstanbul var mı? Yok tabii ama sanki varmış gibi tarumar ediyoruz o başka. Üstelik bugüne dek verilmiş tüm bu zarar ziyan yetmezmiş gibi, bir de, icraat olarak inşaat mantığıyla hareket eden bir siyaset ile kalan son güzel alanların da talana açıldığı, Kuzey Ormanlarının havalimanları ya da yollara kurban edildiği İstanbul’a doğru da son hızla da yol alıyoruz. Gün oluyor, nereyi koruyacağımızı şaşırıyoruz. Topografyanın Yarattığı Kent İstanbul bütün yaşamı boyunca güzelliğine destanlar yazılan bir sultan gibidir. Bugün bir insan deposuna dönüşmesine, yüksek yapı, yapı yoğunlaşması ve ulaşım baskısı altında yer yer çirkinleşmesine karşın, Boğaz’ın iki yakasında ve sur içi platosunun kıyıya inen vadiler çerçevesinde oluşturduğu siluetle

hala dünyanın en güzel kentlerinden biri olarak varlığını sürdürmektedir. Geçmişteki Yunan, Roma, Bizans ve hatta bir ölçüde Osmanlı yapılarını yok etmişse de, topografyanın diriliği bütün o geçmişlerin anılarını hayalimizde canlandırmamıza yardım etmektedir. Lamartin 19. yy da bile “Tanrı, insan ve doğa bir araya gelip bu dünyada eşi olmayan peyzaj yaratmış” diye yazarken İstanbul’un eşsiz coğrafyasının insan eliyle henüz bozulmadığını da söylemektedir. Kentin topografyasının göz alıcı, zaman zaman nefes kesici görüntüsünü hatırlayın şöyle bir, mesela sade bir boğazı düşününce bile nasıl da güzel, insan bakmaya kıyamıyor. Hele bir de kenti efsaneleri, hikâyeleri ile düşününce; Sarayburnu, Üsküdar, Galata Kulesi, Yıldız, Bebek, Fenerbahçe, Anadolu Hisarı, Rumeli Hisarı ve bu yerlerin üzerine yerleşen yapılar kadar önemli topografik özellikleriyle de SİTin destanını oluştururlar. İstanbul’u nasıl topografya yaratmışsa, İstanbul yaşamını da deniz yaratır. Deniz İstanbul’un iki yakasını ayırmaz, birleştirir. Eski İstanbullu her çağda bir deniz kıyısı adamıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında bu bahsi geçen deniz ve İstanbul ilişkisi ince ince işlenmiştir. O zamanki İstanbullular kışları, artık durumlarına göre, Eyüp, Pera, Nişantaşı, Vefa gibi semtlerde ikamet ederken, yaz aylarında boğaz kıyısı ya da sırtlarındaki köşklerine yalılarına geçer, sıklıkla boğazda sandal sefaları yapar, her fırsatta da adalarda keyfederlerdi. Yani bir nev-i denizi görmeden ya da ondan uzak yaşandığı zaman, İstanbullu olunmazdı. Bir de bugünü düşünün sade bir ucundan ötekine gitmek bile bir zulüm. Ne var ki 1950 sonrası İstanbul’u böyle bir İstanbullu yaratmıştır. Ümraniye’den Alemdağ’ına gitmekle İzmit’ten Bolu’ya gitmek arasında bir fark olmayan bir şehir artık burası. Çatalca ya da Hadımköy İstanbul değildir, İstanbul olmamıştır. Büyük bir

Zarafeti ile büyüleyen bir İstanbul olabilirmiş bu şehir. Ne yazık olamamış. Ama tabii yine de güzel, ille de güzel, şairin dediği gibi “sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel”. kentin tarihinden söz ederken 2500 yıllık tarih bir kenara bırakılıp 50 yıllık plansız bir gelişme temel alınamaz. Başka bir anlatımla İstanbul, denizden görünen karalar ya da karadan görünen denizler kadar İstanbul’dur. İmparatorluklar başkenti olmasını buna borçludur. Akdeniz’de Haliç kadar büyük başka bir liman yoktur. İstanbul yarımadasını Marmara ve Haliç, Galata’yı Boğaz ve Haliç, eski kentin dış mahallelerini de Boğaz ve Marmara kıyıları tanımlar. Bu kentin çağdaş planlaması da denizin tanımlandığı tarih çekirdeğini odak alan bir planlama olmalıdır. Hal böyle iken düşünüyorum da şimdi, bu durumda biz İstanbul’u yıkıp yeniden yapsak yeridir. Çünkü göç ve siyasi çıkarlar uğruna verilen tavizler sonrası bugün gelinen hal içler acısıdır. Bırakın denizi ve tarihi baz alan bir planlama yapılmasını, herhangi bir planlama bile yapılmadan büyümüştür bu şehir. Deniz ortalama bir İstanbullunun hayatında Anadolu yakası ile Avrupa yakasını ayıran bir şeydir ve yine İstanbul bu iki yaka arasında bir yerden bir yere gidebilmek için de şu sıralar üçüncüsü yapılmaya başlanmış olan köprüler ve trafik çilesi demektir. Ne kıyılardaki güzel evler ne de boğazdaki tekneler onun hayatında yer alır. En fazla işte doğma büyüme Boğazlı ise eğer hala hafta sonları ara sıra denize girer veya kıyısında bir yürüyüş yapıp balık ekmek yer. Ancak topografyaya bağlı olarak gelişen

118

Temmuz - Ağustos / 2014


kent tarihi kenttir. Bu durumun en güzel örneklerini Avrupa’da görürüz. Oysa İstanbul’da topografya çağdaş gelişmenin ve yapı spekülasyonunun dışladığı bir kavramdır. Bunun temel göstergesi de yüksek yapıdır. Nüfus, yapı boyutlarının azmanlaşması ve ulaşım, doğal yapının sanayi döneminden önce yerleşme düzeniyle kurduğu bütün ilişkileri tehdit etmekte ve ortadan kaldırmaktadır. Kentin tanımında deniz ve topografyaya bağlı olarak saptanacak öncelikler öne çıkmazsa burada sözü edilen hiçbir kentsel özelliğin geleceğin İstanbul’unda yaşaması öngörülemez. Sizi bilmiyorum ama ben bugün hala her nasılsa keyif alarak yaşadığım bu şehirde, bilhassa eski yerleşim yerlerinde gezerken içim sızlamadan edemiyorum. O güzelim boğazdaki yeşillikler, sultan saraylarının, büyük yalıların ya da zamanında konsolusluklara verilmiş büyük tarihi yapıların bahçelerinden ibaret. Ya da yine aynı şekilde eski semtlerdeki eski zaman görkemi taşıyan binaların birçoğu azınlık vakıfları tarafından hala korunmakta. İnsan düşünmeden edemiyor ya bu vakıflara ait olmasaydı buralar, hiç kuşkusuz hepsi birer TOKİ olacaktı. Sade şimdi böyle değil bu elbette, misal, Tarlabaşı Caddesi’nden yol yapılacakken yitip giden binaları bile düşünseniz yeter. Bugünkü İstanbul ile 19. yy başındaki İstanbul arasında topografyaya uyum açısından büyük fark vardır. Örneğin topografik özellikleri vurgulayan büyük camiler kadar kıyıları bezeyen yalılar da İstanbul’un en özgün verileriydi. 19. yy İstanbul’unu sergileyen gravürlerde bunu açıkça görebiliriz. Bunların hemen hepsi iki üç katlı yalıların ve sarayların ve boğaz ve Haliç kıyılarındaki ağaçlı tepelere yaslanan dar kıyı şeritlerinde, tepelerin hareketli çizgisi altında bir gerdanlığın taneleri gibi uzanan dizileri Melling’in ya da Sranz’ın gravür ve suluboyalarında vurgulanan bir canlılıkla sadece bu kente özgü bir yerleşme karakteri sergiler. Böyle bir ahşap yapı şöleninin Avrupa’da eşi yoktur Oysa biz bugün bunları adeta hunharca katlediyoruz. Hatırlarsanız bunlardan en görkemli olanlarından olan Galatasaray Üniversitesi’ni daha geçenlerde yaktık. . Şimdi siz kendinizi Megaralıların, Septimus Severus’un, Costantinus’un, Fatih’in yerine koyun. Sarayburnu iki yanı denizlerle çevrili

ve kıyıdan yükselen bir yarımada ve bir yanında uzun ve derin bir liman (Haliç, Keras, Altınboynuz) ve karşısında Karadeniz’e uzanan bir suyolu ( Boğaz) ile bakmaya kıyamayacağınız kadar doğal güzelliği olan bir şehir karşısın da sizin de fetih ve yerleşme duygularınız kabarmaz mıydı? Bu yüzden belki de İstanbul’un makûs talihi sürekli büyümek; o kadar güzel ki ve o kadar cezbedici, sürekli göç alıyor. Buna bu kadar bir itirazımız olmayabilirdii tabi şayet planlı bir büyümeyle gelişebilseydi. Neyse ki, yine de bugün, surlar içinde ve Boğaz kıyılarında, Bizans ve Osmanlı yapılarıyla geçmiş özelliklerini bir ölçüde sergileyen bir İstanbul’dan söz edilebiliyor. En Güzel İstanbul Bugüne dek bildiğimizin aksine bu kentin topografyası, tarih yazarlarının Roma kentinin yedi tepesine atıf yaparak uydurdukları gibi yedi tepeli değildir. Planı Gllius’un deyimiyle başı Sarayburnu’nda olan bir kartala benzeyen sur içi, Haliç kıyısını oluşturan ve Marmara kıyısına dönen plato ile Bayrampaşa deresinin ( ki bu dere de ne zaman bir cümle içinde geçse inanın içim sızlıyor kim bilir İstanbul’da böyle kaç dere öldü gitti yerini saçma binalara bırakarak diye) geniş vadisi ile ondan ayrılan bir Güneybatı platosundan oluşur. Haliç ve kısmen Marmara kıyısındaki plato, Haliç kıyısında birçok vadiye bölünmüştür. Bu vadilerin oluşturduğu sırtlar “tepeler” olarak algılanır. Aslında bunlara tepe adını verdiren, üzerlerine inşa edilen anıtsal yapılardır. ( Süleymaniye, Fatih, Sultan Selim gibi ) Ayvansaray ile Eyüp arasında daha geniş bir vadi vardır. Unkapanı ile Yenikapı’yı birleş-

tiren boyun, Şehzade-Saraçhane’de plato ile buluştuğu noktadan başlayarak Edirnekapı’ya kadar yükselir. Bayrampaşa deresi vadisi Yayla ile Fatih- Edirnekapı platosu arasında oldukça geniştir. Bayrampaşa vadisi, Aksaray’da dere çevresinde Yenikapı’ya iner. Kostantinopolis’in buradaki büyük limanı Eleutherion kısa zamanda dolmuştur. İstanbul’un tarihi gelişmesi hem Konstantin kentinin ana çizgilerine, hem de topografyanın verilerine göre olmuştur. Bizantion (

Şimdi siz kendinizi Megaralıların, Septimus Severus’un, Costantinus’un, Fatih’in yerine koyun, bakmaya kıyamayacağınız kadar doğal güzelliği olan bir şehir karşısında sizin de fetih ve yerleşme duygularınız kabarmaz mıydı? 119


bugünkü Topkapı Sarayı) Boğaz, Marmara ve Haliç’e bakan manzaraya egemen bir koloni kentidir. Topkapı Sarayı’nın Bab-ı Hümayun’a uzanan dış avlusu Ayasofya berzahında düzleşir. Septimus Severus bu düzlüğü batıya doğru büyütmüş fakat bunun için, batı yönünde büyük bir dayanma duvarı inşa etmek zorunda kalmıştır. Severus’un kentinin hipodromu ve Bizantion’un limanını içine alan ve Çemberlitaş’da biten surları vardı.

İstanbul Suriçi’nin Haliç ve Marmara kıyıları üzerindeki görüntüsü dünyanın en özgün ve ünlü tarihi kent siluetlerindendir. Bunların etkisi dört temel ögeye dayanır: Deniz, surlar, Topkapı Sarayı, büyük kubbeli yapılar ve minareler,

Costantinus, Bayrampaşa deresinin verdiği liman şansını kullanmak için yeni başkentin surlarını Aksaray’a kadar uzatmış ve onları kuzeyde Unkapanı’na bağlamıştır. II.Theodosius ise Ayvansaray vadisine inen yamaçlara kadar kenti batıya ve kuzeye doğru büyütmüş, daha düz olan batı kesiminde ise Marmara- Edirnekapı arasında antikitenin en görkemli surlarını inşa etmiştir. İstanbul’un tarihi yapısını bir çeyiz sandığı gibi koruyan bu surlar, özellikle kara surları 16.yy boyunca tamir görmelerine karşı kentin tarihi karakterini korumasına yardım eden önemli unsurlar ve başkent destanının ve mitolojisinin ayrılmaz parçalarıdır.

Surlar Ve Siluetler

Bu destanın içinde Hunlardan başlayarak Avrasya bozkırının göçerleri de vardır. Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Vikingler, Haçlılar ve Türkler, kenti savunan Bizanslılar ve Latinlerle birlikte bu destanın hikâyelerinin kahramanlarıdır. Bu bağlamda Kostantinopolis Avrasya halklarının tarihinde efsaneleşmiştir.

Bugün Sarayburnu’nun Marmara kıyısındaki birkaç bölümü dışında deniz surlar; bütünlüklerini kente göre ölçülerini ve denizle ilişkilerini yitirmişlerdir. Fakat kara surları Ayvansaray’la Yedikule arasında (Vatan Caddesi çıkışındaki yıkım dışında) dünyanın en dramatik askeri tesislerinden birisi olarak tarihi ve peyzaj değerlerini

120

Temmuz - Ağustos / 2014

koruyor. İstanbul’da topografya mimarinin kurduğu en güzel kent siluetleri kuşkusuz büyük camii ve külliyelerdir. İstanbul Suriçi’nin Haliç ve Marmara kıyıları üzerindeki görüntüsü dünyanın en özgün ve ünlü tarihi kent siluetlerindendir. Bunların etkisi dört temel ögeye dayanır: Deniz, surlar, Topkapı Sarayı, büyük kubbeli yapılar ve minareler… Deniz silueti sadece Marmara’dan Topkapı, Ayasofya- Sultanahmet- CerrahpaşaYedikule değildir. Suriçi’nin Ayasofya’dan Sultan Selim’e uzanan ve merkezi Süleymaniye olan akıllardan çıkmaya silueti, Galata, Haliç kıyıları, Kandilli’den Salacak’a kadar Anadolu kıyılarından algılanan kent siluetidir. Bütün bu siluetlerin fonunda Topkapı Sarayı yapılarının alçakgönüllü ölçülerine karşın değişik yerleşme dokusu ve kulesiyle bir hükümdarlık tacı kimliği sergiler. Yani bırakın bugünkü teknik ve bilgi birikimini sadece bu geçmiş mirası bile rehber edinse imiş bu şehrin planlaması, bugün bambaşka bir zarafet ile büyüleyen bir İstanbul olabilirmiş bu şehir. Ne yazık olamamış. Ama tabi yine de güzel, ille de güzel, sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel. Referans: Doğan Kuban Prof., İTÜ Mimarlık Tarihi emekli öğretim görevlisi Derleyen Hande Ceyhun


Adres: Bağdat Cad. No: 57/8 Altıntepe Maltepe İstanbul Telefon: 0216 367 34 39 GSM: 0532 403 56 39 Web: www.sportesisi.org E-mail: info@sportesisi.org

​Yaptığımız Spor Sahaları ve Çevre Düzenlemeleriyle 30 yılı aşkın süredir, şehre değer katıyoruz...

spor

olsun

diye...


spiritüalite

bulutların arasından sızan

resim: vladimir kush

igris x.com le T Dic gris@gm ti dicle

122

Umut,

Temmuz - Ağustos / 2014


Mayıs ayı, umuda sık sık geri dönmeye çalıştığım ve fırtınanın içinde kendi sakinliğime hayret ederek geçirdiğim bir ay oldu. Annem, gözümün önünde zihinsel/ruhsal bir buhran geçirdi ve düzelip düzelemeyeceğini söyleyebilecek kimse çıkmadı karşımıza. Buna rağmen hiç paniğe kapılmadım. Mayıs, anneler günüyle ve dengesini tamamen yitirmiş annemle yılın ilk yarısına damgasını vurmuş oldu. Annem 75 yaşında ve yalnız yaşıyor. Evlerimiz çok yakın ama düzenlerimiz ayrı. Çok içli dışlı değildik. Ben babam gibi ağırkanlıyım, annem ve ablam, ikisi tez canlı. Ablam 2500 km uzakta yaşadığı halde, annemle benden daha yakın. Ben de altı yıl önce aramızdan ayrılmış babişkomla iyi anlaşıyordum. Ama iki “taraf ” arasında köprü kopuktu. İki yıl öncesine kadar annemle çok az görüşüyorduk. Görüşmelerimiz de pek gergin ve bazen de çok yüksek sesli geçiyordu. Ta ki, ilk buhranını geçirip bana gerçekten ihtiyacı olana kadar. İşte o zaman, telaş ve korku içinde onun Alzheimer olduğunu sanarak oldukça yıpranmış ve sakin kalmayı başaramamıştım, onu o halde görmeye uzun süre katlanamamıştım. Ev işlerini yapsın diye, oğlumun bakıcısını anneme devretmiştim. Çünkü hızla düzeleceğine dair bir umudum yoktu. O ana kadar annemi ne kadar sevdiğimin ve iyiliğini istediğimin farkında değildim. Annem de ona ne kadar büyük bir tutkuyla yardım etmeye çalıştığımı anlamıştı ve ilk kez duvarlarını yumuşatıp benden yardım kabul etmeye başlamıştı. Belki bu size çok garip gelecektir. Ama şunu da unutmayın ki, bazı insanların kaderinde anneleriyle ilgili “iyi” bir ilişki olmayabiliyor. Her işte bir hayır vardır, her ilişkide bir Karma vardır. Neyse ki, annemle benim için hala umut varmış. Benim sevgimi belki ilk kez görünce, aramız birden düzelivermişti. Zihinsel kargaşası da bir ayda

dağılıvermişti. Bu kez, iki yıllık bir aradan sonra yine aynı tarihte, doktora başvuracak kadar karışmıştı aklı. Almaya başladığım Derin Anı Süreci eğitimi nedeniyle her davranışta tekrarlayan kalıplara bakma eğilimi edindiğim için, iki yıl önce de aynı gün doktora gittiğimizi hemen anımsadım ve bu “buhranın” arka planında gizlenen daha derin, daha eski bir travma olduğunu varsaymaya başladım. Bedeni, “o gün” geldiğinde olanları anımsayıp düğmeye basılmış gibi aynı tepki dizisinin içine giriyordu. Bu kez, kendi ağzıyla bana ipucu vermiş oldu: Kötü hissettiği, giyinmek gibi basit bir işi bile yapamayacak kadar karmaşık bulduğu bir anda “O eşek adam benden ayrıldığında da aynen böyle hissediyordum” dedi. İşte o zaman yapbozun parçaları bende yerine oturdu. Ve öğrendim ki, annem muhtemelen bu tarihte babasını kaybetmiş ama asla yasını tutmamış, ağlamamış. Bu duygulardan kaçmış çünkü 13 yaşındaymış. Onun yerine birine aşık olmayı ve çılgınlar gibi bağlanmayı seçmiş. O kişi de yıllar sonra annemden ayrılınca annem çok ciddi bir buhran geçirmiş, hastanelik olmuş, aşırı kilo kaybetmiş. On dokuz yaşındaymış ve kendine zarar vermeye çalışmış. Ama bunu, 6 yıl boyunca çok uzaktan ve platonik olarak sürdürdüğü “aşkı” için yaptığını sanmıyorum. Kaçtığı, hatta inkar ettiği bir baba yası var; bu çok daha derin. Bugün bile o konuda pek konuşmak istemiyor. Bu da kuşkumu daha da doğruluyor. Bu kez kendimi çok çaresiz ve güçsüz hissetmedim. İki yıl önce, bu durumu yakından uzaktan kavrayabilecek bir bilgim, deneyimim yoktu. Şimdi gözlemlerim, deneyimlerim ve vaka bilgilerim var, o yüzden kendimi yalnız hissetmedim. Meditasyon denen muhteşem dinginlik havuzu sayesinde de kendi dinginliğimle temasa geçmeyi bazen becerebiliyorum ve buna şükrediyorum. Eğitim-

ler aldığım merkez de annem konusunda bana muazzam yardım etti, annemle ilgili kendi kör noktalarımı görmemi sağladı. Derin şükranlarımı sunuyorum. İyi ki varsınız. Mayıs’ın ilk günlerinde dakikalar, saatler.. killi, yapışkan, ıslak toprakta, üzerimde ağırlıkla adım atmak kadar güç ilerliyordu... umudu kırıntı kırıntı toplayıp biriktirmeye çalışıyordum. Derin bir acı hissediyordum. Bu acı, zaman zaman yoğunlaşıp sıcak gözyaşlarına dönüşüyordu. Oysa şimdi, Haziran’ın 13’ünde, annemle birlikte zeytinyağlı dolma yapıp yemiş olmanın, oğlumun takdirli güzel karnesini almış olmanın, dolunayı yaşamanın ve yaz tatilinin tatlı ferahlığı içindeyim. Bir önceki buhran, bana “anneyle iyi ilişki ” adında değerli bir meyve bahşettiği için, bu kez de “acaba bu buhran ilişkimizde nasıl çiçekler açtıracak?” diye merak ediyorum. Şu anda “ödev olarak” Sogyal Rinpoche’nin “Tibetlilerin Yaşam ve Ölüm Kitabı”nı okuyorum ve öğrendim ki, insan ilişkilerinde yardımlaşma ve destek karmik derslerin tamamlanmasını sağlıyor. Tabii ki anneme isteyerek yardım ediyorum. İstemeden, salt “Karma hallediyor” diye yardım edemezdim. Bu konuda kendime karşı dürüst olmaktan başka çare olduğuna inanmıyorum. Ama “şansım” (veya kaderimde) varmış ki, içimden geliyor. Ve eskisine göre kendimi “Dicle” kişisi olarak daha rahat ve güvende hissediyorum. Bu yaz 39 yaşım dolacak ve itiraf etmeliyim ki, kendi kaderime ancak alıştım sayılır. Yaşamımı kabul ediyorum ve aynadaki aksime sevgiyle gülümsüyorum. Tüm deneyimler gelip geçiyor. Ancak önce hepsi yaşanmak, hissedilmek istiyor. Ne kadar yorucu olursa olsun, yaşıyoruz onları saygıyla. Şimdiki hayalim, annemle aynı apartmanda oturmak ve sık sık birlikte yemek yemek. Yaşasın ebeveynler! Yaşasın umut! 123


Steve Sabella

Clemens Behr

Ramazan BayrakoÄ&#x;lu Pravdoliub Ivanov

Hani Zurob


Tony Cragg

Caroline Heider

ArtInternational 26-28 Eylül tarihlerinde Haliç Kongre Merkezi’nde Gohar Dashti

Carlos Aires

içinde sanat var

Ralf Peters


röportaj

müzikruhun

şifasıdır

Eskiler “Müzik ruhun gıdasıdır” derken, gerçekten de bir bildikleri varmış. Tüm dünyada büyük bir kitle tarafından takip edilen New Age akımının bir parçası olan Mantra Müziği, ülkemiz geneline bakıldığında hala tam olarak bilinmiyor. Ancak son zamanlarda sıkça karşılaştığımız Seda Bağcan’ın müziklerine şöyle bir kulak kesildiğimizde, mantralardaki hikmeti bizzat deneyimleyebiliyorsunuz.

126

Temmuz - Ağustos / 2014


127


Aslı, binlerce yıllık bir bilgiye dayanan mantraları dil ve nefes aracılığıyla gerçekleşen damak akupunkturu gibi düşünmek yanlış bir benzetme olmaz sanırım. Zira, dinlediğimizde anlamsız gelen seslerin her birinin Sanskritçe’de bir anlamı var ve bu sesler, dil-damak-nefes iş birliğiyle 84 farklı sinir merkezine etki ederek, beynimizdeki farklı bölgeleri uyarıyor. Tüm dünyada binlerce insan, Mantralar ile ruhsal ve yaşamsal pek çok blokaja dair açılım yaşıyor. Mantralar ile ilgili merak ettiklerimizi, Seda Bağcan’a sorduk. Konuyla ilgili daha geniş medya içeriğine, dergimizin güncel haber portalı www.aktivistanbul. com ile ulaşabilirsiniz. Aktivist: Yaptığınız mantra müziği çok beğeniliyor. Bize, mantra nedir; mantra müziği nasıldır anlatır mısınız? Seda Bağcan: Merhaba tüm okuyucularımıza. Mantra Sanskritçe bir kelime. Man; zihin, düşünce, tra ise serbest bırakmak anlamına gelir. Her iki anlamı birleştirirsek zihni serbest bırakmak için kullandığımız titreşimler diyebiliriz kısaca. Mantra müziği ise ses ve oluşan titreşimler aracılığı ile kişinin daha yüksek bir bilince ulaşmasını, aklın hayallerden ve günlük safsatalardan kurtulmasını amaçlar, zihni boşaltmak, konsantrasyonu artırmak, huzura ermek, zorluklardan kurtulmak için “tekrarlanan hece, sözcük ve sözcük gruplarının melodiyle birleşmesi” olarak tanımlanabilir. Kendi mükemmel titreşimimize uyumlanmak için zihinde boşluk anı yaratmaya yarar mantra müziği. Ses titreşimleri hücrelerimizin titreşimini düzenler. Seslerin ve kelimelerin belirli şekillerde tekrarı beynin farklı bölgelerini uyarır. Damağımızda 84 tane sinir merkezi vardır, bunların uyarılması beynimize farklı sinyaller gönde-

128

Temmuz - Ağustos / 2014

rir. Böylece hem beynin kimyası hem de düşüncelerin frekansı değişir. Aktivist: Mühendislik, Tıp ve Müzik. Bu üç disiplini aynı potada toplamayı nasıl başardınız? Seda Bağcan: Ben müzisyen bir ailenin bildiğimiz kadarıyla üçüncü kuşağındanım. Müzik bizim doğamızda var. Halam Selda Bağcan’ı hemen herkes tanır. Babam, annem, amcalarım, kardeşlerim, kuzenlerim herkes bizde, önce müzisyendir. Aile geleneği olarak da hepimizin başka bir mesleği var. Örneğin ablam Sonat diş hekimidir, diğer ablam Serenad (Sevgili Fazıl Say’ın İlk Şarkılar albümünün solisti) eczacıdır. Ben de elektrik ve elektronik mühendisliği okudum. İnsan sağlığı hep benim için çok önemli olmuştur. Böylece Biyomedikal (Tıbbi elektronik) dalında Türkiye’de ve Almanya’da şirketler kurdum ve yönettim. Çocukluğumdan beri klasik müzik, pop, jaz her türlü müziği denedim ama new age müziğin yeri her zaman farklı oldu. Mantra müziği ile tanıştığımda ve etkilerini öncelikle kendi bedenimde ve hayatımda deneyimledikten sonra herkesin bunu deneyimleyebilmesini gerçekten çok istedim. Böylece mühendislik, müzik ve tıp bir araya geldi ve tüm bilgilerim, deneyimlerim bir hediyeye dönüştü. Şimdi birçok kişi bana teşekkür mektubu yollu-

yor; müziklerimle iyileştiklerini, hayatlarını değiştirdiklerini, huzuru, ilahi aşkı bulduklarını, çocuklarını kolayca uyuttuklarını, birçok hastalığı yendiklerini, korkularını bıraktıklarını, daha neler neler dile getiriyorlar. Aktivist: Sizin müziğinizin özellikle doğumhanelerde ve trafikte kullanıldığını duydum. Ancak bakıldığında pek çok konuda müziğinizle yol almak mümkün. Böyle bir tekniği kullanmak isteyenlere neler önerirsiniz? Özellikle ilk kez deneyecekler, nasıl başlasınlar? Seda Bağcan: Mantra müziğini hem dinlemenizi hem de söylemenizi tavsiye ederim. Dinlemekle de belirli titreşimler alınıyor olsa da beraber söylendiğinde; kafatasındaki titreşim, beynin sol ve sağ hemisferlerini dengelemenizi, kullanılmayan beyin hücrelerinin aktive olmasını, hormon ve enzimlerin daha dengeli salgılanmasını sağlıyor.


Konunun uzmanları, “Genç, uzun ve sağlıklı yaşamak için günde en az 7 dakika şarkı söyleyin!” diyorlar. Araştırmalar ancak 7 dakikada enerji alanımızın değişmeye başladığını gösteriyor.

Mantra müziğinin toplulukla birlikte söylendiğinde daha da etkili olduğu, bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış: Bireylerin -teker teker ölçüldüğünde- her biri farklı olan beyin dalgaları, mantra medi-

tasyonu sırasında bir daha ölçüldüğünde tümünün eşitlendiği gözlemleniyor. Bu bulgu, birlikte şarkı söylemenin tek bir titreşimde buluşmayı sağladığını ve ne kadar önemli olduğunu kanıtlıyor.

Damağımızda 84 tane sinir merkezi vardır, bunların uyarılması beynimize farklı sinyaller gönderir. Böylece hem beynin kimyası hem de düşüncelerin frekansı değişir.

129


Birlikte söylemenin oluşturduğu bu mucizevi sinerji, mantra meditasyonlarından sonra katılımcıların ifade ettikleri gibi; rahatsızlıkları, sıkıntıları yok ediyor, dileklerin ve düşüncelerin kısa sürede gerçekleşmesini sağlıyor, hayatlarda bir iyileşme ve hızlanma yaratıyor. Bir de Japon Bilimadamı Masaru Emoto’nun Japonya’daki laboratuarında müziklerim üzerine yaptığı araştırma sonuçlarından bahsetmek istiyorum. Dünyada su moleküllerinin kristalizasyon fotoğrafları ve videolarıyla tanınmış olan Japon Bilimadamı Masaru Emoto Sunrise ve Remember albümlerindeki mantraların suyun moleküler yapısını ne yönde değiştirdiğini araştırdı. Bozulmuş moleküler yapıya sahip su örneklerine mantralar çaldılar ve su moleküllerinin tekrar uyumlu hallerine geri döndüklerini gözlemlediler.. Bu sonuçla; bu mantraları dinlediğimizde, ortalama %75-%80’i su olan vücudumuzun moleküler yapısının daha uyumlu hale geldiği kanıtlanmış oldu. Aktivist: Mantralar sanırım Sanskritçe, yanlışsa lütfen beni düzeltin Söylediğiniz cümlelerde neler diyorsunuz? Seda Bağcan: Birçok dilde hatta her dilde mantralar var. Şu ana kadar 4 albüm çıkardım. Bunlardan ‘Sunrise’, ‘Remember’ ve ‘I am That I am’ mantra müziği albümleri. Bu albümdeki mantralar Gurmukhi dilinde. Kuzey Hindistan’da eski zamanlarda kullanılmış bir dil. Binlerce yıldır aktif olarak kullanılan mantraları seçiyorum albümlere koyarken. Şu anda dünyada bilinen en etkili şifa mantraları kullandıklarım. Sunrise albümünde Ra Ma Da Sa Sa Say So Hung diye bir mantra var örneğin, Ra; Güneş, Ma; Ay, Da; Dünya, Sa; Sonsuzluk, Say; Sonsuzluğun Bütünlüğü, So Hung da Ben Benim demek. Ben güne130

Temmuz - Ağustos / 2014

şim, ben ayım, ben sonsuzluğum, ben sonsuzlukla bütünüm ve ben benim diyorsunuz. Tüm evrenle, tüm yaratımla bir olduğumuzu hatırladığımız bir mantra. İnanılmaz şifalandırıcı gücü vardır. Remember albümümde ‘Sa Ta Na Ma’ mantrası yaşam döngüsünü anlamamıza ya da hatırlamamıza yarar. Sa; sonsuzluk aynı zamanda doğum demektir. Ta; yaşam, Na; ölüm, yeni başlangıç, yeniden doğuş anlamındadır. Bu mantra panik atak, Alzeimer, Parkinson hastalarına çok iyi geliyor. Son albümüm ‘I am That I am’ deki ‘Ben Benim’ mantrası insanlığa verilmiş ilk mantradır. Sınırlı kimlikle sonsuz kimlikleri birbirine bağlar. ‘Ben’ zihin tarafından soru olarak algılanır ve Benim cevabı ruhun tüm olasılıklarını ve rollerini öze sunar. Sınırlı kimlik algısını evrende yaratılmış her zerre ile birlik algısına yükseltir Sınırlı kimliğin senfonisini sonuzluğun senfonisine uyumlar, farkındalığı yükselterek kişinin özünün gerçeğini yaşamaı olanakları sunar. Yaşam yolunda GERÇEĞİi, ÖZÜ ve BİRİ hatırlatır. Yine son albümde ‘Sa Re Sa Sa Har Re Har Har’ diye bir mantra var. Sonsuz Tüm burada ve her yerde. Tanrının yaratımı burada ve her yerde anlamında. Sa; sonsuzluk, RE; tüm. Har; dünyanın yaratımı, yaratım gücüdür. Bu bütün mantraların temel, kök mantrasıdır. Etkili iletişim kapasitesini geliştirir, konuşmada üstatlık sağlar Geçmiş, gelecek ve şimdi bilgeliğinin kapılarını açar. Barış, huzur ve refah getirir. Negatifliği alarak sonsuz yaratım enerjisine uyanış sağlar ve yüksek bilince giden yolda tüm engelleri kaldırır. Bir başka mantra da ‘Sat Narayan Wahe Guru Hari Narayan Sat Nam’. Sat Narayan; gerçek destekleyici. Wahe Guru; tarif edilemez bilgelik, en büyük mutluluk ve sevinç. Hari Narayan; yaratımı destekleyen. Sat Nam; gerçek kimlik. Bu mantra da iç huzuru yaratarak dış dünyada

da huzur, barış, mutluluk ve iyi talih getirir. Narayan sonsuzluğun su elementiyle ilgili suretidir. Akışda kalarak dünyanın da ötesinde sonsuzluğun deneyimlerine taşır. Aktivist: Mantralar binlerce yıllık, siz bunları besteliyor ve aranje ediyorsunuz. Melodileri nasıl belirliyorsunuz? Seda Bağcan: Önce mantrayı çok iyi araştırıyorum, hangi çakralara nerelere iyi geliyor diye. Vücudumuzun ve enerji alanımızın belirli titreşimlerde değişimler gösterdiği biliniyor. Bestenin hangi tonda, hangi ses aralıklarında olması gerektiği ortaya çıkıyor zaten sonra da uzun bir meditasyonun ardından güzel melodiler geliyor. Sonra yoga öğrencilerim üzerinde denemeler yapıyorum, en etkili olanları, en içe işleyenleri albüme koymaya karar veriyorum. Bir de doğadaki etkisine bakıyorum. Eğer kuşlar cıvıldamaya, kurbağalar vıraklamaya ve köpekler ulumaya başlıyorsa besteler doğru tonda ve etkide demektir. Besteleri yaptığımda aranjelerinin nasıl olması gerektiği de aşağı yukarı kulağımda oluyor. Sonrası çok değerli müzisyen arkadaşlarımın kendi ruhlarını ve üstatlıklarını eklemesiyle oluşuyor. Bu arada söylemeden duramayacağım; mantra albümlerini kaydederken bizim bahçedeki tavuklarımız günde 2 yumurta veriyorlar. Kayıtlar bittiğinde ise tekrar günde bir yumurta vermeye başlıyorlar. Benim için bütün bunlar doğru yolda olduğumu gösteren evrenin işaretleri.


Bir an gözlerinizi kapatın ve bir kediye dönüştüğünüzü düşünün. Birisinin kedisi ve kimin kedisiyseniz onun adıyla anılıyorsunuz… Fırıncının kedisi, bakkalın kedisi, okulun kedisi, gazetenin kedisi… Elbette kimin kedisiyseniz o ortamdan nasiplenecek ve bir kedi olarak kültürünüz de öyle gelişecektir. Kediler sahiplerinden nemalanır çünkü. Sokak kedisi ise kendi özgürlüğünden vazgeçmez ve kolay kolay da kimselere güvenmez. Ancak tüm kedilerin, sahiplerinin haberi bile olmaksızın bir araya geldikleri, buluştukları bir yer ve bir zaman vardır. Ve orada insanların dedikodusu en gerçek haliyle yapılır. İşte ben de bir kedi olsam kedilerarası süregelen o gerçek dedikodulara kulak verir ve aynı Minus’un yaptığı gibi, “iyi bir insan”ı kendime sahip olarak seçerdim. Ve tabii bu kişi neden adı Tibe olan iyi bir gazeteci olmasın ki… Çünkü o sadece kedilerle haber yapan ve bu yüzden işini kaybetmek noktasına gelmiş, iyi bir insandır. Biraz çekingen fakat oldukça dürüst. Annie M. G. Schmidt’in hayal gücünün şahane örneklerinden biri olarak yazdığı Kedi Kız Minus romanı hem büyükler hem de çocuklar

için benim açımdan okunması şart olan sevimlilikte.

kitap

bütün kediler filozoftur…

fery Ferya al@ aktiv l Çevik ö istan bul.c z om

Ancak kedi kız Minus, benim hayal etmenizi istediğimin tam tersine, kediden insana dönüşmüştür. Vincent Bal tarafından sinemaya da uyarlanmış olan Kedi Kız Minus, insana dönüşmüş olsa da kedi özelliklerinden vazgeçmeyen, vazgeçemeyen, mukavva bir kutu içinde uyuyup, yalanarak temizlenen ve fare kovalayan ve elbette mırıldayan güzel, kızıl saçlı bir kadındır. Kedilerin gözünden hayatın nasıl şekillendiğinin ve insanlık felsefesinin maharetle yapıldığı bir baş yapıt diyebiliriz. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, iyi sanılanın kötü, kötü sanılanın iyi olabildiği gerçeğinin Kedi Haber Ajansı ve filozof kediler tarafından su yüzüne çıkartılmasının keyfine varmak istiyorsanız mutlaka okumanızı öneririm… Kedilere başka bir gözle daha bakmaya başlayacağınıza kuşku duymuyorum. Bir kedi edinmek hakkında da derin derin düşünebilirsiniz. Tabii çevreye, yaşadığınız mahalleye, insanlara, dostluklara, iyilik ve kötülüğe ve kimyasal atıklara da… İnsana dönüşmek, iyi bir kedi için kabusu pembe bir rüyaya dönüştürmek de olabilir aslında. Hollandaca’dan Gül Özlen’in titizlikle dilimize kazandırdığı Kedi Kız Minus Çınar yayınlarından çıkmış. Çocuk edebiyatının önemli kalemi Annie M.G.Schmidt’in, Hans Christian Andersen Ödülü sahibi olduğunu ve bu ödülün çocuk edebiyatı için Nobel sayıldığını da ekleyelim… 131


kitap

Ölüleri Anmak | Ian Rankin İskoç polisiye edebiyatının en başarılı yazarı Ian Rankin, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Başkasının Mezarı kitabının ardından bu kez de Ölüleri Anmak’la karşımızda. Gerçek olaylarla eşzamanlı yayımlanan Ölüleri Anmak’ta Londra’da G8 zirvesi sırasında patlayan bombalar ve George W. Bush’un polislere el sallarken bisikletten düşmesi gibi bazı gerçek olaylar var. Suçun topluma nasıl nüfuz ettiğini gösteren roman, bir suç/polisiye romanından daha fazlası. Ölüleri Anmak, Rankin’in şimdiye kadar yazdığı en zengin ve karmaşık kitap olarak görülüyor.

İlk Üç Dakika | Steven Weinberg Nobel ödüllü ünlü fizikçi Steven Weinberg’in 38 yıl önce yazdığı İlk Üç Dakika kitabı güncelliğini koruyor. Kitabın yazıldığı 1976’da evrenin kabaca 14 milyar yıllık öyküsüyle ilgili ana kuram, Büyük Patlama Kuramı, ana hatlarıyla ortaya çıkmıştı. Bu öykünün özellikle ilk birkaç dakikası 1960 ve 1970’lerde büyük ilerlemeler kaydetmiş olan temel parçacıklar fiziğine dayanır; temel parçacıklar fiziğinin “Standart Model”i o tarihlerde, özellikle Weinberg’in önemli kuramsal katkılarıyla tamamlanmıştı. Kitapta evrenin tüm evrimine değinilmekte; örneğin, “Evrenin kütlesi tekrar gerisin geri Büyük Çökmeye yetecek midir, yoksa Soğuk Ölüme mi yol açacaktır?” gibi henüz yanıtsız olan sorular da ele alınmaktadır.

Deliduman | Emrah Serbes On yedi yaşındaki Çağlar İyice konuşuyor. Kız kardeşi Çiğdem’i, onu meşhur etme ümitlerini, belediye başkanı dayısını, yakın arkadaşı Mikrop Cengiz’i, taşra muhabbetlerini, depresyonun eşiğindeki annesini, eski sevgilisini, hiç unutamadığı dedesini, hatırlarken kahrettiği babasını anlatıyor. Deliduman, dermansız ve güdük bir ilçeden haykırmaya başlıyor, İstanbul’a uzanıyor. Çocukluğumuzun, hatıralarımızın ve bütün sokaklarımızın üzerinden dangır dungur geçen imar ve para iştahına lanet! Riyakâr dünyaya, Allahsız sermayeye, martılara, küçük bir kızın kalbini kıranlara isyan ediyor. Barikatların arkasında, soluk soluğa, yapayalnız, erken kaybeden bir delidumanın öfkesini çemkiriyor. Emrah Serbes, zamanın ruhunu, Gezi’nin isyancılarını, hürriyetleri için öksürenleri, yerinde duramayanları, küfredenleri, ağlamayı unutmak için yumruğunu sıkanları resmediyor. Deliduman, büyük zamanın ve her zaman kenarda kalanların romanı.

132

Temmuz - Ağustos / 2014


satın al

Varlık ve Öz | Thomas Aquinas Varlık ve Öz, Aquinas’ın metafizik üzerine görüşlerini derlediği temel bir eserdir. “Öz” ve “varolan” sözcükleriyle neyin tanımlandığı, özün değişik nesnelerde nasıl bulunduğu ve mantıksal kavramlar olan cins, tür ve fark karşısındaki yerleri ele alınır. Varolanın anlamından özün anlamına doğru ilerlenen metinde, cinsin, türün ve farkın doğada maddeye, biçime ve birleşik-olana niçin uygun düştüğünün nedenini ortaya koyar; özün tözler, özgülükler, birleşik ve yalın tözler karşısındaki durumunun nasıl olduğunu ve mantıksal genel kavramların nasıl oluştuğunu açıklar.

Kahraman Köpekler | Mario Bellatin Meksikalı yazar Mario Bellatin, Türkçedeki üçüncü kitabı Kahraman Köpekler’de tuhaf bir dünya yaratıyor. Köpekleriyle konuşan hareketsiz adam, boş plastik torbaların sınıflandırılmasıyla uğraşan annesi ve kız kardeşi, başlıca işi hayvanlara bakmak olan hemşire-eğitmen. Ama asıl dünya köpeklerin çevresinde dönüyor, otuz Belçika Malinois çoban köpeğinin. Pablo Neruda, Julio Cortázar okumamış insanın saçları dökülür, der. Bellatin içinse tam tersi geçerlidir: Bellatin okumuş insanın saçları dökülür. Bellatin okurunu sakat bırakır, aksayarak yürürsünüz kelimeler arasında, belki de sakatlığın ne demek olduğunu kendi vücudundan bildiğinden. Kahraman Köpekler’de hareketsiz adamınki bir çöküşün anlatısıdır ama yukarıdan aşağı inen bir çizgi olarak kurgulanmış dramatik bir çöküş hikâyesi değil, öncesi ve sonrası olmayan ezeli bir çöküşün kırıntıları.

Andrés Fava’nın Güncesi | Julio Cortazar Andrés Fava’nın Güncesi yazarlık yaşamının ilk yıllarında, genç Cortàzar’ın, roman kişisi Andrés Fava aracılığıyla sorduğu sorularla dolu bir kitap. Yazarın işi nedir? Yazar kafasında kurduklarını nasıl dile döker, okura nasıl ulaşır? Metin nedir? Nasıl oluşur? Kitabın içine serpiştirilen metinlerarası göndermeler, bu büyük Arjantinli yazarın çıraklık yıllarında neler okuduğunun, hangi metinlerle, hangi düşünsel birikimle yoğrularak kendi hamurunu kardığının ipuçlarını veriyor. Kitabın kurmaca soyağacını izleyince, Cortàzar ‘in ilk romanı El Examen ile karşılaşıyorsunuz: Günceyi tutan Andres Fava kurmaca yaşamını bu romanda sürüyor. Okur günceyi okurken hem Cortàzar ‘in kendi yaşamına giriyor. Cortàzar, Arjantin edebiyatı, dünya edebiyatı, müzik, düşün, sanat, bir kuşağın kültürel geçmişi gibi bilindik bilinmedik bir daldan öbürüne sıçrayarak ardından sürüklüyor.

133


müzik dolu bir yaz müzik

bizi bekliyor!

om en bet tmail.c ü L o h n u f @ Tay lubeten n tayfu

Sizin için dinledim; yaz mevsimi bu hallerde olacak.

Son zamanlarda yapılan albümler ve şarkıları konuşulacak olanlar arasında ilk sırada sanırım Hande Yener var iyi bir emeğin karşılığı olan bu albüm müzikseverlerin beğenisine sunuldu bakalım beğenilecek mi? Hande Yener Poll Production etiketi ile Polat Yağcı’nın yapımcılığını üstlendiği, Hande Yener prodüktörlüğü ile sunulan yeni albümü “Mükemmel” ile müzik marketlerde yerini aldı! 14 yeni ve 2 cover şarkının yer aldığı albüm 2 CD’den oluşuyor. “Mükemmel” albümü için Selim Akar’ın marka danışmanlığında Tayfun Çetinkaya’nın objektifine “Mükemmel” pozlar veren Hande Yener, fotoğraf ve kıyafetleri ile de çok konuşulacağa benziyor.

“Unutanlar Gibi”de, son dönemin etkili yorumcusu Mehmet Erdem ile yaptığı düet ise çok konuşulacak gibi .

İkinci Sıra Klibini izlediğim bir parça Sıla’dan. Parça “Yeni Ay” albümünün ilk video klibi “Vaziyetler”

yönetmenliğini ise Soykut Turan yaptı. Diğer seçeneklerimiz ise… Heyecan yüklü bir parça Katy Perry ’den Roar… Bu enerjiye yeni parça da eklenerek izlenme rekorları kırmış Youtube listelerinde

Müzik dünyasının sevilen ismi Sıla, albümün ikinci video klibi için; sözleri kendisine, müziği Efe Bahadır’a,

Yaz Mevsiminin heyecanı uyandıracak bir diğer albüm One Love, One Rhythm - The Off icial 2014 FIFA World Cup. Albüm yaz sıcağına uyarlanan ve futbolun bu coşkusunu müziğe taşıyan, kıpırdayan bir

düzenlemesi ise İskender Paydaş’a ait olan “Yabancı” adlı şarkıyı seçti.

hareket olarak nitelendirilebilir, Çalışırken dinlemenizi öneririm.

Klip İTÜ Taşkışla Kampüsü’nde çekildi ve çekimler yaklaşık bir gün gibi kısa bir sürede tamamlandı. Yönetmenliğini Ergin Turunç’un üstlendiği bu çalışmanın görüntü

Steven Wilson - Cover Version gibi dinlenilesi parçalar var, albümdeki sadelik ruhta haf if dokunuşlarla yol alıyor. Bu albüm en beğendiklerim arasında.

Sezen Aksu’nun “Bir Kış Masalı” eseri ve sözü Fikret Şeneş, müziği

Peter Yellowstone’a ait olan, daha önce de Ajda Pekkan tarafından yorumlanan “Bir Köşede Yalnız” adlı cover şarkıların yeni düzenlemeleriyle kulaklarımıza yenilik katacak. Sözü Berksan, müziği Turaç Berkay Özer & Berksan imzası taşıyan 134

Temmuz - Ağustos / 2014


Konserler… Görünürde beklenen iki şahane konserimiz var. İzleyiciyi ayakta tutacak iki konserden biri Metallica… Metallica By Request dünya turnesiyle İstanbul’da! Bu kaçırılmayacak Metallica konseri, Pozitif Li ve organizasyonuyla 13 Temmuz Pazar günü İTÜ Stadyumu’nda gerçekleşecek. Şimdiden rahat giyinin sıkış sıkış yol alabilmeye hazır olun diğer konserimiz ise iddialı bir seyir sunacak.

Avea ile Yıldızlar Açıkhava Sahnesi’nde! Harbiye Açık Hava Sahnesi, 19 Haziran - 25 Eylül tarihlerinde sevdiğiniz sanatçıları sıra sıra konser sahnesine çağırıyor, kimler mi var? Türk pop müziğinin aşk devrimcileri MFÖ, Sıla, Zülfü Livaneli, dinamik

topluluk Anadolu Ateşi, Gülmek için Güldür Güldür, Sertap Erener, Erol Evgin, Kenan Doğulu, fazla Söze gerek duyulmayan Kardeş Türküler Sahnesi’nde Sezen Aksu - Ara Dinkjian, Süper Star Ajda Pekkan, Muazzez Abacı, Karadeniz müziğinin genç temsilcisi Selçuk Balcı, Nilüfer, güldürme garantisi veren Tolga Çevik Arkadaşım Hoş Geldin, müziği ve felsefesi ile 41 yıldır zirvede olan sanatçı İlhan İrem, Göksel, Ziynet Sali ve Despina Vandi bu konserlerde dinleyicileri ile buluşacak…

prodüktörü ise ünlü sanatçı Niran Ünsal oldu… Mayıs ayında çıkması planlanan Ünsal’ın sahibi olduğu Nü Müzik’ten çıkacak olan albüm sevenleri hala bekletiyor. Harun Kolçak’ın son albümü birçok sürprizi de içinde barındırıyor bilginize olsun iyi dinlemeler.

Sürpriz… Yeni sürpriz albüm Harun Kolçak’tan olacak. İki buçuk yıl süren kanserle mücadelesini yenen Harun Kolçak, şimdilerde ilk kez post-rock tavrından bir albüm çıkartacak olmanın beklentisini ve heyecanını yaşıyor. Albümün

135


“Masum Bir Kent” | 18 Temmuz - 3 Eylül

etkinlik

Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi | İstiklal Caddesi İletişim: 0 212 393 60 61 Günlük yaşamlarımızdaki sıradan nesnelerin farklı anlamları ve ortak önemi üzerine düşündürmeyi amaçlayan “Masum Bir Kent: Gündelik İstanbul Üzerine Mütevazı Fikirler” sergisi Masumiyet Müzesi’nden seçilen 12 nesneyi inceliyor. Çay bardağı, saat, saç tokası gibi gündelik eşyaların hikayeleri; haritalama, illüstrasyon, fotoğraf ve kent sakinlerinden ödünç alınan objeler aracılığıyla anlatılıyor. Amerikalı sanatçı Mark Dion’un “The Jenks Society for Lost Museums” (Jenks Yitik Müzeler Topluluğu) adına Masumiyet Müzesi’ne ithafen gönderdiği kartpostalın da yer aldığı sergi, kurguyla gerçek hayat arasındaki çizgiyi de derinleştiriyor. Sergide yer alan çalışmaların fotoğraf sanatçısı Hasan Deniz’in İstanbul’un tarihi sokaklarında çektiği fotoğraflar eşliğinde kurgulanması, nesnelerin hikayelerinin çıkış noktası olan İstanbul’la ve kentin sokaklarıyla olan bağını güçlendiriyor.

Turkcell Yıldızlı Geceler | 01 - 31 Ağustos Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu, İstanbul Türkiye’nin en uzun süreli konser serisi olan Turkcell Yıldızlı Geceler, bu yıl olağanüstü bir atmosfer ve heyecanla gerçekleşecek. Yalnızca İstanbul’un değil, Türkiye’nin de en ünlü ve prestijli sahnesi olan Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu, Turkcell’in 20. yılı şerefine birbirinden ünlü yerli ve yabancı sanatçılarla dolup taşarken ilk kez özel sahne gösterilerine de ev sahipliği yapacak.

Atların Efendisi | 28 Haziran - 30 Eylül Ulusoy Arena Belek, Antalya ‘Atların Efendisi’, Dünyaca ünlü binicilik ustası Alex Giano ile seçkin Endülüs Atları’nın duygusal hikayesini ve ustaların onlarla olan güzel ilişkisini anlatıyor. Almanya, Fransa, Monaco, İspanya, Las Vegas gibi dünyanın birçok ülkesinde yüzbinlere ulaşan seyirci sayısıyla tüm dünyayı dolaşmaya devam ediyor. Alex Giano nun mükemmel ekibi eşliğinde çağdaş at sanatının en iyi paylaşımı ile büyülü bir yolculuğa çıkacaksınız. ‘Atların Efendisi’ gösterisinde ki biniciler ekibinde Alejandro Barrionuevo , Manolo Zumariva , Ricardo Navas ve Voltige Sherzod Mamatov da yer alıyor. ‘Atların Efendisi’ sanat, güç ve gurur dolu bir gösteri… Usta ve atı birleştiren koşulsuz sevgi, Muhteşem ışık ve görsel show ile dev bir gösteriye dönüşüyor. Gösteride 60 at görev yapıyor. Çocukluk hayallerinin anılarını, adrenalin tutkularını, özgürlük içinde koşan ve akrobasi yapan atları, komik midilli ve ponileri, kuyruklu yıldızları, mistik dervişlerin fantezilerini, hız ve cesaret arasında görünmez bağlantıları izleyeceksiniz.

136

Temmuz - Ağustos / 2014


izle

satın al

Andre Rieu | 27 Kasım - 29 Kasım Klasik müziğin Madonna’sı André Rieu, Johann Strauss Orkestrası ile birlikte sürprizlerle dolu yepyeni performansıyla İstanbul’da... Dünyanın tüm müzik otoritelerince bu yüzyılın en önemli müzisyenlerinden biri kabul edilen André Rieu, yoğun istek üzerine dünyanın en ünlü orkestralarından Johann Strauss Orkestrası ile birlikte yeniden İstanbul’a geliyor. André Rieu, bu kez 27 Kasım 2014’te Sinan Erdem Spor Salonu’nda ve 29 Kasım 2014’te Ülker Sports Arena’da iki özel konser ile sevenleriyle buluşacak.

Figüratif Yaz Sergisi | 17 Haziran – 30 Ağustos ARTNEXT ISTANBUL Çağdaş Sanat Alanı İletişim: www.artnext.org İstanbul’da çağdaş sanatın güncel örneklerini takip eden her kesimle buluşturan Artnext Istanbul; 2013-2014 sanat sezonunun final sergisinde dokuz sanatçının farklı medyumları kullanarak ürettiği, figürü merkeze alan eserlere yer veriyor. İstanbul çağdaş sanat ortamının etkin bir platformu haline gelen ARTNEXT ISTANBUL’un “FİGÜRATİF YAZ SERGİSİ // FIGURATIVE SUMMER EXHIBITION” başlıklı grup sergisinde yer alan sanatçılar, Bulut Bagatur, Nurettin Erkan, Taşkın Esin, Deniz Gökduman, Ayşecan Kurtay, Kağan Toros, Mert Yavaşca, Çiğdem Yılmaz, Baysan Yüksel.

Neil Young | 15 Temmuz Küçük Çiftlik Park, İstanbul Rock müzik efsanesi Neil Young, İstanbul’daki ilk konserini Vodafone Red sponsorluğunda, 15 Temmuz’da KüçükÇiftlik Park’ta gerçekleştiriyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı, müzikseverlerin uzun yıllardır merakla beklediği rock müzik efsanesi Neil Young’ı Crazy Horse grubuyla birlikte İstanbul’da ağırlıyor. Tek günlük bir festival vadeden konserin ön grupları ise Midlake ve Büyük Ev Ablukada... 15 Temmuz gecesinde, canlı performanslarıyla ses getiren Büyük Ev Ablukada izleyicileri karşılayacak. Ardından da daha önce Salon İKSV’de art arda iki kapalı-gişe konser gerçekleştiren Teksaslı ünlü grup Midlake sahneye çıkacak.

137


hepsi hikaye rak

t Tu

resim: alexander jansson

Mer

138

O ve ben‌ Temmuz - AÄ&#x;ustos / 2014


Arkamdaydı… sesi git gide yaklaşıyordu… gıcırtılı ve topraklıydı sesi… su belime kadar yükselmişti, bir insan boyundaki tünelin ucundaki ışık, ben yaklaştıkça uzaklaşıyordu. Adımlarım ağırlaştıkça kalbim daha hızlı çarpmaya başladı, nefesini ensemde hissettiğimde elham okumak geldi içimden… su yükseliyor o yaklaşıyor ve ben çok korkuyordum, su göğsüme kadar gelince yüzeyim dedim, dalıp çıkarak debelene debelene kaçmaya çalışıyordum suyun rengi kırmızıya döndüğünde tünelin ucundaki ışık söndü… debelenmeyi bıraktım… doğruldum önümü arkamı artık ayırt edemediğimden çaresizce önce sağa sonra sola döndüm… suyun altında ayak bileklerimde onu hissettim… su çeneme kadar yükselip durmuştu… bir kurban gibiydim… şarkı söylemek geldi içimden… kırık dökük bir şeyler geveledim… durdu, kurbanının son isteğine saygı duyan bir cellat gibiydi… etrafımda yavaş yavaş dönmeye başladı.. “nımını.. ta bibi..” deyip kaldım… şarkının sözlerini tam olarak hatırlamıyordum… ama arabın yalellisi gibi hep aynı şeyi söylemeye devam etmekten başka çarem yoktu. Şarkı bitmeden beni öldürmeyecekti! Öldüremezdi! “ Vista ybi” “talavist eybi” daha yüksek sesle söylemeye başladım! “astalavista beybi!” artık sözleri duyabiliyordum evet! Komşunun ergen irisi oğullarının odası yatak odamla yan yanaydı! Çocuk yine Youtube’dan Hande Yener mix açmış roma hukuku çalışıyordu! Bu bir karabasandı ve ben uyanmıştımJ hemen bu Hande Yener şarkısına eşlik edesim geldi “Yıkıla yıkıla!” Dedim önce sonra “astalavista beybi!” diyerek uyandım.. Bir haftada gördüğüm üçüncü karabasandı bu… korkudan uyuyamıyordum… onun yüzünden diye geçirdim içimden esnerken, sonra bir ses duydum anahtar sesi gibi… !!! Çenem kilitlenmişti, neyse ki buna da tıpkı karabasan sendromum gibi alışmıştım… ona… sesine… tenine alıştığım gibi… bir süre ağzım açık bekledim… tekrar uyumayı düşündüm… keza onun yüzünden sabaha kadar uyuyamamıştım… çenem biraz rahatladığında çopur ailenin sarı ergeni, müziği kapattı bir an hala rüyadaymış gibi oldu ve kor-

kudan ağzım açık şarkıyı mırıldanmaya başladım “attahitta heybii” kalbim yine hızlandı, çenem gevşemiş ama ben hala kaskatıydım avuçlarım terliyor ve her şey için kendimi suçluyordum, neye dönmüştüm böyle? O eski Mert gitmiş korkak, özgüvensiz ve ezik bir Mert gelmişti! Ondan başka arkadaşım, dostum, tanışım yoktu… yazık… beni kendine bağlamış, kendisi bir eli yağda bir eli balda, yediği önde yemediği arkasında, hayatın tadını çıkarıyordu. Şerefsiz! Artık zamanı gelmişti, bıçak kemiğe dayanmış hatta kırıp geçmişti… benliğimi… beni… konuşacağım ulan! dedim kendime var gücümle, kalbim çok hızlı atıyordu, Buna razı olamazdım… Sustuğum her saniye kendimden kopmaya… daha fazla acı çekmeye artık katlanamazdım! git ve patla! hadi durma öyle! Desem de far yemiş tavşan gibi kalakalmıştım, her tarafım kasılmış, hala nefesim normale dönmemişti… Ikea gardırobumun aynasında parmak izlerime bakarken kendimi gördüm… kendimden geriye kalanı yani… bu ben miyim tanrım? Dedim kendi kendime, Mick Jager’ a dönmüşüm ya lan! Bu suratın hali ne? Peki ya bu çizgiler? 1000 yaşındaydım sanki… dudaklarım titremeye başladı, AĞLAMAYACAKSIN! Diye telkin ettim kendimi! Evet ağlamayacaktım… aksine gidip bir kere de olsa ben onu ağlatacaktım! Bir Ağlatacak! Pir Ağlatacaktım! O bunca zaman benim sakalımı kesmiş ama ben şimdi gidip onun kolunu kesecektim! Ayrıca Ikea’dan alınmış tek tarafı aynalı üstünde “en ucuz” yazan bir gardırobun yalan yansımasına pabuç bırakacak değildim! Kalktım yattığım yataktan, aylardır kara büyünün etkisinde bağlandığım yataktan! İçimde bir güç hissettim! Bana dair! Ezelden beri bildik ama hiç cesaret edip de yakılmamış bir fitil tutuşmuştu! Yürümeye başladım, ilk başlarda zordu, yıllardır içinde olduğum o kozadan çıkmak, ama başarıyordum işte! Attığım her adımda üstümdeki kabuktan bir parça düşüyordu sanki! Mutluydum çünkü bu bana giden bir yoldu, kederliydim çünkü attığım her adım onu daha çok özleyecektim… kendime kaçıyordum… uzak bir şehrin sokaklarında Çın Sabahta başlayan bir devrim gibi, yavaş yavaş uyanıyordum o ölüm uy-

kusundan… yürüyordum… cıbıl ayaklarımın laminant parkede çıkardığı sese aldırmadan… hazırdım! Hazırdım artık! Onun yüzüne kendimi haykırmaya! Sesini dudum… yine benden önce uyanmış, salonda her zamanki yerinde durmuş, bana arkasını dönmüş dışarı bakıyordu… içimden bir şeyler yükselmeye başladı… nasıl yapacaktım? Söze nasıl başlayacaktım? Gözlerimi kaçırmadan onu artık hayatımda istemediğimi nasıl söyleyebilirdim ki dostlar? ...burnum karıncalandı, gözlerim doldu… mutfak kapısına yaklaştığım sırada içimde yükselen şeyin, bir tsunami gibi yaklaşan hapşırık olduğunu anladım dostlar, bahar alerjim var benim, her sabah normal bir insan evladının bir ömürde aksırdığı kadar aksırmadan güne başlamam! Haaa! …bir de aylardan Mayıs ve Haziransa alayını tanımam! Tıksırıksız bir hayata hayat demem! Önce aksırıp sonra tıksırıp en sonda hapşırdıktan sonra üçün ne garip bir sayı olduğuna takıldım, avuç içlerimle gözlerimi kaşırken. 3, üç… Kutsal bir sayı her şeyden önce, her şeyin ilk üç saniyedeki etkisi geldi aklıma… sana bir sürpriz yaptıklarında mesela, o üç saniyedeki gibi hissetmezsin bir daha… bir arkadaşın sınav sonucu ya da yatacak bir miktar parayı bekler, sen müjdeyi verince, onun yüzündeki o ilk 3 saniyede geçen fener alayı… Merak… şaşkınlık… mutluluğun birbirine geçtiği o düşsel 3 saniye… Ya da kötü bir haberdeki 3 saniye… ayrılık gibi… Hiç inanmadığınız 3 saniye… hala inanmadığınız 3 saat… Eşe dosta “biz bu ara acık limoniyiz” dediğiniz 3 gün… 3 hafta… 3 ay… birazdan başlayacak olan gibi…diye geçirdim aklımdan… önce hafiflemiş hissedeceğim! Gülüp geçeceğim… sonra karşıdan karşıya geçemez hale geleceğim… METANET OĞLUM! Metanet! Toplan bakalım! Gelmişin 34 yaşına! Acıma kendine bu kadar be! Ölüm var hayatta ölüm! Şurada alacağımız 3 nefes! Der demez! Ergen çocuk Demet Akalın’ın 139


son bombasını verdi kolonlara! Bu bir işaretti! Tanrı bana hadi diyordu! Adeta! Duyduğum sözler sanki benim için yazılmıştı! Saabwuufer’ın bas tiz ayarı tadında! Bahar alerjim geçmiş! Hayat bana HAYDİN ARTIK! Diyordu sanki! Bir an hazdan ve coşkudan ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim, Allaahhhıımm! Sana şükürler olsun! Artık hazırdım! Savaşa giden bir general gibiydim! Savaş ve zafer marşları içinde tekrar yürümeye başladım. Güneş benim için parlıyor! Demet benim için okuyordu! “Yarına kalsa da! Yanına kalmaz!” kalmayacaktı! Neyse konuyu dağıtmayalım dostlarım. Keza lafı uzatıp konuyu dağıtan yazarlardan hiç haz etmem Sevgili Aktivist Okurları! Hiç birinizin aklında “Lan bu herif de ne uzatmış” gibi bir etki bırakmak istemem. “Süslemiş de püslemiş de… oohhh! Bakmış işin içinden çıkamıyor, başka bir yere atlayayım! Aman efendim oradan da bir hikâye çıkarayım! Yaman efendim! Metaforların tozunu attırayım!” Bu insanlardan hiç haz etmem Sevgili Okurlar! Oldum olası bu insanlardan tiisirmişimdir. Pardon, tiksinmişimdir. Ucuz gardırop peşinde koşarım ama asla ucuz espri peşinde koşmam! Koşmadım! Çalmadım! Çırpmadım! Evet… Özür dilerim sevgili okurlar, kendimi kaybetmişim bildiğiniz üzere kolay zamanlar geçirmiyorum. Biraz agresifim mazur görün ne olur, evet… nerde kalmıştık? biraz rahatladım ama… iyi oldu o… Ona arkadan yaklaştım, sinsice değil dostlar! Gizlice hiç değil! Kendim gibi… 34 yıldır ilk defa ismimdeki her harfin hakkını vererek! Emin, kararlı, vakur! Durdum, o her zamanki gibi ben yokmuşum gibi olduğu yerde yavaş yavaş sallanıyor, sanki çok önemli bir şey düşünüyormuş gibi uzaklara bakmaya devam etti… anlamıştı sanki… konuşmadan, göz göze gelmeden anlamıştı artık gitmesi gerektiğini… içim burkuldu. Yaklaştım yine, arkasını döndü, içim acıya, etim yana yana, söyleyiverdim bir anda.. “bitti…” “buraya kadarmış…” 140

Temmuz - Ağustos / 2014

dedim sonunda. Bana döndü… göz göze geldik… “ Duyamadım! Ne dedin sen? Maçan yiyorsa bir daha kur bakiyim o cümleyi!” der gibi kafasını bana doğru afili afili uzattı! Gözleri fal taşı gibi açılıvermişti! Bakışları beni delip geçiyordu sanki! Heyecanlandım birden, ne diyeceğimi bilemeden, “biti! biti!” dedim yine ama! “Ne var lan! Ne var! Havan kime lan senin!” diye bağırdım yüzüne! Bunu nasıl yaptım dedim kendime? Afalladı, hazır kaptırmışken durmayım dedim. Ok yaydan çıkmıştı dostlar! “ YETER! NEDİR SENDEN ÇEKTİĞİM! HASTA ETTİN LAN BENİ! HASTA!” Geri çekildi, o büyük gözleri küçülüverdi birden. Öpücük attı sonra… buna dayanamayacağımı biliyordu hain! Köşeye sıkışınca hep yapar bunu. İkinciyi attı arkasından o etli dudaklarıyla. Bir an şaşırsam da, YEMEZLER! YEMEZLER! diye patladım! “KAZ MI YAZIYO LAN BURDA? diyerek sağ elimin baş parmağının tırnak kısmıyla alnımda soldan sağa hayali bir çizgi çekerek niyetimi daha açık belli edince, akvaryumun bana en uzak yerine seğirtti! “N’OLDU LA? NOOOLDU?” diyerek akvaryumun diğer tarafına da ben seğirttim. Bu sefer diğer tarafa yüzdü artist! BİTİRDİN LAN BENİ BİTİRDİN! UYANIYORUM SEN! YATIYORUM SEN! NİYE RÜYAMA GİRİYOSUN OLUM SEN? NİYE KABUS GÖRDÜRÜYON OLUM BANA? SANA BEN BAKMIYOM MU LA! HAA?? NE ALIP VEREMEDİĞİN VAR SENİN BENLE? NEYİN KARMASI LA BU? NE İSTEDİN DE VERMEDİK? AZDIM DEDİN SANA DİŞİ GETİRDİK SABAHINA HAYVANIN NE YÜZGECİNİ BIRAKTIN NE KUYRUĞUNU? NEDEN BÖYLESİN OLUM SEN? ADINDA HAYIR YOK LA SENİN! GREEN TERRÖR DİYE BALIK CİNSİ Mİ OLUR LA? HİÇ BAKMA ÖYLE BUGÜN YEMEK YOK SANA! GEBER! BOK YE! HEM BALIKLAR KENDİ BOKLARINI YİYORLARMIŞ ZATEN! SENİ ALDIĞIM GÜNE LANET OLSUN! Sonuncusu ağır gelmiş olmalıydı ki, ölü taklidi yapmaya başladı kuntiz, ters döndü birden, bir an tırsmadım değil çünkü bayağı uzun zamandır ters dönmüş hatta kulakçıkları bile hareket etmiyordu. İlgilenmiyor-muş gibi yaptım, telefonumu aldım elime ama bir gözüm bizimkinde, yavaş yavaş suyun

üstüne çıktı, korktum, bildiğin göbeği suyun üstünde öylece hareketsiz duruyordu, ölüyordu… “Oğlum” dedim! Ses vermedi, gidip camına tık tık yaptım, tık yok! Uzatma lan şaka yaptım dedim, yine bir hareket yok, ölemezdi! Şu sanal dünyada ondan başka kimsem yoktu ki! ÖLME LAN! ŞŞŞ!!! N’APARIM BEN SENSİZ? Dedim hiç tepki yoktu… bileğime damlayan su akvaryumun suyu değildi dostlar… ağlıyordum, hıçkıra hıçkıra hem de… utanmadan! Çopur komşunun sarı ergeni bile Fener kazara şampiyon olduğunda böyle ağlamamıştı… akvaryumun yanına çöktüm. Ona şu ana kadar söyleyemediğim her şey dudaklarımın arasından dökülmeye başladı: Ben seni üzmek istemedim… hiç… beni bırakma.. sakın… bu ikimizin dünyası… ben sensiz ne yaparım? arkadaş dediklerin bu eve PS4 için, NBA2K için gelmiyorlar mı? Sevgili dediğin şahsiyetin dudakları hiç seninki kadar kalın olabilir mi? Tamam burcu balık ama senin kadar anlamlı bakamaz! Arkadaşım! Uyan be! Uyan be Joni Wayt! Bak yemin de burada deyip yem kutusuna uzanır uzanmaz o dakikalardır ölü gibi yatan balık, yunus gibi zıplamasın mı? Arkasından bir tane daha! Yemi görür görmez koluna kanadına kan yürümüştü! Hadi bugün torpillisin deyip acık fazla attım yemini, deli gibi yedi hepsini, biraz bakıştık… seni gördüm rüyamda dedim... bir sağa bir sola yüzdü, güldüm, kusura bakma dedim bu ara iş yok güç yok manitayla da limoniyiz dedim. Öpücük attı yine. Ben de 250 TL’lik akvaryumu sanki deprem oluyormuş gibi sallamaya başladım. Bu oyuna bayılıyordu bizimki. O suyun içinde bir yukarı bir aşağı yüzüyor ben akvaryumdan üstüme sıçrayan sulara aldırmıyordum. Sonra aklıma son şampiyon İspanya’ nın kupaya 2. Maçında veda ettiği geldi, bıraktım oynamayı, bir sigara yakıp kendimi Xavi’ nin yerine koydum… Iniesta’nın.. peki ya Casillas? Gözlerim doldu… sonra Volki aradı, açtım. “Moruk bu gece Urugay-İngiltere maçını izler miyiz” diye sordu. Zaten şu ana kadar hangi maçı beraber izlemedik ki VOLkan! Sabah akşam beraberiz! Yetti artık! Diye geçirdim aklımdan, sonra “Delisin hadi atla gel! Tantuni de söyleriz! “ dedim, örttüm telefonu.



Aktivist tamamen ücretsizdir Çünkü bazı şeyler, parayla satılmaz! Ücretsiz üyelik için tıklayınız


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.