WARHOLA Magazine 06

Page 1

N6

MURAT PULAT

2 AYDA 1 YAYINLANIR - ÜCRETSİZDİR / BY MOUNTLY- FREE

HALİL VURUCUOĞLU KARA WALKER RYAN PAUL SIMMONS YAHŞİ BARAZ JOHN HEARTFIELD 1

& UNPLUGGED -06-2014


-06-2014

2


w6 2- Güncel / Current 18- MURAT PULAT IMAGE-ANIMAL 26- HALİL VURUCUOĞLU Wolverine Olasım Var… I’d like to be Wolverine... 34- KARA WALKER Özgür Bırakılmış Zengi Bir Kadın An Emancipated Negress 40- RYAN PAUL SIMMONS A.I.R Atatürk-İstanbul-Revolution 46- YAHŞİ BARAZ 50- JOHN HEARTFIELD Politik Fotomontaj / Political Photomontage

Ç

W

ağdaş sanatın uluslararası dolaşım ağlarında sanat üretimlerine dair bilgi, eylem ve gelişmelerin paylaşılmasına katkıda bulunmak amacıyla yayınlamakta olduğumuz WARHOLA’nın 6. sayısıyla sizlerin karşısında olmaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz. WARHOLA 6. sayı, dergimizin gelecek yıllara dönük vizyonu çerçevesinde 2 önemli gelişme ile birlikte yayınlanıyor. Bunlardan birincisi Turgut Yüksel editörlüğünde dergimize ek olarak çıkartmaya başladığımız “WARHOLA Unplugged”.

e’re quite pleased to present you the 6th issue of WARHOLA, with which we intend to help share information, activities and developments concerning the creation of artworks within the international circulation networks of contemporary art. This sixth issue comes with two new important developments, the first of which is the supplement “WARHOLA Unplugged”, prepared under the supervision of Turgut Yüksel as the editor.

“Çağdaş Sanat Üzerine Çağdışı Bir Bakış” altbaşlığı ile yayınlanmaya başlayan WARHOLA Unplugged, sanatsal bir ifade biçimini (kara) mizah ve eleştiriyle harmanladığımız bir ek olma niteliğinde. Uzun zamandan beri çağdaş sanata dönük eleştirel bakışın yetersizlikleri ve bu eleştiri zemininin etkisizliği çeşitli platformlarda sıklıkla dile getiriledurmaktadır. WARHOLA Unplugged çağdaş sanata ait sayılabilecek bir zeka ile çeşitli görsel ve yazınsal enstrümanları kullanarak bu eleştiri alanını yaratmaya çalışan özgün bir çalışma olarak nitelendirilebilir. Böylece WARHOLA Unplugged dergimizin bir yönüyle yaramaz çocuğu olarak 6. sayı ile birlikte hayata katılıyor.

Beginning its life with the title “A Look at Contemporary Art from Beyond the Era”, WARHOLA Unplugged will be a supplement in which we blend an artistic way of expression with (black) humor and criticism. The inadequacy of a critical perspective on contemporary art and its ineffectiveness has often been the subject of many complaints for a long time. WARHOLA Unplugged can be considered a unique effort which tries to make place for criticism by utilizing the intelligence of contemporary art, and various visual and literary means. Thus WARHOLA Unplugged –a kind of mischievous kid– accompanies the magazine beginning with its 6th issue.

İkinci önemli gelişme ise derginin hem içerik oluşumu hem de dağıtımının iki merkez üzerinden yapılmaya başlaması. WARHOLA’nın İlk beş sayı boyunca sadece İstanbul merkezli yayın olma özelliği, 6. sayıdan başlayarak New York’un da dahil olması ile iki merkezli bir dergi hüviyetine kavuşmasını sağlayacak. WARHOLA çağdaş sanat üretiminin Dünya’daki başkenti sayılan New York ve Türkiye’deki başkenti İstanbul’dan haber, bilgi, yorum ve gelişmeleri iki kentin sanat severlerine birden iletmeyi amaçlıyor. Bu iki kentin konuyla ilgili önemli aktörlerine dağıtımı gerçekleşecek olan dergi, bu iki önemli şehri çağdaş sanat bağlamında birbirine yakınlaştırmayı hedefliyor.

The second important development is that, from now on WARHOLA’s contents and circulation will focus on two centers. Having been an Istanbul-based publication during its first five issues, the magazine is now –beginning with its sixth issue– bicentered, with the addition of New York. WARHOLA aims to deliver news, information, comments and developments from New York, the center of the contemporary art world, and Istanbul, the art center of Turkey, to the art-lovers in both these cities. To be distributed to the significant people in the art scenes of the two cities, the magazine intends to bring these cities together with regard to contemporary art.

WARHOLA 6. sayı yükselişte olan sanatçılara yönelik bir içeriğe sahip. Hem İstanbul hem de New York bazlı çeşitli sanatçılarla bu bağlamda birer söyleşi gerçekleştirdik. Bunlardan ilki 16 Ocak 2016’da New York’un önemli galerilerinden Leila Heller’da kişisel sergisini açacak olan Murat Pulat oldu. Pulat İstanbul’da yaşayan ve genç sanatçılar arasında uluslararası düzlemde hızla yükselen bir sanatçı. İkinci olarak New York’lu sanatçı Ryan Paul Simmons’un İstanbul’da açtığı kişisel sergisi üzerine bir söyleşi yayınladık. İstanbul merkezli üretim yapan Halil Vurucuoğlu son dönem işleri ile öne çıkan sanatçılardan bir tanesi olarak dergimizde yer almayı fazlasıyla hak etti. Bunlara ek olarak son dönemde etkileyici işleri ile öne çıkan New York’lu sanatçı Kara Walker üzerine bir dosya hazırladık. Bu sanatçı odaklı sayımızda genç sanatçıların geçmişten günümüze sanat ortamında nasıl yükselişe geçtikleri, bunun sosyal ve ekonomik arkaplanı üzerine duayen galerici Yahşi Baraz’da şahsen yaptığım söyleşiyi de yayınlayarak tarihe bir not düşmek istedik.

The sixth issue of WARHOLA focuses on the artists on the rise. We made interviews with both Istanbul and New York based artists. The first of these is Murat Pulat, whose solo exhibition opens on January 16th, 2014 in Leila Heller Gallery, which is one of the significant galleries in New York. Pulat is an artist who lives in Istanbul and whose career is on the rise within the international art world as a young artist. The second interview is with the New York artist Paul Ryan Simmons about his solo show in Istanbul. As an artist who recently came into prominence with his works, the Istanbul based artist Halil Vurucuoğlu also deserved to be on this issue. In addition, we prepared a case study on the New York artist Kara Walker. In this artist-focused issue, we’re also presenting an interview I made with the master gallerist Yahşi Baraz with regard to how young artists began to rise in the art scene, and the social and economic background of this movement.

Şimdiden gelecek 7. sayımızın heyecanı ile sizlere iyi okumalar diliyorum.

With the excitement of the upcoming 7th issue, I wish you have a good time reading the magazine.

Efe Korkut Kurt Genel Yayın Yönetmeni Executive Director

WARHOLA / 06 - 2014 Ocak - Şubat Sayısı / January - February Issue

Reklam-Kurumsal İletişim

Adres / Address: Asmalı Mescit Caddesi

Yayınlayan / Published by: ALAN İstanbul

Advertisement-Corporate Communication:

No: 5/2 Tünel – Beyoğlu

Genel Yayın Yönetmeni / Executive Director:

reklam@alanistanbul.com

T: 0212 252 94 53

Efe Korkut Kurt

yetkin@alanistanbul.com

www.alanistanbul.com

Editör / Editor: Seçil Alkış

Fotoğraf / Photograph: Kayhan Kaygusuz

www.warholamagazine.com

Tasarım / Design: Bürkan Özkan

Çeviri / Translation: Emre Meydan

warhola@alanistanbul.com

Asistan / Assistant: Işık Sandal www.alanistanbul.com

www.warholamagazine.com


GÜNCEL CURRENT

İstanbul Galeri̇ Mana DENİZ GÜL B.İ.M.A.B.K.R. 28.11.2013 - 25.01-2014 www.galerimana.com Galeri Manâ, 28 Kasım – 25 Ocak 2013 tarihleri arasında Deniz Gül’ün B.İ.M.A.B.K.R. başlıklı mekansal önerisine ev sahipliği yapıyor. Sanatçının metin ve nesne arasında sürdürdüğü form araştırması niteliğindeki çalışmaları yedi hafta boyunca değişen bir kurgu içinde izleyiciye sunulacak. Deniz Gül’ün 2011’de ARTER’de yer almış olan 5 Kişilik Bufet adlı çalışmasında izlemiş olduğu yöntemin devamı niteliğindeki B.İ.M.A.B.K.R., Gül’ün yazdığı metinden dışa taşıp fizikselleşen nesneler aracılığıyla zaman-mekansal bir öneriye dönüşüyor. Beyaz İlmekli Manyel, Albay Bicol, Kornatlı Raziye’nin baş harflerine soyutlanmış kurmaca kişilerin mekan ve zaman içerisinde görünür olma hallerini nesneler üzerinden araştıran Gül, galerinin fiziksel alanında ve izleyicinin zihinsel alanında zamana yayılarak oluşan ve anlamını bulan özne/ nesne oluşumuna işaret ediyor. Durağan sergi düzeninin aksine çalışmaların akışkan bir yerleştirme içinde sunulduğu mekanda nesneler çoklu anlamları üzerinden, görünür kılınan ile görünmez olanın arasında iktidarın aldığı gündelik biçimler üzerine çeşitli bağlamsal okumalara yol açıyor. Beyaz İlmekli Manyel’in evinde başlayan bu öneride Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın bir ev içi anıt mobilyasına dönüştüğü Vitrin, hem erkil bir anıtsallıktan evcimen bir nesneye geçişe, hem de kamusal vurgusu olan bir heykelin ev içindeki iktidar alanıyla nasıl örtüştüğüne işaret ediyor. Yine ev içine ait bir nesne olan leğenin alçıdan üretildiği Sızı adlı çalışmada, sıvılaşarak zemine akan su, Sütun, JİTEM gibi erki simgeleyen yerleştirmelerin bulunduğu düzlemde, nesnenin kendi formundan başkalaşmasını, nefes almasını, nesnenin içinde barındırdığı var olma ve görünürlük biçimlerini araştırıyor.

KUAD GALERİ Mutsuz Hazır - Nesne / Unhappy Ready - Made * www.kuadgallery.com

Galeri Manâ is pleased to host a spatial proposition by Deniz Gül, B.İ.M.A.B.K.R., between the dates 28 November – 25 January 2014. Presented as a constantly changing installation, Deniz Gül’s works have the quality of a research in form that oscillates between text and object. A continuation of the working method that the artist initiated in her previous project, 5 Person Bufet exhibited in ARTER in 2011; B.İ.M.A.B.K.R. becomes a time-space proposition through a process by which objects stretch out of a text written by Gül and whereby poetry acquires physical materiality. Gül investigates the conditions of visibility of fictive individuals - abstracted in the form of the initial letters of Beyaz Ilmekli Manyel, Albay Bicol and Kornatlı Raziye – through objects, in time and space. Her work points to the process of subject/object formation, building over time inside the physical space of the gallery as well as the mental space of the audience. By leaving aside the conventional exhibition set up, works are presented in a fluid installation form. Objects with their multiple meanings open up spaces for different contextual and relational readings on the everyday forms of power fluctuating between the visible and the invisible. Gül’s proposition begins at the house of Beyaz Ilmekli Manyel where Vitrine, with the transformation of the Taksim Republic Monument into home furniture, emphasizes both the transition from a patriarchal monumentality to a domestic object and the ways in which a public sculpture resonates with expressions of power specific to the private, domestic spaces. In a setting where installations such as Column and JİTEM emphasize the vertical axis of power,Leakage, a washtub made of plaster, investigates the object’s forms of existence and visibility as well as the alteration of the object from its own form, as the water within the washtub leaks onto the ground.

KUAD Galeri, Marcel Duchamp’ın Bisiklet Tekerleği (1913) ve Şişe Kurutucusu (1914) adlı ilk iki hazır-nesne’ sinin 100. yılında; Gülçin Aksoy, Songül Boyraz, Hera Büyüktaşçıyan, Lydia Dambassina, Ivan Egelski, Erol Eskici, Şakir Gökçebağ, Hakan Gürsoytrak, Pravdoliub Ivanov, Serhat Kiraz, Komet, Murat Morova, Tunca Subaşı, Ahmet Öktem, Çağrı Saray, Vahit Tuna, Uygur Yılmaz yapıtlarından oluşan bir sergi sunuyor. Sergi başlığı, Marcel Duchamp’ın 1919 yılında Buenos Aires’ten kız kardeşi Suzanne Duchamp ve eşi Jean Crotti’ye talimat göndererek yaptırdığı bir hazırnesneye gönderme yapıyor. Günümüzde nerdeyse hazır-nesne olmayan bir sanat yapıtı türü var mı diye sormaktayız. Ya da 100 yıldır bizi uğraştıran bu hazır-nesne’nin egemenliği nereye kadar? Sanat yapıtı günümüz küresel piyasasındaki değeriyle bir tüketim malı olmaktan kurtulabilir mi? 100 yıl önce belirlenmiş olan kapitalist sistemin bir ögesi olarak sanat yapıtının geleceği nedir? Evet birçok sanat yapıtı hazır-nesne’dir, diyebiliriz; ancak birçok sanat yapıtı da hazır-nesne’ye karşın üretilmektedir. Bu şu anlama geliyor: Hazır-nesne olmazsa olmaz bir gerçekliktir; başka sanat türleri bu gerçekliğin bilincinde olarak, bu gerçekliğe karşın üretilmektedir. Sergi, sanat anlayışları ve üretim biçimleriyle dünden bugüne hazır-nesne’yi kullanan ve çeşitli içerik ve estetikte yorumlayan sanatçıların retrospektif ve güncel işlerini sunuyor. KUAD GALLERY, presents an exhibition on ready-mades on the occasion of the 100th anniversary of Marcel Duchamp’s two ready-mades: Bicycle Wheel (1913) and Bottle Rack (1914) with the participation of Gülçin Aksoy, Songül Boyraz, Hera Büyüktaşçıyan, Lydia Dambassina, Ivan Egelski, Erol Eskici, Şakir Gökçebağ, Hakan Gürsoytrak, Pravdoliub Ivanov, Serhat Kiraz, Komet, Murat Morova, Ahmet Öktem, Vahit Tuna, Uygur Yılmaz. The title of the exhibition refers to a ready-made, realized by Marcel Duchamp in 1919 by sending instructions from Buenos Aires to her sister Suzanne Duchamp and her husband Jean Crotti. Today we continue to ask whether the artwork with its high value in the global market can be liberated of its identity as consumption good? What is the future of artwork which 100 years ago has been designated as an element of capitalist system? Yes, we can say that many art works are ready-mades; but at the same time many art works are being produced in despite of ready-mades. Readymade is an inevitable representation; other kinds of art works are being produced in consciousness of this representation and against this fact. The exhibition intends to display the retrospective and current works of the artists who have utilized and interpreted ready-made in different contexts ant aesthetics.

-06-2014

4


RAMPA GÜLSÜN KARAMUSTAFA Sıradan Bir Aşk / An Ordinary Love 18.01-15.02-2014 www.rampaistanbul.com Gülsün Karamustafa’nın “Sıradan Bir Aşk” adlı sergisi 18 Ocak – 15 Şubat 2014 tarihleri arasında Rampa’nın cadde üzerindeki mekanında yer alacak. Sergi, sanatçının kaybolduğu düşünülen 1984 tarihli Sıradan Bir Aşk isimli işini tekrar izleyicilerle buluşturuyor. Karamustafa, bir kolaj halı olan Sıradan Bir Aşk’la beraber 2011 tarihli Çevrimiçi Tapınak isimli yerleştirmeyi yan yana getiriyor. Farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda, farklı malzemelerle üretilmiş olan bu iki iş, sanatçının otuz yılı aşkın zamandır üzerinde çalıştığı kültürel kodların geçişi üzerine okumalar sunuyor. Sıradan Bir Aşk göç nedeniyle ortaya çıkmış, köyden kente göçün oluşturduğu estetik üzerinden konuşurken, Çevrimiçi Tapınak benzer bir kırılmayı seri üretim ve güncel tüketim sistemleri üzerinden ele alıyor.

The exhibition reunites viewers with the artist’s 1984 work An Ordinary Love, which was presumed to be lost. Karamustafa presents her 2011 installation titled Shrine Online alongside the fabric collage An Ordinary Love. These two works, produced in different periods and geographies using different materials, propose diverse readings of the transition of the cultural codes the artist has been pursuing for three decades. While An Ordinary Love speaks through an aesthetics that has emerged from the migration the village to the city, Shrine Online explores a similar fracture via mass production and contemporary consumer systems.

IRWIN Objenin Kesintisiz Üretimi The Uninterrupted Production of the Object 18.01-15.02-2014 www.rampaistanbul.com

Slovenyalı Sanatçı grubu IRWIN Ocak ayında Rampa’da. Rampa, 18 Ocak – 15 Şubat 2014 tarihleri arasında ana sergi mekanında Slovenya’lı sanatçı grubu IRWIN’in Objenin Kesintisiz Üretimi isimli sergisini ağırlıyor. IRWIN’in Rampa’da yer alacak olan Objenin Kesintisiz Üretimi isimli sergisi, grubun 1985 yılından beri üzerinde çalıştığı ve aradan geçen otuz yıl içinde gelişerek yüzü aşkın çerçeveli resim ve objeler külliyatını oluşturan ikonalarını bir araya getiriyor. Grubun son yıllardaki araştırmalarında odaklandığı monokromatik resimlere adanan yeni eserler dizisinin yanı sıra Irwin, Rampa’daki sergileri için tarihi Ortodoks ve modern ikonaların yanısıra iyi bilinen ancak yeni bir bağlama yerleştirilmiş Dadaist eserleri de yerleştiriyor. Irwin’in imzası sayılabilecek kalın, ağır çerçevelerden oluşan sistemi kurarak izleyici açısından eleştirel bir yaklaşımı cesaretlendirmeye çalışıyor. Slovenian Artist Collective IRWIN at Rampa. Rampa will be hosting Slovenian art collective IRWIN’s exhibition titled The Uninterrupted Production of the Object between January 18 and February 15, 2014 at its main gallery. IRWIN’s exhibition at Rampa, The Uninterrupted Production of the Object, brings together the icons that comprise the corpus of the hundred plus framed paintings and objects the collective has been working on and expanding since 1985. In addition to the series of new works dedicated to the monochromatic paintings which have been the focus of the collective’s exploration in recent years, and historical Orthodox and modern icons, IRWIN will also present well renowned Dadaist works resituated in a new context for their exhibition at Rampa. Building the system of thick heavy frames which could be considered IRWIN’s signature, the collective strives to encourage the audience to adopt a critical approach.

5

-06-2014


GÜNCEL CURRENT

İstanbul

SANATORIUM ÇAĞLA KÖSEOĞULLARI Yersiz / Out Of Place 08.01-16.02-2014 www.sanatorium.com

Sanatorium yeni yıla Çağla Köseoğulları’nın Yersiz (Out Of Place) adlı sergisiyle giriyor. 8 Ocak’ta başlayacak sergide yer alan kağıt üzerine mürekkep çizimler, şehir ve göç konularını merkeze alıyor ve günlük hayat alışkanlıkları içinde göz ardı edilen, önemsiz, değersiz kılınanların peşine düşüyor.

Sanatorium starts off 2014 with a solo exhibition by Çağla Köseoğulları titled Out of Place (Yersiz). Opening on January 8, the exhibition will feature her ink drawings on paper focusing on issues of city and migration, tracking down what is ignored, rendered insignificant and worthless in the routines of daily life.

Köseoğulları çizimleriyle yarattığı dünyada, bütünün içinden titizlikle ayıklayarak mercek altına aldığı özneler alışılmadık ve ayrıksı bir dille yeniden dolaşıma giriyor. Eğretileştirilen aidiyetleri ile şehir hayaletlerine dönüştürülenlere, maruz bırakıldıkları aynı muğlak dili kullanarak yaklaşan Köseoğulları, kenarda/kıyıda bırakılanların, ürün/üretim olarak değerli kılınanın aksine atık/artık olarak tanımlananın izini sürüyor. Çağla Köseoğulları’nın Yersiz (Out Of Place) başlıklı sergisi 16 Şubat’a dek Sanatorium’da izlenebilir.

Köseoğulları’s drawings create a world within which the subjects are selected meticulously and located at the center to be recirculated in an unusual and eccentric language. Köseoğulları approaches to those who are turned into urban ghosts by being forced into provisional belongingness, with the same ambiguous language they are exposed to. She pursues what is left aside, forgotten and identified as waste, residue. Çağla Köseoğulları’s exhibition titled Out of Place (Yersiz) is open until 16 February, 2014.

KARE ART GALLERY SADIK ARI, EMİN METE ERDOĞAN, ERDAL İNCİ, ALİ ŞENTÜRK, YUŞA YALÇINTAŞ Kırılma / The Break 15.01– 28.02–2014 www.kareartgallery.com

Baudrillard 1970’li yılların ortalarında modernitenin ve onunla birlikte anılan emeğin, üretimin, gösteren/gösterilen diyalektiğinin artık bittiğini söyler. Bu son aynı zamanda tarihin ve anlamın da sonunu getiren postmodern bir kırılmadır.

Baudrillard, in mid-1970s, argues that modernity and concepts like labor, production signifier/signified dialects which are associated with modernity has come to the end. The discourse of “the end” signifies his announcing a postmodern break which “ends” meaning and history.

Sergi adını ve teorik yapısını bu kavramdan alarak; post-modernizm(ya da postkırılma)ile ortaya çıkan fetişizmin ve ötekileşmenin üstesinden nasıl gelineceği gibi doğrudan çıkış ve son odaklı sorular sormak yerine subjelerin şevkle sosyalleştikleri ve katıldıkları bu ihtiyaç sisteminin dayanağı olan arzu stratejilerinin sorgulandığı, arzu dinamiklerinin; madde, üretim ve ihtiyaç sistemleri ile birlikte nasıl daha iyi anlaşılacağı ve tüm bu ideolojik formların tinsel olarak bireyin nasıl içine işlediğine yönelik sorular sormayı hedefleyecektir.

The exhibition derives its name and theoretical structure from this break and does not aim to directly answer questions such as how we could overcome all these fetishism and alienation but rather questions; the basis of strategies of desire which subject willingly do socialize in, how the dynamics of desire could be paraphrased in context of object, production and need and how individuals interiors all these ideological forms.

Sunum sanatçılar/eserler arasında yeni (ve belki de sanatçının yorumuna alternatif) köprüler, yeni karşıtlıklar oluşturuyor. Bunun yanında sanatçıların çalıştıkları medyumlar; Baudrillard’ın sorunsallaştırdığı teknoloji (klonlama, kitlesel medya vs.) bağlamında ele alınarak, sanatçıların bu yeni teknolojileri sanat pratiklerinde nasıl işledikleri sorguluyor.

Presentation creates new bridges and contrasts among the works/artists. Furthermore; the exhibition investigates mediums used by artist in connection to technology (i.e. cloning, mass media, etc.) problematized by Baudrillard and questions how artists use technology in their artistic practices.

-06-2014

6


7

-06-2014


GÜNCEL CURRENT

İstanbul ARMAGGAN Art & Design Gallery Maddenin Halleri 2 States of Material 2 22.01-27.03-2014 www.armaggangallery.com

Birlikte çalışma, üretme ve disiplinlerarası bakış 50’den fazla sanatçı ve tasarımcıyı aynı sergide buluşturuyor!

Collaboration, production and interdisciplinary aspect is bringing more than 50 artists and designers together in the same exhibition!

Genç sanatçı ve tasarımcıları desteklemek amacıyla kurulan ARMAGGAN Art & Design Gallery yeni yılı 22 Ocak – 27 Mart 2014 tarihleri arasında açtığı Maddenin Halleri 2 sergisiyle karşılıyor.

ARMAGGAN Art & Design Gallery, established to support young artists and designers, welcomes the New Year with States of Material 2 exhibition hosted from 22 January to 27 March 2014.

2012 yılında ilki düzenlenen ve büyük ilgi gören Maddenin Halleri bu yıl yine sanatçı ve tasarımcıları ‘birlikte çalışma, üretme ve disiplinlerarası bakış’ başlıkları altında bir araya getiriyor. Sanatçı ve tasarımcıların birlikte çalışarak yarattıkları eserler ve ürünler üç aydan fazla sürede oluştu.

The first States of Material organized back in 2012, received a lot of attention and it is bringing artists and designers together under Collaboration, production and interdisciplinary aspect titles. The artworks and products, created with the collaboration of artists and designers have been put together in a period of over 3 months.

Farklı disiplinlerin iş birliği içinde çalışmasını merkeze alan sergide; deri, ahşap, gümüş, mermer, bakır, kağıt ve tekstil gibi pek çok malzeme projeyi zenginleştiriyor. Galerinin koordinatörü ve sergi küratörü Şanel Şan: Maddenin Halleri 2 sergisinin çıkış noktası ile ilgili olarak; ‹›Bir tasarım ve üretim markası olan ARMAGGAN’ın bünyesindeki galeride sergilenen eserler, tıpkı markanın özel tasarlanan ürünleri gibi, sanatçılar tarafından sergi için özel olarak üretildi›› diyor. Sergide; farklı malzemeleri kullanan, teknikleri ayrı fakat sanat görüşleri paralel olan 50’den fazla sanatçı ve tasarımcının, 24 grup ve 7 bireysel çalışma sonucu ürettiği eserler yer alıyor. Tasarımcıların, üretim konusundaki hakimiyetlerini sanatçıların estetik anlayışıyla birleştirerek özel olarak hazırladığı eser ve ürünler, ARMAGGAN Art&Design Gallery’de bir araya geliyor.

Maddenin Halleri 2 Sergisine Katılan Sanatçılar Participating Artists of States of Matter 2 Exhibiton Sanatçılar/Artists: Nergiz Yeşil Serim Turaçlı Aziz Tavil Serkan Akyol Gönül Nuhoğlu Sibel Niksarlı Tan Taşpolatoğlu

-06-2014

8

The exhibition that focuses on collaboration of different disciplines; many materials like leather, wood, silver, marble, copper, paper and textile, enrich the project. The gallery’s coordinator and the curator for the exhibition Şanel Şan talks about the starting point of the exhibition: “The works exhibited in the gallery within ARMAGGAN, a luxury design and production brand, have specially designed for the exhibition just like the specially designed products of the brand. In the exhibition, there are works by more than 50 artists and designers with different techniques but parallel artistic views; who uses different materials. And these works are put out by 24 group and 7 individual efforts. The works and the products prepared specially by combining designers’ control of production process with the artists’ understanding of aesthetics come together at ARMAGGAN Art&Design Gallery.

Gruplar / Groups: Avedis Kendir – Betül Cankara Didem Durukan – Çiğdem Buçak Telli Emre Evrenos – Arda Yorgancılar Evren Erol – Lara Karaso Gülperin Sertdemir – Haluk Tatari Zeynep Torun – Mutlu Torun Nevin Esen Rodoplu – Nilgün Sabar Neşe Çoğal – İpek Altunmaral Jülide Arslan – Meltem Eti Proto – Aliye Arslan Collaborate 4 Nuray Özler – Desen Halıçınarlı Sami Savatlı – Hüseyin Rüstemoğlu

Sıla Özgün – Gülfidan Özmen Önder Özkan – Erim Bikkul Efe Urgunlu – Tan Mavitan Nazar Şigaher – Saba Barlas Gamze Yalçın – Saliha Yılmaz Yasha Butler – Derya Özparlak Joelle Hançerli – Nevres Merve Kutlay Hülya Sözer – Özlem Tuna Osman Yaldır – Füsun Yaldır Tablet Design – Mel Art (Meliha Babalık) Sinem Kaya - Hakan Erol Naif Design – Sinem Yıldırım


9

-06-2014


GÜNCEL CURRENT

İstanbul Art On İSTANBUL OLCAY KUŞ GAME CENTER 08.01-07-2014

Art ON İstanbul 8 Ocak – 7 Şubat tarihleri arasında 2014’ün ilk sergisini Olcay Kuş ile gerçekleştiriyor. Olcay Kuş, street arttan yola çıkarak oluşturduğu işlerinde yeni bir dünya yaratmayı amaçlıyor; “Game Center” adını verdiği sergisinde dünyayı bir ‘oyun alanı’ ,olup bitenleri ‘ yeni oyunlar’ olarak görüyor. İşlerinde hayata ve hayattaki her türlü parametreye dair göndermeler bulunan ve ‘oyun’ başlığı adı altında örtülü okumaları görebiliyoruz. Olcay Kuş, bu sergisine dair çalışmalarını şöyle anlatıyor; “Ne tarz oyun seversiniz? Her yeri oyun alanı olan bir bölge düşünün. Doğusu batısı, kuzeyi güneyi. Zevkinize, yaşınıza , mesleğinize, cinsiyetinize ve hatta kıyafetlerinize göre bile oyun oynayabilirsiniz! Sonuçta demokratik bir yer. Ama dikkat etmeniz gereken bir nokta var; siz de oyunun parçasısınız. Sizinle de oynanabilir, beraber de oynayabilirsiniz. Yalan, hile, dolandırıcılık, sahtekarlık ... serbest. İnsan öldürmek, ağaç kesmek, kısaca her şey serbest. Tek şart var. Düşünmek yok, fikir üretmek yok, itiraz etmek yok ! Game Center , buna dayalı bir sergidir. Son zamanlarda yaşadığımız hareketli günler, çatışmalar ve bitmeyen Politik OYUNların dışavurumu. O kadar hızlı gündem ve haber eskitiyoruz ki... Ne olduğunu bilmeden, anlamadan başka maceralara koşuyoruz. Oyun gibi... Bu noktada bu sergiyle ben de kendi oyunumu oynuyorum. Benimle oynayanlarla oynuyorum. Direk saldırdığım ya da anlatmaya çalıştığım belli bir konu olmasa da, üretim aşamasında beni etkileyen, rahatsız eden, es geçemediğim konular veya görseller üzerine bir sergi…” Olcay Kuş’un tuval üzerine yaptığı karışık teknikteki işlerinin yanı sıra ilk kez sergisinde eskizleriyle de karşılaşıyoruz. 8 Ocak – 7 Şubat tarihleri arasında gerçekleşecek sergi art ON İstanbul’da görülebilir.

Art ON Istanbul hosts Olcay Kuş’ s solo exhibition titled “Game Center” on January 8 – February 7. In the first exhibition taking place at Art ON the Gallery in 2014, Olcay Kuş aims to create a new world in his street art based works. Kuş, in his exhibition titled “Game Center” sees the world as a game center and regards all goings-on as ‘new games’. In his works, we find many references as to the life itself and all kinds of parameters in the life along with implicit readings under the title of ‘game’. Olcay Kuş explains his works in this exhibition as follows: “What kind of games would you like to play? Think about an area, which is full of games. The East, the West, the North and the South of the area. Depending on your age, pleasures, occupation, gender and even clothes, you can play whichever game you like, as this is a democratic area. But you should bear in mind that you are a part of the game. You can play the game with others or you may be played by others. Lies, tricks, fraud, forgery… are all admissible. Killing people, cutting down trees, in short everything is permitted. There is only one condition. No thinking, no producing ideas, no arguing! “Game Center” is an exhibition based on these ideas. This is a way of expressing the difficult times we’re having recently, the conflicts, and never-ending Political GAMES. All hot topics drop off the agenda; there appears immediately a new topic to discuss… Without knowing or seeing what’s going on in the country, we get in new adventures. Just like a game… Here, in this exhibition, I’m playing my own game. I’m playing with those who play with me. There isn’t any specific topic that I want to drive forward or focus on; this exhibition basically depicts the subjects or visuals that have affected me and I couldn’t pass over in the making process of these works.” In addition to the works in which Olcay Kuş used mixed techniques on canvas, this exhibition also includes his sketches for the first time. Olcay Kuş’s solo exhibition titled “Game Center” can be visited at Art ON Istanbul between January 8 - February 7.

RenART MURATHAN ÖZBEK An / Once 10.01-31.01-2014 www.rensanat.com

2012’de açtığı “in” sergisi ile dikkatleri üzerine çeken fotoğraf sanatçısı Murathan Özbek, bu kez “an” sergisi ile izleyiciyle buluşuyor. Fotoğraf çekmeye başladığı 2009 yılından bu yana dünyanın en prestijli fotoğraf yarışmalarında önemli ödüller kazanan sanatçı, bu kez zamanın geçişinin kendisinde yarattığı yokluk hissini işliyor. Kendi hayatından yola çıkarak yarattığı fotoğraflar her ne kadar otobiyografik olsalar da, seyirciye kendilerini fotoğrafa koyma anlamında büyük bir alan sunuyorlar; “ve baktım ki hayatımın en önemli anları fotoğraflanmamış. O anlara gitmeye başladım.” ÖZBEK, kendi zamanının izinde ilerlerken karşılaştığı boşluğu, seyircinin içine girebileceği bir hale getiriyor. Bu da serginin en dikkat çekici yanı olarak göze çarpıyor.

-06-2014

10

Murathan Özbek, has attracted a great deal of attention by the exhibition ‘IN’ since 2012, is now presenting his new solo exhibition ‘ONCE’ . After getting started in photography in 2009, OZBEK won many important awards at the most prestigious photography contests all around the world. At ‘ONCE’ the artist expresses the void time creates as it goes by. Altough the photographs are autobiographic, OZBEK presents a huge and approachable space to the viewers to place themselves into the photographs. ‘ and I realized that the most important moments of my life have not been photographed yet. So I have started going back to those times.’ One of the most attractive parts of the exhibition is while OZBEK is having a journey to his own personal time, the space he has created invites the audience wander in it freely by using their own imagination and sujectivitiy.


11

-06-2014


GÜNCEL CURRENT

New York DAVID ZWIRNER STAN DOUGLAS Luanda-Ki̇nshas 09.01-22.02-2014 www.davidzwirner.com David Zwirner, Stan Douglas’ta gerçekleştireceği 12. sergisi için, Columbia 30th Street ses kayıt stüdyosunun yeniden inşasından oluşan yeni çalışmasını sunacak. Dünyanın en iyilerinden birisi olarak bilinen bu efsanevi kayıt stüdyosu, 1949 yılında Columbia Records plak şirketi tarafından Manhattan’daki ikinci ve üçüncü caddelerin arasında yer alan Doğu 30. caddedeki terk edilmiş bir Ermeni kilisesinde kurulmuştu. “The Church” (kilise) takma adıyla bilinen stüdyo, 1981’deki kapanışına dek dönemin en meşhur albümlerinin kaydedildiği yer oldu; örneğin: Miles Davis’in Kind of Blue (1959), Bob Dylan’ın Highway 61 Revisited (1965), ve Pink Floyd’un The Wall (1979) albümleri gibi. Stüdyoyu kullanan diğer sanatçılar arasında Leonard Bernstein, Johnny Cash, Aretha Franklin, Glenn Gould, Billie Holiday, Vladimir Horowitz, and Charles Mingus gibi isimler vardı – yapılan kayıtların tarzı ise klasik, müzikaller, caz, pop ve rock gibi geniş bir yelpazedeydi.

For Stan Douglas‘s twelfth solo at David Zwirner, the artist will debut a new film set in a reconstruction of the Columbia 30th Street Studio. This legendary recording studio, known as one of the finest in the world, was opened in 1949 by Columbia Records in an abandoned Armenian church on East 30th Street between Second and Third Avenues in Manhattan. Nicknamed “The Church,” it was home to some of the most renowned recordings of the eraupuntilitsclosure in 1981, including Miles Davis’s Kind of Blue (1959), Bob Dylan’s Highway 61 Revisited (1965), and Pink Floyd’s The Wall (1979). Other artists using the studio were Leonard Bernstein, Johnny Cash, Aretha Franklin, Glenn Gould, Billie Holiday, Vladimir Horowitz, and Charles Mingus, among many more, with musical genres ranging from classical to musicals, jazz, pop, and rock.

LISSON GALLERY CHRISTIAN JANKOWS Ağırsiklet Tarih / Heavy Weight History 31.01 – 08.03 – 2014 www.lissongallery.com

Alman sanatçı Christian Jankowski, bir enstalasyon, 25 dakikalık bir film ve bir fotoğraf serisinden oluşan Heavy Weight History (Ağırsiklet Tarih) çalışmasını üretmek üzere geçtiğimiz yıl Polonya’ya gitti. Jankowski Polonya’nın başkenti Varşova’da yer alan devasa kamusal heykelleri kaldırmayı denemeleri için bir grup cüsseli halter sporcusunu şehre davet etti. Heykeller arasında birden fazla komunist-dönem anıtı, bir Ronald Reagan heykeli ve 1859 yılında ilk kez şehre yerleştirilen, şehrin meşhur ve sıklıkla vandalize edilen simgesi olan Denizkızı Syrenka’nın figürü de var. Kendi ulusal renklerini giyen Polonyalı halter sporcuları ve ağırlık kaldırıcılar bu ağır bronz ve tuğladan heykelleri kaldırırken epeyce zorlanıyor; metaforik açıdan ise tarihin yükünü omuzlarında taşımayı denemiş oluyorlar.

Last year the German artist Christian Jankowski travelled to Poland to produce Heavy Weight History, which consists of an installation, a 25-minute film and a series of photographs. Jankowski invited a group of burly weightlifters to try and pick up a number of massive public sculptures in the Polish capital of Warsaw, including more than one Communist-era memorial, a statue of Ronald Reagan and the figure of Syrenka the Mermaid, a famous, often vandalised symbol of the city, first erected in 1859. Wearing their national colours, the Polish champion powerlifters and bench-pressers struggle and strain to elevate these hefty bronze and brick monuments, metaphorically attempting to lift the very burden of history on to their shoulders.

Polonya’nın Naziler tarafından işgaline dair henüz ham olan tarihi ve ülkenin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet kontrolü altında kaldığı uzatmalı dönem hakkındaki tartışmaları aynı anda hem aksatan hem de teşvik eden filmiyle Jankowski, –yerel halkın Varşova’da yer alan ve sıklıkla ihmal edilen kamusal heykellere dair ilişkilerini canlandıran– bu tartışmalı girişiminde tam tersi şekilde endişesiz ve sosyal açıdan kapsayıcı bir tavır izliyor. Kamusal heykellerin kente uygunluğunun devamlılığı ve gelecekteki konumlandırılışlarına dair bu sorgulama, Jankowski’nin daha önce de gerçek-boyutlu Living Statues (canlı heykeller, 2007) –Barcelona’da sokak oyuncularının Julis Caesar ve Che Guevara rolü yaptığı– ve Meksikalı duvar ressamlarından birine ait tarihi açıdan lüks görünümlü bir fotoğraftan yola çıkarak ürettiği devasa bir sosyalist-gerçekçi heykel olan Monument to the Bourgeois Working Class (burjuva çalışan sınıf için anıt, 2012) çalışmalarını da yaratmasına izin veren düşünce akışının bir devamı.

Simultaneously disturbing and stimulating debates surrounding the still-raw history of Polish occupation by the Nazis, as well as the country’s protracted period of Soviet rule after WWII, Jankowski’s film conversely posits a light-hearted and socially-inclusive aspect to his controversial undertaking – that of reinvigorating locals’ relationships to oft-neglected bits of Varsovian public statuary. This questioning of the continued relevance and future siting of public sculpture continues a line of enquiry by Jankowski that has previously seen him create numerous lifesize bronze Living Statues (2007) – simulacra of street performers posing as Julius Caesar and Che Guevara in Barcelona – as well as a giant socialist-realist sculpture based on an anachronistically luxurious photograph by one of the Mexican Muralists, entitled Monument to the Bourgeois Working Class (2012).


LEHMANN MAUPIN GALLERY ALEX PRAGER Kalabalıkta Bir yüz / Face in the Crowd 09.01-22.02-2014 www.lehmannmaupin.com

Lehmann Maupin Galeri Alex Prager’in yeni çalışmalarından oluşan sergisini sunuyor. Face in the Crowd (Kalabalıkta bir Yüz). Sergi, galerinin New York’taki mekânlarının ikisinde birden 9 Ocak – 22 Şubat 2014 tarihleri arasında açık olacak. İki parçalı bu sergi, 201 Chrystie Street’te büyük-ölçekli titizlikle kurgulanmış insan kalabalıklarına dair fotoğraflar; ve 540 West 26. Street’te ise izleyiciyi içine alan üç kanallı bir video enstalasyonundan oluşuyor. Sergi, sanatçının Eylül 2013’te Lehmann Maupin galeri ile çalışmaya başladıktan sonraki ilk sergisi. Eşzamanlı olarak, 9 Mart 2014’e dek, Washington D.C.’deki Corcoran Gallery of Art’ta, sanatçının ABD’deki bir müzede gerçekleştirdiği en büyük sergi görülebilir. Sanatçı, 9 Ocak 2014 perşembe günü saat 18-20 arasında gerçekleşecek açılış kokteyline de bizzat katılacak. Prager, Elizabeth Banks’ın başrolünü oynadığı yeni filmiyle, kalabalıklara dair karmaşık ve zaman zaman çelişkili duyguları daha ayrıntılı olarak inceliyor. İzleyiciyi üç kanallı bir video enstalasyonunun merkezine koyan bu çevreleyici deneyimde, film, kalabalık sahnelerdeki karakterlerin kendi öykülerini ve düşüncelerini –örneğin çocukluk anıları, sürekli görülen kâbuslar ve kişisel keşifler gibi– sert bir dille aktardığı bir itiraf monologları serisiyle başlıyor. Birden sahne değişiyor ve görüntüye bir insanlar denizi doluşurken orkestra da kuvvetle çalmaya başlıyor. Ardından ise ikonik bir kadın kahraman, izolasyon, hüzün, kafa karışıklığı, merak ve endişe gibi çeşitli duyguları sessizce ifade ederek izleyiciyi kalabalığın arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Karakter monologlarının ve çılgın kalabalık sahnesinin bir araya gelişi, girdap gibi dönen bir yabancılar denizinde aslında sayısız öykü ve deneyimin yer aldığını sert bir şekilde örnekliyor. Sanatçının büyük-ölçekli fotoğrafları toplumdaki bireylerin kopukluğunu gösterirken, yeni videosu Face in the Crowd ise bireyler arasında yer alan dile getirilmeyen bağlantıları keşfediyor ve kendimizden büyük bir şeyin parçası olduğumuzu bize hatırlatıyor.

201 Chrystie Street & 540 West 26th Street, New York New York, December 11, 2013—Lehmann Maupin is pleased to announce an exhibition of artist Alex Prager’s new body of work, Face in the Crowd, on view at both of the gallery’s New York locations from January 9 – February 22, 2014. This two-part exhibition will feature large-scale photographs of elaborately staged crowd scenes at 201 Chrystie Street and an immersive three-channel video installation at 540 West 26th Street. The exhibition is Prager’s de but show with Lehmann Maupin since joining the gallery in September 2013. Concurrently on view through March 9, 2014 is the artist’s largest exhibition in a United States museum at the Corcoran Gallery of Art in Washington, D.C. Prager further explores the complicated and at times contradictory emotions as sociated with crowds through a new film starring Elizabeth Banks. An immersive experience that put stheviewer directly in the center of a three-channel video installation, the film open swith a series of confessional monologues in which characters from the crowd scenespoignantlyrelatetheirownstoriesandinsights, such as childhoodmemories, recurringnightmaresandpersonalrevelations. Suddenly, thescenechangesand an orchestrastrikes as a sea of peoplefloodintoview. Theiconicheroinethenleadstheviewer on a journeythroughthecrowdwordlesslyexpressing a range of emotionsincludingisolation, sadness, confusion, curiosityandanxiety. The juxtaposition of character monologues and thefreneticcrowdscenepoignantlyillustratesthatwithin a swirlingsea of strangers, therearecountlessindividualstoriesanduniqueexperiencesunfolding. WhereasPrager’slarge-scalephotographs of crowdscenesexposethedisconnectionbetweenindividuals in society, her newfilmFace in theCrowd explorestheunspokenconnectionsamongindividualsand is a reminderthatwearepart of somethinglargerthanoneself.

PACE Sol LeWitt Yatay İlerlemeler / Horizontal Progressions 24.01–22.02-2014 www.pacegallery.com

Sol LeWitt (1928-2007) 1965’ten beridir dünyanın her yerindeki müzelerde ve galerilerde yüzlerce kişisel sergi yaptı. Üretken sanatçının iki ve üç boyutlu çalışmaları; 1100’den fazlasının hayata geçirildiği Duvar Çizimleri’nden fotoğraflara ve kağıt üzerinde yüzlerce çalışmaya dek çeşitlilik gösteriyor, ve kuleler, piramitler, geometrik biçimler ve progesyonlara kadar uzanıyor. LeWitt “fikir makineye dönüşür ve sanat üretir” şeklindeki meşhur görüşü ile 1960’larda sanatın tanımında devrim yapılmasında önemli rol oynadı. Sanatı temellerine indirgeyen sanatçı için, küp, sanatsal arayışlarda kullandığı temel modüler öğe haline –“dilbilgisi aracı” haline– geldi. LeWitt 1968 yılında doğrudan duvarın üzerine çizdiği, önceden belirlenmiş çizgi-üretim prosedürlerinden faydalandığı ve desen çizimiyle veya ticari sanatsal pratiklerle alâkalı malzemeler kullandığı büyük ölçekli duvar çizimleri yapmaya başladığında büyük bir atılım yaptı. Pace Galeri, 2007’den beridir LeWitt’in mirasını temsil ediyor.

Sol LeWitt (1928 – 2007) has been the subject of hundreds of solo exhibitions in museums and galleries worldwide since 1965. His prolific two and threedimensional work ranges from Wall Drawings, over 1100 of which have been executed, to photographs and hundreds of works on paper and extends to structures in the form of towers, pyramids, geometric forms, and progressions. LeWitt helped revolutionize the definition of art in the 1960s with his famous notion that “the idea becomes a machine that makes the art.” Reducing art toits essentials, the cube became the basic modular unit for his artistic inquiry—“the grammatical device”. LeWitt achieved a major breakthrough in 1968 when he began executing large-scale drawings directly on the wall, using predetermined line-making procedures and materials normally associated with drawing or commercial art techniques. Pace has represented the estate of LeWitt since 2007.

13

-06-2014


GÜNCEL CURRENT

New York

LUHRING AUGUSTINE MICHELANGELO PISTOLETTO Eksi Nesneler / The Minus Objects 1965-1966 BUSHWICK 18.09-2013-03.03-2014 www.luhringaugustine.com

Luhring Augustine, The Minus Objects 1965-1966’yı sunuyor; bu sergi İtalyan sanatçı Michelangelo Pistoletto’nun en eski ve en önemli serilerinden birini izleyicilere sunuyor. 1960’larda Arte Povera akımının ortaya çıkışında çok önemli rol oyanayan bu ufuklar açıcı seri, döneminin önde gelen sanat akımlarını radikal bir şekilde başaşağı etmişti.

Luhring Augustine is pleased to present The Minus Objects 1965-1966, an exhibition of one of the earliest and most important bodies of work created by the Italian artist Michelangelo Pistoletto. Widely regarded as fundamental tothe birth of the Arte Povera movement in the 1960s, this seminal series radically upended the prevailing art trends of the time.

Pistoletto’nun en iyi tanınan çalışması, ilk kez 1962’de ortaya çıkan ve sanatçının çalışmaları arasında önemli ve süregelen bir yönü temsil eden Quadri Specchianti (ayna resimleri). Sanatçı, imgeyi yansıtıcı bir yüzeye iliştirerek, sanat nesnesi ve izleyici arasında dinamik ve sürekli değişen bir etkileşimin yolunu açıyor. Mirror Paintings erkenden uluslarası ün kazandı, fakat Pistoletto kendisinin hep bu tarzda çalışacağına dair beklentilere boyun eğmek konusunda tereddütlüydü. Bunun yerine kategorizasyona ve metalaştırılmaya meydan okuyan Ogetti in Meno (eksi nesneler) serisini yarattı.

Pistoletto is best known for his Quadri Specchianti (Mirror Paintings), which were first conceived of in 1962 and represent a crucialandon going facet of the artist’s oeuvre. By affixing an image on to a reflective surface, the artist enables a dynamic and ever-changing interaction between the art object and the viewer. The Mirror Paintings garnered international acclaim early on, but Pistoletto was reluctant to yield to expectations that he continue solely in this vein. He opted to create instead the Oggetti in Meno (Minus Objects), a series of Works which defied both categorization and commodification.

İlk kez 1966 yılında, sanatçının Turin’deki atölyesinde sergilenen Minus Objects bir grup birbirinden farklı heykelsi nesneden oluşuyor; bu nesneler bireyselliklerinin yanısıra biçim, malzeme ve üretim şekilleri açısından sahip oldukları büyük çeşitlilikten ötürü dikkat çekiyor. Her bir çalışma spontane ve organik bir şekilde yaratılmış ve ardından büyük bir grup halinde bir araya getirilmişler. Örneğin buruşuk karton ve sprey boya ile yapılan Rosa bruciata (yanmış gül), rüyada görülen bir nesnenin maddeleşmiş hali; diğer yandan minimalist demir bir heykel olan Strutture per parlare in piedi (Ayakta dururken konuşmak için yapı) ise bir galeriyi gezen insanların ayaklarını dinlendirirken galeri duvarına bıraktığı izlerden esinlenmiş. Lampada a mercurio (civa lambası) ve Specchio (ayna) gibi kimi nesneler doğaları gereği endüstriyel ve faydacılken; Paesaggio (peyzaj), Ti amo (seni seviyorum) ve Quadro da Pranzo (öğle yemeği resmi) gibi nesneler ise açık şekilde resim tarihine gönderme yapıyor. Her bir nesne temsili olmaya uzak, yabancı ve biraz saçma; fakat hepsi bir nevi kendineyeterliliğe ve varolmak için doğuştan gelen bir sebebe sahip gibi. Her bir Minus Object’in sahip olduğu dikkate değer teklik ve kendi-içinde-bütünlülük, eserleri yaratan kişinin rolünü azaltıyor. Birbiriyle görünüşte hiçbir bağlantısı olmayan bir nesneler grubu yaratan sanatçı, kendi kişiliğini iptal ederek, serinin bir bütün olarak kendi kendine konuşmasına olanak sağlıyor. Pistoletto’nun yazdığı gibi : “...bunlar aracılığıyla kendimi bir şeylerden özgür bırakabiliyorum – yani bunlar inşa edilmiş yapılar değil, özgürlükler. Onları “fazla” olarak değil, “eksik” olarak düşünüyorum, “artı” olarak değil, “eksi” olarak; zira yanlarında daha önceden kesin olarak beyan edilmiş bir algısal deneyimi de getiriyorlar.”

-06-2014

14

Exhibited for the first time in 1966, in the artist’s studio in Turin, the Minus Objects comprise a group of disparate sculptural objects, striking for their individuality as well as their sheer diversity of form, media and means of production. Each work evolved in a spontaneous and organic manner and came together as a larger ensemble after their making. For example, Rosabruciata (Burnt Rose), a work of corrugated card board and spray paint, is the materialization of an object seen in a dream, while Strutture per parlare in piedi (Structure for Talking while Standing), a minimalist iron sculpture, is inspired by Marks made on a gallery wall by visitors resting their feet. Certain objects such as Lampada a mercurio (Mercury Lamp) and Specchio (Mirror) are industrial and utilitarian in nature, while others such as Paesaggio (Landscape), Ti amo (I LoveYou) and Quadro da Pranzo (Lunch Painting) clearly reference the history of painting. Each object is non-representational, unfamiliar ands lightly absurd, yet seems to possess a kind of self-sufficiency and innate reason for being. There markable singularity and self-containment of each Minus Object serveto minimize the role of authorship. Bycreating an ensemble of objects with no discernible relation to each other, the artist essentially negates his own persona and enables the series as a whole to speak forit self. As Pistoletto writes, “...they are objects through whose agency I free my self from something—not constructions, then, but liberations. I do not considerhem more but less, not pluses but minuses, in that they bring with them a sense of a perceptual experience that has been definitively manifested once and for all.”


15

-06-2014


GÜNCEL CURRENT

London HAUSER & WIRTH SAVILE ROW-ZHANG ENLI Kutu / The Box 10.01-01.03-2014 www.hauserwirth.com Zhang Enli unutulmuş mekânlar ve nesneler konusunda uzman. Sanatçının çalışma şekli, günlük yaşamdan nesnelerin ve mekânların melankolik betimlenmesi üzerine kurulu; bunun için resim, heykel veya enstalasyonlardan faydalanıyor – bir odanın duvarlarına, tavanına ve zeminine doğrudan resim yaptığı “Space Paintings” (mekân resimleri) çalışması bir örnek olarak verilebilir. Zhang’ın Londra’daki Hauser & Wirth’te gerçekleştireceği ikinci sergisi olan “The Box” (kutu) kapsamında, sanatçı yeni bir resim serisinin yanısıra ilk heykel enstalasyonunu izleyicilere sunacak. Zhang, resimleri ile insanlarla ilintili sıradan nesnelerin bir dizinini oluşturuyor. Hemen elinin altında bulunan şeylerden –bir parça ip, bir hortum, atölyenin zeminindeki mermer küre– görsel malzeme sağlayan Zhang bizi kendi dünyasına çekiyor ve çağdaş yaşamın nispeten sıradan yönlerini belgeliyor. Geleneksel Çin fırça resminin serbest hareketlerinden esinlenen Zhang, boyasını şeffaf hâle gelene dek inceltiyor ve boya katmanları altında kurşun kalem çizgilerini görünür bırakıyor. Zhang, çizdiği karelerin görünmesine izin vererek, bize resimlerin sanatsal inşa yüzeyleri olduğunu, nesnelerin doğrudan kopyası olmadıklarını sürekli hatırlatıyor. Resimlerin perspektifi nesnenin biçiminin yarattığı dramayı arttırmak için çarpıtılmış olsa da, Zhang’ın dışavurumcu çizgileri ve eğrileri bu ölçülü çerçeve dahilinde kontrol altında tutuluyor. Bu açıdan bakıldığında, kurşun kalemle çizilen ızgaranın katı yapısının, çağdaş yaşamın kaosunu düzenlemek için kullanılan bir araç olduğu düşünülebilir.

Zhang Enli is a champion of forgotten space sand objects. His practice is grounded in melancholic portrayals of objects or places from everyday life, through painting, sculptureor installation such as ‘Space Paintings’, in which he paints directly on to the walls, ceilings and floors of a room. For ‘The Box’, Zhang’s second exhibition with Hauser&Wirth in London, the artist will present his first-ever sculptural installation alongside a new series of paintings. In his paintings, Zhang creates an index of common place objects related to humanity. Taking visual material from whatever is close at hand – a piece of string, a hose, a marble ball from the floor of his studio – Zhang draws us into his world, documenting the more prosaic aspects of contemporary life. Influenced by the loose washes of traditional Chinese brush painting, Zhang dilutes his paint until it is almost like a glaze, leaving pencil-drawn grids visible beneath the layers of paint. By allowing the grids to show through the painted surface, Zhang constantly reminds us that his paintings are artistic constructs, not direct replicas of any given object. The perspective of each painting is skewed to heighten the drama of the object’s shape, but Zhang’s expressive lines and curves are kept in check with in this measured frame work. In this way the rigid structure of his pencil-drawn grids can be viewed as a means of ordering the chaos of contemporary life.

LISSON GALLERY WAEL SHAWKY DICTUMS 31.01-08.03-2014 www.lissongallery.com

Son 10 yıl içinde Orta Doğu’dan çıkan en güçlü ve ısrarcı seslerden birisi olan Wael Shawky, inanç sistemlerini inceliyor ve inancı, mitleri ve tarihi modern medya’nın bakış açısından tekrar yorumluyor. Shawky, Lisson Galeri’de yeni çalışması “Dictums: Manqia I” (2014)’i sunuyor; bu çalışmada siyah deve sürüleri –belki de prestijli deve panayırlarına veya mazaynas olarak bilinen, Gulf bölgesinde düzenlenen güzellik yarışmalarına katılmak üzere– çölü geçiyorlar. Bu nadir, koyu tonlu deve cinsi Arap dünyasında büyük ilgi görüyor, yarışmayı kazanan develer astronomik fiyatlarla el değiştiriyor ve hatta kendileri için özel açılmış televizyon kanallarında boy gösteriyorlar. Daha önceleri de göçebe Bedouin kabilesinin kendilerine özgü kültür ve gelenekleri üzerine çalışmış olan Shawky, Abu Dhabi yakınlarında çektiği bu videosunda da benzer şekilde fiziksel, ekonomik ve zihinsel göçün yapısal özelliklerini inceliyor.

One of the most powerful and urgent voices to emerge from the Middle East in the last decade, Wael Shawky explores systems of belief and reinter prets faith, my thand history through the lens of the modern media. At Lisson Gallery, Shawky presents a new work, Dictums: Manqia I(2014), in which herds of prize black camels are driven across the desert, perhaps en route to one of the prestigious camel paradesor beauty page ants that are held in the Gulfregion, known as mazaynas. These are, dark breeds of camel are coveted across the Arab world, with those winning ‘best in show’ often being traded for astronomical sumsandeven appearing on their own dedicated television channels. Having previously worked with the indigenous cultures and traditions of nomadic Bedouin tribes people, Shawky similarly charts patterns of physical, economican dintellectual migration in this video, shot by the artist on location near Abu Dhabi.

Serginin kapsayıcı ismi olan Dictums 2013 yılında Sharjah Bienali için gerçekleştirilen canlı bir performansa gönderme yapıyor; bu çalışmada Shawky Pakistan kökenli 30 işçiyi bir araya getirmiş ve bu işçilerin Sufi şarkıları söylemek üzerine eğitim görmüş iki profesyonel müzisyenin (veya qawwal’ın) gerçekleştirdiği bir resitale alkışlarıyla ve şarkı söyleyerek eşlik etmesini sağlamıştı. Söyledikleri şarkının sözleri ise bienalin küratöryel metninden seçilen ve Urdu diline çevrilen cümlelerden oluşuyordu; ve böylece genellikle çağdaş sanatla eşleştirilen saydam-olmayan sanatsal dilin hipnotik, armonik ve büyük ölçüde anlaşılmaz bir yorumu yapılmıştı. Shawky’nin tüm filmleri gibi, bu çalışma da konu edilen şeyi zekice gözlemlemesinin yanı sıra kurumsal eleştiri yapmayı ihmal etmiyor.

The over arching title of his exhibition, Dictums, refers to a live performance originally produced for the Sharjah Biennial in 2013 in which Shawky assembled 30 workers of primarily Pakistani origin, to clap and chant through a recital by two Professional musicians or qawwals, trained in signing traditional Sufi ballads. The words to their song were culled from a curatorial statement of the biennial and translated into Urdu, creating a hypnotic, harmonic, if largely indecipherable, rendition of the kind of opaque artistic language generally associated with contemporary art discourse. As with all of Shawky’s films, this piece combines astute observation of its subject matter with a keen sense of institutional critique.

-06-2014

16


17

-06-2014


GÜNCEL CURRENT

Paris GALERIA LOEVENBRUCK MORGANE TSCHIEMBER Polystyrene, Shibari & Co. 13.12-2013-08.02-2014 www.galerialoevenburck.com

“Polystyrene, Shibari & Co.” sergisi, Morgane Tschiember’ın tümü seramik olan yeni çalışmalarını bir araya getiriyor. Bu çalışmalar, sanatçının Nuove grubunun sağladığı rezidans kapsamında kısa süreliğine İtalya’da kaldığı esnada üretildi – bu program ile gelen sanatçılara yerel şirketlerin tarihi ve teknik uzmanlığına ve Veneto’nun 17. yüzyıldan beridir seramik konusunda uzmanlaşmış küçük kasabası Nove’nin malzemelerine ve asırlık-geleneklerine ulaşım fırsatı sağlanıyor.

“Polystyrene, Shibari&Co.”brings together new pieces by Morgane Tschiember, all of them ceramics. They are there sult of a recent so journ in Italy, where the Nuove group gives artists in residence Access to the historical and technical expertise of local companies and the materials and age-old traditions of Nove, a small town in the Veneto which has specialised in ceramics since the 17th century.

“Polystrene” serisindeki çalışmalar, seriye ismini veren ve oldukça yanıcı bu çağdaş malzemeyi boş ve dolu arasındaki ilişkiyi tersine çeviren –ki bunun tek sebebi polystyrene’nin %98 oranında hava içermesi değil– ve minimalist şekillerde kullanırken; “Shibari” serisi ise daha geleneksel, hatta kadim malzemeler kullanıyor, fakat bunlara sanatçı tarafından çok farklı bir şekilde müdahale edilmiş. Zira, serinin Japonca isminin de işaret ettiği –fakat sadece bu dili bilenlerin farkettiği– üzere, bu kelime “bağlamak” manasına geliyor ve bu çalışmalar bağlanarak üretiliyor. Tschiember bu kil parçalardan bazılarını teker üzerinde şekillendirdikten sonra, fakat ateşe vermeden önce, gerçekten bağlamış. Kilin çeşitli ip cinsleri ile “kafeslendiği” bu tuhaf “yoğurma” hareketi, bu ayrıcalıklı, prima materia olarak düşünülen malzemenin –kilin– yüzeyinde çeşitli yanıkların yanısıra bükülmelere, burulmalara ve diğer türden deformasyonlara sebep olmuş.

If the series of Works titled “Polystyrene” uses the eponymous and highlyin flamma¬ble contemporary material in minimalist Works that invert the relation between fullan dempty – not least because polystyrene is 98% air – the “Shibari” series uses more traditional or even archaicmaterials, but treatedbythe artist in a very distinc¬tive way. For, as the Japan eseword of their title in dicates, but only to those aware that it means “tobind,” these pieces in volvetying. After spinning but before firing some of these claypieces, Tschiember literally bound them. This strange “kneading,” in which the pottery is “caged” in various kinds of rope produced surface burns and contortions, invaginations and other deformities in this exclusive material, clay, which is considered the great primamateria.

Tschiember bunu yaparak en azından üç şekilde ikonoklastik davranmış oluyor. İlk olarak, geleneksel seramik tekniği bağlamında –işlevsel veya lüks eşyası olmasından bağımsız– bir ilişki var. Fakat aynı zamanda eskiden askeri amaçlarla kullanılan ama son dönemde erotik bir sanata (kinbaku) dönüşen bağlamaya dair Japon ritüeli ve dövüş sanatına da gönderme yapılıyor. Ve son olarak, ip baskısı taşıyan kapları ile bilinmesinin yanısıra, aynı zamanda Palaeolitik seramik-öncesi dönemin bitişini de işaretleyen Japonya’nın Jomon dönemi (10,000300 MÖ) ile kurulan bir bağlantı da var.

In doing this, Tschiember was being iconoclastic in at least three different ways. With regard to traditional ceramics, first of all, whether functional or luxurious. But also with regard to a Japanese ritual and martial art of bondage which was origi¬nally military but has recently developed into an erotic art: kinbaku. And, finally, with regard to the Jomon period in Japan (10,000–300 BCE), known not only for it scord-impression pottery, but also as marking the end of the so-called Palaeolithicpre-ceramicperiod.

GALERIE RICHARD CHRISTOPHE AVELLA-BAGUR 11.01-26.02-2014 www.galerierichard.com

Galerie Richard New York, Christophe Avella-Bagur’un çalışmalarını ABD’de ilk kez sergiliyor. Galeri, sanatçının devam etmekte olan Floating Souls (uçan ruhlar) serisinden yeni resimleri 11 Ocak ila 26 Şubat 2014 tarihlerinde sergileyecek.

Galerie Richard New York is delighted to debut the work of Christophe Avella-Bagur for the first time in the United States. The gallery will exhibit recent paintings from his ongoing series, Floating Souls from May 31st to July 21st, 2012.

Beyaz ışığın oluşturduğu göksel bir arka plan üzerinde Avella-Bagur seri-üretilmiş kusursuzlukla ilgili beklentilerimizi karşılayan erkek ve kadın bedenlerinin örnek temsillerini sunuyor. Sanatçı bu ideal durumu iç organları andıran ten renkleri ile boyanmış ve asla yüzün sınırları ile uyuşmayan portrelerden oluşan ikinci bir katman ekleyerek bozuyor. İki portre çarpıştırılarak, El Greco veya Goya’nın grotesk tarzında boyanmış ve rahatsız edici şekilde bozulmaya uğramış bir birliktelik yaratılıyor.

On an ethereal ground of white light Avella-Bagur shows us archetypalre presentations of male and female bodies that answer our expectations of mass-produced perfection. Avella-Bagur disrupts this ideal with a second layer of portraits painted in visceral flesh-tones that never quite register with the face’s outline. The two portraits are collapsed together to create disturbingly distorted juxtapositions painted in the grotesque manner of El Grecoor Goya.

Avella-Bagur, Floating Souls serisine ilk kez 2005 yılında, orta-ölçekli bir boyda çalışarak başladı. Bu resimler gözleri kapalı arketip figürler gösteriyordu, ve sahibiyle bir araya gelmeye çalışan bir “uçan ruh” betimlenmişti. Şimdi ise idealize edilmiş vücutlar gözlerini açmış durumda, böylece iki yüz arasında bir gerilim ve görsel karmaşıklık oluşuyor. Sergide altı büyük portre var: bir otoportre, üç küçük çocuk, çocuğunu emziren bir kadın ve kağıt üzerine füzenle yapılmış iki büyük-boyda desen.

Avella-Bagur first began the Floating Souls series in 2005, working in a mediumsized format. These paintings contained archetypal figures with their eyes closed, in which a “floating soul” was depicted attempting to register with its host. Now the idealized bodies have their eyes open, creating tension and visual complexity between the two faces. The exhibition is composed of six large portraits: a selfportrait, three small children, a woman breast-feeding her baby and two large charcoal drawings on paper.

-06-2014

18


GALERIE THADDAEUS ROPAC Empire State New York Art Now 17.11-2013-15.02-2014 www.ropac.net

Galerie Thaddaeus Ropac “Empire State New York Art Now” isimli sergiyi Paris Pantin’deki mekânında sunuyor. Sergi İngiliz küratör Norman Rosenthal ve Miami-kökenli küratör, yazar ve editör Alex Gartenfeld tarafından düzenlendi.

Galerie Thaddaeus Ropac is very pleased to present the exhibition Empire State. New York Art Now in its Paris Pantin venue, organizedby British curator Norman Rosenthal and Miami-based curator, writer and editor Alex Gartenfeld.

Sergi, New York City’nin sürekli değişen gerçeklikleri ve mitolojilerini keşfediyor. Bu iddialı nesiller-arası anket, New York City’nin meşhur ve yeni tanınmaya başlayan 25 sanatçısının –ki her biri derinlemesine ve önemli yeni eserlerini sergiliyor– çalışmalarını sunuyor, ve bu sanatçıların kendi toplumları ve kentteki yaşam arasındaki ilişkiyi nasıl hayal edebileceklerine dair birf fikir veriyor. Empire State’teki sanatçılar, resim, heykel, fotoğraf, video ve enstalasyonlarıyla, kent yaşamının tanımının diğer yerlerde hızla değiştiği bir dönemde kendi kentlerinin dünyaya uyumluluğunu inceliyor.

The exhibition explores the constantly shifting realities and my thologies of New York City. This ambitious inter generational survey presents the work of twentyfive renowned and emerging New York City artists – each in depth and with important new work being shown – and suggests how they might re-imagine the relationship between their community and the life of the city. With painting, sculpture, photography, video, and installation, the artists in Empire State examine their city’s enduring relevance to the world at a moment when urban life is being redefined rapidly every where.

Sergilenen eserlerin çoğunluğu bu sergi için yeni yapıldı, ve geçtiğimiz üç yıl içinde yapılmış diğer önemli çalışmalar ile tamamlanıyorlar. 2008’te Versailles Sarayı’ndaki ses getiren sergisinin ardından Jeff Koons’un resimlerini ve heykellerini Paris’te ilk kez sunuyor olmaktan dolayı mutluyuz. Moyra Davey Les Goddesses (2011) çalışması için sergide bir projeksiyon odası hazırlayacak ve Joyce Pensato ise kendine özgü mekâna özel büyük-ölçekli duvar resimlerinden birini yapacak.

Most of the art on view is new lycommissioned, complemented by other significant works made in the past three years. We are delighted to present paintings and sculptures by Jeff Koons for the first time in Paris after his acclaimed exhibition at the Palace of Versailles in 2008. Moyra Davey will create a projection room in the exhibition for Les Goddesses (2011) and Joyce Pensato will realize one of her signature site specific large-scale wall painting.

Ünlü mimar ve teorisyen Rem Koolhaas şöyle yazmıştı: “Manhattan asla gerçekleşmeyen olası felaketlerin toplamıdır”. New York City için en popüler felaket efsanesi ise şehrin başka bir şehrin gölgesinde kalacağını söyler. Fakat küreselleşme çağında, uzmanların sürekli olarak düşüşte olduğunu söylediği Büyük Elma, görsel sanatlar alanında hâlâ dünyanın en etkili gücü; sanatçıların, müzelerin, sanat kurumlarının, galerilerin ve kamusal platformların en çeşitlilerinin yoğun şekilde bir araya geldiği ve sürekli hareket ve etkileşim içinde bulunduğu bir kent.

“Manhattan is an accumulation of possible disasters that never happen,” wrote celebrated architect and theorist Rem Koolhaas. For New York City, the most popular disaster myth is that it will be eclipsed. Yet in the era of globalization and with pundits routinely declaring it in decline, The Big Apple remains the world’s hegemonic force in the visual arts, with the most diver second centration of artists, museums, arts organizations, galleries and public plat forms in constant action and interplay.

Sergi ismini rap-yapan-önemli-şahıs Jay-Z ve müzisyen Alicia Keys’in 2009 yılında çıkardığı ikonik ve efsaneleştirici hip-hop marşından alıyor, ve Antonio Negri ve Michael Hardt’ın Amerika-liderliğindeki küresel kapitalizm üzerine kaleme aldığı, 2000 yılında çıkan Empire’a gönderme yapıyor. 2013’te ise Empire State sergisi Amerika’nın sosyo-ekonomik dönüşümü ve bunu takiben durum, kendine güven ve güç konularındaki kaymalara dair benzer alegorileri tekrar edecek ve irdeleyecek.

The exhibition akesits title from the iconic mythologizing 2009 hip-hop anthem of the same name by rapper-turned-mogul Jay-Z and musician Alicia Keys, and references Empire, Antonio Negri and Michael Hardt’s 2000 treatise on American-led global capitalism. In 2013, Empire State will echo and engagesuchallegories of America’ssocio-economic transition and subsequent shifts in status, confidence and power.

Sanatçılar / Artists: Michele Abeles - Uri Aran - Darren Bader - Antoine Catala - Moyra Davey Keith Edmier - LaToya Ruby Frazier - Dan Graham - Renée Green Wade Guyton - Shadi Habib Allah - Jeff Koons - Nate Lowman Danny McDonald - Bjarne Melgaard - John Miller - Takeshi Murata Virginia Overton - Joyce Pensato - Adrian Piper - Rob Pruitt R. H. Quaytman - Tabor Robak - Julian Schnabel - Ryan Sullivan

19

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW SEÇİL ALKIŞ

Murat Pulat

-06-2014

20


21

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW

1

urından M a l ı ç t a n r sa çağdaş 4’te Leila Helle n e r ö g i 1 0 lg en çok i ergisini Ocak 2 a d r a l l ı s y kişisel nin son na Türkiye’ ew York’taki ilk kansları e N s t a m l l u fi a k, rat P n sinem yeniden üretere çıyor. e a m e t d e ’ n y ö r y Galle uvertür ı tuval üzerinde or. Sinema gibi a g l a d i kanslar masını sağlıy lıboya gibi at yen e l s u P u B t . a r r Mu steriyo k hayata katıl k tuval ve yağ re hapö g i g l i özel bir in plastik olara sel sayılabilece yeni teknolojile ek in ler bu imge sanatı ile gelen rerek görselliğ . şti ın yor yeni çağ ara-yüzde birle tulmasını sağlı cak olan a ş r r u i l u b o k ı n n r i a nd a icin araçla ışmaları hareket-imajı d en izley l d a n ç i l m a e h ön e solma ’ın son d atçının bu serid rağan olmaktan t a l u P t u n ra e imge d zaman yvan Mu acak. Sa İmge-Ha tlu bir sergi ol leniyor. Böylec tin içindeki bir lem eke oyu büyük b dahil ettiği göz sonsuz bir har re”leri artıyor. sü ine nde resimler yicinin belleği ece resimlerin “ izle öyl çıkarak k algılanıyor. B ara dilimi ol

-06-2014

22

tenlot of at a d e t c n ra have att olo exhibition i o t s t s i t ar ks Turkish New Yor e t h s t r f fi o s e pens hi ulat, on Murat P e past years, o 2014. ave/over h t y w r r a w e u e v n o n a J y in tion scenes b , he helps the Gallery e i r v e l o l e m H n i Leila canvas erest t n n o i s l mbines e a o i g c c a e e p m i H s . e a s ing thes element as oil paint ulat has Murat P rs. By reproduc ives as visual ia such rs from d l o e t r c m u e o l r i a f d n we tio rt o ture me a pa w era -and tradi s saving his vie o c e b s e u scene t of the n diate surface, th visualization. r a e h t of t cinema on an interme ologies n h c e t’s lates s t a a l v w u n e P a n t c a e th ur and ment of rising M ing-imagery in n p o s m i o r c p m mov show the i e-scale s also included perceived as a g r a l a rtist ha nimal is vely s rather Image-A is series, the a more still, it i ite, thus effecti no n th nfin works. I s. The image is ement that is i mov ting g. his pain e taken from a h paintin c a e m i f t o f slice o the “duration” ng increasi


İmge çok güçlü bir şey, sergi öncesi ve sonrasında göstermek, paylaşmak istediğim şey bu aslında. İnsanların virtüel dedikleri şey; insan psikolojisini, sosyolojik yapısını etkiliyor. Images are really effective; it’s actually what I want to show people, share with them; before and after the exhibition. What they call virtual, effects the human psychology and its sociological structure.

Seçil Alkış: Bugüne kadar 3 tane kişisel sergi gerçekleşirdin. 4. Kişisel sergin Ocak ayında New York’ta gerçekleşecek. Sergilerini oluşturma sürecinde nasıl bir zihinsel ve pratik süreç yaşıyorsun? Murat Pulat: Duvarların içine hapsettiğimiz bir kurgudan bahsediyoruz… Sergiyi oluştururken sadece o alana, o lokal galeriye ait olmaktan çok, aslında onu saran diğer şeyleri de oluşturmak gerekiyor. Onu gerçekten henüz ben de bilmiyorum. S.A. : Son dönemde yaptığın işlerin birçoğunu New York’taki serginde görebileceğiz. Bazı işlerinde yanılsamalar yarattığını ve renk geçişlerini arttırdığını görüyoruz. Biraz son dönem işlerinden bahsedelim istiyorum. M.P. : Ben aslında resim yüzeyini bir duvardan ayırt etmiyorum. Ben başka şeyler yaparken, herkes resim üstüne düşünüyor ve konuşuyor. Bir limon yetiştirmeye çalışıyorum mesela. Yaprağı soluyor ve üzülüyorum. Aslında benim için resim, bütünü oluşturan parçalardan sadece biri. Elimden geldiği kadar bizi baskı altında bırakan şeyleri çıkarmaya çalışıyorum hayatımdan, bu çok işe yarıyor. Özellikle günümüzde insanlar inanılmaz şekilde imgelerin üzerinde oynamaya başladı. İmge çok güçlü bir şey, sergi öncesi ve sonrasında göstermek, paylaşmak istediğim şey bu aslında. İnsanların virtüel dedikleri şey; insan psikolojisini, sosyolojik yapısını etkiliyor. Büyük kitleler sanatçı olmasalar da sanatın içine eklemleniyorlar, bazıları ise hiç düşünmüyor bile. İmgeyle uğraşan insanlar, sanatın bu bağlamda ve bunun kullanılmasına müdahale etmesi ile bize yakınlaşmış oluyor. S.A.: İlk üç sergin İstanbul’da gerçekleşti, ilk defa başka bir kent ve coğrafyaya çıkıyorsun. Bunun senin açından karşılığı nedir? M.P.: İstanbul ve New York sadece bir kent. Nedir bu kentler? Bunlara olan bakış açılarının hepsinin toplamı. Nasıl bir bakış açısıyla bakmak gerekiyor İstanbul’a? Ben bir gün Orhan Veli gibi gezmek istedim; Gerçekten. Onu hissetmek, İstanbul’u öyle gezebilmek. Yani bir şekilde şehre katılmak; ne kadar edilgin ya da etkin olursa. Bir gün adamın biri denizi gördüğünü sonra içinde başka şeyler gördüğünü söylüyor. Bunu niye söylüyorum, başka başka şeylerin toplamından sorumlu hissediyorum. Benim yapmak istediğim bunun bilimini yapmak değil, başka durumlar yaratmak, başka bakış açıları yaratmak. Söylediğim gibi, gitmek de sadece işin bir parçası aslında. Burada şöyle bir durum var, hepimiz sabah kalkıp bir şeyler yapıyoruz. Ben kesinlikle benden bir önce davranan, iş yapan kişiye daha çok iş yüklemiş oluyorum. Annem ilgili bir hikaye; mesela ilkokul zamanı evim okula çok yakındı. Herkes sabah erken kalkardı ama bende başka bir durum vardı. Benim için sabahın erken saatlerinde kalkmak, gün içerisinde çok yorulduğum ve

bana göre fazla sınırlandırılmış okulda vakit geçirdiğim için problemdi. Buna rağmen bana dokunduklarında fırlayan bir çocuktum. Bunu niçin yaptığımı bilmiyordum. Kalkmak ve okula gitmek istemiyor olmama rağmen beni kaldıran neydi? Aslında benim için buradaki erken durum ya da daha çok sezgi, biraz da deney öncesi dönem, bu soruna ulaşabilmek. Ben kesinlikle benden bir önce davranan, iş yapan kişiye daha çok iş yüklemiş oluyorum. Bir kişi daha kalkarsa işler daha kolay olacak. Birisi daha bardağı alıp gelecek. Biraz daha hızlı olacak ve okula da geç kalınmayacak, sonrasında da sonraki iş devam edecek. Burada bir kolektif taraftan bakmak istiyorum. Sokak’ta karşılaştığın fikir; diyelim bir dilenci fikri, diyelim ki köşedeki kahve dükkânı ya da bir çiçekçi ile birleşmesi bunların hepsi bir fikirler bütünü. Evet yaşam deyip gidebiliriz ama öyle değil, gerçekten hiç durmaksızın bize katılan bir şey. S.A.: Bu işin hem içerik olarak hem de ticari kısmını düşündüğünde İstanbul-New York kıyaslanamayacak kadar iki farklı şehir, bu senin için ne kadar önemli? Hep verdiğimiz bir örnek, bir sergi yapıyoruz ve üzerine bir makale yazdırabilmek için canımıza okunuyor, diğer taraftan New York’da en ufak bir sergide bile onlarca makale yazılıyor. Çok ciddi bir dünya, çok ciddi eleştiriye maruz kalan bir piyasa… M.P.: Van Gogh, tarlalarda gezerken karga peşinde koşuyor ya; kargaları kovalarken birisi yaklaştığında hep şunu söylüyormuş: ‘Gitmem lazım, bir şeye yetişmem lazım artık’. Yani gittiği yere bakarken ‘kargalar peşimden geliyor gibi gözüküyor’ diyor. Güneşte o kadar çok çalışıyor ki artık neredeyse dünyanın üzerini boyuyor. Elinde tuvalle kalıyor. Buradaki durum bizim piyasa olarak adlandırdığımız döngüden farksız aslında. Van Gogh’un bir durumunu göstermek isteyen başka bir durum. Çok başka deli düşünceler gibi gelebilir ama bu gerçekten dünya ile alakalı bir şey. Bir yere gitmek, mesafe almak. Sadece New York değil seçimim, İzmir’e gitmek gibi. S.A.: Çağdaş sanat, işlerin sergilenmesi en azından bütünlüklü bir bakışı, daha da ötesinde bunun mekansal bağlamını talep eder. Senin işlerinin bir taraftan kendi aralığında diğer taraftan mekanla kurdukları bağ nasıl gerçekleşiyor? M.P.: Aslında bazı işlerde mekana dokunduğumu biliyorum. Özellikle benim için önemli olan bir durum gerçekleşti. Müzayedede sergilenmek üzere bir iş vermiştim. Hitchcock filminden bir kare(şaşıran kadın), duş sahnesinde çığlık atan bir kadın vardı. Resimden çok sergilenirken çekilen bir kare daha önemli hale gelmişti benim için. Sanki o anki durumdan şikayet eden bir kadının çığlık atması gibiydi. Böylelikle artık iş kendi içinde çalışmaya başlamıştı.

Seçil Alkış: You’ve had 3 solo exhibitions so far, and your fourth solo show will take place in New York in January. How is the intellectual and practical process of working on a show? Murat Pulat: We’re talking about a presentation imprisoned between the walls... In the process of preparing for an exhibition, you have to go beyond the specific gallery space and think also about all the other things that encapsulate the exhibition. I really don’t know yet, how it works. S.A.: We’ll be able to see most of your recent work in the New York exhibition. You’ve utilized more illusions and color transitions in some of the works. Can we talk about your recent works? M.P.: I don’t think the surface of a painting is different from that of a wall. As I’m busy working on other things, everybody thinks and talks about the paintings. For example I’m trying to grow a lemon tree. I inhale the leaf and it makes me sad. For me, actually, painting is one of the pieces of that make up the whole. I try to clear my life of the things that suppress us, as much as I can; this works very well. These days, people have begun to play with imagery. Images are really effective; it’s actually what I want to show people, share with them; before and after the exhibition. What they call virtual, effects the human psychology and its sociological structure. Masses take part in art even though they are not themselves artists; some don’t even think about it. The people working with imagery are thus closer to us through the utilization of art in this context, through its intervention on its utilization. S.A.: Your first three shows were in Istanbul. This is the first time you’re exhibiting in another city. What does this mean to you? M.P.: Istanbul and New York are just cities. What are cities? They are the sum of the perspectives on them. From which perspective should one look at Istanbul? I wanted to walk around like Orhan Veli; really. To feel the city, to walk around like that. To take part in the city somehow; no matter how passive or active. One day a man said that he saw the sea and then he saw other things in it. Why am I telling this, because I feel responsible for the sum of various things. What I want to do is not to make science out of it, but to create other situations, to come up with other perspectives. As I said, to leave is just a part of it. The thing is, we all get up in the morning an do things. And surely I impose more work to a person who gets up before me and does things. A memory about my mother; for example as I was a student, our apartment was very close to my school. Everybody would get up early in the morning, but for me there was something else involved. I found it problematic to get up early

as I would get very tired during the day and spend my time at school which I thought was very limited. Despite all this, I would get up the moment they would touch me. I didn’t know why I did this. What was the thing that made me get up even though I didn’t want to? For me actually, the early situation or rather an instinct, and maybe the pre-experiment period is to solve this problem. I surely impose more work to who gets up before I do, and does things. Everything would be easy if one more person were to get up. Somebody else will pick up the glass and come. It will be faster and no one will be late for school; and then things will follow after that. I’d like to see things from a collective perspective. What you come upon in the street; let’s say a beggar’s idea, for example the merge of a coffee shop in the corner and the florist; all these are the combination of ideas. We can say it’s how life is, but it’s not, it’s something that just becomes a part of us continuously. S.A.: When you consider both the context and the commercial part, Istanbul and New York are two very different cities, how important is this for you? The usual example: when we make an exhibition here, it’s very difficult to have somebody write an article about it, on the other hand, the simplest exhibition in New York is accompanied by many articles. It’s a serious world, it’s a market that’s criticized quite often... M.P.: As Van Gogh chased crows in the fields, he would always say: ”i have to go, I need to catch up with something”. Concerning where he’s going, he says that “crows seem to be following me”. He works under the sun so much that he almost paints the whole world. He’s left standing with his canvas in his hand. This situation is actually the same as the loop that we call the market. Another situation showing the situation of Van Gogh. These can sound crazy but all this has something to do with the world. To go somewhere, to move. It’s not just New York that’s my choice; for example it’s similar to traveling to Izmir. S.A.: Contemporary art and the exhibition of works demand a comprehensive perspective and its spatial context beyond that. How do your works relate to one another and the space? M.P.: I actually know that some of my works relate to space. Something important for me has happened. I had chosen a work to be exhibited at an auction. It’s a still from an Hitchcock movie (surprised woman), there was a scene in which a woman is screaming in the bath. A photo taken during the exhibition of this painting was more important than the work itself. It was like the scream of a woman who was complaining about the current situation. Thus the work began to work by itself.

23

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW

2

-06-2014

24


25

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW

3

İzlediğimiz filmin milyon tane sekansından bir sürü şeyi hafızamızdan atıyoruz. Bazı şeyleri unuturken, bazı imgeler neden duruyor akılda? When we see a movie, we don’t remember many things from a million scenes. Why is it that some images remain, even though we forget other things? S.A. :New York serginde böyle bir şey var mı? M.P.: Arka sokaklar diye bir film var Robert De Niro’nun oynadığı ve Serseri Aşıklar… Geçmişte olan bir imge kapsayıcı olabiliyor. Bu ismin içinde birkaç tane yönetmeni, ondan sonra gelen yönetmeni, hatta bunun içinde başka şeyler de barınıyor. Söylemeye çalıştığım, elbette ki orda zaten Amerika, Hitchcock vardı. Bazıları sadece film görüyor ama üzerinde müdahale edilen bir şey var; motif denilebiliyor, harfle ya da puntolarla oluşmuş bir porte de. Bu işten çok daha uzun zaman önce yönetilen bir film var burada, ama dokunduğu an itibariyle bu New York’taki serginin içine dahil oluyor. Örneğin vitrin için hazırladığım çalışma artık benim için bir resim değil, mekanı saran boşluktaki harfler. Orada duvara dönüşen bir durum var. Benim imgelememin de o galerinin duvarı aslında. S.A.: Şöyle diyebilir miyiz? Önemli olan sen imgeleri işledikten sonra, imgeler sergilendiği ve izleyiciyle etkileşime geçtiği andan itibaren yaşamaya, işlemeye, çalışmaya başlıyor. M.P: Burada da çalışıyor. Hayatımdaki basit bir şeyden bahsediyorum aslında. Ben bazen resimlerimi yatak odama koyuyorum. Sonra bu bir sabah uyandığımda karşımda çığlık atan bir şey görüyorum. İnanılmaz şekilde sıçradığımı biliyorum. Tam karşımda, gözümü açtığımda tam bir portreye tekabül eden, perspektiften dolayı gerçek bir portre gibi duran, çığlık atan bir kadın duruyor. İmge dediğimiz şey sıradan yaşamda gördüğümüz fikirlerden başka bir şey değildir aslında. Yani ben ne kadar çok bakış açımı çoğaltıyorsam o kadar çok daha görebiliyorum aslında. İmge biraz simülasyon ama korkmamak gerekiyor. S.A.: Bu günün sanatı eskiye oranla çok daha karmaşa dolu bir alan, bir taraftan imkanlar artarken, diğer taraftan genç sanatçılar bir çok farklı gerilim hattında, yorucu süreç ve sınavlardan geçiyor. Eserleri tanınmış genç bir sanatçı olarak sen neler yaşadın? Arkadan gelen daha genç sanatçılara ne öneriyorsun? M.P.: Geçtiğimiz haftalarda bir turist grup, Haydarpaşa tren garında trenin üzerinden fotoğraf çekmeye karar veriyor ve üçü de yüksek gerilim hattına kapılıyor. Bu büyük olay ne yazık ki yetkilinin ihtimam göstermemesinden kaynaklanyor.

-06-2014

26

Bu aslında bir çalışma, bu bir gayret. Ne kadar çok çalışırsak, o kadar birbirimizin hayatını güzelleştireceğiz. Bu tren garında çalışan yönetici de aynı şekilde, tersane de öyle. Çok kompleks bir açıdan bakmak gerekiyor. Sanatçılardan bahsetmek istemiyorum sadece. Bunu gerçekten sanatın argümanı haline getirebiliriz. Ama bu da gerilim olabilir. Özetle şunu söyleyebilirim; direnmesi gerekiyor. Direnmek. Özgürlüklerine birazcık düşkünlerse… ‘’Direnmek’’ kelimesi de Türkiye’de biraz popüler oldu, kavramlar poplaşınca ölüyorlar bana kalırsa. Che Guevara’nın posteri gibi oluyor. İçi boşaltılmış. S.A. : İmgeler poplaştıkça etkisini yitirdiğini söylüyorsun. Dünyanın en çok poplaşan imgelerinden biri Marilyn Monroe değil mi? Senin işlerinde Marilyn Monroe’yu çok fazla görüyoruz, bunun nedenini çok merak ediyorum. M.P.: Bazen imgenin kendisi de kendi alt bağlantılarını temsil etmiyor. Ben ilk Marilyn’i çocukluğumda gördüm. İç benliğime girdiğini hissettim. Belki çok iddaalı gelebilir ama bu kadar net aslında. Artık bu durum birinci türde dışa bağlı olan bir karışım. Güneşin cildimi karartmasından farksız. İzlediğimiz filmin milyon tane sekansından bir sürü şeyi hafızamızdan atıyoruz. Bazı şeyleri unuturken, bazı imgeler neden duruyor akılda? Bazı şeyler niçin gecenin bir vakti bizi birden ürpertip onunla hatırlamaya başlıyor, onunla birleştiriyor, karanlıktan korkmayı hatırlatıyor. Bu hassas bir durum. İnsan hayal ederken nelerle karşılaşıyor. Bunun farkına varırsan bunu değiştirebilirsin aslında. Onu anladığın zaman sen inanılmaz bir şekilde zihinsel üretime başlıyorsun. Merkeze bir şey çıkarmaya çalışmıyorum da bazı şeyler birbiriyle eşleşiyor diyelim, birbirlerini çoğaltıyorlar ve o imge artık başka bir duruma giriyor, yani melez imajlar çıkıyor. Benim yapmak istediğim şey, sergi öncesinde bir şeyler söyleyip durumu yönlendirmek değil. Henüz karşılaşmalar, dolaşımlar başlamadı mesela. Biz şu an biraz daha sergiye ait olan şeylerden bahsediyoruz. Daha deneyimlemedik aslında. Süreci yaşamadık ama genel olarak onun potansiyelini konuştuk.

S.A.: Is there such a thing in your New York exhibition? M.P.: There was this movie “Mean Streets” starring Robert de Niro; and also “Breathless”... An image from the past can be inclusive. This name includes a few directors, the directors that came after them and even other things. What I’m trying to say is, of course America was there, Hitchcock was there. Some just see the movie, but there’s something which is the subject of intervention; some call it the motive or a portrait made up of numbers and letters. Here is a movie that’s much older than the work itself, but it becomes a part of the New York exhibition the moment it touches. For example the work I created for the gallery window is no more a painting for me, it’s a collection of letters within the emptiness that encapsulates the space. Something is turning into a wall there. My imagery is the walls of that gallery. S.A.: Can we state is this way? The important thing is: after you create the works, they begin to live and work the moment they’re shown and have a connection with the viewer. M.P.: It works here as well. I’m talking about a simple thing in my life. I sometimes put my paintings in my bedroom. One day when I woke up, I saw something screaming. I jumped out of the bed. The moment I open my eyes, right in front of me is a screaming woman that looks like a real portrait because of the perspective. What we call imagery is nothing other than the ideas that we see in daily life. The more perspectives I have, the more i see. Images are a kind of simulation, but we shouldn’t be afraid of them. S.A.: Art is now much more complex than it used to be; on the one hand there are more opportunities, on the other hand young artists experience a lot of tension and tiresome processes. As an artist whose work is well known, what did you experience? What are your suggestions to new artists? M.P.: A few weeks ago, a group of tourists tried to take a photo in the train in the Haydarpaşa Station, and three of them were struck by the high-voltage line. This event is unfortunately the result of the lack of care of authorities. This is actually a work, an effort. The more we try, the more we’ll make our lives better. This is valid for a manager

in a train station, or a shipyard. One needs to look at it from a complex perspective. I don’t only want to talk about artists. We can really make this the rationale of art. But it can also be its tension. In short; it has to resist. Resist. If they care one bit about their freedom... The word “resistance” has become a little too popular in Turkey, I think concepts die when they become popular. Like Che Guevara posters. Empty. S.A.: You say that images lose their effect as they become popular. Isn’t Marylin Monroe one of the most popular images of the world? We see her often in your works, I’m really curious why. M.P.: Sometimes the image itself doesn’t represent its own sub-connections. I saw Marylin for the first time when I was a child. I felt she became a part of my inner identity. This may sound too assertive, but it’s as simple as that. This is now a mixture that depends on the outer world within the first species. It’s not different from how sun causes the skin to become darker. When we see a movie, we don’t remember many things from a million scenes. Why is it that some images remain, even though we forget other things? Why do some things cause us to shiver in the night, begin to remember with them, combine with them, why do they remind us of being afraid of the dark? This is a sensitive area. All t he things you come upon as you dream... If you become aware of it, you can change it. The moment you understand it, you begin to come up with ideas. I don’t attempt to put something out, but let’s just say that some things combine, they cause each other to multiply and transform the image; in other words hybrid images emerge. What I want, isn’t to direct the situation by saying things before the exhibition. The encounters and circulations haven’t even begun. We’re rather talking about the things that belong to the exhibition. We haven’t experienced it yet. We haven’t experienced the process, only talked about its potential.


İmge dediğimiz şey sıradan yaşamda gördüğümüz fikirlerden başka bir şey değildir aslında. Yani ben ne kadar çok bakış açımı çoğaltıyorsam o kadar çok daha görebiliyorum aslında. İmge biraz simülasyon ama korkmamak gerekiyor. What we call imagery is nothing other than the ideas that we see in daily life. The more perspectives I have, the more i see. Images are a kind of simulation, but we shouldn’t be afraid of them.

4

1- “Beyaz/White’’, 2013, Tuval Üzerine Yağlı Boya/ Oil On Canvas, 180x180 cm 2- “Daha/More”, 2013, Tuval Üzerine Yağlı Boya/ Oil On Canvas, 160x220 cm 3- “Arayüz/Interface’’, 2010, Tuval Üzerine Yağlı Boya/ Oil On Canvas, 190x190 cm 4- “Karışımlar/Mixtures”, 2013, Tuval Üzerine Yağlı Boya/ Oil On Canvas, 180x180 cm

27

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW SEÇİL ALKIŞ

Wolverine olasım var... I’d like to be Wolverine...

-06-2014

28


1

alil Vurucuoğlu Hikayesinin daha çok içsel yanına dikkat çekip, tüm eski hikayeler de Calling attention to the intrinsic side of his story, Halil Vurucuoğlu olduğu gibi iyiyle kötünün savaşında ibaret olduğunu söyleyen Halil states that it is about the battle of the good and the bad, just as it is in Vurucuoğlu, pentür işlerden farklı tarzda çalışmasına rağmen kendini all the old stories. Even though his working methods differ from that of RESSAM olarak tanımlıyor. Sanatsal motivasyonunu kişisel hikayeleriyle painting, he describes himself as a PAINTER. We had a conversation with kurduğu dünyasında, zihinsel sürecin yanı sıra el işçiliğinin ön planda him about his works in which the emphasis is on manual labor in addition olduğu işleri ve hayata bakışı üzerine konuştuk. to the intellectual process, concerning the world he creates with his personal stories. We also talked about his perspective on life. Seçil Alkış: Eğer bundan bir yıl sonra burada oturup senin bu süreçte yaptıkların açısından ne kadar harika bir yıl olduğunu kutlayacak olsaydık, bu süreçte neler başarmış olurdun? Halil Vurucuoğlu: Gerçekleştirmeyi planladığım bir çok yeni hikaye var önümüzdeki dönem için. Kullandığım malzeme(kağıt) hassas olmasına rağmen çok fazla alternatif sunabiliyor, denemeyi ve yeni kullanım alanları bulmayı seviyorum. İlk olarak bir süredir ertelediğim proje sergim için çalışmayı planladığım resimleri tamamladığımı var sayıyorum. Üç adet resmin ve yerleştirmenin yer alacağı proje sergimi canlı müzik performansı ile birlikte açılışını kutluyoruz. Gerçekleşmesini istediğim proje sergisinin yanı sıra, dünyanın en önemli sanat merkezi olduğunu düşündüğüm New York için bir kişisel sergi hazırlamayı amaçlıyorum. Çalışmalar başladı ve yolunda gidiyor, istediğim gibi bir anlaşma gerçekleşirse, 2015 yılı için sergi hazırlıkları hızla devam ediyor olacaktır. Sergi planlarım yolunda gitmiş ve bir de sevdiğim gruplara video klipler çekmeye başlamışım, dört güzel insandan meydana gelen Federaller’in ilk klibini çekmişim, izliyoruz hep beraber. S.A: Eminim bir çok güzellikler vardır hayatında, bunların içinden en büyük memnuniyetini ne zaman yaşadın? H.V: Birçok zaman çok memnun olduğum olmuştur, hangi an en büyüğü yaşandı bilmiyorum. Beklentiler olmasa hayat daha güzel ama var maalesef, beklentilerinin farkında olup tatmin olmaya hazırsan memnun da olursun, diğer yandan memnun olmuşluklarım kadar memnuniyetsizliklerim de vardır. S.A: Yapmayı sevmediğin şeyler var mı? H.V: Tartışmak, biriyle tartışmak durumunda kalmak. Aynı lisandan konuşup aynı lisanda anlaşamamak, sakinliğin yittiği anlar benim için kabul edilebilir durumlar değil. Bir de bir şeyleri ertelemek, bir şeyleri, bir yerleri, birilerini veya yapılacakları ertelemek.

Seçil Alkış: If we’re sitting here a year from now, celebrating what a great year it’s been for you, what did you achieve? Halil Vurucuoğlu: I have a lot of new plans for the next year. Though the material (paper) I’m working with is delicate, it offers many possibilities and I like to experiment and come up with new ways of utilizing it. I assume I will have completed the paintings for a project exhibition that I wanted to work on but have been postponing for a while. We celebrate the opening of this project show –accompanied with live music– comprising three paintings and installations. I also intend to work on a solo show in New York, which I think is the most important art center of the world. I start working on it, everything is going well, and if we can agree on the details, it will be possible to realize this show in 2015. The exhibition goes as planned, then I start filming music videos for the bands that I like: I make a music video for “Federaller”, a band comprising four beautiful people, and we watch it together. S.A.: I’m sure you’ve had many beautiful things in your life; but when have you been most satisfied? H.V.: I’ve had many moments of satisfaction, I don’t know which was the happiest of those. Life would be better without expectations, but they exist unfortunately. If you’re aware of your expectations and ready to be satisfied, then you’ll be happy. On the other hand, I’ve also had experiences I wasn’t satisfied or happy with. S.A.: Are there things that you don’t like to do? H.V.: Arguing; having to argue with someone. Speaking the same language but not being able to communicate; the moments when one can’t keep calm; I find these situations unacceptable. And postponing things, places, people or plans.

29

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW

İrin sergisi ile birlikte asfaltın altından geçen lağım boruları kadar saygın olan televizyondaki kravatlıların resimlerini yaptım, her bir portreyi son senelere çizdiğim defterlerden derledim. With the “Discharge” exhibition I created pictures of those wearing ties on TV, who are only as respectable as sewer pipes beneath asphalt; each portrait came from drawings in these notebooks that I drew in the last few years.

S.A: Biliyoruz ki kişisel sergiler açtın ve birçok karma sergiye katıldın. Senin için en önemli olan proje veya başarından bahseder misin? H.V: Yurtdışı fuarları, sergiler ve müzayedelerin kariyerime çok yardımcı olduğunu kabul etmek ile birlikte 2010 senesinde Elgiz Müzesinde yaptığım proje sergim, Oksijen Çarpması’ndan bahsetmek istiyorum, özel bir sergidir benim için. Taslaklarını 4 sene evvel hazırlamıştım, doğru mekan ve doğru zamanı beklediğimden araya zaman girmişti. Kent/doğa ikileminde kalmış çağdaş insanın uyum sorununu üzerine odaklandığım bu sergide, ışık ve ses yerleştirmesi, özel bir düzen ile izleyiciyi de içine alacak biçimde sunuluyor ve 3 odaya yayılan işler resim, ışık ve sesten müteşekkil tek bir iş gibi algılanıyordu. Çağdaş kentlinin, ne kente ne de doğaya tam uyumlu yaşayamamasını, kendini içinde bulduğu baş dönmesini ve karmaşayı vurgulamak istediğim için, sergiyi “Oksijen Çarpması” metaforu ile ifade etmek istedim. Senelerdir bekleyen projenin sonunda gerçekleştiğini görmek güzeldi.

S.A.: We know that you had many solo and group exhibitions. Can you tell us about the project or accomplishment that you find the most important? H.V.: Though I should accept that art fairs, shows and auctions abroad help a lot with my career, I’d like to talk about my project exhibition “Intoxication” that took place in the Elgiz Museum in 2010 – it was a special show for me. I had prepared its preliminary sketches four years ago, and had been waiting till I found the right time and space to realize it. Focusing on the adaptation problem the modern human has with the dilemma of city vs nature; the exhibition comprised light and sound installations in such a way that they pulled the viewer in – thus the works spread over three rooms were perceived like a single work consisting of paintings, light and sounds. In order to emphasize how the modern citizen can’t adapt himself to neither the city nor nature; and the disorientation and chaos he finds himself in; I wanted to name the exhibition “Intoxication”. It was good to see this project come alive after it had been waiting for so many years.

S.A: Düzenli olarak çizgi günlük tutuyorsun ve birçok işin bu çizgi günlüklerinden esinleniyor hatta bazen birebir faydalanıyorsun. Çizgi günlüklerini nasıl tanımlıyorsun? H.V: Resim yapmadığım zamanlarda, gün içinde kafamı dinginleştirmek için çizdiğim defterler, görsel günlüklerim var, doğru. Nefessiz bırakan, miğde bulandıran, göz karartan ne varsa, sebep olanların içini göstermek istedim günlüklerimi çizerken. Gündemi anlık değişen memlekette duyduğum veya okuduğum boktan bir haberde bu sürece katkıda bulunuyor pek tabii. Toplumsal kirlenme, iktidar fetişizmi ve uygulanan kitle algı oyunları uzunca bir süredir aklıma takılan durumlardı. İrin sergisi ile birlikte asfaltın altından geçen lağım boruları kadar saygın olan televizyondaki kravatlıların resimlerini yaptım, her bir portreyi son senelerde çizdiğim defterlerden derledim.

S.A.: You have a diary of drawings, which inspire many of your works, and sometimes they are transferred directly to your paintings. How do you define these diaries? H.V.: It’s true that I have notebooks, diaries that I sketch on whenever I’m not working on a painting, to calm my mind down. With my diaries I wanted to expose the guts of everything that leaves one breathless, makes one queasy, or causes blackouts. Of course, in this country with a constantly changing agenda, the crappy news I read or hear about help with this process as well. The corruption of the public, the fetishism for power and the games played on the perception of the masses were issues that I’ve been thinking about for a long time. With the “Discharge” exhibition I created pictures of those wearing ties on TV, who are only as respectable as sewer pipes beneath asphalt; each portrait came from drawings in these notebooks that I drew in the last few years.

S.A: Resimlerini yaparken politik hissiyatlar uyandırması gibi kaygıların var mı? H.V: Politik resim yapma, yapmama meselesini de çok anlamıyorum, özünde tanımlarla kısıtlanan resmi bir bakıma, iyi veya kötü resim vardır. Yaşananlar, hissedilenler ve reaksiyonlar vardır. İnsan yaptıkları veya yapmadıklarıyla zaten politiktir.

S.A.: Do you intend to deliver political messages with your pictures? H.V.: I don’t understand this deal about political pictures, nor pictures limited by definitions. A picture is either good or bad. There are experiences, feelings and reactions. One already has a political attitude, defined by what one does or doesn’t do.

2

3

-06-2014

30


4

Hayatın çizgi romanlardan farklı olduğunu kavrayıp biraz büyüdükten sonra kahramanların resimlerini çizmeye başladım, daha sonra kahramanlardan öte anti-kahramanları daha çok sevdim. As I grew up and found out that life is different from that in comics, I began to draw pictures of heroes. Later I liked anti-heroes more than heroes.

31

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW

5

-06-2014

32


33

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW

Benim hikayem de tüm eski hikayeler gibi iyiyle kötünün savaşından ibaret. Zaman zaman delice heyecanlar, aşırı sıçramalar yaşasam da, sakin bir mutluluğun ve huzurun peşindeyim. My story is about the battle of the good and the bad, just like all the old stories. Though I may get madly excited or make excessive leaps from time to time, I’m after calm happiness and peace 6

S.A: Yakın dönemde daha iyi, daha hızlı, daha akıllı, daha verimli hale getirdiğin bir projeden veya problemden bahseder misin? H.V: Dış mekana(atölyemin dışında her hangi bir yer) duvar resmini şablonla uyguladığım zamanlarda daha pratik olmaya çalışıyorum, zaman ve mekanla alakalı problemleri minimalize edecek çözümleri atölyemde belirleyip, sokakta uyguluyorum. Örneğin geçtiğimiz ay yakın dostum Hair Mafia’nın vitrinine uyguladığım işte sekiz farklı renk için sekiz adet şablona ihtiyacım varken, pratik bir hamleyle üç şablonda işi çözümledim. Böylelikle hem kendim hem de karşı taraf için kısa sürede keyifle sonuçlanan bir iş oldu. Hazırlanışı ve uygulaması açısından farklı ve güzel bir tecrübeydi.

S.A.: Tell me about a recent project or problem that you made better, faster, smarter, more efficient. H.V.: I try to be more practical when I make a mural using stencils outdoors (anywhere outside my studio), In my studio I find solutions that will minimize problems concerning time and space, and then I apply these solutions outside. For example, I needed eight stencils for eight different colors for the work I created for the shop window of my close friend Hair Mafia, but I found a practical solution and created the mural using only three stencils. This way, it’s been a project that was completed in a short time and was pleasant for both me and them. It was a good and different experience to prepare for and realize this project.

S.A: Kendine has, kendine özel, kendince saklı ve gizli bir dünyan olduğunu biliyorum. Süper kahramanlar da senin için çok özel, sence sahip olduğun süper güç var mı? H.V: Zaman zaman Wolverine olsam hiç de fena olmaz diye düşündüğüm oluyor. 4 yaşıma kadar kendim dahil dünyadaki herkesi süper kahraman sanıyordum, hiç süper gücümüz olmadığını öğrendiğimde şaşırmıştım. Hayatın çizgi romanlardan farklı olduğunu kavrayıp biraz büyüdükten sonra kahramanların resimlerini çizmeye başladım, daha sonra kahramanlardan öte anti-kahramanları daha çok sevdim. Günümüz şartlarında bu bir süper güç olabilir belki, aradığım şeyi genelde kolay bulurum, bir şeylerden başka bir şey yapmak, dönüştürmek olabilir bir de...

S.A.: I know that you have your own unique, individual and secret world. Super heroes are also important for you. Do you think that you possess any super powers? H.V.: I sometimes think it would be quite nice to be Wolverine. Till the age of four I thought everybody in the world including me were super heroes, I was surprised to hear that it wasn’t the case. As I grew up and found out that life is different from that in comics, I began to draw pictures of heroes. Later I liked anti-heroes more than heroes. Maybe this is a super power in today’s world; I find easily what I look for; or maybe my power could be to turn things into different things, to transform them...

S.A: Hikâyeni seninle hiç tanışmayan biri için özetler misin? H.V: Benim hikayem de tüm eski hikayeler gibi iyiyle kötünün savaşından ibaret. Zaman zaman delice heyecanlar, aşırı sıçramalar yaşasam da, sakin bir mutluluğun ve huzurun peşindeyim. İyi bir film müziğiyim gibi hissediyorum bazen, enteresan. Titreşimler hep var ama yine de iç dengeme yakın durmaya çalışıyorum.

S.A.: Can you summarize your story for someone who has never met you? H.V.: My story is about the battle of the good and the bad, just like all the old stories. Though I may get madly excited or make excessive leaps from time to time, I’m after calm happiness and peace. I sometimes feel as if I’m the soundtrack for a good movie, which is interesting. Vibrations are always there, but I still try to find my inner balance.

-06-2014

34


Eileen Gray’in de dediği gibi, bir sanat eserinin değeri, ona verilen aşkın büyüklüğüyle doğru orantılıdır. As Eileen Fray stated, the value of an artwork is determined by how much it’s loved. S.A: Sanat dünyası hakkındaki en rahatsız edici şey... H.V: Sanat dünyası demen iyi olmuş zira piyasa lafını sevmiyorum, sanat piyasası kötü geliyor kulağa. Gerçek manada kapsayıcı, destekleyici, güven verici ciddi bir sendikası yok sanat dünyasının, bence bu çok önemli bir eksiklik. Eksikliğin yanı sıra rahatsız olduğum durumu sorarsan; yaptığımız işin sanat olduğunun unutulduğu anlar oluyor, maddi bir karşılığı olsa bile verdiği sanatsal hazdan çok rakamlarla anılması işin doğasına aykırı diye düşünüyorum. Eileen Gray’in de dediği gibi, bir sanat eserinin değeri, ona verilen aşkın büyüklüğüyle doğru orantılıdır.

S.A.: The most disturbing thing about the art world is... H.V.: It’s good that you said “art world” as I don’t like the word “market”, “art market” doesn’t sound good at all. There is no union in the art world that really encompasses, supports and reassures the artists, I think of this as quite an important shortcoming. And if I were to talk about what I find disturbing; there are moments when people forget we’re creating art. Even if it has a material dimension, I find it unnatural when people discuss numbers instead of the pleasure they get from a work. As Eileen Fray stated, the value of an artwork is determined by how much it’s loved.

S.A: Çalışırken atıştırmayı seven sanatçılardan mısın? H.V: Evet; kuruyemis, çubuk kraker, havuç, brownie ve ayçöreği atölyemin olmazsa olmazlarından.

S.A.: Do you like to snack while working? H.V.: Yes, I always have dried fruits, nuts, pretzels, carrots, brownies and croissants in my studio.

S.A: Okuyuculara sormak istediğin sorun var mı desem? H.V: En son ne zaman kafanı kaldırıp, öylesine gökyüzünü seyrettin?

S.A.: If I were to ask whether you have a question for our readers? H.V.: When was the last time you raised your gaze to the sky?

1-‘’Düşünemediklerimiz/The Things That We Can Not Think About”, 2013, Kağıt Kesme Üzerine Suluboya/Watercolor on Hand Cut Paper, 32.5x27 cm 2-3-‘’Oksijen ÇArpması/Intoxication’’, 2011, Işık Enstelasyonu/Light Installation 4- “Don’t Forget / Unutma” , 2013, Watercolor On Hand Cut, El Kesimi Üzerine Suluboya, 180x50 cm 5- “Çirkin Sesli Politikacı/The Politician With a Bad Voice’’, 2012, MDF Üzerine Karışık Teknik/Mixed Media on MDF, 265x215 cm 6-‘’Gözlerimden Tanı Beni/Recognise Me From My Eyes’’, 2013, Kağıt Kesme Üzerine Suluboya/Watercolor on Hand Cut Paper, 140x100 cm 7-“Çok Güzel Susarım Ben / I Keep My Silence Well”, 2013,Hand Cut on Water Color, El Kesimi Üzerine Suluboya, 175x110 cm 7

35

-06-2014


DOSYA FILE SEÇİL ALKIŞ

-06-2014

36


1

37

-06-2014


DOSYA FILE

Kara Walker birçok farklı malzeme ile çalışan ve ırk, cinsiyet, cinsellik ve şiddet gibi tartışmalı konuları irdeleyen Afroamerikan bir sanatçı.

Kara Walker is an African American artist who works across many media, exploring controversial themes of race, gender, sexuality, and violence.

Walker Amerika’da birçok sergi yaptı, ve henüz 27 yaşındayken (şu an 44 yaşında) MacArthur Vakfı’nın prestijli “genius grant” ödülünü alan en genç sanatçı oldu. Fakat aynı zamanda da tartışmalara sebep oldu. Walker’ın sergileri insanlarda çoğunlukla güçlü hisler uyandırıyor: geçtiğimiz günlerde Newark, New Jersey’deki bir kütüphane çalışanı, Walker’ın çizimlerinden birisi kütüphanede sergilenince çok öfkelenerek baş kütüphaneciden resmin üzerinin örtülmesini talep etmiş. Sanatçı MacArthur ödülünü kazandığında da kendisinden daha yaşlı birkaç Afroamerikan sanatçı (Betye Saar ve Howardena Pindell de bunlara dahildi) tarafından sertçe eleştirilmişti. “İki farklı eleştiri vardı” diyor Walker, “Birisi çalışmalarımla, onlara kimlerin baktığıyla ve benim izleyicilerin siyah insanlara dair sahip olduğu önyargıları beslememle alâkalıydı. Diğeri ise benim şatafatlı bir kişi olduğuma dairdi.”

Walker has exhibited widely in the US, and at 27 (she’s now 44) became the youngest person ever to receive the prestigious MacArthur Foundation’s “genius grant” scholarship. But she has also caused controversy. Exhibitions of her work often provoke strong feelings: staff at a library in Newark, New Jersey, recently reacted with outrage when one of her drawings was displayed there, prompting the head librarian to cover it up. And back when she received the MacArthur grant, she was lambasted by several older African-American artists, including Betye Saar and Howardena Pindell. “There were two strains of criticism,” Walker says. “One was about the work, and who was looking at it, and me feeding into the viewing audience’s preconceived ideas about black people. And the other was that I was just some highfalutin so-and-so.”

2

Kara Walker birçok farklı malzeme ile çalışan ve ırk, cinsiyet, cinsellik ve şiddet gibi tartışmalı konuları irdeleyen Afroamerikan bir sanatçı. Walker en çok silüetleri kullanması ile biliniyor; bu silüetler sanatçının oda-boyutunda enstalasyonlarında, heykellerinde ve kağıt üzerine yaptığı daha küçük çalışmalarında yer alıyor. Kara Walker, enstalasyonlarında, filmlerinde, duvar yazılarında ve desenlerinde, ilk bakışta eski moda ve oldukça çekici görünen imgeler kullanıyor – çalışmasının ismi de aynen öyle: “Kölelik! Kölelik! Pitoresk Güney Köleliğine MUAZZAM ve GERÇEK GİBİ Panoramik Bir Yolculuk veya ‘Eski Virginia Çukurundaki Yaşam (Tarla Yaşamından Eskizler)’ Ayrıcalıklı Kurumları Hiç Görmediğiniz Şekilde Görün! Özgür Bırakılmış Zenci Bir Kadın ve Yaptığı İşte Öncü Olan Kara Elizabeth Walker’ın Becerikli Elleriyle Tamamı Siyah Kağıttan Kesildi (1997).

-06-2014

38

Kara Walker is an African American artist who works across many media, exploring controversial themes of race, gender, sexuality, and violence. She is best known for her appropriation of the silhouette, which she has used in room-sized installations, sculptures, and smaller works on paper. In her installations, film, wall texts, and drawings, Kara Walker uses imagery that seems, at first, old fashioned and quite charming - thus the title of her Slavery! Slavery! Presenting a GRAND and LIFE LIKE Panaromic Journey İnto Picturesque Southern Slavery or “Life at ‘Ol’ Virginny’s Hole’ (Sketches From Plantation Life).” See the Peculiar Institution as Never Before! All Cut from Black Paper by the Able Hand of Kara Elizabeth Walker, an Emancipated Negress and a Leader in Her Cause (1997).


3

Nefret dolu klişeler onun ellerinde, resimlerin hangi yollarla denetim araçları haline geldiğini değerlendirmenin verimli sahalarına dönüşürler.

In her hands, clichés full of hatred turn into fertile fields that help evaluate the ways with which pictures can become means of control.

Siyah çocukların, ozanların ve umursamaz kölelerin köle çağındaki en göze batan klişelerini kalıcılaştırmaya çalışan dramatik duvar resimleri yapan sanatçı, özellikle kadın figürlerini cinsel bakımdan alçaltıcı, huzursuz edici pozlarda düzenliyor. Walker bu senaryoları, Anne Kaz illüstrasyonları ve Viktorya dönemi portre gölge resimleri gibi kökenlerini bilinçli bir biçimde yansıtan kesik gölge resimle0r olarak sunuyor. Sanatçının benimsediği bu format, resimlerin edepsiz içeriği ile sunumun iyi çağrışımlar yapan biçimi arasında özgül bir kopukluk doğuruyor. Walker linç, dayak ve tecavüz sahnelerini uyumsuzca bir kaygısızlıkla takdim ediyor. Örneğin Danse de la Nubienne Nouveaux’da (1998), genç bir köle kız, bir sirk oyuncusunun coşkunluğuyla bir yamyamın kazanına dalarken betimlenir. Başka çalışmalarda çok büyük gösterilen Afrikalı erkeğe ya da kocaman kalçaları olan Afrikalı kadına dair cinsel klişeler vurgulanmaktadır. Yine de bu çalışmalardaki resimler, dehşet ya da öfke yansıtmak yerine, kargaşa, anarşi ve müstehcenliğe karşı tuhaf bir çocuksu hayranlık duyulduğu sezdiriyor. Bu, arzu edilen medeni hareketin önündeki bütün engellerin kaldırıldığı, geride de sadece iğrenç ve en aşağılayıcı hayvani güdülerin kaldığı bir dünyadır. Bir Afro-Amerikalı olarak Walker, bu resimleri beyaz bir sanatçının beceremeyeceği şekilde geliştirmekte özgürdür. Nefret dolu klişeler onun ellerinde, resimlerin hangi yollarla denetim araçları haline geldiğini değerlendirmenin verimli sahalarına dönüşürler.

Kara Walker is an artist painting dramatic murals that attempt to make permanent the most striking clichés regarding black children, poets and reckless slaves in the age of slavery. Her female figures especially are depicted in poses that are sexually degrading and disturbing. Walker presents these stories as cut-out shadow pictures that intentionally reference their inspirations such the Mother Goose illustrations or the shadow portraits of the Victorian era. This format preference by the artist creates a specific kind of disconnection between the nasty content of the pictures and the form of presentation that has good associations. With discordant carelessness, Walker presents scenes that depict lynching, beating and rape. For example in Dance de la Nubienne Nouveaux (1998) a young slave girl dives into a witch’s cauldron with the enthusiasm of a circus performer. Other works emphasize sexual clichés such as a very big African man or an African woman with huge thighs. Still, these pictures imply a childish admiration towards chaos, anarchy and obscenity; instead of reflecting terror or anger. It’s a world in which all the obstacles towards a desired civilized act are removed; left behind are only the repulsive and the most degrading instincts. As an Afro-American herself, Walker is free to develop these pictures to a point no other white artist can. In her hands, clichés full of hatred turn into fertile fields that help evaluate the ways with which pictures can become means of control.

Walker’ın çalışmaları, Afro-Amerikalı bedenin baskı sistemleri içinde tutsak olduğunu düşündürür. Bu temayı sanatına katmış olan Lorna Simpson, ilkin 1980’lerde kısa metinleri, biçimsiz siyah görünümleriyle siyah kadınların kasten düzleştirilmiş fotoğraflarıyla birleştiren çalışmalarıyla ünlenmişti. Bu ‘anti-portreler’ yalnızca insanların sırtlarını gösteriyor ve genellikle seri resimler şeklinde sunuluyorlardı. Resme ek metinler de, siyah kadının Amerikan toplumundaki görünmezliğine işaret ederek, fotoğraftaki kadın hakkında bize bilinçli olarak hiçbir şey anlatmayan, ‘kömür kadar siyah’ ya da ‘bir resim kadar güzel’ şeklindeki bir deyiş ya da yaygın klişelerden biraz daha fazlasıydı. Guarded Conditions’da (1989) elleri arkasından bağlı olan bir siyah kadının birkaç tekrar yan yana konan arkadan görüntüsüne eşlik eden, Afro-Amerikalı kadınların çifte zayıflığını gösteren ‘seks hücumdur’ ve ‘deri hücumdur’ şeklindeki yazılardı. Simpson daha sonraki çalışmalarında, Afrikalı Amerikalıların deneyimleriyle bağıntılı özel beden detaylarına odaklanmıştır. Özel olarak da Afro-Amerikalı kimliğinde bir statü sembolü olarak şaşırtıcı derecede geniş bir akademik literatüre ilham vermiş bir konu olan siyah saçla ilgili oldukça klinik tanımlar ortaya koymuştur. Başka çalışmalarında da yüksek topuklu ayakkabılar gibi nesnelere eğilerek kadın bedenini konu almaktadır. Burada vurgu, kadınların kadınsılık adına başvurdukları ustaca numaralardır. Yer yer beden tamamen ortadan kalkar ve sadece esrarengiz geçitlerde ve sokak sahnelerinde yokluğunu belli edercesine ortaya çıkar. Beden 17. Yüzyıla ait bir mekânda ve modernist

Walker’s works imply that the Afro-American body is a prisoner of systems of oppression. Also working on this subject, Lorna Simpson had first become renowned in the 1980s with her works that combined short texts with intentionally flattened photographs of black women. These “anti-portraits” showed only the backs of people and were usually presented as a series. The texts accompanying the pictures pointed out the invisibility of black women in American society by intentionally not telling us anything about the woman in the picture; and as such weren’t much more informing than sayings or widespread clichés such as “as black as coal” or “as beautiful as a picture”. In the work Guarded Conditions (1989), a series of pictures repeating the image of a black woman whose hands are tied behind her back were accompanied by the texts “sex attacks” and “skin attacks” that pointed out the double weakness of Afro-American women. In her later works, Simpson focused on body details in connection with the experiences of African Americans. She came up with quite clinical definitions regarding black hair, which had influenced a surprisingly wide range of academic literature as it’s a symbol of status in Afro-American identity. Her other works take the female body as their subject matter by focusing on objects such as high-heeled shoes. The emphasis here is on the skillful tricks utilized by women in the name of womanliness. Sometimes the body disappears entirely and appears only in mysterious passages and street scenes, as if to denote its absence. The body returns with videos such as Corridor (1993) which was filmed in both a room from the 17th century and a modernist house. This two-channel projection presents a narrative based on two young black

39

-06-2014


DOSYA FILE

Walker’ın çalışmaları, Afro-Amerikalı bedenin baskı sistemleri içinde tutsak olduğunu düşündürür. Walker’s works imply that the Afro-American body is a prisoner of systems of oppression.

4

bir evde filme çekilen Corridor (1993) gibi videolarda geri dönmüştür. Bu iki kanatlı projeksiyon, aynı siyah iki genç kadının iki ayrı dönemin giysileriyle iki ayrı evin çağlarına göre gündelik işleri yerine getirmesine odaklanan bir anlatı sunmaktadır. İki ayrı çağ birlikte düşünüldüğünde, zamanların değiştiği fakat toplumsal cinsiyetlere özgü kalıpların değişmediği vurgulanmış olmaktadır. Walker en çok da savaş öncesinde güney’deki ırk ilişkilerini tanımlayan ve bugün de devam etmekte olan stereotipleşmeyi sorgularken kışkırtıcı oluyor. Sergisindeki en büyük oda, “duvar numuneleri” ile kaplı: kağıttan kesilmiş silüetler, figürleri vahşi yahut abartılı eylemler esnasında betimliyor: aşırı büyük bir fallusa oral seks yapmak üzere eğilen bir adam; geniş etekli bir elbise giyen ve elinde kesilmiş bir kafa taşıyan kadın. Buradaki niyet, bize sadece siyah insanların kültürel sunumlarını (Walker’ın da işaret ettiği gibi, figürlerin bazılarına bir çimdik “minstrels and blackface” [halk ozanları ve siyah maske] esinlenmesi mevcut) değil, aynı zamanda ten renginin bir insanın fiziksel özelliklerini ve davranışını nasıl tanımlayabileceğini sorgulatmak. Walker çalışmalarında incelediği ırkçı tarihsel tavırlar ve şimdiki olaylar arasında benzerlikler görüyor. Sanatçı geçen sene, kızıyla birlikte, yaşadığı Brooklyn’den güney eyaletlerine doğru bir karayolu yolculuğu yaptı. Yolda uğradıkları restoranlarda beyaz adamlar onlara “20 saniyelik bakışlar” attı. Bir pansiyon havuzunda yüzerken diğer (beyaz) insanların aniden kayboluşuna şahit oldular; Walker küçük bir kızın babasına “burada hiç zenci olmadığını sanıyordum” dediğini duydu. Diğer yandan ise Tea Party hareketinin yükselişi ve Obama’nın ten rengiyle ilgili tatsız saplantı söz konusu. “Çift ırklı bir başkana sahip olma konusunda çok fazla şüphe var,” diyor Walker, “Obama’nın dünya önündeki varlığı konusunda da rahatsızlar – Tea Party’nin uç bir grup olarak gösterilmiyor olmasını da rahatsız edici buluyorlar. Siyah bir adam olarak Obama’nın söyleyeceği veya yapacağı hiçbir şey onları memnun etmeyecek.” Walker artık çalışmalarını gören izleyicilerin rahatsız olmasına alışmış; üstelik rahatsızlığın sebebi sadece çalışmaların ırk ve kimlik hakkında konuşmaya cür’et ediyor olması değil, aynı zamanda bu türden izleyicilerle de alay ediliyor olabileceği gerçeği. “İnsanların midesini bulandırıyor” diyor Walker, “ve bu mide bulantısı hissini seviyorum.”

-06-2014

40

women dressed in the clothes of two different periods, doing routine housework in accordance with the era they’re living in. When the two time periods are considered together, the emphasis is on how the models of behavior concerning gender don’t change even though the periods change. Walker is at her most provocative when interrogating the stereotyping that defined race relations in the antebellum south, and still exists today. The largest room in her show is lined with “wall samplers”: the cut-out silhouettes that show figures engaged in violent or exaggerated acts: a man bending down to fellate an oversized phallus; a woman in a wide-skirted dress holding a severed head. The effect is to make us question not only the cultural representations of black people (there is, as Walker points out, a whiff of “minstrels and blackface” about some of the figures) but also our assumptions about how skin color defines anyone’s physical characteristics and behavior. Walker sees a direct line between the racist historical attitudes she examines in her work and current events. She took a road trip last year with her daughter from Brooklyn, where she lives, to the southern states. They visited diners where the heads of old white men turned to give them “the 20-second stare”. They swam in a motel pool, watching the other (white) bathers suddenly vanish; Walker heard a small girl say to her father: “I thought there were no niggers here.” Then there is the rise of the Tea Party movement, and the distasteful obsession with Barack Obama’s skin color. “There’s so much suspicion around having a biracial president,” she says, “around Obama’s presence on the world stage – the fact that the Tea Party gets coverage as anything other than a fringe group. There’s nothing Obama can say or do as a black man that they’re [willing] to hear.” Walker is by now used to viewers being discomfited not only by the fact that her work dares to speak openly about race and identity, but that it may even be making fun of such viewers. “It makes people queasy,” she says. “And I like that queasy feeling.”


5

Walker en çok da savaş öncesinde güney’deki ırk ilişkilerini tanımlayan ve bugün de devam etmekte olan stereotipleşmeyi sorgularken kışkırtıcı oluyor. Walker is at her most provocative when interrogating the stereotyping that defined race relations in the antebellum south, and still exists today.

1- “Transgression, Excess, and the Violence of Looking in the Art of Kara Walker’’, Consume, 1998 2- “The Rich Soil Down There”, 2002, Cut Paper Paint on Wall, 180 x 396 3- “Excavated from the Black Heart of a Negress’’, 2002 4- Slavery! Slavery! Presenting a GRAND and LIFE LIFE Panoramic Journey into Picturesque Southern Slavery or “Life at ‘OI’ Virginny’s Hole (Sketches from Plantation Life).” See the Peculiar Institution as Never Before! All Cut from Black Paper by the Able Hand of Kara Elizabeth Walker, an Emancipated Negress and a Leader in Her Cause, 1997. Cut paper on wall, 3.7 x 25.9m Collection of Peter 5- Kara Walker, Cut, 1998, Cut Paper on wall, 223.5 x 137.2 cm 6- Description/ Atrocity/witness/yavn/warning/ Repeat, 2008, Cut Paper-Wood Adhesme 6

41

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW DAVID LAGARES

Ryan yan Paul aul Simmons immons Florida doğumlu New Yok’lu sanatçı Ryan Paul Simmons 2013 başında geldiği ve tutku ile aşık olduğunu söylediği İstanbul’daki ilk kişisel sergisi ile ALAN İstanbul’da izleyiciyle buluştu. Amerika’nın Pop Art türünde çalışmaları ile büyük şöhrete sahip çağdaş sanatçısı Ryan Paul Simmons ile İstanbul için ürettiği işleri üzerine konuştuk. New Yorker artist Ryan Paul Simmons, who was born in Florida, met audience at ALAN İstanbul with his first personal exhibition in İstanbul where he came at the beginning of 2013 and loved with passion. We talked with American contemporary artist Ryan Paul Simmons, who is famous for his Pop Art works, about his İstanbul series.

Atatürk

-06-2014

42

İstanbul

Revolution


43

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW

1

Üç saat boyunca bir caminin önünde durdum ve izledim. Camiye giren insanlar için bir ritüel var. Daha kapıya bile varmadan önce yapmaları gereken bir şey var. Temizlik. David Lagares: Bugün dünyaca ünlü sanatçı Ryan Paul Simmons’la, ALAN Istanbul’daki sergisi hakkında konuşacağım. Sana sergideki seçimlerinle ilgili sorular sormak istiyorum. Sergiyi gezen herkesin ortak düşüncesi, Atatürk’ün serginin odak noktası olduğu üzerine. Seni Atatürk’ün resmini yapmaya iten şey ne oldu? Ryan Paul Simmons: Atatürk’ün kendi zamanında çok güçlü bir adam olduğunu hissettim. O, zamanının ilerisinde, insanlar için önemli olan ve onların kendileriyle bağdaştırabilecekleri sözleri söylemeye çekinmeyen, çok yönlü, renkli ve zeki bir adamdı. Bu yüzden onu rengârenk betimledim.

David Lagares: Today I am having a conversation with Ryan Paul Simmons, world-renowned artist, in regard to his current exhibition at ALAN Istanbul Gallery. I would like to ask you some questions about your selections for this show. It seems to everyone who has seen the show, that Ataturk is the main focus of the show. What inspired you to paint Atatürk? Ryan Paul Simmons: I felt that, Ataturk, during his time, was a very powerful man, a man before his time, who was not afraid to speak his words that were important to the people that they could relate to, and in that sense, he was a very well – rounded, colorful and bright man. So I made him colorful

D.L: Resmi gördüm, fevkalâde olmuş, fakat onun ağzını kapattığını farkettim, neden? R.P.S: Çünkü inanıyorum, ve –saygıyla– umuyorum ki Türkiye halkı bu mesajı algılayacak; hâlâ Atatürk bayrakları asılıyor... O artık bizimle değil. O artık konuşamaz ve şimdi sıra sizde.

D.L: I saw the piece and it is a marvelous piece, but I noticed that you covered his mouth, why? R.P.S: Because I believe, with all respect, and I was hoping that the people of Turkey would get this message, that there are still hanging flags of Ataturk… He is no longer with us. He cannot speak anymore and now it is your turn.

D.L: “Up in Smoke” (dumanlar içinde) diye bir resim var, benim de sergideki en sevdiğim resim. Bu resmi yapmanı sağlayan şey neydi? R.P.S: “Up in Smoke”... Nargile burada çok yaygın. Çay içmekten bir farkı yok. O yüzden İstanbul’da ve İstanbul hakkında yapılacak bir sergide onun da mutlaka dahil edilmesi gerektiğini hissettim.

D.L: There is a piece, which happens to be one of my favorite pieces of your collection, which is called “Up in Smoke”. What inspired you to create this piece? R.P.S: Well, “Up in Smoke”… The hookah seems to be the norm here. It is no different than having tea. So, I felt that, during the show in Istanbul about Istanbul, it is a must.

D.L: Çok ama çok popüler olan, bu ülke için çok şey ifade eden bir resim hakkında sana bir soru sormak istiyorum. Adı “Living on a Prayer” (dua ile yaşamak). Bu resimde esin kaynağın neydi? R.P.S: “Living on a Prayer”... Yıllardır resim yapıyorum ama kendimi bir sanatçı olarak görmedim, görmüyorum. Başka insanlar ise beni sanatçı olarak gördüler, bence bu önemli çünkü bu sayede alçakgönüllü kalabildim. Ve kendime sanatçı diyebileceğim bir noktaya ulaşmayı istiyorum. Sadece etiket olarak kalmasın. D.L: Fevkalâde. Şimdi de sergi için önemi büyük olan bir başka eserden bahsedelim. Bu sergide bir resim var, ve sergi için çok önemli, ve senin için de çok önemliymiş gibi görünüyor. İsmi “Respect” (saygı). Bu resim hakkında neler söyleyeceksin? R.P.S: Bunun için çocukluğumdan bahsetmem lazım. Büyürken, inanmamı söyledikleri din ile yetiştirildim. Saygı her zaman yoktu. İnsanlar saygılı olmaya çalışıyorlardı ama birçoğu da uzak duruyordu.

-06-2014

44

D.L: I’d like to ask you a question about a piece that has become very, very popular, because it means a lot to this country. It is called “Living On A Prayer”. What inspired you for this piece? R.P.S: “Living On A Prayer”… I have been painting for many years but I don’t or haven’t considered myself an artist in my head. Other people have, which I think is very important because it allowed me to stay humble. And I want to, for myself, earn my place to call myself an artist. It is not just a label. D.L: That’s terrific. Let’s talk about another piece, which seems to have a very significant value to this show. There is a piece and it is in collection that is very important, and it seems to be very important to you. It’s called “Respect”. What can you tell me about the piece? R.P.S: That would take me back to childhood. Growing up, raised with the religion I was told to believe in. Respect wasn’t always present. People tried to follow it, but a lot strayed from it.


2

I stood in front of a mosque for three hours and I watched. And when every person walked up to that mosque, there is a ritual. There was something that they had to do before they could even get close to the door. The cleansing. D.L: Bunu farkettiğinde kaç yaşındaydın? R.P.S: Sekiz, dokuz?

D.L: How old were you when you noticed this? R.P.S: Eight, nine?

D.L: Ve onların saygının ne olduğunu bilmediğini mi farkettin? R.P.S: Evet öyle. Bu yaşta farklı şeyler ilgimi çekerdi, bu yüzden dışlanmış olduğumu söyledim. Benim yaşımdaki diğer çocuklar benim ilgilendiğimden farklı şeylerle ilgilenirdi. Onlarla oynamaya çalışırdım ama ilgim başka yerdeydi.

D.L: And you noticed this they don’t know it? R.P.S: Yes I did. Things that interested me at this age, which is why I said that I was an outcast, other children at my age, were interested in other things and I was, I tried to play with them and my interest was somewhere else.

D.L: Tekrar kiliseye dönersek, orada saygı olmadığını farketmiştin. Bunu biraz açabilirmisin? R.P.S: Örneğin, kiliseye girdiğinizde, kutsal suyu alıp teninize sürmeniz gerekir. Bazıları bunu yapıyordu, bazıları ise yapmıyordu.

D.L: So bringing it back to the church, you were noticing a lack of respect. Can you expand on that? R.P.S: For example, when you walk into the church, you’re supposed to take the holy water, and place it on your skin. Some did, some didn’t.

D.L: Bunu ilginç mi bulmuştun? R.P.S: Kafam karışmıştı.

D.L: Did you find that interesting? R.P.S: I was confused.

D.L: Bazıları yapıp bazıları yapmadığı için mi? R.P.S: Evet. Önce çok kafam karışmıştı ama ardından her şey netleşti. Bu binanın, kilisenin içinde birçok defa bulunduğunuz zaman, bir sürü paranın el değiştirdiğini görüyorsunuz. Yani adeta insanların günah işlemesine izin veriliyor gibiydi, ve sonra buraya gelip sepete para atıyorlar ve günahları kayboluyor, kendi normal yaşamlarına dönüp tekrar günah işleyebiliyorlar.

D.L: Because some did and some didn’t? R.P.S: Yes. I was very confused but then I was very clear. After you’re inside of this building, this church, this place of worship, many times, there is a lot of money being exchanged. So it was more like people were allowed to sin and it was ok to come to this… and put money in the basket and everything goes away, they go back to their normal life and they can sin again.

D.L: Peki bunun “Respect” resmiyle ilgisi ne? R.P.S: İstanbul’da insanlar kutsal mekânlarına, camiye girerken... Çok şey öğrendim, saygıyı öğrendim.

D.L: So how does that relate to your painting of “Respect”?” R.P.S: In Istanbul, when one is entering their place of worship… a mosque, I learned a lot. I learned respect.

D.L: Anlatabilir misin?

D.L: Tell me about it. R.P.S: I stood in front of a mosque for three hours and I watched. And when every person walked up to that mosque, there is a ritual. There was something that they had to do before they could even get close to the door. The cleansing. They sit down, remove their shoes, they wash their face, they wash their hands, they wash their arms, they wash their feet, they wash their legs, then they go to the front. They remove their shoes and you leave whatever you have behind you and then you go pay your respect and to stay focused. The difference between America and Turkey is: this is a way of life for them. In the streets of Istanbul you can hear the prayers, they happen five times a day…

R.P.S: Üç saat boyunca bir caminin önünde durdum ve izledim. Camiye giren insanlar için bir ritüel var. Daha kapıya bile varmadan önce yapmaları gereken bir şey var. Temizlik. Oturuyorlar, ayakkabılarını çıkartıyorlar, yüzlerini yıkıyorlar, ellerini yıkıyorlar, kollarını yıkıyorlar, ayaklarını yıkıyorlar, bacaklarını yıkıyorlar ve sonra ön kapıya gidiyorlar. Ayakkabılarını çıkartıyorlar; sahip olduğun her şeyi geride bırakıyor ve içeri girip saygını sunuyorsun ve odaklanmış bir hâlde kalıyorsun. Amerika ve Türkiye arasındaki fark bu: bu onlar için bir yaşam biçimi. İstanbul sokaklarında duaları duyabilirsiniz, günde beş kez okunuyor...

45

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW

İnsanları tek bir kelimeyle, tek bir bakışla, bir kıvılcımla aydınlatabilecek yaşlı bir adam olabilirdim. I could be an old man who may enlighten you by one word, one look, one spark, etc. And you’ll know which way your dream is. 3

D.L: Öyle görünüyor ki bu deneyim seni değiştirmiş. R.P.S: Evet öyle. Saygı hep mevcut, o yüzden serginin de bir parçası olmalı.

D.L: It sounds to me as if, you have been transformed by this. R.P.S: I have. So respect is always present, so it needs to be a part of the show.

D.L: Daha buraya yeni geldim, birkaç gün oldu, çoktan o duyguyu hissetmeye başladım bile. Ve çok üst düzeyde bir saygı var. Saygıdan bahsetmişken,burada oldukça tartışmalı görünebilecek bir resmin var, ismi “Never Give Up” (asla vazgeçme). Biraz bu eserden bahsedebilir misin? R.P.S: Bu resim başlangıçta serginin bir parçası değildi. Ama resim yaptığım o 5 haftalık süreç sırasında benim için çok önemli bir resim haline geldi. Tekrarlamak gerekirse, Atatürk konuşmaktan çekinmezdi. Konuşmak ise mutlaka kelimeleri gerektirmez. Bu dünyada sevmek istedikleri kişiyi sevmelerine izin verilmesi gereken birçok insan var. Bazıları bunun doğru olmadığını düşünüyor ama bunlar kişisel fikirler. İstanbul’da gerçekleşen ve medyada kitlesel olarak yayılan bir olaydan yola çıkarak yaptığım “merdiven” resmi de kendini ifade etmek için bir çıkış noktasıydı. Sevmeyi seçtiğim kişi bu, bu benim yaşam tarzım, ben senin nasıl yaşayacağına karışmıyorum.

D.L: And having just arrived here, been here for few days, I have already started to get that feeling. And there is a great level of respect. Talking of respect, you have a piece that may seem very controversial here, called “Never Give Up”. Can you tell me a bit about that piece? R.P.S: This piece was not originally part of the show. But within those five weeks I was painting it became a very important piece for me. Again, Ataturk was not afraid to speak. To speak doesn’t always require words. There are a lot of people in this world that should be allowed to love whoever they want to love. Some believe it is not the way, but these are opinions. So, my painting of “the stairs”, which took place in Istanbul and created a mass spread for media, was an outlet of speaking. This is whom I choose to love, this is the way I live, I don’t tell you how to live.

D.L: Bu inanılmaz. Sıradışı bulduğum bir resim var, çünkü çok basit ama çok büyük bir mesaj taşıyor. İsmi “This way” (bu yoldan) R.P.S: Toplumda, yine kendim için konuşacak olursam, insanlara ne yapacağını söyleyen bir sürü tabela var, buraya park yapmayın, burada yürümeyin, tek yön... Neden? D.L: Değişkenler... R.P.S: Neden? Neden? Üniversitede okuman gerektiğini söylerler, bunu yapmalısın, sofraya ekmek koyabilmek için eve para getirmelisin. Neden? Başarılı olmak için neden bunu, bu adımları izlemeliyim? Neden kendi yöntemimle yapmıyorum? Böylece bu resmi, “This Way”i yaptım, çünkü bu şekilde yapılması gerekiyordu. Çünkü hayallerimiz etrafımızda – bize hayallerimizin orada olduğunu, oraya gidip onları almanız gerektiğini söyleyen oklar yok. Birisiyle yaptığınız her konuşmada açılan fırsat kapıları var. İnsanları tek bir kelimeyle, tek bir bakışla, bir kıvılcımla aydınlatabilecek yaşlı bir adam olabilirdim. Ve böylece hayallerinin ne tarafta olduğunu bilirlerdi. D.L: Bu konuda sana katılıyorum. Yine tartışmalı ama aynı zamanda da aydınlatıcı bulduğum bir resim var. “Unveil” (perdeyi kaldır). R.P.S: “Unveil”. Şöyle başlayayım: bu sergiyi yaparak kendimi daha da zorlamak istedim. Kendine sanatçı mı diyeceksin? Haydi, görelim bakalım nelere sahipsin. Önümdeki mücadele buydu. D.L: Resimde örtülü bir kadın var. Fakat yine de bizi onu görme fırsatını veriyorsun. R.P.S: Bu resmin ilgilendiği sorun, ki sergide yer alma sebebi de bu: insanların diğer insanları görünüşlerine göre değerlendirdiğini hissediyorum. Eski bir söz var, Türkçe’ye aktarılır mı bilmiyorum, ama Amerika’da şöyle: “bir kitabı asla kapağına göre değerlendirme”. D.L: Yani bir diğer deyişle kapağın altında ne olduğuna dair herkesin kendi fikri olacak... R.P.S: Umudum bu yönde... İnsanlara ne hissetmeleri gerektiğini söyleyecek birisi değilim. Bu onları olumlu ya da olumsuz şekilde etkiliyorsa; verilen mesaj bu. D.L: Teşekkürler. “HiStory” (tarih/onun öyküsü)... Bu resim ne hakkında? R.P.S: İki şekilde okunabilen bir kelime. History veya His Story. Tek bir kartpostal. Ama iki kartpostal görüyorsunuz çünkü arka yüzü de gösterilmiş. İstanbul’a gelmeyi düşünmeyen insanları buraya davet etmek istedim. Çünkü özel bir şeyi kaçırıyorlar. Şimdiye kadar deneyimledikleri her şeyin kökeni burada. Dünyada iki ayrı kıta üzerine oturan tek şehir. Doğu, batıyla buluşuyor. D.L: Çiçekler – peki çiçekler ne anlama geliyor? Görünüşe göre birisi bir silah tutuyor. R.P.S: Çiçekleri bir şekilde fırlatmak gerek. Çiçekler belki de insanları İstanbul’da karşılayan bir hükümet görevlisi tarafından atılıyor. Biber gazı ateşleyicisinin benim tarafımdan yorumlanmış hali. Silah kullanılmamasını tercih ederim. Sadece biber gazı için kullanılmamalı. Ve kartpostalı ben göndermedim, Atatürk gönderdi.

-06-2014

46

D.L: That’s amazing. There is one painting which I find extraordinary because it is so simple yet carries such a big message. It is called, “This Way”. R.P.S: In society, again speaking for myself, there are so many signs that tell you no parking here, can’t walk here, one way… Why? D.L: Parameters… R.P.S: Why? Why? So you may be told you have to go to college, you have to do this, you have to bring home the money to put bread on the table. Why? Why do I have to do that, these steps in order to become successful? Why don’t I just do it my way? So, I created the piece, “This Way”, because it needed to be created that way. Because dreams are all around us, there are no arrows that say your dreams are over there go get them. There are windows of opportunity in every conversation you have with somebody. I could be an old man who may enlighten you by one word, one look, one spark, etc. And you’ll know which way your dream is. D.L: I happen to agree with you on that. There is a piece that yet again I find controversial but enlightening at the same time. “Unveil”. R.P.S: “Unveil”. Let me start off this way. By creating this show I wanted to push myself more. You’re going to call yourself an artist? Ok. Let’s see what you’ve got. There was the challenge. D.L: We see a woman who is covered up. But yet you’re giving us a chance to see her. R.P.S: The issue with this piece which is why it is a part of the show is I feel people judge people by what they see. There is an old saying, I am not sure if it translates into Turkish, but in America, “never judge a book by its cover”. D.L: So in other words everyone will have their own opinion of what lies behind… R.P.S: I would hope so…I’m not the one to tell somebody what they should feel. If it moves them in a good or bad way, that’s the message. D.L: Thank you. “HiStory”… What is all about? R.P.S: It’s a double entendre. It is either history or his story. It is one postcard. But you are seeing two postcards because it is defined in the back. I want to welcome people to Istanbul that are not interested. Because, they are missing something special. Every experience that they have ever had its origins here. It is the only place in the world that seats on two continents. East meets west. D.L: The flowers, what do the flowers mean? It seems that someone is holding a weapon. R.P.S: Well you have to shoot the flowers somehow. The flowers are maybe a government authority welcoming people to Istanbul. It is supposed be my version of a tear gas launcher. I prefer not to use a gun. It shouldn’t be just used for tear gas. And I didn’t send the postcard, Ataturk did.


4

D.L: Yani bu resim inanç hakkında... Seni “Resilience”a (dirençlilik) yönlendirmek istiyorum. Tarihle bir bağlantısı var, ve çok güncel bir konu. Anlatabilir misin? R.P.S: İstanbul çok eski. Türkler çok gurur duyuyor. Her yerde sanat var. Grafiti çalışmaları inanılmaz. Yıkılan binaların duvarlarında grafiti vardı, artık onları kimse göremeyecek, ama yıkılmadan önce birçoğunu görme şansım oldu.

D.L: So it’s about belief… I want to switch you to “Resilience”. It is somehow related to history and it is a very current theme here. Tell me about it. R.P.S: Istanbul is very old. The Turkish are very proud. There is art everywhere. Graffiti is amazing. There is graffiti that on buildings or were on buildings that have been knocked down and nobody will ever see again, but I got to see a lot of them before they were demolished.

D.L: Ben de bugün birçok grafiti gördüm ve harika ifadeler içeriyorlardı. R.P.S: Evet. Ön planda dikenli tel var, bir algı yaratmak ve aynı zamanda bir mesaj vermek istedim. İstanbullular İstanbul’u koruyorlar; gelen herkesi hoş bir şekilde karşılıyorlar ama kenti korumaya devam ediyorlar. Burada gurur var. Sarı dikenli telin tek amacı renkleri dengelemek değil, bunlar sert dikenli teller değil. İnsanlara zarar veremezler; sadece ima ediliyorlar...

D.L: I saw some graffiti today and they were beautiful expressions. R.P.S: Yes. There is barbed wire in the front so I wanted to create a perception but also a message. The people of Istanbul protect Istanbul, they welcome everyone but they still protect. There is pride there. The yellow barbed wire is there, not only to balance the colors for me, but they are not harsh barbed wires. They can’t hurt you; they are implied…

D.L: Oldukça ilginç bir benzetme. Şimdi eğlenceli olduğunu düşündüğüm bir çalışma hakkında soru sormak istiyorum, “Bring It Home” (eve getir). Bu eserdeki mesaj nedir? R.P.S: “Bring It Home”... Anladığınız gibi Amerika’ya özgü bir deyim, eğer bir şeyi çok istiyorsanız gider, onu alır ve eve getirirsiniz. Hayalinizin gösterdiği yöne doğru gidersiniz, onu elde edersiniz ve eve getirirsiniz. D.L: Bence bu harika bir yanıt. Serginin geneli hakkında ne düşünüyorsun? R.P.S: İnanamıyorum. Kendimi bu kadar zorlayıp resim yapmak için sadece 5 hafta süre tanıdığıma inanamıyorum. Ve bunu başardım. Yapamayacağım ne var? D.L: Bu muhtemelen doğru, ama sohbetimizden anladığım kadarıyla senin yapabileceklerinin sınırı yok. R.P.S: Olduğunu zannetmiyorum. D.L: Çünkü bu sergide çok fazla konuyu birden incelemişsin, diğer insanların açmaya teşebbüs bile etmeyeceği konular bunlar. Bu konularla doğrudan yüzyüze hesaplaşmışsın; bu cesaretini gösteriyor. İstanbul’a tekrar gelmeyi düşünüyor musun? R.P.S: Kesinlikle. D.L: Harika. Çok güzel bir sergi. Zamanını ayırdığın için çok teşekkür ederim.

D.L: That is a very interesting analogy. Now I must ask you about a fun piece, in my opinion, “Bring It Home.” What is the message in this piece? R.P.S: “Bring It Home”… It is something in America, as you understand, that if you want something bad enough you go out and get it. You follow your dream whatever way it points and you go get it; then you bring it home. D.L: I think that’s a great answer. How do you feel about overall about the show? R.P.S: I can’t believe it. I cannot believe that I pushed myself and gave myself five weeks to paint. And I did it. What can’t I do? D.L: That’s probably true, but it seems to me from our conversation that you have no limits. R.P.S: I don’t think I do. D.L: Because you covered so many topics in this collection, topics people wouldn’t even try to broach. You have dealt with them head on; that shows courage. Would you be coming back to Istanbul? R.P.S: Absolutely. D.L: Sounds great. It’s a beautiful collection. I thank you so much for your time.

1- Portre / Portrait: © Giancarlo Clemente 2- Respect, 2013, Tuval Üzerine Akrilik/Acrylic on Canvas, 91.44x121.92 cm 3- Bring It Home, 2013, Tuval Üzerine Akrilik/Acrylic on Canvas, 139.7x170.18 cm 4- Atatürk, 2013, Tuval Üzerine Akrilik/Acrylic on Canvas, 213.36x152.4 cm

47

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW EFE KORKUT KURT

Galericilik aslında çok zor bir meslek… The job of a gallerist is actually quite hard... 1975 yılında Galeri Baraz’ın kapılarını açan Yahşi Baraz; FahrelnisaZeid, Zeki Faik İzer, Sabri Berkel, Nurullah Berk, Nejad Devrim, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Ömer Uluç, Özdemir Altan, Erol Akyavaş, Güngör Taner, Bubi, Mehmet Gün, Ahmet Güneştekin, Halil Akdeniz, Bedri Baykam, Kemal Önsoy gibi Türkiye’nin önde gelen sanatçıları ile çalışmıştır ve Türkiye Sanatı’nın tarihinde önemli bir role sahiptir.Yahşi Baraz ile kırk yıla yakın galericilik tecrübelerine dayanarak günümüz sanatçıları, çağdaş sanatın önemli aktörleri ve sanat dünyası dinamikleri üzerine samimi bir sohbet gerçekleştirdik. -06-2014

48

Having opened Galeri Baraz in 1975, Yahşi Baraz has worked with many of the notable artists of Turkey, such as Fahrelnisa Zeid, Zeki Faik İzer, Sabri Berkel, Nurullah Berk, Nejad Devrim, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Ömer Uluç, Özdemir Altan, Erol Akyavaş, Güngör Taner, Bubi, Mehmet Gün, Ahmet Güneştekin, Halil Akdeniz, Bedri Baykam and Kemal Önsoy, and he has thus played an important role in the history of Turkish painting. We had a candid conversation with him based on his experiences working as a gallerist for almost 40 years; and talked about contemporary artists, important actors of the contemporary art scene and the dynamics of the art world.


Baraz Yahşi Baraz: Galericilik aslında çok zor bir meslek… Efe Korkut Kurt: Siz cefasını çekmişsiniz, biz de sizin sayenizde sefasını sürmüş olduk. Fakat sizce şimdiki galericilik nasıl olmalı? Y.B.: Sanatın kurumsal alanında yeni bir şeyler yaratmak gerek. Başarı, hiç yapılmamış bir şeyi yapmaktır. Bence galericilik yapacak kişinin derinlik ve yüksekliği olan bir mekan inşa etmesi gerekir ve galerinin planını çok usta bir mimara çizdirmesi gereklidir. Bir galericinin yöresel değil evrensel düşünmesi lazımdır. En zor işlerden biri de Dünya çapında olmaktır. Uluslararası boyutta resim alıp satmak yeni galericinin hedefi olmalıdır. En büyük başarısı ise uluslararası ölçekte dünya müzelerine resim satmaktır. Örneğin bir müzisyen, bir fizik âlimi, bir operatör için dünya çapında bir kariyer yapabilmek her zaman zordur. Dünyaca ünlü galericilerden biri olan Andre Emmerich “Galerici zenginlerle birlikte olmalı ama onlar gibi lüks yaşamamalı” der. Yani sanatın el değiştirmesi için onlarla ilişki kurmalı ama onlar gibi yaşamak yerine sanat dünyasının içinde kalmayı tercih etmelidir. Ben hep bunu yapmaya çalıştım. E.K.K.: Sizin gibi bir tecrübeyi yakalamışken bir ölçüde anlamaya çalışmak istiyorum. Çağdaş sanat piyasasını oluşturan ya da sadece piyasa da değil, sanat ortamını regüle eden insanlar veya aktörler var. Genç sanatçılar ile bu piyasayı yapılandıranlar arasındaki ilişki nasıl şekilleniyor? Y.B.: Bu Türkiye’nin ekonomisiyle de alakalı, sanatçının entelektüel alt yapısı ile de ilgili. Elbette el becerisi önemlidir fakat, el becerisine sahip olunması ve iyi bir şeyler yapmak yeterli olmuyor. Sanatçının arkasında entelektüel birikimi olması, sosyal ve dışarıya yönelik olması önemli bir unsur. Bir sanatçı yükselebilir ama bu demek değildir ki ileriki zamanlarda dünya müzelerine kabul edilecektir. Belki sadece dekoratif olarak kalır ama hayatı boyunca yüzlerce resim satabilir. Hem kendisi zengin olur hem de galerisini zengin edebilir. Bir sanatçının en büyük arzusu dünya çapında bir müzede retrospektif bir sergi açmaktır ve dünyadaki en büyük 400 özel koleksiyona girmektir. Ama ne yazık ki hiçbir Türk ressamı henüz o konuma gelemedi, kişisel sergi bile açamadılar. Mesela Doğançay Pompidou’da1982 yılında “Les Murs Murmurent, İl Crient, İls Chantent” / Fısıldayan Duvarlar isminde bir fotoğraf sergisi açmıştı. Bir de günümüz dünyası oldukça materyalist bir konuma geldiği için de problemlerimiz var. Gerçi 100 yıldır materyalizm devam ediyor ama bu son 10-15 yıl içerisinde maddenin çok ön plana çıktığı bu dönemde, zenginlerin bir ressamın arkasında olması çok daha önemli bir hal aldı. Sanatçıların ilişkide olduğu en azından 5-10 tane çok üstün durumda olan önemli koleksiyonlara girmesi lazım. Eğer o koleksiyonlara girerse taraftar toplamış oluyor ve bu durum sanatçının geriye gitmesine mani oluyor. Mesela Rothko’yla alakalı bir yazı çıkmıştı. Hatta o yıllarda bir sanat yazarı, çok berbat bir sanatçı olduğunu ama üzerine o kadar büyük bir yatırım yapılmış ki kimsenin kötü olduğunu söyleyemeyeceğini belirtmişti. Şimdilerde ise Amerikan soyut resminin içinde en önlerde yer alıyor.

Yahşi Baraz: The job of a gallerist is actually quite hard... Efe Korkut Kurt: You have dealt with its challenges, and thanks to you, we’re now enjoying its benefits. How do you think one should operate a gallery these days? Y.B.: It’s necessary to come up with new things within the institutional field of art. Success comes from doing what hasn’t already been done. I think he who intends to open a gallery must build a space with depth and height, and have a master architect draw the plans for the gallery. A gallerist has to think universal, not local. One of the most difficult things is to become world-renowned. It should be the goal of a gallerist to buy and sell paintings at an international level. His biggest accomplishment would be to sell paintings to international world museums. For example, for a musician, a physicist or an operator, it’s always a challenge to make a successful career. The world famous gallerist Andre Emmerich says “a gallerist should be with the rich, but shouldn’t live the luxurious life of the rich”. Which means, a gallerist should keep in contact with the rich in order to sell art, but should stay within the art world rather than living like the rich. I always tried to accomplish this. E.K.K.: Having found the chance to talk with such an experienced person, I would like to ask you something. There are people that regulate the contemporary art market; and not just the market, also the art scene. How does the relationship between young artists and these people –who shape the market– develop? Y.B.: This depends on both the economics of Turkey and the intellectual background of the artist. Hand skills are of course important, but it’s not enough to be talented and to come up with good work. When an artist possesses intellectual knowledge and is social and communicative, it’s a significant factor. Just because an artist seems to be on the rise, doesn’t mean that his works will be acquired by world museums in the future. One can continue to produce decorative work and sell hundreds of paintings during one’s lifetime. One can get rich, make one’s gallery rich. The biggest wish of an artist is to have a retrospective exhibition in one of the world’s prominent museums and be part of the largest 400 private collections. However no Turkish painter has accomplished that yet, not even a solo show. For example Dogancay had a photography exhibition in Pompidou in 1982 titled “Les Murs Murmurent, Il Crient, Ils Chantent” (Whispering Walls).

1

Then we have other problems arising from the fact that the world has become quite a materialist place. Even though materialism has been going on for 100 years, it’s in the last 10-15 years that materialistic thought has become even more prominent, it’s now much more important for rich people to support artists. Artists have to make their works part of the 5-10 top collections. When they succeed in accomplishing this, they will have supporters, which will prevent the artist from going back. For example, there was an article about Rothko, in which an art writer stated that Rothko was a terrible artist, but because the investment made on him was so huge, nobody would be able to say that he wasn’t good. Nowadays he’s considered one of the most prominent American abstract painters.

49

-06-2014


SÖYLEŞİ INTERVIEW

Dünya sanatı içinde iki tip sanatçı vardır biri ekol kuranlar diğeri ise o ekolü takip edenler. Türkiye’de bir ekol kurup o ekolü dünya sanatında kabul ettirebilmiş sanatçı henüz çıkmadı.. 150 yıllık resim sanatı mazimizin de bir ülkenin sanatsal gelişimi için kısa bir süre olduğunu düşünürsek bu gelişim doğaldır. Son yıllarda Türkiye’de genç sanatçıların oluşturduğu bir enerji var. Yeni kurulan müzeler ve sanat mekanları ile genç sanatçıların dünyaya açılmadaki engelleri de ortadan kalkacaktır. Diğer bir taraftan 25-30 yıl önce 3-4 adet olan güzel sanatlar fakülteleri bugün 85’i buldu. Her yıl yüzlerce genç bu okullardan mezun oluyor ve bir kısmı da yurt dışında okuma fırsatı buluyor. Oralarda alınan eğitimler, gezilen müze ve galeriler, müze küratörleri ve galericilerle tanışmak, üniversite kütüphanelerinde araştırma yapmak genç bir Türk sanatçısını bir dünya sanatçısına dönüştürebilir. Bugün artık her şey global oldu. Kimlik çok önemli değil. Bir Polonyalı da olabilirsiniz, bir Bosna-Hersek’li de, bir Irak’lı da önemli olan bir üslup geliştirerek dünya sanatına bir katkıda bulunmaktır. E.K.K.: Geçmişte periferi ülkelerinde yaşayan sanatçılar için çok handikap vardı. Y.B.: Sebebi merkez Paris, Londra ve New York’tu. Oysa şimdi sanat dünyası global oldu. Geçmişten bu güne önce İtalya, sonrasında da Almanya, İngiltere, Fransa, İspanya sanatın önderi oldu. 1960’tan sonra ise Amerika ön plana çıktı. Bugün ise dünya, sanat alanında çok kutuplu oldu. Bu ülkelerin koleksiyonlarındaki sanatçıların pasaportlarına bakarsanız sanatçıların saydığımız 5-6 ülkeden oldukları görülür. Bir kaç Japon, Hollandalı ve Belçikalı da bulunabilir. Ama yine de merkez Amerika’dır. Dünyanın en önemli eserlerini müzelerine taşıyarak bu merkez olma durumunu yaratmışlardır. E.K.K.: İkinci Dünya savaşı sonrası sermaye birikimi tamamen Amerika’da olduğu için, çoğunluğu galeriler üzerinden bütün sanatı satın aldılar. Sizin de bildiğiniz gibi Amerika, devletin sanat alımına bütçesi olmayan tek devlet ama bütün sanat eserleri müzelerde, çünkü zenginler miraslarını müzelere bağışlıyor. Bu yüzden bütün Dünyanın sanatı en çok Amerikan müzelerinde. Sanıyorum böyle bir denklem oluşmuş. Y.B.: II. Dünya Savaşı bittiği zaman, dünyadaki entelektüel ortam daha çok Avrupa ve komünist blokta yer alan ülkelerde bulunmaktadır. Fakat savaştan galip çıkan Amerika’da bu anlamda bir gelişim izlenmiyor. Elde bulunan zenginlik ile bu alandaki eksiklik CIA tarafından görülüyor ve Kennedy Kanunları ile Amerikan sanatı desteklenmeye başlanıyor. Böylece ilk önce Amerikan Soyut Ekspresyonist sanatı (Jackson Pollok, Mark Rothko, Robert Motherwell, Clyfford Still, Arshile Gorky, Willem De Kooning gibi sanatçılar) doğuyor ve dünya sanatında büyük etki yaratıyor sonrasında da Amerikan pop sanatı (Andy Warhol, Robert Rauschenberg, Roy Lichtenstein, Claes Oldenburg, Rosenquist, Frank Stella) dünya gündemine oturuyor. Bu bir devlet politikası olarak yapılıyor ve Amerikan sanatı o günden sonra dünya sanatını yöneten bir pozisyona erişiyor. Avrupa’nın o karamsar dünyasından ayrılan Josef Albers ve Hans Hofmann Amerika’ya giderek büyük etki yaratan sanatçılardır. E.K.K.: Demek ki güçlü bir burjuvazisi olmayan ülkeler bu sistemde sanatta etkin olmak, dünya sanatına etki kurmakta ya da kendi ulusal pazarını oluşturmakta sıkıntı yaşıyorlar. Y.B.: Mesela sanat dalları içerisinde tiyatro, sinema,

-06-2014

50

opera geniş halk kitlelerine hitap eden durumdadır. Plastik sanatlar tamamıyla sınırlı bir elit burjuvaya hitap eden bir sanat dalıdır. Ayrıca sanat süreklilik içinde gelişen bir olgudur. Maalesef Türkiye’de bu gelişim farklıdır. Örneklersek bir Türk sanatçısının arkasında bir halı sanatçısı, bir kilim sanatçısı, bir bakır sanatçısı, bir çini sanatçısı çıkar. Fakat Clamentenin arkasında Rafael ve Leonardo var. Francis Bacon’ın arkasında Turner, Gainbrough var. Cezanne’ın arkasında Engre, Jaque Louis David ve Delacroix var. Anselm Kiefer’in arkasında Albert Dürer ve Lucas Kranach var. Senin söylediğin çok doğru ama başarıyı sadece sanatçılardan beklemek doğru değildir. Dünya çapında sanat eseri alan koleksiyonerlerimizin olması ve bu eserleri sergiliyor olması lazım. Dünya çapında sanat dergilerinde yazan sanat yazarlarımızın olması, dünyanın önemli müzelerinde çalışan küratörlerimizin olması gerekir. E.K.K.: Geçmişte büyük bir yetenek, belki kendi içine kapanmışlığıyla toplumsal zeminde karşılığı olmayan duruma karşı bir direnç yaratabiliyordu. Bu seçimin, kişisel hayatına maliyeti vardı o sanatçının. İntihar eden sanatçılar biliyoruz… Biraz da önemli aktörler, koleksiyonerler ya da büyük burjuvanın alma nedeni de belki biraz da o hayat biçimi ve durumuna saygı ve itibar. Şimdi bunun çok ötesinde post-modern bir piyasa mantığının içerisindeyiz. Y.B.: Türkiye’de o yıllarda sanat pazarı olmadığı için sanatçılarımız Akademi’de hocalık yaparak sanat hayatlarına başlamışlardır. İlk etapta, devlet bursu ve özel burslarla Fransa’ya giderler. Feyman Duran, Namık İsmail, İbrahim Çallı, Nazmi Ziya, Avni Lifij gibi sanatçılar 1910’da giderler, 1914’te I. Dünya Savaşı çıkınca da Türkiye’ye dönmek zorunda kalırlar. II. Dünya Savaşı sonrası ise çok az bir kesim de Paris’e gider ve orada sanat yaparak yaşama yolunu seçer. Avni Arbaş, Selim Turan, Abidin Dino, Hakkı Anlı, Mübin Orhon, Nejad Devrim, Albert Bitran gibi sanatçılarımız, orada maddi zorluklar içerisinde yaşadılar. Ayrıca bir kısmı pasaport alamadı, askerlik yapmadı, geriye dönemediler. Bir grup sanatçımız da Amerika’ya gidiyor. Tosun Bayrak, Burhan Doğançay ve Erol Akyavaş gibi sanatçılar da New York’a gidiyor. E.K.K.: Peki sanat sistemine dâhil olamadılar mı? Y.B.: Giremediler çünkü göçmen konumundaydılar. Zaten Paris’te savaştan yeni çıkmıştı ve ülkenin kendi zorluğu ile birlikte yabancılık problemlerini birlikte çektiler. O dönemde Paris’in kendi sıkıntılarının olduğu bir dönemde var olmak için çok büyük bir deha olmanız gerekiyordu. Oradaki Türk sanatçılar Türkiye’ye de gelemedikleri için ülke özlemi içerisinde yaşadılar. Bu kuşaktan sonra Komet, Utku Varlık ve Mehmet Güleryüz gibi sanatçılar Paris’e gittiler. Onlar da Türkiye destekli bulundu Paris’te. Ömer Uluç da 1982’de kendi gitti, daha çok Türkiye’ye satarak Paris’te yaşamış oldu. Dolayısıyla orada önemli bir müzeciyle, galericiyle, önemli bir koleksiyonerle ilişki kuramadılar. E.K.K.: Peki bugün sanatın ticari bir denklemi var mı? Bunun üzerine çalışan var mı? Sanattan nasıl kar edilir diye kafa yoran mesela? Diyelim ki sanattan hoşlanmıyor. Senet gözüyle bakıyor işe. Belki sezgisel bakıyordur belki hissederek ama bunun denklemini düşünen var mı? Y.B.: Sanatçı ve galerici çok uzun vadeli beraberlik-

ler kurmalıdır ve kısa zamanda satılmasa da sabırla beraberlik içinde mesleki çalışmalarını devam ettirmeleri gerekir. Bir biri ile güven duygusu içinde ve aynı yaş gurubu ile çalışmasında çok büyük yarar vardır. Çok büyük yaş farkı olunca da diyalog konusunda problem yaşanıyor. Denklem sanatçı ile galerici arasında kurulan iyi ilişkilerle kendiliğinden oluşur. E.K.K.: Sanatçılar ve galericiler bu şekilde ilerlerken müzayede dünyası nasıl? Y.B.: Galericilik dinamikleri ile müzayedecilik dinamikleri birbirinden farklıdır. Yapılan yüksek satışlı müzayedelerle Türk sanat piyasasına son on yılda çok büyük faydaları olmuştur. Açık arttırmaların gelişmesi ve yeni koleksiyoncuları sistemin içine girmesini sağlamıştır. Fakat bazı spekülatif çalışmalar da yapılmıştır. E.K.K.: Arz talep meselesini aşan bir durum yani. Y.B.: 2007 sonrasında Türk resim piyasasında bir büyüme gerçekleşti ama bu büyüme içinde yeni oluşan koleksiyonlar yaptıkları yanlış alımlarla sistemin yanlış büyümesine yol açtılar. Türkiye’de yeni büyümekte olan bir piyasanın birkaç yıl içinde birkaç kat büyümesi sağlıksız oldu ve literatüre dahi giremeyecek yapıtlar baş yapıt olarak alıcının karşısına çıkarıldı. Değeri düşük olan sanatçıların yapıtları çok yüksek fiyatlara satıldığı için ve bu daha sonra koleksiyonerler tarafından fark edildiği için alıcıda bir soğukluk yarattı ve gelişimin bir balon olduğu anlaşıldı. E.K.K.: Paranın olduğu yere herkes bir şekilde dahil olmak istiyor galiba. Bu güne kadar bu kadar balon olan bir şey… Talebi olmayan bir arz gibi yönetildiği halde bunun talep kısmı da arkadan geliyor mu? Sürdürülebilir bir piyasa yaratmak istiyorsak güvene dayalı bir yapı oluşmalı. Bunun kurumları oluşturulabilirse bu gerçekçi bir şeye dönüşebilir mi sizce? Y.B.: Geniş açıdan bakmak istiyorum. Öncelikle Türkiye’nin zengin kesiminin, milyonda biri bile resim almış mıdır diye bakmak gerek. E.K.K.: Kaç kişi var, kaç kişi sanat eseri almıştır şimdiye kadar? Y.B.: Türkiye’de çok iyi durumda olan 10 milyon insan var ama bu ülkede 76 milyon kişi yaşıyor.Bunların içinde çok ciddi zengin olan 1000 kişi var. Onlar Türk ekonomisini idare ediyor. 5-6 tanesi veya 10 tanesi de 100’ün üzerinde eser almıştır. Kimdir koleksiyoner? Koleksiyoner kendisi için eser alan, bir süre sonra o doyum noktasına geldiği zaman onu halkla paylaşmak isteyip, müze kurmak isteyendir. Şimdi Türkiye’de sanat eseri alanların, çok büyük bir kısmı sanat ticareti yapmaktadır. Ama bu kişiler koleksiyoner kisvesi altındadır. Yalnızca satın alırlar. Hatta müze kuracağım diye satın alır ama müzeyi de kurmaz sonra resim satarlar. E.K.K.: 39 yıllık bir galerici olarak bugün mesleğiniz hakkında ne düşünüyorsunuz? Y.B.: Öncelikle hata kabul etmeyen bir meslek yaptığımızı söyleyebilirim. Şayet maddeyi ön plana almazsanız çok keyifli bir meslektir.


2

There are two types of artists in the history of world art; the founders of a school and the followers of a school. There hasn’t been a painter in Turkey, who established a movement and managed to make it accepted worldwide... If we consider the fact that our painting is only 150 years old, which is a short time for the artistic development of a country, this is normal. Recently young artists have brought new energy to the art scene. With the opening of new museums and art spaces, the obstacles preventing young artists from becoming known worldwide will disappear. On the other hand, while there were 3-4 Art Schools 25-30 years ago, the number is now 85. Each year hundreds of young artists graduate from these schools, and some of them have the opportunity to study abroad. The education one receives abroad, the museums and galleries one visits, meeting museum curators and gallerists, making researches in university libraries can turn a young Turkish artist into a world artist. Everything is global now. Identity doesn’t matter much. You could be from Poland, Bosnia-Herzegovina or Iraq; the important thing is to develop a style and make a contribution to world art. E.K.K.: In the past there used to exist many handicaps for artists who lived in periphery countries. Y.B.: The reason was that the centers were Paris, London and New York. But now the art world has become global. From the past up until today, it was first Italy and then Germany, England, France and Spain, that was the leader in art. And after 1960 America became prominent. Today however, the world has become multi-polar concerning art. If you were to look at the artists and the works in collections in these countries, you’d see that they are all from the aforementioned 5-6 countries. There can also be a few Japanese, Dutch or Belgian artists. Nonetheless, America is the center. They put the most important art works of the world into their museums and thus became the center. E.K.K.: After the Second World War, as capital stock was entirely in America, they purchased all the artworks through galleries. As you know, America is the only country in which the state has no budget for acquiring artworks, but all artworks are still in museums, because rich people donate their collections to museums. It’s why most of World’s art is in American museums. I guess such an equation has formed. Y.B.: When the Second World War was over, the intellectual circles were mostly in Europe and the communist countries. In America however, which had won the war, there wasn’t much progress in this field. CIA noticed this shortcoming, and American art began to be supported with the Kennedy Laws. Thus American Abstract Expressionism (artists such as Jackson Pollock, Mark Rothko, Robert Motherwell, Clyfford Still, Arshile Groky, Willem de Kooning) was born, which had a significant influence on the world art. After that, American Pop Art (Andy Warhol, Robert Rauschenberg, Roy Lichtenstein, Claes Oldenburg, Rosenquist, Frank Stella) became the center of attention worldwide. This was accomplished as a state policy, and thereafter American art began to lead world art. Josef Albers and Hans Hofmann left the pessimistic atmosphere of Europe, they traveled to America and had an important influence there. E.K.K.: So countries without a powerful bourgeois class have issues in this system; concerning being effective in art, influencing world art or creating their own national market. Y.B.: For example, within the various art categories, theater, film and opera are the ones that address the

3

masses. Fine arts is a category that entirely aims the relatively limited audience of the elite bourgeois. Besides, art progresses in continuity. This progress is different in Turkey, unfortunately. As an example, the predecessors of a Turkish artist are a carpet artist, a rug artist, a copper artist or a ceramic tile artist. But before Clemente came Raphael and Leonardo. Before Francis Bacon came Turner and Gainsborough. Before Cezanne came Ingres, Jacques Louis David and Delacroix. Before Anselm Kiefer came Abrecht Durer and Lucas Kranach. What you said is quite true, but we can’t expect artists to be successful by themselves. We need collectors who buy art works worldwide and exhibit these works. We need art writers writing in magazines worldwide, we need curators working with prominent world museums. E.K.K.: In the past, a great talent could with his introversion create a resistance to a situation that had no equivalent in the society. This choice had a cost regarding the personal life of the artist. We know of artists who committed suicide... Maybe one of the reasons that significant actors, collectors or the great bourgeois purchased works was their respect and esteem to this life-style and situation. Nowadays we’re living with a post-modern market rationality that is way beyond this matter. Y.B.: Because there was no art market in Turkey then, our painters began by teaching at the academy. First they traveled to France with scholarships from the government or private scholarships. Artists such as Feyhaman Duran, Namik Ismail, Ibrahim Calli, Nazmi Ziya and Avni Lifij traveled to France in 1910 and they had to return in 1914 when the First World War began. After the Second World War only a few traveled to Paris and chose to work and live there. Artists such as Avni Arbas, Selim Turan, Abidin Dino, Hakki Anli, Mubin Orhon, Nejad Devrim and Albert Bitran lived there with financial problems. Some of them couldn’t get passports, couldn’t do their military service, couldn’t return. A group of artists also traveled to America. Tosun Bayrak, Burhan Dogancay and Erol Akyavas went to New York. E.K.K.: And they couldn’t be a part of the art scene? Y.B.: No, because they were immigrants. Paris had just experienced a war, and the artists also had issues regarding the problems of the country in addition to being strangers. Because the country had its own problems, one had to be a great genius to be known. Because the Turkish artists couldn’t return to Turkey, they had to live there, yearning for Turkey. Following this generation, artists such as Komet, Utku Varlik and Mehmet Guleryuz traveled to Paris. Omer Uluc went to Paris in 1982 by himself; he lived in Paris and sold his works in Turkey. Therefore they weren’t able to establish important contact with museums, galleries or collectors there. E.K.K.: So is there a commercial equation of art today? Is there anybody working on this? Someone who thinks how one could profit from art? Let’s assume he doesn’t like art. He considers it more like stocks. He maybe works with his instincts or his thoughts; but is there such a person working like this? Y.B.: An artist and a gallerist should have a long-lasting relationship; and even if the works aren’t sold in a short period, they should continue to work together and be patient. It’s of great importance that they trust each other and be around the same age as one

another. When there’s too much of an age difference, problems arise in establishing dialogue. The equation forms itself with the development of a good relationship between the artist and the gallerist. E.K.K.: So, that is the relationship between the artist and the gallery owner. How about the world of auctions? Y.B.: The dynamics of a gallery and an auction are different. The auctions in which many works were sold have in the last ten years benefited Turkish art market greatly. It helped auctions develop further and new collectors joining the system. However, there has also been speculative efforts. E.K.K.: So it’s beyond being a matter of supply and demand. Y.B.: Though the Turkish painting market has grew after 2007, newcomer collectors caused the system to develop in the wrong direction, by making false decisions about which works to purchase. It was unhealthy for the new market in Turkey to grew to a few times its original size in just a few years, and therefore works that even wouldn’t be able to be a part of the art history were marketed as masterworks. Works of artists were sold for way above their actual value; this was later found out by collectors, and it caused people to be hesitant about acquiring works, they realized this development was in fact a bubble. E.K.K.: When money is involved, everybody wants to take part, I guess. Such a bubble going on until this day... Even though it’s like supply without the demand; does demand catch up later? If we’re to create a sustainable market, it has to be based on trust. If such institutions could be established, do you think it could be real? Y.B.: I’d like to look at things from a wider perspective. First one has to consider, whether one in the million of rich people in Turkey has ever acquired a painting. E.K.K.: How many people are there, how many artworks were sold until now? Y.B.: In Turkey there are 10 million people who are doing pretty well. But a total of 76 million people live in Turkey. Within the 10 million, there are 1000 people who are significantly rich, who control the Turkish economy. 5-6 or 10 of them have acquired more than 100 works. Who’s a collector? Collector is one who acquires works for himself, and after a while, when he reaches a point of satisfaction, he wants to share it with the public and he establishes a museum. However most of those who buy artworks in Turkey are involved in art trade. It appears as if they’re collectors. They just buy. They buy with the intention of establishing a museum, but they don’t, and then they sell the paintings. E.K.K.: As a gallerist with 39 years of experience, what do you think about your profession now? Y.B.: I can say that in our profession one doesn’t have the luxury of making mistakes. As long as you don’t make material goods a priority, it’s quite a pleasant job. 1- Francis Bacon, Study for a Portrait of John Edwards, 1989, Tuval üzerine yağlıboya / Oil on canvas, 35.5 x 30.5 cm 2-Burhan Doğançay, “Bullish Breakthrough’’, 1974, Tuval Üzerine Akrilik/Acrylic on Canvas, 153x153 cm 3- Anselm Kiefer, Palm Sunday, 2006

51

-06-2014


MAKALE ARTICLE MERAL BOSTANCI

John Heartfield

1

-06-2014

52


Politik Fotomontaj Political Photomontage

2

John Heartfield, 20. yüzyılın siyasi sanatçılarından biridir ve politik fotomontajın mucidi olarak bilinir. Onun asıl amacı; Nazilere karşı, toplumsal adaleti ve insan haklarını tehlikeye atan diğer herkese karşı uyarıları yaygınlaştırmaktır. Adları ve yerleri değişmiş olsa bile, John Heartfield’ın işaret ettiği kötülükler; militarizm, savaş vurgunculuğu, etnik kırım ve temizlik, politik yozlaşma ve komplo, bugün de varlığını sürdürmektedir.

John Heartfield, 1891 yılında Berlin, Schmargendorf’ta Helmut Herzfeld adıyla dünyaya gelmiş, 1916 yılında fanatik Alman milliyetçiliğine olduğu kadar Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın geneline hâkim olan İngiliz karşıtlığını (İng. Prevailing) protesto etmek amacıyla adını İngilizceleştirerek John Heartfield olarak değiştirmiştir (Herzfelde, 1986: ss. 10-17). Bu çalışmada, Berlin Dada hareketinin kurucularından biri olan ve sol düşünceye mensup sanatçıları arasında adı anılan söz konusu sanatçının, Avrupa’nın yarısını yağmalayan bir otoriteye karşı tavrını ve kendi politik söylemini aktarmada, Dadaist fotomontaj teknikleri aracılığıyla kullanmış olduğu nesnelerin analizinden hareketle, düşünsel altyapısının yapıtlarıyla özdeşleşen süreci üzerinde durulacaktır. John Heartfield’ın Berlin Dada döneminde doğrudan sanat kurumlarını hedef alarak savaşa ve sanatın geleneksel kurallarına karşı oluşturmuş olduğu çalışmaları, 1930’lu yıllarda ve sonrasında, kuruluşunun ilk günü üyesi olduğu Alman Komünist Partisi’nin (Die Kommunistische Partei Deutschlands/ KPD) önerdiği ilkelerden hareketle ülkede artan ırkçılığa, Nazizmin yükselişine ve Hitler’e (1889-1945) karşı sınıfsal bilincin uyandırılmasına giden politik bir eylem alanı olarak şekillenir. Gazete ve dergi gibi yaygın medya kanalları aracılığıyla yayımlanan yapıtlarında yer alan sloganlarla büyük halk kitlelerini, Nasyonel

Sosyalist İşçi Partisi yani Nazi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei/ NSDAP) ile beliren tehlikeyi görmeleri konusunda uyarır. Halkın büyük bir bölümünün ezilen, sömürülen bir gruba dâhil olduklarını görmeleri için devletin koruyucularının değerlerini alaşağı ederek kurumsal iktidara tek başına kafa tutar (Bostancı, 2012a: s.s. 6-8). “Üst İnsan Adolf, Altın Yutup Teneke Konuşuyor” adlı montajı, buna en belirgin örneklerden biridir: John Heartfield bu düzenlemede, yemek borusunda bozuk paraları ve kalp yerine de gamalı hacı vurgulamak suretiyle tehlikeli konuşmacının (Hitler) adeta röntgenini çekmektedir. Sindirilen altın aynı zamanda Hitler’in Ulusal Sosyalizmi’nin omurgasını oluşturan kapital varlığın iradesine benzetilmektedir (Taylor, 2006: 156). Hitler’in 1932’de Weimar Cumhuriyeti’nin başkanlık seçimlerinde Nazi Partisi’nin oylarını arttırabilmek için son derece pahalı propaganda araçları kullanması, Alman Komünist Partisi üyesi Heartfield’ın gözünden kaçmayarak propaganda bütçesinin nereden geldiğini sorgulamasına yol açmıştır. Bu durum, altınları midesine indirmiş ve bir teneke parçası gibi zırvalıklar döktüren Hitler’in solunum sistemi ile midesine odaklanan montajını yaratmasına ön koşul oluşturmuştur. Dadacı zamanlarda üretilmiş olan yapıtlar, makinelerin insan hayatına nasıl nüfus ettiği ve insanı ruhsuzlaştırdığı sorunsalı üzerineyken, 1930’larda üre-

One of the artists of the 20th century with a political attitude, John Heartfield is know as the inventor of political photomontage. His goal is to warn the masses against the Nazis and everybody else who endanger the social justice and human rights. The problems John Heartfield pointed out, such as militarism, war profiteering, ethnic genocide, political corruption and conspiracy continue to exist today, though under different names and in different locations.

Born 1891 in Berlin – Schmargendorf with the name Helmut Herzfeld, John Heartfield changed his name in 1916 as a reaction against German nationalism and the prevailing hostility in Germany against the English (Herzefelde, 1986: p. 10-17). He was one of the founders of the Dada movement in Berlin and belonged to the left wing. This article will focus on the process that can be identified with the creation of the artist’s intellectual infrastructure by analyzing the objects he utilized by means of Dadaist photomontage techniques in order to show his attitude and political views against an authority which was looting a large part of Europe. Aimed directly at art institutions of the Berlin Dada period, and with the intention of protesting war and its traditional rules, John Heartfield’s works take the form of a political space of action which attempts to raise the awareness of social classes against racism that was spreading in the country through the principles of the German Communist Party (Die Kommunistische Partei Deutschlands / KPD) (which he was a member of, when it was first established), the rise of Nazism, and Hitler (1889-1945) . Published in widespread media channels such as newspapers and magazines, his works included slogans which warned the masses with regard to the danger that came with the National Socialist Workers’ Party (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei / NSDAP), in other words the Nazi Party. In order to help the public realize

that they are a part of the group that’s oppressed and exploited, Heartfeld stood up to the institutional authority alone, by overthrowing the values of the protectors of the state (Bostanci, 2012a: p 6-8). His montage titled “Adolf the superman, Swallows Gold and spouts Junk” is one of the clearest examples of this: It’s as if Heartfield takes an x-ray of the dangerous speaker (Hitler), by emphasizing the coins in his esophagus and the swastika in the place of his heart. The consumed gold also recalls the power of the capital wealth in the core of Hitler’s National Socialism (Taylor, 2006: 156). When Hitler, in the presidential elections of the Weimar Republic in 1932, utilized quite expensive tools of propaganda in order to direct more votes to the Nazi Party, the German Communist Party member Heartfield took note of this attempt and questioned where it received its budget. This set the preliminary conditions for this montage which focuses on the respiratory system and the stomach of Hitler, who had swallowed gold and was speaking rubbish like a piece of tin. In contrast to Dada artworks, which deal with how the machines effect human life and make them spiritless, this work created in the 1930s displays with a tragicomic encapsulation of how a person in the position of Hitler can turn into a machine that operates with coins. The transformation of gold into tin, as if in a reverse alchemical process, represents the replacement of

53

-06-2014


MAKALE ARTICLE

Altının teneke parçasına dönüşmesi, simyanın tersine işleyişi gibi, tinselliğin yerini metanın alışı ve ruhun yitimi kavramları ile örtüşür. The transformation of gold into tin, as if in a reverse alchemical process, represents the replacement of spirituality with material goods and the loss of the soul.

3

4

5

-06-2014

54


tilen bu yapıt, trajikomik bir giydirmeyle Hitler figürü olarak konumlandırılmış bir insanın, nasıl tıpkı bozuk para ile çalışan bir makineye dönüştüğünü gözler önüne serer. Altının teneke parçasına dönüşmesi, simyanın tersine işleyişi gibi, tinselliğin yerini metanın alışı ve ruhun yitimi kavramları ile örtüşür. Heartfield, sloganda sözünü ettiği ‘altın’ (sikkeler) aracılığıyla Hitler’in makineleşen bedenini tüm şeffaflığıyla izleyiciye sunarken, bir taraftan adaletsiz ve ahlaksız bir alış verişe gönderme yapar. Öte yandan “teneke” sözcüğünü kullanarak, bir yerde savaş sanayine, savaş donanımlarına ve silahlara gönderme yapmak ister. Almanya’nın zengin sınıfları, Hitler’i sadece onlara devasa kârlar toplayacak olan değil, aynı zamanda militan işçi hareketini yıkmalarına ve Sovyetler Birliği tehdidini etkisizleştirmelerine yardım edecek bir kurtarıcı olarak görmekteydiler (Bostancı, 2012b: s.s. 67-75). Söz konusu montaj, Resimli İşçi Dergisi’nin (Die Albeiter Illustrierte Zeitung/ AIZ ) arka kapağında tam sayfa olarak yayımlandıktan kısa bir süre sonra, Ağustos 1932’de Harry Graff Kesler (1868-1937) adlı komünizm sempatizanı bir Junker tarafından sağlanan finansman desteğiyle bir postere dönüştürülmüş ve Nazi Partisine karşı anti- propaganda aracı olarak eyaletin her köşesine asılmıştır (Maerz, 1993: 96). Hitler’in “Ardımda milyonlar var!” sözlerine karşılık oluşturduğu “Hitler selamının anlamı” adlı çalışmasında ise John Heartfiled, yine Hitler’e ait bir sözü slogan olarak kullanmış ve onun arkasında aslında kimlerin olduğuna dair hicivsel göndermeler içeren bir imge oluşturmuştur (Pachnicke, 1992: 39). Bu çalışma ile John Heartfield, 1930’ların okuyucularına Ulusalcı Sosyalistlerin ardında yatan “gerçek” ilişkileri göstermeye çalışır. Hitler’in selamlama imgesi resimli basında sıkça kullanılan bir imgedir ve bu montajda kullanılan, onun SA birliklerini selamlarken çekilmiş olan bir fotoğrafından alınmıştır. Montaj, Hitlerin Nazi selamıyla verdiği “Ardımda milyonlar var!” söyleminin ardından, son derece dâhiyane bir üslupla, Hitler’in seçim desteğinin kaynağını göstererek, elini arkaya uzattığı ve cüsseli bir kapitalistten milyonları aldığı haliyle gösterilir (Kriebel, 2009: 73). Monopol kapitalin Hitler’e ve Nazi Partisi’ne parasal destek vermesi bu montajın oluşma sebebidir, denebilir. 1932 yılında AIZ’in 42. sayısı için düzenlenen montajda Führer, Alman kapitalizminin tipik bir temsilcisi tarafından kendisine uzatılan bir tomar markı almak için sağ elini kaldırmış-

John Heartfield’ın siyasal muhaliflerini alay konusu yapmak için en sık kullandığı yöntemlerden bir diğeri, başkalarının sözünü kendi silahı gibi kullanmasıdır: “Yaşasın! Tereyağı Bitti!” adlı fotomontaj çalışmasında bunu duyumsamak mümkündür. One of the most common methods utilized by Heartfield in making fun of his political opponents is to turn the statements of others into his own weapons: “Hurray! The Butter is All Gone” exemplifies this. tır ve adeta sadaka dileniyor görüntüsü verebilmek için kapitalist temsilciye göre küçültülerek gösterilmiştir (Siepmann, 1978: 22). John Heartfield’ın siyasal muhaliflerini alay konusu yapmak için en sık kullandığı yöntemlerden bir diğeri, başkalarının sözünü kendi silahı gibi kullanmasıdır: “Yaşasın! Tereyağı Bitti!” adlı fotomontaj çalışmasında bunu duyumsamak mümkündür. Montaj, Hermann Wilhelm Goering’in (1893-1946) 1935 yılındaki kıtlık sırasında Hamburg’da yapmış olduğu bir konuşmada: “Demir, ülkeyi her zaman güçlü kılar ama tereyağı ve domuz yağı insanları sadece şişmanlatmaya yarar!” sözlerine karşılık olarak ortaya çıkmıştır. Bu çalışma, dehşete düşüren bu söylem karşısında John Heartfield’ın takındığı ironik tavrı özünde barındıran bir yapıttır (Pachnicke, 1992: 39). Sanatçı söz konusu çalışma ile Hitler mitinin aldatmacasına ve sivil özgürlüğün karşı karşıya olduğu tehlikeye, yanı sıra Üçüncü Cumhuriyetin sosyal dengesinde yer alan

spirituality with material goods and the loss of the soul. As Heartfield depicts the mechanized transparent body of Hitler by means of the “gold” (coins) –which he talks about in the slogan– , he references an unjust and unmoral trade. On the other hand, the word “tin” also references the weapons industry, war equipment and weapons. The wealthy class of Germany saw Hitler not only as a person aiding them make huge profits, but also as a savior who would help them deal with the militant workers movement and neutralize the threat of the Soviet Union (Bostanci, 2012b: p. 67-75). Shortly after this montage was published on the whole back cover of the Illustrated Workers Magazine (Die Arbeiter Illustrierte Zeitung / AIZ ), it was turned into a poster in August 1932 by the financial support of Junker communism-sympathizer Harry Graff Kesler (1868-1937) and hung all around the state as an anti-propaganda tool against the Nazi Party (Maerz, 1993: 96).

In his work “The meaning of Hitler salute” which was a reaction to Hitler’s statement “Millions stand behind me” Heartfield again used Hitler’s words as a slogan and created an image with satirical references to who was actually supporting him (Pachnicke, 1992: 39). Heartfield tries to expose the “real” relationships behind Nationalist Socialists to the readers of the 1930s. The image of Hitler saluting is one that was often featured in press, and the imagery used in the montage comes from a photo that depicts him saluting the SA troops. The montage shows Hitler saying “There are millions supporting me!” with a Nazi salute, and then, in a quite clever manner, his hand reaches back to take millions from a bulky capitalist, revealing the source of Hitler’s election budget (Kriebel, 2009: 73). It could be said that the financial support of the monopoly-capital to Hitler and the Nazi Party is the reason this montage was made. In another montage made for the 42th issue of AIZ in 1932, Hitler raises his right hand to take a pile of German Marks from a characteristic representative of German capitalism; and he’s depicted smaller than the capitalist representative in order to make it seem as if he’s begging for the money (Siepmann, 1978: 22). One of the most common methods utilized by Heartfield in making fun of his political opponents is to turn the statements of others into his own weapons: “Hurray! The Butter is All Gone” exemplifies this. The montage was created in response to what Hermann Wilhelm Goering (1893-1946) said in his speech during the famine of 1935: “Iron makes a country stronger, but lard and butter only make people fatter!”. The work is based on the ironic attitude of John Heartfield in reaction to this horrifying statement (Pachnicke, 1992: 39).With it, the artist attempts to warn the public against the deception of the Hitler myth and the danger civilian freedom faces, in addition to the corruption within the social balance of the Third Republic. These works also criticize Nazism and its lie regarding “people’s community” (Volksgemeinschaft) (Kay, 1996: 14). The work depicts a whole family eating what the government believes to be more important than food: machines, petrol, weapons, bullets, a bicycle handlebar and other metal objects... The wallpaper in the background is embellished with swastikas and is especially a work of mastery. It shows, how the regime can diffuse into every dimension of domestic life. Created during the period of famine, the work ironically points out, how the middle-class may not agree with the priorities of the government. An excerpt from a popular song written dur-

55

-06-2014


MAKALE ARTICLE

bozukluğa karşı halkı uyarmayı hedeflemektedir. Bu yapıtlar aynı zamanda Nazizm ve onun halk topluluğunun (Alm. Volksgemeinschaft) yalanı üzerine eleştiriler içerir (Kay, 1996: 14). Çalışmada, bütün bir aile, hükümetin yiyecekten daha önemli olduğuna inandığı diğer şeyleri yemektedir: Makine, petrol, silahlar, kurşunlar, bisiklet kolu ve diğer metal nesneler... Arka planda yer alan duvar kâğıtları gamalı haç armalarıyla süslenmiştir ve özellikle bir ustalık işidir. Bu, rejimin nasıl ev hayatının her boyutuna nüfuz edebildiğini gösterir. Yiyecek kıtlığının yaşandığı dönemde tasarlanan bu çalışma, ironik bir şekilde, orta sınıfın hükümetin önceliklerini paylaşmayabileceğini anlatmaktadır. 1870 yılındaki Fransa-Prusya savaşı zamanında yazılan popüler bir şarkıdan yapılan alıntı, duvardaki sloganda yerini almıştır: “Sevgili Anavatan huzur içindesin”. Öte yandan şövalenin üzerindeki Hitler portresi ve koltuk yastığının üzerine işlenmiş Paul von Hindenburg resmine dikkat edilmelidir. 1933 yılına tarihlendirilen “Cellât ve Adalet” adlı fotomontaj, yine Hermann Goering’in, Reichstag Yangını duruşması sırasında söylemiş olduğu; “Benim için hukuk biraz kanlıdır” sözlerine hicivli bir yanıt niteliği taşır. Mitolojide adaleti simgeleyen Adalet Tanrıçası Justitia’nın bir elin-

de terazi, diğer elinde kılıç bulunur ve tarafsızlığını vurgulamak amacıyla gözleri kapalı olarak tasvir edilir. John Heartfield’ın Adalet Tanrıçası ise, bileğini sarmalayan bezlerle kılıcı sıkıca kavramıştır. Eşitliği sağlayacak olan terazi ise kolun dirsekten kopmasına neden olacak ölçüde dengesiz gösterilmeye çalışılmıştır. Düzenlemede, yanmış bedenini ve yüzünü sargı bezleriyle dolayan kadın tasviri, Hella Guth (1912-1992) adında bir sanatçı aracılığıyla gösterilmiştir. Hella Guth, John Heartfield’ın sanatından etkilenmiş ve bu montajda kendisine Adalet Tanrıçası Justitia olarak modellik yapmıştır. “Joseph Goebbels’in (1897-1945) Almanya’daki yiyecek kıtlığına karşı reçetesi; Ne? Sofranızda domuz yağı ve tereyağı mı eksik? Yahudilerinizi yesenize!” sözleri, aynı adlı fotomontajın oluşturulma sebebidir. Montajda adı geçen schmalz terimi, İbranice’de eritilmiş tavuk yağı için kullanılan bir sözcüktür, Almancada ise eritilmiş domuz ya da kaz yağı anlamlarına da gelir. Schmalz; Yahudi, Alman ve Polonya mutfaklarında kızartmada kullanılır ya da ekmeğin üzerine sürülür. Burada sanatçı, iktidarın uyguladığı ayrımcılık ve ırkçılık kavramlarına hicivsel bir gönderme yapmaktadır (Bostancı, 2012a: 353).

ing the France-Prussian war in 1870, appears as a slogan on the wall: “Dear homeland, you’re peaceful”. On the other hand, the Hitler portrait on the easel and the Paul von Hindenburg picture on the couch pillow are also important. The photomontage made in 1933, “The executioner and Justice”, is a satirical response to Hermann Goering’s words during the trial regarding the Reichstag Fire: “Law for me is a little bloody”. In mythology the goddess Justitia who represents justice holds a scale and a sword and is depicted with her eyes covered. Heartfield’s goddess of justice however, holds the sword tightly with the fabric wrapped around her wrist. The scale on the other hand is depicted so unbalanced, that it causes the arm to break off. In the arrangement, the depiction of the woman covering her burnt body and face with bandages is made from a photo of Hella Guth (19121992) –an artist influenced by Heartfield’s art– who assisted him in this work by modeling as the justice goddess Justitia.

Joseph Goebbel’s (1897-1945) recipe against the food shortage in Germany“What? Your meals are lacking lard and butter? You can eat your Jews!” statement is the reason why the montage carrying the same name was created. The term schmalz mentioned in the montage, is the name of melted chicken fat in Jewish, but in German it means melted pig or goose fat. Schmalz is used in frying or as a bread-spread in Jewish, German and Polish cuisine. Here the artist makes a satirical reference to the discrimination and the racism of the government (Bostanci, 2012a: 353).

1-John Heartfield , “Üst insan Adolf Altın Yutup Teneke Konuşuyor”/ “Adolf the Superman: Swallows Gold and Spouts Junk”, 17 Temmuz 1932, AIZ, Berlin. 38x27 cm 2-John Heratfield, Portre/Portrait 3- John Heartfield, “Cellât ve Adalet” / “The Executioner and Justice”, 30 Kasım 1933, AIZ, Prag 4- John Heartfield, “Goebbels’in Almanya’daki yiyecek kıtlığına karşı reçetesi; Ne, Sofranızda domuz yağı ve tereyağı mı eksik Yahudilerinizi yesenize!”/ “Goebbels’s recipe against the food shortage in Germany“What? Your meals are lacking lard and butter?”You can eat your Jews!”, 24 Ekim 1935, AIZ, Prag, Akron Sanat Müzesi Koleksiyonu 5- John Heartfield, “Yaşasın, Tereyağı Bitti!”/ “Hurray, The Butter is All Gone!”, 19 Aralık 1935, AIZ, Prag 6- John Heartfield, “Hitler Selamının Anlamı” / “The Meaning of Hitler Salute”, 16 Ekim 1932, AIZ, Berlin, 38x 27,5 cm

1- (MA) Art theory and Criticism 2- The leader of the German Nazi Party and a dictator in Germany from 1933 until his death. 3- AIZ is a left-wing weekly illustrated magazine by the communist publisher Willi Münzenberg. Between the years 1930 and 1938, Heartfield made important contributions to the magazine by publishing a total of 237 illustrations, the most of which were featured on the front or the back cover, at the scale of one or two whole pages 8Evans, 1992: 11). 4- Junker: the term used for wealthy landowner aristocrats during the Prussian Empire and the German Empire that followed it. 5- Hermann Wilhelm Goering : Luftwaffe (Air Forces) Commander, Reichstag president, Prussia prime minister and the chosen successor to Hitler. 6- See also: http://www.hagalil.com/01/de/Europa.php?itemid=1930 Accessed: 05.01.2014. 7- Dr. Paul Joseph Goebbels: From 1933 until May 1945 when he committed suicide, he was the minister responsible for the enlightenment of public and propaganda. KAYNAKÇA / RESOURCE: Bostancı, M. (2012a), “John Heartfield ve Nesne Yorumu”/”John Heartfield and Title on Object”. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi(Unpublished post-graduatethesis),Işık Üniversitesi GSF-SBE: İstanbul. Bostancı, M. (2012b), “John Heartfield ve İronik Söylemi”/ “John Heartfield and İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü(Faculty of Literature, Department of Western Languages and Literature),Fransız Dili ve Edebiyatı ABD Dergisi(U.S. Journal of French Language and Literature), Dilbilim(linguistics) 26. Sayı: İstanbul. [63- 82] Evans, D. (1992) John Heartfield AIZ/ VI 1930- 38. Kent Fine Art Inc: New York. Herzfelde, W. (1986) John Heartfield, LebenundWerk. Dargestellt vons einem Bruder Wieland Herzfelde. VEB Verlag Der Kunst: Dresden Kay, C. (1996) “Art and Politics in Interwar Germany The Photomontages of John Heartfield”, Left History an Inter disciplinary Journal of HistoricalInquiry and Debate, Vol.4 No.2. [11- 50] Aktaran(Mentioned in): http://pi.library.yorku.ca/ojs/index.php/lh/article/view/6982/6166 Erişim tarihi(Accessed): 05.01.2014. Kriebel, S. (2009) John HeartfieldMassMedium, “ManufacturingDiscontent: John Heartfield’sMassMedium”, New GermanCritique 107, Vol. 36, No. 2. [53- 88] Aktaran(Mentioned in): http://ngc.dukejournals.org/content/36/2_107/53 Erişim tarihi: 05.01.2014. Maerz, R. (1993) John Heartfield. Edition Leipzig: Leipzig. Pachnicke, P.,Honnef K. (1992) John Heartfield. Harry N. Abrams, Inc.: New York. Siepmann E. (1978) John Heartfield. Ed. GabrieleMazzotta. ForoBuonaparte: Milano. Taylor, S. (2006) “Heartfield’s Photo-Grenades”. Art in Amerika, June- July 2006 Brant Art Publications Inc.:Broadway, New York. [156- 162]

-06-2014

56


www.alanistanbul.com

57

-06-2014


-06-2014

58


art INARCHITECTURE www.alanproject.com Asmalı Mescit Caddesi no:5/2 Tünel-Beyoğlu / İstanbul / Türkiye T: +90 212 252 9453 - +90 212 243 8762 / info@alanproject.com

59

-06-2014


-06-2014

60


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.