Hemingway canlar kimin icin caliyor

Page 1


ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR? ERNEST HEMINGWAY

2


E-Tasar覺m: efrasiyab E-Yay覺n: Ayra癟 Sanal Yay覺n http://ayrac.org ayrac.org@gmail.com

3


MANİFESTO Ayraç, 2005′in Ağustos ayında mevcut yayınevlerinin, kitap fiyatlarını ısrarla çok yüksek tutması temelinde, teknolojinin de nimetlerinden yararlanarak, meraklı okuyucuyu bazı kitaplarla kolay buluşturabilme düşüncesinden hareketle, kitaplık.madpage.com alan adında, “Kitaplık” adıyla yayına başladı. Kısa bir süre, kitaplik.wordpress.com alan adında yine WordPress temelli olarak yayın hayatına devam etti. Buradaki ömrümüz de kısa olmadı ama oldukça iyi bir kitleyle buluştuk WordPress’te… Mart 2007′de de kendimize ait bir alan adında ve Ayraç olarak yolculuğa devam ediyoruz. Ayraç’ı oluşturan ekip, yayınevi deneyimi olan kitapseverlerdir. Öncelikle bazı konulara açıklık getirelim: 1. Türkiye’de Orhan Pamuk dışında hiçbir yazar, kitap satışlarından %20′den daha yüksek bir telif hakkı alamazlar. Hatta çoğu yazar, kitabı için yayımcıdan telif ücreti almaz, alamaz… Aldığınız bir kitabın gelirinin büyük bölümü yayınevilerine, kitabevlerine ve aracı dağıtımcılara gitmektedir. 2. Kafka, Joyce, Poe gibi telif hakkı olmayan yazarların kitaplarının satışından elde edilen gelir tamamen yayıncıya ve yukarıda saydığımız gruba (çevirmene çeviri bitince bir kerelik cüz’i bir ücret verilir) kalır. 3. Kitapların basımında dolaylı da olsa ağaçlar kullanılır. 4. Türkiye’de yayıncılık sektörü, bir kitap için istediği ücreti karşılamayacak kalitede kötü baskı yapmaktadır. Penguin Books‘un ucuz seri üretimi kitapları bile, bizim yayınevilerinden çok daha kaliteliler. Bir kitabevine gidip karşılaştırın… 5. Ayraç’ın amacı yazara zarar vermek değildir. Buradan kitabını okuyup beğendiğiniz bir yazara gereken şekilde destek olacak kadar duyarlı insanlar olduklarını biliyoruz kitapseverlerin… 6. Ayraç’ta kitabı yayınlanan ve bundan rahatsız olan yazarlar bize istedikleri zaman ayrac.org@gmail. com adresinden ulaşabilirler. 7. Ayraç’ta yayınlanan e-kitaplar, okunabilir düzeydirler. Düzelti ve ön okuması yapılmıştır. Buna rağmen buradan linkini aldığınız ve okumas sırasında hatalar gördüğünüz kitapları bize yukarıdaki eposta adresinden bildirebilir ya da ilgili başlığın altına yazabilirsiniz. Düzelttiğiniz ya da paylaşmak istediğiniz e-kitapları da bize e-posta ile ulaştırabilirsiniz. Saygılarımızla… Ayraç Ekibi Bazı yararlı okumalar: “Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu” “Korsan Kitap - Korsan Yayınevi” “Kültür Hizmetiymiş…” “Korsan Yayına Güzelleme” “ekitap?”

4


ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR?.................................................................................... .......................2 ERNEST HEMINGWAY.......................................................................................................... ................2 1.Bölüm...................................................................................................................................... ...............6 2. Bölüm........................................................................................................................... .......................17 3. Bölüm........................................................................................................................... .......................29 4. Bölüm........................................................................................................................... .......................36 5. Bölüm........................................................................................................................... .......................43 6. Bölüm........................................................................................................................... .......................47 7. Bölüm........................................................................................................................... .......................50 8. Bölüm........................................................................................................................... .......................58 9. Bölüm........................................................................................................................... .......................64 10. Bölüm...................................................................................................................... ..........................83 11. Bölüm...................................................................................................................... ..........................97 12. Bölüm...................................................................................................................... ..........................99 13. Bölüm............................................................................................................................................ ...107 14. Bölüm............................................................................................................................................ ...114 15. Bölüm............................................................................................................................................ ...120 16. Bölüm............................................................................................................................................ ...130 17. Bölüm............................................................................................................................................ ...135 18. Bölüm............................................................................................................................................ ...145 19. Bölüm............................................................................................................................................ ...151 20. Bölüm............................................................................................................................................ ...153 21. Bölüm............................................................................................................................................ ...156 22. Bölüm............................................................................................................................................ ...161 23. Bölüm............................................................................................................................................ ...166 24. Bölüm............................................................................................................................................ ...170 26. Bölüm............................................................................................................................................ ...176 27. Bölüm............................................................................................................................................ ...182 28. Bölüm............................................................................................................................................ ...185 29. Bölüm............................................................................................................................................ ...188 31. Bölüm............................................................................................................................................ ...193 32. Bölüm............................................................................................................................................ ...200 33. Bölüm............................................................................................................................................ ...203 35. Bölüm............................................................................................................................................ ...206 36. Bölüm............................................................................................................................................ ...207 37. Bölüm............................................................................................................................................ ...210 38. Bölüm............................................................................................................................................ ...212 39. Bölüm............................................................................................................................................ ...218 40. Bölüm............................................................................................................................................ ...220 41. Bölüm............................................................................................................................................ ...223 42. Bölüm............................................................................................................................................ ...229 43. Bölüm............................................................................................................................................ ...240

5


1. Bölüm Rüzgar, çam ağaçlarının tepelerinde uğuldayarak esiyordu. Dağın yumuşak eğimli bir yamacına uzanmıştı ve hemen aşağısı da aniden sarplaşıyordu. Bulunduğu yerden geçit boyunca kıvrılarak uzanan asfalt yolu, yolun yanı sıra akan ırmağı ve geçidin sonundaki değirmeni görebiliyorlardı. Değirmenin bendindeki sular bembeyaz köpüklerle dökülüyordu. - Değirmen bu mu? diye sordu. - Evet. - Orayı hatırlayamıyorum. - Sen gittikten sonra yapıldı. Eski değirmen daha da aşağıdaydı. Yere açtığı askeri haritayı dikkatle incelerken, yaşlı adam omzunun üstünden ona bakıyordu. Kısa boylu, tıknaz biriydi. Kara bir köylü ceketiyle kaba bir kumaştan pantolon giymişti. Tabanları ipten pabuçlar vardı ayağında. Yokuşu tırmandıkları için yorgunluktan derin derin nefes alıyordu. - Öyleyse buradan köprüyü göremeyiz, dedi. Yaşlı adam cevap verdi. - Hayır, burası geçidin, ırmağın durgun aktığı kolay yanı. Aşağıda, yolun ağaçlar arasında görünmez olduğu yerde ırmak yüksekten dökülür. Sarp, dar bir geçit var orada. - Hatırlıyorum. - Köprü geçidin karşısında. - Peki karakollar nerede? - Birisi değirmende. Bölgeyi inceleyen genç adam, solgun renkli hâki gömleğinin cebinden dürbününü çıkardı. Önce mendiliyle mercekleri sildi, sonra da değirmen net bir şekilde görecek şekilde ayarladı dürbününü. Kapının yanındaki tahta sırayı, büyük çember biçimindeki testerenin bulunduğu kulübenin açık kapısından içerideki talaş yığınını, ırmağın diğer yakasından kesilen kütükleri taşıyan ve değirmenin altından geçen suyu açık şekilde görebiliyordu. - Nöbetçi yok, dedi genç adam. Yaşlı adam cevap verdi; - Değirmenin bacasından duman tütüyor. İpe asılı çamaşırlar da var. - Onları görüyorum ama nöbetçi göremiyorum. Yaşlı adam, “Belki gölgede oturuyordur” diye karşılık verdi. Sonra, “Orası şimdi sıcaktır. Bizim buradan göremediğimiz bir gölgede oturuyor olmalılar” diye devam etti. - Olabilir. Peki öteki karakol nerede? - Köprünün aşağısında. Geçitten sonra beşinci kilometrede, yol onarımcılarının kulübesinde. Değirmeni göstererek, “Burada kaç adam var?” diye sordu. Yaşlı adam: - Dört olabilir, bir de onbaşı. - Peki aşağıda? - Sanırım aşağıda daha çoktur. Bunu öğrenirim. - Köprüde kaç kişi var? - Orada her zaman iki kişi var. Biri bir başta durur, diğeri öteki başta. 6


- Bize birkaç kişi gerekecek, sen kaç adam bulabilirsin? - İstediğin kadar adam bulabilirim. Şimdilerde dağlarda çok adam var.” - Ne kadar? - Yüzden çok. Küçük çeteler meydana getirmişler. Sana kaç adam lazım? - Bunu köprüyü inceledikten sonra söylerim. Yaşlı adam, “Köprüyü şimdi mi inceleyeceksin” diye sordu. - Hayır, şimdi şu bombaları iyi bir yere saklamak istiyorum. Bunları köprüden yarım saat uzakta, iyi bir yere saklamamız gerekiyor. Yaşlı adam, - Çok kolay, dedi. “Buradan sonra köprüye kadar hep iniş. Fakat iniş yoluna varabilmek için biraz zorca bir yeri tırmanmamız gerekecek. Sen acıkmadın mı?” - Acıktım ama sonra yeriz. Adın neydi? Unuttum. Unutmuş olması onun için kötü bir puandı. Yaşlı adam, - Anselmo, diye cevap verdi. “Adım Anselmo. Borco de Avilalıyım. Torbayı taşımana yardım edeyim.” Genç adam uzun boylu ve ince yapılıydı. Açık renkli saçları güneşin etkisiyle daha da açılmış, yüzü rüzgârdan ve güneşten yanmıştı. Gömleğinin rengi güneşin etkisiyle bozulmuştu. Eğilip, kolunu deri kayışlardan birinin arasından geçirerek ağır torbayı sırtına aldı. Diğer kolunu da bir başka kayışın aralığından geçirerek öteki torbayı da sırtına attı. Gömleğinin sırt kısmı, yükü önceden de taşımış olmaktan ötürü ıslaktı. - Nereden gidiyoruz? - Tırmanıyoruz, dedi Anselmo. Ağır yükün altında, kan ter içinde, dağları kaplayan çamlar arasından tırmanmaya başladılar. Genç adam ne iz, ne de başka bir şey görebiliyordu; sadece tırmanıyorlardı. Dağın diğer yüzüne döndüklerinde bir dereyle karşılaştılar. Yaşlı adam dere yatağındaki taşlar üstüne basarak dengeli adımlarla karşıya geçti. Dereyi geçtikten sonra dağ daha sarptı, tırmanmaları daha da zor­ laşmıştı. Sonunda derenin aşağı döküldüğü, büyük, yuvarlakça bir kayanın altına ulaştılar. Kayaya önce ulaşan ihtiyar genç adamın kendisine yetişmesini bekledi. Sonra, - Nasıl gidiyor? diye sordu. - İyi, dedi genç adam. Çok terlemişti. Böylesine zorlu bir tırmanış kaslarının sertleşmesine neden olmuştu. - Şimdi burada bekle. Önden gidip onlara anlatmalıyım. Şu yükle birlikte vurulmak istemezsin. - Şakası bile kötü, dedi genç adam. “Uzak mı?” - Çok yakın. Adın neydi? - Roberto, dedi genç adam. Yükünü sırtından aşağı kaydırıp derenin kıyısındaki iki kaya arasına bıraktı. - Burada bekle Roberto, yakında dönerim, dedi yaşlı adam. - Peki, dedi genç adam. “Köprüye buradan doğru gitmeyi mi düşünüyorsun?” - Hayır. Köprüye başka bir yoldan gideceğiz. Daha kısa ve daha kolay bir yoldan. - Bunların köprüden çok uzak bir yolda olmasını istemiyorum. - Görürsün, beğenmezsen başka bir yer ararız. Genç adam, “Peki, görelim bakalım” dedi. Yere bıraktığı torbanın yanına oturarak yaşlı adamın kayalıklara tırmanmasını

7


seyretti. Sarp kayalıklara tırmanmak onun için zor değildi. Genç adam oturduğu yerden ihtiyarın, ellerini koyacağı oyukları aramadan bulabildiğini görüyordu. Anselmo demek ki daha önce de pek çok kez buralara tırmanmıştı. Yine de yukarıdakiler, her kimseler, arkalarında iz bırakmamaya özen göstermişlerdi. Robert Jordan isimli genç adam çok aç ve kaygılıydı. Sıklıkla aç kalıyordu ama böylesine kaygı duyduğu olmamıştı. Çünkü kendisine olabilecekleri pek umursamıyordu. Bu ülkenin her yerinde, düşman hatlarının gerisinde dolaşmanın ne denli kolay olduğunu biliyordu. İyi bir rehberiniz varsa arkalarında dolaşmak, aralarından geçmek kadar kolaydı. Yakalanırsanız başınıza gelecekleri umursuyorsanız, işte o zaman iş zordu. Ayrıca da kime güvenebileceğinize karar vermek çok zor bir konuydu. Birlikte çalıştığınız insanlara ya tamamen güvenmeniz ya da hiç güvenmemeniz gerekiyordu. Güven konusunda çok kararlı olmalısınız. Bu konuda kaygı duymuyordu ama başka şeyler vardı. Bu Anselmo iyi bir rehber olmuştu; dağlarda pek kolaylıkla dolaşıyordu. Robert Jordan da dağlarda kolaylıkla ilerliyordu ve sabahtan beri birlikte olduğu bu yaşlı adamın kendisiyle ölüme gidebileceğine inanıyordu. Robert Jordan bu yaşlı adama her konuda güveniyordu. Güvenemediği bir tek konu vardı: Yerinde karar vermek ve akıl yürütmek. Bu konuda onu sınamak fırsatı olmamıştı ama nasıl olsa kararları kendisi verecekti, bundan kendisi sorumluydu. Her türlü köprüyü kundaklamayı biliyordu, o güne kadar her büyüklükte, her yapıda köprüyü uçurmuştu. Bu iki torbada, bu köprüyü uçurmaya yetecek patlayıcı ve araç gereç fazlasıyla vardı. Anselmo öyle diyordu. Ayrıca 1933'te, La Granja'ya yapılan bir yürüyüşe katılmış, kendisi de bu köprüden geçmişti. Golz da bir gece önce, Escorial'ın dışındaki evin ikinci katındaki bir odada ona köprüye ilişkin bilgiler okumuştu. Golz, “Köprüyü havaya uçurmak hiçbir şey değil” demişti. Elindeki kalemle büyük bir harita üstünde köprüyü göstermiş, “Anladın mı?” diye sormuştu. - Evet, anladım. - Kesinlikle, hiçbir şey değil köprüyü uçurmak. Başaramamak imkansız gibi. - Evet yoldaş general. - Köprüyü uçurmak için bir saat belirlemek gerekir, bir de nasıl yapılacağını. Sen bunları biliyorsun, işi tümüyle sana bırakıyorum. Golz kaleme bakmış, sonra kalemle dişlerine hafifçe vurmuştu. Robert Jordan ise hiçbir şey söylememişti. - Nasıl yapacağını sana bırakıyorum, diye eklemişti Golz. Elindeki kalemle şimdi de haritaya vuruyordu. - Ben böyle yapardım. Bu ise hiç elde edemeyeceğimiz bir şey. - Niçin yoldaş general? Golz öfkeyle, “Niye mi?” demişti, “Sen kaç saldırı gördün ki, bana niye diye soruyorsun? Emirlerin değişmeyeceğinin güvencesi nedir? Saldırıların plandan çıkarılmayacağına kim güvence verebilir? Saldırının ertelenmeyeceğini kim söyleyebilir? Başlaması gereken anda değil de sonraki altı saat içinde başlamayacağına kim güvence verebilir? Baştan tasarlandığı gibi yapılabilen bir saldırı var mıdır?” Robert Jordan, - Eğer saldırıyı biz yapacaksak tam zamanında başlayacaktır, diye cevap vermişti. - Hiçbir zaman benim olan saldırılar olmamıştır. Onları ben yaparım fakat onlar benim değil. Benim istediklerimi hiçbir zaman vermediler, bu ellerinde olsa bile.

8


Bu sorunların en küçüğü. Daha başka şeyler de var. Her zaman bir pürüz var. Her zaman biri işine burnunu sokar. Şimdi iyice anladığından emin olmalısın. Robert Jordan, - Köprünün ne zaman uçurulması gerekiyor, diye sormuştu. - Saldırı başladıktan sonra. Saldırıdan önce değil. O yoldan hiçbir yardım gelmemesi için. Kalemle göstermiş, “Bu yoldan hiçbir yardım gelmeyeceğini bilmeliyim” demişti. - Saldırı ne zaman peki? - Söyleyeceğim. Fakat günü ve saati bir olasılık olarak düşünmelisin. O gün ve saat için hazır olmalısın. Köprüyü, saldırı başladıktan sonra uçuracaksın” diyerek, kalemle harita üstünde göstermişti. - Yardım gönderebilecekleri tek yol bu. Saldıracağım geçide top, tank veya kamyon gönderebilecekleri tek yol bu. Bu bakımdan köprünün uçtuğundan emin olmalıyım. Daha önce değil, çünkü saldırı ertelenirse onarabilirler. Tam sal­ dırı başladığı zaman uçurmalısın ve ben köprünün yıkıldığını bilmeliyim. Sadece iki nöbetçi var ve seninle gidecek adam oradan yeni geldi. Onun çok güvenilir bir adam olduğunu söylüyorlar. Göreceksin, dağlarda tanıdığı adamlar var. İhtiyaç duyduğun kadar adam al. Yapabildiğince az, ama yetecek sayıda adam kullan. - Peki saldırının başladığını nasıl bileceğim? - Bütün tümen katılacak. Önce hazırlık olarak hava bombardımanı yapılacak. Kulakların duyuyor değil mi? - Yani, uçaklar bombalarını boşaltmaya başladıkları zaman saldırının başlamış olduğunu anlayacağım, öyle mi? Golz başını sallayarak, “Her zaman böyle kabul edemezsin ama bu benim saldırım olduğuna göre, bombardımanla birlikte saldırının başladığım düşünebilirsin” demiş, Robert Jordan da, “Anlıyorum” diye cevap vermişti. Sonra da “Bütün bunlardan çok hoşlandığımı söyleyemem” diye eklemişti. - Ben de bunlardan hoşlanmıyorum. Eğer bu sorumluluğu almak istemiyorsan şimdiden söylemelisin. Robert Jordan, “Yapacağım” cevapını vermişti, “Bunu başaracağım.” - Yalnızca şunu bilmen gerekiyor. O köprüden hiçbir şey gelmemeli. Ama kesinlikle hiç bir şey. - Anlıyorum. Golz şöyle sürdürmüştü sözlerini: - Kimseden böyle bir iş yapmasını istemek hoşuma gitmiyor. Bunu yapman için sana emir veremem. Ortaya böyle şartlar koyunca senin nasıl davranmak zorunda kalacağını anlıyorum. Bunları, iyi anlaman için de çok dikkatle açıklıyorum. Karşılaşabileceğin zorlukları ve olayın önemini çok iyi anlayasın diye. - Peki, o köprü uçunca La Granja'ya nasıl gideceksiniz? - Geçidi ele geçirdikten sonra köprüyü onaracağız. Bunun için hazırlıklıyız. Karışık ama güzel bir operasyon olacak. Plan Madrid'de yapıldı. Vicente Rojo'nun, başarısız profesörün başyapıtlarından biri. Saldırıyı ben gerçekleştiriyorum ve her zamanki gibi elimde yeterince güç bulunmadan. Buna karşın başarı şansı yüksek bir operasyon. Her zamankinden daha rahatım bu konuda. O köprü yıkılırsa plan başarıya ulaşabilir. Segovia'yı alabiliriz. Bak, sana nasıl ilerleyeceğimizi göstereyim: Görüyor musun? Saldıracağımız yer geçidin

9


tepesi değil. Orayı tutuyoruz. Saldıracağımız yer daha ilerileri. Bak, burası; böyle. Robert Jordan, - Bilmemeyi yeğlerim, dedi. - Bilmezsen öte yanda daha az yükün olur, değil mi? - Bilmemeyi her zaman tercih ederim. Ne olursa olsun, bilmezsem konuşan da ben olmam. Golz alnına kurşun kalemle vurmuş, “Bilmemek daha iyidir” demişti. - Ben de bilmemek isterim çok kez. Fakat köprüye ne yapacağını çok iyi bilmen gerek. - Onu biliyorum. - Buna inanıyorum. Sana kısa bir nutuk çekmeyeceğim. Bu denli çok konuşmak susatıyor beni, yoldaş Hordan. İspanyolca söylendiği zaman tuhaf bir adın var; yoldaş Hordown. - İspanyolca Golz nasıl denir, yoldaş general? Golz gülümsemiş, çok üşütmüş gibi sesleri gırtlaktan çıkararak, “Hotze” demişti. - Hotze. Yoldaş General Khotze. İspanyolca'da adımın nasıl söylendiğini bilmiş olsaydım buraya gelmeden önce kendime daha iyi bir ad seçerdim. Buraya bir tümene komuta etmeye geleceğimi bilseydim ve bana yeni bir ad seçme hakkı verilseydi Hotze adını seçerdim. General Hotze. Şimdi artık yeni bir ad seçmek için çok geç. 'Partizan' adına ne dersin? “Partizan” hatlar gerisindeki gerillaların Rusça adıydı. “Çok hoşlanırım” demişti Robert Jordan ve gülümseyerek eklemişti, “Açık havada olmak çok sağlıklı.” Golz cevap vermişti: - Senin yaşındayken ben de çok hoşlanırdım. Köprü kundaklamakta çok iyi olduğunu söylediler bana. Çok bilimsel bir biçimde uçuruyormuşsun. Yalnızca duydum. Senin herhangi bir işi nasıl yaptığını kendim görmedim. Belki de hiçbir şey söylendiği gibi değildir. Gerçekten iyi mi uçuruyorsun? General şaka yapıyordu. - Gerçekten köprüleri havaya uçuruyor musun? - Bazen. - Bu köprü için 'bazen' olmasın sakın. Bunun önemini anlamışsındır. Çok ciddiyiz. O nedenle büyük şakalar yapabiliriz. Baksana, hatların öte yanında kızlar var mı? - Hayır, kızlarla geçirecek zaman yok. - Sana katılmıyorum. İşler ne denli düzensiz olursa hayat da o denli düzensiz olur. Senin işin de çok düzensiz. Ayrıca, saçını kestirmen gerekir. - Saçımı uzadıkça kestiriyorum, demişti Robert Jordan. Saçını Golz'unki gibi kestirirse çok çirkin olurdu. Yüzünü asarak, “Kızlar olmadan da düşünecek şeylerim var” demişti. Sonra, - Nasıl bir üniforma giymem gerekir? diye sormuştu. - Üniforma giymen gerekmez, diye cevap vermişti Golz. “Saçın da iyi. Sana takılıyorum. Senin konumun benimkinden çok ayrı.” - Hiçbir zaman yalnızca kızları düşünüyor olamazsın, demişti. “Ben hiç düşünmüyorum. Niye düşüneyim? Ben Sovyet generaliyim. Hiç düşünmem. Beni düşünme tuzağına düşürmeye kalkışma. Bir masada, bir harita üstünde çalışan biri, Robert Jordan'ın anlamadığı bir dilde bir şeyler homurdanmış, Golz ona İngilizce, “Kes sesini” demişti. “Eğer istersem şaka edebilirim. Şimdi anladın mı?”

10


- Anladım, demişti Robert Jordan. Sonra el sıkışmışlar, Robert Jordan selam verip çıkmış, yaşlı adamın uyuklayarak kendisini beklediği arabaya binmişti. O arabayla Guardarrama'ya gitmişler, yaşlı adam yolda hep uyumuştu. Navacerrada'da, Alpler Kulübü'nün kulübesinde durmuşlar, Robert Jordan burada üç saat kadar uyumuş ve sonra yine yola çıkmışlardı. Robert Jordan'ın, Golz'un yabansı, hiç gülmeyen yüzünü, baykuş benzeri gözlerini, kocaman burnunu, ince dudaklarını, yara izleri ve kırışıklarla dolu tıraşlı başını son görüşü olmuştu. Ertesi akşam, gece karanlığında Escorial'ın dışında, yolda olacaklardı. Karanlıkta, yol boyunca sıralanmış kamyonlara piyade askerleri doluşacak, makineli tüfek birlikleri kamyonun içinde silahlarını dik tutacaklar, uzun araçların arkasından tanklar hareket edecek, hepsi de saldırmak için geçide doğru yola çıkacaklardı. Bunları düşünmemeliydi, bu onun işi değildi. Bunları dü­ şünmek Golz'un işiydi. Kendisinin yapması gereken bir tek iş vardı; çok iyi düşünüp tasarlamalı, bunun dışındaki olayları olduğu gibi kabul etmeli, endişelenmemeliydi. Kaygılanmak, korkmak kadar kötüydü, işleri zorlaştırıyordu. Derenin kıyısına oturmuş, kayalar arasından akmakta olan sulara bakarken, gözüne karşı kıyıda gür bir su deresi yatağı çarptı. Dereyi geçerek iki avuç dolusu suteresi söktü, çamurlu kökleri yıkayıp temizledi, sonra yine torbalarının yanına döndü. Serinletici yeşil yaprakları ve biber tadındaki körpe sapları yedi. Sonra dizlerinin üstüne çöktü, otomatik tabancasını ıslanmaması için belinin arkasına doğru itip, ellerini iki yandaki kayalara dayayarak dereye doğru eğildi ve su içti. Su, ağzını ve içini acıtacak kadar soğuktu. Ellerine dayanarak bu sefer gövdesini geriye doğru itti. Başını çevirdiğinde yaşlı adamın kayalıklardan gelmekte olduğunu gördü. Yanında, yine kara köylü ceket, külrengi pantolon, tabanları ipten ayakkabılar giymiş -bu giysiler o yöre erkeklerinin üniformasıydı sanki- bir adam vardı. Adamın sırtında bir karabina sallanmaktaydı. Başı açıktı. Her ikisi de kayalıklardan aşağı keçiler gibi iniyordu. Adamlar yaklaştığında Robert Jordan ayağa kalktı. Sırtında karabina olan adamı, “Salud Camarada,” diye selamlayarak gülümsedi. Adam isteksizce, -Salud, diye karşılık verdi. Robert Jordan, adamın sakalla kaplı ciddi yüzüne baktı. Yüzü yuvarlaktı; başı da yuvarlak ve omuzları arasına gömülmüş gibiydi. Gözleri küçük ve birbirinden uzaktı; kulakları da küçük ve başına yapışmış gibi duruyordu. Tıknaz, uzun boylu, elleri ve ayakları büyük bir adamdı. Burnu kırılmış, ağzının bir köşesi kesilmişti; üst dudağından yukarı doğru da bir yara izi vardı. Yaşlı adam birlikte geldiği adama gülümseyerek, - Burada patron odur, dedi. Sonra kollarını uzatıp kaslarını şişirerek, karabinalı adama yarı alaylı bir hayranlıkla baktı. “Çok güçlü bir adam” diye ekledi. Robert Jordan gülümsedi; - Görüyorum, dedi. Adamın görünüşünden hoşlanmamıştı, o nedenle gülümseyişi içten değildi. Karabinalı adam, - Kim olduğunu ispatlayacak neyin var? diye sordu. Robert Jordan cep kapağındaki çengelli iğneyi açtı, fanila gömleğinin göğüs cebinden katlanmış bir kâğıt çıkararak adama uzattı. Adam kâğıdı açtı, kuşkuyla göz atıp geri verdi. Robert Jordan, okumayı bilmiyor, diye içinden geçirdi. Adama, - Mühre bak, dedi.

11


Yaşlı adam mührü gösterdi, karabinalı adam parmaklarını mühür üstünde gezdirerek inceledi. - Ne mührü bu? diye sordu. - Daha önce bu mührü hiç görmedin mi? - Hayır. Robert Jordan, “İki tane var” dedi. “Biri AHS, yani Askeri Haberalma Servisi, öteki de Genel İşler.” - Evet, ikinciyi daha önce görmüştüm, dedi. “Burada benden başka kimsenin sözü geçmez, buralar ancak benden sorulur.” Adam asık bir suratla konuşuyordu. “Paketlerde ne var?” Yaşlı adam böbürlenerek, - Dinamit, diye cevap verdi. “Dün akşam hatları karanlıkta geçtik. Bütün gün boyunca da bu dinamitle dağlar aştık.” Karabinalı adam, - Dinamit kullanabilirim, dedi. Kâğıdı Robert Jordan'a uzatırken, onu tepeden tırnağa süzdü. - Evet, dinamit kullanabilirim, diye tekrarladı. “Ne kadar getirdin?” - Dinamiti sana getirmedim, diye cevap verdi. “O dinamit başka bir amaç için. Senin adın ne?” - Adım seni niye ilgilendiriyor? Yaşlı adam, - Adı Pablo, dedi. Karabinalı adam her ikisine de asık suratla baktı. Robert Jordan, “Güzel” dedi, “Seninle ilgili iyi şeyler duydum.” Pablo; - Benimle ilgili neler duydun? diye sordu. - Senin tam bir gerilla önderi olduğunu duydum. Cumhuriyete çok bağlı olduğunu, bağlılığını eylemlerinle ispatladığını, ciddi ve korku bilmez bir insan olduğunu duydum. Sana generalden selam getirdim. Pablo, “Bütün bunları nereden duydun?” diye sordu. Robert Jordan bunları pohpohlamak için söylemediğini izah etti, yörenin hatların ötesinde kalan bölümünü kastederek, “Buitrago'dan Escorial'e kadar bunların konuşulduğunu duydum” dedi. Pablo bu kez, - Ne Buitrago'da ne de Escorial'de kimseyi tanımıyorum, dedi. - Dağların ötesinde, önceleri orada yaşamayan pek çok kişi var, dedi Robert Jordan. - Nerelisin sen? - Avila'lı. Dinamiti ne yapacaksın? - Köprü uçuracağım. - Hangi köprü? - O benim bileceğim iş. - Eğer bu yöredeyse benim bileceğim iş. Yaşadığın yerlere yakın köprüleri kundaklayamazsın. Bir yerde yaşıyorsan eylemlerin başka bir yerde olmalı. Ben işimi bilirim. Bir insan şimdi yaşıyorsa, bir yıl sonra da yaşıyorsa işini biliyor elemektir. Robert Jordan, “Bu benim işim” dedi. “Birlikte bu işi görüşebiliriz. Bize bunları taşımakta yardım etmek ister misin?” Pablo başını olmaz dercesine sallayıp, “Hayır” dedi. Yaşlı adam Pablo’ya döndü, Robert Jordan'ın şöyle böyle anlayabildiği bir şiveyle

12


çabuk çabuk ve öfkeyle bir şeyler söyledi. Quevedo okumak gibi bir şeydi. Anselmo eski Kastil dilinde konuşmuş ve şunları söylemişti: Sen bir hayvansın! Evet, bir canavarsın! Bin betersin! Sende beyin var mı? Hayır, zerresi yok. Çok önemli bir iş için geldik ve sen insanlığın yolu üstüne engeller koyuyorsun. Kendi insanlarının yolu üstüne. Ben şöyleyim de böyleyim de... Baban şudur da budur... Şu çantayı yerden al! Pablo gözlerini indirdi. - Herkes kendine düşeni gerektiği gibi yapmak zorundadır, dedi. “Ben burada yaşıyorum, Segovia'nın ötesine kadar olan topraklar benim denetimimde. Eğer burada bir tedirginlik oluşturursanız buralardan ayrılmak zorunda kalırız. Bizim bu dağlarda yaşayabilmemiz buralarda bir olay çıkmamasına bağlı. Tilkinin kuralı bu. Anselmo acı bir sesle, “Evet” dedi, “Kurda gerek duyduğumuz zaman tilkinin ku­ ralı bu.” Pablo, - Ben senden daha çok kurdum, dedi. Robert Jordan adamın sandığı alacağını anladı. - Hi, hoo... Anselmo ona baktı. - Sen benden daha çok kurtsun ve ben altmış sekiz yaşındayım, dedi. Yere tükürüp başını salladı. Robert Jordan işlerin daha kolaylaştığı kanaatine vardı. - Yaşın bu kadar var mı? diye sordu. - Temmuz'da altmış sekizi dolduruyorum, dedi Anselmo. Pablo, - Eğer o ayı görürsek, diye ekledi. Robert Jordan'a dönerek, - Sandıkları taşımana yardım edeyim, dedi. “İkinciyi de ihtiyara bırak.” Suratını asmadan ama biraz üzüntüyle, “Çok güçlü kuvvetli bir ihtiyardır” dedi. Robert Jordan, - Ben taşırım, dedi. - Yook, diye karşı çıktı yaşlı adam. “Sandığı şu güçlü kuvvetli adama bırak” dedi, Pablo'yu göstererek. Pablo, “Ben alırım” dedi. Adamın asık suratının ardında Robert Jordan'ı tedirgin eden bir üzüntü seziliyordu. O tür üzüntüyü çok iyi tanıyordu Robert Jordan. Adamın üzüntülü yüzü onu endişelendiriyordu. - Öyleyse karabinayı bana ver, dedi. Pablo tüfeği ona uzattı. Ağır yükleriyle yavaş yavaş kayalara tırmandılar. Granit kayalığın üst tarafında, ağaçlar arasında yeşil bir açıklık vardı. Ağır torbalar yerine karabinayı taşıdığı için hafifleyen Robert Jordan küçük çayırlığın kıyısına geldiklerinde, otların yer yer kesilmiş olduğunu gördü. Yere kazıklar çakılmıştı. Otların arasında atların dereye su içmeye götürüldüklerini gösterir izler ve birçok atın geçtiğini düşündürecek denli çok taze gübre vardı. Atları gece otlamaları için buraya bağlamışlardı; gündüz ise ormanda saklıyorlardı galiba. Pablo'nun kaç atı vardı acaba? Pablo'nun pantolonunun diz ve kalça yerlerinin parladığının farkına vardı. Çizmeleri var mı, yoksa şu ayağındaki garip şeylerle mi ata biniyor, diye merak etti. Binicilikle ilgili her türlü araç gereci olmalıydı. Yüzündeki üzüntü ifadesinden hoşlanmadığını düşündü. Üzüntü kötü bir şeydir.

13


Bu tür üzüntü kaçacakları ya da ele verecekleri zaman beliren bir duygudur. Böyle bir üzüntü, satmaya hazırlanırken doğan üzüntüdür. İlerde, ağaçlar arasında bir at kişnedi, sonra da, çamların 'birleşmiş, birbirine girmiş tepe dalları arasından sızan az güneş ışığı altında, ağaç gövdelerine dolanmış iplerin çevrele­ diği bir bölmede atları gördü. Adamlar yaklaşırken atlar başlarını onlara doğru döndürdü. Bir ağacın altına üst üste konmuş eyerler bir muşambayla örtülmüştü. Torbaları taşıyan iki adam durdu. Robert Jordan bunu, kendisinin atlara hayranlıkla bakması için yaptıklarını anladı. - Evet, dedi, “Çok güzeller.” Pablo'ya döndü, “Güzel atların varmış” dedi. Üçü doru, biri kızıl doru, biri de güderi rengi beş at vardı. Robert Jordan atlara teker teker baktı. Pablo'yla Anselmo atların ne denli iyi olduklarını biliyorlardı. Pablo'nun yüzü, atlara övünçle, sevgiyle bakarken daha az üzgündü. Yaşlı adam, atlar, kendisinin sunduğu şaşırtıcı bir armağanmış gibi davranıyordu. Birden, - Onları nasıl buldun? diye sordu. Pablo, - Bunların hepsini ben aldım, dedi böbürlenerek. Robert Jordan onun böbürlenerek konuşmasından hoşlandı. Sonra bir ayağının öne yakın bölümü beyaz sekisi ve alnında beyaz akıtması olan doru aygırı göstererek, - Şu hepsinden iyi bir at, dedi. Gerçekten Velasquez'in tablolarından çıkmış gibi çok güzel bir attı. Pablo. - Hepsi iyidir, dedi, “Atlardan anlar mısın?” - Evet. - İyi, dedi Pablo. “Birinde bir eksiklik görüyor musun?” Robert Jordan şimdi Pablo'nun okumayı bilmediği kâğıtları anlamaya çalıştığını düşündü. Atlar başlarını kaldırmış onlara bakıyorlardı. Robert Jordan, atları iki sıra olarak çevreleyen ipleri aralayarak geçti, güderi rengi atın kalçasına bir şaplak indirdi. Arkasındaki iplere yaslandı, atları tek tek bir daha gözden geçirdi. Atlar sessiz, hareketsiz beklerken, o gözleriyle onları inceledi, sonra eğilerek iplerin arasından dışarı çıktı. Pablo'ya yüzüne bakmadan, - Kızıl dorunun arka ayağı topal, dedi. “Toynak ayrılmış. İyi nallanırsa kötülemez, ama sert yerlerde dolaştırılırsa toynak kırılabilir.” Pablo, - Onu aldığımız zaman toynak bu durumdaydı, dedi. - Atlarının en iyisi şu beyaz yüzlü doru aygır. Onun da inciğinin üstündeki şişkinlik hoşuma gitmiyor. - O bir şey değil, dedi Pablo. “Üç gün önce bir yere çarptı. Önemli olsaydı şimdiye ortaya çıkardı.” Katranlı muşamba örtüyü kaldırarak eyerleri gösterdi. İki tane Amerikan sığırtmaç tipi, elde işlenmiş deriden, çok ağır, yüksek kaşlı, üzengili eyer, iki tane de siyah deriden asker tipi eyer vardı. Asker tipi eyerlerin varlığını açıklamak için, - İki guardia civil öldürdük, dedi. Sivil Muhafız; - Büyük oynamışsınız. - Segovia ile Santa Maria del Real arasındaki yolda durmuşlardı. Oradan geçmekte olan bir arabanın sürücüsünün kâğıtlarını sormak için atlarından inmişlerdi. Atları yaralamadan onları öldürmeyi başardık. - Çok sivil muhafız öldürdünüz mü? Diye sordu Robert Jordan.

14


- Bir çok, diye cevap verdi Pablo. “Fakat atlarını yaralamadan öldürdüklerimiz yalnızca bunlar.” Anselmo, - Arevalo'daki treni kundaklayan Pablo'ydu, dedi. “Pablo'ydu o” diye yineledi. - Bombaları yerleştiren bir yabancı vardı benimle, dedi Pablo. “Tanır mısın?” - Adı neydi? - Hatırlayamıyorum. Seyrek rastlanan bir adı vardı. - Görünüşü nasıldı? - Senin gibi, sarışın. Çok uzun değil. İri elleri vardı ve burnu da kırıktı. Robert Jordan, - Kaşkin, dedi, “Kaşkin olabilir.” - Evet, dedi Pablo. “Az rastlanan bir ad. Buna benzer bir addı. Ne yapıyor şimdi?” - Nisan ayında öldü. Pablo karamsar bir sesle. - Herkesin başına gelen bu, dedi ve ekledi: Hepimizin sonu bu olacak. Anselmo, “İnsanoğlunun kaderi bu” dedi. “İnsanoğlunun sonu hep bu. Peki, senin neyin var? Miden nasıl?” - Her şey iyi, dedi Pablo. Sanki kendi kendine konuşuyordu. Karamsarlıkla atlara baktı. “Atlar çok güçlü” dedi. “Ne kadar güçlü olduklarını görmüyor musun? Onların gün geçtikçe daha güçlendiklerini ve daha iyi silahlandıklarını görüyorum. Hep daha çok malzemeleri var. Bense şu atlarla buradayım. Gelecekten bir beklentim yok? Kovalanıp ölmekten başka?” Anselmo, “Sen kovalandığın kadar kovalıyorsun da” dedi. - Hayır, dedi Pablo. “Artık değil. Sonra şu da var: Bu dağları bırakırsak nereye gidebiliriz? Söyle bana, nereye?” - İspanya'da pek çok dağ var. Sierra Gredos var. Buradan ayrılırsan oraya gidersin. - Ben değil, dedi Pablo. “Kovalanmaktan bıktım. Burada iyiyiz. Eğer köprüyü uçurursanız bizi burada bulurlar. Üstümüze uçak gönderirler. Mağribileri buraya gönderirlerse yakalanırız. Onları göndermeden biz buralardan gitmeliyiz... Bütün bunlardan bıktım, duyuyor musunuz? Bıktım.” Robert Jordan'a döndü. “ -Senin, bir yabancı olarak, gelip ne yapacağımızı söylemeye ne hakkın var?” Robert Jordan, “Ben sana ne yapacağını söylemedim ki” dedi. - Ama söyleyeceksin. İşte kötülük burada, dedi Pablo. Bir yandan da atlara bakarken yere koydukları torbaları gösterdi. Robert Jordan'ın atlardan iyi anladığını görmek dilinin çözülmesine neden olmuştu. Üçü de atları çevreleyen iplerin yanında duruyorlardı. Ağaçların arasından süzülen güneş, gölgeler arasında doru aygır üstünde parlamaktaydı. Pablo ona bakarken, bir yandan da ayağıyla ağır torbayı itti. - Kötülük burada, diye yineledi. Robert Jordan, - Ben buraya yalnızca görevimi yapmaya geldim, dedi. “Savaşı yönetenlerin emriyle geldim. Senden yardım istersem, yardım etmeyi kabul etmeyebilirsin. O zaman ben yardım edecek başkalarını bulurum. Daha senden bana yardım etmeni istemedim bile. Ben bana verilen emirleri yerine getiriyorum; sana ancak bu işin ne denli önemli olduğunu söyleyebilirim. Yabancı oluşuma gelince, bu benim suçum değil. Burada doğmuş olmayı ben de isterdim.”

15


- Benim için şu anda en önemli şey, tedirgin edildiğimiz, dedi Pablo. “Şu sıra en önemli görevimse benimle birlikte olanlara ve kendime karşı olan görevim.” Anselmo söze karıştı. - Kendine, evet. Uzun bir süreden sonra kendine ve atlarına olan görevin. Atların olduğu sürece yanımızda yer alacaksın. Şimdi sen bir kapitalistsin. Pablo, “Bu doğru değil” diye karşı çıktı. “Atları gerektiği zaman kullanıyorum.” Anselmo somurtarak, - Çok seyrek, diye cavap verdi. “Bana göre çok seyrek. Sen atları hırsızlık yapmak, iyi yemek yemek ve adam öldürmek için bulunduruyorsun. Savaşmak için değil.” - Sen, dilinin derdini çekecek bir ihtiyarsın! Anselmo bu sözlere, “Ben kimseden korkusu olmayan bir ihtiyarım” diye cevap verdi. Sonra da “Ayrıca atlan olmayan bir ihtiyarım” diye ekledi. - Sen sonu yakın olan bir ihtiyarsın. - Ben ölene dek yaşayacak olan bir ihtiyarım. Tilkilerden de korkmuyorum, dedi Anselmo. Pablo hiçbir şey demeden yerden torbayı aldı. Anselmo da ikinci sandığı alırken, - Kurtlardan da korkmuyorum, eğer sen kendini kurt sayıyorsan! dedi. Pablo ona, “Kapa çeneni” diye çıkıştı. “Sen çenesi düşük bir ihtiyarsın.” Anselmo, yükünün altında iki büklüm, “Yapacağım dediğini de yapan biriyim” dedi. “Ayrıca da şimdi karnım aç. Susadım da. Haydi yola düş asık suratlı gerilla önderi. Bir şeyler yiyebileceğimiz bir yere götür bizi.” Robert Jordan bu başlangıcın oldukça kötü olduğunu düşündü. İyi oldukları zaman bunlardan iyisi yoktur, ama kötü oldukları zaman da bunlardan kötüsü yoktur. Anselmo’nun kendisini buraya getirirken ne yaptığını bildiğini düşündü. Fakat bu olanlardan hiç hoşlanmadığı da bir gerçekti. Tek iyi işaret ise Pablo'nun sandığı taşıyıp karabinayı kendisine vermesiydi. Robert Jordan, belki de hep böyledir, diye düşündü, belki de hep karamsar olan insanlardandır. “Hayır” dedi sonra kendi kendine. Kendini aldatmaya gerek yok. Bu adamın geçmişini bilmiyorsun; oysa hızla kötüye gittiğini ve bunu saklamaya gerek görmeden yaptığını biliyorsun. Saklamaya başladığı zaman bir karar vermiş olacak. Hatırla, bunu kendisi söyledi. Fakat atlar çok iyi diye düşündü. Çok güzel atlar. O atların Pablo'ya verdiği övüncü bana ne verebilir acaba? Yaşlı adam haklıydı. Atlar onu varlıklı yapmıştı ve varlıklı olur olmaz da hayatın tadını çıkarmaya baktı. Yakında düş kırıklığına uğrayacak, çünkü Jokey Kulübü’ne üye olamayacak. Olamaz herhalde, diye düşündü. Bu düşünce onu biraz olsun ferahlattı. Ağaçlar arasında iki büklüm yürümekte olan iki adamın sırtlarındaki yüke bakarak gülümsedi. Gün boyunca hiç şaka yapmamıştı, şimdi yapınca kendini daha iyi hissetti. Kendi kendine, ötekiler gibi olacaksın, sen de kendini karamsarlığa kaptırıyorsun, diye düşündü. General Golz'la birlikte olmak onu elbette biraz ciddi, biraz da karamsar yapmıştı. İş onu biraz bunaltmıştı. Ayrılmadan önce Golz neşeliydi, onun da neşeli olmasını istemişti. Ama Robert Jordan neşelenememişti. Aslında neşeli olmak en iyisiydi, ayrıca da bir şeylerin işaretiydi. Şöyle bir baktığınız zaman en neşelilerin en iyi durumda olduklarını görürsünüz. Sonra düşüncelerden arındı. Haydi eski yoldaş, şimdi bir köprü kundakçısısın, bir düşünür değilsin. Açım, diye düşündü; umarım Pablo iyi yemek yemeyi sever diye geçirdi aklından.

16


2. Bölüm Ormandan çıkıp küçük vadinin fincan biçimindeki üst bölümüne gelmişlerdi. Kampın, ağaçlar arasında yükselen kayanın altında olabileceğini düşündü. Kamp tam düşündüğü yerdeydi ve iyi bir kamptı. Çok yakınına gelene dek onu görmek imkansızdı. Robert Jordan kampın havadan da görülemeyeceğini düşündü. Yukarıdan hiçbir şey görülemezdi. Bir ayı ini kadar gözlerden uzaktı. Fakat ayı ininden daha iyi korunuyordu. Öndekiler yukarı doğru tırmanırken, o dikkatle kampa baktı. Kayanın altında geniş bir mağara vardı. Mağaranın girişinde ise bacaklarını öne doğru uzatmış oturan bir adam elindeki bıçakla bir değnek yontmaktaydı. Onların geldiklerinin farkına varınca şöyle bir göz attıktan sonra değneğini yontmayı sürdürdü. Sonra, - Hola, dedi oturan adam. “Bunlar da kim?” Pablo, - Bir ihtiyarla bir kundakçı, dedi, sonra sırtındaki yükü mağaranın giriş kısmına bıraktı. Anselmo da yükünü yere indirdi. Robert Jordan'sa tüfeğini omzundan alarak kayaya dayadı. Değnek yontmakta olan adam, - Onu mağaranın bu denli yakınında bırakma, içeride ateş yanıyor, dedi. İşlenmiş deri renginde esmer, yakışıklı, tembel bir Çingene yüzü ve mavi gözleri vardı. Pablo, - Yerinden kalk da sen uzağa koy, dedi. “Ağacın yanına bırak.” Çingene kıpırdamadı, mırıldanıp durdu sonra da, - Orada bırak, sonra kendini havaya uçur, dedi tembel tembel. “Böylece hastalıklarından kurtulmuş olursun.” Robert Jordan Çingene'nin yanına oturdu. - Ne yapıyorsun? diye sordu. Çingene elindekini gösterdi. Kapan yapmaktaydı. Üste yerleştireceği çubuğu yontmaktaydı. - Tilkiler için, dedi. “Üstüne kütük yerleştiriyorsun. Ölümcül bir tuzak. Kütük kemiklerini kırar.” Jordan'a sırıtarak baktı. “Bak, işte böyle” diyerek tuzağın nasıl kapandığını, kütüğün nasıl düştüğünü gösterdi. “Çok kullanışlı” dedi. Anselmo, “Tavşan da yakalar” dedi, “Çingene o, tavşan yakalar, tilki yakaladığını söyler. Tilki yakalarsa fil yakaladığını söyleyecek.” Çingene beyaz dişlerini göstererek sırıttı, Robert Jordan'a göz kırptı. - Ya fil yakalarsam? diye sordu. Anselmo, - O zaman da tank yakaladığını söyleyeceksin, diye karşılık verdi. - Bir tank yakalayacağım ama, dedi Çingene. “Er geç bir tank ele geçireceğim. O zaman sen de istediğini söyleyebilirsin.” Anselmo, “Çingeneler çok konuşur, az öldürür” dedi. Çingene tekrar Robert Jordan'a göz kırparak elindekini yontmayı sürdürdü. Robert Jordan yiyecek vereceklerini ummuştu. Mağaranın içinden yemek kokusu, yağ, soğan ve kızarmakta olan et kokusu geliyordu. Açlıktan midesi kazınıyordu.

17


- Bir tank ele geçirebiliriz, dedi Çingene'ye. “Zor bir iş değil.” - Bununla mı? diye sordu Çingene. - Evet, dedi Robert Jordan. “Sana öğretirim. Bir tuzak kurarsın, zor değil.” - Sen ve ben mi? - Elbette, dedi Robert Jordan, “Niye olmasın?” Çingene, Anselmo'ya dönerek, - Hey, dedi, “Şu torbaları sağlam kalacakları bir yere çeksen ha? Çok değerli onlar.” Anselmo homurdandı, Robert Jordan'a. - Ben içki almaya gidiyorum, dedi. Robert Jordan kalktı ve torbaları mağaradan çıkardı. Sonra bir ağaç gövdesinin iki yanına dayadı. Torbaların içindekilerden ötürü yan yana durmalarını istemiyordu. Çingene, Anselmo'ya, “Bir tas da bana ver” dedi. Robert Jordan tekrar Çingene'nin yanına oturdu. - Şarap var mı? diye sordu. - Niye olmasın ki? Bir tulum dolusu. Yarım tulum dolusu var. - Yiyecek bir şey de var mı? - Burada her şey var, dedi Çingene. “Biz burada generaller gibi yemek yeriz.” - Çingeneler savaş sırasında ne yaparlar? diye sordu Robert Jordan. - Çingene olmayı sürdürürler. - İyi bir iş. - En iyi iş. Senin adın ne? - Roberto, ya seninki? - Rafael. Şu tank işi ciddi mi? - Elbette. Neden olmasın? Bu sırada Anselmo mağaranın ağzında, taştan oyulmuş, şarap dolu derin bir kapla göründü. Parmaklarında asılı üç şarap tası vardı. - Bak, dedi. “Şarap maşrapaları bile var. Her şeyleri var.” Anselmo'nun arkasından Pablo da dışarı çıktı. - Yemek yakında hazır olur, dedi. “Tütünün var mı?” Robert Jordan yerinden kalkıp torbalara gitti, bir tanesini açtı, elleriyle yokladı. Golz'un karargahından aldığı Rus sigaralarıyla dolu yassı kutuyu buldu. Baş parmağını paketin çevresinde dolandırdı, kapağı açtı. Yarım düzine kadar sigara alıp Pablo'ya uzattı. Pablo, sigaraları koskocaman avucuna aldı, bir sigara alıp ışıkta baktı. Uzun, ince, ağza alınacak bölümleri bantlı sigaralardı. - Bunları biliyorum, dedi. “Çok hava, az tütün. O adı az rastlanır askerde de vardı bunlardan.” Robert Jordan, - Kaşkin, dedi. Anselmo'ya ve Çingene'ye de sigara uzattı. Birer tane aldılar. - Daha alın, dedi Robert Jordan. Birer tane daha aldılar. Robert Jordan her birine dörder tane daha verdi. Sigaraları aldıkları elleriyle ikişer ikişer tutuşarak, sigara vereni, silahşörler gibi selamlayıp teşekkür ettiler. Anselmo bir maşrapayı şarap çömleğine daldırarak doldurdu, Robert Jordan'a uzattı. Sonra da kendisi ve Çingene için birer tas daldırdı. Pablo, - Bana şarap yok mu? diye sordu. Anselmo ona kendi maşrapasını uzattı ve bir başka maşrapa almak için mağaraya girdi. Geriye döndüğünde kendi maşrapasını da daldırıp doldurdu. Pablo, - Yemek az sonra geliyor, dedi. “Şu adı çok acaip olan yabancı nasıl öldü?”

18


- Yakalanmıştı, kendini öldürdü. - Nasıl oldu? - Yaralıydı. Esir olmak istemedi. - Ayrıntıları da anlatsana... - Bilmiyorum, diye yalan söyledi. Ayrıntıları çok iyi biliyordu fakat şu sıra bunları anlatmak iyi olmazdı. Pablo, - Tren işinde, eğer yaralanırsa ve kaçabilecek durumu olmazsa kendisini vurmamız için bizden söz almıştı, dedi. “Çok değişik bir konuşması vardı.” Robert Jordan, o zaman da sinirleri bozukmuş, diye düşündü. Açması Kaşkin. Pablo, - Kendini öldürmeye karşıydı, dedi. “Ayrıca da kendisine işkence yapılır diye çok korkuyordu.” Robert Jordan, - Bunu da söyledi mi sana? - Evet, dedi Pablo. “Hepimize söyledi bunları.” - Trende sen de var mıydın? - Evet. Hepimiz vardık, dedi Pablo. “Çok değişik bir konuşması vardı, fakat çok gözü pek biriydi.” Robert Jordan, Açması Kaşkin, diye düşündü. Buralarda yarardan çok zararı olmuş. Bu denli sinirli olduğunu keşke daha önce bilseydim. Onu bu işten çekmeliydiler. Bu tür işler yapan kişiler böyle konuşmamalı. Görevlerini yerine getirseler bile böyle konuşmakla yarardan çok zararları oluyor. Robert Jordan, - Biraz değişik bir insandı, bence biraz da çılgındı, dedi. Çingene, - Fakat patlayıcıları yerleştirirken eli çok çabuktu ve çok gözü pekti, dedi. - Fakat çılgındı, diye yineledi Robert Jordan. “Bu işte çok akıllı ve soğukkanlı olmak zorundasın. Söylemiş oldukları, söylenecek şeyler değil.” Pablo - Peki, ya sen? Bu köprü işinde yaralanırsan sağ kalmak ister miydin? diye sordu. Robert Jordan eğilerek maşrapasına şarap doldurdu ve sonra, - Dinle, dedi. “Beni iyi dinleyin. Eğer ben kimi kişilerden iyilik isteyeceksem iyi bir zaman seçerim.” Çingene onaylayarak, - Güzel, dedi. “Öyleyse güzel şeylerden konuşalım. Ah, işte yemek geliyor.” Pablo, - Sen yedin, dedi. Çingene, - Daha iki katını yiyebilirim, dedi. “Bak kim getiriyor!” Elinde büyük, demir bir yemek tepsisi taşımakta olan kız mağaradan çıkarken eğildi. Robert Jordan kızın yüzünü belli bir açıdan gördü ve biraz yabansılığının farkına vardı. Kız gülümseyerek, “Hola yoldaş” diye Robert Jordan'ı selamladı. Robert Jordan da “Salud”la karşılık verdi. Kıza çok dikkatle bakmamaya, ayrıca bir başka yana da bakmamaya özen gösterdi. Kız, tepsiyi onun önüne koyarken Robert Jordan kızın kahverengi, güzel ellerini fart etti. Kız, Robert Jordan'ın doğrudan doğruya yüzüne bakarak gülümsedi. Dişleri beyaz, yüzü, teni ve gözleri koyu kumral, sarımsı kahverengiydi. Şakak kemikleri yüksek, dudakları dolgundu. Gözlerinin içi gülüyordu adeta. Güneşte

19


yanıp koyulaşmış sarımsı kahverengi bir buğday tarlasını andıran kısa kesilmiş saçlarının boyu kunduz tüyleri kadardı. Robert Jordan'ın yüzüne bakarak gülümsedi, eli ile saçlarını düzeltti. Güzel bir yüzü var, diye düşündü Robert Jordan. Saçlarını böyle kırpmasalardı çok güzel görünecekti. Kız, Robert Jordan'a, “Böyle tarıyorum” diyerek güldü. - Haydi yemeğini ye. Bana bakıp durma. Saçımı Valladolid'de böyle kestiler. Uzadı bile. Robert Jordan'ın karşısına oturup ona baktı. - Tabak yok, dedi. “Bıçağını kullanacaksın.” Kız tepsiye dört çatal koymuştu. İspanyol töreleri uyarınca hep beraber ve hiç konuşmadan yiyorlardı. Soğan ve yeşil biberle tavşan pişirmişlerdi, yanında da salçalı nohut vardı. Yemekler iyi pişirilmişti, tavşan eti kemiklerden ayrılıyordu. Robert Jordan yemek yerken bir tas daha şarap içti. Yemek boyunca kız ona baktı. Herkes onun yemeğine ve yemek yiyişine bakıyordu. Robert Jordan son damla salçayı da bir parça ekmekle sıyırdıktan sonra tavşan kemiklerini bir yana topladı, kemikleri aldığı yerde kalan salçayı da çatalına geçirdiği bir parça ekmekle sıyırdı, bıçağı yana koyarak ekmeği yedi. Geriye yaslanarak tasta kalan şarabı da içti. Bu arada kız hep onu izledi. Robert Jordan yarım maşrapa şarabı bir içtikten sonra, “Adın ne?” diye sordu kıza. Pablo, Robert Jordan'ın sesinin tınısını duyunca dönüp ona baktı. Sonra da yerinden kalkıp oradan uzaklaştı. - Maria. Seninki? - Roberto. Uzun süreden beri mi dağlardasın? - Üç aydan beri. - Üç ay mı? Kızın saçına baktı. Kız saçından utanarak elini başına götürdü. Saçı gür, kısa ve kıvır kıvırdı; tıpkı bir tepenin yamacındaki buğday tarlası gibi. - Saçlarım dipten kesilmişti. Valladolid'deki hapishanede başımı sık sık tıraş ederlerdi. Üç ayda bu kadar uzadı ancak. Trendeydim. Bizi güneye götürüyorlardı. Tren kundaklanınca tutukluların çoğu yeniden yakalandı, ama ben kaçabildim. Bunlarla geldim. Çingene, - Onu kayalıklarda saklanırken buldum, dedi. “Uzaklaşıyorduk. Aman Allah, nasıl çirkindi! Yanımıza aldık, ama birçok kez onu bırakmalıydık, diye düşünmüşümdür.” Maria, - Trende onlarla birlikte olan adama ne oldu? Sarışın yabancıya? O nerede? diye sordu. Robert Jordan, - Öldü, dedi. “Nisanda” - Nisanda mı? Ama tren olayı da nisandaydı. - Evet, dedi Robert Jordan. “Tren olayından on gün sonra öldü.” Kız, - Zavallı adam, dedi. “Çok gözü pek bir adamdı. Sen de öyle bir iş mi yapıyorsun? ”

20


- Evet. - Sen de tren kundakladın mı? - Evet. Üç tren kundakladım. - Burada mı? - Estremadura'da. Buraya gelmeden önce Estremadura'daydım. Orada çalışan çok arkadaşımız var. - Şimdi niye bu dağlara geldin? - Öteki sarışın adamın yerini aldım. Ayrıca direnişten önce de ben buraları bilirim. - İyi mi biliyorsun? - Çok iyi değil fakat çabuk öğrenirim. İyi bir haritam ve iyi bir yol göstericim var. - Yaşlı adam mı? diye sordu kız. “İhtiyar çok iyidir.” Anselmo, - Teşekkür ederim, dedi. O zaman Robert Jordan kendisiyle kızın yalnız olmadıklarını anladı. Ayrıca kızın yüzüne bakmasının çok zor olduğunu, çünkü onun yüzüne bakarken sesinin değişmesine engel olamadığını fark etti. İspanyolca konuşan halkla iyi geçinmenin iki yolu vardı: Erkeklere tütün vermek ve kadınlarla ilgilenmemek. Halbuki o ikinci kuralı ihlal ediyordu. Birden bu kuralları hiç umursamadığının farkına vardı. Umursamaması gereken onca şey varken bunu niye umursayacaktı? Maria'ya, - Çok güzel bir yüzün var, dedi. “Saçın kesilmeden önce seni görebilseydim keşke!” - Uzar, dedi kız. “Altı ay içinde epey uzar.” - Onu trenden getirdiğimiz zaman görecektin. Öylesine çirkindi ki... Robert Jordan, - Kimin kadınısın? diye sordu. Sonra da kızın ağzından laf almaya çalıştı. “Pablo'nun mu?” Kız ona bakıp güldü. Robert Jordan'ın dizine bir şaplak indirdi. - Pablo'nun mu? Sen Pablo'yu gördün mü? - Peki, o zaman Rafael'in. Rafael'i gördüm. - Hayır, Rafael'in de değil. Çingene söze karıştı, - Kimsenin, dedi. “Çok değişik bir kadın bu. Kimsenin değil. Ama iyi yemek yapıyor.” Robert Jordan, - Gerçekten kimsenin değil misin? diye sordu. Kız, “Kimsenin, kimsenin. Ne şakacıktan, ne de ciddi olarak kimsenin değilim. Senin de değilim” dedi. - Değil misin? dedi Robert Jordan ve yeniden boğazı düğümlendi. - İyi. Zaten hiçbir kadın için zamanım yok, doğrusu bu. - On beş dakikan da mı yok? diye takılarak sordu Çingene. “Bir saatin dörtte biri kadar?” Robert Jordan cevap vermedi. Kıza, Maria'ya baktı ve boğazı düğümlendi, konuşmak için kendine güvenemedi. Maria ona bakarak güldü, sonra birden kızardı fakat ona bakmayı sürdürdü. Robert Jordan ona, - Kızardın, dedi. “Sık sık kızarır mısın?” - Hayır hiç kızarmam.

21


- Ama şimdi kızardın. - Öyleyse mağaraya girmeliyim. - Burada kal Maria. - Hayır, dedi kız ve ona gülümsemedi. “Mağaraya girmeliyim.” Yemek yedikleri tepsiyi ve dört çatalı aldı. Tıpkı bir tay gibi, genç bir hayvanın güzelliği ve inceliğiyle yürüyordu. - Tasları istiyor musunuz? diye sordu. Robert Jordan hâlâ ona bakmaktaydı. Kız yine kızardı. - Yapma, dedi. “Kızarmaktan hoşlanmıyorum.” Çingene, “Tasları bırak” dedi. Kaplardan birini şarapla doldurarak Robert Jordan'a uzattı. Robert Jordan, elindeki ağır tepsiyle eğilerek mağaraya girmekte olan kıza bakıyordu. Çingene'ye, - Teşekkür ederim, dedi. Sesi doğal tınısına kavuşmuştu. “Bu son olsun, yeterince içtik.” - Şu kaptakini bitirelim, dedi Çingene. “Tulumun yarısından çoğu dolu. O tulumu buraya atla taşıdık.” Anselmo, - Pablo'nun son talanıydı, dedi. “Ondan sonra hiçbir şey yapmadı.” Robert Jordan, - Kaç kişisiniz? diye sordu. - Yedi kişiyiz, iki de kadın var. - İki mi? - Evet. Pablo'nun Mujer'i. - O nerede? - Mağarada. Kız pek yemek pişirmeyi bilmez. Az önce onu sevindirmek için iyi yemek pişirdiğini söyledim. O genellikle Pablo'nun Mujer'ine yardım eder. - Peki, o nasıl? Pablo'nun Mujer'i ? - Bir barbar, diye sırıttı Çingene. “Barbarın dik âlâsı. Pablo'nun çirkin olduğunu düşünüyorsan asıl, kadını göreceksin. Fakat yürekli kadın. Pablo'dan yüz kat daha yürekli. Ama tam bir yabani.” Anselmo, - Pablo da başta yürekliydi, dedi. “Başlangıçta ciddi bir adamdı Pablo.” Çingene, - Koleradan daha çok adam öldürdü, dedi. “Direniş'in başlangıcında tifodan daha çok adam öldürdü.” - Fakat uzun zamandır bir şey yok. Epeydir böyle gevşek. Ölmekten çok korkuyor. Çingene bir düşünür edasıyla, - Belki de başlangıçta çok adam öldürdüğü için, dedi. “Vebadan daha çok insan öldürdü.” Anselmo, - Evet. Bir de zenginlik, dedi. “Çok içki içiyor. Şimdi artık bir matador gibi emekliye ayrılmak istiyordur. Bir boğa güreşçisi gibi. Fakat emekliye ayrılamıyor. ” - Eğer hatların öte yanına geçerse, atlarını da kendisini de orduya alırlar, dedi Çingene. - Doğrusu oduya katılmayı ben de istemem. Anselmo,

22


- Hiçbir Çingenede böyle bir istek yok zaten, dedi. - Niye olsun ki? diye sordu Çingene. “Kim orduya katılmak ister? Biz devrimi orduya katılalım diye mi yapıyoruz? Ben savaşmaya hazırım, ama orduya katılmak istemem.” Robert Jordan sordu: - Ötekiler nerede? Şarabın etkisiyle uykusu gelmiş, gevşemiş, yere uzanmıştı. Sırtüstü yattığı yerden ağaçların tepelerini, dağların doruklarında parlak İspanyol semalarında dolaşan öğleden sonra bulutlarını görebiliyordu. - İkisi mağarada uyuyor, dedi Çingene. “İkisi yukarıda, silahın olduğu yerde nöbet tutuyor. Biri de aşağıda nöbette. Belki de hepsi uyuyordur” Robert Jordan yan döndü. - Yukarıdaki nasıl bir silah? - Az rastlanır bir adı var, dedi Çingene. “Şimdi aklıma gelmiyor. Bir makineli tüfek.” Robert Jordan otomatik bir tüfek olmalı diye düşündü. - Ağır bir silah mı? diye sordu. - Tek adam taşıyabilir ama, ağır. Katlanabilen üç ayağı var. Şaraptan önceki son baskında ele geçirmiştik. - Ne kadar merminiz var? - Pek çok. Sayısız. Anlatılamaz ağırlıkta bir sandık dolusu. Beş yüz çember kadar olmalı diye düşündü Robert Jordan, - Falya tavası mı var, yoksa kayıştan mı alıyor mermileri? - Silahın üstündeki yuvarlak demir tavlalardan. Robert Jordan, Lewis tüfeği olmalı diye düşündü. Yaşlı adama, - Makineli tüfekler hakkında ne kadar bilgin var? diye sordu. Anselmo, “Hiç” dedi. - Ya senin? diye Çingene'ye sordu. - Çok çabuk art arda ateş ettiğini, sonra çok ısınıp da dokununca elini yaktığını, diye cevap verdi Çingene böbürlenerek. Anselmo, “Onu herkes bilir” dedi, yukarıdan bakarak. - Olabilir, dedi Çingene. “Fakat o bana mâgulna hakkında ne bildiğimi sordu, ben de anlattım.” Sonra ekledi: Ayrıca da bildiğimiz tüfekten bir değişikliği var. Tetiğe bastığın sürece durmadan ateş eder. - Sıkışmadıkları, mermileri bitmediği, ya da çok ısınıp erimedikleri sürece, diye ekledi Robert Jordan, İngilizce konuşarak. Anselmo, “Neler söylüyorsun?” diye sordu. Robert Jordan, - Hiçbir şey, diye cevap verdi, “İngilizce olarak geleceği okuyordum.” Çingene, - Sık rastlanan bir şey değil bu, dedi. “İngilizce olarak geleceği okumak. El falına da bakar mısın?” Robert Jordan, - Hayır, diyerek şarap tasını çömleğe bir daha daldırdı. “Sen bakabiliyorsan elime bakıp üç gün içinde başıma gelecekleri söylemeni isterdim.” Çingene, - Pablo'nun Mujer'i el falı biliyor, dedi. “Fakat çok sinirli ve alıngan. Bakar mı bilmiyorum.”

23


Robert Jordan doğrulup bir yudum şarap içti. - Haydi şimdi Pablo'nun Mujeri'ni görelim, dedi. “O denli kötüyse bir an önce kurtulalım.” Çingene, - Onu tedirgin etmek istemem. Benden nefret ediyor, dedi. - Niye? - Bana sanki boş gezenin boş kalfasıymışım gibi davranıyor. Anselmo alayla, - Ah, ne haksızlık! dedi. - Kız Çingenelere karşı! Anselmo yine, “Ne büyük yanlış!” dedi. Rafael, - İyi de, onda da Çingene kanı var, dedi. “Ne söyleyeceğini iyi biliyor.” Sırıtarak güldü ve “Boğa kırbacı gibi yakan ve ısıran bir dili var. Bu dille herkesten uzak durmalı. İnanılmaz derecede yabani bir kız” diye devam etti. Robert Jordan, - Peki, Maria'yla nasıl geçiniyor? diye sordu. - İyi. Onu seviyor, biri ona yakınlık duyacak olsa... Başını sallayarak dilini şaklattı. Anselmo da, - Kızla çok iyi ilgileniyor, dedi. “Ona iyi göz kulak oluyor.” Rafael, - Tren baskınında bulup getirdiğimiz zaman kız çok tuhaf davranıyordu, dedi. “Hiç konuşmuyor, sürekli ağlıyordu. Biri ona dokunsa ıslak bir köpek gibi titriyordu. Aradan zaman geçince biraz düzeldi. Bugün çok iyiydi. Az önce seninle konuşurken çok, çok iyiydi. Tren baskınından sonra onu bırakabilirdik. O sırada öylesine çirkin, değersiz, zavallı biri için geç kalmaya değmezdi. Fakat yaşlı kadın onu bir iple bağladı; kızın yürüyecek gücü yoktu. Yürüsün diye kadın ona ipin ucuyla vuruyordu. Kızın gücü tümüyle tükenince yaşlı kadın onu omzunda taşıdı. O yorulunca ben taşıdım. Şu katır tırnakları ve süpürge otlarıyla kaplı tepeye çıkıyorduk. Ben de yorulunca onu Pablo taşıdı. Yaşlı kadın bize ne yapacağımızı, onu kimin taşıyacağını söylüyordu. O günü düşünerek başını salladı. “Bacakları uzun ama kız gerçekte hiç ağır değil” dedi. - Kemikleri hafif ve kilosu azdı, fakat onu taşımak yine de zordu. Sırtta taşınmak için ağırdı. Ara sıra ateş etmek için durduğumuzda yaşlı kadın Pablo'nun tüfeğini alıyor, kızı taşıması için iple ona vuruyordu. Pablo kızı yere bıraktığında kadın ona sövüyor, onun tüfeğini dolduruyor bir yandan da kızı taşıması için zorluyordu. Gece olunca rahatladık. Allah'tan atlılar yoktu.” Anselmo, Robert Jordan'a, - Tren işi çok zor olsa gerek. Ben orada değildim, dedi. “Pablo'nun ve El Sordo'nun çeteleri gitmişti. El Sordo'yu bu gece, göreceksin. İki çete daha vardı. Onlar da bu dağlardan. O günlerde ben hatların öte yanına geçmiştim.” Çingene, - Adı az rastlanır sarışın askerden başka, diye başladı. - Kaşkin. - Evet. O adı hiç söyleyemiyorum. İki kişi vardı bizimle, biri makineli tüfekli. Onları ordu göndermişti. Makineliyi taşıyamadılar, sonunda yitirdiler. Makineli, kızdan daha ağırdı, çekmezdi elbette. Ama eğer bizim yaşlı kadın onlarla olsaydı

24


makineli tüfeği yitirmezlerdi.” O günü düşünerek başını salladı. - Patlama olduğu anda gördüklerimi o güne kadar hiç mi hiç görmemiştim. Tren yaklaşıyordu. Geldiğini uzaktan görmüştük. Bir heyecanlandım, bir heyecanlandım ki anlatamam. Önce buharı göründü. Sonra düdüğünü duyduk. Sonra çuh çuh-çuh diye büyüye büyüye yaklaştı. Sonra, tam patlama anında, lokomotifin ön tekerlekleri havaya kalktı, yer sanki koskocaman bir bulut içinde havaya uçtu, bir homurtu, bir gürültü... Sonra lokomotif toprak bulutunun içine doğru yükseldi. Tahta parçaları sanki korkulu bir düşteymiş gibi havada uçu­ şuyordu. Lokomotif daha sonra, yaralı, iri bir hayvan gibi böğrü üstüne düştü. Sonra bir patlama... Beyaz bir buhar yükseldi. Üstümüze toprak yağıyordu. Toprak yağmuru durur durmaz bizim Maquina tat-tat-tat diye konuşmaya başladı.” Çingene sıkılmış yumruklarını, baş parmağını makineli tüfeğin tetiğine basıyormuş gibi yaparak bir aşağı bir yukarı indirip kaldırıyordu. “Ta! Ta! Tat! Tat! Tat! Ta! ömrümde böyle bir şey görmedim. Trenden, askeri birlikler kaçışıyor, Maquina ateş ediyor, onlar patır patır dökülüyordu. O anda coşkuyla elimi Maquina'nın üstüne koydum ve namlunun ateş gibi yandığını fark ettim. O anda yaşlı kadın yüzüme bir şamar indirdi. (Ateş et çılgın! Ateş et yoksa beynini dağıtırım!) dedi. Sonra ateş etmeye başladım fakat silahı düzgün tutmam çok zordu. Askerler tepeye doğru kaçışıyordu. Daha sonra, alınacak bir şey var mı diye trene bakmaya gittiğimizde, bir subayın elinde tabancasıyla askerleri bize saldırmaya zorladığını gördük. Tabancasını sallıyor, bağırıyordu. Hepimiz onu vurmaya çalışıyor fakat vuramıyorduk. Sonra kimi askerler yere yatıp ateş etmeye başladı. Subay elinde silahıyla onlara doğru yürüdü, arkalarına geçti, fakat biz onu vuramıyorduk. Maquina'yla da ateş edemiyorduk. Subay yerde yatmakta olan iki askere ateş etti, ama onlar yine de kalkmadı. Subay onlara sövüp sayıyordu. Sonunda kalktılar. Herkes birer kişi, ikişer kişi, üçer kişi kalkıp bize ve trene doğru ilerlemeye başladı. Sonra yine yere yatıp ateş etmeye başladılar. Oradan ayrıldık. Maquina'lar hâlâ bize ateş yağdırıyordu. Kızı işte o sırada bulduk. Trenden kayalıklara doğru kaçmıştı. O da bizimle koşmaya başladı. Askerler gece basana dek bizi izlediler.” Anselmo, “Çok zor olmalı” dedi. “Sinir bozucu bir durum.” Derin, tok bir ses, - Yaptığımız tek iyi şeydi, diye cevap verdi. “Şimdi ne yapıyorsunuz tembel sarhoşlar, aşağılık herifler, şimdi ne yapıyorsunuz?” Robert Jordan, elli yaşlarında, yaklaşık Pablo boyunda, neredeyse boyu kadar geniş, kara, köylü eteği giymiş, tombul bacaklarında kalın çoraplar, ayaklarında kara, ip tabanlı sandallar olan, granit bir heykel gibi kahverengi yüzlü bir kadın gördü. Kocaman fakat güzel elleri vardı. Kapkara, dalgalı, gür saçlarını ensesinde topuz yapmıştı. Ötekileri görmezlikten gelerek Çingene'ye, - Bana cevap ver, dedi. - Arkadaşlarla konuşuyorduk. Bu adam dinamitçi olarak gelmiş. Pablo'nun Mujer'i; - Onu biliyorum, dedi “Şimdi git de tepede nöbet tutmakta olan Andre’nin yerini al.” Çingene, “Gidiyorum” dedi. Robert Jordan'a dönüp, “Seninle yemekte

25


görüşürüz” diye ekledi. - Yağma yok, dedi kadın. “Benim hesabıma göre sen bugün üç kez yemek yedin. Şimdi git de bana Andre'yi gönder.” Robert Jordan'a döndü. - Hola, dedi ve elini uzattı. “Nasılsın? Cumhuriyet'te işler nasıl?” - İyi, diye cevap verdi Robert Jordan. Kadının güçlü kuvvetli elini sıktı. “Ben de iyiyim, Cumhuriyet de.” - Sevindim, dedi kadın. Yüzüne bakıp gülümsüyordu. Robert Jordan kadının güzel, külrengi gözleri olduğunun farkına vardı. Kadın, “Bizimle birlikte bir tren daha kundaklamak için mi geldin?” diye sordu. Robert Jordan ona güven duydu. - Hayır, bir köprü için, diye cevap verdi. - Köprü bir şey değil. Şimdi atlarımız da var. Ne zaman bir tren kundaklıyoruz? - Daha sonra. Bu köprü çok önemli. - Kız, tren kundaklanırken bizimle birlikte olan arkadaşının öldüğünü söyledi. - Evet. - Yazık. Hiç böyle bir patlama görmemiştim. Becerikli bir adamdı. Ondan çok hoşlanmıştım. Bir tren daha kundaklayamaz mıyız? Şu sıralar dağlarda çok adamımız var. Yiyecek bulmak zor. Biraz dışarı açılsak iyi olacak. Atlarımız da var. - Bu köprüyü uçurmamız gerek. - Nerede bu köprü? - Buraya çok yakın! - Çok iyi, dedi Pablo'nun Mujer'i. “Buralardaki bütün köprüleri uçurup gidelim. Sıkıldım artık bu dağlardan. Çok kişi var buralarda. Bunun sonu iyi olmaz, iğrenç bir durgunluk var burada. Ağaçlar arasında dolaşan olan Pablo'ya baktı. - Borrachol diye bağırdı arkasından. “Sarhoş! Kokuşmuş sarhoş!” Sonra neşeyle Robert Jordan'a döndü. “Ormanda tek başına içmek için bir tulum dolusu şarap aldı yanına” dedi. - Bütün gün boyunca içer. Böyle çok içmek yıkımına neden oluyor. Genç adam, geldiğine çok sevindim. Hafifçe onun sırtına vurdu. “Aa” dedi, “Göründüğünden daha irisin.” Elini Robert Jordan'ın omzunda gezdirdi, yün gömleği altındaki kaslarını yokladı, “İyi, geldiğine sevindim” dedi. - Ben de. - İyi anlaşacağız, dedi kadın. “Bir tas şarap al.” - Epey içtik, diye karşılık verdi Robert Jordan. - Sen ister misin? - Hayır. Akşam yemeğine kadar içmem. Midemde yanma yapıyor. Pablo'nun arkasından baktı yine. “Borracho!” diye bağırdı tekrar. “Sarhoş!” Robert Jordan'a dönüp başını salladı. “Çok iyi adamdı” dedi. “Ama artık tükendi. Şimdi de şu söyleyeceklerimi iyi dinle: Maria’ya iyi davran ve çok dikkatli ol. Çok kötü bir yaşantısı olmuş. Anlıyor musun?” - Evet. Bunu niye söylüyorsun? - Seninle karşılaştıktan sonra mağaraya nasıl girdiğini gördüm. Dışarı çıkmazdan önce sana nasıl baktığını gördüm. - Onunla biraz şakalaştım.

26


Pablo'nun kadını, - Çok kötü durumdaydı, dedi. “Şimdi daha iyi. Buradan gitmeli.” - Elbette. Anselmo'yla birlikte hatların ötesine gönderilebilir. - Bu iş bittiği zaman Anselmo'yla sen onu götürebilirsiniz. Robert Jordan boğazının yine düğümlendiğini hissetti, sesi kalınlaştı. - Olabilir, dedi. Pablo'nun Mujer’i ona bakıp başını salladı. - Heey, hey, dedi. “Bütün erkekler birbirinin benzeri mi?” - Ben hiçbir şey demedim. Güzel kız. Bunu sen de biliyorsun. - Hayır, güzel değil, güzelleşiyor demek istiyordun belki. Erkekler! Onları biz böyle yapıyoruz; bize yazıklar olsun. Hayır, ciddi olalım Cumhuriyet’te böylesi kızları barındıracak evler yok mudur? - Var, dedi Robert Jordan. “İyi yerler var. Oralarda ona iyi davranırlar. Çocuklara bakar. Oralarda boşaltılmış köylerden çocuklar var. Ona işi öğretirler.” Pablo'nun Mujer'i, - Benim de istediğim bu, dedi. “Pablo şimdiden onun için ölüyor. Onu yıkan nedenlerden biri de bu. Kızı gördü mü hasta oluyor. En iyisi kızın buradan gitmesi.” - Bu iş bitince onu götürürüz. - Ayrıca şu sırada ona karşı dikkatli olmalısın. Sana güvenebilir miyim? Seninle sanki uzun süredir tanışıyormuşuz gibi konuşuyorum. Robert Jordan, - İki insan iyi anlaşınca böyle olur, dedi. Pablo'nun karısı, - Otur, dedi. “Söz vermeni istemiyorum, çünkü her şey olacağına varır. Ancak onu götürmeyeceksen bir söz vermeni istiyorum.” - Neden onu götürmeyeceksem? - Çünkü sen gittikten sonra burada çılgınlar gibi dolaşmasını istemiyorum. Çünkü daha önce onun durumunu gördüm, bu kadarı yeter. Robert Jordan, - Köprüden sonra onu götürürüz, dedi. “Köprüden sonra hâlâ yaşıyorsak, onu götürürüz.” - Böyle konuşma, hoşlanmıyorum. Bu tür konuşma uğur getirmez. - Yalnızca söz vermek için böyle konuştum, dedi Robert Jordan. “Ben karamsar konuşanlardan değilim.” - Eline bakayım, dedi kadın. Robert Jordan elini uzattı, kadın onun elini açıp kendi kocaman elinin üstüne yerleştirdi. Sonra baş parmağını avucunda dolaştırdı, dikkatle baktıktan sonra bıraktı ve ayağa kalktı. Robert Jordan da kalktı. Kadın ona gülümsemeden baktı. - Elimde ne gördün? diye sordu. “El falına inanmıyorum, beni korkutamazsın.” - Hiçbir şey, dedi kadın. “Hiçbir şey görmedim.” - Gördün. Yalnızca merak ediyorum. Böyle şeylere inanmam ben. - Neye inanırsın? - Birçok şeye. Fakat fala değil. - Neye? - İşime. - Evet, işini gördüm. - Başka ne gördün?

27


Kadın acı bir sesle, “Başka bir şey görmedim” dedi. “Köprünün çok zor olduğunu söylemiştin değil mi?” - Hayır. Sadece önemli olduğunu söyledim. - Zor da olabilir mi? - Evet. Şimdi aşağıya, köprüye bakmaya gideceğim. Burada kaç adamınız var? - İşe yarayan beş adam var. Çingene'nin niyeti iyi ama işe yaramaz. İyi yüreklidir. Pablo'ya da artık güvenmiyorum. - El Sordo'nun işe yarar kaç adamı var? - Sanıyorum sekiz. Bu gece anlarız. Buraya gelecek. Çok becerikli adamdır. Biraz dinamiti de var. Çok değil ama. Konuşursunuz. - Ona haber gönderdin mi? - Her gece gelir. Kampı bize çok yakında. Yoldaş olmanın yanı sıra dosttur da. - Onun için düşüncelerin nedir? - Çok becerikli adamdır. Tren işinde olağanüstüydü. - Öteki kamplarda ne kadar adam var? - Zamanında haber gönderilebilirse elli silah bulunabilir. - Neye dayanarak? - Durumun ciddiyetine göre, değişebilir. - Her tüfek için kaç fişek bulunabilir? - Yirmi falan. Bu iş için ne kadar getireceklerine bağlı. Bu iş için gelirlerse. Unutma, bu köprü işinde para yok, çapul da yok. Sonra sen işin tehlikeli olduğunu söylüyorsun; köprü uçtuktan sonra bu dağlardan gitmek gerek. Pek çoğu köprü işine karşı çıkacaktır. - Evet, karşı çıkanlar olacaktır. - Bu durumda gereksiz konuşmalardan kaçınmalı. - Anlıyorum. - Öyleyse sen köprüyü inceledikten sonra bu gece El Sordo'yla konuşacağız. - Şimdi Anselmo'yla birlikte aşağı ineceğiz. - Onu uyandır. Bir karabina ister misin? - Teşekkür ederim. Yanımda olması iyidir, kullanmayacağım. Bakmaya gidiyorum, olay çıkarmaya değil. Yine de teşekkür ederim. Konuşma biçiminden çok hoşlanıyorum. - Doğruyu konuşmaya çalışıyorum. - Öyleyse elimde ne gördüğünü söyle. Kadın başını salladı, - Hayır, dedi. “Hiçbir şey görmedim. Haydi şimdi sen köprüne git; eşyalarına ben göz kulak olurum.” - Üstlerini ört. Bir de kimse dokunmasın. Mağaranın içinde olmaları daha iyi. Pablo'nun kadını, - Üstleri örtülecek, kimse de dokunmayacak, dedi. “Şimdi sen köprüne git.” Robert Jordan, sırtüstü uzanmış, başını koluna dayayıp uyuyakalmış olan Anselmo'nun omzuna elini koydu, - Anselmo, diye seslendi. Yaşlı adam gözlerini açtı, - Evet, dedi. “Elbette, haydi gidelim.”

28


3. Bölüm Ormanda, yamaçlardaki çamların birinden ötekine giderek ve gölgelerden geçerek çok dikkatle yürüdüler. Köprü bulundukları yerden yalnızca elli yarda ilerideydi. Akşam güneşinin dağın kahverengi dorukları üstünden gelen son ışıkları altında vadinin sarp boşluğu içindeki köprü karanlık görünüyordu. Tek kemerli, çelikten yapılmış bir köprüydü. Her iki çıkışında birer gözcü kulübesi vardı. İki otomobilin geçebileceği genişlikteydi. Çelik gövde derin vadi üstünde güzel bir kemerle yükseliyordu. Dipte, kayalar arasındaki bir pınarın suyu, geçitten aşağı doğru akan çaya karışıyordu. Robert Jordan'nın gözlerine vuran güneş, köprüyü ancak dış çizgileriyle görebilmesine imkan tanıyordu. Biraz sonra güneş iyice alçaldı, sonra da dağların arkasından battı. Robert Jordan, güneşin battığı yerdeki kahverengi, yuvarlak tepelere baktı. Gözlerini kamaştıran ışık artık olmadığı için, tepelerin yumuşak yeşilliğini ve doruklardaki kuytularında kıştan kalma kar yığınlarını gördü. Sonra gözlerini köprüye çevirdi. Kısa bir süre sonra hepten yok olacak zayıf ışıkta köprünün yapısına dikkatle baktı. Köprünün yıkılması zor olmayacaktı. Göğüs cebinden çıkardığı bir not defterine çarçabuk taslaklar çizdi; çizerken ayrıntılara önem vermedi. Onları daha sonra da çizebilirdi. Şimdi, çelik gövdenin direncinin kırılabilmesi ve vadiye düşmesi için patlayıcıları yerleştirebileceği noktaları işaretliyordu. Acele etmeden, altı noktaya dinamit yerleştirilebilir, hepsinin bir anda patlaması sağlanabilirdi. Ya da iki yere daha büyük patlayıcılar yerleştire­ bilirdi. Çok da büyük olmaları gerekmezdi. İki yanda aynı anda patlayabilirlerdi. Keyifle ve çarçabuk çizdi. Sonunda sorunu ele alabildiği için sevinçliydi ve mutluydu. Not defterini kapattı, kalemini not defterinin arkasında deriden yapılmış kalemliğe yerleştirdi, defteri cebine koyup cebin düğmesini kapattı. Robert Jordan taslağı bitirince rahat bir nefes aldı. Robert Jordan cep kapağını düğmeledikten sonra, çam ağacının arkasında uzanıp yola ve köprüye bakarken, Anselmo da köprüye, yola ve gözetleme kulübelerine bakmaktaydı. Köprüye çok yaklaşmış olduklarını düşünüyordu. Anselmo eliyle Robert Jordan’ın dirseğine dokundu, işaret parmağıyla bir şey gösterdi. Onlara daha yakın olan gözcü kulübesinde, nöbetçi, tüfeği elinde oturuyordu. Süngüsü dizlerinin arasındaydı ve sigara içmekteydi. Başında örgü bir başlık, üstünde ise battaniyeden bir pelerin vardı. Elli yarda öteden yüzünü iyice görmek imkansızdı. Robert Jordan arazi dürbününü gözlerine götürdü. Şimdi artık köprünün dokunulabilecekmiş gibi yakınlaşmış görüntüsü içinde nöbetçinin yüzü öylesine belirgindi ki, güneşten yanmış yanaklarını, sigarasının ucundaki külü, süngüsünün yağlı pırıltısını görebiliyordu. Nöbetçinin yüzü bir köylü yüzüydü, yüksek elmacık kemikleri altındaki avurtları çökük, sakalı tıraş edilmemişti. Gözlerini gür kaşları gölgeliyordu. İri elleriyle silahını tutuyor, battaniyeden yapılmış uzun pelerini altından ağır çizmeleri görünüyordu. Kulübenin duvarında kararmış, yıpranmış bir şarap tulumu asılıydı. Birkaç gazete görebiliyordu ama telefon yoktu. Elbette kendisinin göremediği bir köşede telefon olabilirdi, fakat kulübeden çıkan telefon kabloları yoktu görebildiği kadarıyla. Gerçi yol boyunca uzanan ve köprünün üstünden aşan telefon telleri vardı. Gözcü kulübesinin dışında, iki taş üstünde, boş bir petrol varilinden kesilip delikler açılarak yapılmış bir mangal durmaktaydı. İçinde ateş yoktu.

29


Robert Jordan, Anselmo’ya baktı gülümseyerek. Sonra gözcü kulübesine baktı, bir parmağıyla gözcüyü gösterirken öteki parmağıyla boğazını kesiyormuş gibi bir işaret yaptı. Köprünün öteki başındaki gözcü kulübesi onlardan uzaktaydı, yolun diğer yanına bakıyordu, bu sebeple içini göremiyorlardı. Geniş, iyi yapılmış ve asfalt olan yol, köprünün öteki başında sola dönüyor, sonra da sağdaki bir bük arkasında gözden kayboluyordu. Bu noktada eski yol, vadinin kıyısındaki sarp kaya kütlesi kesilerek genişletilmişti. Yolun köprüden ve geçitten aşağıya doğru açılan batı bölümünde ise, bir yanı uçurum olduğu için yer yer uyarı taşları konmuştu. Vadi yolun bu bölümünden sonra bir kanyona dönüşüyordu. Robert Jordan Anselmo'ya, - Öteki gözcü kulesi nerede? diye sordu. - Şu bükten beş yüz metre aşağıda. Kayalar içine yapılmış. Yol yapımcılarının kulübesi. - Kaç adam var? Bu arada kulübedeki nöbetçi sigarasını kalas duvarda söndürdükten sonra deri tütün kesesinden tütün aldı, sönük sigaranın kâğıdını açtı, içindeki tütün artıklarını tütün kesesine boşalttı. Sonra ayağa kalktı, silahını duvara dayadı, gerindi. Daha sonra silahını omzuna asıp köprüye çıktı. Anselmo yere biraz daha yapıştı. Robert Jordan dürbünü gömleğinin cebine koydu, başını çam ağacının arkasına sakladı. Anselmo, Robert Jordan'in kulağına doğru eğildi, - Yedi adamla bir onbaşı var, diye fısıldadı. “Çingene'den öğrendim.” - Yerine döner dönmez gideriz, dedi Robert Jordan. “Çok yakınız.” - Görmek istediklerini görebildin mi? - Evet, istediğim her şeyi gördüm. Güneşin son ışıkları da dağların arkasından uzaklaşırken hava yavaş yavaş kararıyor ve soğuyordu. Nöbetçinin süngüsü, güneşten artakalan son ışıklar altında parlıyordu. Bedeninin çizgileri battaniye pelerinin altında saklanmış olarak köprünün öteki başındaki nöbetçi kulübesine doğru yürüdü. Gözleriyle onu izlemekte olan Anselmo alçak sesle, - Nasıl buldun? diye sordu. - Çok iyi, dedi Robert Jordan, “Çok iyi.” - Buna sevindim, dedi yaşlı adam. “Gidelim mi? Şu anda bizi görmesi mümkün değil.” Nöbetçi köprünün öteki ucunda arkası onlara dönük duruyordu. Uçurumda, kayalar arasından akmakta olan çayın sesi duyulmaktaydı. Suyun sesi arasında sürekli, vızıltıyı andıran bir başka ses duyuldu. Nöbetçinin başını kaldırıp gökyüzüne baktığını gördüler. El örgüsü başlığı arkaya doğru sarkıyordu. Onlar da yukarı bakınca, yükseklerde hâlâ var olan güneş ışığında gümüş gibi parlayan ve çok küçük görünen, V biçiminde sıralanmış, üç tane tek kanatlı uçağın, tekdüze motor sesleriyle ve büyük bir gürültüyle geçtiğini gördüler. Anselmo, - Bizimkiler mi? diye sordu. Robert Jordan, - Öyle gibi, dedi ama o denli yükseklikte kesin bir şey söyleyemeyeceğini çok iyi biliyordu. Her iki yandan da olabilecek keşif uçaklarıydılar. Fakat keşif

30


uçaklarının hep bizimkiler olduğunu düşünürsünüz. Böyle düşünmek rahatlatıcıdır da ondan. Bombardıman uçakları başka bir konuydu. Anselmo'nun da duyguları böyleydi besbelli. - Bizimkiler, dedi. “Onları tanırım ben. Bunlar Moscas.” - İyi, dedi Robert Jordan. “Bana da Moscas'mışlar gibi geliyor.” Anselmo, “Bunlar Moscas,” dedi tekrar. Robert Jordan dürbünü onlara izleyip tanıyabilirdi, ama bunu yapmamayı tercih etti. Hangi yanın uçakları olduğu umurunda değildi. Yaşlı adam eğer bizimkiler olmalarından mutluluk duyuyorsa varsın duysundu. Onun mutluluğunu bozmak istemiyordu. Uçaklar Segovia'ya doğru uzaklaşırken İspanyolların Moscas dediği, uçları kırmızı alçak kanatlı, yeşil Boin P32, Rus yapısı uçaklara pek benzemediklerini düşündü. Renkleri görünmüyordu ama çizgileri değişikti. Onlara göre, faşist keşif uçakları üslerine dönmekteydiler. Nöbetçi, hâlâ arkası dönük, diğer uçtaki gözcü kulübesi yakınında durmaktaydı. Robert Jordan, - Gidelim dedi ve dikkatle tepeye doğru yürümeye başladı. Anselmo onu yaklaşık yüz yarda geriden izliyordu. Köprüden görünemeyecek denli uzaklaştığında Robert Jordan Anselmo'yu bekledi. Yaşlı adam ona yetişip öne düştü, geçitten geçip karanlıkta dik yamaçlara tırmanmaya başladılar. - Hava kuvvetlerimiz olağanüstü, dedi yaşlı adam mutlulukla. - Evet. - Biz kazanacağız. - Mutlaka kazanmak zorundayız. - Savaşı kazandıktan sonra ava gelmelisin. - Ne avı? - Yaban domuzu, ayı, kurt, dağ keçisi... - Sen avlanmayı sever misin? - Evet yoldaş. Her şeyden çok severim. Bizim köyde herkes ava çıkar. Sen sevmez misin? Robert Jordan, - Hayır, dedi. “Hayvanları öldürmeyi sevmiyorum.” - Bense tam tersine, insanları öldürmeyi sevmiyorum. - Kafadan sakat olanlar dışında kimse sevmez. Ancak gerektiği zaman insan öldürmeye karşı değilim. Eğer iyi bir nedeni varsa.” - Ama o ayrı bir şey. Evimde, evim varken demek istiyorum, şimdi evim yok, ormanın aşağılarında öldürdüğüm yaban domuzlarının dişleri vardı. Kışın karda vurmuştum onları. Birini, çok büyük birini kasım ayında, köyün dışında, eve dönerken karanlıkta vurmuştum. Evimde, yerde dört kurt postu seriliydi. Üstlerine basılmaktan yıpranmışlardı ama kurt postuydular. Sierralar'da vurduğum dağ keçilerinin boynuzları vardı evimde, Avila'da bir kuş mumyacısının doldurduğu, kanatları açık ve gergin duran, gözleri canlı bir kartalınki kadar sarı, koskoca bir kartalım vardı. Çok güzel bir şeydi ve bütün bunlara bakmak bana büyük bir tat veriyordu. - Anlıyorum, dedi Robert Jordan. - Baharda avladığım bir ayının pençesi kilisenin kapısına çivilenmişti. Onu yamaçta vurmuştum. Pençesiyle bir ağaç kütüğünü çevirmeye çalışıyordu. - Ne zaman oldu bu? - Altı yıl önce. Kilisenin kapısına çivilenmiş ve insan eline benzeyen o uzun

31


tırnaklı pençeyi her görüşümde böbürlenirdim. - Övünçle mi bakardın? - Baharın ilk günlerinde, tepenin yamacında o ayıyla karşılaşmamızı hatırlar övünç duyardım. Fakat bizim gibi, bir insan öldürdüğümüz zaman böyle bir hoşnutluk duyulamaz. Robert Jordan, “Öldürdüğün adamın pençesini kilisenin kapısına çivileyemezsin” dedi. - Hayır, böyle bir barbarlık düşünülemez. Ama yine de insan eli ayı pençesine benzer. - Bir insanın göğsü de ayınınkine benzer, dedi Robert Jordan. “Ayının postu yüzüldüğü zaman kaslarda da pek çok benzerlik var.” - Evet, dedi Anselmo. “Çingeneler ayılarla insanların kardeş olduğuna inanırlar.” Robert Jordan, - Amerika'da Kızılderililer de buna inanırlar, dedi. “Ve ayı öldürdükleri zaman ondan kendilerini bağışlamasını dilerler. Kafatasını bir ağaca asarak, oradan ayrılmadan onları bağışlamasını isterler.” - Çingeneler, postu çıkarılınca bedeni insan bedenine benzediği için, müzik sevdiği için, oynamayı sevdiği için ayının insanların kardeşi olduğuna inanırlar. - Kızılderililer de buna inanırlar. - Peki Kızılderililer de Çingene mi? - Hayır fakat ayı konusunda onlar da Çingeneler gibi düşünüyorlar. - Anlıyorum. Çingeneler ayının insanlara akraba olduğuna inanırlar, çünkü tıpkı insanlar gibi, zevk için hırsızlık yaparlar. - Sende Çingene kanı var mı? - Hayır fakat çok Çingene tanırım. Özellikle direnişten sonra pek çok Çingene tanıdım. Onlara göre obanın dışından birini öldürmek günah değildir. Tuhaftır ama bu böyledir. - Faslılar gibi. - Evet öyle. Fakat Çingenelerin varlığını kabul etmedikleri pek çok töre vardır. Savaş çıkınca pek çok Çingene eskilerdeki gibi kötü kişiler oldular. - Savaşın nedenini anlamıyorlar. Bizim ne uğruna savaştığımızı anlayamıyorlar. - Hayır, dedi Anselmo. “Yalnızca şimdilerde savaş olduğunu, geçmişte olduğu gibi, insanların suçsuz insanları öldürdüğünü biliyorlar.” Robert Jordan, bütün günü birlikte geçirmenin ve karanlığın sağladığı yakınlıkla, - Sen hiç insan öldürdün mü? diye sordu. - Evet. Bir çok defa. Hiç de hoşlanmadım. Bence insan öldürmek günahtır. Öldürmemiz gereken faşistleri bile. Bence ayıyla insan arasında büyük bir ayrım var. Çingenelerin, insanlarla ayıların kardeş oldukları saçmalıklarına inanmıyorum. Hayır, ben insan öldürmeye karşıyım. - Bir savaşı kazanmak için insan öldürmek zorundayız. Bu değişmez bir gerçek. - Evet, savaş sırasında öldürmeliyiz. Ama benim düşüncelerim az rastlanan türdendir. Yan yana yürüyorlardı karanlıkta. Anselmo tepeye doğru çıkarlarken ara sıra başını çevirerek yumuşak bir sesle konuşuyordu. - Bir piskoposu bile öldürmek istemem. Bir toprak ağasını bile. Bizim her gün tarlalarda çalıştığımız gibi dağlarda kereste işinde çalıştığımız gibi çalıştırırdım onları, yaşadıkları sürece. Bir insanın nelere göğüs gerdiğini anlasınlar diye. Onlar da bizim uyuduğumuz yerde uyusunlar, bizim yediğimiz gibi yesinler; ama

32


bunların da ötesinde çalışsınlar. Çalışırlarsa öğrenirler. - O zaman seni yine köle yapmaya çalışırlar. - Onları öldürmek insana hiçbir şey öğretmez, dedi Anselmo. “Mayalarında daha çok nefret var diye köklerini kazıyamazsın. Hapishane hiçbir şey değil. Hapishane yalnızca nefret oluşturur. Düşmanlarımızın öğrenmesi gereken bir şeydir bu. - Fakat yine de öldürüyorsun. - Evet, dedi Anselmo. “Bir çok kez. Ve belki daha birçok kişi öldüreceğim. Fakat öldürmek hoşuma gitmeyecek ve öldürmenin günah olduğuna inanacağım hep.” - Ya nöbetçi? Onu öldürmekten söz ederken şaka mı ediyordun? - Nöbetçiyi öldürecektim, evet. Elbette ve görevimizi göz önünde bulundurarak temiz bir yürekle; fakat hoşuma gitmeyecekti. Robert Jordan, - Onları bu işten hoşlananlara bırakalım öyleyse, dedi. “Sekiz adam, bir başka kampta da beş adam var. Bu işten hoşlanan on üç adam eder.” - Bu işten hoşlanan pek çok adam var, dedi Anselmo. “Bizden pek çok adam var. Savaşta olanlardan daha da çok.” - Sen hiç savaşta bulundun mu? - Hayır, diye cevap verdi yaşlı adam. “Direniş'in başlangıcında Segovia'da çarpışmıştık fakat yenilip kaçtık. Başkalarıyla birlikte kaçtım. Ne yaptığımızı tam anlamış değildik, nasıl yapılacağını da bilmiyorduk. Benim yalnızca bir tüfeğim ve büyük bir av tüfeği için mermilerim vardı; Guardia Civil'inse Mauseri. Av tüfeğiyle onları yüz yarda öteden bile vuramazdım, onlarsa üç yüz yardadan bizi vurabiliyorlardı. Birçoğumuzu vurdular, bizse önlerinde koyunlar gibiydik.” Sustu. Sonra sordu: - Köprüde savaş olur mu dersin? - Olabilir. - Kaçış olmayan bir savaş görmedim daha. Ne yapacağımı hiç bilemedim. Yaşlı bir adamım ve merak ediyorum. - Senin için bu soruya cevap vereceğim, dedi Robert Jordan. - Peki sen çok savaşta bulundun mu? - Epeyce. - Öyleyse köprü için ne düşünüyorsun? - Önce köprüyü düşünüyorum. Köprüden sonra olabilecekleri daha sonra tasarlayacağız. Anselmo, - Bana verilen görevleri yerine getireceğim, dedi. “Fakat Segovia'da olanları hatırladıkça diyorum ki, eğer savaş olacaksa, ya da karşılıklı çok ateş edilecekse, kaçmayı önlemek için önceden ne şartlarda ne yapacağımı açıkça bilmek ister­ dim. Segovia'da kaçmaya çok istekli olduğum geliyor aklıma.” Robert Jordan, “Birlikte olacağız” dedi. “Ne yapman gerektiğini sana hep söyleyeceğim.” - O zaman bir sorun yok” dedi yaşlı adam. “Bana söylediğin her şeyi yaparım.” Robert Jordan: - Bizim için savaş ve köprü birbirinden ayrı şeyler değil, ikisi bir derken, söyledikleri ona bir tiyatro oyunundaymış gibi geldi. Fakat İspanyolca söylendikleri zaman kulağa oldukça hoş geliyordu. Anselmo; - Çok ilginç olacak, dedi. Robert Jordan onun içtenlikle ve doğrulukla konuştuğunu, kesinlikle rol

33


yapmadığını görüyordu. Anselmo'nun kendisi için çok iyi bir şans olduğunu, köprüyü görmesinin ve sorunun basitleşmesinin ilgilileri şaşırtacağını, köprüyü doğal yollarla uçurmakla Golz'un emirlerine karşı çıkmış olacağını düşündü. O emirlere, kendisine ve bu yaşlı adama olabilecekler yüzünden karşı çıkıyordu. Çünkü onun emirleri, bunları yerine getirecek olanlar için çok kötü idi. Kendi kendine, ‘düşünmenin yolu bu değil’ dedi. Zarar görecek sen, ya da başkaları yok. Sen de bu yaşlı adam da hiçbir şey değilsiniz. Sizler görevlerinizi yerine getirmek için birer araçsınız. Kimi emirler var, bunlardan sen sorumlu değilsin; onları yerine getirmekle yükümlüsün yalnızca. İşte bir köprü. Bu köprü insanlığın geleceğini değiştirebilir. Yalnız bir şey var, lanet olası, diye düşündü. Tek bir şey olsaydı iş kolaydı. Sonra daha güzel şeyler düşünmeye başladı. Maria geldi aklına. Kumral tenini, altın rengi gözlerini, biraz daha koyu renk olan ama güneşte yandığı zaman daha açıkmış gibi görünecek olan saçlarını, üstte daha solgun ama cildin tam altında koyulaşan teninin yumuşaklığını düşündü. Sanki çevresinde onu sıkan bir şey varmış gibi -gerçekte yalnızca beyninde- biraz yabancı davranıyordu. Kendisi baktığı zaman kız kızarıyordu. Ama Robert Jordan da kızı düşünürken boğazı düğümleniyor, yürüyüşü zorlaşıyordu. Anselmo'yla da konuşamıyordu. Konuşan Anselmo oldu. - Bu kayalardan indik mi kamptayız, dedi. Karanlıkta kayalar arasından yürürlerken bir erkek sesi onlara doğru, - Durun! diye bağırdı. “Kimsiniz?” Bir tüfek horozunun çekildiğini sonra da yeniden yerine yerleşip tahtaya değerken çıkardığı çıtırtıyı duydular. Anselmo, - Yoldaşlar, diye cevap verdi. - Hangi yoldaşlar? - Pablo'nun yoldaşları, dedi yaşlı adam. “Bizi tanımıyor musun?” Ses, “Evet, tanıyorum ama emir bu” dedi. “Parolanız var mı?” - Hayır, aşağıdan geliyoruz. Karanlıktaki adam, - Biliyorum, dedi. “Köprüden geliyorsunuz. Bunları biliyorum fakat emri ben vermedim. Parolanın ikinci yarısını bilmelisiniz.” Robert Jordan, - Öyleyse birinci yarısını söyle, dedi. Karanlıktaki adam, - Unuttum, dedi. Sonra güldü ve ekledi: “Hiç oyalanmadan kahrolası dinamitlerinizin yanına, kampa gidiniz.” Anselmo, - Buna gerilla sıkıdüzeni derler, dedi. “Silahının horozunu ateş etmeyecek duruma getir.” - Öyle zaten? dedi karanlıktaki adam. “Baş ve işaret parmaklarımla indirdim.” - Bunu ancak bir Mauserle yapabilirsin. - Bu da bir Mauser, dedi adam. “Baş parmağımla işaret parmağım çok güçlüdür. Horozu hep böyle indiririm.” Anselmo karanlıkta, - Tüfeğin nereye doğrultulmuş? diye sordu. Nöbetçi adam,

34


- Size, diye cevap verdi. “En baştan beri. Kampa vardığınızda yerime birisini göndermelerini söyleyin, çünkü anlatamayacağım kadar acıktım. Üstelik de parolayı unuttum. Robert Jordan, - Adın ne? diye sordu. - Adım Agustin ve burada sıkıntıdan ölmek üzereyim. Robert Jordan, - Söylediklerini ileteceğiz, dedi. Agustin, - Beni dinleyin, dedi. Yakına gelerek elini Robert Jordan'ın omzuna koydu. Çelik bir çakmağı yakarak alevi Robert Jordan'ın yüzüne doğru tuttu. - Ötekine benziyorsun, dedi. “Ama değişik bir yanın var.” Çakmağı indirdi; tüfeği elindeydi. - Bana şunu söyle. Köprü işi doğru mu? - Hangi köprü işi? - İğrenç bir köprüyü havaya uçurup Allah'ın cezası bizler bu dağlardan kaçacakmışız. - Bilmiyorum. - Bilmiyorsun, dedi Agustin. “Ne barbarlık! Öyleyse dinamitler kimin?” - Onlar benim. - Ve sen ne işe yarayacağını bilmiyorsun. Bana maval anlatma. - Ben ne işe yarayacağını biliyorum. Sen de zamanı gelince öğreneceksin. Şimdi kampa gidiyoruz. - Gidin bakalım, dedi Agustin. “Bir an önce o iğrenç yere gidin. Sana bir şey söyleyeceğim. Yararı olur?” - Söyle, dedi Robert Jordan, “Eğer ağza alınmaz bir şey değilse söyle” dedi. Agustin hep söverek konuşuyor, kullandığı her sözcüğün önüne bir küfür yerleştiriyordu. Robert Jordan onun doğru bir cümle söyleyip söylemeyeceğini merak ediyordu. Agustin, “ağza alınmaz” lafını duyunca karanlıkta bir kahkaha attı. - Bu benim konuşma biçimim, dedi. “Belki çirkin. Kim bilir? Herkesin kendine göre bir konuşma biçimi var. Şimdi beni dinle. Köprü benim için hiçbir şey değil. Hem de bu dağlardan sıkıldım. Eğer gerekiyorsa gideriz. Bu dağların benim için hiçbir anlamı yok.” Sonra devam etti: - Buralardan gitmeliyiz. Ama sana şunu söylemeliyim. Patlayıcını iyi koru. - Teşekkür ederim, dedi Robert Jordan. “Senden mi?” - Hayır. Benden ziyade ağza alınmaz kişilerden. - Öyleyse? diye sordu Robert Jordan. - İspanyolca anlıyorsun, dedi Agustin. Sesi çok ciddiydi. “İğrenç patlayıcına iyi göz kulak ol.” - Teşekkür ederim. - Bana teşekkür etmene gerek yok. Dinamitine göz kulak ol. - Yoksa dinamite bir şey mi oldu? - Hayır, ama böyle gevezelik ederek zamanını ziyan etme. Buraya parolayı iyi bilen birini göndersinler, diye ekledi Agustin. - Seninle kampta görüşecek miyiz? - Evet, kısa bir süre sonra. Robert Jordan, Anselmo'ya, “Haydi gidelim” dedi. Çayırın kıyısından aşağı doğru iniyorlardı. Her yanı külrengi bir sis basmıştı. Yerdeki otlar ıslaktı ve çiy ip tabanlı

35


ayakkabılarını ıslatmıştı. Robert Jordan ağaçların arasından gördüğü ışığın mağaranın girişi olduğunu düşündü. Anselmo, - Agustin çok iyi bir adam, dedi. “Hep şakayla karışık ve sövgülü konuşur ama gerçekte ciddi bir adamdır.” - Onu iyi tanıyor musun? - Evet, uzun zamandan beri. Ona çok güvenirim.” - Ya söylediklerine? - Evet güvenirim. Gördüğün gibi Pablo'nun durumu bu ara kötü. - Ne yapmak gerekir? - Hiç, gözden uzak tutmamalı. - Kim uzak tutmayacak? - Sen, ben, kadın ve Agustin. Tehlikeyi gördüğüne göre. - O zaman da buradaki kadar tehlike var mıydı?” - Hayır, dedi Anselmo. “Çok büyük bir hızla durum kötüye gitti. Fakat buraya gelmek zorunluydu. Burası Pablo'nun ve El Sordo'nun memleketi. Bu, kendi kendimize yapabileceğimiz bir iş olmadığına göre, onların memleketinde onlarla işbirliği yapmalıyız.” - Peki ya El Sordo? - İyidir, diye cevap verdi Anselmo. “Öteki ne ölçüde kötüyse El Sordo da o ölçüde iyidir.” - Pablo'nun şimdilerde çok kötü olduğuna mı inanıyorsun? - Öğleden sonra hep bunu düşündüm; duymuş olduklarımızı duyduğumuzdan beri. Evet, şimdilerde onun kötü olduğunu düşünüyorum. - Başka bir köprüden söz edip buradan ayrılmak ve başka çetelerden adamlar bulmak iyi olur mu dersin? Anselmo, - Hayır. Burası onun memleketi. Adım atsan haberi olur. Ancak çok dikkatli davranmak zorundasın. 4. Bölüm Konuşarak mağaranın önüne geldiklerinde, girişi kapatmak için asılmış battaniyenin aralığından ışık sızdığını gördüler. İki dinamit kutusu üstlerine bir çadır bezi örtülmüş olarak ağacın dibinde duruyordu. Robert Jordan diz çöküp çadır örtüyü elledi; ıslaktı ve sertleşmişti. Karanlıkta, örtünün altında torbalardan birinin cebini el yordamıyla buldu, cepten deri kaplı matarayı alıp kendi cebine koydu. Torbaları kapatan asma kilitleri açtı, her torbayı bağlayan ipleri çözdü, her birini elleriyle yokladı. Torbalardan birinin dibinde, bir deste yapılıp bağlanmış ve küçük torbalara yerleştirilmiş çubukları elledi, sonra iple torbanın ağzını yeniden bağlayıp kilidi bastırdı; öteki torbaya uzandı, patlatıcının tahta kutusunu elledi, bir araya getirilip dikkatle bağlanmış olan dinamit çubuklarını elledi. Hepsini küçük bir çocukken yaban kuşlarının yumurtalarını toplayıp biriktirdiği gibi dikkatle bağlamış, yerleştirmişti. Hafif makineli tüfeğini namlusundan ayırmış, deri ceketine sararak torbaya yerleştirmişti. Ceplerde ken­ disine gerekli bakır teller ve daha başka araç-gereçler vardı. Ceplerden birinden Golz'un karargâhından bulduğu büyük bir paket Rus sigarası aldı, sonra çantayı kapattı, kilidi bastırarak kapattı, her iki torbayı da çadır beziyle örttü.

36


Anselmo mağaraya girmişti. Robert Jordan da onun arkasından mağaraya girmek için kalktı, biraz düşündükten sonra çadır bezine sarılı iki torbayı omza asılacak kayışlarından tuttu. Zar zor taşıyarak mağaranın ağzına yöneldi. Torbalardan birini bırakıp eliyle battaniyeyi kaldırdı, sonra torbayı yerden aldı, başını eğerek içeri girdi. Mağaranın içi sıcak ve dumanlıydı. Duvarlardan biri boyunca duran bir masada şişe üstüne yerleştirilmiş bir donyağı mumu yanmaktaydı. Masanın çevresinde Pablo, Çingene Rafael ve Robert Jordan'ın tanımadığı üç kişi oturuyordu. Mum ışığı, adamların arkasındaki duvara gölgelerini düşürüyordu. Anselmo masanın sağ başında ayaktaydı. Pablo'nun kadını mağaranın köşesindeki bir ocakta yanmakta olan kömür ateşinin yanındaydı. Kız yanında yere çömelmiş, tahta bir kaşıkla ateşteki tencereyi karıştırmaktaydı. Robert Jordan mağaraya girdiği zaman kız tahta kaşığı tencereden kaldırıp ona baktı. Robert Jordan ateşin ışığında kadının ateşi körüklediğini, kızın yüzünü, kolunu, kaşığın ucundan tencereye yemek damladığını gördü. Pablo, -Taşıdığın ne? diye sordu. Robert Jordan, - Dışarıda biri üstlerine basıp geçebilir, diye karşılık verdi. Masaya yaklaştı, sigara paketini masanın üstüne bıraktı. Pablo, - Mağaranın içinde dinamit bulunmasından hoşlanmıyorum, dedi. Robert Jordan, - Ateşten uzaktalar, dedi. “Sigara alın.” Baş parmağını, üstünde renkli bir savaşçı resmi bulunan paketin kenarlarında dolaştırarak Pablo'ya doğru itti. Anselmo, üstü sazdan örülmüş arkalıksız bir iskemle getirdi, Robert Jordan oturdu. Pablo konuşacakmış gibi ona baktı, sonra sigaralara uzandı. Robert Jordan sigaraları ötekilere de uzattı. Daha hiçbirinin yüzüne bakmamıştı. Bütün dikkatini Pablo’nun üstünde toplamıştı, Rafael'e, - Nasıl gidiyor Çingene? diye sordu. Çingene, - İyi, diye cevap verdi. Robert Jordan kendisi içeri girmeden kendisi hakkında konuştuklarını biliyordu. Bu sebeple Çingene bile rahat görünmüyordu. Robert Jordan, Çingene'ye kadını kasıtla, - Sana yine yemek veriyor, dedi. - Evet, neden vermesin? dedi Çingene. Öğleden sonraki dostça konuşmaları üstünden çok uzun bir zaman geçmişti san­ ki. Pablo'nun kadını hiç konuşmadan kömürleri körüklemeyi sürdürdü. Robert Jordan, - Agustin adında biri yukarıda sıkıntıdan ölmek üzere olduğunu söylüyor, dedi. Pablo, - Sıkıntı öldürmez, diye karşılık verdi. “Bırak biraz ölsün.” Robert Jordan ellerini geniş masaya dayayarak ileriye doğru eğildi. -Şarap var mı? diye sordu. Pablo suratını astı, - Biraz kaldı, dedi.

37


Robert Jordan oturduğu yerden öteki üç adama bakmaya karar verdi. - Öyleyse bana bir maşrapa su verin, dedi, kıza dönüp ilave etti. “Sen” dedi, “Bana bir maşrapa su getir.” Kız kadına baktı, kadın bir şey demedi, duymuş gibi davranmadı. Kız su güğümüne giderek maşrapayı daldırdı. Maşrapayı masaya getirip Robert Jordan'ın önüne bıraktı. Robert Jordan ona gülümsedi. Aynı anda da elini karın kasları üstünde dolaştırarak, tabancasının istediği yere gelmesi için arkalıksız iskemle üstünde biraz sola doğru eğildi. Elini arka cebine doğru kaydırırken Pablo gözleriyle onu izledi. Robert Jordan herkesin ona bakmakta olduğunu biliyordu ama o yalnızca Pablo'ya baktı. Arka cebinden deri kaplı matarasını aldı, kapağını kıvırarak açtı, sonra tası kaldırıp suyun yarısını içti, mataranın içindeki içkiden maşrapanın içine boşalttı yavaşça. Kıza, - Senin için çok sert, yoksa biraz verirdim, dedi ve ona bir kez daha gülümsedi. Pablo'ya döndü, “Çok az kaldı, yoksa sana da verirdim” diye ekledi. Pablo, - Anason sevmem ben, dedi. Anason kokusu masaya yayıldı; Robert Jordan biraz daha içti. - İyi, çünkü az kaldı. Çingene, - Ne içkisi bu? diye sordu. Robert Jordan, - Bir ilaç, diye cevap verdi. “Tatmak ister misin? - Neye karşı iyi gelir? - Her şeye. Her hastalığı iyileştirir. Ne hastalığın varsa iyileştirir. Çingene, - Bir tadayım, dedi. İçki suyla karışınca beyaz, hafif sarımsı bir renk almıştı. Robert Jordan Çingene'nin bir yudumdan çok içmemesini hatırlatarak maşrapayı ona doğru itti. Çok az içki kalmıştı. Ve bir maşrapa içki ona her şeyi unutturuyordu. Çingene, yüzünü buruşturarak maşrapayı geri verdi. - Anason gibi kokuyor ama safra gibi acı, dedi. “Böyle bir ilaç almaktansa hasta kalmak iyidir.” Robert Jordan, - Pelin otundan yapılır bu, diye açıkladı. “Ana madde pelin otudur. Beyni yerinden söktüğü söylenir ama ben buna inanmıyorum. Düşünceleri değiştirir yalnızca. Suyu içkinin içine ve çok yavaş, damla damla karıştırmak gerekir. Oysa ben içkiyi suyun içine döktüm.” Pablo, Robert Jordan'ın hafiften alaylı konuştuğunu anladı, öfkeli bir sesle, - Neler anlatıyorsun? diye sordu. Robert Jordan sırıttı: - İlacı anlatıyorum, dedi. “Madrid'den aldım. Son şişeydi. Bana üç hafta yetti.” Büyük bir yudum aldı, ağzında dolaştırdı, dilinin uyuştuğunu duydu, yeniden Pablo'ya bakıp sırıttı. - İşler nasıl? diye sordu. Pablo cevap vermedi. Robert Jordan masadaki öteki üç adama dikkatle baktı. Birinin büyük, ablak, Serrano domuz pastırması kadar kahverengi bir yüzü vardı. Burnu basık ve kırıktı. Uzun, ince Rus sigarasının eğimi yüzünün daha da ablak görünmesine neden oluyordu. Kır saçlı, sık, kırçıl sakallı bir adamdı. Boyundan düğmeli yöresel, siyah bir gömlek vardı üstünde. Robert Jordan dikkatle onu

38


inceliyor, o ise sabit ve sönük gözlerle masaya bakıyordu. Diğer ikisi kardeşti besbelli. Birbirine çok benziyorlardı. İkisi de kısa boylu, tıknaz, kara saçlı, dar alınlıydı. Her ikisi de kahverengi denecek kadar esmerdi. Her ikisinin de gözleri koyu renkti. Birinin alnında, sol gözünün üstünde bir yara izi vardı. Robert Jordan onlara baktıkça onlar da sabit gözlerle ona baktılar. Biri yirmi altı ya da yirmi sekiz yaşında, öteki ise ondan iki yaş kadar daha büyük görünüyordu. Alnında yara izi olan, - Neye bakıyorsun? diye sordu. - Sana, dedi Robert Jordan. - Değişik bir şey mi görüyorsun? - Hayır, dedi Robert Jordan. “Sigara alır mısın?” - Alırım, dedi. Önceden sigara almamıştı. “Bu sigaralar öbür adamınkilere benziyor. Treni uçuran adamınkilere.” - O işte sen de var mıydın? - Hepimiz oradaydık, dedi adam alçak sesle. - Yaşlı adamın haricindeki herkes. - Şimdi de yapmamız gereken bu dedi Pablo. “Bir tren daha.” Robert Jordan, - Yapabiliriz, dedi. “Köprüden sonra.” Pablo'nun karısının yüzünü ateşten onlara doğru döndürdüğünü ve dikkatle dinlemekte olduğunu fark etti. Köprü sözü edilince herkes susmuştu. Kasıtlı olarak, - Köprüden sonra, dedi ve içkisinden bir yudum daha aldı. Belki de gerçekleştirebilirim diye düşünüyordu. İş kendiliğinden o yola giriyordu. Pablo masaya bakarak, - Ben köprü işinde yokum, dedi. “Ben de adamlarım da bu işte yokuz.” Robert Jordan bir şey demedi. Anselmo'ya bakıp tası kaldırdı. - O zaman bu işi ikimiz yapacağız, dedi ve gülümsedi. Anselmo, - Bu korkak olmadan da yaparız, dedi. Pablo, “Ne diyorsun sen?” diye çıkıştı Anselmo'ya. - Sana bir şey demiyorum, seninle konuşmadım, diye cevap verdi Anselmo. Robert Jordan, Pablo'nun ateşin yanında durmakta olan kadınına baktı. O daha bir şey dememişti. Kadın, kıza Robert Jordan'ın duyamadığı bir şey söylüyordu. Kız ateşin yanından kalktı, duvar boyunca yürüyerek mağaranın ağzında asılı duran battaniyeyi açtı, dışarı çıktı. Robert Jordan şimdi olacak, buna inanıyorum diye düşündü. Böyle olmasını istememiştim ama sanıyorum böyle olacak. Robert Jordan Pablo'ya döndü, - Öyleyse köprüye sensiz gideceğiz, dedi. Pablo, - Hayır, dedi ve ekledi: “Burada köprü uçurmayacaksın.” Robert Jordan onun terli yüzüne baktı. - Hayır mı? - Hayır, buradan köprü uçurmayacaksın. Robert Jordan, iri gövdesiyle ateşin yanında hareketsiz duran kadına döndü, - Peki ya sen? diye sordu Kadın onlara döndü, - Ben köprü işine varım, dedi. Yüzüne ateşin ışığı vurmaktaydı. Yüzü ateşten

39


yanmıştı. Yalımların ışığında güzel, bakışları sıcak görünüyordu. Pablo ona döndü, - Ne diyorsun sen? diye sordu. Robert Jordan, Pablo'nun ihanete uğramış yüzünün ve alnının terlediğini gördü, başını çevirdi, Pablo'nun karısı, - Sana karşın köprü işinde varım, diye tekrarladı. “İşte bu kadar.” Ablak yüzlü, kırık burunlu adam sigarasını masanın üstünde söndürdü, - Bu işte ben de varım, dedi. Kardeşlerden biri, - Bence köprü hiçbir şey değil, dedi. “Ben Pablo'nun Mujer'i hatırına bu işte varım.” Kardeşi, - Ben de, diye ona katıldı. Çingene, - Ben de varım, dedi. Robert Jordan, Pablo'ya baktı. Adamın sağ eli aşağı doğru sarkmıştı. Robert Jordan şimdiye değin iyi giden işlerin bozulmamasını dileyerek ve bir ailenin, bir boyun, bir çetenin bir yabancıya karşı çok kolaylıkla kavgacı bir tutum takınabileceklerini bilerek, bir yandan da böyle bir durumla karşılaşırsa ne yapa­ cağını düşünerek, ayakta durmakta olan kadına baktı. Kadının ülkesine bağlılığın coşkusuyla kızardığını ve soluk alıp verdiğini gördü. Kadın coşkuyla, - Ben Cumhuriyet için her şeye varım, dedi. “Şu sıra Cumhuriyet köprü demektir. Bundan sonra başka işler için de zamanımız olacak.” Pablo acı acı, - Senin damızlık boğa kadar bile aklın yok. Bu köprünün sonrası olacak mı sanıyorsun? Bunu da atlatabilecek miyiz dersin? - Evet atlatacağız, dedi kadın. “Atlatmalıyız.” - Bizim hiçbir çıkarımız olmayan bu işte hayvan gibi yakalanmak, ya da ölmek senin için bir anlam taşımıyor mu? - Hayır, dedi. “Hem de beni korkutmaya çalışma, korkak.” Pablo acı acı, - Korkak! diye tekrarladı. “Bir insana akılcı davrandığı için korkak diyorsun. Bir aptallığın sonuçlarını önceden görebildiği için. Aptallıkları önceden görmek korkaklık değildir.” Anselmo kendini tutamadı. - Korkaklığı görmek de aptallık değildir, dedi. Pablo ona ciddi bir yüzle baktı. - Ölmek mi istiyorsun? diye sordu. Robert Jordan bu soruyu hiç konuşma taktiği bilmeyenlerin sorabileceğini düşündü. - Hayır. - Öyleyse çeneni tut. Anlamadığın konularda çok gevezelik ediyorsun. Bunun nasıl ciddi bir iş olduğunu görmüyor musun? Acıyarak konuşuyor gibiydi. - Bu işin tehlikesini yalnızca ben mi görüyorum? Robert Jordan sanırım öyle diye düşündü. İhtiyar Pablo, sanırım öyle. Benim dışımda. Sen tehlikeyi görebiliyorsun, ben de. Kadın avucumda okudu, yine de göremiyor. Pablo, - Ben niye önderinizim? Bunun hiçbir nedeni yok mu? Ne dediğimi biliyorum. Sizler bilmiyorsunuz. Bu ihtiyar saçmalıyor. Bir haberci ve yabancılara rehberlik

40


eden biri o. Başka bir şey değil. Bu yabancı buraya yabancıların yararına bir iş yapmaya gelmiş. Biz de onun uğruna kendimizi öldürelim, öyle mi? Ben ancak herkesin iyiliğine ve güvenliğine varım. Pablo'nun karısı, - Güvenlik, dedi. “Güvenlik diye bir şey yok. Şu sıralar burada öylesine güvenlik peşinde koşuluyor ki bu da büyük bir tehlike oluşturuyor. Güvenliği düşünürken her şeyi birden yitirirsin.” Elindeki kocaman kaşıkla masanın yanında duruyordu şimdi. Pablo, - Güvenlik var, diye direndi. “Tehlike içinde hangi yolu tutacağını bilmek güvenliği var. Tıpkı boğa güreşçisi gibi, ne yaptığını bildiği için işi şansa bırakmaz, o nedenle güvenliktedir.” Kadın acı bir sesle, - Boynuz yiyene kadar. Ben, matadorların boynuz yiyene kadar böyle konuştuklarını çok duydum. Finito da kaç kez bu işin bilgeliğe dayandığını, boğanın insanı boynuzlamadığını, insanın kendini boğanın boynuzları üstüne attığını söyledi. Hep bunu söylerler, böbürlenerek. Boğa onlara bir boynuz vurana kadar. Sonra da hastaneye görmeye gideriz onları. Hastanede yatağın yanında duruyormuşçasına konuşuyordu şimdi de. - Merhaba, merhaba. Sonra boğa güreşçisinin zayıf sesini taklit ederek, “Buenas Compadre. Nasıl gidiyor Pilar? Bu nasıl oldu Finito, Chico, bu pis kaza nasıl geldi başına?” dedi kendi sesiyle. Sonra yine zayıf, alçak bir sesle, “Bir şey değil, kadın. Pilar, bir şey değil. Olmamalıydı. Onu öldürdüm biliyorsun. Kimse onu benden daha iyi öldüremezdi. Tam öldürmem gerektiği gibi öldürünce ayakları üstünde sallandı, tam düşüyordu ki gururla, başım dik ondan uzaklaşmaya başladım. Derken, arkamdan' boynuzlarını kalçalarıma geçirdi; karaciğerim dışarı fırladı.” Kadın boğa güreşçisinin sesini taklitten vazgeçerek kendi sesiyle gülmeye başladı. Sonra da, - Sen de, güvenliğin de! diye gürledi. “Tam dokuz yıl az parayla çalıştırılan üç matadorla yaşadım ben. Korkuyu ve güvenliği öğrenemedim mi? Bana her şeyden söz edin ama güvenlik demeyin. Ve sen! Senin için neler düşünmüşüm, oysa sen neymişsin! Savaşın daha birinci yılında tembel, sarhoş ve korkağın biri olup çıktın.” - Böyle konuşmaya hakkın yok, dedi Pablo. “Hele başkalarının ve bir yabancının önünde.” Pablo'nun karısı, - Böyle konuşmayı sürdüreceğim, dedi. “Duymadın mı? Hâlâ burada emir veren sen misin sanıyorsun?” - Evet, dedi Pablo. “Burada emirleri ben veririm.” - Şaka mı ediyorsun? dedi kadın. “Burada emirleri veren benim. Duymadın mı! Burada benden başka kimse emir veremez, istersen kalıp yemek yiyebilirsin, şarap içebilirsin, fakat kahrolası, çok değil. Canın isterse bazı işleri de ya­ pabilirsin. Ama burada ben emir veririm.” Pablo surat astı, - Seni de yabancıyı da vurmalı, dedi. Kadın, - Dene istersen, diye üsteledi. “Dene de gör.”

41


Robert Jordan gözlerini adamın asık suratından ve elindeki büyük kaşığı sanki bir bastonmuş gibi tutan, kendine güvenli, böbürlü, egemen tavırlı kadından ayırmadan, - Bir maşrapa su verin, dedi. Pablo'nun karısı mağaraya girmekte olan kıza, - Maria, bu yoldaşa su ver, diye seslendi. Robert Jordan matarasına uzandı, matarayı alırken tabancasını gevşetip bacağının üstüne doğru sarkıttı. Elindeki maşrapaya biraz içki koyarak kızın getirdiği suyu aldı, birazını maşrapanın içine damla damla döktü. Kız dirseğinin dibinde durarak onu izledi. Pablo'nun karısı kaşıkla, “Dışarı” diye işaret etti. Maşrapanın içindeki içkinin renk değiştirişine bakarken kızın yanağı Robert Jordan'ınkine epeyce yaklaşmıştı. - Dışarısı soğuk, - Olabilir, dedi Pablo'nun karısı, “Burası da fazla sıcak.” Sonra yumuşak bir sesle, “Uzun sürmez,” diye ekledi. Kız başını sallayıp mağaradan dışarı çıktı. Robert Jordan bu adamın çok uzatacağını sanmıyorum diye düşünerek bir eliyle tası aldı. Öteki eli tabancasının üstündeydi. Horozunu indirmişti. Tabancanın yuvarlak namlusunu ovuşturuyor, bu soğuk dokunuş ona güven veriyordu. Pablo artık yalnızca ona değil kadınına bakıyordu. Kadın, - Beni dinle şarhoş, dedi. “Burada kimin emir verdiğini anladın mı?” - Ben veriyorum. - Hayır, dinle. O kıllı kulaklarını aç da iyi dinle. Burada emir veren benim.” Pablo ona baktı. Yüzünden ne düşündüğünü okumak imkansızdı. Önce kadına baktı, sonra gözlerini masanın öte yanında oturmakta olan Robert Jordan'a çevirdi. Uzunca bir süre düşünceli gözlerle ona baktıktan sonra, - Peki, emirleri veren sensin, dedi kadına. Robert Jordan'ı kasıtla, “Eğer isterse o da verebilir” diye ekledi. “İkinizin de canı cehenneme.” Dik dik kadının yüzüne bakıyordu. Artık üstünlük kadında değildi, ondan pek etkilenmiyordu. - Tembel olabilirim, çok içebilirim, bana korkak da diyebilirsin ama işte bu noktada yanılıyorsun. Aptal değilim ben. Duraksadı. “Sen emir ver. Emir vermeyi seviyorsun. Şimdi eğer bir öndersen ve ayrıca da kadınsan bize yiyecek bir şeyler vermelisin.” Pablo'nun karısı, - Maria, diye çağırdı. Kız mağaranın önündeki battaniyeden başını uzattı. - Şimdi içeri gel de yemeği hazırla. Kız, ocağın yanındaki küçük masadaki kâseleri masaya getirdi. Pablo'nun karısı Robert Jordan'a, - Herkese yetecek kadar şarap var, o sarhoşun dediklerine kulak asma sen, dedi. “Bu biterse yenisini alırız. Şu senin az bulunur içkiyi bitir de bir maşrapa şarap al. ” Robert Jordan içkisinin son damlasını da ağzına aldı, içini ısıtan içkiyi tadına vara vara, yuttuktan sonra maşrapayı şarap için uzattı. Kız maşrapayı şarap kabına daldırarak doldurdu ve gülümsedi. Çingene, - Köprüye baktın mı? diye sordu. Baştan beri hiç ağız açmamış olan ötekiler bu söz üzerine masaya yaslanarak dinlemeye hazırlandılar. - Evet, dedi Robert Jordan. “Kolay olacak. Göstermemi ister misiniz?”

42


- Evet. Çok iyi olur. Robert Jordan gömlek cebinden not defterini çıkarıp onlara çizmiş olduğu taslakları gösterdi. Adı Primitivo olan ablak yüzlü adam, - Şuna bakın. Köprünün ta kendisi, dedi. Robert Jordan kurşun kaleminin ucuyla, köprünün nasıl kundaklanacağını, dinamitlerin nereye yerleştirileceğini gösterdi. Adı Andres olan ve alnında yara izi bulunan adam, - Ne kadar basit, dedi. “Dinamitleri nasıl patlatacaksın?” Robert Jordan onu da anlattı. Taslak üstünde yapılacakları anlatırken kız kolunu onun omzuna dayamıştı. Pablo'nun karısı da Robert Jordan'ı izliyordu, onunla ilgilenmeyen sadece Pablo'ydu. Maria'nın mağaranın girişinde asılı duran tulumdan doldurduğu büyük kaseden tasına şarap almış, yalnız başına otu­ ruyordu. Kız yumuşak bir sesle, - Bu işi çok mu yaptın? diye sordu. - Evet. - Bunu yaptığın zaman biz de görebilir miyiz? - Tabi, neden olmasın! Pablo, masada oturduğu köşeden, - Göreceksin, dedi. “Göreceğine inanıyorum.” Pablo'nun karısı, - Kapa şu çeneni, dedi ve birden o gün öğleden sonra Robert Jordan'ın elinde gördüklerini hatırladı. Pek de neden olmadan öfkelendi. “Kes sesini korkak. Şom ağızlı, uğursuz. Kes sesini. Katil.” - Peki, dedi Pablo. “Kesiyorum. Şimdi emir veren sensin. Yalnız şunu unutma, ben bir budala değilim.” Pablo'nun karısı öfkenin üzüntüye dönüştüğünü, umutların ve verilen sözlerin çarpıştığını düşündü. Genç kızlığından beri bu duyguyla ve bu duyguya neden olan şeylerle tanışıktı. Bu duygu o anda birden, yine ortaya çıkmıştı. Onu içinden uzaklaştırdı, Bu duygunun kendisine de Cumhuriyet’e de zarar vermesine engel olacaktı. Sonra herkesi yemeği çağırdı, Maria kaplara yemek doldurdu tencereden…. 5. Bölüm Robert Jordan mağaradan dışarı çıktı, gecenin soğuk ve temiz havasını doldurdu ciğerlerine. Sis dağılmıştı, yıldızlar parlıyordu. Mağaranın ağır havasından sonra, dağların temiz havasını, çamların, ırmak kıyısındaki otlar üstündeki çiyin kokusunu içine çekti. Rüzgâr dinince çiy düşmüştü. Mağaranın önünde dururken ertesi sabah don olabileceğini düşündü. Orada derin derin nefes alıp geceyi dinlerken, önce uzakta bir yerde ateş edildiğini, sonra da atların bulunduğu aşağıdaki ormanda baykuşun öttüğünü duydu. Mağaradansa bir gitar sesi eşliğinde Çingene'nin şarkısı duyuluyordu: Babamdan bana kalan miras, Güneş ve aydı. Başıboş dolaşsam da tüm dünyayı,

43


Tüketemem mirasımı. Gitardan, şarkıyı alkışlamak istercesine bir akort yükseldi. Robert Jordan birinin, - Güzel. Şimdi de Katalan’ı söyle, dediğini duydu. - Hayır. - Evet, evet. Katalanı söyle. - Peki, dedi ve hüzünlü bir sesle Katalan'ı okumaya başladı. Burnum yassı, Yüzümün rengi kara, Ama yine de bir insanım ben. İçerdekilerden biri, “Yaşa! Devam et be Çingene” diye bağırdı. Çingene'nin sesinde bu kez alaycı fakat acıklı bir ton vardı. Allah’a şükür Katalan değil, zenciyim. Pablo'nun sesi duyuldu, “Çok gürültülü oluyor, kapa çeneni Çingene.” Kadın da, - Evet, çok ses oluyor. Sen bu sesle Guardia Civiti bile çağırabilirsin ama yine de iyi değil sesin, dedi. Çingene, - Bir şarkı daha biliyorum” dedi Çingene ve gitar tekrar başladı. Pablo’nun kadını, “Bırak” diyince gitar sustu. Çingene, - Bu gece sesim iyi değil zaten. Kaybımız yok!” dedi, sonra da mağaradan dışarı çıktı. Robert Jordan onun önce bir ağaca, sonra da kendisine doğru geldiğini gördü. Çingene yavaşça, -Roberto” diye seslendi. “Evet Rafael!” Çingene'nin sesinden, şaraptan çok etkilendiği anlaşılıyordu. Hayli alkol almıştı, ama kafası dupduruydu. Pablo olayından dolayı da öfkeli değildi. Alçak, yumuşak bir sesle Robert Jordan’a sordu, - Pablo'yu neden öldürmedin? - Onu niye öldüreyim? - Er ya da geç onu öldürmek zorunda kalacaksın. Neden fırsatı değer­ lendirmedin? - Sen ciddi mi konuşuyorsun? - Herkesin ne beklediğini sanıyorsun? Kadın, kızı niye dışarı gönderdi dersin? Söylenenlerden sonra devam edilebileceğine inanıyor musun? - Ben sizlerden birinin onu öldüreceğini düşünüyorum. - O senin işin, dedi Çingene yavaşça. Defalarca onu öldürmeni bekledik. Pablo'nun dostu yoktur. Robert Jordan, - Bir an düşündüm ama sonra caydım, dedi. - Hepimiz bunun farkındayız. Herkes senin hazırlığını gördü. Neden yapmadın? - Sizleri ve kadını tedirgin edeceğimi düşündüm. - Halbuki o da büyük kuşun uçuşunu bekliyor. Sen göründüğünden de toymuşsun. - Olabilir. Çingene, “Onu şimdi öldür” diye üsteledi. Robert Jordan, - Ama bu cinayet olur.

44


- Daha iyi ya, dedi Çingene yavaşça. “Tehlikesi daha az. Haydi git, onu şimdi öldür.” - Hayır, yapamam. Bana yakışmaz. Kimse bunu böyle yapmamalı. Çingene, - Öyleyse onu tahrik et, dedi. “Onu öldürmek zorundasın, başka yolu yok.” Onlar konuşurken, baykuş ağaçlar arasından süzülerek uçtu, sonra kanatlarını çırparak ama hareketli tüylerden hiç ses çıkmadan yükseldi. Çingene karanlıkta, - Şu kuşa bak, işte insanlar da böyle davranmalı. Robert Jordan, - Gündüzün de bir ağaçta, gözleri kör, çevresine kargalar toplanmış olarak, diye cevap verdi ona. - Çok seyrek, dedi Çingene, “Bazen de şans. Onu öldür. Güçlük çıkarmasına fırsat verme. - Artık zamanı geçti. - Onu kışkırt, ya da sessizlikten istifade et. Bu sırada mağaranın önündeki battaniye aralandı ve dışarıya ışık sızdı. Oldukları yere biri geldi, tok, tekdüze bir sesle, - Güzel bir gece. Hava güzel olacak, dedi. Gelen Pablo'ydu. Rus sigaralarından içmekteydi halen. Yıldızların ışığında uzun kollarını, iri gövdesini görebiliyorlardı. Robert Jordan'a, - Kadına aldırma, dedi. Kimi zaman katlanılmaz oluyor. Temelde iyi bir kadındır. Cumhuriyete çok bağlı. O konuştukça sigaranın ucundaki pırıltı titreşiyordu. Konuşurken sigara ağzının bir köşesinde duruyor olmalı diye düşündü Robert Jordan. Pablo, - Sürtüşmeler olmamalı. Biz uyum içindeyiz. Geldiğine sevindim. Tartışmalara kulak asma, başımız üstünde yerin var, diye konuştu. Sonra da, “Şimdi bana izin verin, atlara bakmaya gitmeliyim,” diyerek ağaçların arasından kayboldu. Çingene, - Bak, gördün mü? İşte fırsat elden gitti, dedi. Robert Jordan bir şey demedi. Çingene öfkeyle, - Ben aşağı iniyorum, dedi. - Ne yapacaksın? - En azından gitmesine engel olacağım. - Aşağıdaki atlardan biriyle gidebilir mi? - Hayır. - O zaman ona engel olabileceğin bir yere gitmelisin. - Agustin orada. - Öyleyse gidip Agustin'le konuş. Olanları anlat ona. - Agustin onu seve seve öldürür. - Bu daha az kötü olur, dedi Robert Jordan. “O halde çıkıp olanları anlat. - Sonra ne olacak? - Ben de otlağa inip atlara bakarım. - Evet, çok iyi. Robert Jordan karanlıkta Rafael'in yüzünü göremiyor fakat gülümsediğini sezebiliyordu. Çingene, - İşte şimdi sıkı bir adam oldun, dedi hoşnutlukla. Robert Jordan, - Peki hadi Agustin'e git, diye karşılık verdi. Robert Jordan ağaçlar arasından otlağa indi el yordamıyla. Kenarda durup,

45


açıklıkta daha parlak görünen yıldızların ışığında, kendisiyle ırmak arasındaki çitler içinde bağlı atları saydı. Beş at vardı. Robert Jordan bir çam ağacının altına oturup otlağa baktı.Yorgunum, diye düşündü, belki yargılarım da doğru değil. Fakat görevim köprü ve bu görevi tamamlayana kadar gereksiz bir tehlikeyi göze almamak zorundayım. Elbette bazen fırsatları kullanmamak da tehlikeli oluyor ama şimdiye kadar fırsatları iyi değerlendirdim. Olayın kendi yolunda ilerlemesine göz kulak oldum. Eğer Çingene'nin dediği doğruysa, Pablo'yu öldürmemi bekledilerse, onu öldürmeliydim. Fakat bunu benden beklediklerini tam olarak anlayamadım. Bir yabancının iş için geldiği bir yerde adam öldürmesi iyi değil. Bir eylem sırasında, ya da bir disiplin sorunu söz konusuysa başka. Ama bu şartlarda öldürmem iyi olmazdı. Beklenti ve çözüm bu olsa da. Fakat bu ülkede hiçbir çözümün o denli kısa ve basit olacağına inanmıyorum. Kadına çok güveniyorum ama kocasını öldürseydim nasıl davranırdı bilemem. Birinin böyle bir yerde ölmesi çok çirkin, pis ve iğrenç olmalı. Kadının nasıl tepki göstereceğini bilemezsiniz. Burada kadının dışında bir örgüt ya da sıkıdüzen yok. Kadın bu işlerin üstesinden gelebilir. Eğer kadın onu öldürse, ya da Çingene veya gözcü Agustin, çok iyi olurdu Çingene bunu yapmaz. İstesem Anselmo onu öldürür. Öldürmeye karşı olduğunu söylese de. Ona hınç duyduğu kesin, bana da çok güveniyor. Görebildiğim kadarıyla Cumhuriyet'e yalnız o ve kadın inanıyorlar, fakat böyle bir yargıya varmak için henüz erken olabilir. Pablo'nun atlardan birinin yanında olduğunu, ancak gözleri yıldız ışığına alışınca gördü. At, başını çayırdan yukarı doğru kaldırdı, sonra yine sabırsızca otlara doğru indirdi. Pablo, ipten çite yaslanmış, atla birlikte eğilip kalkıyor, atın boynuna hafifçe vuruyordu. At, karnını doyururken sevgi gösterisinden tedirgin oluyor, sabırsızlık gösteriyordu. Robert Jordan, Pablo'nun tam olarak ne yapmakta olduğunu göremiyordu. Ancak ipini çözmediğini ve atı eyerlemediğini fark edebiliyordu. Oturduğu yerden onu izledi ve konuyu çözmeye çalıştı. Pablo, karanlıkta ata, - Benim güzel midillim, diyordu. Ama konuştuğu büyük aygırdı. “Beyaz yüzlü güzelim benim. Uzun boyunlu güzel atım. Boynunun kemeri evimin kemerinden bile uzun ve güzel.” At, bir yandan oluyor, bir yandan adamın konuşmasından tedirgin, başını sağa sola sallıyordu. Pablo ise konuşmaya devam ediyordu: “Sen kadın değilsin. Aptal da değilsin. Sen, sen, benim kocaman midillim, kocaman küçük midillim. Sen yanmakta olan kaya benzeri bir kadın değilsin. Sen saçı kırpılmış tay gibi bir kız da değilsin. Küçük bir tay da değilsin. Sen aşağılamazsın, yalan söylemezsin, anlayışsızlık da etmezsin.” Pablo'nun hareketleri Robert Jordan için çok ilginçti. Duyamadığı için Pablo'nun yalnızca atlara bakmaya gitmiş olduğuna karar verdi ve onu bu saatte böyle öldürmenin hiçbir yararı olamayacağını düşündüğü için kalkıp mağaraya döndü. Pablo ise daha uzun bir süre otlakta durup atla konuştu. Gece boyunca ağılda durmaktan yorulmuş ve acıkmıştı. Şimdi çitin sınırları içinde, ipinin uzanabileceği alan içinde karnını doyururken adamın konuşması onu öfkelendiriyordu. Pablo sonunda, birden, ipin bağlı olduğu kazığın yerini değiştirdi. Hiçbir şey söylemiyordu şimdi. At, otlanmayı sürdürdü. Hayvan artık rahattı.

46


6. Bölüm Mağaranın içinde sazdan örülmüş alçak bir iskemleye oturmuş Pablo’nun kadınını dinliyordu Robert Jordan. Kadın bulaşıkları yıkıyor, Maria, mağaranın duvarında raf olarak kullanılan bir oyuk önünde diz çökmüş, tabakları kurulayıp yerleştiriyordu. Kadın, - Olur şey değil, El Sordo gelmedi, dedi. “Bir saat kadar önce burada olmalıydı.” - Gelmesini söyledin mi? - Fakat her gece gelirdi.” - Belki bir işi vardır. - Olabilir, dedi kadın. - Eğer gelmezse yarın gidip onu görmeliyiz. - Olur. Peki yeri uzakta mı? - Hayır. Gidelim, ben de epeydir yürümüyorum.” - Ben de gidebilir miyim Pilar? diye sordu kız. Kadın, - Olur güzelim, dedi kocaman yüzünü kıza çevirerek. Daha sonra Robert Jordan'a döndü “Güzel kız değil mi?” diye sordu. - Sana göre nasıl, biraz zayıf değil mi? - Bence çok iyi, dedi Robert Jordan. Maria onun maşrapasına şarap doldurdu. - Şunu iç, dedi, “O zaman beni daha güzel görürsün.” Robert Jordan, - Öyleyse içmeyeyim, dedi. “Çünkü seni yeterince ve çokça güzel buluyorum.” Kadın, - Hah işte böyle konuşmalı, dedi. “İyi insanlar gibi konuşuyorsun. Daha başka nasıl görünüyor?” Robert Jordan kekeleyerek, - Akıllı, dedi. Maria kıkırdadı, kadınsa üzüntüyle başını salladı. “Nasıl da iyi başlıyor ve iyi bitiriyorsun Don Roberto!” dedi. - Bana Don Roberto deme. - Şaka yaptım. Maria'ya da şaka olsun diye Senorita Maria diyoruz. Robert Jordan, - Ben böyle şaka yapmam, dedi. “Bu savaş sırasında bana ciddi olarak Camarada deyin, yeter. Şakayla söylenirse aşağılık bir ad olur.” Kadın ona, - Politikan konusunda pek tutucusun, diye takıldı. “Sen hiç şaka yapmaz mısın?” - Yaparım, ama ad takarak değil. Ad bayrağa benzer. Kadın, - Ben bayrakla da şaka yaparım, dedi. “Herhangi bir bayrakla,” dedi ve güldü. - Bence hiç kimse hiçbir şeyle şaka yapamaz. Sarı ve altın rengi olan eski bayrağa irin ve kan diyorduk. Şimdi mor eklenmiş Cumhuriyet bayrağına da irin, kan ve permanganat diyoruz. Bu da bir şaka. Maria, “O bir komünist” dedi ve ekledi; “Komünistler ciddi insanlardır.” - Komünist misin? - Hayır, ben antifaşistim. - Uzun zamandan beri mi? - Faşizmi anladığımdan beri.

47


- Zaman olarak? - Yaklaşık on yıldır. - Fazla uzun bir süre değil, dedi kadın. “Ben yirmi yıldır Cumhuriyetçiyim.” Maria, - Babam hayatı boyunca Cumhuriyetçiydi, dedi. “Onu vurmalarının sebebi de bu. ” Robert Jordan da, - Benim babam da hayatı boyunca Cumhuriyetçiydi, dedi. “Büyükbabam da öyle. ” - Hangi ülkede? - Birleşik Devletler'de. Kadın, - Peki onları da vurdular mı? diye sordu. - Hayır, dedi Maria. “Birleşik Devletler, Cumhuriyetçilerin ülkesi. Orada kimseyi Cumhuriyetçi olduğu için vurmazlar.” Kadın, - Olsun, dedi, “Cumhuriyetçi bir dedesi olmak iyi bir şey. Soylu bir kanı olduğunu gösterir.” Robert Jordan, - Dedem Ulusal Cumhuriyetçi Kurul'un üyesiydi, dedi. Bu söz Maria'yı bile etkiledi. Pilar, - Baban hâlâ Cumhuriyetçi olarak çalışıyor mu? diye sordu. - Hayır, babam öldü. - Nasıl öldüğünü sorabilir miyim? - Kendi kendini vurdu. - İşkence görmekten korktuğu için mi? - Evet, dedi Robert Jordan. “İşkenceden kurtulmak için.” Maria, gözleri yaşlarla dolarak ona baktı. - Babam, dedi Robert Jordan. “Oldukça şanslıydı. Başka bir şey konuşsak!” Maria, “O zaman sen ve ben benzeşiyoruz,” dedi. Elini Robert Jordan'ın kolunun üstüne koyup yüzüne baktı. Robert Jordan da onun yüzüne baktı. Kızın gözleri, onu ilk gördüğünden beri hiç böylesine genç bakışlı olmamıştı. Oysa şimdi yüzünün öteki bölümleri kadar genç, aç ve istekliydiler. Kadın, - Duruma bakılırsa kardeş olabilirsiniz, ama iyi ki değilsiniz, dedi. Maria, - Duygularımı anlıyorum şimdi, dedi. “Şimdi daha açık ve belirgin.” Robert Jordan, uzandı ve elini kızın başına koydu. Bütün gün bunu yapmak istemişti. Boğazı düğümlendi yine. Kırpılmış fakat gür ve ipek yumuşaklığındaki saçların uçlarını parmakları arasında hissetti, sonra elini kızın boynuna doğru kaydırdı, sonra da çekti. Kız, “Yine yap” dedi. “Bütün gün bunu yapmanı istedim.” Robert Jordan derinden gelen bir sesle, - Daha sonra, dedi. - Ya ben, dedi Pablo'nun kadını. “Bunları görmem mi gerekiyor? Buradan gitmem gerekmiyor mu? Pablo neredeyse döner.” Maria artık kadını umursamıyordu. Mum ışığında kâğıt oynayanlar da umurunda değildi.

48


- Daha şarap ister misin Roberto? diye sordu. - Evet, isterim. Pablo'nun karısı, - Benim gibi, senin de bir sarhoşun olacak, dedi. “O güzel içkiden sonra bu kadar şarap... Dinle İngiliz.” - İngiliz değil, Amerikalı. - Öyleyse dinle Amerikalı. Nerede uyumayı düşünüyorsun?” - Dışarıda uyurum. Uyku tulumum var. - İyi. Hava güzel ve açık. - Hayli de soğuk. - Sen dışarıda uyu. Eşyaların da benimle uyurlar. - Peki, dedi Robert Jordan. Kıza, “Bizi biraz yalnız bırak” dedi. - Niye? - Pilar'la bir şey konuşmak istiyorum. - Gitmeli miyim? - Evet. Kız mağaranın girişine gitti, orada durup içeride kâğıt oynayanlara bakmaya başladı. Pablo'nun karısı Robert Jordan'a, - Ne var? diye sordu. - Çingene'ye göre ben... diye başladı. Kadın onun sözünü kesti. - Hayır, yanılıyor, dedi. Robert Jordan sakin bir sesle fakat zorlukla, - Eğer gerekirse onu... - Yapardın, buna inanırım, dedi kadın, “Fakat gerekmiyor. Seni izledim. Kararın yerindeydi.” - Ama ya gerekirse? - Hayır, dedi kadın. “Gerekmeyecek. Çingene'nin beyni bulanmış.” - Fakat bir insan zayıf olduğu zaman ciddi bir tehlike oluşturabilir. - Hayır, anlamıyorsun. Bu olaydan sonra herkes tehlike sınırını aştı. - Anlamıyorum. - Anlayacaksın, daha çok gençsin, dedi ve sonra kızı çağırdı. “Gel Maria, daha konuşmuyoruz.” Kız yanlarına gelince Robert Jordan uzanıp başını okşadı. Robert Jordan birden kızın ağlayacağını anladı. Fakat kızın sarkmış dudakları toparlandı ve ona gülümsedi. Kadın Robert Jordan'a, - Yatsan iyi olur. Bugün uzun bir yolculuk yaptın, dedi. - Evet, dedi Robert Jordan. “Eşyalarımı alayım.” Robert Jordan, uyku tulumunun içinde uyumuştu. Uzun bir süre uyuduğunu sanıyordu. Rüzgârdan korumak için mağaranın önündeki kayaların altına sermişti uyku tulumunu. Tabancası belindeydi ve bir kayışla bileğine bağlıydı. Tuluma yerleşip yan döndü. Omuzlarıyla sırtı ağrıyordu, bacakları, kasları yorgunluktan, yatmakta olduğu yeri yumuşak bulacak denli gergin, uykuya dalmıştı. Uyandığında nerede olduğunu merak etti, bulunduğu yeri tanıyınca, yan tarafındaki tabancayı biraz kaydırdı elini, dikkatle katlayıp ip tabanlı ayakkabılarının çevresine sararak yastık yerine kullandığı giysilerinin üstüne koydu, bir kolunu da yastığına dolayıp yeniden uykuya daldı. Sonra bir el hissetti omzunda; tulum içinde sağ elini tabancasına götürerek

49


çarçabuk döndü. Mario’nun eliydi bu. Kızı görünce tabancayı bıraktı. - Sensin, dedi, her iki kolunu da uzattı, kızı kendine doğru çekti. Kollarıyla onu sardı. Kız titriyordu. “Uyku tulumunun içine gir, dışarısı soğuk” dedi. 7. Bölüm Robert Jordan soğuk gecede derin derin uyumuştu. Bir defa uyanmış, uzanınca kızın uyku tulumu içinde kıvrılıp uyumakta olduğunun farkına varmıştı. Buz gibi hava burun deliklerine doldu. Başını sıcak tulumun içine sokarak derin bir uykuya daldı tekrar. Gün ağarmaya başladığı zaman uyandı, kolunu uzattı, kızın yattığı yer daha sıcaktı ama kendisi gitmişti. Mağaraya baktı. Mağara ağzındaki battaniye buz tutmuş gibiydi. Bir çatlaktan sızan duman mutfak ateşinin yakılmış olduğunu gösteriyordu. Ormandan bir battaniyeye bürünmüş bir adam geliyordu. Robert Jordan az sonra gelenin Pablo olduğunu anladı. Sigara içiyordu. Atlara bakmaya gitmiş olmalı diye düşündü Robert Jordan. Pablo, Robert Jordan'dan yana hiç bakmadan mağaranın önündeki battaniyeyi aralayıp içeri girdi. Robert Jordan uyku tulumu üstünde elini gezdirince ince bir kırağı katmanıyla örtülmüş olduğunu gördü, elini çekti yine tulumun içine yerleşti. Biraz daha uyuyabilirim diye düşündü. Sonra bir uçağın motor sesi onu uyandırana dek uyudu. Sırtüstü döndüğünde Fiat, küçük tip, parlak, hızlı faşist uçağının dağların üstünde gökyüzünü yararak, dün kendisiyle Anselmo'nun geldiği yöne doğru gittiğini gördü. Üçü geçip gittikten sonra dokuz uçak daha, üçer üçer geçti. Pablo'yla Çingene mağaranın önünde gölgede durmuşlar gökyüzüne bakıyorlardı. Robert Jordan'sa hareketsiz yatmaktaydı. Gökyüzü hâlâ uçakların sesiyle gürlemekteyken üç tane Heinkel, bin ayaktan daha alçaktan uçarak geçti. Robert Jordan kayaların gölgesinde olduğu için uçakların onu göremeyeceklerini biliyordu; ama gerçekte görüp görmemelerini de umursamıyordu. Eğer bu dağlarda bir şeyler arıyorlarsa atları kesinlikle görürlerdi. Bunları belki de kendi atlı birliklerinin atları sanırlardı. Sonra, daha da büyük bir gürültüyle daha alçaktan üç tane daha Heinkel uçağının motor sesi geldi, sesler büyüdü, büyüdü, uçaklar uzaklaşırken sesleri de yavaş yavaş kesildi. Robert Jordan yastık olarak kullandığı giysilerini açıp gömleğini çekti. Onu çekerken daha başka uçakların da yaklaşmakta olduğunu duydu. Pantolonunu tulumun içinde giydi. Üç tane daha Heinkel bombardıman uçağı tam tepelerinden geçerken, sessiz ve hareketsiz yattı. Uçaklar, dağların ötesinde gözden kaybolmadan tabancasını beline yerleştirmiş, tulumunu büküp kayanın altına koymuştu. İp tabanlı ayakkabılarını bağlamaktaydı ki öncekilerden çok daha büyük, yeri sarsan bir gürültüyle dokuz tane daha Heinkel bombardıman uçağı geldi ve adeta gökyüzünü yararak geçip gitti. Robert Jordan kayaların arasından geçerek, Pablo, Çingene, kardeşlerden biri, Anselmo, Agustin ve kadının durup dışarı baktıkları mağaranın ağzına gitti. - Daha önce de uçaklar geçmiş miydi? diye sordu. - Hiç geçmemişlerdi, diye cevap verdi Pablo. “İçeri gir, seni görecekler.” Güneş henüz mağaranın ağzına vurmamıştı. Irmak kıyısındaki otlak da daha yeni parlamaya başlamıştı. Robert Jordan ağaçların ve kayaların koyu gölgelerinde

50


görülemeyeceklerini biliyordu ama ötekileri kızdırmamak için mağaraya girdi. Kadın, “Ne çok uçak var” dedi. Robert Jordan, - Başkaları da gelecek, Pablo kuşkuyla, - Nereden biliyorsun? diye sordu. - Öyle olur hep, bunların arkasından yeniler gelecek. Tam o anda beş bin ayak yüksekten uçan, yaban ördeği sürüsü gibi V oluşturmuş, Fiat uçakların sesleri duyuldu. Mağaranın girişinde, ayaktaydılar. Hepsinin de yüzü asıktı. Robert Jordan, - Bu kadar uçak görmediniz mi daha önce? diye sordu. - Hiç görmedik, dedi Pablo. - Segovia'da çok uçak yok muydu? - Hayır, yoktu. Genelde üç uçak görürdük. Bazen de altı avcı uçağı. Zaman zaman da üç Junker, avcılarla üç motorlu büyük uçak. Bunlar gibisini hiç görmedik. Robert Jordan kötü diye düşündü. Bu kadar çok uçak olması kötüye işaret. Yüklerini boşaltıp boşaltmadıklarına bakmalıyım. Fakat hayır, saldırıda kullanacakları birlikleri daha getirmiş olamazlar. Bu geceden ya da yarın geceden önce getirmezler. Bu saatte hiç kimseyi, hiçbir şeyi yerinden oynat­ mazlar. Uçakların sesleri hâlâ gelmekteydi. Saatine baktı. Hatların üstünde olmalıydılar, hiç değilse ilk geçenler. Saniye kolunun düğmesine bastı, saat dönmeye başladı. Hayır, daha ulaşmamışlardır. Şimdi, tam şimdi varmışlardır. Bir on birliklerin hızı iki yüz elli mil. Beş dakikada gidecekleri yere ulaşırlar. Şu anda Kastilya'nın, sabah güneşi altında, beyaz yolların kestiği sarı ve koyu sarı tarlaları, yer yer serpilmiş köyleri üstünden uçuyor olmalılar. Şu anda henüz bomba atıldığını gösteren sesler gelmiyordu. Robert Jordan'ın saati ilerliyordu. Colmenar, Escorial, Manzanares el Real üzerinden uçuyor olmalılar diye düşündü. Sazlıkları içinde ördekler dolaşan gölün kıyısında, eski kale yakınındaki, pervaneleri rüzgâra doğru duran taklit uçakların bulunduğu göstermelik havaalanı üstünden uçuyor olmalılar şimdi, oraya doğru gidiyorlar. Saldırıyı bilmiyorlar dedi kendi kendine, sonra içinden bir ses, niye bilmesinler, öteki saldırıları hep biliyorlardı dedi. Pablo, - Atları gördüler mi dersin? diye sordu. Robert Jordan, - At aramıyorlardı, dedi. - Ama onları gördüler mi? - Onları aramaları söylenmediyse görmemişlerdir. - Onları görebilirler mi? - Büyük ihtimalle hayır, dedi Robert Jordan. “Güneş ağaçların üstüne vurmuşsa, belki.” Pablo üzgün, “Güneş çok erken üstüne vurur” dedi. Robert Jordan, - Onların atlardan başka işleri var, dedi. Robert Jordan saatin düğmesine basalı sekiz dakika geçmişti, ama hâlâ bomba sesi gelmiyordu. Kadın,

51


- Saatle ne yapıyorsun? diye sordu. - Uçakların nereye gittiklerine bakıyorum. - Aaa, dedi kadın şaşırarak. Robert Jordan on dakika boyunca saate baktıktan sonra uçakların artık çok uzakta olduklarını düşündü, sesin tümüyle silinmesi için bir dakika daha bekledi, sonra Anselmo'ya, - Seninle konuşmalıyım, dedi. Anselmo mağaradan çıkıp biraz ilerledi, bir çam ağacının altında durdu. Robert Jordan, “Nasıl gidiyor?” diye sordu. - İyi. - Bir şeyler yedin mi? - Hayır, daha kimse yemedi. - O zaman ye. Öğlende de yiyecek bir şeyler al yanına. Gidip yolu gözetlemeni istiyorum. Yoldan gelip geçen her şeyi not edeceksin. - Ben yazamam ki. - Yazman gerekmez, dedi Robert Jordan. Not defterinden iki yaprak kopardı, çakısıyla kurşunkaleminden bir iki parmak uzunluğunda bir parça kesti. - Bunu al, tank geçerse şöyle bir işaret yap, dedi. Basit bir tank resmi çizdi. “Sonra her biri için bir işaret yap, dört tane olunca beşinci çizgiyi, dört çizgiyi kesecek biçimde yap.” - Böylece sayabileceğiz. - Güzel. Bir işaret daha yap, kamyonlar için, iki tekerlek ve bir kutu. Boşsalar bir çember çiz. Asker doluysa düz bir çizgi çiz. Tüfekler için işaret, büyükseler şöyle, küçükseler de böyle. Arabalar için, cankurtaranlar için böyle. İki tekerlek, bir kutu, üstüne de bir haç. Yaya askerler için de şöyle bir işaret yap. Gördün mü? Bir küçük kare, yanına da böyle bir işaret. Atlıları da böyle bir işaretle gösterirsin. At gibi. Bir kutu, dört de bacak. Bu yirmi kişilik bir takım demek. Anladın mı? Her birliğin bir işareti var. - Evet, çok akıllıca. - Şimdi bak, diyerek iki tekerlekle bir tüfek namlusunu gösteren bir çizgi çizdi. “Bunlar tanksavarlar” dedi. “Bunların lastik tekerlekleri var. Bunları da işaret et. Bunlar da uçaksavarlar.” İki tekerlek ve yukarı doğru bir çubuk çizdi. “Bunları da işaret edeceksin. Böyle silahlar gördün mü daha önce?” - Evet, dedi Anselmo. “Elbette. Anlaşıldı.” - Çingene'yi de yanına al ki nerede olduğunu görsün. Daha sonra senin yerini o alır. Güvenli bir yer seç. Çok yakın olmasın ama rahatlıkla görebileceğin bir uzaklıkta olsun. Yerine biri gelene kadar orada kal. - Peki, anlaşıldı. - Güzel. Geri geldiğinde yoldan geçen her şeyi bana söyleyeceksin. Kâğıtlardan birini yolun yukarısına, birini de aşağı doğru geçenler için kullanacaksın. Birlikte mağaraya doğru yürüdüler. Robert Jordan bir ağacın altında durdu, - Bana Rafael'i gönder, dedi. Anselmo'nun mağaraya girişine, battaniyenin arkasından kapanışına baktı. Az sonra Çingene eliyle ağzını silerek dışarı çıktı. Çingene, “Akşam rahat ettin mi?” diye sordu. - Uyudum. - Fena değil, dedi Çingene. “Sigaran var mı?” Robert Jordan sigara almak için elini cebine sokarken, - Dinle, dedi, “Anselmo'yla birlikte gitmeni istiyorum. Yolu gözetleyebileceği bir

52


yer bulacak. Yeri iyice öğreneceksin ki gerektiğinde beni oraya götürebilesin, ya da daha sonra onun yerini sen alabilesin. Sonra da bıçkıevini gözetleyebileceğin ve oradaki karakoldaki değişiklikleri görebileceğin bir yer bulacaksın.” - Ne gibi değişiklikler? - Şu sıra orada kaç kişi bulunduğuna bakacaksın. - En son bildiğim sekiz kişi. - Şimdi kaç kişi var, ona bak. Köprüdeki nöbetçinin hangi aralıklarla değiştiğine bak. - Hangi aralıklarla mı? - Kaç saat nöbette tuttuklarını, nöbeti saat kaçta değiştirdiklerini öğren. - Benim saatim yok. - Benim saatimi al, diye saatini uzattı. Rafael hayranlıkla, - Ne saat, dedi, “Neler gösteriyor, şuraya bak. Böyle bir saat okuyup yazmayı bile becerebilir. Şu sayılara bak. Bütün saatlerin sonunu gösterir bu.” - Onunla eğlenme, dedi Robert Jordan. “Saati okuyabilir misin?” - Niye okuyamayayım? Saat on iki, öğle zamanı, acıkırsın. Gece on iki, gece yarısı, uyursun. Sabah altı, acıkırsın. Akşam altı, sarhoş olursun, talihin varsa. Akşam saat on. - Kapa çeneni, dedi Robert Jordan. “Soytarılık gerekmez. Büyük köprünün altındaki yolu bıçkıevindeki nöbetçiyi ve küçük köprüdeki nöbetçiyi gözetlemeni istiyorum.” Çingene sırıtarak, - Çok iş bu, dedi. “Benden başka kimseyi göndermeyeceğinden emin misin?” - Hayır Rafael, göndermeyeceğim. Çok önemli bu. Kendini göstermeyecek ve dikkatle gözetleyeceksin. - Elbette kendimi göstermeyeceğim. Niye beni uyarıyorsun? Beni vurmalarını ister miyim sanıyorsun? Robert Jordan, - Daha ciddi olmalısın, dedi. “Bu ciddi bir iş.” - Sen mi bana ciddi olmamı söylüyorsun? Dün akşam yaptığından sonra? Birini öldürmen gerekirken sen ne yaptın? Tam büyükbabalarımızdan başlayarak bizleri ve doğmamış torunlarımızı, kedileri, keçileri, tahtakurularını bile öldürecek uçaklar gökyüzünü doldururken sen bana ciddi olmamı söylüyorsun. Bunları ben zaten ciddiye alıyorum. Robert Jordan, - Peki, peki, diyerek güldü, elini Çingene'nin omzuna koydu. O zaman onları o kadar da ciddiye alma. Şimdi kahvaltını bitir, sonra da yola çık. - Peki, ya sen? Sen ne yapıyorsun? diye sordu Çingene. - Ben El Sordo'yu görmeye gideceğim. - O kadar uçaktan sonra bu dağlarda kimseyi bulamayabilirsin. Bu sabah geçerlerken pek çok kişi ecel teri dökmüştür. - O uçakların gerillaları avlamaktan başka işleri var. Çingene, - Doğru, diye başını salladı, “Başka bir işin arkasında oldukları zaman.” Robert Jordan, - O uçaklar Almanların en iyi hafif bombardıman uçakları. Onları Çingeneleri öldürmek için göndermezler.

53


Rafael, “Beni korkutuyorlar” dedi. “Açık açık söylüyorum, beni çok korkutuyorlar.” Robert Jordan, - Onlar bir havaalanını bombardıman etmeye gittiler, dedi, mağaraya girerlerken. - Havaalanına gittiklerine kesinlikle inanıyorum. - Ne diyorsun? diye sordu Pablo'nun karısı. Bir tasa onun için kahve doldurdu, bir kutu da konserve süt uzattı. - Süt var. Ne lüks? - Her şey var, dedi kadın. “Uçaklardan beri korku da var. Sence nereye gittiler?” Robert Jordan kahvesine ağır, yoğun sütten birkaç damla döktü, kutuyu tasın kıyısına sıyırdı, açık kahverengi olana değin kahveyi karıştırdı. - Sanıyorum, havaalanını bombalamaya gittiler, dedi. “Escorial ve Colmenar'a gitmiş olabilirler. Belki her üç yere de gitmişlerdir.” - Umarım buradan uzağa gitmişlerdir, dedi Pablo. Kadın, - Peki, buraya niçin şimdi geldiler? diye sordu. “Bu kadar çok uçak hiç görmemiştik. Bir saldırı mı hazırlıyorlar?” - Dün akşam yolda ne gibi bir hazırlık vardı? diye sordu. Robert Jordan. Maria ona çok yakın duruyordu ama o dönüp bakmadı. Kadın, - Fernando, dedi, “Sen La Granja'daydın dün akşam. Orada ne gibi bir hareket vardı?” Robert Jordan'ın daha önce görmediği bir gözü şaşı, açık yüzlü, otuz beş yaşlarında bir adam cevap verdi. - Hiçbir şey. Her zamanki gibi birkaç kamyon geçti. Birkaç da araba. Ben oradayken hiçbir askeri birlik geçmedi. Robert Jordan, - La Granja'ya her gece gidiyor musun? diye sordu. Fernando, - Ben veya bir başkası, ama oraya her gece biri gider, dedi. Kadın, “Haber almak için, tütün ve öteberi almak için giderler, dedi. Robert Jordan, - Orada da adamlarınız var mı? - Elbette, neden olmasın? Elektrik santralinde çalışanlar var. Daha başkaları da var. - Peki, haberler ne? - Şu anda hiçbir haber yok. Kuzeyde işler daha kötü gidiyor. Bu haber değil, çünkü kuzeyde işler baştan beri kötü gidiyor. - Segovia'da neler oluyor, duydun mu? - Hayır, sormadım. - Segovia'ya gidiyor musun? - Bazen, dedi Fernando. “Orada tehlike var. Durdurup kâğıtlarınızı soruyorlar.” - Havaalanını biliyor musun? - Hayır. Nerede olduğunu biliyorum ama hiç gitmedim. Orada daha çok kâğıtları sorarlar. - Dün akşam bu uçaklardan kimse söz etmedi mi? - La Granja'da mı? Kimse sözünü etmedi. Fakat bu gece söz edecekleri kesin.

54


Ouiepo de Liano'nun radyo yayınından konuştular, hepsi bu. Cumhuriyet bir saldırı hazırlıyor gibi. - Ne hazırlıyor dedin? - Cumhuriyet bir saldırı hazırlıyor gibi. - Nerede? - Belli değil. Sierra'nın başka bir yeri için belki. Sen böyle bir şey duydun mu? - Bunu La Granja'da mı söylediler? - Evet, unutmuşum. Fakat saldırı dedikoduları hep vardır. - Peki nereden çıkıyor bu dedikodular? - Nereden mi? Değişik kişilerden elbette. Segovia ve Avila'daki kahvelerde subaylar konuşurlar, garsonlar da konuşulanları dinlerler. Sonra da dedikodu yayılır. Çoktandır buralarda Cumhuriyet'in bir saldırı hazırladığı söyleniyordu zaten. - Cumhuriyetin mi yoksa faşistlerin mi? - Cumhuriyet'in tabi. Faşistler olsaydı, bunu herkes bilirdi. Hayır, bu saldırı oldukça büyük bir saldırı olacak. Kimileri de iki saldırı olacağını söylüyorlar. Biri burada, ikincisi de Escorial yakınında Alto del Leön'da. Bunu duymuş muydun? - Daha neler duydun? - Başka hiçbir şey. Ha evet, eğer saldırı olursa Cumhuriyetçiler'in köprüleri kundaklayacağını söylüyorlar. Fakat köprüler iyi korunuyor. Robert Jordan kahvesinden bir yudum aldı. - Şaka mı ediyorsun? diye sordu. Fernando, - Hayır, dedi. Kadın, - Bu adam hiç şaka etmez, dedi. Robert Jordan, - Peki öyleyse, dedi, “Verdiğin haberler için teşekkürler. Başka haberlerin var mı? ” - Hayır, her zamanki gibi bu dağları boşaltacak birliklerden söz ediyorlar. Birliklerin yolda olduğunu söyleyenler var. Valladolid'den gönderilmişler. Fakat bunlar hep söylenir durur. Kulak asma. Pablo'nun karısı, Pablo'ya iğneleyici bir sesle, - Sen de güvenlikten dem vuruyorsun, dedi. Pablo ona bakarak çenesini kaşıdı, - Ya sen, diye karşılık verdi, “Senin köprülerin?” Fernando neşeyle, - Hangi köprüler? diye sordu. Kadın, - Aptal, dedi, “Kalın kafalı. Bir fincan daha kahve al da daha başka haberleri de hatırla.” Fernando yine neşeyle ve soğukkanlılıkla, - Kızma Pilar, dedi. “Dedikodulardan korkmamalı. Sana ve bu yoldaşa bildiğim her şeyi anlattım.” Robert Jordan, - Daha başka şeyler hatırlıyor musun? diye sordu. - Hayır, dedi Fernando ciddiyetle. “Bu kadarını da hatırladığım iyi, çünkü dedikodu oldukları için dikkatle dinlemedim.” - Öyleyse daha başka haberler de olabilir? - Olabilir. Ama ben dikkat etmedim. Bir yıldır, dedikodudan başka bir şey

55


duymadım. Robert Jordan tam arkasında durmakta olan kızın kıkırdayarak güldüğünü duydu. - Bize öteki dedikoduları da anlat Fernandito, dedi. - Bir hatırlayabilsem, dedi Fernando. “Hatırlayabiliyorum. Dedikoduları dinleyip onlara kulak asmak insana yakışmaz.” - Ama bunlarla Cumhuriyet'i kurtaracağız, dedi Pilar. - Hayır, Cumhuriyet'i köprüler uçurarak kurtaracaksınız, dedi. Robert Jordan Anselmo ile Rafael'e döndü, - Yedinizse gidin, dedi. Yaşlı adam, - Gidelim, dedi. İkisi kalktılar. Robert Jordan omzuna bir elin dokunduğunu fark etti. Maria'ydı dokunan. - Yemeğini ye, dedi ve elini çekmedi. “İyi ye ki yeni dedikodulara dayanabilesin.” - Dedikodular iştah bırakmadı. - Hayır, böyle olmamalı. Bari yeni söylentiler gelmeden bunları ye. Tabağı Robert Jordan'ın önüne koydu. Fernando kıza, - Bana şaka yapma, ben senin iyi arkadaşınım Maria, dedi. - Sana şaka yapmıyorum Fernando, onunla şakalaşıyorum. Yemeğini yemeli yoksa acıkır.” Fernando, - Herkes yemeliyiz, diye cevap verdi. “Orada ne yemek var? Bize vermediniz!” Pablo'nun karısı, - Size vermediğimiz bir şey yok, diyerek Fernando'nun tabağına et yahnisi koydu. - Ye. Yapabileceğin tek şey bu... Şimdi ye. Fernando saygıyla, - Yemek çok güzel Pilar, dedi. Kadın, - Teşekkürler, diye cevap verdi, “Çok çok teşekkürler.” - Bana kızgın mısın? diye sordu Fernando. - Hayır, haydi işine. Yemeğini ye. - Tama, dedi Fernando. “Teşekkür ederim.” Robert Jordan, Maria'ya baktı. Kızın omuzları yine sarsılmaya başlamıştı. Kız yüzünü çevirdi. Fernando yüzünde böbürlü ve ağırbaşlı bir anlamla yemeğini yiyordu. Kullandığı kocaman kaşıkla, yahninin ağzının kenarlarından akan suyu bile yüzündeki böbürlü ve ağırbaşlı anlamı bozmaya yetmiyordu. Pablo'nun karısı ona, - Yemeği sevdin mi? diye sordu. Ağzı dolu, - Evet Pilar, diye cevap verdi, “Her zaman olduğu gibi.” - Yemeği o nedenle mi beğendin?” diye sordu kadın Fernando'ya, - Evet, dedi. - Anlıyorum. Yahni, her zamanki gibi. Burada bir saldırı, her zamanki gibi. Birlikler bizi yakalamaya geliyor, her zamanki gibi. Her zamanki gibiye bir anıtmış gibi bakabilirsin. - Fakat son ikisi dedikodudan başka bir şey değil Pilar. Pablo'nun karısı acı acı,

56


- İspanya, dedi, sonra Robert Jordan'a döndü, “Başka ülkelerin insanları da buradakilerin benzeri mi?” diye sordu. Robert Jordan incelikle, - İspanya gibi bir başka ülke yok, diye cevap verdi. Fernando, - Evet, haklısın, dedi, “Dünyada İspanya'ya başka benzeyen bir ülke yok.” Kadın, - Başka bir ülke gördün mü hiç? diye sordu. - Hayır, dedi Fernando, “Aslında görmek de istemem.” Kadın Pablo'yla Robert Jordan'a döndü, - Görün işte, dedi. Maria, - Fernando, dedi, “Bize Valencia'ya gidişini anlatsana.” - Valencia'yı hiç sevmedim. Maria, - Niye? diye sordu. Bir yandan Robert Jordan'ın kolunu sıkıyordu. - İnsanlar kaba. Onları hiç anlayamıyordum. Boyuna birbirlerine Che diye bağırıyorlar. Maria sordu: - Onlar seni anlayabiliyorlar mıydı? Fernando, - Anlamıyormuş gibi davranıyorlardı. - Peki, ne yaptın orada? - Denizi bile görmeden ayrıldım. Oradaki insanları hiç sevmedim. Pablo'nun karısı, - Çık git buradan, kadın kılıklı herif, diye bağırdı. “Beni hasta etmeden buradan çek git. Valencia'da hayatımın en güzel günlerini geçirdim ben. Bana Valencia'yı anlatma. Maria, - Valencia'da ne yapıyordun? diye sordu. Pablo'nun karısı bir tas kahve, bir parça ekmek, bir çanak da et yahnisi aldı, masaya oturdu. - Orada ne mi yapıyordum? Finito'nun Feria için üç güreş sözleşmesi vardı ben oradayken. Öylesine kalabalık kahveler görmedim hayatımda. Saatler boyu bekler yer bulamazsınız. Tramvaya binmek mümkün değil. Valencia'da gece gündüz hiç durmayan bir hareket vardı. Maria yine, - Fakat orada sen ne yaptın? diye sordu. Kadın, - Her şey, dedi. “Deniz kıyısına gidip bütün gün su içinde yattık. Yelkenlileri kıyıya öküzler çekiyordu. Öküzler yüzene kadar denize sürülüyordu. Sonra onları teknelere bağlıyorlardı. Öküzlerin ayakları yere değince tekneleri karaya çekiyorlardı. Çift çift öküzler, sabahleyin küçük dalgacıklar kıyıya çarparken, yelkenlileri karaya çekerler. İşte Valencia bu.” - Öküzler dışında ne gördün? - Kumsaldaki pavyonlarda yemek yedik. Pişirilip didilmiş balıkla yeşil ve kırmızı biberle, pirinç kadar küçük taneli fındıkla doldurulmuş börekler yedik. Börekler çok güzel ve yumuşaktı, balık böreklere çok ayrı bir tat veriyordu. Karidesler çok tazeydi, üstlerine limon sıkıp yiyorduk. Pembe ve tatlıydılar. Çok karides yedik. Sonra, taze deniz ürünleriyle yapılan paella yedik, istiridye, midye, kerevit ve kü­

57


çük yılanbalıkları yedik. Ve bütün bunlarla şişesi otuz sentimo olan, buz gibi, hafif, iyi cins beyaz şarap içtik. Sonunda da kavun. Orası kavun yeri. Fernando, - Kastilya'nın kavunu daha güzel, dedi. Pablo'nun karısı, - Kastilya kavunu yaramaz. Valencia kavunu yemek içindir. Kol kadar uzun, deniz kadar yeşil, sulu, serin, yaz sabahları daha tatlıdır o kavunlar... - Yiyip içmediğiniz zaman ne yapıyordunuz? - Balkonunda tahta kepenkleri olan, menteşeleri üstünde dönen kapı aralığından rüzgâr esen odada hayatımızı yaşardık. Sokaklar çiçek kokardı, yakındaki çiçek pazarından ötürü. Feria süresince sokaklarda atılan havai fişeklerinin yanık barut kokusu yayılırdı havaya. Zincirleme bağlanırdı havai fişekler; tramvay tellerinde gürültüyle, çatırtıyla patlardı, inanamazsınız. Sonra Pablo'ya döndü, “Sen böyle şeyler bilir misin?” diye sordu. Pablo, - Birlikte bir şeyler yaptık biz de, diye cevap verdi. - Evet, dedi kadın. “Fakat Valencia'ya hiç gitmedik. Valencia'da birlikte yatağa uzanıp sokaktan geçen bandoyu dinlemedik.” - Valencia'ya gidecek fırsatımız olmadı, dedi Pablo. “Sen de biliyorsun, daha mantıklı olsaydın! Finito'yla hiç köprü uçurmadın ki!..” - Hayır, dedi kadın. “Bize kalan tek şey bu. Tren, evet, yalnızca tren. Kimse buna karşı söz söyleyemez. Tembellikten, başarısızlıktan ve uyuşukluktan sonra elimizde kalan tek şey bu. Şu anın korkaklığından elimizde bir tek bu kaldı. Eskiden daha başka şeyler de vardı. Haksızlık yapmak istemem. Ama kimse Valencia'yı kötüleyemez.” Fernando alçak sesle, - Ben sevmiyorum, dedi. Kadın, - Bir de katıra inatçı, derler, dedi. “Maria, masayı topla da gidelim.” 8. Bölüm Geri dönmekte olan uçakların sesi duyuldu yeniden. Mağaranın ağzında durup uçakları seyrettiler. Bombardıman uçakları çok yüksekten geçiyorlardı. Robert Jordan köpekbalıklarına benziyorlar diye düşündü. Güneş altında motorlarından çıkan buharla şimdiye değin var olan hiçbir varlığa benzemiyorlardı. Bunlar mekanize olmuş kıyamettiler sanki. Yazmalısın, dedi kendi kendine. Belki sonra yine yazarsın. Maria'nın elini kolunda hissetti. Kız da yukarı bakıyordu. Ona, - Sence neye benziyorlar? diye sordu. Kız, - Bilmiyorum, dedi, “Sanırım ölümü andırıyorlar.” Pablo'nun karısı, - Bence uçağa benziyorlar, dedi. “Küçükleri nerede?” Robert Jordan, - Onlar belki başka bir yoldan geçiyorlardır, dedi. “Bunlar onlardan çok daha hızlı. Onları bekleyemezler. Hatlarda savaşırken bunları hiç izlemeyiz. Tehlikeye atabileceğimiz kadar çok uçağımız yok.”

58


Bu sırada üç tane Heinkel V biçiminde aşağıdaki ağaçlıkta belirdi. Alçaktan uçarak onlara doğru geliyorlardı. Kanatları yan yatmış, küt burunlu çirkin oyuncaklar gibi, neredeyse ağaçların tepelerini yalayarak, gerçek büyüklüklerinden daha da büyük ve ürkütücü görünerek, kulakları sağır edercesine bir gürültüyle gelip geçtiler. O kadar alçaktan uçuyorlardı ki mağaranın önündekiler, iri gözlüklü pilotları görebiliyorlardı. Öndeki uçağın pilotunun kaşkolü geriye doğru uçmaktaydı. Pablo, - Bunlar atları görebilirler, dedi. Kadın, - Bunlar senin sigaranın ucunu da görebilirler, dedi. Daha başka uçak gelmedi. Demek ki diğerleri başka bir yerden geçmislerdi. Uçakların sesi kesilince hepsi birden mağaranın dışına çıktılar. Gökyüzü şimdi bomboş, mavi ve duruydu. Maria, Robert Jordan'a, - Sanki insanı uykudan uyandıran bir düş gibiler, dedi. Uçakların sesi artık hiç gelmiyordu. - Düş değiller. Haydi sen içeri gir de ortalığı temizle, dedi Pilar kıza. Robert Jordan'a döndü, - Nasıl gidelim? Atla mı yoksa yürüyerek mi gitsek? diye sordu. Pablo ona bakıp homurdandı. - Nasıl istersen, diye cevap verdi Robert Jordan. - Yürüyelim, dedi kadın. “Yürüyüş karaciğer için iyidir.” - Ata binmek de karaciğer için iyidir. - Evet ama, biz yürüyeceğiz. Pablo'ya döndü, “Sen de aşağı iner atlarını sayar, uçup uçmadıklarına bakarsın.” Pablo, Robert Jordan'a, - Binmek için atlardan birini ister misin? diye sordu. - Hayır, çok teşekkür ederim. Kız ne olacak? Pilar, - Yürümek onun için de iyidir, dedi. “Yoksa hamlaşırsa bir işe yaramaz.” Robert Jordan yüzünün kızardığını duyumsadı. Pilar, - İyi uyudun mu? diye sordu. “Eşyalarına Agustin göz kulak olacak. O gelince yola çıkarız.” dedi. Açık ve berrak bir gündü. Vakit ilerledikçe hava ısınmıştı. Robert Jordan iriyarı kadının yumuşak bakışlı neşeli gözlerine, geniş, esmer, konuşmadığı zaman üzgün duran çizgili yüzüne baktı. Önce kadına, sonra da ağaçlar arasından atlara doğru vurdumduymazlıkla yürüyen adama baktı. Kadın da adamın arkasından bakıyordu. - Dinle, dedi kadın, “Ben korkak değilim fakat sabahın erken saatlerinde olayları çok iyi görebiliyorum. Tanıdığımız, yaşamakta olan birçok kişi bir dahaki pazar gününü göremeyecek.” - Bugün ne? - Pazar. Robert Jordan, “Bir dahaki pazar günü çok uzakta. Çarşamba gününü görebilirsek çok iyi. Ne var ki böyle konuşmandan hiç hoşlanmıyorum” dedi. - Herkes biriyle konuşmak ihtiyacı duyar, dedi kadın, “Herkesin rahat ve açık konuşabileceği bir insanı olmalı. Yoksa insan büyük bir yalnızlık duyar.”

59


- Biz yalnız değiliz, hep birlikteyiz. - Şu makinelerin görünüşü insanı yıkıyor, dedi kadın. - Bu makineler yanında bizler hiçiz. - Yine de onları vurabiliriz. - Bak, dedi kadın, “Sana bir kaygımı anlatacağım ama beni yüreksiz sanma. Yürekliliğimi hiç yitirmedim.” - Endişe sis gibidir, güneş yükseldikçe yok olur. - Elbette, dedi kadın. “Eğer öyle olmasını istersen. Belki de Valencia'ya ilişkin o aptalca konuşmam, atlarına bakmaya giden şu adamın çöküşüne sebep oldu.” - Onunla nasıl evlendin? - Herkes nasıl evlenirse. Eylemin ilk günlerinde, önceleri de, adama benziyordu. Ciddiye alınacak biriydi. Fakat tükendi, yok oldu. Derisinden şarap fışkırıyor neredeyse, - Ondan hoşlanmıyorum. - Evet o da senden hoşlanmıyor. Bu gece onunla yattım. Kadın gülümseyerek başını salladı. “Ona, Pablo, yabancıyı niye öldürmedin, diye sordum. İyi bir çocuk Pilar, dedi. Ben de şimdi neden emir verdiğimi anlıyor musun, diye sordum. Evet Pilar, dedi. Gecenin geç saatinde uyandığını ve ağladığını gördüm. Sanki içinde bir hayvan varmış da onu sarsıyormuş gibi. Sana ne oluyor Pablo? diye sordum. Hiçbir şey dedi. Ona sarıldım, bir şey var, dedim, sana bir şey olmuş. İnsanlar, dedi, insanlar beni bıraktı. Evet ama insanlar benim yanımda, dedim. Ben de senin karınım. Pilar, dedi, treni hatırla. Belki Allah sana yardım ediyordur Pilar. O’nu niye karıştırıyorsun, dedim. Ölmekten korkuyorum Pilar, dedi. Öyleyse yataktan çık, dedim. Bu yatakta ben, sen ve korkuların için yer yok, dedim. Utandı, sustu, sonra da uykuya daldı, fakat yıkıldı.” Robert Jordan hiçbir şey söylemedi. Kadın, - Hayatım boyunca dönem dönem üzüntülerim oldu. Fakat hiçbiri Pablo'nunki gibi değildi. Üzüntüler benim direncimi kırmamıştır hiçbir zaman. - Buna inanırım. - Belki, zaman zaman kadınlara olanlar gibidir bu da. Biraz durakladı, sonra, “Cumhuriyet'e büyük inancım var,” dedi. “İnanıyor, güveniyorum. Başkalarının dine inandığı gibi inanıyorum.” - Söylediklerine kesinlikle katılıyorum. - Sende de bu inanç var mı? - Cumhuriyet için mi? - Evet. - Evet, dedi Robert Jordan, cevabının gerçeği yansıttığına inanarak. - Buna sevindim, dedi kadın. “Peki, hiç korkmuyor musun?” - Ben ölümden korkmuyorum. - Başka korkuların var mı? - Görevimi gerektiği gibi yapamamaktan korkarım. - Yakalanmaktan? Öteki yakalanmaktan korkardı. - Hayır, dedi Robert Jordan, “İçtenlikle söylüyorum, korkmam. Korku taşıyan bir insan bir işe yaramaz.” - Sen soğukkanlı bir gençsin. - Hayır, sanmıyorum. - Evet, soğukkanlısın. - Kafam yapacağım işle çok dolu, ondan olabilir.

60


- Ama hayatta olup bitenlerden hoşlanıyorsun, ha? - Evet, bu doğru fakat işimi engelleyecek ölçüde değil. - İçki içmeyi seviyorsun, - Bu doğru. Çok seviyorum ama işimi engelleyecek ölçüde değil. - Kadınları? - Kadınlardan çok hoşlanıyorum ama şimdiye kadar çok önem vermedim. - Kadınları umursamıyor musun? - Umursuyorum ama beni dedikleri kadar etkileyene rastlamadım. - Bence yalan söylüyorsun? - Belki biraz. - Ama Maria'ya değer veriyorsun. - Evet. Pek çok ve birdenbire oldu. - Ben de. Hem de pek çok. Robert Jordan, - Ben de, dedi ve sesinin boğuk çıktığını fark etti. - Evet, ben de ona değer veriyorum. - El Sordo'yla görüştükten sonra kızla ikinizi yalnız bırakacağım. Robert Jordan, - Bu çok gerekli değil, diye cevap verdi. - Bence gerekli. Fazla zamanımız yok. - Elimde ne gördün? - Hayır, el falını unut. Pilar, Cumhuriyet'e zarar verebilecek her şey gibi el falını da bir yana bırakmıştı. Robert Jordan bir şey demedi. Mağarada, tabakları kaldırmakta olan Maria'ya bakıyordu. Kız ellerini sildi, döndü ve ona gülümsedi. Pilar'ın söylediklerini duyamıyordu fakat Robert Jordan'a gülümserken kumral teni kıpkırmızı oldu, ona yeniden gülümsedi. Kadın, - Gündüz de var. Gece var ama gündüz de var, dedi. “Elbette benim Valencia'da bulunduğum zamanki gibi lüks yok burada. Ama belki yaban çilekleri toplarsınız, ya da yapacak başka şeyler bulursunuz,” dedi ve güldü. Robert Jordan kolunu onun kocaman omzuna doladı. - Sana da değer veriyorum, dedi. - Sen tam bir Don Juan Tenorio'sun, dedi kadın, yakınlıktan utanarak. “Herkese değer vermek bir başlangıçtır. Agustin geliyor” dedi. Robert Jordan mağaraya, Maria'nın yanına gitti. Kız, onun kendisine doğru gelişini gözleri parlayarak, yanakları ve boynu kızararak izledi. Robert Jordan, - Merhaba küçük tavşan, dedi. Kız ona sıkı sıkı sarıldı, yüzüne baktı, O da “Merhaba” dedi. Hâlâ masada oturmakta ve sigarasını tüttürmekte olan Fernando onlara baktı, başını salladı, dışarı çıktı ve duvara dayalı karabinasını aldı. - Çok yüz göz olunmuş dedi Pilar'a. “Bu durumdan hoşlanmıyorum. Kız için daha dikkatli olmalıydın.” - Dikkatliyim, dedi Pilar, “O yoldaş onun nişanlısı” - Haa, dedi Fernando, “O zaman başka. Nişanlandıklarına göre bunu doğal karşılıyorum.” - Buna sevindim, dedi kadın. Fernando da, - Ben de, diye karşılık verdi ağırbaşlılıkla.

61


- Nereye gidiyorsun? - Yukarı, nöbet yerine, Primitivo'nun yerini almaya. Onlara doğru gelmekte olan Agustin ciddi, ufak tefek adama, - Sen nereye gidiyorsun? diye sordu. Fernando, - Görevime, diye cevap verdi. Agustin eğlenerek, - Görevine mi? diye sordu. “Senin görevinin içine edeyim.” Sonra kadına dönerek, - Şu gözcülüğünü yapacağım adı olmayan çirkef şeyler nerede? diye sordu. - Mağarada, dedi Pilar. “İki torba içinde. Ayrıca sana şunu da söyleyeyim: Senin o terbiyesizce sözlerinden bıktım.” Agustin, - Senin bıkkınlığının da içine edeyim, diye karşılık verdi. Kadın öfkelenmeden, - O zaman sen git, kendi kendinin içine et, dedi. Sövgüler en son noktaya kadar çıkmıştı: Hakaretlerin açıkça söylenmediği ama üstü örtülü olarak belirtildiği noktaya. Agustin şimdi bir sır paylaşırcasına, - Ne yapıyorlar orada? diye sordu. - Hiçbir şey, dedi Pilar. “İlkbahar mevsimindeyiz, hayvan.” - Hayvan, diye Agustin hoşlanarak yineledi. “Hayvan. Ya sen, ahlaksızların en büyüğü. En büyük ahlaksızın kızı. İlkbaharda kendi içime edeyim.” Pilar, onun omzuna bir şaplak indirdi. - Sen, diyerek kahkahayla güldü, “Sövgülerine bir değişiklik getirmen gerekecek. Fakat gücün yerinde. Uçakları gördün mü?” Agustin başını salladı, dudaklarını ısırdı. - O uçakların motorlarının içine... dedi. - O da bir marifet. Fakat oldukça zor bir iş. Agustin, - O yükseklikte, evet, diye sırıttı. “Şaka yapmak daha iyi.” Pablo'nun karısı, - Evet, dedi, “Şaka etmek çok daha iyi. İyi bir adamsın sen. Seninle iyi şaka ediliyor.” Agustin ciddi bir yüzle, - Dinle Pilar, dedi. “Bir şeyler hazırlanmakta. Doğru değil mi?” - Sana nasıl görünüyor? - Pis bir iş. Daha kötüsü olamaz. Pek çok uçak vardı. - Tıpkı ötekiler gibi, sen de onlardan korktun mu? - Sence ne hazırlıyorlar? diye sordu Agustin. - Bak, dedi Pilar. “Şu delikanlının köprü için geldiğine bakılırsa Cumhuriyet bir saldırı hazırlamakta. Uçaklara bakılırsa faşistler de o saldırıya karşılık vermeye hazırlanıyorlar. Fakat sence uçakları niye gösterdiler?” Agustin, - Bu savaşta aptalca olan pek çok şey var, dedi. - Evet, dedi Pilar, “Yoksa burada olmazdık. Aptallıklar içinde yüzmeye başlayalı bir yıl oldu. Pablo çok akıllı bir adam. O bir düzenbaz,” dedi Agustin. - Bunu niye söylüyorsun?

62


- Söylüyorum. - Şunu anlamalısın, dedi Pilar. “Düzenbazlıktan kurtulması için artık çok geç. Ötekini de yitireli çok oldu.” - Anlıyorum, dedi Agustin. “Gitmemiz gerektiğini biliyorum. Kesinlikle kazanmamız gerektiğine göre şu köprü havaya uçmalı. Fakat Pablo şimdiki korkaklığına göre, çok akıllı.” - Ben de akıllıyım. - Hayır Pilar. Sen akıllı değilsin, sen yüreklisin. Sen vefalısın, sezgilerin var. Kararlı ve yüreklisin. Fakat akıllı değilsin.” Kadın düşünceli, - Böyle mi düşünüyorsun, diye sordu. - Evet Pilar. Kadın, - Delikanlı akıllıdır, dedi. “Akıllı ve soğukkanlı. Çok soğukkanlı.” - Evet, dedi Agustin. “Herhalde işini biliyor, yoksa ona bu görevi vermezlerdi. Fakat akıllı olup olmadığını bilemem. Pablo'nun akıllı olduğunu biliyorum.” - Fakat korkularından ve eyleme yaklaşımından ötürü faydasız. - Fakat yine de akıllı. - Pekala sen ne diyorsun? - Hiç. Akıllıca değerlendirmek istiyorum. Şu sırada akıllıca davranmamız gerekir. Köprüden hemen sonra buradan gitmeliyiz. Her şey hazırlanmalı. Nereye, nasıl gideceğimizi bilmeliyiz.” - Evet. - Bu bakımdan Pablo çok akıllıca aşılmalı. - Benim Pablo'ya güvenim yok. - Bu konuda haklısın, dedi Agustin. - Sen onun ne ölçüde tükendiğini bilmiyorsun. - O çok akıllı. Ve bu işi akıllıca yapmazsak sonuç kötü olur. - Bunu düşüneceğim, dedi Pilar. “Bu işi düşünmem için bir günüm var.” - Köprü için delikanlı gönderilmiş. Bu işi iyi biliyor olmalı. “Ötekinin tren olayını nasıl ince ince tasarladığını hatırlasana.” - Evet, diye onayladı Pilar. “Gerçekten her şeyi o düşünüp düzenlemişti.” Agustin, - Sen sorunlara çözüm bulmakta çok iyisin. Pablo ise hareket alanında iyi. Geri çekilmede iyi. Şimdi onu bunu düşünmeye zorla. - Çok zeki bir adamsın. - Zeki, evet zeki, dedi Agustin. “Fakat o iş için Pablo...” - Korkularıyla mı? - Evet korkularıyla. - Köprüler için ne düşünüyorsun? - Uçurmanın gerekli olduğunu. Buna inanıyorum. İki şey yapmalıyız. Buradan gitmeliyiz ve kazanmalıyız. Eğer kazanmak istiyorsak köprüleri uçurmalıyız. - Pablo o denli akıllıysa bunu niye göremiyor? - Zayıflığından dolayı. Her şey olduğu gibi kalsın istiyor. Zayıflığının burgacından çıkmak istemiyor. Fakat ırmak kabarmakta. Eğer değişiklik için zorlanırsa aklını kullanacaktır.” - İyi ki delikanlı onu öldürmedi. - Çingene dün gece onu öldürmemi istedi. Çingene bir hayvan.

63


Kadın, - Sen de öylesin ama zekisin, dedi. - İkimiz de zekiyiz ama Pablo tam bir yetenek, dedi. - Ama onunla işbirliği yapmak zor. Onun ne kadar tükenmiş olduğunu sen bilemezsin. - Evet ama bir yetenek. Bak Pilar, savaşmak için ihtiyaç duyduğun tek şey zekân. Fakat kazanmak için yeteneğe ve silaha ihtiyacın var. - Bunu düşüneceğim, dedi kadın. “Şimdi yola çıkmalıyız, geç kaldık.” Sonra sesini yükselterek, “Haydi gidiyoruz” dedi.

9. Bölüm Pilar Robert Jordan'a, - Biraz dinlenelim, dedi. “Otur Maria, dinlenelim.” Robert Jordan, - Durmamalıyız. Oraya vardığımız zaman dinlenirdik. Adamı görmeliyim önce, dedi. - Göreceksin, dedi kadın. “Acelesi yok.” - Haydi, haydi, dedi Robert Jordan, “Tepede dinlenirsiniz.” Kadın, ırmağın kıyısına oturdu. - Ben şimdi dinleneceğim, dedi. Maria da onun yanına, otların üstüne oturdu. Saçları güneşte parlıyordu. Robert Jordan ayakta, karşısındaki yüksek dağa ve çayırlığa baktı. İçinde alabalıklar bulunan çay, çayırlığı yararak akmaktaydı. Robert Jordan'ın durduğu yerde bir çalı vardı. Çayırlığın aşağısındaki süpürge otlarının yerini burada eğrelti otları almıştı. Aralarından boz renkli yuvarlak kayalar yükseliyordu; Aşağılardaki yamaçlarsa koyu renkli çam ağaçlarıyla kaplıydı. - El Sordo'nun yeri buradan ne kadar uzakta? diye sordu. - Uzakta değil, dedi kadın. “Açıklığın ötesinde, ikinci vadiyi geçtikten sonra, ormanın üst yanında, çayın doğduğu yerde. Haydi şimdi otur da ciddiyetini bir yana bırak.” - Onu bir an önce görmek istiyorum ki bu iş bir an önce bitsin. - Çayda ayaklarımı yıkamak istiyorum, dedi kadın, ip tabanlı pabuçlarını çıkardı, kalın yün çoraplarını sıyırdı, sağ ayağını suya soktu. - Allahım, buz gibi. Robert Jordan, - Atları almalıydık, dedi. - Benim için böylesi iyi, dedi kadın. “Benim özlediğim şey bu. Senin neyin var peki?” - Bir şeyim yok, sadece acelem var. - O halde sakin ol, çok zamanımız var. Ben çam ağaçlarından uzakta olduğum için çok mutluyum. Çamlardan sen de bıkmadın mı?” Kız, - Ben çamları seviyorum, dedi. - Nelerini seviyorsun ki? - Kokularını, ayaklarımla iğnelerini çiğnemeyi, ağaçların çıtırtılarını, rüzgârın

64


yüksek ağaçlar arasından esişini seviyorum. - Sen her şeyi seviyorsun, dedi Pilar. “Biraz daha iyi yemek pişirsen bir erkek için bulunmaz birisin. Ama çam ormanı bence çok sıkıcı. Sen hiç kayın ormanı, meşe ormanı veya kestane ormanı görmedin. İşte orman onlar. Öyle bir ormanda hiçbir ağaç bir başka ağaca benzemez. Kişilik ve güzellik var. Çam ormanları ise sıkıcıdır. Sen ne diyorsun İngiliz?” - Çamları ben de severim. - Siz ikiniz. Ben de çamları severim ama burada çam ağaçları arasında çok uzun kaldık. Dağlardan da bıktım. Dağlarda yalnızca iki yön var. Aşağısı ve yukarısı. Aşağısı seni yola ve faşistlerin kentine götürür. - Segovia'ya hiç gidiyor musun? - Bu yüzle. Bu yüzü herkes tanır. Çirkin olmaya ne dersin güzelim? diye Maria'ya sordu. - Sen çirkin değilsin ki! - Çirkin değilim, ben çirkin doğmuşum. Hayatım boyunca hep çirkin oldum. İngiliz, kadınlara ilişkin hiçbir şey bilmeyen sen. Çirkin bir kadının duygularını bilir misin? Yaşamın boyunca çirkin olmak ve içinin güzel olduğunu bilmek ne demek bilir misin? Az rastlanan bir şey bu. Öteki ayağını da suya batırıp hemen çekti. - Çok soğuk. Kuyruk sallayana bakın. Çayın yukarısında, bir taş üstünde kuyruğunu aşağı yukarı sallayıp duran gri renkli kuşu gösterdi. “Bunlar hiçbir işe yaramazlar, ne öterler, ne de yenirler. Kuyruklarını sallayıp dururlar yalnızca. Bana bir Sigara ver İngiliz.” Robert Jordan’ın uzattığı sigarayı aldı, gömleğinin cebinden çelik bir çakmak çıkarıp yaktı. Sigaranın dumanını üfleyerek Maria'yla Robert Jordan'a baktı. - Hayat çok ilginç, dedi, burun deliklerinden duman çıkardı. “İyi bir erkek olurdum ama kadınım ve çirkinim. Yine de birçok erkek beni sevdi, ben de birçok erkeği sevdim. Çok ilginç, dinle İngiliz, çok ilginç. Bana bak, ne çirkinim. Yakından bak İngiliz.” - Çirkin değilsin. - Yalan söyleme. Derinden gelen bir kahkaha attı, “Yoksa seninle de mi başlıyoruz? Hayır, bu bir şaka. Bu çirkinliğe bak. Yine de bir erkek severse gözleri kördür. O duyguyla sen onu da kör edersin, kendin de kör olursun. Sonra bir gün, hiçbir neden yokken senin çirkin olduğunu görür, sonra sen de kendini, onun seni gördüğü gibi çirkin görürsün, erkeğini de, duygularını da yitirirsin. Anlıyor musun?” Kızın omzuna hafifçe vurdu. - Hayır, dedi Maria, “Çünkü sen çirkin değilsin.” Pilar, “Kafanı kullanmaya çalış, yüreğini değil. Ve iyi dinle” dedi. “Sana çok ilginç şeyler anlatıyorum. Sen ilginç bulmuyor musun İngiliz?” - Evet ama gitmemiz gerek. - Gitmek… Ben burada çok iyiyim. Sonra, sınıfta ders verircesine Robert Jordan'a anlattı. “Benim kadar çirkinsen, bir kadının olabileceği kadar çirkinsen, bir zaman sonra o duygu, aptalca güzel olduğun duygusu yavaş yavaş içinde yer eder. Tıpkı lahana gibi büyür. Sonra, bu duygu yerleşip büyüdükten sonra, bir erkekle karşılaşırsın. O da senin güzel olduğun duygusuna kapılır ve böylece her şey yeniden başlar. Şimdi artık bu tür şeyleri aştığımı sanıyorum, ama yine de belli olmaz, o duyguya bir daha kapılabilirim. Sen çirkin olmadığın için şanslısın.”

65


- Ama ben çirkinim, dedi Maria. - Ona sor, dedi Pilar, Robert Jordan'ı kasıtla. “Sen ayaklarını sakın suya sokma, çünkü donarsın.” Maria, - Roberto gitmeliyiz diyorsa, gitmeliyiz, dedi. -Dinle, dedi Pilar, “Bu işte senin Roberto'n kadar tehlikedeyim ben de. Ama şu derenin kıyısında dinlenelim, zamanımız çok, diyorum. Dahası, konuşmayı seviyorum. Elimizdeki tek uygarca şey konuşmak. Yoksa kendimizi başka nasıl oyalayabiliriz? İngiliz, söylediklerim seni ilgilendirmiyor mu?” - Evet, güzel konuşuyorsun fakat beni daha çok ilgilendiren şeyler var.” - O halde seni ilgilendiren şeyler konuşalım. - Direnişin başlangıcında neredeydin? - Doğduğum kentte. - Avila'da mı? - Avila'da. - Pablo da Avilalı olduğunu söyledi. - Yalan söylemiş. Büyük bir kentten olmak isterdi hep. Onun doğduğu yer bu kasaba. - Peki, ne oldu? - Çok şey, dedi kadın. “Çok şey. Hepsi de çirkin şeyler. Çok güzel olması gereken şeyler bile çirkin bir biçimde yer aldı.” - Anlatsana, dedi Robert Jordan. Kadın, - Çok çirkin, çok acımasızca. Kızın önünde anlatmak istemem, dedi. - Anlat, diye diretti Robert Jordan, “Onun için iyi olmayacak olanları dinlemez.” Maria elini Robert Jordan'in elinin üstüne koydu - Ben de dinleyebilirim, dedi. “Duymamam gereken hiçbir şey yok.” - Sorun senin dinleyebilmen değil ki, sorun benim onları anlatamamam. Senin kötü düşler görmene neden olmak istemem. Maria, - Bir öyküden dolayı kötü düşler görmem, dedi. “Bütün o bize olanlardan sonra bir öykünün kötü düşlere neden olabileceğini mi düşünüyorsun?” - Belki İngiliz'in kötü düşler görmesine sebep olur! - Dene de gör. - Hayır, şaka etmiyorum. Direnişin küçük bir kasabadaki başlangıcını gördün mü hiç? - Hayır, diye cevap verdi Robert Jordan. - Öyleyse sen bir şey görmedin. Sen şimdi Pablo'nun yıkıntısını görüyorsun. Pablo'yu o gün görmeliydin. - Anlat hadi. - Anlatmak istemiyorum. - Anlat lütfen. - Peki öyleyse. Her şeyi olduğu gibi anlatacağım. Fakat sen Maria, seni tedirgin eden bir noktaya gelirsek beni uyar. - Beni tedirgin ederse dinlemem. Birçok şeyden daha kötü olamaz, dedi Maria. Kadın, - Sanırım, bir çok şeyden daha kötü olabilir, dedi. “Bana bir sigara daha ver İngiliz.”

66


Maria, çayın kıyısındaki kayaya yaslandı, Robert Jordan ise omuzları yerde, başını da kayanın bir çıkıntısına dayayıp yere uzandı. - Civil'ler barakada teslim olduğu zaman sabahın erken saatleriydi, diye başladı Pilar. Robert Jordan, - Barakalarına mı saldırmıştınız? diye sordu. - Pablo geceleyin kuşatmış, telefon tellerini kesmiş, bir duvarın altına dinamit yerleştirmiş, Guardia civile bağırarak teslim olmalarını söylemişti. Teslim olmadılar. Gün doğarken duvar havaya uçtu. Çarpışmalar başladı. İki civil öldürüldü. Dördü yaralandı, dördü de teslim oldu. Hepimiz duvar diplerinde, yapıların bahçeleriyle çatılarında siper almıştık. Sabahın ilk saatleriydi. Yıkılan duvardan çıkan toz bulutu daha dağılmamıştı çünkü onu dağıtacak rüzgâr yok­ tu. Silahlarımızı dolduruyor binanın yıkılmış bölümüne, toz bulutuna doğru ateş ediyorduk. İçeriden bize karşılık veriliyordu. Sonra tozun içinden ateşi kesmemizi isteyen bir ses duyuldu, sonra elleri yukarıda dört civil göründü. Çatının büyük bir bölümü çökmüştü, duvar yıkılmıştı, teslim olmak için ortaya çıkmışlardı. Pablo, - İçeride daha kimse var mı? diye bağırdı. - Yaralılar var, dediler. Ateş ettiğimiz yere gelen dört kişiye, teslim olmaya gelenleri gösterdi, - Bunlara göz kulak olun, dedi. Civillere de, “Burada durun. Duvarın dibinde” dedi. Dört civil duvarın dibinde durdu. Kirli, tozlu ve is içindeydiler. Onlara göz kulak olan dört kişi, tüfeklerini onlara doğru çevirmişlerdi. Pablo ve ötekiler de yaralıların işlerini bitirmek için içeri girdiler. İşlerini bitirdikten sonra Pablo ve yanındakiler dışarı çıktılar. Pablo'nun omzunda çiftesi, elinde Mauser tabancası vardı. - 'Bak Pilar’ diye bağırdı. “Kendini öldüren bir subayın elindeydi bu. Şimdiye değin hiç tabanca kullanmadım.” Civillerden birine, “Sen,” dedi, 'bunun nasıl kullanılacağını bana göster, hayır gösterme anlat.' Dört civil duvarın dibinde barakaların içinden silah sesleri gelirken hiçbir şey demeden durmuşlardı. Ter içindeydiler. Hepsi de uzun boyluydu, o sabah tıraş olmaya vakit bulamadıkları için sakallıydılar yalnızca. Duvarın önünde hiçbir şey söylemeden duruyorlardı. Pablo, en yakında olana, “Sen, bana bunun nasıl çalıştığını anlat” dedi. - Küçük kolu aşağı çek, dedi adam, çok kuru bir sesle. “Almacı çek ve bırak ki öne gitsin.” - Almaç nedir? diye sordu Pablo ve dört civile baktı. “Almaç nedir?” - Tabancayı ateşleyen bölümün üstündeki parça. Pablo çekti fakat kol sıkıştı. - Sıkıştı, dedi, “Sen bana yalan söyledin.” - Geriye çek, sonra da yavaşça bırak, dedi civil. Böyle bir ses tınısı duymadım hiç. Sabahın, güneş doğmazdan önceki külrenginden daha bile donuk bir ses. Pablo adamın dediği gibi kolu çekip bıraktı, parça yerine yerleşti, tabanca ateşe hazır duruma geldi. Çirkin bir tabancaydı, tutulacak yeri yuvarlak ve küçük, namlusu kocaman, yassı ve kullanışsız. Bunlar olurken civiller ses çıkarmadan onu izlemişlerdi. Biri, - Bizlere ne yapacaksınız? diye sordu. Pablo,

67


- Öldüreceğim, diye cevap verdi. - Ne zaman? Diye tekrar sordu donuk sesli olanı. - Şimdi, dedi Pablo. Adam, - Nerede? diye sordu. - Burada. Burada ve şimdi. Söyleyecek bir şeyin var mı? - Hayır, dedi civil. “Hiçbir şey yok. Fakat bu yaptığınız çok çirkin.” - Sen de çirkinsin, dedi Pablo. “Köylülerin katili. Kendi anneni bile öldürebilirsin sen.” Civil, - Ben kimseyi öldürmedim, dedi, “Annemden de söz etme.” - Her zaman öldüren biri olarak sen bize nasıl ölüneceğini göster. Civil, - Bizi aşağılamana gerek yok, dedi. “Biz nasıl ölüneceğini biliyoruz.” Pablo, - Yere, duvara doğru diz çökün, dedi. Civiller birbirlerine baktılar. Pablo bir daha, - Diz çökün, dedi. “Haydi çabuk diz çökün.” Civillerden biri, Pablo’yla tabanca için konuşan ve aralarında en uzun boylu olana sordu: - Sen ne dersin Paco? Uzun civilin kollarında onbaşı şeritleri vardı ve sabahleyin hava çok serin olmasına rağmen terliyordu. - Diz çökmek bir şey değil, önemi yok, dedi. Soruyu soran, - Böylece yere daha yakın oluruz, dedi şaka etmeye çalışarak. Fakat hepsi de gülmek için çok ciddi bir durumdaydılar; kimse gülümsemedi bile. Civil, - Öyleyse diz çökelim, dedi. - Dördü birden diz çöktüler; elleri yanlarında, yüzleri duvara dönüktü. Gülünç görünüyorlardı. Pablo arkalarına geçti, bir baştan bir başa yürüyerek tabancayı sırayla enselerine dayadı ve onları vurdu. O ateşlerken her biri teker teker yere kaydı. Şimdi bile tabancanın keskin ve yine de boğuk bir sesle ateş edişini duyar, namlunun hareketini, her adamın başının öne doğru düşüşünü görür gibi oluyorum. Biri, arkasında tabancanın dokunuşunu duyunca başını dimdik tutmuştu; bir başkası başını öne eğmiş, alnını duvara dayamıştı. Diğerinin de bütün bedeni ve başı titriyordu. Yalnızca biri elleriyle gözlerini kapatmıştı. O sonuncusuydu. Dört gövde külçe gibi duvarın dibine yığılıp kalınca Pablo, tabanca hâlâ elinde olduğu halde bize doğru döndü, “Pilar, bunu benim için tutar mısın?” dedi. Tabancayı bana uzattı, orada durarak barakanın duvarı dibine yığılmış olan dört cesede baktı. Bizimle birlikte olanlar da durup onlara baktılar, kimse bir şey demedi. Kasabayı ele geçirmiştik; sabahın erken saatleriydi ve daha kimse ne bir şey yemiş, ne de kahve içmişti. Birbirimize baktık, hepimiz barakalardan yükselen toza bulanmıştık, tıpkı harman yerindeki insanlar gibi. Elimde tabanca duruyordum. Silah çok ağırdı ve duvarın dibinde yatmakta olan muhafızlara baktıkça midem altüst oluyordu. Yanımda durmakta olan köylü baraka duvarına ve duvarın dibinde yatanlara baktı, sonra dönüp bize, daha sonra da güneşe baktı ve, - Yeni başlamakta olan bir gün, dedi.

68


- Haydi şimdi gidip kahve içelim” dedim. - Peki Pilar, dedi. Kasabaya, kasaba alanına gittik. O sabah vurulanlar, o köyde vurulanların sonuncuları oldu.” Robert Jordan, - Ötekiler ne oldu? diye sordu. “Köyde başka faşist yok muydu?” - Evet, başka faşist yok muydu? Yirmiden fazla vardı. Fakat hiç biri vurulmadı. - Ne yapıldı? - Pablo onları ölene dek yabalarla dövdürdü, sonra da sarp kayalıkların üstünden ırmağa attırdı. - Yirmisini de mi? - Anlatacağım. Bir daha kimsenin çarşı alanında ve kayalıkların tepesinde ölesiye kırbaçlandığını görmek istemem. Kasaba ırmağın yüksek olan kıyısında kurulmuş. Bir meydanı, buranın çevresinde tahta sıralar ve sıralara gölge eden büyük ağaçlar var. Evlerin balkonları meydana bakar. Altı yolun açıldığı meydanın çevresinde kemerler var, günün sıcak saatlerinde insanlar altlarında yürüsün diye. Ağaçlar çok derin bir uçurumun kıyısındadır. Uçurumun dibinden ise ırmak akar. Üç yüz ayak yüksekliğinde bir uçurum. Her şeyi Pablo düşünüp düzenledi. Tıpkı barakalara yapılan saldırı gibi. Önce, sokakların alana açıldıkları yerleri arabalarla kapattırdı. Amatörlerin yapacağı boğa güreşine hazırlanıyormuş gibi tıpkı. Faşistlerin hepsi Ayuntamiento da, alanın kıyısındaki en büyük yapı olan kasaba salonunda toplanmıştı. Saat bu yapının duvarına yerleştirilmişti. Faşistlerin toplandıkları kulüp kemerlerin altındaydı. Kemerlerin altında kulübün önündeki kaldırımda kulübün masalarıyla iskemleleri duruyordu. Direnişten önce buraya gelirler, birer içki içerlerdi. Masalarla iskemleler hasırdandı. Salon bir kahve havasındaydı ama daha şıktı. - Onları yakalamak için savaşmadınız mı? - Pablo, barakalara saldırmadan önce, gece, sabaha karşı, onları kuşattırmıştı. Saldırı başladığı anda, onlar evlerinde kuşatılmış bulunuyordu. Akıllıca bir karardı bu. Pablo iyi bir örgütleyicidir. Böyle davranılmasaydı, biz civilin barakalarını kuşatırken yandan ve arkadan saldırırlardı. - Pablo çok zeki fakat o kadar da acımasızdır. Bu köy baskınını çok iyi düşünmüş ve düzenlemişti. Baskın başarıldıktan sonra, son muhafızlar da yakalanıp duvarın orada vurulduktan sonra, ilk otobüsün kalktığı köşede olan ve sabahın çok erken saatlerinde açılan kahvede kahvelerimizi içtikten sonra alandaki eylemi geliştirdi. Arabalar, yerlerine yerleştirildi ve yollar kapandı. Alanın yalnızca ırmağa bakan yanı açık bırakılmıştı. Bir tek orası kapatılmadı. Sonra Pablo, papaza, faşistlerin günahlarını çıkarmasını ve son dualarını okumasını emretti. - Bu neredeydi? Ayuntamiento’da, daha önce söylediğim gibi. Papaz içerde günah çıkartıp dua ederken dışarıda büyük bir kalabalık toplandı. Dışarıda toplananların bir bölümü bağrışıyor, sövüyordu. Fakat çoğunluk ağırbaşlı ve saygılıydı. Şakalar yapanlar, barakaların ele geçirilmesini kutlamak için içip sarhoş olanlar zaten her zaman, her an sarhoş dolaşan bir işe yaramaz kişilerdi. İçeride papaz dua ederken Pablo bunları alana iki sıra olarak dizdi. Onları, ip çekişme yarışmasındaki adamlar gibi dizdi. Aralarından sadece bir tek bisikletçi geçebilirdi. Sıralar Ayuntamiento’nun kapısından başlıyor, alanı geçiyor, uçuruma kadar uzanıyordu. Öyle ki Ayuntamiento’nun kapısından çıkan biri, iki

69


dizilik bir insan kalabalığıyla karşılaşıyordu. Bir çoğunun ellerinde yabalar vardı; tahıl dövmek için kullanılan yabalar. Sıralar birbirinden ancak bir yabanın boyu kadar uzaktı. Herkesin elinde yaba yoktu çünkü herkes için bir tane bulunamamıştı. Yabaların çoğu kendisi de faşist olan ve tarım araç-gereçleri satan Don Guillermo’nun dükkânından alınmıştı. Yabası olmayanların ellerinde de ağır sığırtmaç değnekleri, öküz üvendireleri, saman tırmıkları vardı. Kimileri orak, kimileri de uzun çengeller getirmişlerdi. Pablo bunları uzağa, uçurumun kıyısına yerleştirmişti. Herkes susmuştu, hava açıktı, tıpkı bugünkü gibi. Gökyüzünde çok yüksekte biraz bulut vardı. Ağaçların gölgeleri sıra sıra duran insanların üstüne düşüyordu. Kadınların su almak için testilerle geldikleri çeşmenin kurnasından akmakta olan suyun sesini duyabiliyordunuz. Sadece, papazın, faşistlerin son dualarını okuduğu Ayuntamiento’nun yanında, pencerelerin önünde toplanmış, serseri sarhoşların açık saçık şakalar yaparak, söverek neden oldukları gürültü vardı. Sıralardaki adamların büyük bir çoğunluğu sessizce bekliyordu. Birinin “Kadınlar da olacak mı?” diye sorduğunu duydum. Bir başkası, “İsa”ya yalvarıyorum, kadınlar olmasın!” dedi. Bir başkası da, “Pablo’nun kadını burada” dedi, “Hey Pilar, kadınlar da olacak mı?” diye sordu. Dönüp baktım: Pazar günleri kullandığı yabanlık ceketini giymiş bir köylüydü. - Hayır Joaquin, kadınlar yok. Biz kadınları öldürmeyiz. Kadınları niye öldürelim ki? dedim. - İsa’ya şükürler olsun, kadınlar yok, dedi. - Ne zaman başlıyor? - Papaz duasını bitirir bitirmez. - Peki ya papaz? - Bilmiyorum, dedim. Yüzüne baktığım zaman alnından boncuk boncuk ter dökülüyordu. - Ben daha hiç kimseyi öldürmedim, dedi. Yanında duran köylü, - Öyleyse öğrenirsin diye cevap verdi ona. İki eliyle birden yabasını tutup kuşkuyla baktı, - Bunu bir kez salladığında öldürebileceğini sanmıyorum, diye ekledi. Bir başka köylü, - İşin güzel yanı bu, dedi. “Birçok vuruş olmalı.” Biri, - Valladolid’i aldılar, Avila ellerinde. Buraya gelmeden duydum, dedi. - Burayı alamayacaklar. Hiç alamayacaklar. Bu kasaba bizim. Biz onlardan önce vurduk. Pablo, onların vurmasını bekleyecek adam değildir. Bir başkası, - Pablo’nun elinden her şey gelir fakat bu civillerin işini bitirme eyleminde çok bencil davrandı. Sen böyle düşünmüyor musun Pilar? - Evet ama şimdi hepimiz birden haklıyoruz işte. - Evet, dedi adam. “İyi düzenlenmiş. Fakat neden eylemlerden hiç haberimiz olmuyor?” - Barakalara saldırmadan önce Pablo telefon tellerini kesti. Daha onarılmış değiller. - Haa, dedi adam, “Hiçbir şey duymamamızın nedeni buymuş demek.” - Ben duyduklarımı bu sabah yol işçilerinden öğrendim.

70


- Neden bu iş böyle yapıldı Pilar? diye sordu birisi. - Kurşunları harcamamak için. Ayrıca herkes bu işteki sorumluluğunu bilsin diye. - Öyleyse şimdiye başlamalıydı… Baktığımda adam ağlıyordu. - Neden ağlıyorsun Joaquin? diye sordum. “Ağlanacak bir olay değil bu.” - Kendimi tutamıyorum Pilar dedi, “Ben daha hiç adam öldürmedim.” - Eğer devrimin başlangıcında, herkesin, başkalarının yaptığı her şeyi bildiği küçük bir kasabada bulunmamışsan hiçbir şey görmedin demektir. O gün o meydanda iki sıra olarak duranların çoğu tarlada çalışırken giydikleri giysiler içindeydi ve kasabaya apar topar gelmişlerdi, fakat bir eylemin başladığı ilk gün nasıl giyineceğini bilemeyen kimileri, pazar günleri ya da dinlence günleri giydikleri giysileriyleydiler. Barakalara saldıranların ve başkalarının en eskilerini giydiklerini görünce, yanlış giyinmiş olmaktan ötürü utanmışlardı. Yitirmek ya da çaldırmak korkusuyla ceketlerini üstlerinden çıkaramıyorlardı. Öylece güneş altında terliyorlar, olayın sona ermesini bekliyorlardı. Derken rüzgâr çıktı. Toz şimdi kuruydu, alanda duran, yürüyen, dalgalanan kalabalık üstünde dolaşıyordu. Sonra birden toz kesildi. Lacivert pazar giysileri içinde bir adam “Agua! Agua!” diye bağırdı. Alanı her sabah hortumla sulamakla görevli adam geldi, musluğu açtı, alanın kıyısına, sonra da ortasına su fışkırtarak tozun yayılmasını önledi. Sonra iki sıra olarak duranlar geriye doğru çekilerek adamın alanın ortasına su fışkırtıp tozu yatıştırmasına imkan verdiler. Etraftakiler sopalarına, yabalarına, çatallarına, üvendirelerine dayanarak alanın sulanmasını izlediler. Alan güzelce sulanıp nemlendirilince, toz kalmadı ve adamlar yine sıraya dizildiler. Sonra bir köylü bağırdı. - İlk faşisti ne zaman elimize geçireceğiz? Günah çıkarma hücresinden ne zaman çıkacak? Ayuntamiento’nun kapısında durmakta olan Pablo, - Yakında diye cevap verdi. “Çok yakında ilk faşist çıkacak.” Saldırı sırasında bağırmaktan ve barakalardaki dumandan sesi kısılmıştı. - Bu gecikme niye? diye sordu biri. - Hâlâ günahlarıyla uğraşmaktalar, diye cevap verdi Pablo. Adamın biri, - Elbette, dedi, “Yirmi kişiler” - Daha çok, dedi bir başkası. - Bu kadar adamın çıkartacak çok günahı olur. - Evet ama bence zaman kazanmak için bir oyun bu. Böyle bir durumda insan en büyük günahı dışındakileri hatırlayamaz bile. - Sabırlı ol. Yirmi kişinin en büyük günahları bile zaman alır. - Ben sabırlıyım, dedi bir başkası. “Fakat bir an önce bitmesi daha iyi. Onlar için de bizim için de. Temmuz ayındayız, yapacak çok işimiz var. Ekinleri biçtik ama daha harmanlar savrulmadı. Panayır ya da hasat bayramı zamanı değildi daha.” Başka biri, - Bugün panayır ya da bayram günü gibi olacak, dedi. “Özgürlük Panayırı bugünden başlayacak. Bu işler bitince kasabada bütün tarlalar da bizim olacak.” - Bugün harman yerine faşistleri savuracağız dedi köylünün biri. “Samanlar arasından Pueblo”nun özgürlüğü çıkacak.” Bir başka adam, - Onu hak etmek için işimizi iyi yapmalıyız, dedi, bana döndü, “Pilar, örgütlenmek için ne zaman toplanacağız?” diye sordu. - Bu iş biter bitmez, dedim. “Ayuntamiento’da.”

71


Guardia Civil”in üç köşeli rugan şapkalarından birini giymekteydim şaka olsun diye. Tabancanın horozunu indirmiştim. Şapkayı giydiğimde hoşuma gitmişti. Daha sonra keşke şapkayı çıkaracak yerde tabancanın meşin kılıfını çıkarsaydım diye düşünmüşümdür. Oradakilerden biri, - Pilar kızım, dedi, “O şapkayı giymen bana zevksizlik gibi geliyor. Guardia Civil’le artık işimizi bitiriyoruz.” - Öyleyse şapkayı çıkarıyorum, dedim ve çıkardım. - Bana ver, dedi, “Onun parçalanması gerekir.” Sonra şapkayı uçuruma fırlattı. İnsanlar pencerelere ve balkonlara yığılmış meydana bakıyordu. Alanda, Ayuntamiento’nun kapısına dek iki sıra olmuş köylüler bekliyordu. Kalabalık konuşarak Ayuntamiento’nun pencerelerine doğru bakıyordu. Sonra birinin bağırdığını duydum. - İşte birincisi geliyor. Gelen Don Benito Garcia’ydı, belediye başkanı. Başı açık, kapıdan çıktı, sundurmadan yavaş yavaş indi. Hiçbir şey olmadı. Yabalı kalabalığın oluşturduğu iki sıra arasından yürüdü. İki adamın, dört adamın, sekiz adamın önünden başı dik, tombul yüzü külrenginde, gözleri ilerde, bir yandan bir yana yalpalayarak yürüdü. Ve hiçbir şey olmadı. Bu sırada bir balkondan biri bağırdı: - Ne oluyor korkaklar? Don Benito hâlâ iki sıra arasından yürüyor fakat hiç bir şey olmuyordu. Sonra durduğum yerden üç adım ötedeki adamın yüzünün değiştiğini gördüm. Dudaklarını ısırıyordu, yabayı tutan elleri bembeyaz kesilmişti. Don Benito’nun kendisine doğru gelişine bakıyordu. Ve yine de hiçbir şey olmadı. Sonra Don Benito tam onun önüne gelince yabasını öyle kaldırdı ki yanındaki adama çarptı. Yaba Don Benito’nun başına indi. Don Benito adama baktı, adam ona bir kez daha vurdu ve bağırdı: - Al sana cabron. Yaba Don Benito’nun yüzüne bir kez daha indi. Don Benito ellerini yüzüne kaldırdı. Başkaları da ona vurmaya başladı. Don Benito yere düşene dek ona vurdular. İlk vuran adam ötekilerin ona yardım etmesini istedi, Don Benito’nun gömleğinin yakasından tuttu, ötekiler kollarından yakaladılar. Don Benito’nun yüzü alanın tozuna bulanmıştı. Onu uçurumun kıyısına dek yerde sürüklediler ve uçurumdan aşağı, ırmağa attılar. Ona ilk vuran adam uçurumun başında diz çökmüş aşağı bakıyor ve “Cabron! Cabron! Ah Cabron!” diye söyleniyordu. Bu şahıs Don Benito’nun tarla icarcılarından biriydi ve hiçbir zaman anlaşamamışlardı. Irmak kıyısındaki bir tarlayı Don Benito ondan alıp bir başkasına verdiği için aralarında sürtüşme çıkmıştı. Adamın o nedenle Don Benito’ya hıncı vardı. Adam bir daha ötekilere katılmadı. Uçurumun başında oturup Don Benito’nun düştüğü yere baktı. Don Benito’dan sonra kimse dışarı çıkamıyordu. Alanda hiç ses yoktu, herkes kimin çıkacağını merakla bekliyordu. Sonra bir sarhoş, kocaman bir sesle bağırdı. - Boğayı dışarı salın. Sonra biri Ayuntamiento’nun pencerelerinin birinden bağırdı: - Yerlerinden kıpırdamıyorlar. Dua ediyorlar. Bir başka sarhoş, - Onları dışarı sürükleyin. Haydi dışarı çıkaralım. Dua zamanı bitmiştir, diye bağırdı. Kimse çıkmıyordu. Sonunda birinin kapıdan çıktığını gördüm. Don Federico Gonzâlez’di bu sefer çıkan. Değirmeni ve bakkal dükkânı vardı ve birinci sınıf bir

72


faşistti. İnce uzun boylu bir adamdı. Kelini kapatmak için saçını başının bir yanından öte yanına doğru fırçalamıştı. Pantolonunun içine tıkıştırdığı bir gece­ lik entarisi vardı üstünde. Evinden alındığı gibi yalınayaktı. Pablo’nun önünden yürüyordu. Ellerini yukarı, başının arkasına kaldırmıştı. Pablo silahının namlusunu Don Federico Gonzâlez”in sırtına dayamıştı. Don Gonzâlez iki sıra arasına gelinceye kadar Pablo arkasından yürüdü. Fakat Pablo onu bırakıp da Ayuntamiento’nun kapısına dönünce Don Federico öne doğru tek adım atmadı, olduğu yerde durdu, gözlerini ve kollarını gökyüzüne kaldırdı; sanki gökyüzünü yakalamak istiyordu. Biri, - Bacakları yok ki yürüsün, diye bağırdı. Bir başkası, - Ne oldu Don Federico? Yürüyemiyor musun? diye alay etti. - Don Federico, elleri gökyüzüne açılmış duruyor, dudakları titriyordu. Basamaklardan Pablo ona, - Haydi yürü, diye bağırdı. “Don Federico kıpırdamadan duruyordu. Sarhoşun biri yabayla arkasından itti. Don gözleri ve kolları yukarda, olduğu yerde durdu. Yanımda duran köylü, - Bu çok aşağılayıcı bir şey. Ona karşı hiç bir hıncım yok, ama bu duruma son vermek gerek, dedi, sonra Don Federico’ya yaklaştı, elindeki sopayı kaldırdı, “İzninle,” diyerek bütün gücüyle başına vurdu. Don Federico ellerini indirdi, başına, saçının bulunmadığı yere kapattı. Başı eğik ve elleriyle örtülü, par­ maklarının arasından uzun, cılız saçları çıkmış olarak, sırtına ve omuzlarına yabalar inerken iki sıra arasından koşmaya başladı; bir yerde düştü, oradakiler onu yerden kaldırıp uçurumdan aşağı fırlattılar. Arkasında Pablo”nun silahı olduğu halde alana çıktığı andan başlayarak bir kez bile ağzını açmamıştı. Tek güçlük yürüyememesiydi. Bacaklarına söz geçiremiyor gibiydi. Don Federico’dan sonra, uçurumun başında en acımasız kişilerin toplanmış olduğunu gördüm; oradan ayrıldım, Ayuntamiento’nun kemerinin altına gittim, iki sarhoşu kenara iterek pencereden içeri baktım. Ayuntamiento’nun büyük odasında hepsi de yarım çember oluşturup diz çökmüşlerdi; papaz da diz çökmüş onlarla birlikte dua ediyordu. Pablo’yla ayakkabı tamircisi Guetro Dedos ve iki kişi daha silahlarıyla ayakta duruyordu. Pablo papaza, - Şimdi kim gidiyor? diye sordu. Papaz cevap vermedi. - Beni dinle, dedi Pablo papaza, boğulmuş kısık sesiyle. “Şimdi kim gidiyor? Hangisi hazır?” Papaz cevap vermiyor, sanki Pablo orada yokmuş gibi davranıyordu. Pablo’nun kızmaya başladığını görebiliyordum. Toprak sahibi olan Don Ricardo Montalvo duasını kesip başını kaldırdı, Pablo”ya, - Hepimiz birlikte gidelim, diye önerdi. Pablo, - Hayır hazır oldukça, birer birer, diye diretti. Don Ricardo, - Öyleyse ben gidiyorum, dedi. “Hiçbir zaman hazır olamayacağım nasıl olsa.” Papaz duasını kesmeden, Don Ricardo’yu kutsadı, ayağa kalkınca bir kez daha kutsadı, ardından Don Ricardo, Pablo”ya dönerek, - Hiç böylesine hazır olmamıştım, seni sütü bozuk seni, dedi. Don Ricardo kır saçlı, kısa boylu, kalın boyunlu bir adamdı. Üstünde yakasız bir gömlek vardı. Çok ata binmekten ötürü bacakları yay gibi eğrilmişti. Diz çökmüş olanlara, - Allah’a ısmarladık, dedi. “Üzülmeyin, ölmek bir şey değil. Kötü olan bir

73


bunların elleriyle ölmektir.” Pablo’ya, “Bana dokunma, o silahla bana dokunma” dedi. Kır saçları, küçük gri gözleriyle, kısa ve kalın boynuyla Ayuntamiento”dan öfkeyle çıktı. İki sıraya dizilmiş köylülere baktı, yere tükürdü, senin de bildiğin gibi İngiliz, böyle durumlarda ağızda tükürük olması az rastlanır bir olaydır, tükürdükten sonra, - Arriba İspanya! dedi. Bu sözde Cumhuriyetçilerle yerin dibine bat, analarının da babalarının da ağızlarına... manası vardı. Aşağılamalarından dolayı onu da sopalarla döverek öldürdüler. Daha ilk adamın önüne geldiği anda dövülmeye başlandı. Başı yukarıda yürümeye çalışırken yere düşene kadar, oraklar, yabalar ve çengellerle ona vurdular. Bir çok kişi onu uçuruma kadar taşıdı ve en sonunda uçurumdan aşağı fırlattılar. Adamların elleri, giysileri kanlıydı artık ve Ayuntamiento’dan her çıkanın kesinlikle düşman olduğu ve öldürülmesi gerektiği inancı oluşmuştu. Don Ricardo, o aşağılamalarla çıkana dek orada bulunanların çoğunluğunun, orada olmamayı yeğlediğine inanıyorum. Kalabalıktan biri - Haydi onları bağışlayalım, derslerini aldılar, diye bağırsaydı, birçoğu onu onaylardı. Fakat Don Ricardo gözü pekliğiyle ötekilere kötülük yapmış oldu. O ana kadar istemeden bir görev yapıyor duygusunda olan insanlar o andan sonra öfke duymaya başlamışlardı. Biri, - Papazı oradan çıkarın ki bu iş çabuk yürüsün, diye bağırdı. - Papazı çıkarın. - Hah işte biri daha geliyor. Hiç de hoş olmayan bir görüntüydü. Ayuntamiento’dan çıkmakta olan, toprak sahibi Don Celestino Rivero’nun en büyük oğlu Don Faustino’ydu. Uzun boylu, sarı saçlıydı ve cebinde her zaman tarak taşıdığı için dışarı çıkmadan önce saçlarını taramıştı. Kızları çok sinirlendirirdi ve korkağın da tekiydi. Sıralardaki insanlar onu görünce, “Kusmayasın sakın” diye bağırdılar. Biri de, “Beni dinle Don Faustino, uçurumda güzel kızlar var” diyordu. Don Faustino sanki gözü pek biriymiş gibi durmaya çalışıyordu. Ötekilere dışarı kendisinin çıkacağını söyleten duygunun etkisindeydi hâlâ. Fakat konuşamıyordu. Kalabalıktan biri bağırdı. - Gelsene Don Faustino. Haydi gel. Bütün boğaların en büyüğü burada. Don Faustino orada durmuş bakmıyordu. Ancak oradakilerden kimsenin ona acıması yoktu. Yine de o öyle yakışıklı ve yukarıdan bakarak durdu; fakat zaman daralıyordu ve gidilecek yön tekti. Biri, - Don Faustino, ne bekliyorsun Don Faustino, diye bağırdı. Bir başkası, - Kusmaya hazırlanıyor” dedi. Bu söze herkes güldü. Sonra, Don Faustino iki sıra halinde dizilmiş kalabalığa, daha sonra da meydanın ötesindeki uçuruma baktı, uçurumu ve ötesindeki boşluğu görünce gerisingeri döndü ve Ayutamiento’nun girişine doğru paytak paytak yürümeye başladı. Kalabalık homurdanmaya başladı. Biri olanca sesiyle, - Nereye gidiyorsun Don Faustino, nereye gidiyorsun? diye bağırdı. Bir başkası, - Hava atmaya gidiyor, dedi. Herkes birden gülmeye başladı. Sonra Don Faustino’nun tekrar çıktığını gördük, Pablo arkasından silahıyla itiyordu. Cakası yok olmuştu. Kalabalığın görünüşü cakasını da, havasını da silip süpürmüştü. Pablo arkasından geliyordu ve sanki Pablo onun önündeki yolu açmaktaydı. Sanki o da Pablo’nun önü sıra giderek önündekileri yana itip yol

74


açıyordu. Don Faustino şimdi haç çıkarıyor, dua ediyordu. Sonra ellerini gözlerine kapatıp basamakları indi, kalabalığa doğru yürümeye başladı. Biri, - Bırakın, ona dokunmayın, diye bağırdı. Sıradakiler bunu anladı, kimse ona dokunmadı. Don Faustino titreyen ellerini gözlerinden ayıramıyordu. Dudakları titreyerek iki sıra arasından yürüyordu. Kimse bir şey demiyor, ona dokunmuyordu. Yolun yarısına dek yürüdükten sonra Don Faustino’nun gücü tükendi, dizleri üstüne çöktü. Kimse ona vurmadı. Olacakları görebilmek için sıra boyunca yürümekteydim. Köylünün biri uzanıp onu yerden kaldırdı, - Ayağa kalk Don Faustino, kalk ve yürü. Boğa daha gelmedi, dedi. Don Faustino kendi kendine yürüyemiyordu. Kara köylü gömleği giymiş bir köylü bir yanında, kara köylü gömlekli, sığırtmaç çizmeleri giymiş bir başka köylü öteki yanında, kollarına girip yürümesine yardım ettiler. Don Faustino ellerini gözlerinden çekemiyordu. Dudakları titriyordu. Sarı saçları yüzüne yapışmıştı. Önlerinden geçerken köylüler, - Don Faustino, iştahın açık olsun, diyorlardı. Kimileri de, - Don Faustino emrindeyiz, diyordu. Sıralar arasından yürüdüler. İki adam onun kolunda, onunsa elleri gözlerindeydi. Parmaklarının arasından bakıyor olmalıydı ki uçurumun kıyısına geldiklerinde dizlerinin üstüne çöktü, toprağı ve otları tırmalayarak, - Hayır, hayır, hayır. Lütfen, diye yalvarmaya başladı. Onu oraya kadar yürüten iki köylüyle, sıraların sonundaki köylüler diz çöktüğü yerde arkasından ittiler. Hiç dayak yemeden uçuruma yuvarlandı. Aşağı düşerken bağırıyordu. O anda oradaki kalabalığın acımasızlık noktasına ulaştığını anladım. Acımasızlık, Don Ricardo’nun aşağılamaları ve Don Faustino’nun korkaklığıyla oluşmuştu. Bir köylü, - Biri daha gelsin, dedi, bir başkası onun omzuna vurarak, - Don Faustino, ne erkek! Bir başka köylü, - Büyük boğayı şimdi görmüştür, dedi. Bir başkası, - Haydi, biri daha gelsin. Haydi, biri daha çıksın, diye bağırdı. Sarhoşlar, faşistlerin kulübünden aldıkları rakı ve konyak şişelerini elden ele geçiriyorlardı. Onları, kendi içtikleri şarabı içer gibi içiyorlardı. Sıraya dizilmiş insanlar, Don Benito’yla başlayan, Don Federico, Don Ricardo ve özellikle Don Faustino’yla süren duygu fırtınasından sonra içilen içkiyle de sarhoş olmaya başlamışlardı. Şişelerden içmeyenler, elden ele dolaşan tulumlardan şarap içiyorlardı. Biri, bir şarap tulumunu bana getirdi. Büyük bir yudum aldım. Tulumu bana veren adam, - Öldürmek susatıyor, dedi. - Sen kimseyi öldürdün mü? diye sordum. Böbürlenerek, - Dört kişi öldürdük, dedi. “Civilleri saymıyorum. Civillerden birini senin öldürdüğün doğru mu Pilar?” diye sordu. - Hayır, bir kişi değil. Duvar yıkıldığı zaman duvarın içine ateş ettim, başkaları gibi. Hepsi bu! - Tabancayı nereden buldun Pilar? - Pablo Civilleri vurduktan sonra bana verdi. - Onları bu tabancayla mı öldürdü?

75


- Evet. Sonra da silahı bana verdi. - Silaha bakabilir miyim Pilar? Onu elime alabilir miyim? dedi. - Tabi, diyerek tabancayı ipten çıkarıp ona verdim. Bir yandan da niye kimse gelmiyor diye merak ediyordum. Tam o sırada Don Guillermo Martin’in, yabaların, üvendirelerin, çatal tırmıkların satıldığı dükkanın sahibinin çıktığını gördüm. Faşist olmasından başka kimsenin düşmanlığını kazanması için bir sebep yoktu. Yabaları yaptırdığı kişilere çok az para verdiği doğruydu ama zaten kendisi de çok ucuza satıyordu. Fakat kimse kimseyi bu nedenlerle öldürmezdi. Bu kasabanın insanları acımasız olabildikleri ölçüde iyi yürekli de olabilirler. Hak duyguları vardır, doğru olanı yapmak isterler. Fakat acımasızlık aralarına sızmıştı bir kere. Sarhoşluk da, ya da sarhoşluk başlangıcı. Şimdi artık Don Benito’nun dı­ şarı çıktığı andaki gibi değillerdi. Başka ülkelerde nasıldır bilmiyorum, ama İs­ panya'da sarhoşluk, eğer neden yalnızca şarap değilse, çok çirkin boyutlara ulaşabilir ve insanlar yapmamaları gereken şeyleri yapabilirler. Senin ülkende de böyle midir İngiliz? - Öyledir, dedi Robert Jordan. “Yedi yaşındayken Ohio eyaletinde bir yere düğüne gidiyorduk. Bir kız çocukla birlikte düğünde çiçek taşıyacaktık.” - Çiçek mi taşıdın? diye kesti Maria, “Ne güzel!” - Kasabada bir zenci lamba direğine asılmış, sonra da yakılmıştı. Kemerli bir direkti. Yukarıdan kaldırıma doğru eğilen bir lamba. Lambayı yukarı kaldırmak için kullanılan araçla zenci yukarı kaldırılmak istenmiş fakat araç kırılmıştı. - Bir Zenci, dedi Maria. “Ne barbarlık!” Pilar, - İnsanlar sarhoş muydu? diye sordu. “Bir zenciyi böyle yakacak kadar sarhoş muydular?” - Bilmiyorum, dedi Robert Jordan, “Lambanın bulunduğu köşedeki evin penceresinden, panjurlar arasından bakıyordum. Sokak çok kalabalıktı. Zenciyi ikinci kez yukarı kaldırdıklarında...” - Yedi yaşında olduğuna göre, evin içinden, dışarıdaki insanların sarhoş olup olmadıklarını bilemezsin, dedi Pilar. - Dediğim gibi, zenciyi ikinci kez kaldırdıklarında, annem beni pencereden geriye çekti, daha sonrasını göremedim. Fakat deneyimlerimden, sarhoşluğun benim ülkemde de değişik olmadığını söyleyebilirim. Çirkin ve yabanice bir şey. Maria, - Yedi yaşında, çok küçüktün. Sirk dışında hiçbir zenci görmedim. Eğer İspanyalı Araplar zenci değilse. - Kimileri zencidir, kimileri değil, dedi Pilar. “Onları sana sonra anlatırım.” - Benim gibi anlatamazsın, dedi Maria. Pilar, - Böyle şeylerden konuşmak sağlıklı değil. Nerede kalmıştık? dedi. - Kalabalığın sarhoş olduğunu anlatıyordun, diye hatırlattı Robert Jordan. - Evet, sonra? - Sarhoşluk demek doğru değil, dedi Pilar. “Sarhoşluktan öte bir şeydi. Hepsinde bir değişiklik vardı yine de. Don Guillermo dışarı çıktığı zaman, dimdik duruşu, uzağı görmeyen gözleri, kır saçları, orta boyu, yaka düğmesi olmasına karşın yakasız gömleğiyle orada durup gözlükleri olmadığı için görmeden karşıya bakar bir yandan da haç çıkarırken, düzgün ve soğukkanlı adımlarla ilerlerken acıma duyguları uyandıracak bir görünüşü yoktu. Fakat kalabalıktan biri bağırdı, -Buraya Don Guillermo. Bu yöne doğru gel. Elimizde hep senin malların var. Bir başkası,

76


- Don Guillermo, diye bağırdı, “Evinden gözlüklerini aldırtalım mı?” Don Guillermo’nun evi ev değildi, çünkü parası yoktu. Yalnızca bir faşistti ve az çalışarak, tahta araç gereçler satan küçük bir dükkân işleterek oyalanıyormuş gibi davranıyordu. Ayrıca karısının dindarlığından ötürü faşistti, çünkü bunu karısına olan sevgisinden ötürü bir borç gibi görüyordu. Meydandan üç yapı aşağıdaki bir apartman katında oturuyordu. Don Guillermo orada durup, aralarından yürümek zorunda olduğu kalabalığa bakarken, apartmanın balkonundan bir kadın haykırmaya başladı. Bu balkondan onu gören karısıydı. - Guillermo, bekle, diye bağırıyordu. “Bekle Guillermo, yanına geliyorum.” Guillermo çığlıkların geldiği yöne başını çevirdi. Bir şey söylemeye çalıştı ama söyleyemedi. Sonra kadının sesinin geldiği yöne elini salladı ve kalabalık arasından yürümeğe başladı. Kadın hâlâ, - Guillermo! diye bağırıyordu. Don Guillermo elini birkaç kez daha sese doğru salladı, başı dik, iki sıra arasından yürümeye başladı. Duygularını kestirmek imkansızdı, yalnızca yüzünün renginin değiştiği görülebiliyordu. Sonra kalabalıktan bir sarhoş bağırdı, Don Guillermo’nun karısının haykıran sesini taklit ederek bağırdı. - Don Guillermo! Don Guillermo adama doğru görmeden hızla yürüdü. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Adam onun yüzüne hızla, yabayla vurdu. Don Guillermo vuruşun etkisiyle ağlayarak yere oturdu, ama ağlamasının nedeni korkması değildi. Sarhoşlar ona vurmaktaydı, biri sıçrayıp omuzlarına oturdu ve ona şişeyle vur­ maya başladı. Bundan sonra sıralardan birçok kişi ayrılmaya başladı. Onların yerine bağrışan, alay eden, Ayuntamiento’nun pencerelerine doğru çirkin sözler söyleyen sarhoşlar geldiler. Pilar, - Pablo Guardia Civilleri öldürürken çok derin fakat sevimsiz bir duyguya kapılmıştım, dedi. Çok tatsız, çok çirkindi, fakat olması gereken buysa olacak, diye düşünmüştüm. Ve hayata son vermekten başka acımasızlık ve vahşilik yoktu. Ve şu sıralarda öğrendiğimiz gibi, Cumhuriyet için kazanmak istiyorsak öldürmemiz de gerekiyor. Öldürmek çirkin olsa da... Meydan her yandan kapatılıp sıralar oluşturulduğu zaman hayran olmuş, o anda gözüme pek olağandışı gibi görünmesine rağmen Pablo’nun buluşu diye düşünmüştüm. Ve iğrenç olmamak, doğru düzgün yapılmak kaydıyla yapılması gerekiyorsa yapılmalı diye inanıyordum. Elbette faşistlerin öldürülmesi gere­ kiyorsa bir kişi yerine birçok kişinin onları öldürmesi daha iyiydi ve tıpkı, kasaba elimize geçtiği zaman yararları paylaşmayı istediğim gibi suçları da paylaşmamız gerektiğine inanıyordum. Fakat Don Guillermo’dan sonra utanç duygusuna kapıldım. Ayrıca, Don Guillermo’ya yapılanları protesto etmek için sıralardan birçok kişinin ayrılmasından, ayrılanların yerine sarhoşların dolmasından sonra ben de oradan ayrılmak gereğini duydum ve öyle yaptım. Daha sonra maydanı geçtim, büyük ağaçlardan birinin gölgesindeki tahta sıraya oturdum. Sıralardan iki köylü konuşarak bana doğru geldi. Birisi, - Ne düşünüyorsun Pilar? diye sordu. - Hiçbir şey dedim. - Anlat içinden ne geçiyor, diye diretti adam. - Midem bulanıyor. Bir şeyler bana fazla geliyor, dedim.

77


- Bize de, dediler ve yanıma oturdular. Biri bana bir şarap tulumu uzattı. - Biraz ağzını ıslat, dedi. Kendi aralarındaki konuyu sürdürdü. - En kötüsü, diyordu, “Bu iş uğursuzluk getirecek. Hiç kimse Don Guillermo’yu böyle öldürmenin uğursuzluk getirmeyeceğini söyleyemez.” Öteki, - Eğer hepsinin öldürülmesi gerekiyorsa, gerektiğine inanmıyorum ya, alay etmeden ve doğru düzgün öldürülmeliler, diye düşüncesini belirtti. Birinci adam, - Don Faustino alayı hak ediyordu, dedi. Kendisi de bir şarlatandı, ciddi biri değildi. Fakat Don Guillermo gibi ciddi bir adamla alay etmek haksızlığın da ötesindeydi. - Midem bulanıyor, dedim. Bu doğruydu, içim bulanıyordu, terliyordum; bayat deniz ürünü yemişim gibi midem bulanıyordu. Köylülerden biri, - Tamam öyleyse, biz bir şeye katılmıyoruz, dedi. “Başka kasabalarda neler olup bitiyor acaba?” - Telefon tellerini daha yapmadılar, dedim. “Bir an önce giderilmesi gereken bir eksiklik bu.” Elbette. İnsanları böyle yavaş yavaş ve vahşice öldürmek yerine kasabayı savunma düzenine soksak daha iyi olurdu. - Pablo’yla konuşacağım, deyip kalktım. Ayuntamiento’nun sıraların başladığı kapısına giden kemerlere doğru yürüdüm. Sıralar artık düzgün değildi. Tehlikeli olacak kadar çok sarhoş vardı. İki adam meydanın ortasında sırtüstü yatıyor, bir içki şişesini birbirlerine veriyorlardı. Biri bir yudum içiyor deliler gibi bağırıyordu. Öteki de ondan farksızdı. Sıralardan ayrılan ve kemerler altında duran iki adam onlara baktı. Biri, - Onlar, yaşasın sarhoşluk, diye bağırmalı, dedi. “İnandıkları tek şey o.” Öteki köylü, - Ona bile inanmıyorlar, diye karşılık verdi yanındaki adama. “Onlar ne bir şey anlıyorlar, ne de bir şeye inanıyorlar” dedi. Bu sırada sarhoşlardan biri ayağa kalktı, yumruklarını başının üstünde birleştirerek, “Yaşasın anarşi, yaşasın özgürlük” diye bağırdı. Kargaşa sürerken kalabalık arasından bağırtılar işitildi. Kemerlerin yukarısına doğru baktığımda sıralardakilerin başları engel olduğu için Ayuntamiento’ya çıkanın kim olduğunu göremedim. Bütün gördüğüm Pablo’yla Guatra Dedos’un birini silahlarıyla dışarı doğru ittikleriydi. Görmek için kapıya doğru yığılan kalabalığa doğru yöneldim. İnsanlar itişip kakışıyordu, faşistlerin kahvesindeki masalarla iskemleler ters çevrilmişti. Yalnızca bir masa düz duruyordu onun da üstüne sarhoşun biri uzanmıştı. Oradan bir iskemle alıp kaldırıma koydum ve kalabalığın başları üstünden olup biteni görebilmek için iskemleye çıktım. Pablo’yla Guatro Dedos’un dışarı doğru ittiği kişi, faşistliği su götürmez biri, ayrıca da kasabanın en şişmanı olan Don Anastasio Rivas’tı. Bu adam tahıl tüccarıydı ve birçok sigorta şirketinin de kasabadaki acentasıydı. Ayrıca da yüksek faizle borç veriyordu. İskemlenin üstünde dururken, onun basamaklardan inip kalabalığa doğru yürüdüğünü gördüm. Kalın ensesi gömlek yakasının üstünden taşıyor, çıplak başı güneşte parlıyordu. Kalabalığa ulaşamadı, çünkü bir bağrışma duyuldu. Bütün kalabalık bağırıyordu. Sıralar karışmış, sarhoşlar naralar atıyordu. Kalabalıktan insanlar Don Anastasio Rivas’a doğru koşunca

78


sıralar dağıldı. Don Anastasio Rivas, başını elleriyle tutarak kendini yere attı. Herkes başına toplandı. Başına üşüşenler doğrulduklarında Don Anastasio Rivas, başı sundurmanın taşlarına vurduğundan ölmüştü. - İçeri giriyoruz, diye bağırdılar sonra, “İçeri girip onları bulalım.” Birisi, yerde yüzükoyun yatmakta olan Don Anastasio’ya ayağı ile vurdu, “Çok ağır bu, taşınmaz, burada kalsın” dedi. - Bu işkembe fıçısını niye sürükleyelim? Burada yatsın varsın! Adamın biri, “İçeri girip işlerini bitirelim” diye bağırdı. “İçeri giriyoruz.” Bir başkası da, “Niye gün boyu burada güneş altında bekleyelim? Haydi içeri girelim” dedi. Kalabalık şimdi sundurmaya doğru gidiyordu. Bağırıyorlar, itişiyorlardı. Gürültü adeta hayvan sesini andırıyordu. Sıralar bozulunca muhafızlar Ayuntamiento’nun kapılarını kapatmışlardı. Kalabalık kapıları zorluyor, - Açın kapıları, diye bağırıyordu. İskemlenin üstünde durduğum yerden Ayuntamiento’nun demirli pencerelerinden içerisini görebiliyordum. Papaz ayaktaydı, ötekiler papazın çevresinde yarım çember oluşturacak biçimde diz çökmüşlerdi. Dua ediyorlardı. Pablo, belediye başkanının büyük koltuğu önündeki masaya çıkıp oturmuştu. Silahı sırtında asılı duruyordu. Bacaklarını masadan aşağı sarkıtmış, sigara sarmaktaydı. Muhafızların hepsi, ellerinde silahları, yöneticilerin iskemlelerine oturmuşlardı. Büyük kapının anahtarı masanın üstünde, Pablo’nun yanında duruyordu. Kalabalık, “Açın, kapıyı açın!” diye hep bir ağızdan bağırıyordu. Sanki topluca şarkı söylüyorlardı. Pablo ise orada sanki onları hiç duymuyormuş gibi oturuyordu. Papaza bir şey söyledi, ama kalabalığın gürültüsünden ne dediğini duyamadım. Papaz daha önce yaptığı gibi ona cevap vermeden duasını sürdürdü. İnsanlar beni itip duruyorlardı, iskemleyi duvara doğru çekip üstüne çıktım. Yüzümü pencereye yaklaştırdım ve ellerimle parmaklıklara tutundum. Adamın biri iskemleye çıktı, kollarını benimkilerin dışından uzatarak daha kalın parmaklıklara tutundu. - İskemle kırılacak, dedim ona. - Ne önemi var, dedi. “Onlara bak, onlara bak nasıl dua ediyorlar!” Ensemde kokusunu duydum. Kalabalığın kokusuydu bu, kaldırım taşları üstündeki kusmuk gibi bir koku. Sonra omzumun üstünden başını uzattı, yüzünü parmaklıklara dayadı ve “Açın, açın” diye bağırdı. O anda, sanki bütün kalabalık sırtımdaymış gibime geldi, bir karabasanda şeytanı sırtınızda duyumsarsınız ya, işte öyle. Kalabalık artık kapıyı zorluyordu. Arkadakiler önde duranları itiyordu. Meydanda kara köylü giysileri içindeki sarhoş, boynunda siyah-kırmızı mendiliyle koşarak kendini kalabalığın arasına attı. Bir yandan da “Çok yaşa, Anarşi çok yaşa” diye bağırıyordu. Kalabalık halen kapının açılması için bağrışıyordu; benimle birlikte iskemle üstünde durmakta olan adam, pencere demirlerini sıkı sıkı tutarak içeriye doğru kapının açılması için bağırıyordu. Sesi kulağımın dibinde gümbür gümbürdü. Kötü soluğu üstümdeydi. Bir Don Anastasio’nun ölüsüne bir de Ayuntamiento’nun salonuna bakıyordum. İçerde bir değişiklik yoktu. Papaz sürekli olarak dualar mırıldanıyordu. Pablo’nun arkası onlara dönüktü ve anahtarla oynuyordu. Tekrar papaza bir şeyler söylediğini gördüm, fakat gürültüden dolayı duyamıyordum. Papaz ona yine cevap vermedi, duasını mırıldandı.

79


Bu arada dua edenlerin oluşturduğu yarım çemberde birinin ayağa kalktığını gördüm. Dışarı çıkmak istiyordu. Herkesin Don Pepe dediği Don Jose Costro’ydu bu. At alışverişi yapan ünlü bir faşistti. Tıraşsız olmasına karşın temiz görünüşlüydü. Ayakta duruyordu. Gri çizgili pantolonu üstünde pijama ceketi vardı. Haçı öptü, papaz onu kutsadı, adam yine ayağa kalktı, Pablo’ya baktı ve başını kapıya çevirdi. Pablo başını sallayarak sigarasını tüttürdü. Don Pepe’nin ona bir şeyler söylediğini görüyor fakat ne dediğini duyamıyordum. Pablo ona cevap vermedi, yalnızca başını sallayıp kapıyı gösterdi. Don Pepe’nin dik dik kapıya baktığını gördüm; kapının kilitli olduğunun farkında değildi anlaşılan. Pablo ona anahtarı gösterdi, adam bir an olduğu yerde durdu, sonra arkadaşlarının yanına dönüp yeniden diz çöktü. Papazın Pablo’ya baktığını gördüm. Pablo ona sırıttı, anahtarı gösterdi, papaz ilk kez kapının kilitli olduğunun farkına vardı sanki, başını sallıyor gibi göründü fakat yalnızca yana eğdi, sonra yeniden dua etmeye başladı. Kapının kilitli olduğunu nasıl fark edemediklerini anlayamıyorum. Dualarına ve kendi düşüncelerine pek gömülmüş olmalılar. Fakat şimdi anlamışlardı, bağrışmalardan her şeyin değişmiş olduğunu da kestirebiliyorlardı. Diz çökmüş vaziyette dualarını sürdürdüler. Bağrışmalar öyle çoğalmıştı ki hiçbir şey duyamıyorduk. Pablo’nun yeniden papazla konuştuğunu gördüm. Papaz yine cevap vermedi. Sonra Pablo’nun tüfeğini omzundan indirip, tüfekle papazın omzuna yavaşça vurduğunu gördüm. Papaz ona hiç karşılık vermedi. Pablo başını salladı. Omzunun üstünden Cuatro Dedos’a bir şeyler söyledi. Cuatro Dedos muhafızlara bir şeyler söyledi. Hepsi birden odanın karşı yanına yürüyüp orada durdular. Pablo’nun Cuatro Dedos’a yine bir şeyler söylediğini gördüm. Cuatro Dedos iki masa ve birkaç tahta sıra çekti. Muhafızlar onların arkasına dizildi. Masalarla sıralar odanın o köşesinde bir barikat oluşturmuştu. Pablo yine uzanıp papazın omzuna tüfeğiyle yavaşça dokundu. Papaz yine umursamadı ama Don Pepe’nin Pablo’ya bakmakta olduğunu gördüm. Ötekiler de papaz gibi hiçbir şeyi umursamadan dua ediyorlardı. Pablo başını salladı, Don Pepe'nin kendisine baktığını görünce anahtarı alıp ona gösterdi. Don Pepe anladı, başı öne düştü, duasına başladı tekrar. Pablo masadan indi, arkasında duran, belediye başkanının bir kürsü üstündeki büyük koltuğuna yürüdü. Koltuğa oturdu, papazla, dua etmekte olan faşistlerden gözünü ayırmadan bir sigara sardı. Yüzünden hiçbir anlam çıkaramazdınız. Anahtar önündeki masada durmaktaydı. Büyük, demirden, bir ayaktan daha uzun bir anahtardı. Pablo muhafızlara duyamadığım bir şeyler söyledi, muhafız kapıya yürüdü. Faşistler dualarını hızlandırdılar. Anladım ki o anda her şeyi biliyorlar. Pablo papaza bir şeyler daha söyledi, ama papaz yine cevap vermedi. Sonra Pablo uzanıp anahtarı aldı, kapıdaki muhafıza fırlattı. Muhafız anahtarı kaptı, Pablo ona sırıttı. Muhafız anahtarı kilide soktu, çevirdi kendisi arkaya çekilip kapıyı açtı. Kalabalık içeri daldı birden. Benimle birlikte iskemlede duran sarhoş, “Hey! hey!” diye bağırarak başını öne uzatınca ben içeriyi göremedim. Sarhoş, “Öldürün! Onları öldürün! Kırbaçlayın, öldürün!” diye bağırdı. Bir yandan da beni yana ittiği için bir şey göremiyordum. - Sarhoş seni, diye dirseğimle göbeğine vurdum. “Bu kimin iskemlesi? Bırak da göreyim” dedim. O ise ellerini kollarını sallıyor, “Öldürün! Onları kırbaçlayın. Öldürün!” diye

80


bağırıyordu hâlâ. Dirseğimle ona var gücümle bir daha vurdum. “Sarhoş! Bırak da göreyim” dedim.Sonra iki eliyle birden başımı tuttu ve beni aşağı itti, kendisi daha iyi görsün diye. Bütün gücüyle başıma yığılmıştı. Bir yandan da bağırıyordu. “Onları kırbaçlayın! Hah, işte öyle kırbaçlayın!” Sen kendi kendini kırbaçla deyip ona vurdum. Canı yanmış olmalı ki başımı bıraktı, kollarını kendi bedenine doladı, “Bunu yapmaya hakkın yoktu kadın” dedi. O anda parmaklıktan içeri baktığımda salonu dolduran kalabalığın yabaları, üvendireleri, sopaları sağa sola sallayarak vurduklarını, kırılmış tahta çatallarla, şimdi kıpkırmızı görünen adamları savurduklarını gördüm. Pablo ise büyük koltukta oturmuş, silahı dizlerinin üstünde olanlara bakıyordu. İçeri dalanlar vuruyor, savuruyor, kırbaçlıyor, dövüyor ve ateş içinde kalmış atlar gibi bağırıyorlardı. Papaz, cüppesini kıvırmış, tahta bir sıraya yapışmıştı. Arkasındakiler ona sopalar, üvendireler, oraklar, çengellerle vuruyordu. Bir çığlık duydum. Arkasından bir çığlık daha. İki kişi oraklarla papazın sırtına vurmaktaydı. Birisi cüppesini çekiyordu. Kasabadaki faşistlere bunlar oldu işte. İyi ki daha çoğunu göremedim. Akşam olunca Ayuntamiento’daki ölüleri bir kamyona doldurdular. Ötekiler gibi onları da uçuruma atacaklardı. Don Anastasio’nun ölüsünü de kamyona koyarlarken bir sarhoş hâlâ orada yatmaktaydı. O gün, faşistlerin yanı sıra yirmi otuz da sarhoş öldürülmüş olsaydı kasaba için çok iyi olacaktı. Fakat o gece olacakları bilmiyorduk. Ayuntamiento’daki olaylardan sonra kimse öldürülmemişti. O gece için toplantı yapamadık çünkü çok sarhoş vardı. Düzen kurmak mümkün değildi. O nedenle toplantı sonraki güne ertelendi. O geceyi Pablo’yla geçirdim. Bunu sana anlatmamalıydım, ama bir bakıma da her şeyi bilmen iyidir. En azından anlattığım her şey doğrudur. Bunu dinle İngiliz, ilginç bir şey bu. O gece yemeğimizi yedik. Herkes çok yorgundu, kimse konuşmuyordu. Bense içim boşalmış gibiydim ve iyi değildim. Utanç ve suçluluk duyguları içimi kemirmekteydi; çok sıkılıyor ve tıpkı bu sabah uçaklar geçtikten sonraki gibi kötü bir şeyler olacağını sezinliyordum. Ve üç gün içinde kötü şeyler oldu. Yemek yerken Pablo çok az konuştu. - Olanlardan hoşlandın mı Pilar? diye sordu. Otobüslerin kalktığı handa yemek yiyorduk. Oda kalabalıktı, herkes şarkılar söylüyordu, zorlukla servis yapılıyordu. - Hayır, dedim, “Hoşlanmadım Don Faustino için yapılanın dışında. Hayır, hoşlanmadım.” - Ben hoşlandım, dedi. - Hepsinden mi? diye sordum. - Evet, hepsinden, dedi ve bıçağıyla iri bir dilim ekmek kesip et suyuna daldırdı. “Hepsini beğendim. Papazın dışında.” - Papaza yapılanı beğenmedin mi? diye sordum. Çünkü faşistlerden çok papazlara hıncı olduğunu biliyordum. Üzüntüyle, - Benim için bir düş kırıklığı oldu, dedi. İnsanlar öylesine bağıra çağıra şarkı söylüyorlardı ki biz birbirimizi duyabilmek için bağırmak zorunda kalıyorduk. - Niye? Dedim. - Pek kötü öldü. Hiç saygınlığı yokmuş, dedi. - Halk onu kovalarken nasıl bir saygınlığı olsun isterdin? Bence önceleri saygınlığı olan biriydi. Bir insanın ne denli saygınlığı olabilirse o da o denli saygın bir

81


kişiydi, dedim. - Evet, dedi Pablo, “Fakat son dakikada çok korkak davrandı o.” - Kim korkak davranmazdı ki? Onu neyle kovaladıklarını görmedin mi? - Görmez miyim? Fakat bence çok kötü oldu, dedi Pablo. - Bu durumda herkes çok kötü olurdu, dedim. “Ne dersen de Ayuntamiento’da olanlar çok kötüydü.” - Evet, diye kabul etti Pablo. “İyi düzenlenmemişti. Fakat bir papaz... İyi bir önlem olmalıydı.” - Senin papazlara hınç duyduğunu sanırdım. Pablo, “Evet” dedi, bir parça daha ekmek kopardı. “Fakat bir İspanyol papaz iyi ölmeliydi.” - Bence iyi öldü, dedim, “Bütün olanlara bakılırsa eğer.” - Hayır, dedi Pablo, “Ben hayal kırklığına uğradım. Bütün gün boyunca papazın ölümünü bekledim. İki sıra arasından en son geçecek kişi o olacak diye düşünmüştüm. Büyük bir istekle o anı beklemiştim. Her şeyin doruğu olacak diye ummuştum. Daha önce bir papazın ölümünü görmemiştim hiç.” - Daha vakit var, dedim alayla. “Eylem daha bu gün başladı.” - Hayır, dedi yine, “Hayal kırıklığına uğradım.” - Şimdi inancını yitireceksin sanırım, dedim. - Anlamıyorsun Pilar, o bir İspanyol papazıydı. - İspanyollar nedir peki? diye sordum. “Nasıl da böbürlüler, İngiliz! Ne insanlar!.. Robert Jordan önceki teklifini tekrarladı, - Yola çıkmalıyız, neredeyse öğlen oldu. - Evet, dedi Pilar, “Şimdi gideriz. Fakat bırakın da size Pablo’yu anlatayım: O gece bana, - Pilar, bu gece hiçbir şey yapmayacağız, dedi. - İyi, dedim, “Buna sevindim.” - Bu kadar insanı öldürdükten sonra iyi olmaz diye düşünüyorum, dedi. - Sen bir azizmişsin, dedim. “Yıllarca boğa güreşçileriyle yaşadım, Corrida’dan sonra nasıl olduklarını bilmiyor muyum sanıyorsun?” - Doğru mu Pilar? diye sordu. - Sana ne zaman yalan söyledim ki? dedim. - Pilar, şurası doğru ki ben bu gece tükenmiş bir adamım. Bana kızmıyor musun? - Hayır, dedim ona. “Fakat her gün adam öldürme Pablo.” - O gece bir bebek gibi uyudu. Ertesi sabah gün doğduktan sonra uyandırdım. Bense bütün gece uyumamıştım. Yataktan çıkıp bir iskemlede oturmuş, pencereden dışarı bakmıştım. Ay ışığında, gündüzün insanların sıralanmış olduğu alana, alanın ötesinde ay ışığında parlayan ağaçlara, ortalığa saçılmış parlayan şişelere, insanların atılmış olduğu uçuruma baktım. Çeşmede akıp duran suyun sesinden başka ses yoktu. Orada oturup kötü bir başlangıç yapmış olduğumuzu düşündüm. Pencere açıktı. Meydanın ötesinden, Fonda'dan bir kadının ağladığını duyabiliyordum. Balkona çıktım, demirin üstünde yalınayak durdum. Ay, meydanın çevresindeki yapıların ön yüzeylerinde parlamaktaydı. Ağlama sesi Don Guillermo'nun balkonundan gelmekteydi ve ağlayan karısıydı; balkonda diz çökmüş ağlıyordu. Odaya döndüm, orada oturdum ve yaşamımın bu en kötü gününü düşünmek istemedim. Bir başka güne kadar en kötü gün o gündü. - Öteki gün hangisiydi? Diye sorda Maria. - Üç gün sonrası. Faşistlerin kasabayı aldıkları gün. Maria,

82


- O günü bana anlatma, dedi. “Duymak istemiyorum. Bu kadarı yeter, ötesi çok fazla olur.” Pilar, “Dinlememen gerektiğini baştan söylemiştim” dedi. “Bak şimdi kötü düşler göreceksin.” - Hayır, görmem, dedi Maria. “Ama daha çoğunu dinlemek istemiyorum.” Robert Jordan, - Başka bir zaman bana anlatmanı isterdim, dedi. - Anlatırım, dedi Pilar, “Ama Maria'nın dinlemesi iyi olmaz.” Maria, acı bir sesle, - Dinlemek istemiyorum, dedi. “Lütfen Pilar. Ben varken anlatma.” Dudakları titriyordu; Robert Jordan kızın ağlayacağını düşündü. - Lütfen Pilar, anlatma. - Meraklanma küçük kırpık kafalı, dedi Pilar, “Merak etme. Fakat bir gün bunları İngiliz’e anlatmalıyım.” Maria, - Ama onun olduğu yerde ben de bulunmak istiyorum. Pilar hiç anlatma.” - Bizim yaptıklarımızı anlattıktan sonra o günü de anlatmam gerekir. Ancak o zaman hak yerini bulur. Fakat sen dinlemeyeceksin. - Konuşacak güzel şeyler yok mu? diye sordu Maria. “Hep korkunç olaylardan konuşmak mecburiyetinde miyiz?” Pilar, - Bugün öğleden sonra sen ve İngiliz istediğiniz şeylerden konuşabilirsiniz, dedi. - Öyleyse öğleden sonra çabuk gelsin, dedi Maria, “Uçarak gelsin.” - Gelecek, dedi Pilar. “Uçarak gelecek ve uçarak gidecek. Yarın da öylesine uçarak gelecek ve uçarak gidecek.” - Bugün öğleden sonra, dedi Maria. “Bugün öğleden sonra. Bugün öğleden sonra olsun hele.” 10. Bölüm Kalktıktan sonra çamların arasından geçip yukarılara çıktılar, sonra bir çayırlıktan aşağıya, ağaçlı bir vadiye indiler. Daha sonra da patikalardan ilerleyip sarp bir kayalığa tırmandılar. Bir ağacın arkasından karabinalı bir adam çıktı, - Durun! diye bağırdı. Sonra, “Hola Pilar, yakınındaki kim?” diye sordu. - Bir İngiliz” diye cevap verdi Pilar. “Fakat adı Hıristiyan adı, Robetro. Buraya ulaşmak için ne sarp yerlerden geçmek gerekiyormuş.” Gözcü Robert Jordan'ı, “Salud Camarada,” diye selamladı, sonra elini uzattı, “İyi misin?” dedi. - Evet, dedi Robert Jordan, “Ya sen?” - Ben de iyiyim, dedi gözcü. Ufak tefek yapılı, ince, baykuş suratlı, elmacık kemikleri yüksek, gri gözlü bir adamdı. - Merhaba Maria, dedi kıza. “Çok yorulmadın ya?” - Yok, yürümekten çok oturup konuştuk, dedi kız. “Dinamitçi sen misin?” diye sordu Joaquin Robert Jordan'a. “Burada olduğunu duyduk.” Robert Jordan, - Geceyi Pablo'nun kampında geçirdik, dedi. “Evet, dinamitçi benim.”

83


- Seni gördüğümüze sevindik, dedi Joaquin. “Tren için mi?” Robert Jordan, - Trende sen de var mıydın?” diye sordu gülümseyerek. - Olmaz olur muyum?” dedi Joaquin. “Onu orada bulduk,” diyerek Maria'yı gösterdi. “Şimdi güzelsin” dedi. “Çok güzel olduğunu söylediler mi?” Maria, - Kapat çeneni Joaquin, diye çıkıştı. “Ve sana teşekkür ederim. Saçını kestirsen daha iyi görüneceksin.” - Seni ben taşıdım, dedi Joaquin. “Seni omzumda taşıdım.” Pilar derinden gelen bir sesle, - Daha başkaları gibi, dedi. “Onu kim taşımadı ki? İhtiyar nerede?” - Kampta. - Dün akşam neredeydi? - Segovia'da. - Kötü haberler mi getirdi yoksa? - Evet, dedi Joaquin, “Haberler getirdi.” - İyi mi, kötü mü?” - Bence kötü. - Uçakları gördünüz mü? - Evet, dedi Joaquin başını salladı. “Bana onlardan söz etme dinamitçi yoldaş. Ne uçağıydı onlar öyle?” - Heinkel bombardıman uçakları” dedi Robert Jorda. Joaquin, - Adları ne olursa olsun, kendileri çok kötü, dedi. “Fakat sizi geciktiriyorum. Komutana götüreyim sizi.” - Komutana mı? diye sordu Pilar. Joaquin, - Reis sözüne yeğ tutarım komutan sözcüğünü. Kulağa daha askerce geliyor, dedi. Pilar, - Hızla askerce davranışlara sahip oluyorsun, dedi gülerek. - Hayır, dedi Joaquin, “Fakat askeri terimleri daha çok seviyorum, çünkü emirleri daha kesinleştirip daha iyi bir sıkı düzen sağlıyorlar.” Pilar, Robert Jordan'a, - İşte tam sana göre bir delikanlı, İngiliz, dedi. “Çok ciddi bir delikanlı.” Joaquin Maria'ya döndü, kolunu kızın omzuna attı, - Seni taşıyayım mı? diye kıza takıldı ve güldü. - Hayır teşekkür ederim, dedi Maria. - Hatırlıyor musun?” diye sordu Joaquin. Maria, - Beni kimlerin taşıdığını biraz hatırlıyorum ama senin taşıyıp taşımadığını hayır, dedi. Çingene'yi hatırlıyor musun, çünkü birçok defa beni yere düşürmüştü. Sana yine teşekkür ederim Joaquin. Bir gün ben de seni taşırım. - Bir şey bilmek ister misin? diye sordu Joaquin. - Neymiş o? - Arkamızdan kurşunlar gelirken, senin sırtımda oluşundan çok hoşnuttum. - Ne hınzırsın! Çingene de beni o nedenle mi taşıdı dersin? - Evet.

84


Maria, - Kahramanlarım benim, kurtarıcılarım, dedi. Pilar, - Dinle, dedi kıza. “Bu delikanlı seni çok taşıdı. O sırada sadece kurşunların söyledikleri çok anlamlıydı. Ayrıca da seni bıraksaydı, çok kolaylıkla ve çarçabuk kurşunların menzilinden çıkmış olurdu! Maria, - Ben de ona teşekkür ediyorum, dedi. “Belki bir gün gelir ben de onu taşırım. Bırak da şakalaşalım. Beni taşıdığı için ağlamak zorunda değilim, değil mi?” Joaguin kıza takılmayı sürdürdü. - Keşke seni yere bıraksaydım, dedi. “Ama Pilar beni vurur diye korktum.” - Ben kimseyi vurmam, dedi Pilar. - Vurmana gerek yok, dedi Joaquin. “Sen insanı dilinle ölesiye korkutursun.” Pilar, - Bu nasıl konuşma öyle? dedi. “Sen çok terbiyeli küçük bir çocuktun. Direnişten önce ne yapıyordun küçük delikanlı?” - Çok az şey? dedi Joaquin. “On altı yaşındaydım.” - Tam olarak ne yapıyordun? - Birkaç çift ayakkabı, bazen. - Yapıyor muydun? - Hayır, doyuyordum. - O da bir iş, dedi Pilar, Delikanlının kahverengi yüzüne, esnek bedenine, karmakarışık saçlarına, çabuk çabuk yürüyüşüne baktı. Sonra “Niye o işi başaramadın?” diye sordu. - Hangi işi? - Hangi işi mi? Pekâlâ biliyorsun, şimdi de saç uzatıyorsun. - Sanırım korkudandı, dedi genç. - Yakışıklı sayılırsın ama, yüzün değil, dedi Pilar. “Demek korkudandı öyle mi? Trende oldukça iyiydin ama.” - Şimdi artık onlardan korkmuyorum, dedi delikanlı, “Boğalardan çok daha kötü ve çok daha tehlikeli şeyler gördük. Hiçbir boğa makineli tüfek kadar tehlikeli olamaz. Ama yine de şu anda bir boğayla birlikte ringde olsaydım bacaklarıma egemen olamazdım.” Pilar, Robert Jordan'a - Boğa güreşçisi olmak istiyordu da, diye açıkladı, “Fakat korkuyordu.” Joaquin, Robert Jordan’a dönüp güldü, - Boğaları sever misin dinamitçi yoldaş? diye sordu. - Çok, dedi Robert Jordan. “Hem de pek çok.” - Valladolid'de onları gördün mü? diye sordu Joaquin. - Evet, eylülde, Feria'da. - Valladolid benim kasabam, dedi Joaquin. “Güzel bir kasaba. Fakat kasabanın iyi insanları çok acı çekti bu savaşta!” Yüzü ciddileşti. “Babamı vurdular. Annemi de. Eniştemi de vurdular, sonra da kız kardeşimi…” - Ne barbarlık! dedi Robert Jordan. Bu tür olayları kaç defa duymuştu. Kaç defa insanların böyle olayları zorlukla anlatmalarına tanık olmuştu. Kaç kez babam, ya da kardeşim, ya da annem, ya da kız kardeşim derlerken gözlerinin dolduğunu görmüş, seslerinin boğuklaştığını duymuştu. Genelde hepsi de şimdi bu delikanlının konuştuğu gibi

85


konuşuyordu. Apansız konuya girip anlatıyorlardı, siz de buna “barbarlık”, diyordunuz. Tabi sadece kendi yitirdiklerini söylüyorlardı. Pilar'ın derenin kıyısında faşistlerin ölümünü gözlerde canlandırarak anlattığı gibi anlatmıyorlardı. Babanın bir mahkemenin avlusunda, bir duvarın dibinde, ya da bir tarlada, bir meyve bahçesinde, geceleyin, ya da yolun kıyısında, bir kamyonun ışıkları altında vurulduğunu biliyordunuz yalnızca. Tepelerden arabanın ışıklarını görmüş, silah seslerini duymuşsunuzdur ve aşağı, yola indiğiniz zaman yakınlarınızın ölüleriyle karşılaşmışsınızdır. Pilar, Robert Jordan'ın o kasabada olanları görmesini sağlamıştı. O kadın eğer yazabilseydi... Kendisi yazmaya çalışacaktı. Eğer unutmazsa ve şansı iyi giderse, onun anlattığı gibi yazabilirdi belki. Pilar bir öyküyü çok etkili anlatabiliyordu! Quevedo'dan çok daha iyi diye düşündü Robert Jordan. Quevedo bir Don Faustino'nun ölümünü Pilar'ın anlattığı gibi yazamamıştı. O öyküyü iyi yazabilmeyi isterdim diye düşündü. Biz ne yaptık, başkaları bize ne yaptı? Bunu çok iyi biliyordu. Hatların gerisinde olanları çok iyi biliyordu. Fakat bu insanları önceden tanımak gerekirdi. Onların köylerinde nasıl insanlar olduklarını bilmek gerekirdi. Bir köylü ailesinin evinde kalırsın; gece gelmişsindir; onlarla yemek yersin. Gündüzün saklanır, ertesi akşam ayrılırsın. İşini yapar ve gidersin. Oradan bir dahaki geçişinde o ailenin vurulmuş olduğunu öğrenirsin. İşte böylesine yalın bir öykü. Ama olay olurken sen orada değilsindir, önceden gitmişsindir. Partizanlar yapacaklarını yapmışlar ve çekip gitmişlerdir. Köylülerse cezalandırılmışlardır. İşin öteki yüzünü de hep biliyordum, diye düşündü. Başlangıçta bizim onlara yaptıklarımızı hep bilmiş ve nefret etmişimdir. Fakat bu kahrolası kadın, sanki oradaymışım da görmüşüm gibi bir duyguya kapılmama neden oldu. Savaştan önce on yıl İspanya'nın değişik yörelerinde yaşamıştı. İnsanlar size önce onların dilini konuştuğunuz için güvenirlerdi. Size, dillerini çok iyi anladığınız, deyimleri bile çok iyi bilerek kullandığınız için ve ülkelerinin birçok yöresini tanıdığınız için güven duyuyorlardı. İspanyollar köyüne çok bağlıydı. Doğal olarak önce İspanya'ya, sonra boyuna, sonra bölgesine, sonra köyüne, sonra ailesine, sonra da işine. Eğer İspanyolca biliyorsanız sizden yana önyargılıdır; eğer bölgesini biliyorsanız artık onun gözünde bir yabancı değilsiniz. İspanya'da hiçbir zaman yabancı gibi görmemişlerdi beni. Bazen size karşı da olurlar. Eğer üç kişiyseniz ikisi birleşip size karşı olurlar, sonra da ikisi birbirini ele vermeye başlar. Her zaman olmasa bile sık sık böyle bir durumla karşılaşır ve sonucu kestirebilirsiniz. Böyle düşünmenin fazla manası yoktu ama düşüncelerini kim kısıtlayabilirdi, kendi kendisinden başka? Kendi kendisinin bir kaçış içinde olduğunu düşünemezdi şimdi. Çünkü kazanılması gereken ilk şey bu savaştı. Eğer bu savaş kazanılmazsa her şey yitirilecekti. Fakat her şeyi gözlemliyor, dinliyor ve değerlendiriyordu. Bu savaşa hizmet etmekteydi ve bunu büyük bir inanç ve bağlılıkla yapıyordu. Kimse ne anladığına, ne işitme ve ne de görme duyularına egemen olabilirdi. Düşündüklerini, gördüklerini, işittiklerini sonradan yargılayıp şekillendirecekti. Çünkü elinde bir dolu veri vardı. Şu Pilar'a bak, diye düşündü. Ne olursa olsun bir gün bana öykünün kalanını anlatmasını sağlamalıyım. Şu iki gençle yürüyüşüne bak. İspanya'nın yetiştirdiği bundan daha iyi bir üçlü bulamazsın. Pilar bir dağ gibi, delikanlıyla kız da genç ağaçları andırıyorlar. Yaşlı ağaçlar kesilmiş, genç ağaçlar yetişmekte. İki genç,

86


başlarına gelenlere karşı taze, temiz, dokunulmamış gibi duruyorlar, sanki talihsizlikler onlara hiç uğramamış. Pilar'a göre Maria yeni yeni kurtulmaya başlamış, başına gelen kötü şeylerin etkisinden… O anda 11. Tugay'da, aynı köyden daha beş delikanlıyla birlikte orduya alınmış Belçikalı bir asker geldi aklına. İki yüz kişilik bir köydü ve delikanlı daha önce köyünden hiç ayrılmamıştı. Delikanlıyı Hans'ın tugayında ilk gördüğü zaman öteki beş arkadaşı ölmüşlerdi. Delikanlı görünüş olarak çok çirkindi. Kurmay su­ baylara garsonluk yapma görevi verilmişti ona. Kocaman, kırmızı bir Flaman yüzü, çok iri, tuhaf elleri vardı; tabakları koyup kaldırırken kadana gibi güçlü ve hantadı. Hep ağlıyordu. Yemek süresince sessiz sessiz ağlıyordu. Ona baksanız ağlıyordu, şarap isteseniz ağlıyordu, yemek için tabağınızı uzatsanız başını öteye çevirip ağlıyordu, herkes ona karşı çok iyiydi, ama bunun faydası yoktu. Robert Jordan oğlanın ne olduğunu araştırıp öğrenecekti. İyileşip askerliği sürdürdü mü acaba? Halbuki Maria oldukça neşeliydi. En azından öyle görünüyordu. Kendisi psikiyatrist değildi. Psikiyatrist olan Pilar'dı. Gece birlikte olmak her ikisine de iyi gelmişti belki. Maria çok güzeldi. Ona bak, dedi kendi kendine, ona bak. Güneş altında kaygısız yürüyüşüne baktı; hâki gömleği boynunda açıktı. Tıpkı bir tay gibi yürüyor diye düşündü. Sonra yaşadıklarını bir düş gibi düşündü. Çam ağaçlarının bittiği yerde El Sordo'nun kampı görünmeye başlamıştı. Yuvarlak, ters dönmüş kurnaları andıran kayalar vardı kampın olduğu yerde. Bütün bu kireç kayalarının içleri mağaralarla dolu olmalı diye düşündü. Önlerinde iki mağara vardı. Kayalar arasındaki bodur çamlar mağaraları gözlerden saklıyordu. Burası Pablo'nun yerinden daha iyiydi. Pilar, - Ailen nasıl vuruldu Joaquin, diye sordu. - Hiç kadın, dedi Joaquin. “Valladolid'deki öteki olaylardan değişik bir yanı yok. Faşistler kasabada temizliğe başladıkları zaman babamı vurdular. Sosyalistlere oy vermişti. Yaşamı boyunca ilk kez oy vermişti. Annemden sonra kız kardeşlerimden birinin kocasını vurdular. Tramvay sürücüleri sendikasına üyeydi. Çünkü sendikaya üye olmadan tramvay süremezdi. Politikayla hiç mi hiç ilgisi yoktu. İyi bir yoldaş olduğunu bile sanmıyorum. Sonra öteki kız kardeşimi vurdular. Onun da kocası tramvaylarda çalışıyordu, benim gibi, dağlara çıkmıştı. Kocasının nerede olduğunu biliyor sandılar. Oysa bilmiyordu. Kocasının yerini söylemediği için onu da öldürdüler.” - Ne barbarlık, dedi Pilar. “El Sordo nerede? Onu göremiyorum.” - Burada, dedi Joaquin. “İçerdedir belki. Silahın arkasını yere dayadı, sonra, - Pilar dinle, dedi. “Sen de Maria. Ailemin öyküsüyle keyfinizi kaçırdığım için beni bağışlayın. Bunlar herkesin başında. Bunları konuşmamanın daha iyi olacağını biliyorum.” Pilar, - Ama anlatmalısın, çünkü birbirimize yardım etmek için doğduk, dedi. “Yalnızca dinleyip hiçbir şey söylemesek bile bu bir yardımdır.” - Fakat Maria'yı üzebilir. Onun yeterince derdi var. Maria, - Benim dert küpüm o kadar büyük ki sen de içine düşsen dolduramazsın. Üzüldüm Joaquin. Kız kardeşin iyi mi şimdi? - Şimdilik fena değil. Onu tutukladılar ama çok işkence etmiyorlar gördüğüm kadarıyla.

87


Robert Jordan, - Ailende daha başkaları var mı? diye sordu. - Yok, dedi genç. “Ben varım, başka kimse yok. Dağlara çıkan eniştem vardı, sanırım o da öldü.” - Belki yaşıyordur, dedi Maria. “Belki de başka dağlarda bir çeteye katılmıştır o da.” - Bence öldü, dedi Joaquin. “Hiçbir zaman çok becerikli değildi. O da bir tramvay sürücüsüydü, dağlar için pek hazırlıklı sayılmazdı. Bir yıl bile dayanabildiğini sanmıyorum. Ayrıca da ciğerleri pek sağlıklı değildi.” Maria kolunu onun omzuna doladı. - Fakat yine de iyi olabilir, dedi. - Elbette. Niye olmasın? dedi Joaquin. Delikanlıya doğru uzandı Maria, boynuna sarılıp onu öptü. Joaquin başını çevirdi, çünkü ağlıyordu. - Kardeşçe bir şey bu. Seni kardeşimmişsin gibi öpüyorum. Delikanlı başını salladı. Sessizce ağlamaktaydı. - Ben senin kız kardeşinim, dedi Maria. “Seni seviyorum. Şimdi bir ailen var, çünkü hepimiz bir aileyiz.” - İngiliz bizden, diye gürledi Pilar. “Değil mi İngiliz?” - Evet dedi Robert Jordan. “Hepimiz kardeşiz.” Delikanlı başını salladı. - Konuştuğum için utanıyorum, dedi Joaquin. Bunları konuşmak, bugünleri herkes için daha da zorlaştırıyor. Sizleri üzdüğüm için özür dilerim.” - Başlarım şimdi senin özründen...” diye başladı Pilar, derinden gelen sesiyle. “Maria seni bir daha öperse ben de öpmeye başlayacağım. Bir boğa güreşçisini öpmeyeli yıllar oldu. Senin gibi başarısız olsa da. Komünist olan başarısız bir boğa güreşçisini öpmek isterim doğrusu. Delikanlı, - Şaka etme zorunluluğu yok, dedi. “İyiyim, yalnızca konuştuğum için üzgünüm.” - Peki, haydi öyleyse gidip ihtiyarı görelim, dedi Pilar. “Böyle duygusallıklarla kendimi yoruyorum.” Joaquin ona baktı. Gözlerinden birdenbire incinmiş olduğu okunuyordu. - Senin duygusallığınla değil, dedi Pilar, “Benimkiyle. Bir boğa güreşçisi olarak ne kırılgan şeysin!” - Başarısızdım, dedi Joaquin, “Üstünde durman gerekmez.” - Fakat yine de saçını domuz kuyruğu gibi uzatıyorsun. - Evet. Neden uzatmayayım? Dövüşenler iyi para kazanıyorlar. Birçok kişi iş bulabiliyor. Ayrıca yönetim denetleyecek. Belki de bu kez korkmam. - Doğru, belki de korkmazsın, diye karşılık verdi Pilar. Maria, - Niçin böyle acımasızca konuşuyorsun Pilar? diye sordu. “Seni çok severim ama sanki acıman yokmuş gibi davranıyorsun?” - Belki de acımasız biriyim, dedi Pilar. “Dinle İngiliz, El Sordo'ya ne diyeceğini biliyor musun?” - Evet. - Çünkü o bana benzemez. Çok az konuşur; sonra sen ve bu duygusal menajerin...” Maria sözünü kesti:

88


- Neden böyle konuşuyorsun. Pilar ileriye doğru yürürken, - Bilmiyorum, dedi. “Sen neden olduğunu düşünüyorsun?” - Bilmiyorum, dedi Maria. Pilar öfkeyle, - Bazen birçok şey beni yorar, dedi. “Anlıyor musun? Nedenlerden biri de kırk beş yaşında olmak. Beni duyuyor musun? Çirkin bir suratla kırk beş yaşında olmak. Aa, işte orada. Hola Santiago!” Pilar'ın selam verdiği adam kısa boylu, tıknaz, esmer yüzlü, geniş çeneli bir adamdı. Saçları kırlaşmıştı. İri, sarı-kahve gözleri, Kızılderililerinki gibi ince, kemerli bir burnu vardı. Ağzı büyük, dudakları ince, üst dudağı uzundu. Tıraşlıydı. Mağaradan onlara doğru yürüdü. Sığır çobanı pantolonuyla çizmeleri, eğri bacaklarıyla tam bir uyum sağlıyordu. Sıcak bir gündü, yine de koyun derisinden yapılmış, yün astarlı, boynuna kadar düğmelenmiş kısa bir ceket giymişti. Kocaman, kahverengi elini Pilar'a uzattı. - Hola Pilar, dedi. Robert Jordan'ı da “Hola” diye selamladı, elini sıktı ve yüzüne dikkatle baktı. Robert Jordan adamın gözlerinin bir kedininki gibi sarı, bir kaplanınki kadar çekik olduğunu düşündü. Adam Maria'ya “Guapa” deyip omzunu okşadı. Pilar'a, - Yemek yediniz mi? diye sordu. Pilar başını salladı. El Sordo, - Yiyin, dedi, Robert Jordan'a döndü, “İçki,” diye sordu. - Evet, teşekkürler. El Sordo, - Güzel, dedi, “Viski?” - Viskiniz var mı? El Sordo başını salladı, - İngiliz? diye sordu, “Ruso değil?” - Amerikalı. - Burada çok az Amerikalı var, dedi El Sordo. - Şimdilerde daha çok var. - Fena değil. Kuzey mi Güney mi? - Kuzey. İngiliz’le aynı aynı. Köprü ne zaman uçuyor?” - Köprü hakkında bilgin var mı? El Sordo başını salladı. - Yarın değil, öbür günün sabahı. - Güzel, dedi El Sordo. “Pablo?” diye Pilar'a sordu. Pilar başını salladı. El Sordo sırıttı. Kıza döndü, - Sen git, dedi ve yine güldü. Ceketinin cebinden kocaman, sırım kordonlu bir saat çıkarıp baktı, “Yarım saat sonra gel” diye ekledi. Pilar'la Robert Jordan'a, yontulup yassılatılmış bir kütük üstüne oturmalarını söyledi. Joaquin'e baş parmağıyla gelmiş oldukları yolağı gösterdi. Maria, - Joaquin'le aşağı yürüyüp döneriz, dedi. El Sordo mağaraya girdi, bir şişe viski ve üç bardakla döndü. Şişe bir kolunun altındaydı, bardakları elinin üç parmağına geçirmişti, öteki elinde de su dolu toprak bir tepsi vardı. Robert Jordan'a, - Buz yok, dedi ve şişeyi uzattı. Pilar eliyle bardağını kapattı, - Ben istemem, dedi.

89


El Sordo, - Gece yerde buz vardı ama eridi, diyerek gülümsedi. Eliyle karlı dağları gösterdi. - Buz orada. Çok uzak, dedi. Robert Jordan el Sordo'nun bardağını doldurmaya başladı fakat sağır adam başını sallayarak Robert Jordan'la kendi bardağını doldurması için işaret etti. El Sordo Pilar'a, - Şarap ister misin? diye sordu. - Hayır, su içerim. - Al öyleyse. Robert Jordan'a döndü, “Yararı yok” deyip gülümsedi. - Çok İngiliz tanırım. Hepsi de viskiyi çok sever, dedi. - Nerede tanıdın? - Çiftlikte. Patronun arkadaşları vardı. - Viskiyi nereden buluyorsun? El Sordo duymamıştı. - Bağırman gerek, dedi Pilar. “Öteki kulağına.” El Sordo da daha iyi işiten kulağını gösterip gülümsedi. Robert Jordan bağırarak sordu bu sefer. - Viskiyi nereden buluyorsun? - Yapıyorum, dedi El Sordo, Robert Jordan'ın omzuna vurdu. “Şaka. La Granja'dan. Bir İngiliz dinamitçinin geldiğini dün akşam duydum. Güzel... Sevindim. Daha viski al. Senin için getirdim. Beğendin mi?” - Çok, dedi Robert Jordan. “Çok iyi viski.” El Sordo, - Sevindim, dedi sırıtarak. “Bu gece çok haber var.” - Ne gibi haberler? - Birlikler gelmiş. - Nereye? - Segovla'ya. Uçakları gördün. - Evet. - Kötü ha? - Kötü. - Birlikler. - Çoğu Villacastin ile Segovia arasında, Valladolid yolunda. Daha çok Villacastin ile San Rafael arasında. Çok, çok fazla.” - Ne düşünüyorsun? - Bir şeyler hazırlıyor muyuz? - Belki! - Onlar bilirler. Hazırlığı da öyleyse. - Olabilir? - Niye köprü bu gece uçurulmuyor peki? - Emir öyle. - Kimin emri? - General Staff. - Ha, demek öyle. Pilar, - Köprüyü uçurma zamanı o kadar önemli mi? diye sordu. - Çok önemli. - Fakat eğer birlikler gidip geliyorsa? - Köprüdeki gidip geliş için bir rapor yazıp Anselmo'yla gönderirim. Yolu gözetliyor şimdi. El Sordo, - Yolda adam mı var? diye sordu.

90


Robert Jordan El Sordo'nun konuşulanlarının ne kadarını duyduğunu bilmiyordu. Sağır bir adam söz konusu olunca hiçbir zaman emin olamazsınız. - Evet, dedi. - Benim de adamlarım var. Niye köprüyü şimdi uçurmuyoruz? - Bana öyle emir verildi. - Bundan hoşlanmadım, dedi El Sordo. “Bu hoşuma gitmiyor.” - Benim de, dedi Robert Jordan. El Sordo başını salladı, bir yudum daha viski içti. - Benden istediğin ne, diye sordu. - Kaç adamın var, - Sekiz. - Telefon kesilecek, sonra yol onarımcılarının bekçi kulübesine saldırılacak, ele geçirilecek ve son olarak da köprü uçurulacak. - O kolay. - Her şey yazılacak. - Merak etme. Ya Pablo? - Aşağıdaki telefon kesilecek, bıçkı değirmenine saldırılacak, sonra köprüye geçilecek. Pilar, - Sonra nasıl çekileceğiz? diye sordu. “Biz yedi erkek ve iki kadınız ve beş atımız var. Siz ne durumdasınız?” Sordo'nun kulağına bağırarak konuşuyordu. - Sekiz adam, dört at. Atlar az, dedi. - On yedi kişi, dokuz at, dedi Pilar. “Taşınacak eşyayı hesaba katmadık.” El Sordo bir şey demedi. Robert Jordan, Sordo'nun iyi olan kulağına bağırdı. - Daha fazla at bulmanın bir yolu yok mu? Sordo, - Savaş sırasında, dedi, dört parmağını gösterdi, “Dört atımız var, yarına kadar sekiz at daha istiyorsun.” - Evet, dedi Robert Jordan, “Buradan ayrılacağınıza göre, bu çevrede önceki kadar dikkatli olmanıza gerek yok. Sekiz at çalamaz mısınız?” Sordo, - Belki hiç; belki sekizden çok, dedi. Robert Jordan - Peki otomatik silahınız var mı? diye sordu. Sordo, “Evet” dedi. - Nerede? - Yukarıda, tepede. - Ne tip? - Tipini bilmiyorum. Falya tabanlı. - Kaç yuvarlak? - 5 falya.” - Nasıl kullanılacağını bilen var mı? - Biraz ben biliyorum. Çok ateş etmedim. Burada ses duyulsun istemedim. Fişek tüketmek de istemedim.” - Daha sonra silaha bakarım, dedi Robert Jordan. “El bombanız var mı?” - Var, çok. - Kaç tane?

91


- Yüz elli kadar. Belki daha da çok. - Adamlar ne durumda? - Ne için? - Nöbetçi kulübelerini almak ve ben köprüyü uçururken beni korumak için. Elimizdeki adamların iki katı gerekli. - Nöbetçi kulübeleri için kaygılanma sen. Robert Jordan, - Emin olmak için yirmi adam daha bulunmalı. - İyi adam yok. Bağımsızlardan ister misin? - Hayır. Kaç tane iyi adam var. - Belki dört. - Neden bu kadar az? - Güvenmiyorum. - Ya at bakıcıları? - Onlar daha da güvenilir olmalı. - On tane iyi adam daha gerekli. Bulunabilirse. - Dört. - Anselmo bu dağlarda yüzden çok adam olduğunu söylemişti. - İşe yaramazlar. Robert Jordan, Pilar'a, - Sen otuz adam demiştin. Güvenilir otuz adam bulunur demiştin? Pilar, Sordo'ya sordu bağırarak, - Elias'ın adamlarını kullanamaz mıyız? - İyi değiller, dedi Sordo. - On adam bulamaz mısın? diye sordu Robert Jordan. Sordo ona çekik, sarı gözleriyle baktı, başını salladı. Elinin dört parmağını göstererek, -Dört, dedi tekrar. Robert Jordan, - Seninkiler iyi mi? diye sordu, sorar sormaz da pişman oldu. Sordo başını salladı yine, - Tehlikeyle karşılaşınca kötü olacaklar, ha? dedi. - Olabilir. Sordo böbürlenmeden, yalınlıkla, - Bence hepsi bir, dedi. “Çok sayıda kötü adamın olacağına dört iyi adamın olsun. İyi adam bulmak gün geçtikçe zorlaşıyor. Pablo, Pilar'a baktı. - Bildiğin gibi, dedi Pilar, “Her gün biraz daha kötüye gidiyor.” Sordo omuzlarını silkti. - Bir içki daha al, dedi Robert Jordan'a. “Kendi adamlarımdan başka dört kişi daha getirebilirim. Hepsi eder on iki. Bu gece her şeyi konuşuruz. Altmış tane dinamit çubuğum var. İster misin?” - Yüzde kaçlık? - Orasını bilmiyorum. Bildiğin dinamit işte. Onları getiririm. - Küçük köprüyü onlarla uçururuz, dedi Robert Jordan. “Getirirsen iyi olur. Bu gece aşağı gelecek misin? Dinamitleri de getir. Küçük köprü için emir almadım ama onun da uçurulması gerek.” - Bu gece gelirim. Sonra da at aramaya çıkarım. - At için ne kadar şansımız var? - Bilmiyorum. Şimdi yemek yiyelim. Robert Jordan herkesle böyle mi konuşuyor acaba diye düşündü. Yoksa acaba yabancıların anlaması için mi böyle konuşması gerektiğine inanıyor. Pilar,

92


Sordo'nun kulağına, - Bu iş bitince nereye gideceğiz? diye bağırdı. Omuzlarını silkti. - Bütün bunları düşünmeliyiz, dedi kadın. - Evet tabi, dedi Sordo, “Neden düşünmeyelim?” Pilar, - Durum oldukça kötü, dedi. “Her şey çok iyi planlanmalı.” Sordo, - Evet, kadın, dedi, sonra, “Niçin bu kadar kaygılanıyorsun?” diye sordu. - Sebep çok, diye bağırdı Pilar. Sordo ona sırıttı, - Pablo'yla mı gideceksin? diye sordu. O bozuk İspanyolca'yı demek ki yalnız yabancılar için kullanıyor, diye düşündü Robert Jordan. Onun doğru düzgün konuştuğunu duyduğuna sevindi. Pilar, - Sence nereye gitmeliyiz? diye sordu. - Nereye mi? - Evet, nereye? - Gidecek çok yer var, dedi Sordo. “Pek çok yer. Gredos'u bilir misin?” - Orada çok kişi var. Fırsat bulur bulmaz buraları temizleyecekler. - Evet ama çok geniş ve yabancı bir yer. Pilar, - Oraya gitmek çok zor, dedi. - Her şey çok zordur, dedi El Sordo. “Gredos'a da gidebiliriz, başka bir yere de. Geceleri yol almalıyız. Buralar bugünlerde çok tehlikeli. Burada bu denli uzun kalabilmemiz mucizevi bir şey. Gredos buraya göre daha güvenli.” Pilar, - Ben nereye gitmek isterdim biliyor musun? diye sordu. - Nereye? Paramera'ya mı? Orası iyi değil. - Hayır, dedi Pilar. “Sierra de Paramera değil. Ben Cumhuriyet'e gitmek isterdim. ” - Neden olmasın? - Adamların giderler mi? - Evet, ben söylersem giderler. Pilar, - Benimkiler gider mi bilmiyorum. Pablo orada daha güvenlikte olurdu ama yine de gitmek istemez. Rütbe vermezlerse er olmak için çok yaşlı. Çingene de gitmek istemeyecektir. Ötekileri bilmiyorum. El Sordo, - Burada her şey kısa süreli olduğu için tehlikeleri göremiyorlar, dedi. Robert Jordan, - Bugün uçaklar geçti ya, bundan sonra tehlikeyi daha iyi görebilirler. Fakat ben Gredos'ta çok yararlı olabileceğinize inanıyorum, dedi. - Ne? diye sordu El Sordo gözleri iyice kısılmış olarak. Sorusunda dostluktan iz yoktu. Robert Jordan, - Orada çok kolay saldırılar düzenleyebilirsiniz? dedi. - Öyleyse sen Gredos'u biliyorsun? diye sordu. - Evet. Oradan ana demiryoluna saldırılar düzenleyebilirsiniz. Bizim güneyde, Estremadura'da yaptığımız gibi yolu kesebilirsiniz. Orada eylem yapmak Cumhuriyet'e dönmekten daha iyi. Orada daha faydalı olabilirsiniz. Robert Jordan konuştukça her ikisinin de yüzü asılmıştı. Sordo ile Pilar'a bir

93


birlerine baktı. - Gredos'u biliyor musun? diye sordu Sordo. “Gerçekten mi?” - Elbette, dedi Robert Jordan. - Sen nereye giderdin? - Barco de Avila'nın üstüne. Oralar buradan daha iyi. Önce anayola saldırılır, sonra da Bejar'la Plasencia arasındaki demiryoluna. Sordo, - Çok zor, dedi. Robert Jordan, - Biz Estremadura'da çok daha zor şartlarda demiryollarına baskınlar düzenledik, dedi. - Biz dediğiniz kim? - Estremadura'daki gerillalar. - Çok kişi var mıydı? - Kırk kişi kadardık. - Sinirleri zayıf olan o adı değişik yabancı da orada mıydı? diye sordu Pilar. - Evet. - Şimdi nerede? - Sana söylemiştim ya, o öldü. - Sen de mi oradan geldin? - Evet. Pilar, - Öyleyse ne demek istediğimi anlıyorsun, dedi. Robert Jordan yanlış yaptım diye düşündü. Kural, kendi yaptıklarımdan ve yapabileceklerimizden söz etmemek olmasına rağmen bu insanlara, onlardan daha iyisini yapabileceğimizi söyledim. Onları pohpohlamam gerekirken ne yapmaları gerektiğini söyledim. Şimdi benden korkuyorlar. Ya üstesinden gelirler, ya da gelemezler. Gredos'ta buradakinden daha yararlı olacakları kesin. Belki do Gredos'a gitmekten utanıyorlardı. Evet olabilir. Belki ben de buradan atılacağım. Görünüşte durum pek parlak değil gibi. Pilar, - Dinle İngiliz, dedi, “Senin sinirlerin nasıl?” Robert Jordan. - İyi, dedi, “İyi!” - Çünkü, bizimle çalışması için gönderilen öteki dinamitçi iyi bir teknisyendi ama çok sinirliydi. Robert Jordan, - Evet, aramızda sinirli olanlar vardır, dedi. - Korkak olduğunu söylemek istemiyorum. Çok iyiydi doğrusu. Fakat çok az konuşurdu ve çok sinirliydi. Sesini yükseltti. “Öyle değil mi Santiago? Tren için gelen dinamitçi. Biraz değişikti.” Sağır adam, gözlerini Robert Jordan'a çevirdi ve önceki savaşçıyı sordu. Robert Jordan adamın kulağına eğildi, - Öldü, dedi. Adam, “Nasıl oldu?” diye tekrar sordu. Robert Jordan, - Onu ben vurdum, dedi. “Yola çıkamayacak denli kötü yaralanmıştı.” Pilar,

94


- Hep böyle bir şeyin gerekliliğinden söz ediyordu. Bu onda bir saplantıydı. - Evet, dedi Robert Jordan, “Hep bunun gerekliliğinden söz ederdi.” Sağır adam, - Bir tren miydi yine? - Bir tren dönüşüydü, dedi Robert Jordan. “Tren başarıyla sonuçlanmıştı. Dönüşte bir faşist devriye koluyla karşılaştık. Kaçarken sırtından vuruldu. Kürek kemiğinden. Epey uzun bir yol yürüdü. Fakat o yarayla daha çok yürümesi imkansızdı. Orada kalmak da istemedi. Ben de onu vurdum.” - Daha az kötü, dedi El Sordo. Pilar Robert Jordan'a, - Sinirlerinin sağlam olduğundan emin misin? - Evet, dedi Robert Jordan, “Sinirlerimin sağlam olduğundan eminim ve bu köprü işi bitince Gredos'a gitmenizin çok iyi olacağını düşünüyorum.” Robert Jordan bunu söyler söylemez, kadın ağzına gelen bütün sövgüleri sıralamaya başladı. Sağır adam Robort Jordan'a başını sallayarak zevkle sırıttı. Pilar ağzına, diline gelen sövgüleri sıralarken adam başını sallayıp durdu, Robert Jordan'sa her şeyin yeniden yoluna girdiğini anladı. Sonunda kadın sövmeyi bıraktı, su testisine uzandı, testiyi kaldırıp bir iki yudum su içti, sonra sakin bir sesle, - Şimdi köprüden sonra ne yapacağımız konusunda çeneni kapat tamam mı İngiliz? Sen geri Cumhuriyet'e dön, parçanı da yanında götür, bizleri de ölmemiz için bu dağlarda bırak. El Sordo, - Hayatımız için, sakin ol Pilar, dedi. - Hayatımız ve ölmemiz, dedi Pilar. “Sonumuzu çok iyi görebiliyorum. Seni severim İngiliz, fakat köprü işinden sonra ne yapacağımıza gelince, sen çeneni tut.” - Sizin bileceğiniz iş, dedi Robert Jordan, “Ben karışmam.” - Ama karıştın. Şu kafası kırılası küçük o.. da al, Cumhuriyet'e git. Onlar konuşurken Maria dönmüş, Pilar'ın bağıra çağıra Robert Jordan'a son söylediklerini duymuştu. Robert Jordan'a başını ve parmağını salladı uyarırcasına. Pilar, Robert Jordan'ın kıza baktığını ve gülümsediğini gördü, başını çevirdi ve, - Evet, o.. dedim ve bilerek, kasıtla söyledim, dedi. “Valencia'ya da gidersiniz. Biz de Gredos'ta keçi eti yeriz.” Maria, - İstersen bana öyle diyebilirsin. Öyle diyorsan, öyleyim; ama lütfen sakin ol. Ne geçti aranızda? Pilar, - Hiç, deyip sıraya oturdu. Sesi sakinleşti, o öfkeli hali yok oldu. “Sana öyle demem, ama Cumhuriyet'e gitmeyi çok istiyorum” dedi. Maria, - Hepimiz gidelim, diye önerdi. Robert Jordan, - Niye olmasın? Gredos'u sevmediğinize göre, dedi. Sordo ona güldü tekrar. Pilar'ın öfkesi tamamen geçmişti. - Bakarız, dedi. “Bana şu az bulunur içkiden bir bardak ver. Öfkeden boğazımı yırttım. Bakarız, neler olacak bakalım.” El Sordo, - Anlıyor musun yoldaş, zor olan sabahlardır, dedi. Robert Jordan'ın gözlerinin

95


içine bakıyor, açıklama yapıyormuş gibi konuşuyordu. Kendine güvenli, eski bir çeteci olarak üstünlük taslamadan. “Anlıyorum” diye ekledi, “Nöbetçi kulübelerini denetime almamız ve sen işini görürken köprüde bulunmamız gere­ kiyor. Bunu çok iyi anladım. Bunlar sabahleyin veya gün doğmadan az önce yapılacak öyle mi?” - Evet, dedi Robert Jordan, sonra yüzüne bakmadan Maria'ya, - Biraz gider misin? dedi. Kız onları duymayacağı kadar uzaklaştı, elleriyle ayak bileklerini tutup yere oturdu. Sordo, - Anlıyorsun, dedi, “Bunda bir sorun yok. Mesele gün ışığında buralardan gitmek.” - Evet, dedi Robert Jordan, “Bunu düşündüm. Benim için de gün ışığında kaçmak zor.” - Fakat sen tek kişisin, biz kalabalığız, dedi El Sordo. Pilar, - Kamplara dönüp yola geceleyin çıkabiliriz dedi; bardağı dudaklarına götürdü, sonra indirdi. - Bu çok tehlikeli olabilir, dedi El Sordo. “Belki daha da tehlikeli.” - Nasıl olabileceğini anlıyorum, dedi Robert Jordan. - Köprü işini gece yapmak daha kolay olurdu, dedi El Sordo. “Ama sen gün ışığında yapılacak diyorsan, sonrası çok tehlikeli.” - Evet, biliyorum. - Peki bu iş gece olamaz mı? - Gece olursa vurulurum. - Gündüz olursa belki hepimiz vuruluruz. - Köprü uçurulduktan sonra ben o kadar önemli değilim, ama sizi anlıyorum. Gündüzün kaçamazsınız, dedi Robert Jordan. - Kesinlikle gündüzün kaçmayı düşüneceğiz, dedi El Sordo. “Ama sana birinin neler düşündüğünü, ötekinin de neden sinirli olduğunu açıklamaya çalışıyorum. Sen Gredos'a gitmekten sanki bir askeri manevraymış gibi söz ediyorsun. Oysa Gredos'a gitmek mucizevi bir iştir.” Robert Jordan hiçbir karşılık vermedi. Sağır adam, - Bak beni dinle, dedi. “Ben çok konuşuyorum ama birbirimizi anlamanın başka yolu yok. Burada bulunuşumuz da çok önemli. Elbette çok dikkatliyiz, bu tepelerde bir olay çıkarmamaya çalışıyoruz.” - Bunu biliyorum. - Fakat şimdi bu eylemden sonra gitmek zorundayız. Nasıl ve nereye gideceğimizi de çok iyi düşünmek mecburiyetindeyiz. - Elbette. El Sordo, - Peki haydi şimdi yemek yiyelim, dedi, “Çok konuştum.” - Senin bu kadar konuştuğunu hiç duymamıştım, dedi Pilar. Bardağı kaldırdı, “Nedeni bu mu?” diye sordu. El Sordo başını salladı, - Hayır, dedi, “Viski değil. Şimdiye kadar bu kadar konuşacak sözüm olmadığından.” Robert Jordan, - Yardımlarınızı ve bağlılığınızı takdir ediyorum, dedi. “Köprünün uçurulması için kararlaştırılan zamanın neden olacağı zorlukları anlıyorum.” El Sordo,

96


- Bunun sözünü etme. Yapabileceklerimizi yapmak için buradayız, dedi. “Fakat bu karışık bir iş.” Robert Jordan gülümsedi, - Kâğıt üstünde çok kolay, dedi. “Kağıt üstünde saldırı başlar başlamaz köprü uçar, yoldan kimse gelmesin diye. Çok basit.” - O zaman bıraksınlar da işleri kağıt üstünde görelim, dedi. El Sordo. “Kağıt üstünde düşünüp kağıt üstünde eyleme geçelim.” Robert Jordan bir atasözünü hatırlayıp söyledi: - Kağıt kanaması çok azdır. Pilar, - Fakat çok yararlı, dedi. “Benim yapmak istediğim şey, bu amaç için senin vereceğin emirleri uygulamak.” - Benim de, dedi Robert Jordan. “Ama bir savaşı böyle kazanamazsınız.” Kadın, - Hayır, diye onu onayladı, “Sanırım haklısın. Fakat ne isterdim biliyor musunuz?” El Sordo, - Cumhuriyet'e gitmek, dedi. Pilar konuşurken daha iyi duyan kulağını ona doğru yaklaştırıyordu. “Bunu kazanalım, o zaman her yer Cumhuriyet olacak.” - Pekâlâ, dedi Pilar. “Fakat şimdi artık yemek zamanı.” 11. Bölüm El Sordo yemekten sonra konuklarını uğurladı. Gözetleme yerine kadar onlarla birlikte yürüdü. - Salud, dedi sonra, “Akşama görüşürüz.” Robert Jordan, - Salud yoldaş, dedi. Üçü birlikte aşağı doğru inmeye başladılar; sağır adam gözetleme noktasında durup arkalarından bir süre baktı. Maria bir ara dönüp ona el salladı. El Sordo da bütün İspanyolların yaptığı gibi kolunu kaldırıp selam verenle hiç ilgisi yokmuşçasına, havada bir şeyi eliyle itiyormuş gibi el salladı. Ayrılırlarken Pilar, - Peki Santiago? diye sormuştu. Sağır adam, - Hiçbir şey yok kadın, demişti. “Bir şey yok, ama düşünüyorum.” - Ben de, demişti Pilar. Çıkışın aksine çamların arasından aşağı doğru yürüyüş daha kolaydı. Pilar hiçbir şey söylemiyordu. Ne Robert Jordan, ne de Maria konuşuyordu. Mayıs sonlarıydı ve sıcak bir öğleden sonraydı. Bu son yokuşun ortalarında kadın durdu. Robert Jordan da durup geriye bakınca, Pilar'in alnından boncuk boncuk ter döküldüğünü gördü. Yanmış yüzünün rengi solmuş, gözlerinin altında mor halkalar oluşmuştu. - Biraz dinlenelim. Çok hızlı gidiyoruz, dedi. - Hayır, diye karşı çıktı Pilar. “Gidelim.” - Kes sesini, dedi Pilar. “Kimse senden öğüt istemedi.” Yokuş yukarı çıkmayı sürdürdü fakat soluk soluğaydı, yüzü ter içindeydi, rengi iyice atmıştı. Maria, - Pilar, otur. Lütfen otur, dedi.

97


- Peki. Sonunda bir çam ağacının altına oturdular, karşıdaki dağ yamacında bulunan otlağa baktılar. Tepeler, doruklarında öğleden sonra güneşi altında parlayan karlarla sanki yerden fırlamış gibiydiler. Pilar, - Kar ne kadar kötü bir şey, yine de güzel görünüyor, dedi. “Kar, aldatıcı bir şey.” Maria'ya döndü. “Sana kaba davrandığım için çok üzgünüm” dedi. “Bugün bana ne oldu bilmiyorum. Sinirlerim bozuk.” Maria, - Öfkeli olduğun zaman söylediklerine aldırmıyorum, dedi. “Sık sık öfkeleniyorsun.” - Hayır, öfkeden beter bir şey bu, dedi Pilar karşı dağlara bakarak. - İyi değilsin, dedi Maria. Kadın, - O da değil, dedi. “Buraya gel, başını kucağıma koy.” Maria ona yaklaştı, kollarını yastıksız yatmaya hazırlanan biri gibi uzatıp Pilar'ın kucağına koydu, başını da kollarının üstüne yerleştirdi. Yüzünü Pilar'a kaldırıp gülümsedi fakat iriyarı kadın onu görmedi bile. Karşı dağlardaki karlara bakıyordu. Kıza bakmadan yavaşçacık başına vuruyor, parmağını kızın alnında, kulaklarının çevresinde ve saçlarının başladığı çizgide dolaştırıyordu. - Az sonra onu sana bırakacağım İngiliz, dedi. Robert Jordan arkasında oturmaktaydı. Maria, - Böyle konuşma, dedi. Pilar, ikisine de bakmadan, - Evet, seni ona bırakacağım, dedi. “Ben seni hiç istemedim, ama şimdi çok kıskanıyorum.” Maria tekrar, - Pilar, böyle konuşma, dedi. Pilar, parmağını kızın kulağının çukurlarında dolaştırdı, - Seni alabilir, dedi. “Ama kıskanıyorum.” - Fakat Pilar, dedi kız, “Aramızda böyle bir şey olmadığını sen bana anlatmıştın.” - Her zaman böyle bir şey vardır. Olmaması gereken bir şey her zaman vardır. Fakat bende böyle bir istek yok. Gerçekten yok. Ben yalnızca senin mutluluğunu istiyorum” dedi Pilar. Maria hiçbir şey demeden, başı onun kucağında yattı. - Dinle guapa, dedi Pilar, parmağını kızın yanaklarında dolaştırdı. “Dinle. Seni seviyorum ve o seni alabilir; ben de erkekler için yaratılmışım. Gerçek bu. Fakat gün ışığında bunu söylemek hoşuma gidiyor, seni çok düşünüyorum.” - Ben de seni seviyorum. - Saçmalama. Benim neden söz ettiğimi sen bilmiyorsun. - Biliyorum. - Bilmiyorsun. Sen İngiliz’e göresin. Bu görülüyor, öyle de olmalı. Benim elde ettiğim bu. Başka bir şey istemiyorum. Ben sana gerçek olan bir şeyi söylüyorum yalnızca. Çok az kimse gerçekleri konuşur seninle. Hele bir kadın, hiç mi hiç. Kıskanıyorum. Bunu söylüyorum çünkü gerçek bu, orada öylece duruyor.” - Söyleme Pilar, diye yalvardı Maria. Kadın yine ikisine de bakmadan, - Neden söylemeyeyim? dedi. “Bunu söylemek hoşuma gittiği sürece söyleyeceğim. Hoşuma gitmediği zaman söylemem. Sonra gözlerini kıza çevirdi,

98


“O zaman geldi bile; bundan böyle söylemeyeceğim, anlıyor musun?” Maria yine, - Pilar, böyle konuşma, dedi. - Bugün kendim gibi değilim, dedi Pilar. “Kendime çok az benziyorum bugün. Senin köprü bana dert oldu İngiliz.” - Biz buna dert köprüsü deriz, dedi Robert Jordan. “Fakat o köprüyü, altındaki uçuruma kırık bir kafes gibi indireceğim.” - Çok güzel, dedi Pilar. “Hep böyle konuş.” - Kabuğu soyulmuş bir muzu nasıl parçalarsan o köprüyü de öyle parçalayacağım. - Devem et İngiliz. Böyle büyük büyük konuşmaya devam et, dedi Pilar. - Gerek yok, dedi Robert Jordan, “Kampa gidelim.” Pilar, - Görevini yakında yerine getirmiş olacaksın, dedi.. “O gün çabuk gelecek. İkinizi yalnız bırakacağımı söylemiştim.” - Hayır. Yapmam gereken çok işim var. - Bu da yapman gereken bir iş. Ayrıca da çok zaman almaz. Maria, - Çeneni kapat Pilar, dedi. “Çirkin konuşuyorsun.” - Ben kaba insanım, dedi Pilar. “Bir yandan da yufka yürekliyim. İkinizi baş başa bırakıyorum. Kıskançlık filan da çok aptalcaydı. Joaquin'e çok kızmıştım, çünkü bakışlarından ne kadar çirkin olduğumu anladım. Sen on dokuz yaşında olduğun için kıskanıyorum. Bu son bulan bir kıskançlık değil. Hep on dokuz yaşında olamazsın. Şimdi gidiyorum. Pilar, ayağa kalktı, ayakta durmakta olan Robert Jordan'a baktı. Maria ağacın altında, yerde, başı önüne eğik olarak oturmaktaydı. Robert Jordan, - Haydi birlikte kampa dönelim. Böylesi daha iyi. Ayrıca da yapacak çok iş var, dedi. Pilar, başı eğik yerde oturmakta olan Maria'ya doğru bir şey demeden başını salladı. Omuzlarını görünür bir biçimde silkti, - Yolu biliyorsunuz, dedi. Maria başını kaldırmadan cevap verdi. - Biliyorum. - Gidiyorum, dedi Pilar, “Senin için iyi yiyecekler hazırlarız İngiliz.” Çayırlıkta, çalılar arasından kendi kamplarına doğru akan çay boyunca yürümeye başladı. Robert Jordan, “Bekle. Birlikte gitsek daha iyi olur” diye bağırdı arkasından. Maria bir şey demeden olduğu yerde oturdu. Ancak Pilar dönmedi. - Birlikte dönersiniz; kampta görüşürüz, dedi. 12. Bölüm Pilar gittikten sonra ormanda el ele tutup yürüdüler. Hoş vakit geçirip, birlirlerini mutlu edecek sözler söylediler. Artık dönüş zamanıydı. - Şimdi çok mutluyum, dedi kız. “Gerçekten çok mutluyum.” Sonra, “Şimdi başka bir şey düşünüyorsun değil mi?” diye sordu.

99


- Evet, işimi düşünüyorum. - Keşke atlarımız olsaydı. Bu mutlulukla iyi bir at üstünde olmayı isterdim. İkimiz yan yana yıldırım gibi at koştururduk. Daha hızlı, daha hızlı, hep daha hızlı koşardık, mutluluğum hiç sona ermezdi. Robert Jordan dalgın, - Bu mutluluğu belki bir uçakta da duyarsın, dedi. - Küçük keşif uçakları gibi, güneşte pırıl pırıl parlayarak gökyüzünde dolaşır, dolaşır, dolaşırdık. Güldü. “Mutluluğumdan bunları ayırt edemezdim bile.” Kızın söylediklerinin yarısını duyuyor, yarısını duymuyordu. - Mutluluğunun iyi bir ağız tadı var, dedi. Kızın yanında yürümekteydi ama o anda sanki orada değildi, çünkü aklı hep köprüdeydi. Köprü konusu kafasında, sanki bir fotoğraf makinesi merceği tam yerini bulmuş gibi tertemiz, zor ve kesin çizgileriyle beliriyordu. Anselmo'yla Çingene'yi gözcü kulübelerini gözetlerken gördü. İki otomatik silahın, daha geniş bir alanı ateş altında bulundurabilmek için nereye yerleşeceğini gördü, onların başına kimleri koyacağını düşündü, sonda ben olacağım ama kim başlatacak diye sordu kendi kendine. Dinamitleri yerleştirdi, onları kümeleyip bağladı, başlıklarını indirdi, kıvırdı, tellerini gerdi, kıvırarak çengel yaptı, eski patlayıcı kutusunun yanına gitti. Olabileceklerin hepsini düşündü, bir yanlış yapıp yapmadığını görmek için her şeyi bir daha gözden geçirdi. Kendi kendine bırak bunları diye geçirdi, şimdi kafanın içi dupduru ve yine kaygılanmaya başlıyorsun. Yapman gerekenler ayrı şeyler, kaygı duyman ayrı bir şey. Endişelenme. Endişelenmemelisin. Yapman gerekenleri biliyorsun, olabilecekleri de. Ne için savaştığını bilerek girdin bu işe. Uğrunda savaştığın şey, gerçekte de tıpatıp yapmış olduğun ve kazanmak için, yapmaya zorlanmadığın şeydi. Görevini başarı ile yapabilmek için sevdiği bu insanları, kendisine karşı olumlu ya da olumsuz hiçbir duygusu olmayan bu insanları sanki askeri birliklermiş gibi kullanmak zorunda kalıyordu. Pablo'nun hepsinden daha zeki olduğu besbelliydi. Ne denli tehlikeli olduğunu anında görmüştü. Kadın bu eyleme tüm varlığıyla katılıyordu. Fakat olabilecekleri yavaş yavaş görmeye başlamış, sinirleri bozulmuştu. El Sordo, tehlikeyi anında görmüştü, eyleme katılacaktı ama bundan hoşlanmıyordu; en az Robert Jordan kadar hoşlanmıyordu. Bir sürü karışık düşünce geçti beyninden. Eğer Cumhuriyet bu savaşta yenik düşerse ona inananların İspanya'da yaşamaları artık imkansızdı. Yenik düşer miydi? Evet, faşistlerin ele geçirdikleri yerlerde yaptıklarına bakılırsa, Robert Jordan, Cumhuriyetin yenik düşeceğini şimdiden biliyordu. Pablo domuzun biriydi fakat ötekilerin hepsi iyi insanlardı ve onları bu işin içine sokmak, onlara ihanet etmek anlamına gelmiyor muydu? Belki de ihanetti. Fakat bunu yapmazlarsa bir hafta içinde iki atlı bölüğü gelip onları bu tepelerde keklik gibi vuracaktı. Onları kendi kendilerine bırakmakla, hiçbir kazanç elde edemezdi. Ancak bütün insanlar kendi kendilerine bırakılır, hiçbir işlerine karışılmazsa, o zaman başka. Öyleyse buna mı inanıyordu? Evet, bu doğruydu. Peki, ya planlanmış bir toplum ve ötesi? Bu başkalarının işi. Bu savaş bitince onun yapacak başka işi var. Bu savaşta yer alıyordu, çünkü sevdiği bir ülkede patlak vermişti. Cumhuriyet'e inanıyordu. Cumhuriyetin yıkılması, ona inanan insanlar için katlanılmaz sonuçlar doğururdu. Savaş süresince komünistlerin komutasında çalışmıştı. Burada, İspanya'da en iyi düzeni sağlayanlar, savaşın sonuçlanması için en sağlıklı ve

100


tutarlı kararlar verenler komünistlerdi. Onların programları ve disiplinleri saygı duyduğu tek programdı. Kendi politikası neydi peki? Şimdilerde hiçbir politikası olmadığını düşündü. Şimdiye değin bunu kabul etmemişti. Savaştan sonra ne yapacaksın? Ülkeme dönüp İspanyolca öğretmenliği yapacağım ve kitap yazacağım. Pablo'yla politika hakkında konuşmalıydı. Politik görüşlerinin nasıl geliştiğini öğrenmek ilginç olacaktı. Pablo birçok bakımdan Lerroux'ya benziyordu çünkü. Prieto daha da kötüydü. Pablo da Prieto da, en sonunda savaşın kazanılacağına inanıyorlardı. Hepsinin de politikaları at hırsızı politikasıydı. Bir hükümet biçimi olarak Cumhuriyete inanıyordu ama Cumhuriyet'te başkaldırı başladığı zaman onu şimdiki duruma sokan şu at hırsızlarından kurtulmak zorunda kalacaktı. Önderleri, aynı zamanda düşmanları olan bir başka toplum daha var mıdır acaba? “İnsanların düşmanları” ifadesini kullanmamalıydı. Kullanmaktan kaçınmasını gerektiren tuzak bir tamlamaydı bu. Maria'yla birlikte olduktan sonra vardığı bir sonuçtu bu. İzleyeceği politika konusunda, çok katı, bir Baptist kadar tutucu olmak zorundaydı. Devrimle ve yurtseverlikle ilgili benzer kalıplar gibiydi bu da. Elbette ki doğruydular ama boyuna onları kullanmak da çok kolaya kaçmaktı. Fakat dün akşamdan ve bugün öğleden sonradan beri bu konuyu düşünürken zihni çok daha duru ve açıktı. Tutuculuk tuhaf bir şeydir. Tutucu olmak için kesinlikle haklı olduğunuza inanmanız gerekir. O haklılığı ve kesinliği, ölçülü olmak kadar hiçbir şey sağlayamaz. Ölçülü olma durumu, karşı inanç ve düşüncelerin en büyük düşmanıdır. Bunun konuda uzun uzun düşünse nereye varırdı acaba? Komünistlerin Bohemianizm üstünde öylesine baskı yapmalarının nedeni belki de budur? Bırak bunları şimdi deki kendi kendine, Maria'yı düşün. Maria ise onun davranışlarını anlayamıyordu. Şimdiye kadar onun düşüncelerini etkilememişti. Fakat Robert Jordan ölmemeyi yeğliyordu. Bir kahramana ya da bir azize yaraşır sondan vazgeçebilirdi. Herhangi bir köprüde bir Thermopylae ya da Horatius olmak istemiyordu. Burnunu her şeye sokan şu Felemenk delikanlı gibi davranmaya da heveslenmiyordu. Hayır, o bir süre Maria'yla yaşamak istiyordu. Bunun en sade anlatımı da buydu. Onunla uzun, çok uzun bir süre yaşamak istiyordu. Aslında böyle uzun bir süre olabileceğine inanmıyordu fakat mümkün olduğu kadar uzun süreyi onunla geçirmek istiyordu. Örneğin bir otele gidip Doktor ve Bayan Livingstone diye yer ayırtabilirdi. Niye onunla evlenmesindi? Elbette, diye düşündü. Onunla evlenirim. O zaman Idaho'da, Sun Valley'de Bay ve Bayan Robert Jordan oluruz. Ya da Texas Corpus Cristi'de veya Monta-na Butte'de. İspanyol kızları çok iyi eş olurlar. Hiçbir zaman eşim olmadığı için bunu iyi bilirim. Üniversitedeki işime döndüğüm zaman bir öğretim görevlisinin eşi olur Maria. İspanyolca 4 dersini alan öğrenciler akşamları bize pipo içmeye gelirler. Onlarla Ouevedo, Lope de Vega, Galdos ve başka hayran olunası ölülerden konuşuruz. Maria ise onlara birkaç mavi gömlekli haçlının, gerçek iman uğruna başına oturduklarını, birkaçının kollarını sıkı sıkı tuttuğunu, daha başka mavi gömlekli haçlının da eteklerini yukarı kaldırıp ağzına tıktıklarını anlatır. Montana, Missoula'da Maria'yı severler mi acaba, diye düşündü. Missoula'da yeniden iş bulabilirsem elbette. Sanıyorum orada bir kızıl olarak fişlendiğim için

101


hep kara listede olacağım. Yine de bilinmez, ellerinde hiçbir delil yok. Sonbahardan önce geriye dönüş imkansızdı. İznim bir yıl olmasına rağmen, bir dahaki öğretim yılının başlangıcı olan sonbahara kadar dönmek zorunda değilsin. Daha epey zaman var. Dahası bir günle yarından sonraki gün arasında çok uzun bir zaman var. Üniversiteyi düşünme. Sonbaharda dönsen yeter, diye düşündü. Fakat uzun bir süreden beri hayat çok olağandışı bir yol izlemekte. İspanya senin işin ve mesleğin durumunda şu sıralar. O nedenle İspanya'da bulunman normal ve anlamlı. Yazları mühendislik projelerinde, orman yolları yapımında, parklarda çalıştığın için tozla nasıl başa çıkacağını biliyorsun. Cumhuriyet'e hizmeti bıraktığın zaman nasıl bir iş sana uygun olacak, ya da sen ne yapmak isteyeceksin, bu da kuşkulu. Fakat bence bütün bunlardan yazarak kurtulacaksın. Bir kez olanları kağıda geçirdin mi hepsi bitecek. Yazabilirsen iyi bir kitap olacak. Ötekinden daha iyi bir kitap. Fakat şimdilerde tüm hayatın bugün, bu gece ve yarından oluşuyor. Birçok kez, “umarım” diye düşündün. O nedenle günün tadını çıkarıp şükretmelisin. Eğer köprü işi kötü giderse... Ancak Maria çok iyiydi. Belki şu sıra hayattan alabildiğim bu. Belki de benim hayatım bu. Yetmiş yıl yerine kırk sekiz saatlik, ya da belki altmış, yetmiş, belki yetmiş iki saatlik bir hayat. Bir gün yirmi dört saat olduğuna göre yetmiş iki saat tam üç gün eder. Bence yetmiş iki saatte de insan yetmiş iki yılda yaşayabildiği kadar dolu yaşayabilir. Yetmiş saatin başlangıcına kadar olan yaşamımızın da dolu dolu yaşanmış olması ve sizin de belirli bir yaşa gelmiş olmanız şartıyla tabi. Sonra kendi kendine “saçmalık” olarak değerlendirdi düşündüklerini. Belki de öyle değildi… Yetmiş yıllık bir hayatın, yetmiş saate de sığabileceğine şimdi inanıyor ve bu gerçeği yaşadığım için kendimi talihli sayıyorum, diye düşündü. Ve eğer uzun bir süre için böyle bir şey yoksa, ya da kalan yaşamlarımızda olmayacaksa, şimdiden sonra da olmayacaksa, fakat yalnızca şimdi varsa, öyleyse “şimdi” övülecek bir andır ve ben bu anla mutluyum. Şimdi, her şeyi hep birlikte yapacaklardı, çok zamanları kalmamıştı. İş her an daha kötü görünüyordu. Sabahleyin yapılacak olan bir şey değildi. Çok elverişsiz koşullarda kaçabilmeniz için akşamı beklemek zorundayız. Gece olana kadar saklanabilmeli. Haklısınız belki, geceye kadar hazırlığınızı bitirir, karanlık basınca kaçarsınız. Peki, ya gün ışığında hazırlık yapmak? Bu nasıl olur? Bu kahrolası Sordo, o bozuk İspanyolca'sıyla, dikkatle anlatmaya çalışmıştı. Sanki kendisi Golz'la konuştuğu andan başlayarak bütün bunları düşünmemişti de! Sanki önceki akşamdan beri bu düşüncelerle, midesine oturmuş bir parça hamurla yaşıyor gibydi. Hiç başına böyle bir şey gelmemişti. Başınıza da hiç böylesi gelmeyecek sanırsınız. Sonra da bunun gibi pis bir işti, iki gerilla grubunun çok elverişsiz koşullarda bir köprüyü uçurman için sana yardım etmelerini istiyorsun, belki de başlamış olan bir saldırıya geçmeye çalışıyorsun ve Maria gibi bir kıza rastlıyorsun. Ya, işte böyle. Yapabileceğin başka bir şey yok. Ona geç rastlamışsın, hepsi bu. Pilar gibi bir kadın, kızı senin uyku tulumunun içine iteklemiş, ne olacak? Evet, ne olacak. Halbuki daha kızı görür görmez tutuldun. Kız ağzını açıp sana daha ilk sözünü söyler söylemez tutuldun, bunu biliyordun. İşte artık var, onu elde edebileceğini düşünmemiştin ama işte oldu. Olduğuna göre ona pislik atmanın anlamı yok; ne olduğunu bildiğine ve eğilip tencereyi taşırken gördüğün ilk andan başlayarak bildiğine göre...

102


Pilar'a gelince... Pilar zeki bir kadın. Kızla çok yakından ilgileniyor, kızın elindeki tencereyle mağaraya girişini gördüğü anda olup biteni anlamıştı. O nedenle işi kolaylaştırdı. Dün gece ve bugün öğleden sonranın yaşanabilmesi için işleri kolaylaştırdı. Senden çok daha uygar; zamanın ne denli değerli olduğunun çok iyi bilincinde. Kendisinin yitirdiği şeyler olmuş, başkalarının da kendisinin yitirmiş olduklarını yitirmelerini istemiyor, ayrıca da yitirdiğini kabul ettirerek düşüncesi onun için yenilir yutulur şey değil. İşte böyle, olanlar bunlar, kabul etmelisin. Ve sen iki gecenin tümünü onunla birlikte geçiremeyeceksin. Hayat boyu değil, birlikte yaşamak değil, insanların elde ettiklerini elde etmek değil, hiç değil. Zaman yok, mutluluk yok, eğlenmek yok, çocuk yok, ev yok, banyo yok, temiz pijamalar yok, sabah gazetesi yok, birlikte uyanmak yok, onu uyandırmak ve orada olduğunu, yalnız olmadığını bilmek yok. Yok, yok, yok… En iyisi sen bu düşünceleri bırak. Şimdi hemen, böyle düşünmeyi kes. Bunlar senin için iyi değil. Kendin için iyi olan hiçbir şey yapma. En iyisi bu. Aslında Golz'un söylediği de bunlardı. Golz, gözüne gittikçe daha akıllı görünüyordu. Anlatmak istediği buydu. Düzensiz hizmetin karşılığının alınması. Golz bunu elde etmiş miydi? Zamansızlık ve koşulları nedeniyle mi elde etmişti? Belirli koşullarda bu herkesin başına gelir miydi? Kendi başına geldiği için mi, onu çok özel sanmıştı. Belki Golz bütün bunları biliyordu ve sana bağışlanan bu iki geceye bütün yaşamı sığdırman gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Şu sıralar yaşamakta olduğunuz gibi yaşayınca, çok kısa süreçlerde çok yoğun yaşaman gerektiğini anlatmak istiyordu belki de. İyi bir inançtı bu. Fakat Maria'nın, ortamdan ötürü gözüne böylesine değerli göründüğüne inanmıyordu. Ola ki onun davranışı da kendi şartlarına bir tepkiydi, tıpkı kendisininki gibi. İçinde olduğu şartlardan bir tanesi bile iyi değildi diye düşündü. Aslında bunların başıma geleceğini de bilemezdim. Tüm hayatım boyunca sürme­ sini isterdim. İçinden bir başka his “sürecek” dedi. Sürecek. Onu şimdi elde ettin ve bütün yaşamını kapsayacak. Şimdiyi. Şimdiden başka hiçbir şey yok. Dün yoktu, kesinkes yarın da olmayacak. Yalnızca şimdi var ve eğer şimdi yalnızca iki günse, öyleyse tüm yaşamın yalnızca iki gündür. Ve o iki gün içindeki her şey de bu süreyle orantılıdır. Eğer yakınmayı ve hiç mi hiç elde edemeyeceğin şeyleri istemeyi bir yana bırakırsan, iyi bir yaşamın olur. İyi bir yaşamın belirli bir uzunluk ölçüsü yoktur. Öyleyse şimdi kaygılanma, elindekine sahip çık, işini yap; uzun ve neşeli bir yaşantın olacak. Son günler neşeli olmadı mı? Neden yakınıyorsun. Bu tür işler böyledir dedi kendi kendine. Ve bu düşüncesini beğendi; hiçbir zaman karşılaştığın insanlardan öğrendiklerin kadar olmadı kendi kendine öğrendiklerin. Sonra birden neşelendi, düşüncelerinden arındı. Kıza döndü, - Seni seviyorum tavşan, dedi. “Ne diyordun?” - Şunu söylüyordum, dedi kız, “İşin için kaygılanmamalısın, çünkü ne işine karışacağım, ne de seni tedirgin edeceğim. Yapabileceğim bir şey varsa bana söylemelisin.” - Hiçbir şey yok, dedi, “İşim kolay.” - Pilar'dan bir erkeğe nasıl bakılacağını öğrenmeliyim, onun dediklerini yapmalıyım, dedi Maria. “Öğrendikçe kendi kendime de yeni şeyler bulurum. Sen de istediklerini söylersin.” - Hiçbir şey yok.

103


- Hiçbir şey yokmuş! Bu sabah uyku tulumu silkelenip havalandırılmalı sonra güneşe aşılmalıydı. Daha sonra da çiy düşmeden toplanıp içeri alınmalıydı.” - Daha neler var tavşan? - Çorapların yıkanıp kurutulmalıydı. Bir çift daha çorap bulmalıyım senin için. - Daha başka? - Nasıl yapılacağını gösterirsen tabancanı temizler, yağlarım.Ciddi bir iş bu. Bana tabancanın nasıl yağlanacağını gösterir misin? Pilar'da paçavralarla yağ var. Mağarada tabancaya uyacak temizleme çubuğu da var. - Peki gösteririm. - Öyleyse, dedi Maria, “Bana nasıl ateş edileceğini de gösterirsen, birimizden biri yaralanırsa, tutsak düşmemesi için ötekimiz onu vurabilir.” - Çok ilginç, dedi Robert Jordan. “Buna benzer daha başka düşüncelerin var mı?” - Pek yok, dedi Maria. “Ama bu iyi bir fikir.” Yaka cebinden cep taraklarının kılıfına benzeyen küçük bir deri kılıf çıkardı, her iki yanı kapatan genişçe bir lastik bandı çekip, Robert Jordan'a Gem marka tek ağızlı bir tıraş bıçağı gösterdi. - Bunu bana Pilar verdi, nasıl kullanacağımı da gösterdi, dedi, “Bunu hep yanımda taşıyorum. Pilar, şurayı, kulağımın altını kesmek ve bıçağı aşağı doğru çekmek gerektiğini söylüyor.” Kız parmağıyla kesilecek yeri gösterdi. “Burada büyük bir atardamar varmış. Bıçağı böyle kullanırsan damarı kesinlikle bulurmuşsun. Ayrıca acı da vermezmiş. Bıçağı kulağının altına hızla bastırıp şöyle çekeceksin. Çok kolaymış ve bir kez atardamarı kestin mi kanı durduramazlarmış. ” - Doğru, dedi Robert Jordan. “O bir şahdamar.” Kendi kendine demek bıçağı hep yanında taşıyor, diye düşündü. İyi düşünülmüş bir şey. Maria, - Ama senin beni vurmanı yeğlerdim, dedi. “Gerekirse beni vuracağına söz ver.” - Evet söz veriyorum, dedi Robert Jordan. - Çok teşekkür ederim, dedi Maria. “Bunu yapmanın kolay olmadığını biliyorum. ” - Yaparım, dedi Robert Jordan. Bütün bunları unutursun, dedi kendi kendine. Kafanı işine iyice verdin mi bir iç savaşın güzelliklerini unutursun. Unutmak zorundasın. Kaşkin unutamıyordu. Unutamaması kötü oldu. Yoksa acaba önsezisi mi vardı? İnançlar gibi değildi çünkü. Kaşkin'i vururken hiçbir şey hissetmemişti. Bir gün kendisinin de başına gelebilir diye düşünmüştü. Şimdiye kadar böyle bir gereklilik hiç olmamıştı. Maria, - Senin için yapabileceğim başka şeyler de var, dedi. Ona sokularak yürüyor, çok kadınca davranıyordu. - Beni vurmanın dışında mı? - Sigara sarabilirim, seninkiler bittiği zaman. Pilar bana sıkı, temiz ve tütünü dökülmeyecek biçimde sigara sarmayı öğretti. - Çok güzel, dedi Robert Jordan. “Kâğıtlarını kendin mi yalayıp yapıştırıyorsun?” Kız, - Evet, dedi. “Yaralandığın zaman yaranı temizleyip saracağım, sana bakacağım, seni yıkayıp yemeğini yedireceğim.” Robert Jordan, - Belki yaralanmam, dedi.

104


- Öyleyse hastalandığın zaman bakarım. Sana çorbalar pişiririm, seni yıkarım, ihtiyacın olan her şeyi yaparım. Sana kitap okurum.” - Belki hastalanmam. - O halde sabahları uyandığında sana kahve getiririm - Belki kahve sevmiyorum, dedi Robert Jordan. Kız güldü. - Hayır, seviyorsun. Bu sabah iki fincan kahve içtin. - Hadi kahveden bıktım, beni vurman gerekmeyecek, yaralanmayacağım da, hasta da olmayacağım, bir tek çift çorabım olacak, uyku tulumunu kendim silkeleyip asacağım. O zaman ne olacak tavşan? Yavaşçacık kızın arkasına vurdu. “O zaman ne olacak?” - O zaman, dedi Maria, “Pilar'dan makasını ödünç alıp saçlarını keseceğim.” - Saçımın kesilmesinden hoşlanmıyorum. - Ben de, diye cevap verdi kız. - Saçlarını oldukları gibi seviyorum. Eğer senin için yapabileceğim bir şey bulamazsam yanına oturur seni seyrederim, geceleri de beraber oluruz.” - Güzel, dedi Robert Jordan. “Son söylediğin olağanüstü güzel.” - Ben de öyle düşünüyorum, diye gülümsedi Maria. “Ah İngiliz.” - Adım Roberto. - Hayır. Ben sana tıpkı Pilar gibi İngiliz diyeceğim. - Yine de adım Roberto. Kız yine, “Hayır,” dedi. Bugün bütün gün adın İngiliz. Ve İngiliz, işinde sana yardımcı olabilir miyim?” - Hayır. Şu sırada yaptığım işi yalnız yapmalıyım. Ve kafam çok sakin olmalı. - Peki. Ne zaman bitecek bu iş? - Belki bu gece. - Güzel… Biraz aşağılarında kampa varmadan önce geçmeleri gereken ormanın son ağaçları vardı. Robert Jordan birini işaret etti, “Kim bu?” diye sordu. Kız Robert Jordan'ın eliyle gösterdiği yere baktı, - Pilar, dedi. “Kesinlikle o.” Pilar otlağın aşağı sınırında, köknar ağaçları altında oturmuş, başını çapraz yaptığı kolları üstüne koymuştu. Onların durduğu yerden kara bir yığın gibi görünüyordu. Ağaçların kahverengi gövdeleri önünde kara bir yığın. Robert Jordan, - Haydi gel, dedi, diz boyu çalılara rağmen Pilar'a doğru koşmaya başladı. Kadının, çapraz kolları üstüne başını koyduğunu görebiliyordu. Robert Jordan yaklaşınca ona seslendi, - Pilar. Kadın başını kaldırıp ona baktı. - Aa, geldiniz mi? diye sordu. Robert Jordan eğilip yanına oturdu. - Hasta mısın? - Uyuyordum. Maria da yanlarına gelip kadının yanına diz çöktü. -Pilar, dedi. “Nasılsın? İyi misin?” Pilar, - Çok iyiyim, dedi ama kalkmadı. İkisine de baktı. “Pekâlâ İngiliz, yine erkekçe

105


oyunlar mı oynadın?” Robert Jordan onun sözlerini duymamazlıktan geldi. - Sen iyi misin? diye sordu tekrar. - Niye iyi olmayayım? Uyudum. Siz de uyudunuz mu? Sonra kızın ağzından bir şeyler öğrenmeye çalıştı. Maria hiçbir şey demedi fakat kızardı. Robert Jordan, - Onu rahat bırak, dedi. Kadın, toprağın bazı insanların altında 3 defa kayabileceğini söyledi. Kendisinin bunu iki defa yaşadığı, ancak bir daha olmayacağını anlattı. Sonra, - Haydi öyleyse, gelin şimdi kampa gidelim, dedi. Robert Jordan, “Bu savaştan kurtulunca kadınları inceleyebilirsin” dedi kendi kendine. İşe Pilar'la başlayabilirsin. Bana sorarsan bugün olanlar epey karışıktı Pilar için. Şimdiye değin Çingene yanını ortaya koymamıştı hiç. El falının dışında diye düşündü. Elbette ya, el falı. El falında uydurduğunu sanmıyorum. Elimde ne gördüğünü söylemedi. Gördüklerine inanamıyordu. Fakat bu hiçbir şeyi göstermez. Kadına, - Dinle Pilar, dedi. Pilar ona bakıp gülümsedi. - Ne var? diye sordu. - Bu denli gizemli olma, dedi Robert Jordan. “Bu gizemli şeyler benim için çok can sıkıcı.” - Yani? dedi Pilar. - Ben canavarlara, bilicilere, falcılara, ya da Çingene fallarına inanmam. - Öyle mi? dedi Pilar. - Hayır, inanmıyorum. Onun için kızı rahat bırakmalısın. - Kızı rahat bırakacağım. - Gizemli davranmayı da bırak, çünkü yapacak işlerimiz var. Çingene büyüleriyle karmaşık duruma getirmemiz gereken bir dolu işimiz var. Daha az gizemlilik, daha çok iş. - Evet anlıyorum, dedi Pilar, başını sallayarak. “Dinle İngiliz” dedi ve ona gülümsedi. - Gerçekten yer kaydı mı? - Evet, seni kahrolasıca, kaydı, dedi Robert Jordan. Pilar, Robert Jordan'a baktı ve güldü. - Oh İngiliz, İngiliz! dedi kahkahaları arasında. “Çok gülünçsün. Saygınlığını yeniden kazanman için çok çaba göstermen gerekecek.” Robert Jordan, canın cehenneme, diye düşündü. Fakat dilini tuttu. Onlar konuşurken bulutlar güneşi kapatmışlardı. Robert Jordan geriye, dağlara doğru baktığı zaman havanın dolu ve külrengine dönüştüğünü gördü. Pilar da gökyüzüne baktı, - Kar yağacak, dedi. - Şimdi mi? Neredeyse hazirana giriyoruz. - Niye olmasın? Bu dağlar ayların adını bilmez. Mayıs ayındayız henüz. Robert Jordan, - Kar olamaz, dedi, “Kar yağamaz.” - Olur İngiliz, dedi kadın. “Kar yağacak.” Robert Jordan tekrar gökyüzüne baktı. Güneş ışığı parlaklığını yitirmiş, sararmıştı. O bakarken, tümüyle yok oldu, gökyüzünün külrengi iyice yayıldı ve

106


koyulaştı. Dağların dorukları görünmez olmuştu bir anda. - Evet, dedi, “Sanırım haklısın Pilar.” Kampa vardıkları zaman ise kar başlamıştı bile. Kar tanecikleri çam ağaçları arasında eğik bir biçimde yere iniyordu. Ağaçlara vuruyor, önce dağılıyor, yere düşerken çemberler çiziyorlardı… 13. Bölüm Robert Jordan mağaranın ağzında durup öfkeyle yağan kara baktı. Pablo, - Çok kar yağacak, dedi. Sesi boğuk, gözleri kıpkırmızı, gözkapakları şişti. Robert Jordan, - Çingene geldi mi? diye soru. - Hayır gelmedi, dedi Pablo. “Ne o geldi, ne de yaşlı adam.” - Yoldaki nöbet yerine benimle gelir misin? - Hayır, bu işe karışmayacağım, dedi Pablo. - Öyleyse ben kendim bulurum. - Bu havada bulamayabilirsin. Yerinde olsam şimdi gitmezdim. - Tepenin aşağısındaki yolda. - Bulabilirsin ama senin iki gözcü kulüben şimdi kar altında gözden silinmiştir, onları göremezsin. - Fakat yaşlı adam beni bekliyor. - O az sonra kara gömülü olarak gelecektir, dedi. Pablo mağaranın önünde büyük bir hızla yağmakta olan kara baktı ve, - Karı sevmiyor musun İngiliz? diye sordu. Robert Jordan sövdü, Pablo şişmiş gözkapakları arasından ona bakıp güldü. - Bununla birlikte senin müthiş planların da suya düşüyor İngiliz, dedi. “Mağaraya gir, adamların da yakında gelirler.” Maria mağarada ateşi yakmaktaydı, Pilar ise mutfaktaydı. Ateş iyi yanmıyordu. Kız bir sopayla karıştırıp katlanmış bir kâğıt parçası sallayınca odunlardan yalımlar yükseldi, rüzgâr tavandaki bir delikten dumanı dışarı çekti. - Kar, dedi Robert Jordan, “Çok sürer mi dersin?” Pablo keyifle, - Sürer, dedi. Sonra Pilar'ı çağırdı. “Sen de bundan hoşlanmıyorsun kadın, ha? Sultayı ele aldın ya kardan hoşlanmıyorsun.” - Yağarsa yağar, dedi Pilar, omzunun üstünden. Pablo, - Biraz şarap iç İngiliz, diye önerdi. “Bütün gün kar yağmasını bekleyerek içtim ben.” Robert Jordan, - Bir maşrapa ver, dedi. Pablo maşrapaları tokuşturdu, - Yağan kara içelim, dedi. Robert Jordan maşrapaları tokuştururken Pablo'nun gözlerinin içine baktı. Şiş gözlü katil herif diye düşündü. Şu maşrapayı dişlerine vurabilmeyi isterdim. Sakin ol, aldırma, dedi sonra kendi kendine. Pablo, - Çok güzel yağıyor. Kar yağarken dışarıda uyumak istemezsin, dedi. Demek senin de aklında o var, diye düşündü Robert Jordan. Çok sorunun var

107


değil mi Pablo? Adama da, - Hayır, dedi kibarca. - Hayır, çok soğuk, dedi Pablo. “Yerler ıslak.” Şu kuştüyü yorganlar niye altmış beş dolar diye düşündü Robert Jordan. Karda o yorgan içinde her uyuduğumda bir dolar almayı isterdim. - O zaman burada, içeride uyumak zorundayım, dedi. - Evet. - Teşekkür ederim, dedi Robert Jordan. “Yine dışarıda uyurum ben.” - Karda mı? - Evet, karda. Ateşe bir çam odunu daha atmış olan Maria'nın yanına gitti. - Çok güzel. Kar çok güzel, dedi kıza. - Ama iş için çok kötü, değil mi? diye sordu kız. “Endişelenmiyor musun?” Robert Jordan, - Endişelenmek iyi değil, dedi. “Yemek ne zaman hazır olur?” - İştahın açılmış, dedi Pilar. “Yemekten önce biraz peynir yer misin?” - Teşekkür ederim. Pilar uzanıp, tavandan sarkan bir file içindeki peyniri aldı, koca bir dilim kesip Robert Jordan'a verdi. Robert Jordan, ağır keçi kokusu hissedilen peyniri yedi. Pablo oturduğu yerden, - Maria, diye seslendi. - Ne var? dedi kız. Pablo, - Masayı iyice sil, dedi ve Robert Jordan'a bakıp sırıttı. Maria, - Kendi pisliğini kendin temizle, diye karşılık verdi. Pilar, - Önce çeneni, sonra gömleğini temizle, sonra da masayı sil, dedi. Pablo tekrar, “Maria,” diye seslendi. Pilar, - Hiç kulak asma, sarhoş o, dedi. Pablo yine, - Maria, diye bağırdı, “Hâlâ kar yağıyor. Çok güzel.” Robert Jordan uyku tulumunu bilmiyor diye düşündü. O domuz gözleri o uyku tulumu için neden altmış beş dolar ödediğimi göremiyor. Çingene gelseydi... Çingene gelir gelmez yaşlı adamın yanına gideceğim. Şimdi gitsem onları göremeye bilirim. Nerede beklediklerini bilmiyorum. Pablo'ya, - Kartopu oynar mısın? diye sordu. “Kartopu savaşına ne dersin?” - Ne? diye şaşkınlıkla sordu Pablo. “Ne diyorsun sen?” - Hiç, dedi Robert Jordan. “Eyerleri iyice örtmüş müydün?” - Evet. Sonra Robert Jordan İngilizce olarak, - O atları tek tek bırakacak, ya da kazıklarından çözecek, dedi. - Ne dedin? - Hiç. Senin sorunun dostum. Ben buradan yaya olarak çıkarım. Pablo, - Niçin İngilizce konuşuyorsun? diye sordu. - Bilmiyorum, dedi Robert Jordan. “Çok yorulduğumda İngilizce konuşuyorum.

108


Ya da çok sıkıldığımda. Bana güven veriyor. Sen de denemelisin.” Pilar, - Ne diyorsun sen İngiliz ? Diye sordu. “Çok ilginç olsa gerek ama anlayamıyorum.” - Hiçbir şey, dedi Robert Jordan İngilizce olarak. “Hiçbir şey.” Pilar, - İyi ama İspanyolca konuş, dedi. “İspanyolca hem daha kısa, hem de daha kolay. ” - Elbette, dedi Robert Jordan. Fakat, ah Pablo, ah Pilar, ah Maria diye düşündü. Ah köşede oturan adlarını unuttuğum iki kardeş, bazen bıkıyorum. Bu işten, sizlerden, kendimden, savaştan ve niye bir başka gün değil de bugün kar yağıyor? Bu kadarı da çok fazla. Hayır değil. Hiçbir şey çok fazla değil. Olduğu gibi kabullenip çıkar yollar araman gerekiyor. Primadonna gibi davranmayı bırak da kar yağdığı gerçeğini kabullen, tıpkı az önce kabullenmiş olduğun gibi; sonra da Çingene'yle yaşlı adamı bulmaya git. Fakat ya kar! Bu ayda kar. Kes artık dedi kendi kendine. Yakınmayı bırak da olduğu gibi kabul et her şeyi. - Bir maşrapa şarap alayım lütfen, dedi Sonra da “Ne çok kar” dedi Pablo'ya. Sarhoş adam ona bakıp sırıttı. Başını salladı, yine sırıttı. - Saldırı yok, köprü yok, yalnızca kar var, dedi Pablo. Robert Jordan onun yanına oturdu, - Çok uzun sürer mi dersin? diye sordu yine. “Yaz boyunca yağar mı yoldaş? Ha Pablo?” Pablo, - Hayır; bu gece ve yarın yağar, dedi. - Neden böyle düşünüyorsun? Pablo ağır ağır ve kesin bir sesle, - İki türlü fırtına var, dedi. “Biri Pireneler'den gelir. Çok soğuk olur. Bu fırtına için mevsim çok geç şimdi.” - Güzel, dedi Robert Jordan. “Bu da iyi.” - Bugünkü fırtına Cantabrico'dan geliyor. Denizden. Bu yönden rüzgârla gelen fırtına hem çok soğuk olur, hem de çok kar getirir.” Robert Jordan, - Bütün bunları nereden öğrendin? diye sordu. Pablo, öfkesinin dindiği şu sırada, her zaman olduğu gibi fırtınalarla yakından ilgileniyordu. Tipi, bora, aniden bastırıveren bir kasırga, tropikal bir fırtına, dağlardaki yaz yağmurları onu her şeyden daha çok coşturuyordu. Savaş sırasında esen bir rüzgâr var; ağzın gibi kuru ve sıcak, ağır bir rüzgâr. Günün şansıyla birlikte eser ve biter. O tür bir rüzgârı çok iyi biliyordu. Ancak bir kar fırtınası hepsinden başkaydı. Bir kar fırtınası sırasında yabani hayvanlarla burun buruna gelirsiniz; hayvanlar korkmaz. Ülkeyi baştan başa dolaşmışlardır belki, nerede olduklarını bilmezler. Bir gün kapınızı açtığınız zaman geyiklerle karşılaşabilirsiniz. Bir keresinde bir geyiğe doğru at sürmüştün, o da bir başka geyiği kovalamak için yanlışlıkla senin atına doğru dört nala gelmişti. Bir ara kar fırtınaları sırasında düşmanlar olamaz gibi gelirdi sana. Bir kar fırtınası sırasında rüzgâr bulutları götürmüş, gökyüzünü dupduru bir temizlik sarmıştı. Her şey değişmişti. Pablo, - Eskiden, kamyonlar yokken, yıllarca dağlarda arabalarla yük taşımıştım. Havayla o yıllarda ilgilenmiştim, dedi.

109


- Direniş'e nasıl katıldın? Pablo, - Ben her zaman soldaydım, dedi. “Avusturya halkıyla yakın ilişkilerimiz vardı. Onlar politikayla çok ilgili. Ben her zaman Cumhuriyet yanlısı olmuşumdur. - Direniş'ten önce ne yapıyordun? - Saragoza'da bir at tüccarı adına çalışıyordum. Atlara, boğa güreşleri için koşu takımları sağlıyordu. Ayrıca orduda kullanılacak atların koşumlarını da o satıyordu. Pilar'a o sıralar rastladım. Sana anlattı ya, o günlerde matador Finito de Palencia'yla birlikteydi. Pilar ocağın önünde durmaktaydı. Masada oturan kardeşlerden biri onun sırtına bakarak, - Pek öyle matador sayılmazdı, dedi. Pilar dönüp adama baktı, - Sayılmaz mıydı? dedi. Pilar, yemek pişirmek için ateşin yanındaydı. Durduğu yerde kısa boylu, esmer, asık yüzlü, gözleri üzgün üzgün bakan, avurtları çökmüş, kara kıvırcık saçları sıkı matador şapkasının kimsenin farkına varamadığı kırmızı bir iz yapmış olduğu alnına dökülmüş adamın yüzünü görebiliyordu. Onu şimdi beş yaşındaki boğayı, boğanın atın boyuna yetişen boynuzlarını karşılarken görür gibi oluyordu. Boğa güçlü boynuzuyla atı zorlarken, atın binicisi ucu sivri sopayı boğanın boynuna saplamıştı. Boğa ise atı yukarı doğru itmiş, itmiş, sonunda at devrilmiş, binicisi tahta korkulukların üstüne düşmüştü. Boğa ise bacaklarıyla onu itip duruyordu. Kocaman boyun, atı bulup canını almak için boynuzları sağa sola sallıyordu. Pilar, Finito'nun, pek öyle matador sayılmayan matadorun, boğanın önünde yana doğru döndüğünü görmüştü. Onun ağır, flanel kumaşı sopaya sararken, boğanın başını ve omuzlarını, ıslanmış kalçalarını ve sırtına saplanmış sopalar birbirine çarparken yükselttiği sırtını yalayıp geçen kumaşın, kandan ağırlaşmış olarak sopanın ucundan sarktığını görmüştü. Finito'nun yüzünü boğanın önünde ve ondan beş adım ötede dururken, yandan görebiliyordu. Boğa koca gövdesiyle hareketsiz durmaktaydı. Finito kılıcını çekip yavaş yavaş omzuna kadar kaldırmış, ve ucundan hâlâ kan damlamakta olan kılıcı, boğanın başı gözlerinden yüksekte olduğu için tam göremediği bir noktaya doğrultmuştu. Islak, ağır kumaşı tuttuğu sol kolunu savurup boğanın başını gövdesinden ayırabilirdi ama bunu yapmamıştı. Topukları üstünde geriye doğru çekilmiş, kılıcı eğri iki boynuz arasına saplamıştı. Boğa gözleriyle kumaşı izliyor, göğsü inip kalkıyordu. Pilar bütün bunları yeniden görüyor gibiydi. Finito'nun başını çevirip, kırmızı korkulukların arkasında birinci sırada oturanlara baktığını görüyor. “Bakalım, onu böyle öldürebilecek miyiz?” diyen ince, pürüzsüz sesini açık seçik duyar gibi oluyordu. Sesini duyar gibi oluyor, dizinin bükülüşünü, bacağını öne atışını şimdi büyülü bir biçimde alçalan boynuza doğru ilerleyişini, boğanın alçaktan geçen kumaşı izleyen burnunu, Finito'nun kahverengi bileğinin kumaşı boynuzların üstünden geçirişini, kılıcın tozlu kalçalara saplanışını yeniden ve belirgin olarak gördü sanki. Gözlerini kılıcın girdiği yerden ayırmayan kısa boylu esmer adamın boynuzların saplanıp yaraladığı karnıyla sağa sola sallanışını; boğadan biraz geri çekilişini; sol elinde tuttuğu sopa ve kumaşı; boğanın ölümünü seyrederken sağ elini kaldırışını yeniden gördü. Onu ayakta dururken gördü. Boğanın yere tutunmaya

110


çalıştığını, düşmeden önce bir ağaç gibi sallandığını; boğanın yere tutunmak için çabaladığını seyrederken kısa boylu adamın utkuyla elini kaldırışını bir daha gördü. Finito'nun, hayatı buna bağlı olsa da arena çevresinde koşamayacağını görüyordu Pilar. Onun yavaş yavaş korkuluğa doğru yürüdüğünü, bir havluya ağzını sildiğini ve gözlerini kaldırıp ona baktığım, başını salladıktan sonra havluyla yüzünü sildiğini ve utkuyla arena çevresinde yürümeye başladığını yeniden görür gibi oldu. Pilar onun çok yavaş yürüdüğünü, neredeyse sürüklendiğini, gülümseyip, eğilip selam verdiğini gördü. Finito üzgün gözlerle gülümsedi, dönüşünü tamamladı, Pilar'ın önünde durdu. Pilar, mağarada, ateşin yanında dururken bütün bunlar bir şerit gibi gözlerinin önünden geçti Sonra, . - Demek iyi bir matador değildi ha? Şimdi nasıl insanlarla yaşıyor muşum meğerse! dedi. Pablo, - İyi bir matadordu. Ufak tefek yapılı oluşu onun için iyi değildi dedi. Primitivo, - Ayrıca veremliydi, diye ekledi. - Veremli miydi? dedi Pilar. “Kim onun aldığı cezaya çarptırılır da verem olmaz? Yoksul kişilerin para kazanmak için Juan March gibi katil veya boğa güreşçisi veya operada şarkıcı olmaktan başka yolu bulunmadığı bu ülkede başka ne olabilir? Verem olmasın da ne olsun? Burjuvaların midelerini hasta edecek, sodasız yaşayamayacakları kadar çok yedikleri, Primitivo, - Elbette. Ben yalnızca verem olduğunu söyledim, dedi. - Evet, veremliydi, dedi Pilar, elindeki uzun tahta kaşığı kaldırarak. “Ufak tefekti, sesi inceydi ve boğalardan korkardı. Boğa güreşinden önce böylesine korkan bir başka birini görmedim. Ama arenada da onun kadar korkusuz olan kimseyi görmedim.” Pablo'ya döndü, -Sen, dedi, “Şimdi sen ölmekten korkuyorsun. Ölüm korkusu çok önemli sanıyorsun. Finito hayatı boyunca ölümden korktu, fakat arenada aslanlar gibiydi. İkinci kardeş. - O korkusuz oluşuyla ünlüydü, dedi. Pilar yine, - Bu kadar korkan başka kimseyi görmedim, dedi. “Evin içinde bir boğa başı görmeye bile katlanamazdı. Bir keresinde Valladolid şenliklerinde Pablo Romero'nun boğalarından birini öldürmüştü.” Birinci kardeş, - Hatırlıyorum, dedi. “Ben de oradaydım. Sabun köpüğü renginde, alnındaki tüyleri kıvırcık, boynuzları yüksek bir boğaydı. Koskocaman bir boğaydı. Valladolid'de en son öldürdüğü boğa oydu.” - Evet, dedi Pilar. “Güreşten sonra Cafe Colon'da toplananlar, kulüplerine onun adını verdiler, ve Cafe Colon'da verdikleri bir yemek sırasında öldürdüğü boğanın başını ona hediye ettiler. Yemek boyunca baş duvarda asılı durdu ama üstünü bir kumaşla örtmüşlerdi. Ben de oradaydım. Tam bir şölendi. Küçük fakat dolu dolu yaşanan bir şölen. Ben güzel duygularla doluydum. Finito'nun yanında oturuyordum. Duvarda asılı duran boğa başına hiç bakmadığını fark ettim. Finito

111


pek yemiyordu, çünkü son boğa güreşinde, boğayı öldürmek için yaklaştığında bir boynuz vuruşu bir süre baygın kalmasına sebep olmuştu. O gün bile midesinde yiyecek durmuyordu. Yemek süresince sık sık mendilini dudaklarına götürüyor, ağzına dolan kanı mendile çıkarıyordu. Pilar sonra, “Neyi anlatıyordum” dedi. Primitivo, - Boğa başını, dedi. “Boğanın doldurulmuş başını.” - Evet, dedi Pilar. “Evet ama önce size ayrıntıları anlatmalıyım ki olayı görebilesiniz. Finito hiçbir zaman neşeli bir insan değildi. Çok ciddiydi, yalnız olduğumuz zamanlar da onun bir şeye güldüğünü hiç hatırlamıyorum. Çok komik şeylere bile gülmezdi. Her şeyi çok ciddiye alırdı. Fakat bu şölen onun onuruna, Kulüp Finito, adıyla toplanan dostlarınca veriliyordu. Bunun için orada sıcak ve neşeli davranması gerekiyordu. Yemek boyunca gülümsedi, güzel sözler söyledi. Yalnızca ben onun mendiliyle ne yaptığının farkındaydım. Üç mendili vardı, üçü de kanlanmıştı. Sonra bana alçak sesle, “Pilar, bunu daha fazla götüremeyeceğim. Ayrılmak gerekiyor” dedi. - Öyleyse gidelim, dedim. Çok acı çektiğini görüyordum. Şölen çok neşelenmişti, gürültü çok artmıştı. Finito bana, - Gidemem. Benim adımı taşıyan bir kulüp bu, dedi. “Kalmaya mecburum.” - Hastaysan gidelim, dedim. - Hayır, diye direndi. “Kalacağım. Bana biraz manzanilla ver.” - Aslında içmesi iyi olmayacaktı, çünkü hiçbir şey yememişti, midesi iyi değildi. Fakat oradaki eğlenceye bir şey içmeden katılamazdı. Çok çabuk içtiğini gördüm. Belki bir şişe manzanilla içti. Mendilleri artık işe yaramadığı için şimdi peçetesini kullanıyordu. Coşku doruğa ulaşmıştı. Hiçbir yemekte Flamenco'nun bu denli coşkulu çalındığını duymamıştım ve buraya toplanmamızın ana nedeni olan boğa başının üstündeki örtü daha kaldırılmamıştı.Öylesine eğleniyordum, Ricardo'nun gitarını alkışlamaya, Nina de Los Peines'in şarkılarının alkışlanması için oradakileri coşkulandırmaya kendimi öylesine kaptırmıştım ki, Finito'nun kendi peçetesinin iyice kanlandığını ve benim peçetemi de aldığının farkına bile varamamıştım. Şimdi daha çok manzanilla içiyordu, gözleri pırıl pırıldı, herkese neşeyle başını sallayıp selam veriyordu. Çok konuşmuyordu, çünkü sürekli peçetesini kullanmak zorunluluğu vardı; fakat çok eğleniyormuş, çok neşeliymiş gibi görünmeye çalışıyordu. Yemekteki gürültü patırtı öyleydi ki, kimse kimseyi duymuyordu. Üçümüz arasındaki gürültü patırtı biraz durulunca, Finito'nun, daha duvarda örtülü du­ ran boğa başına korkuyla bakmakta olduğunu gördüm. O sırada kulübün başkanı, boğanın başını örten örtüyü açmadan önce yapması kararlaştırılan konuşmasına başladı; konuşma sık sık “yaşa”, alkış ve masaya vurulan ellerin sesleriyle kesiliyordu. Finito'yu izliyordum; iskemlesine gömülmüş, elinde benim peçetem, korkudan gerilmiş bir yüzle boğa başını seyrediyordu. Konuşmanın sonuna doğru Finito iskemlesine biraz daha gömüldü, başını sallamaya başladı. - Nasılsın küçüğüm, diye sordum. Bana baktığında beni görmüyordu, yalnızca başını sallıyor, hayır, hayır, hayır, diye söyleniyordu. Başkan konuşmasının sonuna geldi, herkes alkışladı. Sonra bir iskemleye çıktı ve boğa başının üstündeki örtüyü açtı. Cilalanmış sivri boynuzlarından tutarak başı çekti. Kocaman sarı baş, kara, oklu kirpinin okları gibi sivri beyaz uçlu boynuzlar

112


sallanmaya başladı. Tıpkı canlıymış gibiydi; alnı kıvırcık, burun delikleri açık, gözleri parlaktı ve orada durmuş Finito'ya bakıyordu sanki. Herkes bağırıp alkışlarken Finito iskemlesine gömülmüştü. Sonra herkes susup ona baktı. O, hayır, hayır, diye söylenerek boğaya bakıyor, daha da geriye doğru çekiliyordu. En sonunda yüksek sesle, -Hayır, diye bağırdı. Ağzı kanla doldu, peçeteyi ağzına götürmedi bile. Kan çenesinden aşağı aktı. Finito, boğanın başına gözlerini dikmiş, -Bütün mevsim evet, para kazanmak için evet, yemek için evet. Fakat ben yiyemiyorum, beni duyuyor musunuz? Benim midem hasta. Şimdi mevsim bitti. Hayır, hayır, hayır, diye bağırdı. Önce masanın çevresindekilere, sonra da boğaya baktı. Bir kez daha, - Hayır! dedi, ağzına peçeteyi kapattı, sonra tek söz etmeden öylece oturdu. Böylece güzel başlayan bir yemek, başarısızlıkla bitti. Primitivo, - Bu olaydan ne kadar sonra öldü? diye sordu. - O yıl, diye cevap verdi Pilar. “Zaragoza'da yediği o darbeden sonra bir daha iyileşemedi.” Primitivo, - Boyu kısa olduğuna göre, aslında matador olmamalıydı. Pilar, Robert Jordan'a bakıp başını salladı. Sonra başını sallayarak büyük, demir kazana doğru eğildi. Bunlar nasıl insanlar diye düşündü Pilar. İspanyollar nasıl insanlar böyle? Boyu kısa olduğuna göre matador olmamalıydı. Ben de bunu isterdim. Bir şey demiyorum. Hiç öfke duymuyor, bir açıklama yapmadan sessiz duruyorum. Bir insan hiçbir şey bilmediği zaman her şey ne kadar basit. Hiçbir şey bilmeyen biri, pek öyle matador sayılmazdı, diyor. Hiçbir şey bilmeyen bir başkası da boyu kısa olduğuna göre matador olmamalıydı, diyor. Hiçbir şey bilmeyen bir başkası ise, veremliydi, diyor diye geçirdi içinden. Eğildiği ateşin üstünde; yatakta çıplak yatmakta olan esmer adamın bedenindeki yara izlerini, kapalı gözlerini, ağırbaşlı esmer yüzünü, şimdi alnından geriye doğru itilmiş kıvırcık siyah saçlarını görür gibi oldu. Kendisi yatağın kenarına oturmuş onun bacaklarını, baldırındaki gergin kasları hamur yoğurur gibi ovuyor, yavaş yavaş vurarak onları gevşetmeye çalışıyordu. - Nasıl? diye sormuştu ona. “Bacakların nasıl küçüğüm?” - Çok iyi Pilar, demişti gözlerini açmadan. - Göğsünü de ovayım mı? - Hayır, lütfen göğsüme dokunma. - Bacaklarının üst bölümlerine? - Hayır Pilar. Çok acıyor. - Merhemle ovarsam sıcak tutar, iyi olur. - Yok Pilar, teşekkür ederim. Onlara hiç dokunmasan daha iyi olur. - Seni alkolle ovayım mı? - Evet, o olur. Çok yavaş ama. - Boğayla olağanüstüydün, demişti Pilar. Oda, - Evet. Onu çok iyi öldürdüm, demişti. Alkolle ovup bir örtüyle iyice sardıktan sonra yatakta yanına uzanmıştı. Finito esmer elini uzatmış, “Sen çok iyi bir kadınsın Pilar” demişti ona. Şaka gibi bir sözdü bu. Her güreşten sonra Finito uyur, kendisi de onun yanına uzanır, elini iki

113


eli arasına alır, soluk alışverişini dinlerdi. Uyku sırasında sık sık korkardı; korktuğunda Pilar'ın elini daha sıkı tutar, Pilar onun alnında ter damlacıkları görürdü. Uyanırsa ona, “Bir şey yok” derdi, o da yeniden uykuya dalardı. Onunla beş yıl kadar birlikte olmuşlardı ve Pilar onu hiç aldatmamıştı. Cenazeden sonra Finito'nun öldürdüğü boğalara benzeyen Pablo'ya rastlamıştı. Pablo o sıralar arenada Pikador’ların atlarını sürüyordu. Fakat ne boğa gücü, ne de boğa korkusuzluğu sona ermişti. Bunu şimdi biliyordu. Peki, sona eren neydi? Ben tükendim, diye düşündü. Benim sonum geldi. Fakat niçin? - Maria, dedi, “Yaptığın işe dikkat et. O ateş yemek pişirmek için, bir kent yakmak için değil.” Bu sırada Çingene mağaradan içeri girdi. Karla kaplanmıştı. Mağaranın girişinde durmuş, bir elinde karabinası, ayaklarını yere vurarak üstündeki karları silkeliyordu. Robert Jordan hemen ayağa kalkıp Çingeneye doğru yürüdü. - Peki? diye Çingene'ye sordu. - Nöbetler altı saatlik. Büyük köprüdeki adam duruyor, dedi Çingene. “Yol işçilerinin kulübesinde sekiz adam ve bir onbaşı var. Kronometre burada.” - Bıçkıevinde durum nasıl? - İhtiyar orada. Hem orayı, hem de yolu gözetleyebiliyor. - Yolda neler oluyor? Çingene, - Her zamanki gibi gidiş-geliş var, dedi. “Olağandışı bir şey yok. Bir dolu araba...” Görünüşüne bakılırsa Çingene üşümüştü; esmer yüzü soğuktan gerilmişti, elleri kıpkırmızıydı. Mağaranın ağzında durarak ceketini çıkarıp silkeledi. - Nöbetçiler değişene kadar bekledim, dedi. “Öğlende ve saat altıda nöbet değiştirdiler. Onların ordusunda olmadığıma çok seviniyorum…” 14. Bölüm Robert Jordan kalkıp ceketini giydi. Sonra Çingeneye döndü, - İhtiyarın yanına gidelim, dedi. Çingene itiraz etti, - Ben gitmem, dedi. “Ateşin yanına gidip sıcak bir çorba içmek istiyorum şimdi. Bunlardan birine, nerede olduğunu anlatayım, şu masadakilerden birine. Seni o götürsün” dedi. Sonra, “Hey lokmacılar” diye bağırdı. “İngilizi ihtiyarın bulunduğu yere kim götürecek?” Fernando, - Ben götürürüm, diye kalktı. “Yerini söyle...” - Dinle, dedi Çingene. Sonra ihtiyar Anselmo'nun bulunduğu yeri ona anlattı. İhtiyar büyük bir ağaç gövdesini kendine korugan yapıp oturmuştu. Tipi fırtınası her yandan esiyordu. Ağacın gövdesine neredeyse yapışmış, kollarını çapraz yapıp ellerini ceketinin kolları içine sokmuş, başını da olabildiğince ceketinin içine gömmüştü. Biraz daha kalırsa donacağını düşündü, “Ölümüm de hiçbir işe yaramaz” dedi kendi kendine. İngiliz yerime başkası gelene kadar burada beklememi söyledi ama kar yağacağını bilmiyordu. Yolda olağanın dışında bir hareket yok. Buralarda ve bıçkı değirmeninde ne olup bittiğini iyi bilirim, hiçbir olağan dışılık yok. Biraz daha oturup sonra kampa giderim, diye düşündü.

114


Çok katı olan emirlerin yanlışı bu dedi kendi kendine. Bir değişiklik yapmak şansın yok. Ayaklarını birbirine sürttü, ellerini ceketinin kollarından çıkardı, eğildi, kan dolaşımını sağlamak için elleriyle bacaklarını ovdu. Ağacın altında daha az soğuktu ama hemen yola çıkması gerekiyordu. Bu sırada bir motor sesi duydu. Zincirleri yoktu, yalnızca bir zincirin ara ara yere vurduğu duyuluyordu. Araba karla kaplı yolda yavaş yavaş ilerliyordu. Yeşil ve kahverengiye, camları da içerisi görülmesin diye maviye boyanmıştı. Yalnızca içerdekilerin dışarıyı görebilmesi için camlar üstünde yarım daire biçimindeki birer bölüm boyanmamıştı. Arabalardan biri, generallerin kullanımı için ayrılıp rengi değiştirilmiş iki yıllık bir Rolls-Royce'tu, fakat tabi Anselmo bunu bilmiyordu. Onun içini göremediği arabada, pelerinlerine sarınmış üç subay oturmaktaydı. İkisi arkada, biri de katlanabilir koltuktaydı. Katlanabilir koltukta oturan subay, mavi camın yarım daire bölümünden dışarıya bakmaktaydı fakat Anselmo onu göremedi. Subay da yaşlı adamı görmemişti. Araba, Anselmo'nun hemen aşağısındaki yoldan geçip gitti. Fakat Anselmo kırmızı yüzlü, çelik miğferli şoförü gördü. Şoförün üstünde battaniyeden yapılmış bir pelerin vardı. Şoförün yanındaki otomatik bir silahın ön bölümünü görebildi Anselmo. Araba yokuşa tırmanmaya başlayınca Anselmo ceketinin cebinden Robert Jordan'ın defterinden koparılmış kağıtları çıkardı ve bir araba işareti yaptı. O gün gelen onuncu arabaydı bu. Altısı dağdan geri inmişti, dördü yukarıda kalmıştı. Olağandışı bir sayı değildi bu fakat Anselmo topçu birliğinin subaylarını dağa taşıyan Fordları, Fiatları, Opelleri, Renaultları ve generalleri taşıyan RollsRoyceları, Lanciaları, Mercedesleri birbirinden ayıramıyordu. Bunları ancak Robert Jordan bilebilirdi, fakat o da orada yoktu. Anselmo iseher araba için kağıt üstüne bir araba işareti yapıyordu ve o kadar üşümüştü ki artık karanlık basmadan kampa gitmeye karar verdi. Yolunu yitirmek gibi bir korkusu yoktu ama daha fazla beklemenin de faydası olmayacaktı. Ayrıca rüzgâr da giderek daha soğuk esiyor, kar hiç hızını kesmeden yağıyordu. Fakat ayağa kalkıp da yola bakınca, tepedeki kampa doğru yürüyecek yerde, çam ağacının daha az rüzgâr alan yanına geçip bekledi aniden. İngiliz bana beklememi söyledi diye düşündü. Şu anda yolda olabilir. Buradan ayrılırsam beni ararken yolunu yitirebilir. Bu savaş süresince disiplinsizliğin ve emirlere uymamanın acısını çektik. O nedenle bir süre daha İngiliz'i bekleyeceğim. Fakat bir süre daha gelmezse giderim, çünkü burada gördüklerime ilişkin bilgi vermeliyim. Ayrıca bu günlerde yapmam gereken çok iş var, burada donarak ölürsem burada kalırım. Bu da disiplin ve emirlere uyma konusunda hiçbir işe yaramayan bir abartma olur. Yolun diğer tarafındaki bıçkı değirmeninin bacasından dumanlar tütüyordu. Anselmo, rüzgâr kendisine doğru estiği için dumanın kokusunu duymaktaydı. Faşistler ısınabiliyorlar diye düşündü içinden, “Ama yarın akşam onları öldüreceğiz.” Şuna inanıyorum ki eğer değirmene gidip kapıyı çalsam beni içeri alacaklar. Elbette, aldıkları emir gereği, her yolcunun kağıtlarını görmek zorundalar. Aramıza giren ise yalnızca emirler. O adamlar faşist değil, onlara faşist diyorum ama değiller. Tıpkı bizim gibi yoksul insanlar onlar. Bize karşı savaşmamalılar, onları öldürmek istemiyorum. Bu kulübedekiler ise Gallegolar. Bugün öğleden sonra duyduğum konuşmalarından anladım. Faşistlerden ayrılamazlar yoksa aileleri kurşuna dizilir. Gallegolar ya çok akıllı, ya da çok aptal

115


ve yabani olurlar. Her türlüsünü tanıdım. Lister de Franco gibi Gallego. İkisi aynı kasabadan. Şuradaki Gallegolar yılın bu mevsiminde yağan bu kar için ne düşünüyorlar acaba? Değirmenin penceresinden bir ışık göründü. Anselmo titredi ve kahrolası İngiliz diye düşündü. Burada bizim yöremizde bir evde Gallegolar var, ısınıyorlar. Bizlerse bir ağacın altında donuyoruz, yabani hayvanlar gibi kaya kovuklarında yaşıyoruz. Fakat yarın, diye düşündü, yabani hayvanlar kovuklarından çıkacak ve şu anda böylesine rahat olanlar ölecekler. Otero'ya saldırdığımız gece ölenler gibi. Otero'yu hatırlamaktan hoşlanmadı. O gece, Otero'da, hayatında ilk kez insan öldürmüştü ve bu karakoldaki insanları öldürmek istemiyordu. O gece Otero'da, Anselmo battaniyeyi nöbetçinin başına çekmiş, Pablo da onu bıçaklamıştı. Adam, Anselmo'yu bacağından yakalamıştı. Battaniyenin altında boğuluyormuş gibi sesler çıkarmış, bağırmıştı. Anselmo battaniyenin altında onu yakalayıp bıçaklamak zorunda kalmıştı, ayağını ancak o zaman kurtarabilmişti. Bağırma­ ması için dizini adamın boğazına bastırmış, bıçağını saptamıştı. O sırada Pablo, karakolda adamların uyuduğu pencereden içeri bomba atmıştı. Yataklarında ölmeyenler bu kez yataklarından çıkarken ikinci bombayla ölmüşlerdi. O günler Pablo'nun büyük olduğu günlerdi. Hiçbir faşist karakolunun Pablo yüzünden geceleri güvenlikte olmadığı günlerdi. Şimdilerde ise, diye düşündü Anselmo, hadım edilmiş bir domuz kadar tükenmiş. Hayır, o kadar da kötü değil. Anselmo sırıttı. Tekrar çok soğuk olduğunu düşündü. İngiliz gelmeli ve şu karakoldaki insanları öldürmek zorunda kalmamalıyım. Şu dört Gallego ve onbaşı öldürmekten hoşlanan kişiler. İngiliz öyle dedi. Eğer bu benim görevimse yapacağım elbette, fakat İngiliz köprüde onunla birlikte olacağımı söyledi; bu işi başkaları görecekmiş. Köprüde bir çatışma olacak, o çatışmadan sağ çıkarsam, bu savaşta üstüme düşeni yapmış olacağım. Fakat İngiliz artık gelse, üşüdüm ve ışığını gördüğüm karakolda Gallegoların sıcakta oturduğunu gördükçe daha çok üşüyorum. Evimde olmayı ve bu savaşın bitmiş olmasını isterdim. Değirmendeki askerlerden biri kerevette oturmuş, çizmelerini yağlıyordu. Bir başkası kerevetine uzanmış uyuyordu. Üçüncüsü yemek pişiriyor, onbaşı ise gazete okuyordu. Miğferleri duvardaki çivilere asılmış, tüfekleri duvara dayalı duruyordu. Kerevette oturan asker, - Ne biçim bir memleket bura? Neredeyse haziran geldi, kar yağıyor dedi. Onbaşı, - Anlaşılır gibi değil, diye karşılık verdi. Yemek pişirmekte olan asker, - Mayıs ayındayız, daha bitmedi, diye söze karıştı. Kerevetteki asker, - Mayıs ayında kar yağan bir yer, nasıl bir yer? dedi. Onbaşı, - Mayısta kar yağması bu dağlarda az rastlanır bir olay değil, dedi. “Madrid'de mayıs ayında üşüdüğüm kadar başka hiçbir ayda üşümedim.” Yemek pişirmekte olan asker, - Ayrıca da en sıcak ay, - Mayıs ayında sıcaklık farkları çoktur, dedi. “Burada, Kastilya'da mayıs ayı çok sıcak olur, ama çok da soğuk olabilir.”

116


Kerevetteki asker, - Ya da çok yağmur yağar, diye ekledi. “Bu son mayıs ayında hemen her gün yağmur yağdı.” Yemek pişiren asker, - Hayır, yağmadı, dedi. Onbaşı, - İnsan seni ve aylarını dinlerken çıldırabilir, dedi. “Ayları rahat bıraksana.” - Deniz kıyısında ya da karada yaşayan herkes ayların değil, 'Ay' ın daha önemli olduğunu bilir, dedi yemek pişiren asker. “Mesela, şimdi mayıs ayına yeni girdik. Mayıs haziranda gelir.” - O halde niçin doğru mevsime yerleşmiyoruz? Bütün bunlardan çok sıkılıyorum, dedi onbaşı. Yemek pişiren, - Sen kasabalısın, dedi. “Lugo'lusun. Denizi ya da karayı nereden bileceksin?” - Kasabadakiler senin denizde veya karada öğrendiklerinden daha çok şey öğrenirler. - Bu 'Ay' sardalya akını olur, dedi yemek pişiren asker. “Bu 'Ay' da sardalya tekneleri denize açılır. Uskumrular kuzeye gider.” - Noya'lısın da niye denizci olmadın? diye sordu onbaşı. - Noya'da değil de, doğduğum yer olan Negreira'da kayıtlıyım. Ve Negria Tambre ırmağının yukarısında olduğu için orduya aldılar. - Kötü, dedi onbaşı. - Denizcilikte de tehlike var! dedi kerevette oturan asker. “Savaş olmasa bile denizcilik kışın tehlikelidir.” Onbaşı, - Hiç biri karacılıktan daha kötü olamaz, dedi. Yemek pişiren asker, - Sen de onbaşısın değil mi, dedi. “Nasıl böyle konuşuyorsun?” - Hayır, dedi onbaşı, “Tehlikelerden söz ediyorum. Bombardımanlar sırasındaki, saldırılar sırasındaki tenliklerden.” Kerevetteki asker, - Burada tehlikeler çok az, dedi. Onbaşı ise, - Allah'ın yardımıyla, dedi. “Ama ne zaman tehlikelerle karşılaşacağımızı kim bilebilir? Hep böyle kolay yaşamayacağımız kesin.” - Bu ayrıntılarla daha ne kadar uğraşacağız dersin? - Bilmiyorum, diye karşılık verdi onbaşı. “Ancak bütün savaş süresince bunlarla uğraşmak istediğimi de biliyorum.” Yemekle uğraşan asker, - Altı saatlik nöbet çok fazla, dedi. - Fırtına böyle devam ederse üçer saatlik nöbetler tutacağız, dedi onbaşı. “Üç saat nöbet iyi sayılır.” Kerevetteki asker, - Subay arabaları neydi öyle! - Onların bu kadar çok geçmeleri hoşuma gitmedi. - Benim de hoşuma gitmedi, dedi onbaşı. “Bütün bunlar çok kötü. Uğursuzluk.” - Ya uçaklar, dedi yemek pişiren asker, “Uçaklar da iyiye işaret değil.” Onbaşı,

117


- Fakat hava gücümüz çok iyi, dedi. “Kızılların hava gücü bizimkiyle karşılaştırılamaz bile. Bu sabahki uçaklar insana gurur veriyor.” Kerevette oturan, - Ben onların uçaklarını da gördüm, dedi. “Güçlü oldukları zaman. İki motorlu uçakların her yere korku saldıkları dönemde.” - Öyle ama bizimkiler kadar güçlü değillerdi, dedi onbaşı. “Bizim hava gücümüzü aşamazlar.” Yaşlı Anselmo ise karların altında “umarım bunları öldürme işi bana düşmez” diye düşünüyordu. Savaştan sonra öldürenlerin çok ağır cezalandırılacaklarını sanıyorum. Eğer savaştan sonra inancımız olmazsa, bence, öldürme olaylarını ortadan kaldırmak için çok iyi bir sivil örgütlenme gerekecek, yoksa hiçbir zaman insanca temellere dayalı bir yaşantımız olamaz. Sonra İngiliz'i merak ediyorum, diye geçirdi içinden. Bana umursamadığını söyledi. Yine de hem düşünceli, hem de duygulu biri gibi görünüyor. Genç insanlar için öldürmek önemli olmayabilir. Belki yabancılar, belki bizim dinimizden olmayanlar için böyledir bu. Bunu İngiliz ile konuşmak isterdim ama çok genç olduğu için anlamayabilir. Daha önce de öldürmekten söz etmişti. Yoksa söz eden ben miydim? Çok kişiyi öldürmüş olmalı ancak hiç de öldürmekten hoşlanan biri gibi değil. Robert Jordan ona yaklaştığı zaman Anselmo gülümsüyordu. Robert Jordan sessizce gelmişti, iyice yaklaşana kadar Anselmo onu görmemişti. Robert Jordan yavaşça arkasına vurdu, - Hola ihtiyar, diye fısıldadı. “Nasılsın bakalım?” - Çok üşüyorum, dedi Anselmo. Az ötede, karın geldiği yönde arkasını dönmüş olarak Fernando duruyordu. - Haydi kampa dönüyoruz, ısınırsın. Seni bu kadar uzun bir süre burada bırakmak cinayetti. Anselmo pencereyi gösterdi, - Onların ışığı, dedi. - Nöbetçi nerede? - Buradan göremezsin. Virajın diğer yanında. Robert Jordan, - Cehenneme gitsinler, dedi. “Haydi gel, kampta anlatırsın gördüklerini.” - Dur göstereyim, dedi Anselmo. - Sabah bakarım, dedi Robert Jordan, “Şundan bir yudum al.” Matarasını yaşlı adama uzattı. Anselmo matarayı başına dikip içti. - Ateş gibi, dedi. Robert Jordan, - Haydi gidelim artık, dedi. Öylesine karanlıktı ki ancak gözlerinin önünden geçen kar tanelerini görebiliyorlardı. Fernando biraz ötede durmaktaydı. Robert Jordan, - Şu nikotin deposuna bir sigara vereyim, dedi. - Hey Fernando, diye seslendi, adam ona doğru gelirken, “Bir yudum ister misin? ” diye sordu. - Hayır teşekkür ederim, dedi Fernando. Asıl ben sana teşekkür ederim diye düşündü Robert Jordan. İçkiden çok kalmadı. Bu yaşlı adamı gördüğüme çok seviniyorum, dedi kendi kendine. Anselmo'ya baktı, tepeye doğru çıkarlarken arkasına hafifçe dokundu. Anselmo'ya, - Seni gördüğüne çok sevindim, dedi. “Ne zaman bunalsam seni gördüğümde

118


neşeleniyorum. Şöyle gel, buradan gidelim.” Kar altında tepeye tırmanıyorlardı. Robert Jordan, - Pablo'nun sarayına dönelim, dedi. Bu sözler İspanyolca'da olağanüstü güzel geldi kulağa. Anselmo, - Korku sarayı, dedi. - Yitik yumurtalar mağarası, dedi Robert Jordan. - Ne yumurtası? diye sordu Fernando. - Şaka, dedi Robert Jordan. “Yalnızca bir şaka. Yumurta değil, başka şeyler.” - Fakat niye yitik olsunlar? diye tekrar sordu Fernando. Robert Jordan, - Bilmiyorum, dedi. “Anlatmak için bir kitap dolusu laf gerek. Pilar'a sor.” Yürürlerken kolunu Anselmo'nun omzuna doladı, onu sıkı sıkı tuttu ve salladı, sonra. - Dinle, dedi, “Seni gördüğüme çok sevindim. Bu ülkede birini bıraktığın yerde bulmanın ne demek olduğunu biliyor musun?” Anselmo, - Ben de seni gördüğüme sevindim, dedi. “Az sonra oradan ayrılacaktım.” - Elbette, dedi Robert Jordan, “Yoksa donardın burada.” Anselmo, - Yukarıda durum nasıl? diye sordu. - İyi, dedi Robert Jordan, “Her şey yolunda gidiyor.” Devrimci bir orduda, aniden gelen bir emirden nasıl herkes mutlu oluyorsa, öyle bir mutluluk duydu. Bir yanınızda duyduğunuz bir mutluluk. Her iki yanınızda duysanız bu mutluluğa dayanamazsınız diye düşündü. Anselmo'ya, - Dinle, dedi. “Seni gördüğüne öyle seviniyorum ki!” Yaşlı adam, - Ben de seni gördüğüme çok seviniyorum, dedi tekrar. Fırtınalı karanlıkta tepeye tırmandılar. Anselmo kendini yalnız hissetmiyordu artık. İngiliz arkasına yavaşça vurduğundan beri yalnızlık duymuyordu. İngiliz hoşnuttu, mutluydu, şakalaşıyorlardı. İngiliz işlerin yolunda olduğunu söylüyordu, Anselmo artık endişeli değildi. Tepeye tırmanırken ayakları da ısınıyordu. İngiliz'e, - Yolda pek bir şey yok, dedi. - İyi, dedi Robert Jordan. “Mağaraya varınca bana gösterirsin.” Anselmo şimdi mutluydu ve o gözetleme yerinde durup beklediğine seviniyordu. Eğer kampa gitmiş olsaydı, bir şey çıkmazdı. Robert Jordan'a göre bu şartlarda kampa dönmesi akıllıca olurdu. Fakat ona bekle demişti, o da bekledi diye düşündü Robert Jordan. İspanya'da az rastlanabilecek bir durumdu bu. Fırtınada durup beklemek daha birçok şeyin işaretidir. Almanlar bir saldırıya boşuna fırtına dememişlerdir. Böyle durup bekleyecek ancak bir kişi daha bulabilirdim. Şu Fernando durup bekler miydi, merak ediyorum. Belki. Az önce benimle gelmeyi o önermişti. O da yeterince inatçı. Bazı soruşturmalar yapmalıyım. Nikotin deposu şimdi ne düşünüyor acaba? Robert Jordan, - Ne düşünüyorsun Fernando? diye sordu. - Ne soruyorsun? - Meraktan, dedi Robert Jordan, “Biraz meraklı bir adamım ben.” Fernando,

119


- Yemeği düşünüyordum, dedi beriki. - Yemek yemeyi sever misin? - Eh, şöyle böyle, dedi Fernando… 15. Bölüm Üç adam kar altında tepeye ulaştı. Fırtınadan sonra mağaranın duman kokulu sıcaklığına girdiklerinde Pilar bir baş hareketiyle Robert Jordan'ı yanına çağırdı. - El Sordo buradaydı, dedi. “At aramaya gitti,” - İyi, dedi Robert Jordan, “Bana bir haber bıraktı mı?” - Sadece at aramaya gideceğini söyledi. - Peki biz? - Boş ver, dedi kadın. “Ona bak.” Robert Jordan mağaraya girerken Pablo'yu görmüştü. Pablo da ona sırıtmıştı. Şimdi ise tahta masada oturmuş ona sırıtıp el sallıyordu. Pablo, - İngiliz, diye ona seslendi, “Hâlâ yağıyor İngiliz.” Robert Jordan ona el salladı. Maria, - Ayakkabılarını kurutayım, dedi. “Onları ateşin dumanına asayım.” Robert Jordan, - Dikkat et de onları yakma, dedi. “Buralarda yalınayak dolaşmak istemem.” Sonra Pilar'a döndü, “Ne oldu?” diye sordu. “Toplantı mı bu? Dışarıda gözcü yok mu?” - Bu fırtınada?..” Masada altı kişi oturmuş, sırtlarını duvara dayamışlardı. Anselmo'yla Fernando girişte ceketleriyle pantolonlarındaki karı silkeliyor, ayaklarını duvara vuruyorlardı. Maria, - Ceketini alayım, dedi. “Kar üstünde erimesin.” Robert Jordan ceketini çıkardı, pantolonundaki karları silkeledi, ayakkabılarının bağlarını çözdü. Pilar, - Burada her şeyi ıslatacaksınız, dedi. - Beni çağıran sendin. - Yine de karları silkelenek için kapıya gitmene hiçbir engel yok. - Bağışla, dedi Robert Jordan. Çıplak ayakla kirli yere basmaktaydı. “Bana bir çift çorap getir Maria.” Pilar, - Beyefendi, diye takıldı, ateşe bir odun attı. - Yaşadığın günden yararlanmaya bakmalısın, dedi Robert Jordan. Maria, - Çantan kilitli, dedi. Robert Jordan, - Anahtar burada, deyip uzattı. - Bu çantaya uymuyor. - Öteki çantaya bak. Yanda, üstte duruyorlar. Maria çorapları getirdi, sonra çantayı kilitledi ve anahtarı geri verdi. - Otur da çorapları giy ve ayaklarını iyice ovala, dedi kız, Robert Jordan'a gülümsedi. Pilar'ın duyabileceği bir sesle, - Onları saçlarınla kurutamaz mısın? diye sordu. - Hayvana bak, dedi kadın. “Önce çöplük efendisi, şimdi de bizim efendimiz. Ona odunla vur Maria.”

120


- Yoo, dedi Robert Jordan. “Şaka ediyorum, çünkü mutluyum.” - Mutlu musun? - Evet, her şey yolunda gidiyor diye düşünüyorum. Maria, - Roberto, haydi otur da ayaklarını kurut, dedi, “Ben de seni ısıtacak bir içki getireyim.” - Sanki bu adamın ayakları şimdiye kadar hiç donmadı ha? Şimdiye kadar hiç kar yağmadı, dedi Pilar. Maria bir koyun postu getirerek yere koydu, - Al, dedi. “Ayakkabıların kuruyana kadar buna bas.” Koyun postu yeni kurutulmuş ve tabaklanmamıştı. Robert Jordan postun ayaklarının altında çıtırdadığını duyuyordu. Pilar Maria'yı yanına çağırdı, - Ateşe üfür biraz yaramaz, dedi. “Burası bir tütsüleme evi değil.” Maria, - Sen üfür, dedi, “Bel El Sordo'nun bıraktığı şişeyi arıyorum.” - Eşyalarının arkasında, dedi Pilar. “Ona emzikli bebekmiş gibi bakmak zorunda mısın?” - Hayır, dedi Maria. “Islanmış ve üşümüş bir adam olduğu için bakmak zorundayım. Ve evine yeni gelmiş bir erkek. İşte buldum. “Şişeyi Robert Jordan'a götürdü. “Bugün öğleyin açıldı,” dedi. “Bu şişeyle insan güzel bir lamba yapabilir. Elektriğe yeniden kavuştuğumuz zaman bu şişeden ne güzel bir lamba yaparız.” Maria şişeye hayranlıkla baktı. “Buna ne dersin Roberto?” - Ben İngiliz olduğumu sanıyordum. - Başkalarının yanında sana Roberto diyorum. Pablo, Robert Jordan'a başını salladı, tok bir sesle, - Roberto, diye yineledi. “Bundan istiyor musun Don Roberto?” - Sen ister misin? diye sordu Robert Jordan. Pablo, başını sallayarak istemediğini belirtti. - Ben şarap alıyorum, dedi böbürlenerek. Robert Jordan İspanyolca, - Bacchus'la birlikte ha? dedi. Pablo, - Bacchus kim? diye sordu. , “Yoldaşlarınızdan biri” dedi Robert Jordan. - Hiç adını duymadım. Bu dağlarda öyle birini duymadım hiç, dedi Pablo. Robert Jordan, Maria'ya, - Anselmo'ya bir maşrapa ver, dedi. “Asıl üşüyen o.” Kuru çoraplarını giydi. Sonra getirdiği viski için El Sordo’nun çok ince davrandığını düşündü. Anselmo'ya, - Beğendin mi? diye sordu, Robert Jordan. Anselmo, - Çocuk içine su karıştırmış, dedi. Maria, - Roberto öyle içer, dedi. “Sen özel biri misin?” - Hayır, diye karşılık verdi Anselmo. “Hiç de özel biri değilim. Fakat mideme inerken geçtiği yeri yakmasını isterim!” Robert Jordan, Maria'ya, - Şunu ver, dedi. “Midesine inerken geçtiği yeri yakması için maşrapaya biraz

121


daha içki koy.” Bardakta kalanları kendi bardağına döktü, Anselmo'nun boş bardağını kıza uzattı. Kız büyük bir dikkatle Anselmo'nun bardağına biraz içki koydu. Yaşlı adam “hah,” diye maşrapayı aldı ve bir dikişte içti. Gözlerinden yaşlar aktı. Elinde şişeyle ayakta durmakta olan Maria'ya göz kırptı, - İşte, dedi, “İşte bu.” Dudaklarını yaladı. “İçini kemiren kurdu bu öldürür işte.” Maria şişe daha elinde, - Roberto, diye ona yaklaştı. “Yemek ister misin?” - Hazır mı? - Ne zaman istersen hazır olur. - Herkes yedi mi? - Sen, Anselmo ve Fernando'dan başka herkes yedi. - Öyleyse biz de yiyelim. Sen yedin mi? - Ben sonra Pilar'la yerim. - Şimdi bizimle ye. - Hayır. Doğru olmaz. - Haydi, haydi. Gel bizimle ye. Benim ülkemde bir erkek, kadının önünde, kadın da yemiyorsa, yemek yemez. - Orası senin ülken. Burada kadınlar sonra yer. Pablo masadan baktı. - Onunla birlikte ye, dedi. “Onunla ye, onunla iç, onunla yat, onunla öl, onun ülkesinin törelerine uy.” Robert Jordan, Pablo'nun önüne dikildi. - Sarhoş musun? diye sordu. Kirli, yüzü sakallı adam bundan hoşlanmıştı. Robert Jordan'ın yüzüne baktı. - Evet, diye karşılık verdi Pablo. “Senin ülken neresi İngiliz? Kadınların erkeklerle birlikte yemek yediği ülken?” - Estados Unidos'ta Montana. - Erkeklerin etek giydiği yer orası mı? - Hayır. Orası İskoçya. Pablo, - Ama dinle İngiliz, dedi, “Etek giydiğin zaman...” - Ben etek giymiyorum, dedi Robert Jordan. Pablo ise, - Etek giydiğin zaman altına ne giyiyorsun? diye sözünü sürdürdü ısrarla. Robert Jordan, - İskoçlar ne giyer bilmiyorum, diye cevap verdi. “Ben de bunu hep merak etmişimdir.” - Onlar benim umurumda değil, dedi Pablo. “Sen İngiliz, sen diyorum, ülkende eteğinin altına ne giyiyorsun?” - Sana iki defa bizim etek giymediğimizi söyledim, dedi Robert Jordan. “Ne sarhoşken, ne de şaka olsun diye.” Basık yüzlü, kırık burunlu, adı Primitivo olan adam, - Onu başlatma yine İngiliz, dedi. “Sarhoş o. Sizin ülkede insanlar ne yetiştirir?” - Sığır ve koyun, dedi Robert Jordan. “Ve bir çok tahılla fasulye. Ayrıca şekerpancarı.” Şimdi üçü masada oturuyordu, ötekiler de onların çevresinde toplanmıştı. Yalnız Pablo şarap çömleğinin başına çökmüştü. Yemek bir gece önceki yahniydi. Robert Jordan büyük bir iştahla yemeğe başladı.

122


- Sizin ülkenizde dağlar mı var? Adı öyle olduğuna göre dağlık bir yer olmalı, dedi Primitivo sözü uzatmak için. Pablo'nun sarhoşluğundan ötürü öyle konuşmasına içerlemişti. - Çok dağ var. Ve yüksek dağlar var. - Güzel otlaklar var mı? - Hem de çok güzel otlaklar var. Yüksek yerlerde, ormanlar arasındaki otlakları hükümet denetler. Sonbaharda sürüler daha alçak yerlerdeki büyük çiftliklere indirilir. - Orada toprak köylülerin mi? - Toprağın çoğu, onu işleyenlerin elinde. Başta toprak eyaletindi, fakat üstünde yaşayıp işleyeceğini bildiren biri eyaletten yüz elli dönüme kadar toprak alabilir. Agustin, - Bunun nasıl yapıldığını anlatabilir misin? diye sordu. “Bu bir toprak reformu demek.Önemli bir şey bu.” Robert Jordan eyaletten toprak almanın yollarını anlattı. Daha önce bunun toprak reformu anlamına geldiğini hiç düşünmemişti. Primitivo, - Olağanüstü, dedi. “Öyleyse ülkenizde komünizm var.” - Hayır. Bunları Cumhuriyet yönetimi yapıyor. Agustin, - Bence, dedi, “Cumhuriyet yönetiminde her şey yapılabilir. Başka bir yönetim biçimine gerek yok.” Andres de, - Sizde çok büyük toprak sahipleri yok mu? diye sordu. - Çok var. - Öyleyse kötülükler de var. - Evet, birçok kötülük de var. - Fakat sen bunlardan uzak durdun. - Uzak durmak için gittikçe daha çok çaba gösteriyoruz. Fakat yine de birçok kötülük var. - Fakat bölünmesi gereken çok fazla büyük toprak yok? - Evet, fakat vergilendirme yoluyla bu büyük toprakların bölüneceğine inananlar var. - Nasıl? Robert Jordan yahni tabağını bir ekmek parçasıyla sıyırdı, gelir vergisiyle veraset vergisinin nasıl uygulandığını anlattı onlara. - Fakat yine de büyük topraklar var. Toprak için vergiler de var, dedi. Primitivo, - Büyük toprak sahipleriyle zenginler bu vergilere karşı çıkıp devrim yapacaklardır kesinlikle. Tehlikede olduklarını gördükleri zaman hükümete başkaldıracaklardır. Burada faşistlerin yaptıkları gibi. - Olabilir. - O zaman ülkenizde, bizim burada yaptığımız gibi savaşacaksınız siz de. - Evet, o zaman savaşmak zorunda kalacağız. - Peki, sizin ülkenizde faşistler yok mu? - Faşist olduğunu bilmeyen pek çok faşist var; zamanı gelince öğrenecekler. - Ancak onlar başkaldırmadıkça onları yok edemezsiniz. - Hayır, dedi Robert Jordan. “Onları yok edemeyiz. Fakat insanları eğiterek faşizmden korkmalarını, faşizm baş gösterdiği zaman onu tanıyıp ezmelerini

123


sağlayabiliriz. - Nerede faşist yok biliyor musun? diye sordu Andres. - Nerede? dedi Robert Jordan. Andres, - Pablo'nun köyünde, diye cevap verdi ve sırıttı. Primitivo, Robert Jordan'a, - Köyde neler olduğunu biliyor musun? diye sordu. - Evet, olanları duydum. - Pilar'dan mı duydun? - Evet. - Pilar sana her şeyi anlatmış olamaz, dedi Pablo, tok bir sesle. “Çünkü o, sonunu göremeden pencerenin dışındaki iskemleden düştü.” Pilar söze karıştı, - Öyleyse sonunu sen anlat, dedi. “Ben hikâyenin tamamını bilmediğime göre sen anlat.” - Hayır, dedi Pilar, “Ve hiç anlatmayacaksın. Şimdi de hiç olmamasını yeğlerdin.” Pablo, - Hayır, bu doğru değil, dedi. “Herkes faşistleri benim öldürdüğüm gibi öldürmüş olsaydı şimdi şu savaş olmazdı. Fakat o zaman olduğu gibi olmasını istemezdim.” - Niye böyle diyorsun? diye sordu Primitovo. “Politikanı mı değiştirdin?” - Hayır, fakat barbarlıktı, diye cevap verdi Pablo. “O zamanlar çok barbardım.” Pilar, - Şimdilerde de sarhoşsun, dedi. Pablo, - Evet, diye karşılık verdi. Pilar, - Barbar olduğun zamanlar seni daha çok seviyordum, dedi. “En aptal kişi sarhoş olandır. Hırsız çalmadığı zaman başkalarına benzer, soyguncu işini evinde yapmaz, katil ellerini yıkayabilir. Fakat sarhoş kötü kokar, kendi yatağına kusar, bütün iç organlarını alkolle eritir. Pablo alçak sesle, - Sen kadınsın, anlamazsın, dedi. “Şarapla sarhoşum. O insanları öldürmeseydim mutlu da olabilirdim. Fakat hepsi de içimi hüzünle dolduruyorlar.” Acıyla başını salladı. Pilar, - Ona Sordo'nun getirdiği şaraptan biraz verin de kendine gelsin. Katlanılamayacak denli üzüntüye kaptırdı kendini. - Eğer onları yeniden hayata döndürebilseydim, bunu yapardım, dedi. Agustin, ona sövdü. “Ya böyle konuşmayı kes, ya da dışarı çık. Öldürdüklerin faşistlerdi” dedi. - Beni duyuyor musun? dedi Pablo, “Hepsini yaşama döndürürdüm.” Pilar, - Sonra da su üstünde yürürdün, dedi. “Böyle bir adam görmedim. Düne kadar erkekliğinden artakalan bir şeyler vardı. Bugün hasta bir kedi yavrusuyla bile başa çıkamazsın. Yine de üzüntünle mutlu oluyorsun.” Pablo başını salladı. - Ya hepsini öldürecektik, ya da hiçbirini, dedi. Agustin,

124


- Bak İngiliz, İspanya'ya nasıl geldin? Pablo'yu bırak, sarhoş o. - İlk kez on iki yıl önce geldim, ülkeyi görmek ve dilinizi öğrenmek için, diye cevap verdi Robert Jordan. “Bir üniversitede İspanyolca okutuyordum.” Primitivo, - Gerçekten de bir profesöre çok benziyorsun, dedi. Pablo, - Sakalı yok, diye söze karıştı. “Bak sakalı yok.” - Gerçekten profesör müsün? - Okutmanım. - Fakat ders veriyorsun. - Evet. - Neden İspanyolca? diye sordu Andres. “İngiliz olduğuna göre İngilizce okutman daha kolay olmaz mıydı?” Anselmo atıldı, - İspanyolca'yı tıpkı bizler gibi konuşuyor. Niye İspanyolca okutmasın? - Evet, fakat bir yabancının İspanyolca okutması bir bakıma küstahlık! dedi Fernando. “Sana karşı değilim Don Roberto” diye ekledi. Pablo, - O gerçekten bir profesör değil, dedi. Kendinden pek hoşnut görünüyordu. “Sakalı yok.” Fernando, - Elbette İngilizce'yi daha iyi biliyorsun, dedi. “İngilizce okutmak daha kolay ve daha açık seçik olmayacak mıydı?” Pilar söze karışmak gereğini duydu. - O İspanyollar'a öğretmenlik yapmıyor ki... Fernando, - Umarım öyledir, dedi. Pilar, - Katır, bırak da sözümü bitireyim, dedi. “O İspanyolca'yı Amerikalılar'a, Kuzey Amerikalılar'a öğretiyor.” - Onlar İspanyolca bilmiyorlar mı? diye sordu Fernando bu kez. “Güney Amerikalılar İspanyolca konuşuyorlar.” - Katır, dedi yine Pilar, “O İngilizce konuşan Kuzey Amerikalılar'a İspanyolca öğretiyor.” Fernando'nun dediği dedikti. - Ben yine de kendi dili İngilizce olduğuna göre İngilizce öğretmesinin daha kolay olacağına inanıyorum. Pilar umutsuzca başını Robert Jordan'a salladı. - İspanyolca konuştuğunu duymuyor musun? diye sordu Femando'ya. - Evet ama aksanlı. - Nerenin aksanıyla, diye sordu Robert Jordan. Fernando kesin bir sesle, - Estremadura, diye karşılık verdi. Pilar, - Vay anam! dedi. “Ne insanlar!” - Olabilir, dedi Robert Jordan, “Buraya Estremadura'dan geldim.” - Sanki biliyor da! dedi Pilar, Femando'ya döndü, “Duydun mu?” Fernando, - Eğer varsa daha yiyebilirim, dedi. “Don Roberto, sana karşı olduğumu sanma

125


sakın!” Agustin, - Amaan sen de, devrimi bir yoldaşa Don demek için mi yapıyoruz? diye çıkıştı. Fernando cevap verdi: - Bence devrim herkese Don diyebilmek içindir. Cumhuriyet yönetiminde böyle olmalı.” - Saçma! Baştan aşağı saçma! diye karşı çıktı Agustin. - Ben yine de Don Roberto'nun İngilizce okutmasının daha kolay ve açık seçik olacağına inanıyorum. Pablo, - Don Roberto'nun sakalı yok, sahte bir profesör o, dedi. Robert Jordan, - Sakalım yok, ne diyorsun? diye sordu. “Bu ne peki?” Üç günlük sarışın sakalını göstermek için elini yanaklarına ve çenesine götürdü. - O sakal değil ki! dedi Pablo. Neşelenmişti. “Sakal değil o. Sahte bir profesör!” Agustin, - Hepinize lanet olsun! dedi. “Burası bir deliler evine benziyor.” - İçmelisin, dedi Pablo. “Bence burada her şey olağan. Don Roberto'nun sakalı dışında.” Maria elini Robert Jordan'ın yanağı üstünde gezdirdi, - Sakalı var, dedi Pablo'ya. - Sen bilirsin elbette, dedi Pablo kıza. Roberto Jordan, Pablo'ya baktı. O denli sarhoş olduğunu sanmıyorum, diye düşündü. Hayır, o denli sarhoş değil. Dikkatli olmalıyım. Pablo'ya, - Kar durur mu dersin? diye sordu. - Sen ne diyorsun? - Sana soruyorum. - Bir başkasına sor, dedi Pablo. “Danışmanlığını ben yapacak değilim. Kadına sor, komuta onun elinde. - Ama ben sana sordum. - Git de kendin öğren! dedi Pablo. “Siz, kadın ve kız...” Primitivo, - Sarhoş o. Ona aldırma İngiliz, dedi. Robert Jordan, - O kadar sarhoş olduğunu sanmıyorum, dedi. Maria arkasında duruyordu. Robert Jordan Pablo'nun kendi omzu üstünden kıza bakmakta olduğunu fark etti. Yaban domuzu gözlerini andıran o küçük gözler, çalı gibi saçlı yuvarlak kafa üstündeki o küçük gözler kızı seyrediyordu. Robert Jordan düşünüyordu. Bu savaşta adam öldüren birçok kişi tanıdım. Önceden de tanıyordum; hiçbiri de bunun gibi cani görünüşlü değildi. Şu Pablo, hiç de yakışıklı bir adam değil. Robert Jordan, Pablo'ya, - İçebildiğine inanmıyorum, dedi, “Sarhoş olduğuna da!” Pablo, ciddi bir sesle, - Sarhoşum, dedi. “İçmek bir şey değil. Önemli olan sarhoş olmak. Ona kuşku duyarım.” Robert Jordan, - Korkakça, evet.” Mağaranın içi öylesine sessizdi ki Pilar'ın yemek pişirdiği ocakta odunun

126


yanarken çıkardığı çıtırtı duyulabiliyordu. Ayaklarına ağırlığını verdiği zaman altındaki koyun derisinin gıcırtısını duydu Robert Jordan. Onu öldürmek, bu işi bitirmek istiyorum, diye düşündü. Ne yapmak istediğini bilmiyorum ama iyi bir şey yapmayacağı kesin. Öbürsü gün köprü işi var ve bu adam kötü bir insan; köprü için bir tehlike. Haydi bu işi bitir. Pablo ona sırıttı, parmağını boğazına götürüp keser gibi yaptı, kısa, kalın boynu üstünde çok az dönebilen başını sağa sola döndürdü. - Yoo İngiliz dedi, “Beni kışkırtma.” Pilar'a baktı, ona da, “Benden bu yolla kurtulamazsın,” dedi. Robert Jordan, - Kapa çeneni, dedi, “Ben seni kendim için kışkırtıyorum.” - Hiç değmez, dedi Pablo, “Ben kışkırtılmam.” Robert Jordan’ın bırakmaya niyeti yoktu. İkinci kez başarılmamasını istemiyordu... Konuşurken bütün bunların önceden de yaşanmış olduğunu hissetti; sanki düşünde gördüğü ya da okumuş olduğu bir oyunun bir bölümünü oynamaktaydı, her şey bir çember üstünde olup gelişiyor gibiydi. Pablo, - Evet, az rastlanır türden, dedi. “Çok az rastlanan ve sarhoş. Sağlığına İngiliz.” Maşrapayı çanağı daldırıp kaldırdı. Az bulunur bir adam, diye düşündü Robert Jordan, akıllı ve de çok karmaşık. Kendi soluğunun sesinden ateşin çıtırtısını duyamaz olmuştu. Robert Jordan da şaraba bir maşrapa daldırdı. - Sana, dedi. Bu onuruna içmeler olmasa bir sonuca ulaşamayacak, diye düşündü. Onuruna içmeyi sürdür. “Salud,” dedi. “Salud ve yine salud.” Sana da salud diye düşündü. Sen de salud de. Pablo tok bir sesle, - Don Roberto, dedi. Robert Jordan da, - Don Pablo, dedi. Pablo yine, - Sen bir profesör değilsin, dedi. “Çünkü sakalın yok. Sonra, benden kurtulmak için beni öldürmek zorundasın.” Ağzı kapalı, dudaklarını çizgi oluşturacak denli birbirine yapıştırmış, Robert Jordan'a bakıyordu. Robert Jordan, bir balığın ağzı gibi diye düşündü. Kafası da yakalandıktan sonra hava yutup şişen oklu kirpiyi andırıyor. Robert Jordan maşrapayı kaldırıp, - Salud Pablo, dedi ve şarabından içti. “Senden çok şey öğreniyorum.” Pablo başını salladı. - Profesöre bir şeyler öğretiyorum, dedi. - Haydi Don Roberto, dost olacağız. - Biz şimdiden dostuz, dedi Robert Jordan. - Ama şimdi iyi dost olacağız. - Zaten iyi dostuz. Agustin, - Buradan çıkıyorum, dedi. “Hayatımız boyunca bir ton yediğimiz söylenir ama daha şimdiden şu dakikada yirmi beş kilosu her iki kulağımdan da tıkıştırılmış durumda.” Pablo ona,

127


- Ne var negro, diye sordu. “Don Roberto'yla aramızdaki dostluktan hoşlanmıyor musun?” - Dilini tut, bana negro deme, dedi. Sonra Pablo'nun üstüne doğru yürüdü, ellerini aşağıda tutarak önünde durdu. - Sana böyle diyorlar, dedi Pablo. - Sen diyemezsin. - O halde blanco... - Öyle de diyemezsin. - Nesin sen öyleyse? Kızıl mı? - Evet, Kızıl, Roja. Cumhuriyet yanlısı ordunun kırmızı yıldızı gibi. Adımsa Agustin. - Ne yurtsever bir adam, dedi Pablo. “Bak İngiliz, tam bir örnek yurtsever.” Agustin Pablo'nun ağzının üstüne elinin tersiyle hatırı sayılır bir, tokat indirdi. Pablo oturduğu yerde kaldı. Ağzının kenarlarında şarap lekeleri vardı. Yüzünün anlamı değişmedi. Robert Jordan, Pablo'nun, tıpkı bir kedinin parlak ışık karşısında göz bebeklerini küçülttüğü gibi, gözlerini kısarak baktığını fark etti. - Bu da değil, dedi Pablo. “Bunu sayma kadın.” Başını Pilar'dan yana çevirdi. “Kışkırtılmış değilim.” Agustin ona bir kez daha vurdu. Bu kez elini sıkıp ağzının üstüne bir yumruk indirdi. Robert Jordan masanın altında tabancasını elinde tutuyordu. Emniyeti çekip, sol eliyle Maria'yı geriye itti. Kız biraz çekildi, Robert Jordan göğüs kemiğine bastırarak onu iyice geriye itti. Göz ucuyla kızın mağaranın kıyısından ateşe doğru kayarcasına gittiğini gördü. Robert Jordan gözlerini Pablo'ya çevirdi. Yuvarlak başlı adam, küçük, yassı gözleriyle Robert Jordan'a bakıyordu. Gözbebekleri daha da küçülmüş gibiydi şimdi. Pablo dudaklarını yaladı, kolunu uzatıp elinin tersiyle ağzını sildi, sonra eline bakıp üstündeki kanı gördü. Dilini dudakları üstünde gezdirdi, tükürdü. - Bu da olmadı, dedi. “Ben aptal değilim. Ben kışkırtmıyorum.” - Cabron, dedi Agustin. - Bilmelisin, dedi Pablo, “Kadını tanıyorsun.” Agustin onun ağzına sert bir yumruk daha indirdi. Pablo, kırmızıya dönmüş ağzında kırık, sarı, çirkin dişlerini göstererek güldü. - Bırak şunu, dedi ve maşrapasını şarap çanağına daldırmak için uzandı. “Buradakilerde beni öldürecek yok; bunlar aptal.” Agustin, - Cobarde,” dedi. - Sözler de işe yaramaz, dedi Pablo. Şarabı ağzında dolaştırdı, yere tükürdü. “Sözler bana ulaşamaz” dedi. Agustin ona baktı ve ağır küfürler etti. - Bunlarda işe yaramaz, dedi Pablo. “Bırak bunları Agustin. Bana daha çok vurma. Ellerini yaralayacaksın!” Agustin onu bırakıp döndü, kapıya doğru yürüdü. Pablo, - Dışarı çıkma, kar yağıyor, dedi. “Burada kalıp rahatına bak.” Agustin kapıdan döndü, - Ya sen! Sen! dedi Pablo, “Sen öldüğün zaman ben daha yaşıyor olacağım.” - Evet ben, dedi Pablo, “Sen öldüğün zaman ben daha yaşıyor olacağım.” Bir maşrapa daha şarap alıp Robert Jordan'a doğru kaldırdı. - Profesöre, dedi, Pilar'a döndü, “Bayan komutana” dedi. Sonra herkese birer

128


birer şarap maşrapasını kaldırdı. En son da, “Bütün kuruntuya kapılanlara” dedi. Agustin ona doğru yürüdü, hızla vurup Pablo'nun elinden maşrapayı düşürdü. - Bu savurganlıktır, dedi Pablo. “Aptalca bir şey.” Agustin ona çirkin bir söz söyledi. - Hayır, dedi Pablo, şaraba bir maşrapa daha daldırdı. “Sarhoşum, görüyor musun? Sarhoş olduğum zaman konuşmuyorum. Çok konuştuğumu hiç görmemişsinizdir. Fakat bazen akıllı bir adam aptallarla bir arada bulunmaya katlanabilmek için sarhoş olmak zorunda kalır.” Pilar, - Git de korkaklığın içinde boğul, dedi. “Seni de korkaklığını da çok iyi biliyorum. ” Pablo, - Kadın nasıl konuşuyor, dedi. - Ben atlara bakmaya gidiyorum. - Git de onları kirlet, dedi Agustin. “Alışkanlıklarından biri de bu değil mi?” Pablo, duvardan, battaniyeden yapılmış pelerinini aldı, - Onlara büyük ilgi duyuyorum, dedi Pablo. “Onlar buradaki insanlardan daha güzel ve daha akıllılar. Eğlenmenize bakın” dedi ve sırıttı. “Onlara köprüyü anlat İngiliz. Saldırı sırasındaki görevlerini açıkla. Geri çekilirken ne yapmaları gerek­ tiğini söyle. Köprüden sonra onları nereye götüreceksin İngiliz? Yurtseverlerini nereye götüreceksin? Bütün gün içerken bunu düşündüm.” Agustin sordu. - Ne düşündün? - Ne mi düşündüm? dedi Pablo. Dilini ağzının içinde gezdirdi. Agustin, - Düşündüğünü söyle. Pablo, - Çok, dedi. Battaniyeden pelerinini başına çekti. Yuvarlak başı battaniyenin kirli sarı katları arasından görünüyordu. “Çok düşündüm.” - Ne? diye sordu Agustin tekrar, “Ne?” - Bir öbek hayalci, kuruntulu insan olduğunu düşündüm, dedi Pablo. “Aklı kalçalarının arasında olan bir kadının ve sizi yıkmaya gelen bir yabancının yönettiği bir öbek hayalci.” Pilar, - Çık dışarı, diye bağırdı. “Dışarı çık da kar altında kendi kendini avuçla. Çirkef mayanı buradan uzak tut. Seni at yorgunu.” Agustin hayranlıkla, - İşte böyle konuşulur, dedi; fakat dalgındı. Kaygılanmıştı. - Gideceğim, dedi Pablo. “Fakat çabuk döneceğim.” Mağaranın ağzındaki battaniyeyi kaldırıp dışarı çıktı. Kapıdan içeri doğru bağırdı. - Daha yağıyor İngiliz. Pablo çıktıktan sonra mağarada duyulan tek ses ocaktan gelen cızırtıydı. Tepedeki delikten kömürlerin üstüne kar düşüyordu. Fernando, - Pilar, daha yahni var mı? diye sordu. - Kapa çeneni! dedi kadın.

129


16. Bölüm Maria, Fernando'nun çanağını alıp, büyük çömlekten yemek doldurdu. Sonra masaya getirip bıraktı. Fernando yemek için eğilince hafifçe omzuna vurdu. Fernando başını kaldırıp bakmadı. Onu ilgilendiren yalnızca yemekti. Agustin ateşin yanında durdu. Ötekiler oturmaktaydılar. Pilar masaya, Robert Jordan'ın karşısına oturdu. - Şimdi nasıl bir adam olduğunu gördün İngiliz, dedi. Robert Jordan, - Şimdi ne yapacak? diye sordu. - Her şey yapabilir, dedi kadın. Masanın üstüne doğru bakıyordu. “Her şey. Her şeyi yapabilecek bir adamdır.” Robert Jordan, - Otomatik silah nerede? diye sordu. Primitivo cevap verdi. - Orada köşede, battaniyeye sarılı. İstiyor musun? - Daha sonra, dedi Robert Jordan. “Yalnızca nerede olduğunu öğrenmek istedim. ” Primitivo, - İçeri getirip kuru durması için battaniyeye sardım. Falya tavası torbada. - Onu yapmaz, dedi Pilar. “Onunla ile bir şey yapmaz.” - Her şeyi yapabileceğini söylemiştin sanıyorum. - Yapabilir, dedi Pilar, “Fakat ona alışık değil. Bir bombanın üstüne basar, böyle yapar ancak.” Çingene, - Onu öldürmek aptallık ve korkaklıktır, dedi. Baştan beri konuşmalara hiç katılmamıştı. Roberto onu dün akşam öldürmeliydi. Pilar, - Öldür onu, dedi. Kocaman yüzü kararmıştı, yorgun görünüyordu. “Şimdi bundan yanayım.” Agustin, - Buna karşıydım ben, dedi. Ateşin yanındaydı, uzun kolları sarkmış duruyordu. Yanakları, şakak kemiklerinin altında uzamış sakalından ötürü gölgeli ve alevlerin ışığında çukur görünüyordu. “Ama şimdi onu öldürmekten yanayım. Şimdi artık zehirli; hepimizin yok olduğunu görmek istiyor.” Pilar, - Gelin hep birlikte bunu konuşalım, dedi. Sesi yorgundu. “Sen Andres?” Kardeşlerden alnının aşağısına kadar kapkara saçlar çıkmış olanı, - Matarlo, dedi ve başını salladı. - Eladio? - Ben de, dedi öteki kardeş. “Bence büyük bir tehlike oluşturuyor. Ayrıca da hiçbir işe yaradığı yok.” - Primitivo? - Aynı. - Fernando? - Onu hapsedemez miyiz? diye sordu. - Bir tutukluya kim bakacak? diye sordu Primitivo. “Bir tutukluya bakmak için iki adam gerek. Sonunda onu ne yapacağız?” Çingene,

130


- Onu faşistlere satabiliriz, dedi. Agustin, - Olmaz diye karşı çıktı. Pislik yapmamalıyız. Çingene Rafael, - Yalnızca bir fikirdi, dedi. “Onu almakla mutlu olurlardı gibime geldi.” - Bunu bırak, dedi Agustin. “Pis bir iş bu.” Çingene kendi kendine, - Pablo'dan daha pis değil, diye söylendi. Agustin, - Bir pislik bir başkasını gerektirmez, dedi. “İşte hepsi bu. Yaşlı adam ve İngiliz’in dışında.” “Onlar bu işin içinde değil” dedi Pilar. “Onları yönetmedi.” Fernando, - Bir dakika, dedi. “Ben daha sözümü bitirmedim.” - Peki, söyle, dedi Pilar. “O geri gelene dek konuş. Gelip elini o battaniyenin altına koyana dek, bizi uçurana dek konuş. Dinamitleri ve her şeyi uçurana dek.” Fernando, - Sanki abartıyorsun Pilar, dedi. “Böyle bir niyeti olduğunu hiç sanmıyorum.” - Ben de sanmıyorum,” dedi Agustin. “Çünkü böyle bir davranış şarabı da havaya uçurur. Oysa o az sonra şarap için geri gelecek.” Rafael, - Niye onu Sordo'ya vermiyoruz? Sordo onu faşistlere satardı, dedi. “Onu kör ederseniz denetimi kolaylaşır.” Pilar, - Kes sesini, dedi. “Sen konuşurken, sana karşı da bir şeyler düşünüyorum.” Primitivo, - Zaten faşistler onun için bir şey ödemezler, dedi. “Başkaları da bu yolu denedi, bir şey ödemiyorlar, üstelik seni de vururlar.” - Kör edilirse bir şeyler ödenir diye düşünüyorum, dedi Rafael yine. Pilar, - Kes sesini, dedi. “Bir daha kör etmekten söz açarsan sen de onunla birlikte gidersin.” Çingene diretiyordu. - Ama o, yaralı guardia civili kör etmişti. Bunu unuttun mu? Pilar, - Kapa dedim çeneni, dedi. Kör etme işinden Robert Jordan'ın önünde konuşulmasından hoşlanmamıştı. Fernando Pilar'ın sözünü kesti. - Bırakmıyorsunuz ki sözümü bitireyim, dedi. - Konuş o halde, dedi Pilar. “Sözünü bitir.” - Pablo'yu hapsetmek zor olacağına göre, onu herhangi... - Kes, dedi Pilar yine, “Allah aşkına kes Fernando.” - Görüşmeyle vermek alçaklık olacağına göre, diye Fernando sakin sakin sözünü sürdürdü. “Belki en iyi yolun, onu, başarımızın en üst düzeyde olması uğruna, onu yok etmek olacağına inanıyorum.” Pilar, ufak tefek adama baktı, başını salladı, dudaklarını ısırdı ve hiçbir şey demedi. Fernando,

131


- Benim görüşüm budur, dedi. “Şuna inanıyorum ki, Cumhuriyet için bir tehlike olduğunu kabul etmek zorundayız.” Pilar, - Burada bile adamın biri ağzıyla bürokrasiye sebep olabiliyor. Fernando ise, - Son zamanlarda hem sözleri hem de yaptıklarıyla, diye sözünü sürdürdü, “Direniş'in başlangıcında eylemleriyle şükran duygularını hak etmiş olmasına karşın, son zamanlarda...” Pilar ateşe doğru yürümüştü. Masaya döndü, sakin bir sesle, - Fernando, dedi ve ona bir çanak yemek uzattı, “Yahniyi al ve bütün gerekleri yerine getirerek ağzını yemekle doldur, bir daha da konuşma. Görüşünü anlamış bulunuyoruz.” - Fakat o zaman... diye Primitivo söze başladı, sözünü bitirmeden durdu. Robert Jordan. “Ben yapmaya hazırım. Hepiniz buna karar verdiğinize göre bu hizmeti ben yapabilirim.” Ne oluyor? diye düşündü. Fernando'yu dinleye dinleye ben de onun gibi konuşmaya başladım. Öyle konuşmak bulaşıcı olmalı. Fransızca diploması dili, İspanyolca ise bürokrasi dili. - Hayır, dedi Maria. “Hayır.” Pilar kıza, - Bu senin karışabileceğin bir iş değil. Sen konuşma, dedi. Robert Jordan, - Bu gece yaparım, dedi. Pilar'ın parmakları dudaklarında kendisine bakmakta olduğunu gördü. Kapıya doğru bakıyordu. Mağaranın ağzına gerilmiş battaniye aralandı, Pablo'nun başı uzandı. Hepsine birden sırıttı, içeri girdi, dönüp battaniyeyi sıkıştırdı. Yine döndü, orada durdu, sonra başındaki battaniyeyi çıkarıp karları silkeledi. - Benim için mi konuşuyordunuz? diye hepsine birden sordu. “Size engel oldum” dedi. Ona kimse cevap vermedi, pelerini duvardaki bir kazığa astı, masaya yürüdü. Masada boş duran bir maşrapayı aldı ve şarap çömleğine daldırdı. Maria'ya, - Şarap kalmamış, dedi, “Git tulumdan şarap çek.” Maria kabı alıp, duvara ensesinden asılmış tozlu, iyice şişkin, ağır, kara katranla kaplı tuluma yaklaştı, bacaklardan birindeki kapağı arasından şarap akacak kadar gevşetti. Pablo, onun diz çöküşünü, kabı yukarı kaldırışını, kırmızı şarabın kabın içine çarçabuk, döne döne doluşunu seyretti. - Dikkat et, şarap göğüsten aşağı inmiştir, dedi. Kimse konuşmadı. - Bugün göbekten göğsüme kadar içtim, dedi Pablo. “Bir günlük iş. Neyiniz var? Hepinize birden ne oldu? Dillerinizi mi yuttunuz?” Yine kimse bir şey söylemedi. - İyice kapat Maria, dedi Pablo. “Damlamasın.” Agustin, - Bol bol şarap olacak. Sarhoş olabileceksin! dedi. Pablo Agustin'e başını salladı, - Birinin dili kurtulmuş, dedi. “Seni kutlarım, dilin kurtuldu sanmıştım.” - Neden? dedi Agustin. - Benim içeri girişimle. - Senin gelişin o kadar önemli mi sanıyorsun?

132


Robert Jordan, belki de olaya kendini hazırlıyordur, diye düşündü. Belki işi Agustin bitirecek. Ondan nefret ediyor. Bense ondan nefret etmiyorum. Fakat şu kör etme işi, onu özel bir yere oturtuyor. Yine de bu onların savaşı. İki gün daha bir şey olmayacağı kesin. Ben bu işten uzak duracağım diye düşündü. Bu gece onunla konuşurken kendimi aptal yerine koydurdum bir kez; onun işini bitirmeye gerçekten gönüllüyüm. Fakat onunla önceden oynamayacağım. Burada, dinamitin bulunduğu bu mağarada ateş edilmemeli. Pablo bunu düşündü elbette. Sen de düşündün mü diye kendi kendine sordu. Hayır, düşünmedin. Agustin de düşünmedi. Sana olacakları hak ediyorsun diye aklından geçirdi. - Agustin, dedi. Agustin başını Pablo'dan Robert Jordan'a çevirdi. - Ne? diye somurtarak sordu. - Seninle konuşmak istiyorum, dedi Robert Jordan. - Daha sonra. - Şimdi konuşmalıyız, dedi Robert Jordan. Robert Jordan mağaranın ağzına doğru yürüdü, Pablo gözleriyle onu izledi. Agustin uzun boyu, çökmüş yanaklarıyla ona doğru yürüdü. İsteksizce fakat böbürlenerek yürüyordu. Robert Jordan, - Torbalarda ne olduğunu unuttun mu? diye sordu. Agustin, - Hay Allah, dedi, “Alışkanlığının dışında bir şey olunca insan unutuyor.” - Ben de unuttum. - Bizler ne kadar aptalız, dedi Agustin. Sonra geriye döndü, masaya oturdu. - Bir içki al Pablo, dostum, dedi, “Atlar nasıldı?” - Çok iyi, dedi Pablo. “Kar azaldı.” - Durur mu sence dersin? - Evet, dedi Pablo. “Hafifledi. Küçük ve dolu gibi yuvarlaklar halinde yağıyor. Rüzgârın yönü değişti. Kar duracak demektir bu.” Robert Jordan ona, - Yarın hava açılır mı dersin? diye sordu. - Evet, dedi Pablo. “Yarın açık ve soğuk olacak. Rüzgâr değişiyor.” Robert Jordan, şuna bak diye düşündü, şimdi nasıl dostça davranıyor. O da rüzgâr gibi değişti. Adam öldürdüğünü de biliyorum, yine de iyi bir barometre kadar duyarlı. Evet, diye düşündü, Pablo bizden nefret ediyor. Ya da tasalarımızdan nefret ediyor; aşağılamalarla onu öldürmek isteyeceğimiz noktaya getiriyor bizi, bu gerginliği farkına varınca aşağıdan alıp her şeye yeniden başlıyor. Pablo, Robert Jordan'a, - Şu bizim işi bitirmemiz için hava iyi olacak İngiliz, dedi. Pilar, - Bizim? dedi, “Bizim?” Pablo ona sırıttı. - Evet, bizim, dedi. Ve birkaç yudum şarap içti. “Niye olmasın? Dışarıdayken işi bir daha düşündüm. Niye anlaşmayalım?” - Hangi konuda?” diye sordu kadın. “Şimdi artık hangi konuda?”

133


- Her konuda, diye cevap verdi Pablo. “Şu sıralar köprü konusunda. Şimdi sizden yanayım.” Agustin, - Şimdi bizden yana mısın? diye sordu. “Bütün o dediklerinden sonra.” - Evet, dedi Pablo, “Havanın değişmesiyle birlikte ben de fikir değiştirdim. Senden yanayım...” Agustin başını salladı. - Hava, dedi, başını bir kez daha salladı, “Ve suratına bir yumruk indirdikten sonra.” Robert Jordan, Pilar'ı izliyordu. Kadın Pablo'ya yabani bir hayvana bakar gibi bakmaktaydı. Yüzünde, kör etme önerisi ortaya atıldığı andaki gibi sıkıntılı bir anlam göze çarpmaktaydı. O sıkıntıdan kurtulmak istiyormuşçasına başını önce salladı, sonra geriye attı. - Dinle, dedi Pablo'ya. - Evet, kadın? - Aklından neler geçiyor? - Hiç, dedi Pablo. “Görüşümü değiştirdim, hepsi bu.” - Kapıda bizi dinliyordun, dedi kadın. - Evet, dedi Pablo. “Fakat hiçbir şey duymadım.” - Seni öldüreceğimizden korkuyorsun. - Hayır, dedi Pablo, şarap çanağına baktı. “Öldürülmekten kokmuyorum, bunu biliyorsunuz.” - Peki o halde, kafandan neler geçiyor? diye sordu Agustin. “Bir bakıyoruz sarhoşsun, hepimize olmadık şeyler söylüyor, kendini işin dışında tutuyorsun; öleceğimizden söz ediyor, kadınları aşağılıyorsun, yapmak istediklerimize karşı çıkıyorsun.” - Sarhoştum o zaman, diye karşılık verdi Pablo. - Peki şimdi? - Şimdi sarhoş değilim ve fikrimi değiştirdim. - Ötekiler sana güvenebilir ama ben güvenmiyorum, dedi Agustin. - Bana ister güven, ister güvenme, fakat sizi Gredos'a benden başka kimse götüremez, dedi Pablo. - Gredos? - Köprüden sonra gidilebilecek tek yer orası. Robert Jordan, Pilar'a baktı, Pablo'dan yana olmayan elini kaldırdı, daha iyi duymak istercesine sağ kulağının arkasına koydu. Kadın başını salladı, sonra yine salladı. Maria'ya bir şeyler söyledi, kız Robert Jordan'ın yanına gitti. Maria, Robert Jordan'ın kulağına, - Kesinlikle duydu diyor, dedi. Fernando düşünceli bir yüzle, - Demek Pablo, köprü işinde şimdi bizden yanasın ha? diye sordu. Pablo Fernando'nun gözlerinin içine dik dik baktı, başını salladı, - Evet, dedi, “Şimdi sizden yanayım.” Primitivo, - Gerçekten mi? diye sordu. Pablo, - Evet, dedi. Fernando,

134


- Başarılı olur mu dersin? Şimdi inanıyor musun? - Niye olmasın? diye cevap verdi Pablo, “Sizler inanmıyor musunuz?” - İnanıyorum, fakat ben en baştan beri inanıyordum. Agustin, - Ben dışarı çıkıyorum. Pablo ona dostça seslendi, - Dışarısı soğuk. - Olabilir, dedi Agustin. “Fakat bu deliler evinde duramam.” Fernando, - Bu mağaraya deliler evi deme, diye karşı çıktı. Agustin tekrarladı. - Katil deliler için bir deli evi. Ben de çıldırmadan dışarı çıkmak istiyorum. 17. Bölüm Mağaranın içi hayli sıcaktı, dışarıda ise rüzgârın hızı azalmıştı. Robert Jordan ma­ saya oturmuş, köprüyü uçurma tasarımını gözden geçiriyordu. Üç çizim yaptı, yöntemlerini belirledi. Köprüyü uçurma sırasında kendisine bir şey olursa Anselmo'nun görevi tamamlaması için iki çizim daha yaptı. Çizimleri bir çocuk bahçesi tasarımı kadar açık seçik yaptı. Çizimleri bitirdikten sonra bir daha gözden geçirdi. O çalışırken Maria da yanına oturmuş, omuzu üstünden yap­ tıklarını izliyordu. Robert Jordan masada çalışırken Pablo karşısında oturuyor, diğerleri de kâğıt oynayıp konuşuyorlardı. Mağaradaki yemek kokusu yerini ateşin duman kokusuna, insanların, tütünün, kırmızı şarabın kötü, ekşimsi insan vücudu kokusuna bırakmıştı. Köprüyü uçurma tasarımı bitmişti; not defterinden yeni bir sayfa kopardı, operasyonda yapılacakları sırayla yazmaya başladı. Çok iyi ve dupduru düşünebiliyordu, yazdıklarından hoşnut görünüyordu. İki sayfa yazdıktan sonra yazdıklarını dikkatle gözden geçirdi bir daha. Sonra kendi kendine, “Sanırım hepsi bu” dedi. Çok açık oldu, boşluk kaldığını sanmıyorum. Golz'un emrine göre iki karakol yakılıp köprü havaya uçurulacak, benim bütün sorumluluğum bu. Bunun dışında Pablo işi benim üstüme vazife değil, şöyle veya böyle o sorun da çözülecek. Pablo olacak ya da olmayacak. Bu beni hiç ilgilendirmiyor. Fakat bir daha kendimi o çarka kaptırmaya hiç niyetim yok. İki kez o tekerleğe bindim, iki kez tekerlek döndü, başlangıç noktasına gel­ di. Bunu bir daha yapmayacağım. Not defterini kapatıp Maria'ya baktı. - Bunlardan bir şey anladın mı bari? dedi. Kız elini, Robert Jordan'ın kurşunkalemi tutan eli üstüne koydu. - Hayır Roberto, dedi kız, “Bitirdin mi?” - Evet, şimdi artık sıraya konulmuş ve yazılmış durumda. Pablo, masanın karşısından, - Ne yapıyordun İngiliz?” diye sordu. Gözleri yine kızarmıştı. Robert Jordan ona dikkatle baktı. Kendi kendine o çarktan uzak dur dedi. O çarka binme sakın. Sanıyorum yine dönmeye başlayacak. İncelikli bir sesle, - Köprü tasarımı üstünde çalışıyordum, diye cevap verdi. - Nasıl gidiyor? diye sordu Pablo. - Çok iyi, dedi Robert Jordan. “Çok iyi.”

135


Pablo, - Ben de geri çekilme üstünde çalışıyordum, dedi. Robert Jordan önce onun sarhoş domuz gözlerine, sonra da şarap çömleğine baktı. Kendi kendine çarktan uzak dur dedi. Yine içiyor. Grant iç savaş sırasında zamanın çoğunu sarhoş geçirmiyor muydu? Elbette öyleydi. Bahse girerim eğer Grant, Pablo'yu görmüş olsaydı çıldırırdı. Grant çok puro içerdi. Pabto'ya puro bulmak zorunda kalmalıydı. Görünümü tamamlamak için yarım içilmiş bir puro. Pablo'ya nereden puro bulurdu? Robert Jordan incelikle, - Nasıl gidiyor? diye sordu. - Çok iyi, dedi Pablo. Başını ağır ağır ve akıllıca salladı. Agustin lafa karıştı. - Bir şeyler mi düşündün? - Evet, dedi Pablo. “Birçok şey.” - Nereden buldun onları? O çömlekte mi yoksa? diye sordu Agustin. - Olabilir, diye karşılık verdi Pablo. “Kim bilir? Maria, çömleği doldurur musun? Lütfen!” Agustin oyununa döndü. - Şarap tulumunda çok güzel fikirler olsa gerek! dedi. “Niye tulumun içine girip o güzel fikirleri aramıyorsun?” Pablo soğukkanlı bir sesle, - Hayır, dedi. “Ben güzel fikirleri çömlekte ararım.” Robert Jordan o anda yeniden dönmeye başlayan dönme dolaba binmediğini düşündü. Dönme dolap kendi kendine dönüyor olmalı. Pilar ateşin yanında oturuyordu. İskemlesini, kağıt oynarken arkaları kendisine dönük oturanların omuzları üstünden oyunu izleyebileceği biçimde yerleştirmişti. Ölümcül olandan doğal aile hayatına dönüş diye düşündü Robert Jordan. Şu kah­ rolası dönme dolap aşağı indiği zaman insanı alabilir. Fakat ben ondan uzak duruyorum, diye düşündü. Ve bundan sonra kimse beni o dönme dolaba bindiremeyecek. Daha iki gün önce Pilar'in, Pablo'nun ve ötekilerin varlıklarını bilmiyordum bile. Yeryüzünde Maria diye biri yoktu onun için. O zaman yeryüzü çok daha basitti. Golz'un verdiği emirler daha belirgindi, uygulama zorlukları bulunmasına rağmen gerçekleşebilirler gibi görünüyordu. Köprüyü uçurduktan sonra garnizona dönecek ya da dönmeyecektim. Geriye dönebilsem Madrid'de ge­ çirmek üzere izin isteyecektim. Bu savaşta izin alınamıyor ama bu görevi yerine getirdikten sonra iki üç günlük bir izin koparabilirim diye umuyorum. Madrid'de bazı kitaplar alacak, Florida Oteli'ne gidecek, sıcak bir banyo yapacağım diye düşündü. Garson Luis'i Monte-querias Leonesas'a ya da Gran Via'da başka bir yere absent almaya gönderecekti. Banyodan sonra yatağa girip okuyacak, bir iki duble absent içecek, daha sonra Gaylord'un yerine telefon edip oraya yemeğe inecekti. Absent içmek ve konuşma isteği duymak istiyordu. İyi bira ve yemek bulabileceği Gaylord'un yerine gidip Karkov'la yemek yemek ve savaşta olup bitenleri öğrenmek istiyordu. Robert Jordan ilk gidişinde Ruslar'ın devraldığı Gaylord'u hiç sevmemişti. Çünkü, kuşatılmış bir kent için oteli çok lüks, oteldeki yiyecekleri çok iyi, savaşla ilgili konuşmaları da çok kötümser ve alaycı bulmuştu. Fakat çok kolay yozlaştım diye düşündü. Böyle bir işten kurtulup dönüşünde niye iyi düzenlenmiş bir yemek

136


yemeyesin? İlk duyduğunda ona çok kötümser ve alaycı görünen konuşmalar şimdilerde gerçeğin ta kendisi olmuşlardı. Bunu, bu iş bitince Gayiord'da söylemeliyim, diye düşündü. Maria'yı Gaylord'a götürebilir misin? Diye düşündü. Hayır, götüremezsin. Fakat onu otelde bırakabilirsin. Gaylord'a gidip dönene değin sıcak bir banyo yapar, seni bekler. Evet, bunu yapabilirsin. Karkov'a ondan söz ettikten sonra götürebilirsin, çünkü onun nasıl bir kız olduğunu merak edecekler, görmek isteyecekler. Gaylord'a belki de hiç gitmemelisin. Erken bir saatte Gran Via'da yemeğini yiyip hemen Florida'ya dönmen daha iyi olur. Fakat Gaylord'a gideceğini sen de çok iyi biliyorsun, çünkü oradaki her şeyi yeniden görmek istiyorsun. Buradaki işten sonra oradaki yemeği yeniden yemek, oradaki lüksü bir daha görmek istiyorsun. Sonra Florida'ya gideceksin. Orada Maria olacak. Elbette bütün bunlar bittikten sonra orada olacak. Evet, bu iş bittikten sonra. Eğer bu işi başarıyla yaparsa, Gaylord'da bir yemeği hak etmiş olacaktı. Gaylord'da, önceden hiçbir askerlik deneyimleri olmamasına rağmen savaş çıkınca silaha sarılan bütün ünlü köylüleri ve İspanyol işçi önderlerini bulabilirdiniz ve çoğunun Rusça konu­ şabildiğini görürdünüz. Onları orada Komün başkanı eğitmişti. Ve bir gün herkese gerçeği anlatacaklardı; şimdilerde ise gerçeği öğrenebileceği kendisine ait bir Gaylord bulunmasından hoşnuttu. Evet, Madrid'de, kitaplar aldıktan, sıcak su dolu banyoda yattıktan, bir iki kadeh içki içtikten ve biraz okuduktan sonra gideceği yer Gaylord'du. Fakat bütün bunları Maria hayatına girmeden önce tasarlamıştı. Bu durumda otelden iki oda alırlardı, kendisi Gaylord'dan ona dönene kadar Maria istediğini yapardı. Kız bunca zamandır beklemişti, biraz da Florida Oteli'nde bekleyebilirdi. Madrid'de üç gün kalacaklardı. Üç gün uzun bir süre olabilirdi. Maria'yı, 'Marx Kardeşler Operada'yı görmeye götürecekti. Oyun üç aydan beri oynanmaktaydı, en azından daha üç ay oynardı. Onun bu oyundan çok hoşlanacağını düşündü. Sonra Gaylord bu mağaradan çok uzakta diye geçirdi aklından. Oraya onu ilk kez Kaşkin götürmüştü ve o zaman Gaylord'u hiç sevmemişti. Kaşkin orada Karkov'u göreceğini söylemişti çünkü Karkov Amerikalılar'ı tanımak istiyordu. Lope de Vega'ya hayrandı ve Fuente Ovejuna'nın bütün oyunlar içinde en iyi oyun olduğuna inanıyordu. Fakat Robert Jordan onun gibi düşünmüyordu. Karkov'dan hoşlanmıştı fakat Gaylord'u sevmemişti. Karkov bütün tanıdıklarından daha akıllıydı. Gaylord ise edepsizce denecek kadar lüks ve kokuşmuş görünüyordu. Fakat dünyanın altıda birine egemen olan güçlerin temsilcilerinin bu tür lüksleri olabilirdi. Robert Jordan ilk görüşte bütün bunlara tepki gösterse de sonradan kabul etmiş, hatta hoşlanmıştı bile. Kaşkin sıkılmaması için çaba göstermiş, Karkov ise aşağılayacak kadar nazik davranmıştı. Ama Robert Jordan kahramanı oynamayıp da, gerçekten gülünç, kendi onurunu zedeleyecek kadar açık saçık bir fıkra anlatınca, Karkov inceliğinden rahat bir kabalığa, daha sonra da küstahlığa kaymış ve işte o zaman dost olmuşlardı. Kaşkin'e ondan sonra ancak hoşgörüyle katlanabilmişlerdi. Böyle bir gece burada olmaktansa Gaylord'da olmayı yeğlerdi. Burası da iyiydi gerçi, tekerlek de durmuştu. Kar da durmak üzereydi. Maria'sını Karkov'a göstermek istiyordu ama önce sorması ve bu yolculuktan sonra nasıl karşılandığını görmesi gerekiyordu. Bu saldırıdan sonra Golz'dan öğreneceklerdi.

137


Golz, Maria için onunla dalga geçecekti, çünkü kızlarla ilişki kurmamasını söylemişti. Pablo'nun önünde duran şarap çömleğine uzandı, maşrapasını doldurdu, - İzninle, dedi. Pablo başını salladı. Robert Jordan askeri tasarımlarına dalmış olsa gerek, diye düşündü. Pablo'ya bakarken Amerikan İç Savaş'ında nasıl biri olacağını kestirmeye çalıştı. Benzerleri çoktu. Bu savaşta şimdiye kadar Grant, Serman, Stonevvall, ya da Jacksonlar yoktu. Bu savaşta hiçbir askeri deha görmemişti. Bir tek bile. Dahiye benzeyeni de görmemişti. Golz iyi bir askerdi, iyi bir generaldi fakat onu da hep bir başkasının emri altında bulundurmuşlar, kendi başına bırakmamışlardı. Bu saldırı onun en büyük işi olacaktı ve Robert Jordan bu saldırı için duyduklarından pek hoşlanmamıştı. Sonra Macar Gali vardı. Gaylord'da söylenenlere bakılırsa Gali vurulmuş olmalıydı. Gaylord'da duyduklarınızın onda birine inanabilirsiniz, diye düşündü sonra. Robert Jordan İtalyanlar'ı yendikleri Guadalajara yakınlarındaki platoda yer alan savaşı görmek isterdim diye düşündü. Fakat o sıralar Estremadura'daydı. İki hafta önce bir gece Hans, Gaylord'da ona bu savaşı ayrıntılarıyla anlatmıştı. Hans, savaşın her aşamasını bir savaş haritası üzerinde ona göstermişti. Gaylord'un kendisi için iyi olmadığını düşünmüştü bir ara. Merkezde uluslararası birliklerin karargahına dönüşmüş olan, bağnazca bir komünizmin egemen olduğu Velazquez 63'ün tam tersiydi. Velazquez 63'te sanki dini bir tarikatın üyesi durumundaydınız. Oysa Gaylord'da 5. Alay'ın yeni ordu için bölüklere ayrılmadan önceki durumundan çok başka bir durumdaydınız. Her iki yerde de sanki bir Haçlı ordusunda görev almış gibi hissederdiniz kendinizi. Bu durumda yapabileceğiniz bir şey vardır, o da savaşmaktır. Böylece savaştın diye düşündü. Ve savaşırken, savaşanlar ve iyi savaşanlar için duygulandın. O tertemiz duygular yok artık. Altı aydan sonra o duygular son bulur. Savaş sırasında, korku ağzınızı ve boğazınızı kuruturken, dökülen sıvaların tozu, yıkılan bir duvarın neden olduğu apansız panik içindeyken birden parlayan ve sönen ışıklarla ve top ateşinin gümbürtüleriyle kasılırken, tüfeğinizi temizlerken, gereksiz şeyleri yanınızdan öteye doğru iterken, üstünüze dökülmüş molozlarla yüzükoyun yatarken, başınız koruganın arkasında karşıdakileri durdurmaya çalışırken, kırılmış olan kın çıkartılıp kemer yeniden düzleştirilirken, şimdi koruganda uzanmış, tüfeğiniz elinizde yolu tararken yapılması gerekeni yapıyor­ sunuz ve yaptığınızın doğru olduğuna inanıyorsunuz. O yaz ve sonbahar, dünyadaki bütün yoksullar adına, inandıkların ve sana öğretilmiş olan yeni bir dünya uğruna zulme karşı savaştın ve savaşın ağız kurutan, arındıran korkusunu öğrendin, savaşın kendinden geçiriciliğiyle arındın. O sonbaharda, diye düşündü, uzun süre soğukta ve ıslak kalmanın, çamurun, ve istihkâmın neden olduğu sıkıntıları çekmeyi ve yok saymayı öğrendin. Yaz ve sonbahar duygularıysa yorgunluk, uyku isteği, sinirlilik, ve tedirginliklerin altına gömülmüştü. Fakat oradaydılar, vardılar ve yaşadıklarınızın tümü onların varlığını tasdik ediyordu. İşte o günlerdeydi diye düşündü, anlamlı, derin ve kendine has bir gurur duyuyordun. İşte o gurur seni Gaylord'da kahrolası bir baş belası yaptı, diye düşündü birden. Hayır, o zaman Gaylord'da bu kadar iyi olamazdın diye dü­ şündü sonra. Çok saftın. Allah seni saklıyordu. Fakat o zaman Gaylord da bugünkü gibi olmazdı. Kendi kendine gerçekten de öyle değildi dedi. Karkov

138


ona o günleri anlatmıştı. O günlerde Ruslar Palace Hotel'de kalıyorlarmış. Robert Jordan hiçbirini tanımıyordu o dönemde. İlk partizan çetelerinin oluşumundan önceydi. Kaşkin ve ötekileri tanımadan önceydi. Kaşkin kuzeyde Irun'da, San Sebastian'da ve Victoria'ya karşı yapılmış zamansız savaşa bulunmuş, ocak ayında Madrid'e dönmüştü. O sıralarda Robert Jordan üç gün Carabanchel ve Usera'da savaşmıştı. Faşistlerin Madrid'e sağ kanattan giriştikleri saldırıyı durdurmuşlar, Faslılar'ı ve Tercio'yu geri püskürtmüşler, şehrin o bölümünü korumak için yamaçlar boyunca bir savunma hattı oluşturmuşlardı; Karkov ise o günlerde Madrid'de bulunuyordu. O günler hepsinin bir şeyleri paylaştığı günlerdi. O günlerde her biri, her şeyin yitirilmiş gibi göründüğü bir anda nasıl davranılacağını öğrenmişti. Hükümet üyeleri Savaş Bakanlığı'nın bütün arabalarını alıp kaçmışlar, şehri kendi haline bırakmışlardı; Miaja, savunma hatlarını denetlemek için bisikletle gitmek zorunda kalmıştı. Robert Jordan buna inanmamıştı. Fakat Karkov bunun doğru olduğunu söylüyordu. Ne var ki Karkov bunu o sıralarda Rus gazetelerine yazmıştı. Karkov'un yazmadığı bir başka olay da vardı. Palace Hotel'de kendisinin sorumlu olduğu üç yaralı Rus vardı. İkisi tank sürücü­ sü, üçüncüsü pilottu ve üçü de hareket edemeyecek kadar ağır yaralıydı. O sıralar Ruslar'ın bu savaşa katıldığını gösteren ve faşistlerin komünistlere saldırılarını haklı çıkaracak hiçbir delilin ortaya çıkması istenmediğinden, kentin bırakılıp gidilmesi durumunda bu yaralı Ruslar'ın faşistlerin eline düşmemesi gerekiyordu. Bu sebeple de onların sorumluluğu Karkov'a verilmişti. Birinin karnında üç kurşun vardı, ötekinin çenesi gitmiş, ses telleri açıkta kalmıştı, üçüncüsününse kalça kemiği bir mermiyle parça parça olmuş, elleriyle yüzü öylesine kötü yanmıştı ki, ne kirpikleri ne de kaşları kalmıştı. Robert Jordan, Karkov'a, bu görevin gerekliliği konusunda ne düşündüğünü sormuş, Karkov da böyle bir görevi kendisinin istemediğini belirtmişti. - Bu görevi nasıl yerine getireceksin? diye sormuştu Robert Jordan. “Biliyorsun insanları apansız zehirlemek kolay bir iş değil.” Karkov, - Evet, demişti, “Eğer bunu kendi çıkarın için yaparsan çok basit.” Sonra sigara tabakasını çıkarıp kapağında ne sakladığını Robert Jordan'a göstermişti. - Eğer seni yakalarlarsa ilk yapacağın şey sigara tabakanı almak olmalı. Robert Jordan karşı çıkmıştı: - Ellerini yukarı kaldırtırlar. Karkov bu kez sırıtarak ceketinin klapasını göstermiş, - Biraz da burada var, demişti. “Klapayı şöyle ağzına alır, ısırır ve yutarsın.” - Bu daha iyi demişti, Robert Jordan. “Söyler misin, polisiye romanlardaki gibi acı badem mi kokuyor?” Karkov keyiflenip, - Bilmiyorum, hiç koklamadım, demişti. “Küçük bir tüp kırıp koklayalım mı?” - Yok, orada dursun daha iyi. Karkov, - Evet, demiş, sigara tabakasını kaldırmıştı. “Ben bozguncu değilim, anlıyorsun, fakat böylesi ciddi bir durumla her zaman karşılaşılabilir. Cordoba'dan gelen resmi bildiriyi gördün mü? Çok güzel. Bütün bildiriler içinde en çok bunu sevdim. ” - Ne diyor?

139


Robert Jordan, Cordoba'dan gelmişti Madrid'e. Birisi, sizin de şaka yapabileceğiniz bir konuda sizden önce davranıp da şaka yaptığı zaman nasıl dikleşirseniz, öyle dikleşmişti. - Bana da söyler misin? Karkov eksik bir İspanyolca'yla anlattı. Robert Jordan, - Tam böyle demiyordur, diye kuşkusunu belirtmişti. Karkov bu defa İngilizce olarak yinelemişti: - Savaşlar kazanan birliklerimiz tek adımlık toprak yitirmeden ilerlemeyi sürdürüyorlar. Bildiride böyle yazıyor. İstersen senin için bulurum bildiriyi. Karkov olayını incelemekten hiç ama hiç yorulmuyordu. En son Gaylord'a gittiğinde Karkov, İspanya'da uzun süre bulunmuş olan Britanyalı ekonomist konusunda olağanüstü davranmıştı. Robert Jordan yıllarca bu adamın yazılarını okumuş, ona ilişkin tek şey bilmemesine rağmen yazdıklarından ötürü ona saygı duymuştu. Ne var ki İspanya için yazdıkları onu pek ilgilendirmemişti. Yazı çok açık ve çok basitti, bir yandan da kapalıydı ve istatistikle doluydu. Gerçekten çok, dilekleri yansıtan sayılar. Fakat çok iyi bildiğiniz bir ülke hakkında gazete yazılarıyla çok ilgilenmezsiniz diye düşündü, adama iyi niyeti için saygı duydu. Sonunda, Carabanchel'e saldırdıkları gün öğleden sonra bu adamı gördü. Arenanın kapalı bölümünde oturuyorlardı, iki sokak aşağıdan da silah sesleri geliyordu. Bir saldırı ihtimali söz konusuydu ve herkes çok sinirliydi. Bir tank gönderilecek diye söz verilmiş, gönderilmemişti. Montero, başı ellerinin arasında oturmuş düşünüyor, söyleniyordu, - Tank gelmedi! Tank gelmedi! Soğuk bir gündü, rüzgârla sokağa sarı bir toz yayılıyordu. Montero sol kolundan yaralanmıştı ve kol kaskatı kesilmişti. - Bir tankımız olmalı, diyordu, “Tankı beklemeliyiz, fakat bekleyemeyiz.” Yarası, ters konuşmasına neden oluyordu. Robert Jordan tanka bakmaya gitti. Montero'ya göre belki gelmişti de, tramvay yolunun köşesindeki apartmanın arkasında bekliyordu belki. Gerçekten de orada bekleyen bir araç vardı ama tank değildi. O günlerde İspanyollar her tür araca tank diyorlardı. Orada duran eski, zırhlı bir arabaydı. Şoför apartmanın arkasından çıkıp aracı arenaya götürmek istememişti. Kollarını arabanın arkasına dayamış, başını kollarının üstüne koymuş bekliyordu. Robert Jordan ona seslenince başını sallamış ve yine kollarının arasına saklamış sonra da huysuz bir sesle, - Oraya gitmek için emir almadım, demişti. Robert Jordan tabancasını kabından çıkarmış, namluyu zırhlı aracın sürücüsünün deri ceketine bastırmıştı. - Şimdi emir veriyorum, demişti. Adam başını sağa sola sallamış, - Makineli tüfek için cephane yok, demişti. Robert Jordan, - Arenada cephane var, diye cevap vermişti. “Haydi bakalım, gidiyoruz. Fişeklikleri burada dolduracağız.” Sürücü bu kez, - Tüfeği kullanabilecek kimse yok, diye karşı çıkmıştı. - Peki, arkadaşın nerede?

140


- Öldü, demişti sürücü. “İçerde.” - Onu dışarı çıkar, demişti Robert Jordan. “Onu oradan çıkar.” Sürücü, - Ona dokunmak istemiyorum, demişti. “Hem de tekerlekle tüfek arasına sıkışmış, onu çıkaramam.” - Haydi, demişti Robert Jordan, “Onu birlikte çıkaralım.” Araca tırmanırken başını çarpmış, kaşı biraz yarılmıştı; yaradan yüzüne doğru kan sızıyordu. Ölü ağırlaşmış ve katılaşmıştı. Onu çıkarmak için bükemiyordu. Yüzü aşağıda olmak üzere oturduğu yerle tekerlek arasına sıkışmış, Robert Jordan onu oradan çıkarmak için başına vurmak zorunda kalmıştı. Sonunda dizini ölmüş adamın altına koyup itmiş, başı kurtulduktan sonra da belinden çekmiş, kendisi de kapıdan çıkabilecek duruma getirmişti. Sürücüye, - Bana yardım et, demişti. - Ona dokunmak istemiyorum, diye karşılık vermişti sürücü. Robert Jordan onun ağlamakta olduğunu görmüştü. Gözyaşları burnunun iki yanından tozlanmış yanaklarına dökülüyor, burnu akıyordu. Kapının yanında durmuş, ölü adamı dışarı doğru çekmişti. Adam, ikiye katlanmış olarak tramvay yolunun yanındaki kaldırıma düşmüştü. Robert Jordan taban­ casıyla sürücüyü dürtükleyerek, - İçeri gir Allah'ın cezası, şimdi içeri gir, demişti. O sırada apartmanın altından çıkan adamı görmüştü. Üstünde uzun bir palto vardı. Şapkasızdı ve saçları kırlaşmıştı. Şakak kemikleri geniş, gözleri yakın ve çukurdaydı. Elinde bir paket Chesterfield taşıyordu. Birini çıkarıp, sürücüyü zırhlı araca doğru itmekte olan Robert Jordan'a uzatmış ve, - Bir dakika yoldaş, bana savaşa ilişkin bir açıklama yapabilir misiniz? diye sormuştu. Robert Jordan sigarayı alıp mavi makinist tulumunun cebine koymuştu. Britanyalı ekonomistti bu adam. - İşine bak! diye cevap vermişti Robert Jordan. Ekonomist bu kez İspanyolca ola­ rak, - Şuraya, arenaya. Tamam mı? demişti sürücüye. Ağır kapıyı çarparak kapatmış, kilitlemiş, uzun, iniş aşağı yolda ilerlemeye başlamışlardı; az sonra kurşunların demir bir kazana çarpan deniz taşları gibi arabaya vurduklarını duyuyorlardı. Sonra makineli tüfek ateşi başlamıştı. Kurşunların sesi bu kez çekiç sesi gibi geliyordu. Arenanın bilet gişesinin yanındaki, en son posterlerin asılı durduğu duvarının arkasına geçmişlerdi. Cephane kutuları açılmış, tabancalı yoldaşlar, kemerlerinde ve ceplerinde el bombalarıyla orada bekliyorlardı. Montero, - Güzel, demişti, “Tank geldi. Şimdi saldırabiliriz.” O gece, geç saatte, tepedeki son evleri de ele geçirdikten sonra, bir tuğla duvarın arkasına rahatça uzanmıştı. Duvarda açılmış bir delikten kendileriyle faşistler arasında uzanan güzelim tarlalara bakmış ve büyük bir keyifle, sol yanı koruyan yıkık dökük villanın yanında, yamaçlara bakıp bakıp düşünmüştü. Terden sırılsıklam olmuş giysileriyle bir saman yığınının içinde oturmuş, teri kururken bir battaniyeye sarınmıştı. Orada otururken ekonomisti düşünüp gülmüş, kaba davrandığı için üzülmüştü. Fakat adamın ona sanki haber almak karşılığında rüşvet verircesine sigara uzattığı anda, savaşçının, savaşçı olmayana duyduğu hınç kazanabileceğinin çok ilerisindeydi.

141


Gaylord'u ve Karkov'un bu adam için söylediklerini hatırlıyordu. Karkov, - Demek onunla orada karşılaştın, demişti. “O gün ben Puento de Toledo'dan öteye gidememiştim. Önümde, fakat benden hayli uzaktaydı. O gün gözü pekliğinin son günüydü sanıyorum. Ertesi gün Madrid'den ayrıldı. Toledo, onun en gözü pek davrandığı yerdi sanırım. Toledo da olağanüstüydü. Alcazar'ı ele geçirdiğiniz saldırının mimarlarındandı. Onu Toledo'da görecektin. Kuşatmamızın başarısı büyük ölçüde onun çabasındandı. Savaşın en aptalca bölümüydü. Amerika'da onun için neler düşünülüyor?” - Amerika'da Moskova'ya çok yakın olduğuna inanılıyor, demişti. - Değil, demişti Karkov. “Fakat olağanüstü bir yüzü var. Yüzü ve davranışları çok başarılı. Şimdi, ben yüzümle hiçbir şey yapamam. Biraz bir şeyler başarabilmişsem, yüzüme karşın başarmışımdır.” - Yani Moskova'yla hiçbir bağlantısı yok mu? - Hayır, hiç demişti. “Dinle yoldaş Jordan. İki türlü deli olduğunu biliyor musun?” - Saf ve belalı. - Hayır. Rusya'da iki türlü deli var, demişti. “Biri kış delisi. Kış delisi kapına gelir ve kapıyı gümbür gümbür çalar. Kapıya gider, onu orada görürsün, daha önce hiç görmemişsin. Görünüşü etkileyicidir. İriyarı biridir, uzun çizmeleri, kürk paltosu ve kürk şapkası vardır. Karla kaplanmıştır. Önce ayaklarını yere vurur, çizmelerindeki karlar dökülür. Sonra kürk paltosunu çıkarır, sallar, üstünden karlar dökülür. Sonra kürk şapkasını çıkarır, kapıya vurur. Kürk şapkadan da karlar dökülür. Sonra çizmelerini bir daha yere vurur ve içeri girer. Sonra ona bakar ve bir deli olduğunu anlarsın. Bu bir kış delisidir. Şimdi, yazın sokakta yürümekte olan bir deli görürsün; kollarını sağa sola savurmakta, başını bir yandan bir yana sallamaktadır. Yüz metre öteden bile herkes onun bir deli olduğunu söyleyebilir. İşte bu yaz delisidir. Bu ekonomist ise bir kış delisidir.” Robert Jordan, - Peki ama burada insanlar niye ona güveniyorlar? diye sormuştu. - Yüzü, demişti Karkov. “Güzel bir yüzü var. Kendisine çok güvenilen ve önem verilen bir yerden buraya daha yeni geldiği hilesi. Elbette.” Gülümsemişti, “Hileyi kullanabilmesi için boyuna bir yerden bir yere gitmesi gerekir. Biliyorsun, İspanyollar tuhaf insanlardır.” Karkov sözünü sürdürmüştü: “Bu hükümetin pek çok parası vardı. Pek çok altın. Dostlarına hiçbir şey vermezler. Sen bir dostsun, tamam. Sen yaptıklarını karşılıksız yapacaksın ve ödüllendirilmeyeceksin. Fakat önemli bir firma ya da dost olmayan bir ülke temsilcisini etkilemek gerekir böyle kimselere bol bol para ödenir. Yakından izlediğin zaman burada olup bitenler çok ilginçtir.” - Hiç hoşuma gitmedi bu. Ayrıca o para İspanyol işçilerin parası. - Olanlardan hoşlanman gerekmez. Yalnız anlaman için, demişti Karkov. - Karkov. Her görüşmemizde sana bir şeyler öğretiyorum, sonuçta eğitim görmüş olacaksın. Bir profesörün eğitilmesi çok ilginç olmalı. - Geri döndüğüm zaman profesör olabilecek miyim, bilmiyorum. Büyük bir ihtimalle Kızıl olduğum için beni kapı dışarı edecekler. - Sovyetler Birliği'ne gider, belki çalışmalarını orada sürdürürsün. Senin için en iyisi belki de budur. - Fakat benim alanım İspanyolca, demişti Robert Jordan, Karkov,

142


- İspanyolca konuşulan bir çok ülke var, demişti. “Oralarda işler İspanya'daki kadar zor değildir. Şunu da unutma, dokuz aydan beri profesör filan değilsin. Dokuz ayda başka bir iş de öğrenmiş olabilirdin. Kaç diyalektik kitabı okudun?” - Marksizm'in El Kitabı'nı okudum. Emil Burn'ün yayınladığı. Hepsi bu. - Eğer sadece bunu okumuşsan, çok az. Bin beş yüz sayfa, her sayfaya epey zaman ayırmış olabilirsin. Fakat okunacak daha başka şeyler de var. - Şu sıralar okumaya vakit yok. - Biliyorum, demişti Karkov. “Daha sonra demek istiyorum. Şu günlerde olagelenleri anlamanı sağlayacak pek çok kitap var, fakat bir kitap var ki çok önemli. Bilinmesi gereken birçok şeyi açıklayacak bir kitap. Böyle bir kitabı belki yazabilirim. Umarım bu kitabı yazan ben olurum.” - Senden daha iyi yapabilecek birini tanımıyorum. - Pohpohlama, demişti Karkov. “Ben gazeteciyim. Bütün gazeteciler gibi ben de bir kitap yazmak isterim. Şu sıralar Calvo Sotelo üstünde çok çalışıyorum. Çok iyi bir faşistti; tam bir İspanyol faşist. Bütün yazılarını ve konuşmalarını inceledim. Çok akıllıydı. Öldürülmesi de büyük akıllılık.” - Politik öldürmelere karşı olduğunu sanırdım. - Çok uygulanıyor. Hem de pek çok. - Fakat... - Biz kişinin uyguladığı teröre karşıyız, diye gülümsemişti. “Katil teröriste ya da karşıdevrimci örgütlere de. Bizler, Bukharinite yıkımcılarının hilelerine, alçaklıklarına, yırtıcılıklarına dehşetle karşı çıkıyoruz ve insanlığın yüz karası olan Zinoviev, Kamenev, Rykov ve onların uşaklarından nefret ederiz. Bu gerçek canavarlara büyük hınç duyarız.” Yine gülümsemişti. - Fakat yine de politik öldürmelerin çok olduğunu söyleyebilirim. - Yani, demek istiyorsun ki. - Hiçbir şey demek istemiyorum. Fakat bu gerçek canavarları ve yüzkaralarını, generallerin hain köpeklerini ihanet eden amirallerin iğrenç görüşlerini elbette ki yargılıyor, yok ediyoruz. Bunlar yok edilir. Bunlar öldürülmüş değil. Anlıyor musun?” - Anlıyorum, demişti Robert Jordan. - Ve şakalar yaptığım için, ki şakayla bile şaka yapmanın ne kadar tehlikeli olduğunu görebiliyor musun? Güzel. Ben şakalar yaparım diye İspanyollar'ın, şimdi görevde olan generalleri öldürdüklerini yadırgayacak kadar yaşamayacaklarını sanma. Vurup öldürmekten hoşlanmıyorum, tamam mı?” Robert Jordan, - Ben onları umursamıyorum” demişti. “Sevmiyorum ama umursamıyorum da.” - Bunu biliyorum, söylemişlerdi. - Bu o kadar önemli mi? demişti Robert Jordan. “Ben yalnızca bu konuda açık olmak istemiştim.” - Esef edilecek bir durum. Fakat o sınıfa katılmadan önce bir insana güvenilir bir insan olarak davranılmasını sağlar. - Ben güvenilir bir insan mıyım? - İşinde çok güvenilir bir insan olarak biliniyorsun. Bir ara, kafandakileri tam anlamak için seninle konuşmalıyım. Yazık ki hiç ciddi bir şekilde konuşmadık seninle. Robert Jordan, - Hafızamdakileri savaş bitene kadar askıya aldım, demişti.

143


- Belki de hafızana uzun süre ihtiyaç duymayacaksın. Ama yine de onu ara sıra çalıştırmalısın. Robert Jordan, - Mundo Obrero'yu okuyorum, demişti. Karkov'sa, - Peki, güzel, diye karşılık vermişti. “Bir şaka yapabilirim, fakat Munde Obrero'da çok akıllıca şeyler var. Bu savaşta yazılan en akıllıca şeyler. - Evet, demişti Robert Jordan. “Sana katılıyorum. Fakat olup bitenlerle ilgili tam bilgi almak için yalnızca Parti'nin yayın organını okumak yetmez.” - Elbette, demişti Karkov da. “Yirmi gazete okusan bile tam bilgi edinemezsin. Edinsen bile bu bilgiyle ne yaparsın bilemiyorum. Benim bu savaşa ilişkin çok geniş bilgim var, yaptığım tek şeyse bildiklerimi unutmaya çalışmak.” - O kadar kötü mü? - Eskiye oranla şimdi biraz daha iyi. En kötülerden kurtulduk. Fakat yine de her şey kokuşmuş. Şimdi büyük bir ordu kuruyoruz. Bu orduya halk ordusu diyoruz ama gerçek bir halk ordusunun özelliklerini taşımayacak, ayrıca da bu tür bir ordunun ihtiyaç duyduğu demir gibi bir disiplini olamayacak, göreceksin. Çok tehlikeli bir şey bu. - Bugün pek keyifli değilsin. - Hayır, demişti Karkov. “Valencia'dan yeni geldim; birçok kişiyle görüştüm orada. Hiç kimse Valencia'dan keyifle dönmez. Madrid'de iyisin, temizsin ve kazanmadan başka bir ihtimal yok. Valencia'da durum başka. Madrid'den kaçan korkaklar orayı daha yönetiyorlar. Yönetimde bürokrasinin tembelliğine mutlulukla gömülmüşler. Madrid'de olanları yalnızca küçük görüyorlar. Şimdiki saplantıları levazımı zayıflatmak. Ve Barcelona... Barcelona'yı göreceksin!..” - Nasıl? - Komik bir opera gibi. Önceleri çatlaklarla romantik devrimciler cennetiydi, şimdilerde ise şarlatan askerler cenneti. Üniforma giymeyi, caka satmayı seven, kasıntı, siyah-beyaz atkılar takmaktan hoşlanan askerler. Savaşmaktan başka savaşla ilgili her şeyi seven askerler. Valencia'da hasta olursun, Barcelona'da gülersin. - Peki, Poum Ayaklanması için ne diyorsun? - Poum hiçbir zaman ciddi bir hareket olmadı. Çatlakların, çılgınların bir aymazlığıydı, tam bir çocukluktu. Aralarında yanlış yola yöneltilmiş dürüst kişiler vardı. Ortada çok iyi bir beyin ve çok az faşist parası vardı. Çok değil. Çok aptal insanlardı. - Ayaklanma sırasında çok kişi öldü mü? - Daha sonra vurulanlar, ya da vurulacak olanlar kadar değil. Tıpkı adı gibi, ciddi değil. Adına kabakulak ya da kızamık demeliydiler. Fakat hayır. Kızamık çok daha tehlikelidir. Görüşü de, işitme duyusunu da etkileyebilir, fakat senin de bildiğin gibi beni, Walter'i, Modesto'yu ve Prieto'yu öldürmek istediler. Kafaları ne kadar karışık görüyor musun? Bu kişilerin birbirine benzer bir yanı yok. Kimseyi öldürmediler. Ne cephede ne de başka bir yerde. Sadece Barcelona'da birkaç kişi öldürdüler. - Sen de orada mıydın? - Evet. Hiç önemli olmayan şu Troçkist katillerin örgütü ve onların faşist eylemcilerinin uğursuzluklarını ve dolanlarını anlattım fakat aramızda kalsın, ciddiye alınmamalı. Tek adamları Nin'di. Onu yakalamıştık fakat elimizden kaçtı. - Şimdi nerede?

144


- Paris'te. Paris'te olduğunu söylüyoruz. Çok hoş bir adamdı fakat çok kötü politik sapmaları vardı. - Faşistlerle haberleşiyorlardı, değil mi? - Kim bunu yapmıyor ki? - Bizler. - Kim bilebilir ki? Umarım bunu yapmıyoruz. Sen sık sık onların hatlarının gerilerine gidiyorsun. Robert Jordan, - Ben cephede olmayı yeğliyorum, demişti. “Cepheye yaklaştıkça insanlar daha iyi oluyorlar.” - Faşist hatlarının gerisinde bulunmaktan hoşlanıyor musun? - Çok. Orada da iyi insanlar var. - Onların da bizim hatlarımızın gerisinde iyi insanları vardır. Onları buluyor, öldürüyoruz, onlar da bizimkileri bulup öldürüyorlar. Onların ülkesindeyken üstümüze kaç kişi göndermeleri gerektiğini düşünmelisin. - Bunu düşündüm. - Güzel, demişti Karkov. “Bugün düşünmen için epey şey var, o nedenle fıçıda kalmış birayı iç ve buradan bir an önce git. Yukarıda görmem gereken kişiler var. Çok gecikmeden beni görmeye gel yine.” Evet, diye düşündü Robert Jordan, Gaylord'dan çok şey öğrendim. Karkov onun basılmış tek kitabını okumuştu. Çok başarılı bir kitap değildi. Yalnızca iki yüz sayfaydı ve kitabı iki bin kişinin okuyup okumadığını merak ediyordu. On yılda, üçüncü sınıf arabalarla, otobüsle, atla, katırla, kamyonla dolaştığı İspanya'da gördüklerini yazmıştı. “O nedenle sana ilgi duyuyorum,” diyordu, “Bence sen tam, gerçeği yazıyorsun, bu da çok az rastlanan bir şey. Bu nedenle senin kimi şeyleri bilmeni istiyorum.” Bu işler bitince bir kitap yazacaktı. Bunları yazabilmek için şimdikinden daha iyi bir yazar olmam gerekecek diye düşündü… 18. Bölüm Derin düşüncelerden Maria’nın sorusuyla uyandı. - Burada oturmuş ne yapıyorsun?” dedi Maria. Kız yanına gelmiş ayakta duruyordu. Robert Jordan ona gülümsedi. - Hiç, düşünüyordum. - Ne düşünüyordun? Köprüyü mü? - Hayır. Onu tasarladım, bitti. Seni düşünüyordum, Madrid'de bir oteli, orada tanıdığım Ruslar'ı, ileride yazacağım bir kitabı. - Madrid'de çok Rus var mı? - Hayır. Çok az. - Fakat faşist dergiler yüz binlerce olduğunu yazıyor. - Bu yalan. Çok az var. - Ruslar'ı sever misin? Buraya gelen de Rus'tu. - Ondan hoşlanmış mıydın? - Evet. O sıralar hastaydım, çok güzel ve gözü pek olduğunu düşünmüştüm. - Saçma, güzelmiş! diye Pilar söze karıştı. “Burnu benim elim gibi yassıydı, şakak kemikleriyse koyunun kıçı kadar geniş.”

145


- İyi bir arkadaşımdı, iyi bir yoldaştı, dedi Robert Jordan Maria'ya. “Onu çok düşündüm.” Pilar, - Gerçekten mi? Ama onu vurdun!” dedi. Masada kağıt oynayanlar Pilar'ın sözlerini duyunca başlarını kaldırıp baktılar. Pablo, Robert Jordan'ı dikkatle süzdü. Kimse bir şey demedi. Sonra Çingene Rafael, - Bu Doğru mu Roberto? diye sordu. - Evet, diye cevap verdi Robert Jordan. Pilar'ın bu konuyu hiç açmamasını tercih ederdi. Keşke El Sordo'da bunu söylemeseydi. “Kendisi istedi, çok ağır yaralanmıştı” diye ekledi. Çingene, - Bizimle bulunduğunda da böyle bir durumdan söz ederdi hep. Ona, bunu yapacağıma birkaç kez söz verdiğimi hatırlıyorum. Çok az rastlanan bir durum” dedi ve başını salladı. Primitivo, - Çok az rastlanan bir adamdı, benzeri yoktu, dedi. - Bakın, dedi kardeşlerden biri olan Andres. “Profesör olan sen ve hepiniz. Bir insanın başına gelecekleri önceden bileceğine inanıyor musunuz?” Robert Jordan, - Herhalde bilemez, dedi. Pablo ona merakla bakmaktaydı. Pilar da ona bakıyordu ama yüzünden ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamak mümkün değildi. - Bu Rus yoldaşa gelince, dedi Robert Jordan, “Cephede çok uzun süre bulunmaktan ötürü çok sinirliydi. İrun'da savaşmıştı. Orası çok kötüydü, biliyorsunuz. Daha sonra kuzeyde savaştı. Sonra, cephe gerisinde çalışacak gruplar oluşturulunca oralarda görev yaptı; burada, Estremadura'da, Endü­ lüs'te... Bana kalırsa çok yorgun ve sinirleri bozuktu. O nedenle kötü şeyler düşünüyordu hep.” Fernando, - Çok kötü şeyler de görmüştür herhalde, dedi. - Bütün dünya gibi, dedi Andres. “Fakat beni dinle İngiliz, bir insanın başına gelecekleri önceden bilebileceğine inanıyor musun?” - Hayır, dedi Robert Jordan. “Bu bilgisizlik ve kör inançtır.” - Devam edin, dedi Pilar. “Profesörün görüşünü öğrenelim.” Pilar, erken olgunlaşmış bir çocukla konuşuyormuş gibiydi. - Korku kötü kuruntulara sebep olur bence, dedi Robert Jordan, “Kötü işaretler görmek.” Primitivo, - Bugünkü uçaklar gibi, dedi. Pablo, yumuşak bir sesle Robert Jordan'a, - Tıpkı senin gelişin gibi, dedi. Robert Jordan masanın üstünden ona baktı. Pablo'nun kışkırtmak amacı gütmediğini, yalnızca düşündüğünü açığa vurduğunu anladı. - Bir kimse kötü işaretler görünce kendi sonunun da kötü olacağı korkusuyla, bu işaretlerin yaratıcıdan geldiğini sanır. Bence bundan başka bir şey değil. Ben masal yaratıklarına, büyücülere, doğaüstü olaylara inanmam. Çingene,

146


- Ama bu adı değişik olan adam kaderini önceden görmüştü sanki, dedi. “Söyledikleri bütünüyle çıktı.” - Geleceğini görmedi, dedi Robert Jordan, “Böyle bir ihtimalden korkuyordu, korkusu saplantıya dönüşmüştü. Kimse bana olacakları önceden gördüğünü söyleyemez.” Pilar, - Ben de mi? diyerek ocaktan bir avuç kül aldı ve külü avucundan üfürdü. “Ben de mi söyleyemem?” - Hayır. Büyücü de olsan, Çingene de olsan söyleyemezsin. Pilar'ın yüzü mum ışığında sertleşmiş ve daha da genişlemiş gibiydi. - Sen bir sağırlık mucizesisin, dedi. “Aptal olduğun için değil, yalnızca sağır olduğun için. Sağır olan biri müziği duyamaz. Radyoyu da duyamaz. Onları duyamadığı için var olmadıklarını da söyler. Ben, adı değişik olan o adamın yüzünde ölümü gördüm. Tıpkı demirle dağlanmış gibi.” - Görmedin, diye direndi Robert Jordan. “Sen onun yüzünde korku ve kaygı gördün. Yaşamış olduklarından ötürü korku oluşmuştu. Kaygı ise kuruntularının neticesiydi.” Pilar, - Ölümü omzunda oturuyormuş gibi açık seçik gördüm. Dahası, ölüm kokuyordu o, dedi. Robert Jordan gülümsedi. - Ölüm kokuyordu, diye yineledi. “Korku kokuyordu belki. Korkunun da bir kokusu var.” - Dinleyin, dedi, Pilar. “En büyük peon de brega, Granero'nun yanında çalışıyordu. Manolo Granero'nun öldüğü gün, ringe çıkmadan kiliseye gittiğinde Manolo'nun üstündeki ölüm kokusu öylesine keskinmiş ki Blanquet'in neredeyse midesi bulanmış. Arenaya gitmeden önce onunla oteldeki odasında birlikteymişler. Blanquet banyo yapmış. Arabada yan yana otururken koku yokmuş. Kilisede kokuyu Juan Luis de Rosa'dan başka kimse duymamış. Marcial, Chicuelo, Blanquei ve Granero, dördü bir sırada ve yan yanaymış. Ne Marcial ne de Chicuelo kokuyu duymuş. Blanquet'in anlattığına göre Juan Luis ölü gibi bembeyazmış. Blanquet ona bunu söylemiş, O da, 'Sen de mi?' demiş. 'Soluk alamıyorum demiş Juan Luis, Senin matadorundan ötürü soluk alamıyorum'” - Yapacak bir şey yok. Dilerim yanılıyoruz, demiş Blanquet. - Ya ötekiler, diye sormuş Juan Luis Blanquet'e. “Hayır” demiş Blanquet. “Hiçbir şey. Onlar duymuyorlar. Fakat bu Talavera'daki Jose'den kötü.” - İşte, o gün öğleden sonra, Veragua çiftliğinden gelen boğa Pocapena, Manolo Granero'yu, Madrid'de korkulukların tahtalarına vurup öldürdü. Finito'yla birlik­ te oradaydık. Bu olayı gördüm. Manolo'nun başı korkuluğun altına sıkışmıştı. Boğa onu vurdu, kafatasını parçaladı. Fernando, - Peki, sen koku duydun mu? diye sordu. Pilar, - Hayır, dedi. “Çok uzaktaydı. Fakat her şeyi gördüm. O gece Fornos'ta Joselito'nun yanında çalışan Blanquet, -Joselito da öldürüldü- Finito'ya her şeyi anlattı. Finito, Juan Luis de la Rosa'ya sormuş fakat o hiçbir şey söylememişti. Yalnızca başını sallayıp doğrulamakla yetinmişti. Ben de yanlarındaydım. Yani İngiliz, tıpkı Chicuelo ve Marcîal Lalanda gibi sen de kimi şeylere sağır olabilirsin.

147


Ama bu tür şeylere ben sağır değilim.” Fernando, - Burunla ilgili bir şey için neden sağırlıktan söz ediyorsun? Pilar, - İngiliz' in yerine sen profesör olmalıymışsın, dedi, “Sana daha başka şeyler de anlatabilirim İngiliz. Göremediğin ve duyamadığın şeyler için kuşku duymaktan vazgeç. Sen bir köpeğin duyabildiğini duyamazsın. Bir köpeğin alabildiği ko­ kuları da alamazsın. Fakat şimdi bir insanın başına gelebilecekler konusunda az da olsa deneyim edindin.” Maria elini Robert Jordan'ın omzuna koydu. Robort Jordan'sa bu saçmalıklara son verip yaşadığımız günün tadına varalım diye düşündü. Fakat daha çok erken. Akşamın bu bölümünü öldürmek zorundayız. Sonra Pablo'ya döndü, - Bunlara sen de inanıyor musun? diye sordu. - Bilmiyorum, dedi Pablo. “Ben bu konuda daha çok senden yanayım. Bana doğaüstü hiçbir şey olmadı. Elbette korktuğum zamanlar oldu. Pek çok kez. Fakat Pilar'ın baktığı el falına inanıyorum. Eğer yalan söylemiyorsa belki böyle bir şeyin kokusunu alabildiği doğru olabilir.” - Niye yalan söyleyeyim? dedi Pilar. “Bu benim buluşum değil ki. Bu Blanquet denilen adam çok ciddi bir adamdı. Çingene değildi. Valencialı bir burjuvaydı. Onu hiç gördün mü?” - Evet, dedi Robert Jordan. “Onu birçok defa gördüm. Ufak tefek, yüzü külrenginde bir adam. Kimse pelerini ondan daha güzel tutamaz. Bir tavşan kadar da çevik biriydi.” - Evet öyleydi, dedi Pilar. “Kalbi hasta olduğu için yüzünün rengi külrengiydi. Çingeneler onun ölümü hep yanında taşıdığını, fakat onu peleriniyle, masanın tozunu alır gibi uzaklaştırdığını söylerlerdi. Çingene olmamasına rağmen, Joselito Talavera da güreşirken, onun ölüm kokusunu aldı. Manzanilladan sonra o kokuyu nasıl aldığına hep şaşarım ya. Blanquet daha sonra bu olaydan hep çekinerek söz etmiştir. Olayı anlattığı kişiler bunun bir düş ürünü olduğunu, aldığı kokununsa, Jose'nin o sıralardaki yaşantısından ötürü koltukaltlarının ter kokusu olduğunu savunuyorlardı. Daha sonra, Juan Luis de la Rosa'nın da katıldığı Manolo olayı oldu. Elbette ki Juan Luis çok az onuru olan biriydi; fakat işinde çok titizdi, kadınlar arasında da çok gözdeydi. Ama Blanquet çok ciddi, sessiz, hiç mi hiç yalan söylemeyi beceremeyen bir insandı. Ve sana şunu söylüyorum, o kokuyu senin asker arkadaşında da duydum.” - Buna inanmıyorum, dedi Robert Jordan. “Ayrıca Bianquet'in bu kokuyu tam paseo'dan önce duyduğunu söyledin. Tam boğa güreşi başlamadan önce. Fakat burada Kaşkin için söylediklerin... Trende başarılı olmuştunuz. Tren işi sırasında ölmedi ki! Nasıl koku alabilirsin?” Pilar açıkladı. - Bunun onunla ilgisi yok ki! Geçen mevsim Sanchez Mejias öylesine ölüm kokuyordu ki kahvede kimse yanında oturmak istemiyordu. Bütün Çingeneler bilir bunu. Robert Jordan tartışmayı sürdürdü. - Ölümünden sonra yapılmış bu yakıştırmalar, dedi. “Herkes bilir ki Sanchez Mejias bir cornada için yola çıkıyordu, uzun süreden beri çalışmıyordu, hareketleri ağır ve tehlikeliydi, bacaklarının eski gücü ve çevikliği kalmamıştı, refleksleri de eskisi gibi değildi.”

148


- Evet öyleydi, diye karşılık verdi Pilar, “Bütün bunlar doğru. Fakat bütün Çingeneler onun ölüm koktuğunu bilirlerdi. Ve Villa Rosa'ya gittiği zaman Ricardo, Felipe Gonzales ve daha başkaları onu görünce barın arkasındaki küçük kapıdan sıvışıp giderlerdi.” - Belki ona borçları vardı, dedi Robert Jordan. - Elbette olabilir. Fakat ölüm kokuyordu ve bunu herkes biliyordu. Çingene Rafael, - Söyledikleri doğrudur İngiliz, bizler arasında çok bilinen bir şeydir bu, dedi. Robert Jordan, - Ben kesinlikle inanmıyorum, dedi yine. - İngiliz, diye söze karıştı, Fernando. “Bütün bu saçmalıklara karşıyım ben. Ama Pilar falcılıkta çok ünlü.” Sonra sordu: - Peki nasıl bir koku bu? - Bilmek mi istiyorsun Fernandito, diye ona gülümsedi Pilar. “Bu kokuyu duyabileceğini sanıyor musun?” - Eğer gerçekten böyle bir koku varsa başkalarının duyduğu gibi ben de duyabilirim. - Neden olmasın? dedi Pilar, sonra sordu: “Hiç gemi yolculuğu yaptın mı Fernando?” - Hayır. Yapmak da istemem doğrusu. - Öyleyse bu kokuyu tanıyamaya bilirsin. Fırtına çıktığı ve lumbozlar kapatıldığı zaman duyulan kokuyu andırır. Geminin sallanıp durmasından ve altından kaynıyormuş gibi çalkalanmasından ötürü miden bulanıp da elinle, vidalanarak kapatılmış pirinç lumboza dayandığın zaman duyduğun koku. Bu kadarı ölüm kokusunun bir bölümüdür. - Ben bu kokuyu hiç mi hiç tanıyamayacağım çünkü gemiye hiç mi hiç binmeyeceğim, dedi Fernando. Pilar, - Ben birçok kez gemide bulundum, dedi. “Mexico ve Venezuela'ya giderken.” Robert Jordan, Pilar'a, - Peki, kokunun geri kalanı nedir? diye sordu. Pilar yolculuklarını hatırladı ve ona baktı. - Pekala İngiliz, öğren öyleyse, dedi. “Gemide bu kokuyu duyduktan sonra, bir sabah erkenden Madrid'de tepeden aşağı inmeli, Matadero'ya gitmeli, yerde, ıslak kaldırım taşları üstünde beklemelisin. Manzanares'ten başlayan yoğun bir sis her yanı kaplayacaktır. Her sabah boğazlanan hayvanların kanını içmek için gelen kocakarıları bekle. Omuzlarına şallarını sarmış olacaklar; yüzleri külrengi, gözleri çukurda, çenelerinde ve yanaklarında yaşlarından ötürü çıkmış kıllar, mum gibi yüzlerinde fasulye tanesinden çıkan körpe filizler gibi. Kalın ve sert kıllar değil, ölü yüzünde solgun filizler gibi. Böyle birini kollarınla sıkı sıkı sar İngiliz, kendine çek ve ağzından öp; işte o zaman ölüm kokusunun kalan bölümünü de tanımış olacaksın.” - Bu iştahımı kapattı, dedi Çingene. “Filizlerle olan bölüm, artık çok fazla.” Pilar, Robert Jordan'a, - Fazlasını da dinlemek ister misin? diye sordu. - Elbette. Öğrenmek gerekiyorsa öğrenelim. Çingene, - Kocakarının yüzündeki filizler beni tiksindirdi, dedi. “Niye o filizler

149


kocakarılarda olur Pilar? Bizlerde olmuyor da... - Hayır, diye Pilar onu taklit etti. “Kocakarı, gençliğinde dal gibi incecik olan o yaşlı kadın. Her Çingene'de olduğu gibi, karnında kocasının lütfü olan o sürekli şişkinlik dışında elbette.” - Böyle konuşma, dedi Rafael, “Çok bayağı.” - Demek incindin, dedi Pilar. “Hiç bebek beklemeyen, ya da yeni çocuk doğurmuş olmayan bir gitana gördün mü?” - Sen. - Bırak beni, dedi Pilar. “İncinmeyecek hiç kimse yok. Demek istediğim şuydu: Yaşlılık herkese kendi çirkinliğini gösteriyor. Ayrıntıya gerek yok. Fakat İngiliz o kokuyu öğrenmek istediğine göre bir sabah erkenden Mafacfero'ya gitmelidir.” - Gideceğim, dedi Robert Jordan, “Fakat kimseyi öpmeye gerek duymadan yalnızca geçerlerken kokuyu öğreneceğim. Tıpkı Rafael gibi ben de filizlerden korkuyorum.” - Birini öp, dedi Pilar. “Birini öp İngiliz, öğrenmek amacıyla öp ve daha o koku burnundayken kente dön, solmuş çiçeklerle dolu bir çöp kutusu gördüğünde, başını kutuya sok ve derin derin soluk al, ta ki ölü çiçeklerin kokusu, o ana değin soluk boruna inmiş olan öteki kokuyla karışana kadar.” - Artık öğrendim mi? diye sordu Robert Jordan. - Ne çiçeği olacak? - Krizantem. - Devam et, dedi Robert Jordan. “Onları kokluyorum. Sonra?” - Sonra, dedi Pilar, “Bir sonbahar günüdür, ya da kış başı. Yağmurlu bir gün olması gerekiyor. Bu çok önemli. En azından sis olmalı. Şimdi kentte Calle de Salud'a doğru yürü ve kokla. Casas de Putas'ı süpürürlerken, sabunlu suyla ve sigara artıklarıyla karışmış aşk kokusu sinmiş kirli sular lağımlara boşaltılırken burnuna ulaşan hafif kokuyla Botanik Bahçesi'ne doğru yürüyeceksin. Islak toprak, ölü çiçekler ve o gece yapılanların kokusunu taşıyan unutulmuş bir çuval göreceksin. Her şeyin kokusu bu çuvala sinmiştir. Ölü toprağın, ölmüş çiçeklerin saplarının, çürümüş tomurcukların ve insanın hem doğumunun hem de ölümünün kokusu. Bu çuvalı başına saracak ve onu koklayacaksın.” - Hayır. - Evet, dedi Pilar. “Bu çuvalı başına dolayacak ve koklayacaksın. Daha önce aldığın kokuları daha yitirmemişsen, o zaman gelecek ölümün kokusunu anlarsın.” - Pekala, Kaşkin buradayken böyle koktuğunu mu söylüyorsun? diye sordu. - Evet. Robert Jordan ciddi bir sesle, - Eh, bu doğruysa onu vurmakla iyi etmişim. Çingene, - 016, dedi. Diğerleri güldüler. Primitivo, - Çok iyi, diye onayladı. “Bu Pilar'a bir süre yeter.” Fernando, - Fakat Pilar, dedi, “Don Roberto'nun, eğitimini almış birinin bu iğrenç şeyleri yapmasını bekleyemezsin.” Pilar onu onayladı. - Bunların hepsi en iğrenç şeyler.” - Evet, dedi Pilar.

150


- O küçük düşürücü şeyleri yapmasını bekleyemezsin. - Hayır, dedi Pilar. “Şimdi yatağına gir, ha?” - Fakat Pilar... diye başladı Fernando. - Kapat çeneni, duydun mu beni, dedi Pilar azarlayan bir sesle. “Kendini aptal durumunasokma, ben de söylediklerimi anlamayan kişilerle konuşup kendimi aptal durumuna sokmayacağım…” 19. Bölüm Robert Jordan mağaranın ağzına gitti, battaniyeyi kaldırıp dışarı baktı. Dışarısı soğuktu fakat hava açılmıştı. Kar da durmuştu. Ağaçların gövdeleri arasından uzanan beyazlığa, sonra da açık gökyüzüne baktı. Nefes aldıkça ciğerlerine tertemiz hava doldu. El Sordo bu gece at çalmışsa arkasında çok iz bırakmıştır diye düşündü. Battaniyeyi indirdi, duman dolu mağaraya dönüp uyku tulumunu aldı. Geceleyin yatıp kızın gelmesini bekledi. Rüzgar durmuştu, çam ağaçları hareketsizdi. Çamların gövdeleri, her yeri kaplayan karın içinden yükseliyordu. Tulumunun içinde, tulumun altına yaptığı yatağın esnekliğini duyuyordu. Bacaklarını uzatmıştı, başı dışarıdaydı. Nefes aldıkça soğuk hava burun deliklerinden içine doluyordu. Yana döndüğünde, başının altında, yastık yapmak için ayakkabılarının çevresine sardığı pantolonunun ve ceketinin şişkinliğini hissediyordu. Soyunduğu zaman kabından çıkardığı soğuk, metal otomatik tabancasını sağ bileğine bağlamıştı. Tabancayı biraz geriye iterek tulumun içine biraz daha, yerleşti, bir yandan da karların üstünden, mağaranın kara bir çatlak gibi görünen girişine baktı. Gecenin daha erken saatlerinde nacağı alıp mağaradan çıkmış, yeni yağmış kar üstünde açıklığın kıyısına kadar yürümüş, küçük bir ladin çamı kesmişti. Karanlıkta ağacı önce mağaranın kayadan duvarının önüne taşımış, orada, kayanın dibinde ağacı kaldırmış, bir eliyle gövdesini sıkı sıkı tutmuş, öteki elindeki nacakla ince dallarını kesmişti. Sonra bu dallardan bir demet yapmış, onları orada bırakmış, çıplak gövdeyi karın içine uzatmış, mağaraya girmiş, duvarın yanında gördüğü bir tahta parçasını almıştı. Bu tahta parçasıyla önce yerden karları temizlemiş, sonra ince dalları üstlerinde tuz gibi duran karların düşmesi için şöyle bir silkelemiş, kuş tüyleri gibi dizmiş, yatak yapmıştı. Dalları kesilmiş ağaç gövdesini de, dalların kaymaması için ayak ucuna, dalların aykırı yönünde yerleştirmiş, iki yandan yarmış, bu yarıkların içinden yere iki parça odunun uçlarını sivrilterek yaptığı iki kazık çakmıştı. Sonra, tıpkı çakarken yaptığı gibi ördek benzeri yere çökmüş, battaniyeyi aralayıp mağaraya girmiş, tahta parçasıyla nacağı bulduğu yerde duvara yaslamıştı. Pilar, - Dışarıda ne yaptın? diye sormuştu. - Kendime yatak yaptım, demişti - Yatağın için benim yeni rafımdan tahta kesmeyesin sakın. - Beni bağışla. - Önemi yok, demişti Pilar. “Bıçkı değirmeninde çok tahta var. Nasıl bir yatak yaptın?” - Ülkemdekiler gibi. - Yatağında iyi uyumanı dilerim, demişti. Robert Jordan, torbalardan birini açıp uyku tulumunu çıkardı, tuluma sarılı

151


şeyleri yine torbanın içine koydu, battaniyenin içinden yine ördek gibi çıkarak uyku tulumunu, kapalı yanı, kazıklarla, ince dallara aykırı yönde yerleştirilmiş ağaç gövdesine gelecek biçimde yerleştirdi. Tulumun açık olan baş bölümünü, yamacın kaya duvarı rüzgardan koruyordu. Öteki paketleri almak için mağaraya döndüğünde, Pilar, - Onlar bu son gece de benimle uyuyabilirler, demişti. Robert Jordan, - Gözcüler olmayacak mı? diye sormuştu. “Hava açık, fırtına dindi.” Pilar, - Fernando gidecek, demişti. Maria mağaranın girişindeydi, ama Robert Jordan onu göremiyordu. - Herkese iyi geceler, ben uyumaya gidiyorum, demişti. Tahta masayı ham deri kaplı tabureleri geriye iterek yere, ateşin önüne döşekler ve battaniyeler sermekte olan ötekiler Primitivo ve Andres başlarını kaldırıp, “İyi geceler” dediler. Anselmo battaniyesine ve pelerinine sarınıp bir köşede uykuya dalmıştı. Burnu bile görünmüyordu. Pablo ise iskemlesinde otururken uyuyuvermişti. Pilar alçak sesle Robert Jordan'a, - Yatağın için bir koyun postu ister misin? diye sormuştu. - Hayır, demişti Robert Jordan, “Teşekkürler.” - İyi uykular, demişti Pilar, “Paketlerine göz kulak olacağım.” Fernando onunla birlikte dışarı çıkmış, Robert Jordan'ın yatağı yanında kısa bir süre durmuştu. Orada, karanlıkta, karabinası omzundan sarkmış, battaniye pelerinine sarınmış dururken, Robert Jordan'a, - Açık havada uyumak gibi normal olmayan bir merakın var Don Roberto, demişti. - Buna alışığım. İyi geceler. - Eh, buna alışıksan! - Nöbeti ne zaman bırakacaksın? - Saat dörtte. - Bu saatlerle dört arasında çok soğuk olur. - Ben de buna alışığım. Robert Jordan, - Alışık olduğuna göre! demişti nezaketle. - Şimdi gitmeliyim, demişti Fernando. “İyi geceler Don Roberto.” - İyi geceler Fernando. Sonra, üstünden çıkardıklarıyla kendine yastık yapıp tulumun tüy gibi sıcaklığını ve altındaki çalı çırpıyı hissederek, karın üstünden mağaranın ağzını gözetlemeye başlamıştı. Bekliyor, beklerken yüreği çarpıyordu. Pilar, diye düşündü, Pilar ve ölümün kokusu. Bu koku sevdiğim bir koku. Bu ve yeni kesilmiş yonca kokusu; sığır sürüsünün arkasından at sürerken, odun dumanı ve sonbaharın yanan yaprakları... Bu geçmişin özlemi olmalı; Missoula'da dökülmüş yaprak yığınları yanarken çıkan duman kokusu. Hangi kokuyu yeğlerdin? Kızılderililerin sepet yaparken kullandıkları sazların kokusu mu? Yanmış deri kokusu mu? İlkbahar yağmurundan sonraki toprak kokusu mu? Galicia sırt­ larında katı ılımakları arasında yürürken sana kadar gelen denizin kokusu mu? Yoksa Küba'ya yaklaşırken geceleyin karadan gelen koku mu? O koku, kaktüs çiçeklerinin, mimozaların, deniz ürünlerinin ve çalılıkların kokusudur. Yoksa

152


sabahleyin aç olduğun zaman domuz filetosu kızartmasının kokusunu mu yeğliyorsun? Ya da elma şarabı yapan bir değirmenden gelen ezilmiş elma kokusu mu? Veya fırından gelen taze ekmek kokusu? Aç olmalısın diye düşündü, yan döndü ve yıldızların karda yansıyan ışığında mağaranın ağzına baktı tekrar. Mağaranın girişindeki battaniyenin altından biri çıktı. Girişteki kayanın altında durdu, sonra karda gıcırdayan ayak sesleri duydu, sonra bu kişi, yine bir ördek gibi battaniyenin altından içeri süzüldü. Herkes uyuyana kadar gelmeyecektir diye düşündü. Zaman geçiyordu, gecenin yarı bölümü geçti bile. Oh Maria, şimdi gel, çünkü çok az zaman kaldı diye düşündü. Hafiften bir rüzgar çıkmıştı, bunu yüzünde hissetti. Birden Maria'nın gelmeyebileceğinden korktu. Rüzgarın çıkışı ona sabahın çok yakın olduğunu hatırlattı. Rüzgarın çamların tepelerinde estiğini duyduğu an dallardan karlar düşüyordu. Şimdi gel Maria. Lütfen şimdi ve çabuk gel, diye geçirdi içinden. Ve nihayet onun mağaranın ağzını örten battaniyenin altından çıkıp gelmekte olduğunu gördü. Mağaranın ağzında bir an durdu, Robert Jordan çıkanın Maria olduğunu gördü, ama ne yaptığını anlayamadı. Alçak sesle ıslık çaldı fakat kız kayanın gölgesinde durmuş bir şey yapıyordu. Sonra ellerinde bir şey taşımakta olduğunu ve karlar üstünde uzun adımlarla koşarak geldiğini gördü. Uzun tulumun sıcaklığında, birbirlerine yakın yatıp uyudular. Uyuduğu sürece mutluydu Robert Jordan. 20. Bölüm Şafak söktüğünde ılık bir rüzgr esmeye başladı. Robert Jordan ağaçlardaki karın eridiğini ve yere düşerken çıkardığı tok sesleri duydu. Karın az yağdığını ve öğleye doğru tümüyle eriyeceğini tahmin etti. Bir atın gelmekte olduğunu duydu. Binicisi atı sürdükçe ayakları ıslak kara batıp çıkıyordu. - Maria, diye seslendi. Uyanması için kızı omzundan tutup sarstı. “Tulumun İçinde kal” diye ekledi. Tek eliyle gömleğinin önünü düğmeledi, öteki eliyle otomatik tabancasını aldı, baş parmağıyla horozu açtı. Kızın kırpılmış saçlı başını çarçabuk tulumun içine çektiğini gördü, sonra da ağaçların arasından atlıyı gördü. Bu kez kendisi de tulumun içine kaydı, tabancayı atlıya doğru çevirip bekledi. Daha önce hiç görmemişti bu adamı. Atlı şimdi hemen hemen tam karşısındaydı. Kocaman, kır bir hadım at üstündeydi, haki bir bere giymiş, pançoya benzer, bat­ taniyeden yapılmış bir pelerine sarınmıştı. Siyah, ağır çizmeleri vardı. Eyerin sağındaki meşin kapta kısa, otomatik bir tabancanın namlusu görünüyordu. Binicinin yüzü genç ve keskin çizgiliydi. O da Robert Jordan'ı gördü. Silahına uzandı, döndüğü zaman Robert Jordan battaniye pelerinin sol yanında kırmızı resmî nişanı gördü. Robert Jordan, tam göğsünün ortasına, nişanın biraz altına ateş etti. Tabancanın sesi, karlı ormanda yankılar yaptı. At, sanki mahmuzlanmış gibi öne atıldı, genç adam silahına uzanmaya çalışırken yere doğru kaydı, ayağı üzengide asılı kaldı. At ürktü, binicisini yüzü aşağı doğru olmak üzere yerde sürükleyerek ağaçların arasında koşmaya başladı. Robert Jordan bir elinde tabancası, ayağa kalktı. Koskocaman kır at çamlar arasında dört nala koşuyordu. Yerde sürüklediği adamın kar üstünde bıraktığı iz bir yanı kırmızı geniş bir şeridi andırıyordu. Mağaradakiler dışarı koşmuşlardı. Robert Jordan eğilip yastığının altından pantolonunu aldı ve giydi. Maria'ya.

153


- Giyin, dedi. Başının üstünde çok yüksekten geçen bir uçağın sesini duydu, ağaçların arasından, büyük, kır atın nerede olduğunu gördü. Binicisi, ayağı hâlâ üzengiye takılı, yerde yüzüstü yatıyordu. Kendisine doğru gelmekte olan Primitivo'ya, - Git, atı yakala, dedi. Sonra, “Yukarıda nöbette olan kimdi?” diye sordu. Pilar mağaradan seslendi: - Rafael, dedi. Saçları daha iki örgü halinde arkasında sarkıyordu. Robert Jordan, - Binici orada, dedi, “Kahrolası silahını hazır tut.” Pilar'ın mağaranın içine doğru, - Agustin, diye bağırdığını duydu. Sonra Pilar mağaraya girdi, iki adam koşa koşa mağaradan çıktı. Birinin omzunda otomatik tüfek ve fişeklik, ötekinin elinde ise kurşun dolu kutu vardı. Robert Jordan, Anselmo'ya, - Onlarla git, dedi. “Makineli tüfeğin yanına yat, ayakları sıkı sıkı tut.” Üç adam koşa koşa ağaçların arasından tepeye tırmandılar. Güneş daha dağların doruklarına erişmemişti. Robert Jordan ayakta pantolonunun düğmelerini ilikliyor, kemerini bağlıyordu. Tabancası kayışından bileğine asılı şekildeydi. Tabancayı kabına yerleştirip kemerine astı, silahın kayışını ise başının üstünden geçirip omzuna astı. Tabancayı kabından çıkardı, şarjörü doldurup yerleştirdi. Atı yularından tutmuş, binicisinin ayağını üzengiden kurtarmaya çalışan Primitivo'ya baktı. Ceset yüzükoyun karlar üstünde yatmaktaydı. Primitivo'nun adamın ceplerini karıştırdığını gördü. - Haydi, atı getir, diye bağırdı. Ayakkabılarını giymek için diz çöktüğü zaman, tulumun içinde giyinmekte olan Maria'yı dizlerinin altında hissetti. Atlı hiçbir şey beklemiyordu diye düşündü. At izleri sürmüyordu, tetikte bile değildi. Bu tepelerde dolaşan devriyelerden biri olmalıydı. Karakolda yokluğunu fark ettiklerinde, izlerini sürecekler, burayı bulacaklardı. Kar erimezse elbette, diye düşündü. Karakola da bir şey olmazsa elbette ki. Pablo'ya, - İstersen sen aşağı in, dedi. Hepsi mağaradan çıkmışlardı. Ellerinde karabinaları, bellerinde el bombaları mağaranın önündeydiler. Pilar, el bombalarıyla dolu deriden bir torbayı Robert Jordan'a uzattı. Robert Jordan üç tane alıp ceplerine koydu. Eğilip mağaraya girdi, kendisine ait iki sandığı buldu. İçinde makineli tüfek olanı açtı, namluyla kundağı aldı, birleştirdi, tüfeğe fişek yerleştirdi, üç tane de cebine aldı, sandığı kilitledi, kapıya doğru yürüdü. İki cebi de madeni şeylerle dolu çıktı, Pablo'ya, - Ben yukarı çıkıyorum, dedi. “Agustin o tüfeği kullanabiliyor mu?” - Evet, dedi Pablo. Primitivo'nun getirdiği ata bakıyordu. - Bak, ne at! Dedi. Büyük, kır at biraz terlemişti, titriyordu. Robert Jordan kalçalarına vurdu. Pablo, - Ötekilerin yanına koyacağım onu, dedi. - Hayır, dedi Robert Jordan, “Buraya kadar izler bıraktı, bunları silmeli.” - Doğru, dedi Pablo. “Ona binip götüreceğim. Bir yere saklayıp karlar eridikten sonra getiririm. Bugün çok işin var İngiliz.” Robert Jordan, - Birilerini aşağı gönder, bizler yukarı çıkmalıyız, dedi. Pablo,

154


- Gerekmez, dedi. “Atlılar oraya kadar çıkmazlar; biz oradan ve daha iki yerden gidebiliriz. Uçaklar geliyorsa iz bırakmamak daha iyi. Pilar, şarap botasını ver.” Pilar, - Gidip de sarhoş olmak için, dedi, “Bota yerine bunları al.” Pablo uzanıp iki el bombası aldı, ceplerine koydu, bir yandan da, - Sarhoş olmakmış, dedi. “Durumumuz çok ciddi. Sen botayı ver. Bütün bunları su içerek yapmak istemiyorum.” Kollarını kaldırdı, yularları tuttu ve eyerin üstüne yerleşti. Sırıttı ve hâlâ sinirli olan ata eliyle hafifçe vurdu. Robert Jordan, Pablo'nun sevecenlikle atın böğrüne sürttüğünü gördü. - Haydi gidelim, dedi ve büyük, kır ata eliyle bir daha yavaşça vurdu. “Haydi gidelim. Buradan ne kadar hızlı gidersek o kadar iyi.” Eğilip otomatik tabancayı aldı. Havalı, 9 milimetrelik soğutmalı namluya baktı. - Nasıl silahlılar, görüyor musun? dedi. “Atlılar ne kadar modern, bak.” - Yüzü de modern bir atlı yüzü, dedi Robert Jordan. - Andres, atları eyerle ve hazır bekle. Silah sesi duyarsan onları açıklığın arkasındaki koruluğa götür. Atları kadınlara bırak, sen silahlarınla tepeye çık. Fernando, benim torbalar da tepeye götürülsün. Hepsinden önemlisi torbaların dikkatle taşınması. Pilar'a döndü. “Torbalara sen de göz kulak ol,” dedi. “Atlarla gelmelerine dikkat et. Vamonos, haydi gidiyoruz.” Pilar, - Biz Maria'yla gidiş hazırlıklarını yaparız, dedi. Sonra Robert Jordan'a döndü, başıyla kır at üstünde, bir sığırtmaç gibi oturan Pablo'yu gösterdi. Pilar, - Ona bak, dedi. Pablo otomatik tüfeğe şarjörü yerleştirirken atın burun kanatları genişledi. - Görüyor musun, kendisi için nasıl bir at aldı! Robert Jordan hararetle, - Ben iki at almalıyım, dedi. - Senin atın tehlikeli. - Öyleyse bana bir katır verin, diye güldü. Robert Jordan karlar üstünde yüzükoyun yatmakta olan adamı gösterdi. “Üstünü ara. Bulduğun her şeyi getir, bütün kağıtları, mektupları al ve torbanın dış cebine koy. Her şeyi anladın mı?” - Evet. - Vamonos. Pablo atla yola çıktı. İki adam iz bırakmamak için tek sıra olarak arkasından yürüdü. Robert Jordan, namlusu aşağıda olmak üzere makineli tüfeği taşıyordu. Umarım, eyer tüfeğinin fişeklerini bunda kullanabiliriz diye düşündü. Fakat olmayacak. Bu bir Alman tüfeği. Kaşkin'in tüfeğiydi bu. Güneş ışığı şimdi dağların tepelerini aşıyordu. Güzel bir ilkbahar günüydü. Esen ılık rüzgar karları eritiyordu. Robert Jordan geriye baktı. Maria Pilar'ın yanında duruyordu. Kız koşarak erkeklere yetişti. Robert Jordan onunla konuşmak için erkeklerin arkasına geçti. Kız, - Seninle gelebilir miyim? diye sordu. - Hayır. Pilar'a yardım et. Maria arkasından geliyordu, Robert Jordan'ın kolunu tuttu. - Geliyorum.

155


- Hayır. Kız onun yanından ayrılmadı. - Anselmo'ya dediğin gibi ben de tüfeğin ayaklarını tutabilirim. - Hayır, sen ayakları filan tutmayacaksın. Ne tüfeklerin, ne de başka şeylerin. Yanında yürürken kız uzandı, elini onun cebine soktu. - Hayır, dedi Robert Jordan, “Fakat evlilik gömleğini iyi koru. Şimdi hemen geri dön. Yapacak çok iş var. Eğer bu at izlerini görürlerse burada savaşabiliriz.” - Sen, göğsündeki işareti gördün mü? diye sordu kız. - Evet, niye görmeyeyim? - Kutsal Yürek'ti. - Evet. Navarre'de herkes bu işareti taşır. - Onu bu sebeple mi vurdun? - Hayır. İşaretin altından vurdum. Şimdi geri dön. Kız inat ediyordu, “Ben her şeyi gördüm” dedi. - Sen hiçbir şey görmedin, dedi Robert Jordan. - Beni sevdiğini söyle. - Şimdi sırası değil. - Beni şimdi sevmiyor musun? - Geri dön. Bir insan böyle bir şey yaparken bir yandan da sevemez.” - Ben tüfeğin ayaklarını tutmak için gitmek ve bir yandan da seni sevmek istiyorum. - Delisin sen. Şimdi geri dön. - Deli değilim. Seni seviyorum, dedi kız. - O halde dön. - Peki dönüyorum. Beni sevmesen de ben seni ikimize yetecek kadar çok seviyorum. Robert Jordan ona baktı, düşünceleri arasından gülümsedi. - Silah sesi duyduğun zaman atlarla birlikte gel. Pilar'a torbaları toparlaması için yardım et. Hiçbir şey olmayabilir de. Umarım olmaz. - Gidiyorum. Pablo'nun bindiği ata bak. Büyük, kır at sıranın önünde yürüyordu. - Evet, fakat haydi artık dön. - Gidiyorum. Kız, Robert Jordan'ın cebinde yumruk yaptığı elini hızla onun kalçasına vurdu. Robert Jordan ona bakınca gözlerinin yaşlarla dolu olduğunu gördü. - Gidiyorum, dedi, “Gidiyorum.” Robert Jordan geriye baktığında onun, esmer yüzü, güneşin sararttığı kırpılmış koyu kumral saçlarıyla sabah güneşinde durduğunu gördü. Maria yumruğunu ona kaldırdı, sonra başını eğerek döndü, aşağı doğru yürümeye başladı. Primitivo da dönüp kıza baktı. - Saçları bu kadar kısa kesilmemiş olsaydı güzel bir kız olacaktı. - Evet, dedi Robert Jordan. Başka bir şey düşünmekteydi. 21. Bölüm Tepeye çıkmışlardı. Robert Jordan Primitivo'ya, - Çam dalları kes ve hemen buraya getir, dedi. Agustin'e de “Tüfeğin yerini

156


beğenmedim” dedi. - Niçin? - Şuraya koy, diye bir yeri işaret etti, “daha sonra nedenini anlatırım. Buraya, böyle. Şimdi bana yardım et. Buraya, dedi ve yere diz çöktü. Dikdörtgen biçiminde uzanan dar açıklığın iki yanındaki kayaların yüksekliklerine baktı. - Biraz daha uzak olmalı, dedi. “Daha uzak. İyi, burası iyi. Taşları şuraya koy. Burada bir tane var. Şu yana bir tane daha koy. Tüfeğin ağzının salınabileceği kadar yer bırak. Taş şuraya doğru olmalı. Anselmo, aşağıya, mağaraya git de bana iki nacak getir, çabuk.” Agustin'e, - Tüfek için daha iyi bir yeriniz yok muydu? diye sordu. - Hep buraya yerleştirirdik. - Kaşkin hiç oraya koymamanızı söylemedi mi? - Bu tüfek o gittikten sonra getirildi. - Getirenlerin hiçbiri nasıl kullanıldığım bilmiyor muydu? - Hayır, tüfeği hamallar getirmişti. Robert Jordan, - İşleri nasıl görüyorlar! dedi. “Nasıl kullanılacağı hiç açıklanmadan size verildi, öyle mi?” - Evet. Belki hediye olarak verilmiştir. Bir tane bize, bir tane de El Sordo'ya. Dört kişi getirmişti. Anselmo yol göstermişti onlara. - Dört kişinin gelirken hatlarda tüfekleri yitirmemiş olmaları şaşılacak şey. - Ben de öyle düşünmüştüm, dedi Agustin. “Tüfekleri gönderenler onların yitirilmesini istiyorlar diye düşünmüştüm. Fakat Anselmo onlara iyi yol gösterdi.” - Nasıl tutulacağını biliyor musun? - Evet denedim, biliyorum. Pablo da biliyor. Primitivo biliyor. Fernando da öyle. Mağaradaki masa üstünde onu parçalara ayırıp birleştirmeyi öğrendik. Bir keresinde parçalara ayırmış iki gün birleştirmeyi başaramamıştık. O günden sonra bir daha onu parçalamadık.” - Ateş ediyor mu?” - Evet. Fakat ne Çingeneler'in ne de ötekilerin tüfekle oynamalarına izin vermiyoruz. - Görüyor musun? Oradayken hiç yararı olmazdı. Bak, şu kayalar sizleri koruyacak; size saldıranların önünü kapatacak. Böyle bir tüfekle önce, ateş edebileceğin düz bir yer yapmalısın. Ayrıca yanları da dikkate almalısın. Görüyor musun? Şimdi bak. Buradan her yer denetiminde. - Evet anlıyorum, dedi Agustin. “Biz, hiçbir zaman, kendi kasabamız ele geçtiğinden beri savunmada savaşmadık. Tren baskınında makinelinin başında askerler vardı.” - Öyleyse hep birlikte öğreneceğiz, dedi Robert Jordan. “Dikkat etmemiz gereken birkaç şey var. Çingene nereye gitti?” - Bilmiyorum. - Nerede olabilir? - Bilmiyorum. Pablo geçitten öteye atı sürmüş, geriye dönmüş, otomatik tüfeğin ateş alanı olan düzlük içinde bir çember çizecek biçimde dolaşmıştı. Robert Jordan şimdi de atın aşağı doğru inerken bıraktığı izleri gördü. Az sonra soldaki ağaçlar arasında

157


gözden yitti. Robert Jordan, umarım atlılar birliğinin ortasına düşmez diye düşündü, korkarım burada kucağımıza düşecek. Primitivo çam dallarını getirdi; Robert Jordan dalları tüfeğin çevresine, tüfeği gizleyecek biçimde, karın içine, yere sapladı. - Biraz daha getir, dedi. “Dallar, tüfeği kullanacak iki kişiyi de örtmeli. Bu iyi değil ama nacak gelene dek işimizi görür. Dinle, dedi, “Eğer uçak sesi duyarsanız, kayaların gölgesinde upuzun yere yatın. Ben burada tüfeğin yanında olacağım.” Vakit ilerlemiş güneş yükselmişti, ılık bir rüzgar esmekteydi. Kayaların güneş vuran yanında olmak çok güzeldi. Dört at, diye düşündü Robert Jordan, iki kadın, ben, Anselmo, Primitivo, Fernando, Agustin, kahrolası öteki kardeşin adı neydi? Etti sekiz. Çingene'yi saymazsak eğer. Onunla dokuz eder. Bir atla giden Pablo'yu da sayarsak on. Adı Andres. Öteki kardeş. Bir de Eladio var. On eder. Herkese yarım at bile düşmez. Üç adam bunu tutar, dördü de kaçar. Pablo'yla beş. İki kişi kalır geriye. Eladio'yla üç. Nereye gitti bu!” Eğer karda atların izlerini bulabilirlerse Sordo'ya neler olacağını Allah bilir. Çok zor. Ama kar bu gün erirse işler düzelir. Sordo için değil. Kar erise de Sordo için çok geç olacak. Eğer bu günü çarpışmadan geçirebilirsek, yarınki gösterimizi sergileyebiliriz. Bunu yapacağımızı biliyorum. Çok iyi değil ama yapacağız. Olması gerektiği gibi değil, belki kusursuz değil ama, herkesi işe katarak başarabiliriz. Eğer bugün çarpışmak zorunda kalırsak Allah yardımcımız olsun! Mevzilenmek için daha iyi bir yer bilmiyorum. Şimdi hareket edersek iz bırakırız. Burası iyi bir yer ve eğer işler kötüye giderse buradan kurtulmak için üç yol var. Sonra karanlık basar. Bu tepelerde nerede olursam olayım, gündüzün köprüye iner, kundaklarım. Umarım uçaklar bir kez olsun zamanında kalkar. Yarın yol çok tozlu olacak. Bugün ise ya çok ilginç, ya da çok sıkıcı bir gün olacak. Çok şükür atlıdan kurtulduk. Buraya kadar gelseler bile bunca iz arasında yolu bulabileceklerini sanmıyorum. Durup, dolandığını sanacaklar, sonra da Pablo'nun bıraktığı izleri bulacaklar. İhtiyar nereye gidecek merak ediyorum. Belki de yaşlı bir geyiğin izlerini bırakmayı başaracak, sonra da karlar eriyince dönecek. O başının çaresine bakabilir elbette. Bu işi uzun süredir yapıyor. Fakat ona hiç mi hiç güvenim yok. Şimdi tüfek için iyi bir korugan yapmak, bu amaçla yer kazmaktan daha akıllıca bence. Onlar, ya da uçaklar gelirse, bizi yeri kazarken yakalayabilirler. Kız bunu tutabilir, tutulabileceği süreyle, ben nasıl olsa savaşmadan duramam. Cephaneyle birlikte buradan çıkmak zorundayım. Anselmo'yu da yanıma alırım. Peki o zaman bizi kim korur? Tam bu sırada Çingene'nin kayalıklar arasından gelmekte olduğunu gördü. Salına salına yürüyordu. Karabina omzundan sarkıyor iki elinde birer tane büyük dağ tavşanı taşıyordu. Onları bacaklarından tutmuştu, başları aşağıda sallanıyordu. Keyifle, - Hola, Roberto, diye seslendi. Robert Jordan elini ağzına kapattı; Çingene şaşkın bakakaldı. Robert Jordan'ın bulunduğu yere, kayalıkların arkasına koştu, dallarla gizlenmiş olan tüfeğin yanına çöktü, tavşanları kar üstüne bıraktı. Robert Jordan ona baktı. Alçak sesle, - Sen, hangi Allah'ın cezası yerdeydin? dedi. - Onları izledim, dedi Çingene. “İkisini birden yakaladım.” - Peki ya görevin?

158


- Uzun sürmedi ki, diye Çingene fısıldadı. “Neler oluyor? Alarm mı var?” - Atlılar yola çıktılar. - Onları gördün mü? - Biri aşağıda kampta, diye cevap verdi Robert Jordan. “Kahvaltı için gelmiş.” Çingene, - Bir silah sesi duyar gibi oldum, dedi, “Kahrolası! Buradan mı geçmiş?” - Evet buradan, senin gözcü olduğun yerden. - Ben yoksul, talihsiz bir adamım, dedi Çingene. - Eğer Çingene olmasaydın seni vururdum. - Hayır Roberto, böyle söyleme. Beni bağışla. Tavşanların suçu. Gün doğmadan az önce erkeğin karları eşelediğini duydum. Sese doğru ilerledim ama gitmişlerdi. Karda izlerini sürdüm, epey yukarılarda ikisini birden buldum ve öldürdüm. Bu mevsime göre ikisi de tombul. Elinle dokun da bak. Pilar bundan ne güzel yemek yapar düşünsene. Çok üzgünüm Roberto, senin kadar üzgünüm. Atlıyı öldürdün mü? - Evet. Çingene, “Sen gerçek bir harikasın” dedi. Robert Jordan. Çingene'ye sırıtmaktan kendini alamıyordu. “Tavşanlarını kampa götür, bize de kahvaltılık bir şeyler getir.” Uzanıp uzun tüylü, koca ayaklı, koca kulaklı tavşanları elledi. Kara yuvarlak gözleri açıktı. - Tombul tavşanlar, dedi. - Evet tombullar, dedi Çingene. “Kaburgalarının üstüne bak, nasıl etli. Hayatım boyunca böyle tombul tavşan görmedim.” - Haydi git, dedi Robert Jordan. “Ve bize çok çabuk ve kahvaltı getir. Bana da şu requete kağıtlarını getir. Pilar'a sor, o bilir.” - Bana kızgın değilsin değil mi Roberto? - Kızgın değilim. Nöbetini bıraktığın için ayıpladım. Ya bir bölük atlı olsalardı? - Ne kadar akıllısın! dedi Çingene. - Beni dinle. Bir daha nöbet yerini böyle bırakmayacaksın. Bak ben iyi nişan almaktan söz etmiyorum. - Elbette değil. Bir şey daha. Bir daha böyle bir tavşan fırsatı çıkmazdı. Bir insan yaşamında böyle bir fırsat çıkmaz. - Ve çabuk geri gel, dedi Robert Jordan. Çingene tavşanları aldı, kayaların arasından kampa doğru yola koyuldu, Robert Jordan ise tepenin yamaçlarındaki düz açıklığa baktı. İki karga, başının üstünde bir çember çizerek aşağıdaki bir çam ağacına kondu. Bir karga daha onlara katıldı. Robert Jordan onlara bakarken düşündü. Bunlar benim gözcülerim dedi kendi kendine. Onlar sessiz olduğu sürece ağaçların arasından kimse gelmiyor demektir. Sonra çinginenin gerçekten de yararsız biri olduğunu düşündü. Politik bakımdan hiç gelişmemiş, hiç disiplini yok; hiçbir şey için ona güvenemezsin. Fakat yarın ona ihtiyacım var. Yarın onu kullanmam gerek. Bir Çingene'yi savaşta görmek olağandışı bir şey. Onlar savaş karşıtı İnsanlar; bu böyle kabul edilmeliydi. Ya da hem bedensel, hem de anlaksal olarak bu duruma uymayan insanlar. Fakat savaş karşıtı olanlar bu savaşta dikkate alınmamışlardır. Kimse sıra dışı tutulmamıştır. Herkes birbirinin benzeridir. Agustin'le Primitivo çalılarla döndüler. Robert Jordan, tüfek için bir korugan yaptı; yukardan bakıldığı zaman tüfeği gizleyecek, ormandan bakıldığında doğal

159


bir ağaç gibi görünecek bir korugan. Yukarıdaki kayalara, aşağıdaki düzlüğü ve sağ yanı görebilecek bir noktaya bir gözcü yerleştirdi. Sol yandan gelebilecekleri görecek bir başka noktaya da bir başkasını yerleştirdi. - Buradan tırmanan birini görürsen sakın ateş etme, dedi Robert Jordan. “Bizleri uyarmak için aşağıya küçük bir taş yuvarla, tüfeğinle de işaret et. Şöyle.” Silahını başının üstüne kaldırıp gösterdi. “Sayılar için böyle.” Silahı aşağı yukarı doğru indirip kaldırdı. “Eğer atlarından inmiş yürüyorlarsa, silahın namlusunu aşağı doğru tut, böyle. Makinelinin ateş ettiğini duymadan sakın ateş etme. Yüksekten ateş ettiğin zaman adamın dizine nişan al. İki kez, böyle ıslık çaldığımı duyarsan arkanı kollayarak aşağı in, makinelinin bulunduğu bu kayalara gel.” -Primitivo tüfeği kaldırdı. - Anladım, dedi, “Çok kolay.” - Önce küçük kayayı yuvarla, bizi uyarmak için; sonra geldikleri yönü ve sayılarını belirt. Görünmemeye dikkat et. - Tamam, dedi Primitivo. “Bir kaya yuvarlarsam?” - Makineli konuşmadan böyle bir şey yapma. Çevrede arkadaşlarını aramaya gelip de daha ortaya çıkmamış atlılar olabilir. Pablo'nun bıraktığı izleri sürüyor olabilirler. Zorunlu olmadıkça çarpışmayacağız. Şimdi yerine çık bakalım.” Primitivo, - Peki, dedi ve karabinasıyla yüksek kayalara tırmandı. - Sen Agustin, dedi Robert Jordan, “Silah hakkında ne biliyorsun?” Agustin yere çöktü. Elleri kocamandı ve işten yıpranmıştı. - Doldur, nişan al ve vur. Başka bir şey gerekmez. - Onlar elli metreye kadar yaklaşmadan ateş etmeyeceksin. Ancak mağaraya giden geçide girerlerse silahı kullanacaksın, dedi Robert Jordan. - Peki. Ne kadar uzaktayken? - Şu kayadayken. Eğer arkalarında subay varsa önce onu vur, silahını sonra onlara çevir. Çok yavaş davran. Az hareket isteyen bir iştir bu. Fernando'ya da anlatacağım. Tüfeği sıkı sıkı tut, sıçramasın. Çok dikkatle gözetle ve bir kez de altıdan fazla ateş etmemeye çalış. Yoksa silah hemen ısınır. Her seferinde bir adama ateş et, sonra silahı başkasına çevir. At üstündeki birini göbeğinden vuramazsın. - Peki. - Tüfeğin üçayağı sıkı sıkı tutulmalı ki silah sıçramasın, böyle. Senin için tüfeği biz dolduracağız.” - Sen nerede olacaksın? - Şurada olacağım, solda. Her şeyi görebileceğim bir yer orası. Bu küçük makine ile senin solunu koruyacağım. Gelirlerse hepsini öldürebilmeliyiz. Yeterince yaklaşmadıkları sürece ateş etmemelisin. - Hepsini öldürebileceğimize inanıyorum. - Dilerim gelmezler. - Eğer senin köprü olmasa hepsini öldürür buradan giderdik. - Bir şey kazanılmazdı. Hiçbir amaca hizmet etmezdi bu. Köprü savaşı kazanmamızı sağlayacak tasarının bir bölümü. Bu hiçbir şey değil. Bu yalnızca basit bir olay.” - Hiçmiş. Her ölü faşist, bir faşistin eksilmesi demek. - Evet, ama bu köprüyle Segovia'yı alabiliriz. İl merkezini, düşünsene! Alacağımız ilk il olacak.

160


- Buna ciddi ciddi inanıyor musun? Segovia'yı alabileceğimize? - Evet. Köprü zamanında uçurulursa. - Burada hepsini öldürmeyi, köprüyü de uçurmayı isterdim. Robert Jordan, - Çok iştahlısın, dedi. Bu süre içinde kargaları izlemekteydi. İçlerinden biri bir şeye bakmaktaydı. Kuş gaklayıp uçtu. Öteki ağacın dalında kaldı. Robert Jordan, Primitivo'nun kayalar arasındaki yerine baktı. Primitivo aşağıları gözetlemekteydi, fakat bir işaret yapmadı. Robert Jordan, öne doğru eğilerek otomatik tüfeği gözden geçirdi, namluya baktı. Karga daha ağacın dalındaydı. İkinci karga, geniş bir çember oluşturacak biçimde uçup geri geldi, dala kondu. Güneşin ve ılık rüzgârın etkisiyle dallardaki karlar eriyip yere düşüyordu. - Yarın sabah bir toplu öldürme olayına katılabilirsin, dedi. “Bıçkı değirmenindeki karakolu yok etmek zorundayız.” Agustin, - Ben hazırım, dedi. - Köprünün aşağısındaki yol onarım kulübesini de. - Ben hangisi için görev yapacağım. Birinde mi yoksa her ikisinde de mi çalışacağım? - Her ikisi de aynı anda yok edilecek. - O zaman birinden birinde görev almam gerek. Uzun zamandan beri bu savaşta etkin bir payım olsun istiyordum. Pablo bizi buraya hareketsizlikten küflenelim diye getirmiş olmalı. Anselmo elinde nacakla geldi. - Daha dal istiyor musun? diye sordu. “Bence çok iyi gizlenmiş.” - Dal değil, dedi Robert Jordan, “İki küçük ağaç gerekli. Daha doğal görünmesi için onları bir iki yere dikmeliyiz. Yeterince ağaç olmadığı için bunlar doğal görünmüyor.” - Şimdi getiririm. - Dikkatle kesin ki geride kalan kütük görünmesin. Robert Jordan gerideki koruluktan nacak seslerini duydu. Kayaların üstündeki Primitivo'ya, sonra aşağıya, çam ağaçları arasındaki açıklığa baktı. Kargalardan biri hâlâ yerinde duruyordu. Az sonra oraya doğru gelmekte olan bir uçağın mırıltıya benzeyen ilk homurtularını duydu. Başını gökyüzüne kaldırınca onu çok yüksekte, küçük ve güneşte gümüş gibi gördü. Hiç hareket etmiyormuş gibi duruyordu. Agustin'e, - Bizi göremezler, dedi. “Fakat dikkatli olmakta yarar var. Bugünkü ikinci gözetleme uçağı bu.” - Ya dünküler? diye sordu Agustin. - Onlar görmüş olduğumuz kötü bir düş gibi şimdi, dedi Robert Jordan. - Segovia'da olmalılar. Düşler gerçekleştirmek için orada beklerler. Uçak dağları aşmış, görünmez olmuştu; yalnızca motorlarının homurtusu geliyordu… 22. Bölüm

161


Robert Jordan ağaca bakınca karganın uçmuş olduğunu gördü. Hiç gaklamadan ağaçların arasından uçup gitti. Sonra Agustin'e, - Yere yat, diye fısıldadı. Sonra aşağıya, bir çam ağacını omzunda taşımakta olan Anselmo'ya, “Yere, yere, ” diye eliyle işaret etti. Yaşlı adam ağacı yere bırakıp bir kayanın arkasına geçti. Robert Jordan ileriye, açıklığa baktı. Görünürde hiçbir şey yoktu, hiçbir şey duyulmuyordu, fakat yüreği çarparak bekledi. Az sonra bir taşın bir taşa vurmasından çıkan bir ses, daha sonra da yuvarlanmakta olan küçük taşların sesleri geldi. Başını sağa çevirip yukarı bakınca Primitivo'nun tüfeğini yatay bir biçimde dört kez salladığını gördü. Önünde uzanan beyazlık üstünde at izleri, onların da ötesinde ormandan başka bir şey görünmüyordu. Agustin'e yavaşça, - Atlılar, dedi. Agustin ona baktı, esmer, çökük yanakları geniş bir gülümsemeyle gerildi. Robert Jordan onun terlemekte olduğunu fark etti, uzanıp elini onun omzuna koydu. Dört atlının ağaçlar arasından çıktığını gördüklerinde Robert Jordan'ın eli daha Agustin'in omzundaydı. Robert Jordan elinin altında Agustin'in kaslarının gerginleşmekte olduğunu hissetti. Atlılardan biri önde üçü arkadaydı. Öndeki atlı yere, at izlerine bakmaktaydı. Arkasından gelen üç atlı korudan çıkınca yayılmışlardı. Dikkatle çevreyi gözetliyorlardı. Robert Jordan yerde, dirseklerini iki yana dayamış, kar üstünde yatarken yüreğinin hızlı hızlı çarptığını hissetti. Otomatik tüfeğin üstünden atlıları gözlüyordu. Öndeki atlı Pablo'nun geniş bir çember çizip durduğu yere gelince durdu. Ötekiler de ona yaklaşıp durdular. Robert Jordan tüfeğin mavimsi çelik namlusu üstünden adamların yüzlerini, bellerinden sarkmakta olan süngülerini, atların terden ıslanmış kalçalarını, adamların huni biçimindeki hâki pelerinlerini açık seçik görebiliyordu. Öndeki adam atını kayalara, tüfeğin yerleştirildiği açıklığa doğru çevirdi. Robert Jordan onun genç, güneş yanığı yüzünü, yarı kapalı gözlerini, gaga burnunu ve uzun çenesini gördü. Atın göğsü Robert Jordan'a doğru, başı dik, eyerin sağındaki otomatik tüfeğin namlusu öne doğru olmak üzere, atlı, tüfeğin bulunduğu açıklığa doğru yöneldi. Robert Jordan dirseklerini yere bastırdı, tüfeğin üstünden baktı. Kar üstündeki dört atlı durmuşlardı. Üçü otomatik tüfeklerini ateşe hazır tutuyordu. İkisinin tüfeği eyerlerinin kaşı üstünde durmaktaydı. Ötekinin tüfeği ise sağda, dipçiği atın kalçası üstünde duruyordu. Tüfeğin üstünden ve bu uzaklıkta iki kat büyük görünüyorlar. Sen, diye düşündü, önünde, erimiş kar üstünde, üçgen biçiminde ilerlemekte olan tümenin önünde, atının sırtında dimdik oturan adama bakarken. Tüfek öndeki adamın tam göğsüne nişan almıştı, pelerini üstünde, sabah güneşinde pırıl pırıl parlayan kırmızı nişanın biraz sağına. Sen dedi içinden, otomatik silahtan fırlayacak, çabuk, serseri kurşunu geciktirmek için, parmaklarını tetikte sıkı sıkı tut. Sen diye düşündü yine, sen, şimdi gencecik bir ölüsün. Fakat bunun gerçekleşmesine izin verme. Buna fırsat verme. Bu sırada yanındaki Agustin'in öksürmemek için kendini tuttuğunu ve öksürüğünü yutmaya çalıştığını gördü. Yağlı, mavi çelik namlu boyunca, dallar arasından yeniden açıklığa baktığında, parmakları hâlâ tetikteydi. Öndeki adamın atını Pablo'nun izlerine bakarak ormana doğru çevirdiğini gördü. Binicilerin dördü de ormana doğru gitmeye

162


başladılar. Robert Jordan Anselmo'nun ağacı yere bıraktığı yerde, adamın arkasından baktı. Çingene Rafael kayaların arasından onlara doğru gelmekteydi. Tüfeği arkasında asılıydı, ellerinde birer heybe taşımaktaydı. Robert Jordan ona el sallayarak işaret etti, Çingene yere çöküp gözden yitti. Agustin alçak sesle, - Dördünü birden öldürebilirdik, dedi. Hâlâ terden sırılsıklamdı. - Evet, diye fısıldadı Robert Jordan. “Fakat ateşten sonra neler olacağını Allah bilir.” Tam o anda yine bir taşın yuvarlandığını belirten bir başka ses duydu; çarçabuk çevresine bakındı. Çingene de Anselmo da saklanmışlardı. Önce kol saatine sonra da yukarı Primitivo'ya baktı. Primitivo tüfeğini kesin devinimlerle sanki sonsuz kez indirip kaldırıyordu. Pablo gideli kırk beş dakika oldu diye düşündü Robert Jordan, sonra da bir bölük atlının gelmekte olduğunu duydu. - Kaygılanma, dedi Agustin'e yavaşça. “Kaygılanma, bunlar da ötekiler gibi geçip gidecek.” Ormanın kıyısında, ikişer kişilik sıralar halinde belirdiler. Yirmi silahlı atlı vardı. Üniformaları ötekilerinki gibiydi. Bunların da süngüleri sarkıyordu, karabinaları meşin kapları içindeydi. Sonra onlar da öncekiler gibi ormanın içlerine doğru gittiler. - Evet, dedi Robert Jordan Agustin'e. “Gördün mü?” - Pek kalabalıklar, dedi Agustin. - Ötekileri öldürmüş olsaydık, bunlarla savaşmak zorunda kalacaktık, dedi Robert Jordan yavaşça. Şimdi yüreği rahatlamıştı, eskisi gibi çarpmıyordu; gömleğinin göğüs bölümü eriyen kardan ıslanmıştı. Göğsünün ortasını ıslaklıktan ötürü bir boşluk gibi hissediyordu. Artık güneş iyice parlıyordu; karsa çok çabuk erimekteydi. Ağaç gövdelerindeki karın eriyip yok olduğunu görüyordu. Tam tüfeğin önünde karın yüzeyi ıslaktı, yukarıdan güneş ısıttıkça, yerden de yerin sıcaklığı yükseldikçe karın yüzeyi danteli andıran izler bırakarak erimekteydi. Robert Jordan, Primitivo'nun bulunduğu yere baktı. Primitivo, hiçbir şey yok dercesine kollarını ile işaret yaptı. Kayanın üstünde Anselmo'nun başı belirdi. Robert Jordan ayağa kalkabileceğini işaret etti. Yaşlı adam bir kayadan ötekine sıçrayarak tüfeğin yanına kadar geldi ve yere uzandı. - Pek çok, dedi, “Pek çok,” Robert Jordan, - Ağaçları artık istemiyorum, dedi. “Buranın orman gibi görünmesine gerek kalmadı. Anselmo da Agustin de sırıttılar. - Şimdiki durumda da görünmüyor demek ki. Şimdiden sonra ağaç dikmek tehlikeli olur, çünkü bu adamlar geri döneceklerdir ve belki de aptal değillerdir. Bir tehlike atlattıkları için konuşmak gereği duyuyordu. Her tehlikeden sonra duyduğu konuşma isteğiyle, tehlikenin büyüklüğünü anlatıyordu. - Güzel bir korugandı değil mi? dedi. - İyiydi, dedi Agustin. “Faşizm kahrolsun ki iyiydi. O dördünü öldürebilirdik.” Anselmo'ya, “Gördün, değil mi?” diye sordu. - Gördüm. Robert Jordan Anselmo'ya,

163


- Sen dünkü yerine gözcülüğe gitmelisin, dedi. “Ya da senin seçeceğin bir başka yere. Dünkü gibi yolu gözetleyip gördüklerini bana bildireceksin. Geç bile kaldık. Karanlığa kadar gözetle, sonra gel, yerine başkasını göndeririz. - Ya yerde bırakacağım izler? - Kar erir erimez aşağılardan git. Yol karla çamurlanacaktır. Çok kamyon, ya da tank geçmişse çamur içinde izler kalmıştır. - Oraya gidip görene dek başka bir şey söyleyemeyiz. - İzin verir misin? diye sordu yaşlı adam. “İzninle, La Granja'ya gitmem, dün geceye ilişkin bilgiler edinmem ve bana öğrettiğin gibi bugün birine gözcülük yapmasını öğretmen daha iyi olmaz mı? Böyle biri bu gece haber getirir. Ben de La Granja'dan haber almış olurum.” - Atlılarla karşılaşmaktan korkmuyor musun? - Kar eridikten sonra hayır. - La Granja'da bunu yapabilecek kimse var mı? - Elbette var. Bir kadın olabilir. La Granja'da güvenilir pek çok kadın var. - Bence de öyle, dedi Agustin. “Dahası, bunu çok iyi biliyorum. Ve daha başka hizmetler verebilecek olanları da tanırım. Benim gitmemi ister misin?” - İhtiyar gitsin. Sen bu silahtan anlıyorsun. Bugün daha bitmedi. Anselmo, - Kar erir erimez giderim, dedi. “Çok çabuk eriyor.” Robert Jordan, Agustin'e, - Pablo'yu yakalayabilirler mi? diye sordu. - Pablo akıllıdır, dedi Agustin. “İnsanlar çifte yemeden akıllı bir erkek geyiği yakalayabilirler mi?” - Kimileyin yakalarlar, dedi Robert Jordan. - Pablo'yu yakalayamazlar, dedi Agustin. “Bir zamanlar ki gibi değil artık, şimdilerde gerçek Pablo'nun artığı gibi. Bu kesin, ama birçokları bir duvarın dibinde can verirken onun bu dağlarda rahatça dolaşması ve ölesiye içmesi nedensiz değildir. - Söyledikleri kadar akıllı mıdır gerçekten? - Söylenilenden çok daha akıllıdır. - Burada pek yetenekli gibi görünmüyor. - Çok yetenekli olmasaydı dün gece ölmüş olurdu. Bana öyle geliyor ki sen politikadan anlamıyorsun İngiliz, gerilla savaşını da bilmiyorsun. Politikada da gerilla savaşında da en önemli şey sağ kalmaktır. Dün gece sağ kalmayı nasıl başardığını düşünsene. Hem benden hem de senden yediği pisliği düşünsene. Pablo, yeniden eyleme katıldığına göre, Robert Jordan ona karşı bir şey söylemek istemedi, onun yeteneği için konuştuğuna pişman oldu. Kendisi de Pablo'nun ne kadar akıllı olduğunu biliyordu. Köprünün uçurulmasıyla ilgili yanlışları Pablo daha en başta görmüştü. Bu işten hoşlanmadığını belirtmişti ve bunu belirtirken neyin, neden yanlış olduğunu çok iyi biliyordu. Robert Jordan'ın öyle konuşması, büyük bir gerginlikten sonra çok konuşmanın sonucuydu. Konuyu değiştirmek için Anselmo'ya, - La Granja'ya gündüzün gidiş nasıldır? diye sordu. - Fena değil, dedi yaşlı adam. “Bir askeri bölükle gidecek değilim ki!” Agustin, - Boynuna çan da takmayacak, dedi. “Sancak da taşımayacak!” - Nasıl gideceksin?

164


- Yukarılardan, ormanın eteklerinden. - Ya yakalanırsan? - Kağıtlarım var.” - Hepimizin de var ama ola ki sen yanlış kağıtları yuttun! Anselmo başını salladı, gömleğinin göğüs cebine parmak uçlarıyla vurdu. - Bunu çok düşündüm fakat kağıt yutmaktan hiç mi hiç hoşlanmadım, dedi. Robert Jordan, - Bence onlar için biraz hardal taşımalıyız yanımızda, dedi. “Ben sol göğüs cebimde bizimkileri, sağ cebimde de faşistlerin kâğıtlarını taşırım. Böyle olunca insan sıkışık bir durumda da olsa karıştırmaz.” Atlıların geçide yönelmesi çok kötü etkilemiş olmalıydı hepsini de, hepsi de çok konuşuyordu. Pek çok diye düşündü Robert Jordan. Agustin, - Bak Roberto, dedi. “Hükümetin her gün biraz daha kaydığını söylüyorlar. Cumhuriyet'te artık insanların birbiriyle yoldaş değil, Senor ve Senora diye konuştuğunu söylüyorlar. Ceplerinin yerlerini değiştiremez misin?” - İyice sağa kaydıkları zaman kâğıtlarını kıç cebime koyacağım, dedi Robert Jordan, “Ortasından da dikeceğim.” - Gömlek cebinde dursunlar diye bu savaşı kazanıp devrimi yitirecek miyiz? dedi Agustin. - Hayır, dedi Robert Jordan. “Fakat bu savaşı kazanmazsak devrim de olmaz, Cumhuriyet de; ne siz olursunuz, ne de ben.” - Ben de öyle diyorum, dedi Anselmo, “Yani savaşı biz kazanmalıyız.” Agustin, - En sonunda da Cumhuriyetçiler dışındaki anarşistleri, komünistleri ve bu canavarları vurmalı, dedi. Anselmo, - Bu savaşı kazanmalı ve hiç kimseyi vurmamalıyız, dedi. “Halkı hakçasına yönetmeliyiz; herkes çalıştığının karşılığını görmeli. Bize karşı olanlarsa eğitilmeli ki yanlışlarını görebilsinler.” Agustin, - Yine de birçoğunu vurmak zorundayız, dedi. “Bir çoğunu…” Sol yumruğunu sağ avucuna vurdu. - Kimseyi vurmayacağız. Önderlerini bile. Çalışarak olumluyu öğrenmeliler. - Ben onları hangi işte çalıştıracağımı biliyorum, dedi Agustin. Yerden biraz kar alarak ağzına koydu. - Nasıl işler? Kötü mü? diye sordu Robert Jordan. - En parlak iki işte. - Ne gibi? Agustin atlıların geçtiği düzlüğe baktı, ağzına biraz daha kar aldı, sonra ağzında erimiş olan karı yere tükürdü. - Ne kahvaltı! dedi. “Nerede kaldı şu pis Çingene?” - Ne gibi işler? diye sordu Robert Jordan yine. “Konuş ağzı bozuk.” Agustin'in gözleri parladı. - Paraşütsüz olarak uçaktan atlamak. Bu kötülüklerini istemediklerimiz için bir iş. İkincisi de tel örgü kazıklarına çivilenmek. Ötekiler ileri geçmek için onları itsin diye. Anselmo, - Cahilce bir konuşma bu, dedi. “Böyle düşüncelerle Cumhuriyet kuramayız.”

165


Agustin, - O dört atlıyı görünce hepsini birden haklayabileceğimi düşündüm, dedi. Robert Jordan. - Ama onları niye öldürmediğimizi biliyorsun, diye karşılık verdi. “Çok terlemiştin, ben korkudan sandım.” - Korku, evet, diye cevap verdi Agustin. “Korku da, başkası da.” Evet, diye düşündü Robert Jordan. Biz bu işte soğuk davranırız ama onlar öyle değil. Hiçbir zaman soğuk davranmadılar Sonra sonuçsuz edebiyatlar yapmaktan vazgeç dedi kendi kendine. Kabul et ki askerliği seçen herkes gibi sen de öldürmekten hoşlandın. Anselmo insan öldürmekten hoşlanmıyor çünkü o avcı, asker değil. Onu çok yüksek bir yere yerleştirme yine de, eksiksiz gibi görme. Avcılar hayvan öldürür, askerler insan. Agustin'e gelince, korktu sanmıştım, diye düşündü. Eylemden önce duyulması çok doğal olan korku. Anselmo'ya, - Bak bakalım, Çingene yiyecek getirmiş mi? dedi. “Yukarı gelmesin. O bir çılgın çünkü. Sen kendin getir. Ne kadar getirirse getirsin, daha getirmesi için onu geri gönder. Çok açım.”

23. Bölüm Mayıs ayının son günleriydi. Robert Jordan açık havada omuzlarında ılık ılık esen rüzgârı hissediyordu. Kar hızla erimekte, onlar kahvaltı etmekteydiler. İki tane büyük etli sandviç ve keçi peyniri vardı. Robert Jordan çakısıyla kestiği iki kalın soğan dilimini etlerin yanına, büyük bir dilim peyniri de etlerle ekmek arasına yerleştirdi. Agustin, ağzı dolu, - Seni ormana, faşistlere kadar götürecek soluğun olacak, dedi. Robert Jordan da, ağzı ekmek, et, soğan ve peynir dolu, - Şarap tulumunu ver de bir yudum alayım, dedi. Hiç böylesine aç olmamıştı. Deriden dolayı hafiften katran kokan şaraptan ağzına doldurup yuttu. Sonra tulumu kaldırıp başını arkaya doğru attı, tulumu ağzına dikti. Öyle ki başı çam dallarına doğru eğilirken tulum, otomatik tüfeği örten çam dallarına değiyordu. Kocaman bir yudum daha aldı. Agustin, - Bu sandviçi de ister misin? diye sordu, ve tüfeğin üstünden ona uzattı. - Hayır, teşekkür ederim. Sen ye. - Yiyemem. Ben sabahtan yemeğe alışık değilim. - İstemediğinden emin misin? - Hayır, sen al. Robert Jordan sandviçi kucağına koyup el bombalarının bulunduğu torbanın yan cebine uzandı, soğan aldı, çakısını çıkarıp kalın bir dilim soğan daha kesti. Onu alıp sandviçin içine koydu. Agustin, - Kahvaltıda her zaman soğan yer misin? diye sordu. - Bulursam evet. - Ülkende herkes yer mi? - Hayır, dedi Robert Jordan, “Orada iyi karşılanmaz.”

166


- Buna sevindim. Amerika'yı hep uygar bir ülke olarak düşünmüşümdür. - Niye soğana karşısın? - Kokusundan ötürü. Başka bir şey değil. Yoksa güle benzer. Robert Jordan ağzı dolu ona gülümsedi. - Güle mi benzer? Nasıl benzer? Gül güldür, soğan da soğan. - Soğan beynini etkilemiş, dikkatli ol. Robert Jordan neşeyle, - Soğan soğandır, dedi ve taş kayadır, deniz taşıdır, dere taşıdır diye düşündü. Agustin; - Sen az bulunur bir insansın İngiliz. Senden önce bizimle çalışan dinamitçiyle çok farklısınız. - İkimiz arasında çok büyük bir ayrım var. - Nedir o? - Ben yaşıyorum, o ise öldü, dedi Robert Jordan. Sonra ne oldu sana diye düşündü. Böyle konuşulur mu? Yemek seni bu kadar mı mutlu etti? Kaçıklar gibi konuşacak kadar. Neyin var? Sarhoş musun? Yoksa soğanlar mı etkiledi? Olanların anlamı sence bu kadarcık mı? Kendi kendine gerçeği söyledi: Çok da büyük anlamı olmamıştı. Senin için anlam taşıdığına kendini inandırmaya çalıştın, ama hiçbir zaman anlamı olmadı. Kalan süre içinde yalan söylemenin hiçbir anlamı yok. - Hayır, dedi ciddiyetle, “Çok acı çeken bir insandı o.” - Peki sen? Sen acı çekmiyor musun? - Hayır, dedi Robert Jordan, “Ben az acı çeken insanlardanım.” - Ben de dedi Agustin. “Acı çekenlerle çekmeyenler var. Ben çok az acı çekerim.” Robert Jordan tulumuna uzandı. - Eh, böylesi daha az kötü, dedi. - Ben başkaları için acı çekerim.” - Bütün iyi insanlar gibi. - Kendim için çok az. Robert Jordan, - Karın var mı? diye sordu. - Hayır. - Benim de yok. - Fakat şimdi Maria var. - Evet. - Az rastlanır bir şey var, dedi. “Trenden bize geldiğinden beri Pilar onu çılgınca herkesten korudu, sanki kız Carmelite manastırındaymış gibi. Onu nasıl çılgınca koruduğunu bilemezsin. Sen geldin, onu bir armağan gibi sana verdi. Buna ne dersin?” - Öyle olmadı. - Nasıl oldu öyleyse? - Onu benim korumama bıraktı. - Sen de bütün gece onu koruyorsun? - Talih! - Birini korumak için nasıl bir yöntem! - Birinin böyle bir yöntemle de çok iyi korunabileceğini anlayamıyor musun? - Evet ama herhangi birimiz de onu bu yöntemle koruyabilirdik. Robert Jordan,

167


- Bu konuda daha çok konuşmayalım. Maria benim için çok önemli, dedi. - Çok mu önemli? - Daha önemli bir şey olamaz. - Ya sonra? Bu köprüden sonra? - Onu da götüreceğim. - Öyleyse kimse bu konuda daha çok konuşmamalı, dedi. “İkiniz gidin, talihiniz açık olsun.” Şarap tulumunu alarak birkaç yudum içti, sonra tulumu Robert Jordan'a uzattı. - Bir şey daha İngiliz, dedi. - Evet? - Ben de ona çok önem verdim. Robert Jordan elini onun omzuna koydu. - Çok, dedi Agustin. “Pek çok. Bir insanın düşleyebileceğinden çok daha fazla.” - Ben düşleyebilirim. - Bende hiç azalmayan bir etkisi var. - Anlıyorum. - Bak, bunu sana büyük bir ciddiyetle söylüyorum. - Söyle. - Ona hiç dokunmadım, aramızda hiçbir şey geçmedi, fakat ona çok, çok büyük ilgi duyuyorum. İngiliz, onu hafife alma. - Ona iyi bakacağım. - Sana inanıyorum. Dahası var. Eğer devrim olmasaydı, bu kız ne durumda olurdu bilemezsin. Sorumluluğun çok büyük. Kızcağız inan ki, çok acı çekmiş. Bizim gibi değil. - Onunla evleneceğim. - Hayır, o değil. Devrim sırasında evlenmeye gerek yok. Fakat... başını salladı, “İyi de olur,” dedi sonunda. - Onunla evleneceğim, dedi Robert Jordan. Bunu söylerken boğazının düğümlendiğini hissetti yine. “Maria benim için çok değerli.” - Daha sonra, uygun bir zamanda, dedi Agustin. “Önemli olan niyet.” - Niyetim var ve de hafife almıyorum. - Eğer hafife aldığını düşünseydim dün akşam onunla yatarken seni vururdum. Böyle nedenlerle burada çok adam öldürürüz biz. - Dinle dostum, dedi Robert Jordan. “Zaman olmadığı için gerekenler yapılamadı. Zamanımız yok. Yarın savaş var. Bence bu hiçbir şey değil fakat Maria için ve benim için çok önemli. Bu süre içinde bütün yaşamımızı yaşamalıyız.” - Ve bir gün ve bir gece çok kısa bir süre, dedi Agustin. - Evet. Fakat dün de vardı, önceki gece de, bir de son gece var. - Bak, dedi Agustin, “Eğer senin için bir şey yapabileceksem” - Hayır, biz iyiyiz. - Senin için ve kırpılmış kafa için yapabileceğim bir şey varsa... - Yok. - Gerçekten, bir insanın bir başkası için yapabileceği çok az şey var. - Hayır, çok şey var. - Ne var? - Bu gün aramızda ne geçerse geçsin, yarın için bana güven ve emirlerim yanlış bile olsa dediklerimi yap.

168


- Sana güveniyorum. Bu atlı ve atı gönderme olayını gördüğümden beri sana güveniyorum. - O hiçbir şey değildi. Görüyorsun, aynı amaç için çaba gösteriyoruz. Savaşı kazanmak istiyoruz. Savaşı kazanmazsak geriye kalan hiçbir şeyin önemi yok. Yarın çok önemli bir işimiz var. Gerçekten çok önemli. Ayrıca çarpışma da olacak. Çarpışmada sıkıdüzen olmalı. Çünkü birçok şey önceden göründüğü gibi olmayacak. Sıkıdüzense güvenden ve inançtan kaynaklanmalı. Agustin yere tükürdü. - Maria ile bütün öteki olaylar birbirinden ayrı. Maria'yla senin zamanı iyi kullanmanız yalnızca iki insanı ilgilendirir. Size yardımcı olabilirsem, emirlerini beklerim. Fakat yarınki iş için sana körü körüne boyun eğmeye hazırım. Yarınki gibi bir işe insan seve seve ölmeye hazır olarak gitmeli.” - Ben de öyleyim, dedi Robert Jordan. “Fakat bunu senden duyduğuma çok sevindim.” - Dahası da var, dedi Agustin. Primitivo'yu gösterdi. “Yukarıdaki de güvenilir bir adamdır. Pilar, düşünebileceğinin çok çok ötesinde güvenilir biridir. İhtiyar Anselmo da öyle. Andres de. Elaido da. Çok sessiz, fakat çok güvenilir biri. Ve Fernando. Onu nasıl değerlendirdiğini bilmiyorum. Cıvadan daha ağırdır. Şehirlerarası yolda araba çeken bir öküzden daha sıkıcıdır. Bunları savaşmak ve söyleneni yapmak söz konusu olunca göreceksin.” - Talihliyiz öyleyse. - Hayır. Aramızda zayıf iki kişi var. Çingene'yle Pablo. Sordo'nun çetesiyse bizden de iyi. Biz keçi gübresinden ne ölçüde iyiysek Sordo'nun çetesi de bizimkinden o ölçüde iyi. - Öyleyse her şey çok iyi. - Evet, dedi Agustin. “Fakat keşke bugün olsaydı.” - Bence de öyle. Bir an önce bitseydi. Fakat değil. - Sence kötü olabilir mi? - Olabilir. - Fakat sen şu an çok neşelisin İngiliz. - Evet. - Ben de. Maria ve başka şeylere karşın. - Nedenini biliyor musun? - Hayır. - Ben de bilmiyorum. Belki havadandır. Hava çok güzel. - Belki eylem yapacağımız içindir. - Bence öyle, dedi Robert Jordan. “Fakat bugün bir şey olmamalı. Her şeye rağmen, ne kadar önemli olursa olsun, bugün çarpışmaktan kaçınmalıyız.” Konuşurken bir ses duyuldu. Ilık rüzgârın çam ağaçları üstünde eserken çıkardığı sesti. Emin olmak için ağzını aralayıp sese kulak verdi; bir yandan da yukarıya, Primitivo'ya baktı. Duyduğunu sanmıştı ama şimdi ses yoktu. Çam ağaçları arasından esen rüzgârın sesinden başka ses yoktu. Kulak kesilerek dinledi. Sonra rüzgârla birlikte gelen çok zayıf bir ses duydu. Agustin, - Bence trajik olan bir şey yok diyordu. Robert Jordan, Agustin'in yanına uzatıp başını çevirdi. Agustin birden ona baktı, - Ne var? diye sordu. Robert Jordan elini kendi ağzına kapatıp dikkatle dinledi. Ses yine geldi. Zayıf,

169


kuru ve uzak bir ses. Evet yanılmıyordu. Kısa kısa, çatırdıyan, homurdayan bir otomatik tüfek ateşinin sesiydi. Çok uzaklarda, arka arkaya gelen minyatür seslerdi sanki. Robert Jordan yukarı baktı yine. Primitivo elini kulağına koymuş, ileriye bakıyor, dinliyordu. Robert Jordan bakınca Primitivo karşıdaki yüksek dağları gösterdi. - El Sordo'nun orada çarpışıyorlar, dedi Robert Jordan. Agustin, - Öyleyse onlara yardıma gidelim, dedi. “Herkesi toplayalım.” - Hayır, dedi Robert Jordan, “Biz burada kalıyoruz.”

24. Bölüm Robert Jordan , “Sen tüfeğin yanında kal. Buraya gelirlerse iyice emin olmadan ateş etme. Şu çalıya kadar gelirlerse ateş edersin,” dedi Agustin’e. “Anladın mı?” - Evet fakat - Fakatı yok. Sana sonra açıklarım. Şimdi Primitivo'nun yanına gidiyorum. Anselmo yanında durmaktaydı. - Burada Agustin'in yanında dur, dedi. Alçak sesle ve acele etmeden konuşuyordu. Atlılar tam yaklaşmadan ateş etmeyeceksiniz. Yalnızca gelip geçeceklerse bırakın geçsinler. Ateş etmek zorunda kalırsa sen tüfeğin ayaklarını tut ve fişeği kalmadığı zaman ona fişek ver. - Peki, dedi yaşlı adam. Robert Jordan daha sonra kayalara tırmandı. Kayalar ıslaktı, onlara tutunurken elleri ıslanıyordu. Güneş kayalar üstündeki karı çok çabuk eritmekteydi. Kayaların tepeleri kuruyordu. Robert Jordan tırmandıkça aşağılara bakıyordu. Çam ormanını, açıklığı, iki yüksek dağ arasındaki koyağı gözden geçirdi. Sonra iki kaya arasındaki boşlukta, Primitivo'nun yanında durdu. - Sordo'ya saldırıyorlar. Biz ne yapacağız? - Hiçbir şey, dedi Robert Jordan. Silah sesleri iyiden iyiye duyuluyordu artık. Etrafa bakındı. İlerde, vadinin ötesinde, yamaçların başladığı yerde, ormandan atlıların çıktığını, karlı sırtlara, silah seslerinin geldiği yöne doğru gittiklerini gördü. Atlılardan oluşan iki uzun sıranın kar üstündeki koyu renk görüntüsüne baktı. Bir açı yaparak ilerlediler ve sırtların üst bölümünü kaplayan orman içinde gözden yittiler. Primitivo, - Onlara yardım etmeliyiz, dedi. Sesi kuruydu. - İmkansız, dedi Robert Jordan. “Bunu sabahtan beri bekliyordum.” - Nasıl? - Dün akşam atları çalmaya gittiler, izleri onları ele verdi. - Fakat onlara yardım etmeliyiz, dedi Primitivo. “Onları bu durumda yalnız bırakamayız. Bizim yoldaşlarımız onlar.” Jobert Jordan elini adamın omzuna koydu. - Hiçbir şey yapamayız, dedi. “Yapabilecek olsaydık, yapardım.” - Yukarda onlara ulaşabileceğimiz bir yol var. Atlarla ve iki tüfekle o yoldan gidebiliriz. Bu tüfek bir de aşağıdaki ile onlara yardım edebiliriz. - Dinle, dedi Robert Jordan.

170


- Ben şunu dinliyorum, dedi Primitivo. Sonra, otomatik tüfek sesleri arasında, ol bombalarının daha donuk ve daha ağır olan seslerini duydular, - Yenikler, dedi Robert Jordan. “Kar durduğu zaman yenilmişlerdi. Gidersek biz de yeniliriz. Elimizdeki gücü bölmemiz imkansız.” Primitivo'nun çenesini, dudağını ve ensesini kaplayan kırçıl bir sakalı vardı. Sakalının dışında yüzü basık ve kahverengi denecek kadar esmerdi. Burnu yassı, kurşuni gözleri çukurdaydı. - Şu sesleri dinle. Hepsini öldürecekler. Eğer onları çevirmişlerse sonları bu. Kimileri çıkmış olabilir, dedi Robert Jordan. - Onlara doğru gidersek arka yoldan belki onları kurtarabiliriz. Dördümüz atları alıp gidelim, dedi Primitivo. - Peki sonra? Arka yoldan onları kurtardıktan sonra? - Sordo'yla birleşiriz. - Orada ölürüz. Güneşe bak, gün uzun. Gökyüzü yüksek ve bulutsuzdu. Güneş sırtlarını ısıtıyordu. Açıklığın güney sırtlarında yer yer kar vardı, ağaçlardaki kar tümüyle düşmüştü. Aşağılarındaki kayalar, kar eridikçe ıslanmıştı, şimdi güneş ısıttıkça üstlerinden buharlar yükseliyordu. - Buna dayanmak zorundasın, dedi Robert Jordan. “Savaşta buna benzer şeyler olur.” - Fakat yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Primitivo ona baktı. Robert Jordan adamın ona güvendiğini anladı. - Beni ve birini daha küçük makineliyle gönderemez misin? - Faydası olmaz, dedi Robert Jordan. Sanki görmeyi beklediği bir şeyi görmüş gibisine geldi ama rüzgarda kayarak alçalan, sonra da çam ormanına giren bir şahindi. - Hepimiz de gitsek yararı olmaz, dedi. Bu sırada silah sesleri iki katına çıktı, el bombası sesleri çoğaldı. - Allah onları kahretsin, dedi Primitivo; yürekten ve inançla ileniyordu. Gözleri yaşlarla doluydu, yanakları seyiriyordu. - Allahım! dedi. Robert Jordan, - Sakin ol, dedi. “Yakında onlarla savaşacaksın! Bak kadın geliyor.” Pilar kayalar arasından yavaş yavaş tırmanmaktaydı. Primitivo, rüzgârla dalga dalga gelen sesleri her duyuşunda, - Allah kahretsin! diyordu. Robert Jordan aşağı inip Pilar'ın çıkmasına yardım etti. Pilar'ın iki bileğinden tuttu, yukarı çekti. - Dürbün, dedi Pilar. Dürbünün askısını boynundan çıkarıp uzattı. “Demek Sordo'yu buldular.” - Evet. - Sordu, dedi acıyarak. Tırmanıştan ötürü derin derin soluk almaktaydı. Çevreye bakınırken Robert Jordan'ın elini sıkı sıkı tuttu. - Çarpışma nasıl görünüyor? - Kötü. Çok kötü. - Sanırım öyle. - Hiç kuşkusuz atlar neden olmuştur buna, dedi Pilar.

171


- Belki. Pilar sonra, “Rafael bana atlılara ilişkin pis bir roman anlattı. Ne oldu?” dedi. - Devriye ve bir bölük. - Nereye kadar? Robert Jordan devriyenin gelip durduğu yeri ve makineli tüfeği gösterdi. Bulundukları yerden Agustin'in siper aldığı kayanın yanında tek çizmesini görebiliyorlardı. - Çingene atlının, tüfeğin namlusu göğsüne dayanacak kadar yaklaştığını söyledi. Ne şans! Dürbün mağaradaydı. - Eşyalarınızı toparladınız mı? - Götürebileceklerimizi toplayın. Pablo'dan haber var mı? - Atlılardan kırk dakika önce gitti. Onun izini sürdüler. Pilar ona gülümsedi. Daha elini tutmaktaydı. Elini bıraktı. “Onu bulamazlar” dedi. “Şimdi Sordo'yu düşünelim. Onun için bir şey yapabilir miyiz?” - Hiçbir şey. Pilar, “Sordo'yu çok severdim?” - Evet. Çok fazla atlı vardı. - Buraya gelenlerden daha mı çok? - Tam bir tabur. - Dinle, dedi Pilar. Silah seslerini dinlediler. Robert Jordan, - Primitivo oraya gitmek istedi, dedi. Pilar, basık yüzlü adama dönüp, “Çıldırdın mı?” dedi. - Onlara yardım etmek istedim. - Bir romantik daha, dedi Pilar. “Yararsız yolculuklarda daha çabuk ölürsün, anlamıyor musun?” Robert Jordan onun büyük, kahverengi yüzüne, Kızılderili şakaklarına, kocaman gözlerine, kalın üst dudağına, gülmekte olan ağzına baktı. - Bir erkek gibi davranmalısın, dedi Pilar Primitivo'ya. “Yetişkin bir erkek gibi. Kırçıl sakalınla ve her şeyinle yetişkin bir erkek gibi.” Primitivo surat asarak, - Benimle alay etme, dedi. “Bir insanın yüreği, biraz da düş gücü varsa” - Onları kontrol etmeyi öğrenmeli, dedi Pilar. “Bizimle birlikte de olsan erken öleceksin zaten. Ölmek için yabancıların yanına gitmen gerekmez. Düş gücüne gelince, Çingene'de hepimize yetecek kadar var. Bana nasıl bir masal anlattı.” Primitivo, - Eğer görmüş olsaydın masal demezdin, dedi. “Bir an durum çok ciddiydi.” - Buraya birkaç atlı geldi, durmadan çekip gitti, dedi Pilar. “Siz de kendinizi birer kahraman yaptınız. İşte bunun için biz böyle hareketsiziz.” Primitivo azıcık gülümsedi. - Peki, Sordo'nun durumu ciddi değil mi? diye sordu. Gelen her silah sesi ile gözle görülür biçimde acı çekiyordu. Ya kendisi çarpışmaya gitmek istiyordu, ya da Pilar'ın oradan gidip kendisini yalnız bırakmasını. - Başa geldi artık, dedi Pilar. “Bir başkasının felaketi uğruna sen canını yitirme.” Primitivo, - Haydi ordan sen de, dedi. “Aptal, taş yürekli kadınlara arka çıkılmaz.” - Yaratıcı gücü olmayan erkeklere arka çıkabilmek için, dedi Pilar, “Görecek bir

172


şey yoksa giderim.” Bu sırada bir uçağın iyice yüksekten geçmekte olduğunu duydular. Robert Jordan başını kaldırıp baktı, o sabah gördükleri gözetleme uçağı olmalıydı. Şimdi geri dönmekteydi ve El Sordo'ya saldırılan yere doğru gitmekteydi. Pilar, - İşte uğursuz kuş, dedi. “Orada olanları görebilir mi?” - Elbette, diye cevap verdi Robert Jordan. Uçağın güneşte gümüş gibi parlayarak geçişini izlediler. Sol yandan geliyordu, pervanelerin oluşturduğu çemberleri görebiliyorlardı. - Yere yatın, dedi Robert Jordan. Uçak tam tepelerine gelmişti. Gölgesi açıklıktan geçiyordu, gürültüsü de son perdeye ulaşmıştı. Sonra vadiye doğru yöneldi. Uçağın tutarlı gidişini gözden yitene değin izlediler, sonra geniş bir çember çizerek geri döndüğünü gördüler. İki kez döndükten sonra Segovia yönünde gözden kayboldu. Robert Jordan, Pilar'a baktı. Kadının alnı terlemişti, başını sallıyor, dudağını ısırıyordu. - Herkes için bir şey var, dedi kadın, “Benim için de işte şunlar.” Primitivo alayla, - Benim korkum sana mı geçti? diye sordu. - Hayır, dedi Pilar, elini Primitivo'nun omzuna koydu. “Sende bana geçecek korku yok. Bunu biliyorum. Seninle çok katı bir biçimde şakalaştım, özür dilerim. Hepimiz aynı kazandayız.” Sonra Robert Jordan'a döndü. “Size şarap ve yiyecek göndereceğim. Başka bir şey ister misiniz?” diye sordu. - Şimdi değil. ötekiler nerede? - Seninki aşağıda, atların yanında.” Gülümsedi. “Her şey gözlerden uzakta. Gidecek olan her şey hazır. Maria senin eşyalarını hazırladı.” - Eğer uçaklar yeniden gelirse mağarada kalmasını sağla. - Peki, İngiliz, dedi Pilar, “Çingene'ye gelince, onu sana veriyorum. Tavşanları pişirmek için mantar toplamaya gönderdim onu. Bu sıralar çok mantar var. Tavşanlar yarına ya da sonraki güne kalsalar tatları daha iyi olur ama, bugün yiyelim diye düşündüm.” Robert Jordan, - Evet bence de öyle, dedi. Pilar kocaman elini Robert Jordan'ın omzuna, makineli tüfeğin kayışının göğsüne doğru çaprazlama geçtiği yere koydu. Sonra uzanıp parmaklarını Robert Jordan'ın saçlarının arasına geçirdi. - Nasıl bir İngiliz bu? dedi. “Yemekle birlikte Maria'yı da göndereceğim.” - Uzaklardan gelen sık silah sesleri susmuştu. Yalnızca arada bir, tek tük silah sesi geliyordu. Pilar, - Bitti mi dersin? diye sordu. - Hayır, dedi Robert Jordan. “Duyduğumuz seslere bakılırsa onlara saldırdılar ve geri püskürtüldüler. Şimdi saldıranlar onları sarmışlardır. Siper almışlar uçakları bekliyorlardır.” Pilar, Primitivo'ya döndü. - Sen, Primitivo. Amacımın seni aşağılamak olmadığını anlıyorsun değil mi? - Önemli değil, dedi Primitivo. “Senden, bundan daha kötüsünü de gördüm. Keskin bir dilin var senin. Fakat söylediklerine dikkat et kadın. Sordo benim çok

173


iyi bir yoldaşımdı.” - Benim değil miydi? diye sordu Pilar. “Dinle basık suratlı. Savaşta insan hissettiklerini söyleyemez. Sordo'nun sorunlarını yüklenmeden de bizim yeterince sorunumuz var.” Primitivo'nun yüzü hâlâ asıktı. Pilar ona, - Sen bir müshil almalısın, dedi. “Ben yemeği hazırlamaya gidiyorum.” Robert Jordan, - Şu kağıtları getirmiş miydin? diye sordu. - Ne aptalım, dedi Pilar, “Unuttum. Maria'yla gönderirim onları.”

25. Bölüm Saat öğleden sonra üçü geçiyordu uçaklar yeniden geldiğinde. Artık karların tümü erimişti, şimdi kayalar güneşten ısınmıştı. Gökyüzünde bulut yoktu. Robert Jordan gömleğini çıkarıp kayalara oturmuş sırtını güneşe vermiş, öldürdüğü atlının cebinden çıkan kâğıtları okuyordu. Arada bir başını kaldırıp açıklığa, ormanın başladığı sırtlara, tepelerin yukarılarına bakıyor, sonra yine kağıtlara dönüyordu. Bir daha hiçbir atlı görünmemişti. El Sordo'nun kampından arada bir düzensiz silah sesleri geliyordu. Öldürdüğü gencin Navarra'dan, Tafalla'lı, yirmi bir yaşında, bekar ve bir demircinin oğlu olduğunu öğrendi. Bağlı olduğu alay, N. atlı alayıydı. Robert Jordan buna şaştı çünkü bu alayın kuzeyde olduğunu sanıyordu. Delikanlı, Prens Don Carlos yanlısıydı; savaşın başlangıcında Irun'da yaralanmıştı. Belki de onu Pamplona'daki Feriada, sokaklarda bir boğanın önünde koşarken görmüşümdür, diye düşündü. İlk okuduğu mektuplar çok ciddiydi, çok dikkatle yazılmışlardı, yöresel haberlerden söz ediyordu. Kız kardeşinden gelen bu mektuplardan Tafalla'da her şeyin yolunda olduğunu, babalarının iyi olduğunu, annenin durumunda bir değişiklik bulunmadığını, yalnızca sırt ağrılarından yakındığını, oğlunun iyi olduğunu ve büyük bir tehlike içinde bulunmadığını umduğunu, Kızıllar'dan uzak durduğu ve İspanya'nın Marksistler'den kurtarma­ ya çalıştığı için mutluluk duyduğunu öğrendi. Mektupta, geçen mektubundan sonra ölen ve ağır yaralanan gençlerin uzun bir listesi de yer alıyordu. Robert Jordan Tafalla gibi bir kasaba için bu sayı çok büyük diye düşündü. Ayrıca da mektup hayli dindar bir hava taşıyordu. Robert Jordan onu askeri mektupların arasına koydu; bu kez daha az özen gös­ terilmiş bir el yazısı olan mektubu açtı. Oğlanın Novia'sından, yani nişanlısından geliyordu ve sakin, biraz resmi bir dille fakat çok sinirli bir biçemle onun için duyduğu kaygıları dile getiriyordu. Robert Jordan bu mektubu da okuduktan sonra öteki kâğıtlarla birlikte cebine koydu. Kalan mektupları okumayı canı istemedi. Bence bugün iyi iş yaptım dedi kendi kendine. Primitivo, - O okuduğun neydi? diye sordu. - Bu sabah vurduğumuz adamın üstünden çıkan mektuplar. Görmek ister misin? - Ben okuyamam ki. İlginç bir şey var mıydı?

174


- Hayır, dedi Robert Jordan, “Kişisel mektuplar.” - Geldiği yerler nasılmış? Mektuplardan anlaşılıyor mu? - Her şey yolunda gibi görünüyor, dedi Robert Jordan. “Kasabada ölenler çokmuş.” Otomatik tüfeğin koruganının kar eridikten sonra biraz değiştiğini gördü, eğilip düzeltti. Oldukça inandırıcı görünüyordu. Sırtlara baktı. - Nereliymiş? diye sordu Primitivo. Robert Jordan, - Tafalla'lıymış, diye cevap verdi. Kaç kişi öldürdüm bilmiyorum diye düşündü kendi kendine. Kimseyi öldürmeye hakkın var mı sanıyorsun? Fakat buna zorunluyum. Öldürdüklerinin kaçı gerçek faşistlerdi? Çok azı. Fakat hepsi de bizim uğruna savaştıklarımıza düşman. Fakat sen Navarralılar'ı, İspanya'nın başka bölge insanlarına oranla daha çok seviyorsun. Evet. Ve yine de onları öldürüyorsun. Evet. Eğer buna inanmıyorsan, aşağıya kampa git. Öldürmenin yanlış olduğunu bilmiyor musun? Evet. Ama yine de yapıyor musun? Evet. Ve yine de öldürme nedeninin geçerli olduğuna inanıyor musun? Evet. Doğru, dedi kendi kendine. Kendini inandırmak istercesine değil, fakat böbürlenerek. Acaba kaç kişi öldürdün? Bilmiyorum, çünkü saymadım. Trenleri kundakladığın zaman pek çok kişi ölmüştür. Birçok. Fakat kesin bir sayı veremezsin. Dinle, dedi kendi kendine. Bu senin için de, işin için de çok kötü. Çünkü ciddi bir iş görmektesin ve bunu her zaman anlamanı istiyorum. Kafanın içinin dupduru ve doğru olmasını isterim. Hayır dedi kendi kendine; hiçbir şeyi unutmaya hakkın yok. Gördüğün şeylerin bir tekine bile gözlerini kapatmaya hakkın yok. Ve ne birini unutmaya, ne değiştirmeye, ne de yumuşatmaya hakkın var. Bırak bunları dedi kendi kendine sonra. Çok böbürleniyorsun. Kendini aldatma. Sonra Maria'yı sevmem iyi mi peki diye düşündü. İyi, dedi kendi kendine. Materyalist toplum anlayışında aşk diye bir duyguya yer olmamasına rağmen mi? Ne zamandan beri böyle bir anlayış edindin? diye sordu bu sefer kendi kendine. Hiçbir zaman. Hiçbir zaman da böyle bir anlayışın olamaz. Sen hiç mi hiç gerçek bir Marksist değilsin, bunu biliyorsun. Sen özgürlüğe, eşitliğe ve kardeşliğe inanıyorsun. Kendini kandırma... Bir de şu var. Birini sevmek konusunda da kendini aldatma. Kimi insanlar aşkı elde edecek kadar şanslı değiller. Sen de daha önce âşık olmamıştın, oysa şimdi âşıksın. Maria'yla aranda olan bugün ya da yarın bitse de veya bir hayat boyu da sürse, bir insanın yaşayabileceği en önemli şeydir. Böyle bir şeyin olmadığını söyleyecek insanlar hep olacaktır, çünkü onlar böyle bir şey yaşamamışlardır. Fakat sen bu gerçeği yaşamaktasın ve yarın ölecek olsan bile şanslısın bunun için. Bırak dedi şimdi bu düşünceleri. Sordo'nun orada durum nasıl acaba. Hepimizin umduğu şey aynı: Zaman kazanmak. Şu at işiyle Sordo'nun başını belaya soktuk. Sanırım yalnız başıma başarabilirdim. Bir kez yaptın mı sonrası gelir. Kuşatıldığın ve teslim olacağın bir savaşta çarpışmak bir lüks değil midir? Kuşatıldık. Bu savaşın büyük korku çığlığıydı bu. Bundan sonra vurulman gelir; Şansın varsa başına daha önce kötü bir şey gelmez. Sordo bu bakımdan talihli değil. Zaman dolduğunda da talihli olmayacaklar. Bu sırada uzaktan gelen uğultuyu duydu. Başını kaldırdığı zaman uçaklar vardı gökyüzünde.

175


26. Bölüm Saat 3 olmuştu ve El Sordo halen bir tepenin doruğunda savaşmaktaydı. Bu tepeyi sevmiyordu; o tepeyi ilk gördüğü zaman frengi çıbanına benzetmişti. Fakat bu tepeden başka da seçeneği yoktu, onu çok uzaktan gördüğü zaman seçmiş, ağır otomatik tüfeği omzunda, atı yüklü, namlu kalçalarının arasında, bir yanda el bombaları, öte yanda otomatik tüfeğin fişekleri sarkarken, atını bu tepeye doğru sürmüştü. Joaquin'le Ignacio ise arada bir ateş ederek ona tüfeği yerleştirmek için zaman kazandırmaya çalışmışlardı. Yerde daha kar vardı ve bu onları ele vermişti. İsabet alana atı topallayarak yürüyordu. Sordo, tepenin son bölümüne, parlak beyaz karı yanlara sıçratarak çıkarken yularları omzuna almış, atı çekmişti. Kayalara çarpan kurşunlar altında zor bir tırmanıştı bu. İki kurşun torbasını omzunda taşıyordu. Sonra atın yelesini tutmuş, becerikli elleriyle hemen, tam vurması gereken yerden onu vurmuştu. At, başı önde yere düşmüş, sonra iki kaya arasına yuvarlanmıştı. Atı vurmak için tüfeğiyle iki el ateş etmişti. Tepeye tırmanırken arkasında olanlardan habersiz olduğundan sırtının ortasında buz gibi soğuk hissediyordu. Ancak beş adamının tepeye tırmanmakta olduklarını gördüğü zaman sırtındaki soğuğu duymaz oldu. Yamacı tırmanırlarken iki at, tepede ise üç at ölmüştü. Bir gece önce ancak üç at çalabilmiş, biri ağılda, ona eyersiz binmeye çalışırken ilk atışlar başladığında isabet almıştı. Tepeye ulaşan beş adamdan üçü yaralıydı. Sordo da baldırından ve sol kolunda yara almıştı. Susamıştı. Yaraları soğumuş, sertleşmişti. Çok acıyordu. Başı da ağrıyordu. Uçakların gelmesini beklerken yere uzanmış düşünüyordu. Aklına bir İspanyol şakası geldi: Ölümü bir aspirin gibi almak zorunda kalacaksın. Fakat bunu yüksek sesle söylemedi. Başındaki ağrıya ve kolunu her kımıldatışında duyduğu bulantıya karşın gülümsedi ve çetesinden kimlerin sağ kaldığını anlamak için bakındı. Beş adam beş köşeli bir yıldızın köşelerini tutmuşlardı sanki. Dizleriyle ve elleriyle yeri kazıp başlarının ve omuzlarının önüne taşlar ve bulabildikleri başka şeyler yığarak koruganlar yapmışlardı. On sekiz yaşında olan Joaquin'in miğferi vardı. Onunla hem yeri kazıyor, hem de siper yapmak için toprak ve daha başka şeyler taşıyordu. Bu miğferi bir treni kundakladıkları zaman bulmuştu. Üstünde bir kurşun deliği vardı; bu şapkayı aldığı için herkes Joaquin'le eğlenmişti. Halbuki atışlar başladığı zaman miğferini kaptığı gibi öylesine hızla kafasına geçirmişti ki başına tavayla vurulmuş gibi olmuştu. Yanan alnını bir çember gibi sıkıştırıyordu sanki. Fakat yine de miğferini başından çıkarmamıştı. Şimdi de makine benzeri hareketlerle ve büyük bir çabayla miğferle yeri kazıyordu. Henüz isabet almamıştı. Sordo, genizden gelen derin sesiyle, - Sonunda bir işe yarıyor, dedi. Joaquin, - Diren ve güçlen, kazanacaksın, diyordu. Bu sözler komünistlerin bir sloganıydı. Sordo aşağıdaki yamaca baktı. Bir kayanın arkasından bir atlı çıkmış, tırmanmaya çalışıyordu. Sordo Joaquin'i çok seviyordu, ama şu sıra sloganlara katlanamıyordu. - Ne dedin? Adamlardan biri yapmakta olduğu koruganın arkasından çıktı. Yüzükoyun

176


yatmıştı, çenesi yerdeydi. Kollarını dikkatle kaldırmış, büyük bir taşı koruganının üstüne koymaya çalışıyordu. Joaquin, kazmaya bir an bile ara vermeden, delikanlı sesiyle sloganı yineledi. Çenesi yerde olan adam, - Son sözcük neydi? diye sordu. - Yenmek, dedi delikanlı. Sonra “Bu duruma uyan bir tane daha var” dedi. “Dizlerinin üstünde yaşamaktansa, ayaklarının üstünde ölmek yeğdir, der.” - Bir daha söyle, dedi bir başka adam, omzu üstünden bakarak. “Göbeklerimiz üstündeyiz, dizlerimiz üstünde değil.” Çenesi yerde olan adam, - Bizi buradan faşistler kurtaracak, dedi. - Böyle konuşmayın, dedi Joaquin. - Annenin memesinden emdiğin sütü dudaklarından sil de bana bir şapka dolusu toprak ver, dedi çenesi yerde olan adam. “Hiçbirimiz bu akşam güneşin batışını göremeyeceğiz.” El Sordo düşünüyordu: Tıpkı bir frengi çıbanına benziyor. Ya da bir yanardağ tepesine. Hiç yanardağ görmedin diye düşündü. Hiç görmeyeceksin. Bu tepe tıpkı bir frengi çıbanı gibi. Yanardağları bir yana bırak. Yanardağlar için artık çok geç. Ölü atın iki kürek kemiği arasına dikkatle baktı. Aşağıdan bir kayanın arkasından art arda ateş edildi, makineli tüfek kurşunlarının ata saplandığını duydu. Atın arkasına kıvrılıp yattı ve atın kalçalarıyla kaya arasından aşağıya doğru baktı. Yamaçta, tam aşağısında üç ceset vardı. Faşistler tepeye tırmanırlarken ateş açtıklarında, kendilerinin aşağı doğru yuvarladıkları el bombalarından ölmüşlerdi. Yamacın öte yanında da, bulunduğu yerden göremediği cesetler vardı. Saldırganların tepeye ulaşabileceği, kendilerinin denetimi dışında kalan hiçbir geçit yoktu. Cephaneleri ve el bombaları olduğu sürece, ne Sordo'yu ne de dört adamını buradan alabilirlerdi. Bunun için La Granja'dan özel bir tabur isteyip istemediklerini bilmiyordu. Belki istememişlerdi, çünkü çok yakında uçaklar gelecekti. Gözetleme uçağı üstlerinden geçeli neredeyse dört saat olmuştu. Sordo, bu tepe tıpkı bir frengi çıbanına benziyor diye düşündü, biz de onun iriniyiz. Bu aptallığı yaptıkları zaman pek çoğunu öldürdük. Bizi böyle kıskıvrak yakalayabileceklerini nasıl düşündüler. Öylesine modern savaş araçları var ki aşırı güvenden yitiriyorlar. Yamaçtan yukarı tırmanmaya çalışan subayı, iki büklümken attığı bir bombayla öldürmüştü. El bombasının koyu gri dumanı ve sarı alevi içinde binbaşının şimdi yattığı yere doğru süzülerek düştüğünü görmüştü. Sordo önce onun cesedine baktı, sonra da yamaçtan aşağılara doğru yayılmış öteki cesetlere. Cesaretli fakat aptal insanlar bunlar, diye düşündü. Ama şimdi uçaklar gelmeden bize saldırmayacak kadar sağduyuları var. Eğer hemen topları gelirse o başka. Havan topları gelseydi bizim için daha kolay olurdu. Top doğal bir şeydi ve havan topları yukarı gelir gelmez öleceklerini biliyordu fakat uçakların geleceğini düşündükçe bu tepenin doruğunda, bütün giysileriyle birlikte derisi de soyulmuş gibi hissetti kendini. Bu hissinden daha çok çıplaklık olamaz diye düşündü. Derisi yüzülmüş bir tavşan bile bir ayıyla karşılaştığında daha az çıplak olabilirdi. Fakat niye uçak getirsinler? Bizi buradan havan toplarıyla da sürebilirler. Bu sırada adamlardan biri ateş etti. Sonra çarçabuk horozu çekip bir daha ateş etti.

177


Sordo, - Mermileri ziyan etme, dedi. - Büyük fahişenin oğullarından biri şu kayaya kadar gelmeye çalıştı, dedi adam kayayı göstererek. Sordo başını zorlukla çevirdi, - Onu vurabildin mi? diye sordu. - Hayır, dedi adam, “Adi geri kaçtı.” Çenesi yerdeki adam, - Pilar, dedi, “Burada ölmekte olduğumuzu biliyor.” - Elinden bir şey gelmez, dedi Sordo. Konuşan adam, Sordo'yu, açıkta olan kulağıyla başını çevirmeden duyabilmişti. “Ne yapabilirdi?” - Bu pisleri buradan uzaklaştırabilirdi. - Hayır, dedi Sordo. “Tepenin eteğine yayılmışlar, onlarla nasıl baş edebilirdi? Yüz elli kişiler. Belki de şimdi daha çok.” Joaquin, - Karanlığa kadar dayanabilirsek, belki o zaman, dedi. Çenesi çer çöp içindeki adam, - Noel ilkbahar yortusunda olsaydı, diye karşılık verdi. Senin Pasionaria'dan yardım iste. Bizi yalnızca o kurtarabilir. - Onun oğlu için söylenenlere inanmıyorum, dedi Joaquin. “Oğlu gerçekten Rusya'daysa havacılık ya da başka bir şey öğrenmeye gitmiştir.” Adam, - Güvenlikte olmak için orada saklanıyor, dedi. - Eytişim çalışıyormuş. Pasionaria da orada bulunmuş. Lister, Modesto ve başkaları da. Az rastlanır adı olan adam söylemişti. - Orada öğrenip sonra bize yardım için buraya gelecekler demek ki, dedi Joaquin. Bir başka adam, - Bizim şimdi yardıma ihtiyacımız var, dedi. “Ruslar'ın bütün sömürgen dolandırıcı çömezleri bize şimdi yardım etmeliler.” Ateş etti ve, “Geberin” dedi. - Yine elimden kaçtı. - Kurşunlarını ziyan etme, çok da gevezelik etme, yoksa susayacaksın, dedi Sordo. “Bu tepede su yoktur.” Adam bir yanından öte yanına döndü, şarap tulumunu omzunun üstünden Sordo'ya uzattı. - Ağzını ıslat ihtiyar, dedi. “Yaralısın, çok susamış olmalısın.” - Hepimiz biraz içelim, dedi Sordo. Elinde şarap tulumu olan adam, - Öyleyse önce ben biraz içeyim, dedi. Uzun bir yudum aldıktan sonra tulumu arkadaşlarına uzattı. - Sordo, uçaklar gelir mi dersin? diye sordu. - Her an gelebilirler, dedi Sordo. - Daha önce gelmiş olmalıydılar. - Bu aşağılık herifler yeniden saldırırlar mı dersin? - Uçaklar gelmezse saldırırlar. Sordo havan toplarından söz etmeyi gereksiz buldu. - Dün gördüklerimize bakılırsa yeterince uçakları vardır, dedi adam. - Pek çok uçakları var, dedi Sordo.

178


Başı çok ağrıyordu, kolu da ağırlaşmıştı, ağrıları dayanılmaz dereceye ulaşmıştı. Parlak, yüksek, duru ilkyaz göğüne baktı ve sağlam koluyla şarap tulumunu ağzına kaldırdı. Elli iki yaşındaydı ve gökyüzünü son kez görmekte olduğunu biliyordu. Ölmekten korkmuyordu fakat ölmekten başka bir işe yaramayan bu tepede kıstırılmak onu öfkelendiriyordu. Onları açıkta bir görebilseydik, diye düşündü, onları vadiden buraya çıkmaya zorlayabilseydik, yolun öte yanına geçebilseydik... Fakat bu frengi çıbanına benzeyen tepe. Bu tepeyi elimizden geldiğince iyi kullanmalıyız. Ama şimdiye kadar onu çok iyi kullandık. Sonra ölümü kabullenişini düşünerek kendi kendisiyle alay etti. Gökyüzüne ve uzaktaki dağlara baktı, şarabı yuttu fakat canı şarap istemedi. Eğer bir insan ölecekse ve elbette ölecek, ben de ölebilirim. Fakat ölümden nefret ediyorum. Ölmek bir şey değildi, kafasında ölüme ilişkin ne bir görüntü ne de bir korku vardı. Fakat yaşamak, bir yamaçta, bir tarla dolusu buğdayın rüzgârda savruluşu gibiydi. Şarap tulumunu geri verdi Sordo, teşekkür anlamında başını salladı. Öne doğru uzanıp ölü atının omzuna, otomatik tüfek kurşununun yaktığı yere sevgiyle, yavaşçacık vurdu. Yanmış kılların kokusunu hâlâ alabiliyordu. Onlara ateş edilirken, ıslık çalan ve patlayan mermiler çevrelerinde bir perde oluştururken, titremekte olan atı orada nasıl durduğunu ve onu, kulaklarıyla gözlerini birleştiren çapraz çizgilerin kesiştiği noktadan nasıl vurduğunu düşündü. Sonra, at yere düşünce, onun hâlâ ıslak olan gövdesini siper alarak tepeye tırmananlara nasıl ateş ettiğini düşündü. - Sen birçok attın, dedi, sonra. El Sordo sağlam yanına döndü, gökyüzüne baktı. Boş mermi kartuşlarının üstünde yatmaktaydı. Kaya başını, ölmüş at da gövdesini koruyordu. Yaraları çok sertleşmişti, çok ağrıyordu ve kıpırdayamayacak kadar yorgundu. Yanındaki adam, - Sana neler oluyor ihtiyar? diye sordu. - Hiç. Biraz dinleniyorum. - Uyu, dedi öteki. “Geldikleri zaman onlar bizi uyandırır.” Tam o anda yamacın aşağısından biri bağırdı. - Dinleyin haydutlar! Ses kayaların arkasından, en yakın makineli tüfeğin yanından geliyordu. - Uçaklar sizi parçalara ayırmadan teslim olun. - Ne diyor? diye sordu Sordo. Joaquin adamın dediklerini aktardı. Sordo yan döndü, biraz kalktı. Tüfeğin arkasında çömelmiş oturuyordu şimdi. - Belki de uçaklar gelmiyor, dedi. “Onlara cevap vermeyin. Ateş de etmeyin. Belki yine saldırmalarını sağlayabiliriz.” Joaquin'le, Pasionario'nun Rusya'daki oğlu hakkında konuşan adam, - Onları biraz aşağılasak? diye sordu. - Hayır, dedi Sordo. “Bana büyük tabancayı verin. Büyük tabanca kimde?” - Burada. - Bana ver. Dizleri üstünde eğildi, büyük 9 mm'lik yıldızı aldı, ölü atın yanına, yere ateş etti, bekledi, sonra eşit olmayan aralıklarla dört el daha ateş etti. Gülümseyip tabancayı geri verdi. - Doldurun, diye fısıldadı. “Kimse ağzını açmasın, kimse ateş etmesin.” Kayaların arkasındaki ses yine bağırdı. Tepede kimse ağzını açmadı.

179


Sordo neşeyle, - Yuttular, dedi. Aşağıya baktı. Kayaların üstünde bir baş göründü. Tepeden hiç ateş edilmedi, adam başını geri çekti. El Sordo bekledi, aşağıyı gözetledi, fakat hiçbir şey olmadı. Başını çevirip bulundukları yerlerden yamacın aşağısını gözetleyen adamlara baktı. Adamlar başlarını salladılar. - Kimse kıpırdamasın, diye fısıldadı. Kayanın ardındaki ses bu kez, - Aşağılık herifler! diye bağırdı. - Kızıl domuzlar, pislikler... Sordo sırıttı. Ancak iyi olan kulağını verdiği zaman aşağılamaları duyabiliyordu. Aspirinden iyi diye düşündü. Kaçını haklayabiliriz? O kadar aptal olabilirler mi? Ses yine sustu. Üç dakika boyunca ne bir ses duydular, ne de bir hareket gördüler. Sonra, yüz metre ilerdeki kayanın arkasında pusuda olan adam, ortaya çıkıp ateş etti. Kurşun bir kayaya çarptı, keskin bir ıslıkla sekti. Sonra Sordo, bir adamın, otomatik tüfeğin bulunduğu kayanın arkasından çıktığını, iki büklüm bağıran adamın yanına koştuğunu gördü. Yüzercesine kayanın arkasına sığındı. Sordo çevresine bakındı. Ötekiler yamaçta hiçbir hareket olmadığını işaret ettiler. El Sordo neşeyle gülümsedi, başını salladı. Bu aspirinden on kez daha iyi diye düşündü, bekledi, ancak bir avcının mutlu olabileceği kadar mutlu olarak bekledi. Yamacın aşağısında, otomatik tüfeğin yanından ayrılıp kayanın arkasına giden adam arkadaşına soruyordu. - Buna inanıyor musun? - Bilmiyorum. - Mantıklı, dedi komutan olan yüzbaşı. “Çevrilmiş durumdalar, ölmekten başka bir şey umamazlar.” Öteki adam bir şey demedi. Yüzbaşı, - Ne düşünüyorsun? diye sordu. - Hiçbir şey. - Atışlardan sonra hiçbir hareket gördün mü? - Hiç görmedim. Yüzbaşı kol saatine baktı, üçe geliyordu. - Uçaklar bir saat önce gelmiş olmalıydı, dedi. Tam o anda subayın arkasına bir teğmen geldi. bağıran adam yana çekildi, ona yer açtı. Yüzbaşı, - Paco, dedi, “Sence bu ne demek oluyor?” Teğmen derin derin soluk alıyordu. - Bence bu bir oyun, dedi. - Peki ya değilse? Burada durup ölüleri çevirmemiz gülünç olmaz mı? - Gülünç olandan daha kötü şeyler de yaptık nasıl olsa, dedi Teğmen. “Şu yamaca bakın.” Ölülerin tepeye doğru yayıldığı yamaca baktılar. Baktıkları yerden tepenin kayaları, El Sordo'nun ölmüş atının kamı ve uzanmış bacakları, toynakları ve yeni kazılmış yer görünüyordu. Teğmen - Havan toplarına ne oldu? diye sordu. - En çok bir saat içinde burada olmalılar. - Öyleyse onları bekleyin. Yeterince aptallık yapıldı zaten. Yüzbaşı birden, bağırdı. Ayağa kalkmış, başını kayanın epey üstüne çıkarmıştı. Ayağa kalkınca yamacı daha iyi görebiliyordu. - Kızıl domuzlar! Korkaklar!

180


Teğmen pusu kuran askere, bakıp başını salladı. Adam uzaklara baktı bir şey demedi. Yüzbaşı, eli tabancasının tetiğinde, aklı yukarıdaki tepede durup bekledi. Sövdü, tepedekileri aşağıladı. Fakat hiçbir şey olmadı. Sonra kayanın arkasından çıktı, açıkta durup tepeye baktı. - Ateş edin korkaklar, diye bağırdı, “Eğer sağsanız ateş edin. Kızıllar'dan korkmayan bu adama ateş edin, pislik herifler.” Yüzbaşı’nın yüzü bağırmaktan kızardı, uzun cümlesini bitirene dek tıkandı. İnce yapılı, güneşten yanmış, sakin bakışlı, ince dudaklı, geniş ağızlı, çukur yanaklı, gür sakallı bir adam olan teğmen başını salladı. Bağıran ve ilk saldırıya komuta eden yüzbaşıydı. Yamaca çıkarken ölen genç teğmen adı Paco Berrendo olan teğmenin en yakın arkadaşıydı. Paco subayın bağırmalarını dinliyordu. Heyecandan neredeyse bayılacaktı. Yüzbaşı, - Bunlar annemle kız kardeşimi vuran domuzlar,”diye bağırıyordu. Kırmızı yüzlü sarışındı. İngilizler'inkine benzer bir bıyığı vardı. Gözleri yabansıydı. Çok açık maviydi gözleri, kirpikleri de çok açık renkti. Gözlerine baktığınız zaman gözbebeklerinin çok yavaş uyum sağladığını görürdünüz. “Kızıllar! Korkaklar!” diye bağırdı, sustu sonra. Şimdi tamamen açıkta duruyordu. Dikkatle bakındı, tepede görünen tek hedefe, Sordo'nun atına ateş etti. Kurşun atın on beş metre aşağısında yerden toz toprak kaldırdı. Yüzbaşı bir daha ateş etti. Kurşun bu kez bir kayaya çarpıp sekti. Teğmen tepeye baktı. Gözlerini arkadaşının tepedeki cesedine dikmişti. Pusucu askerse yere bakmaktaydı. Sonra gözlerini kaldırıp yüzbaşıya baktı. - Orada sağ kimse yok! dedi yüzbaşı. Pusucuya, “Sen tepeye çıkıp bir baksana.” Pusucu yere baktı, hiçbir şey demedi. Yüzbaşı ona bağırdı. - Beni duyuyor musun? Pusucu, - Evet yüzbaşım, dedi. - Öyleyse dediğimi yap. Yüzbaşının tabancası hâlâ elindeydi. “Beni duyuyor musun?” - Evet yüzbaşım. - Öyleyse neden gitmiyorsun? - Gitmek istemiyorum yüzbaşım. - İstemiyor musun? Yüzbaşı tabancasıyla adamın sırtını dürtükledi. “Demek istemiyorsun!” Asker ciddiyetle, - Korkuyorum, yüzbaşım, dedi. Teğmen Berrendo, yüzbaşının yüzüne, öfkeli gözlerine baktı, adamı vurabileceğini düşündü. - Yüzbaşı Mora, dedi. - Teğmen Berrendo? - Belki de asker haklıdır. - Korktuğunu söylemekte mi haklıdır? Yoksa dediğimi yapmak istemediğini söylemekte mi haklı? - Hayır. Bunun bir oyun olduğunu düşünmekte haklı. - Hepsi ölmüş, dedi yüzbaşı. “Duyuyor musun beni? Hepsi ölmüş.” Berrendo,

181


- Tepedeki yoldaşlar mı demek istiyorsun? diye sordu. “Sana katılmıyorum.” - Paco, dedi yüzbaşı, “Aptallık etme. Juliân için üzülen yalnız sen misin sanıyorsun? Size söylüyorum. Kızıllar öldü. Bakın.” Ayağa kalktı, elleriyle kayaya tutunarak kendini yukarı doğru çekti, tuhaf bir biçimde diz çöktü, sonra ayağa kalktı. - Vurun, diye bağırdı, gri renkli granit kaya üstünde durarak, “Beni vurun! Öldürün beni!” Her iki kolunu da yukarı kaldırmış sallıyordu. 27. Bölüm El Sordo tepede ölü atının arkasına uzanmış, kıs kıs gülüyordu. Ne insanlar diye düşündü. Güldü, gülmesini tutmaya çalıştı, çünkü sarsıldıkça yaralı kolu ağrıyordu. Aşağıdan yüzbaşının bağıran sesi geliyordu halen. - Kızıllar! Ayak takımı kızıllar! Vurun beni, öldürün! Sordo, göğsü sarsılarak, atın sağrısı üstünden aşağı baktı, yüzbaşının kayanın üstünde kollarını salladığını gördü. Kayanın yanında bir başka subay daha durmaktaydı. Pusucu kayanın öte yanındaydı. Sordo keyifle başını salladı. - Beni vurun! dedi yavaşça kendi kendine, “Beni öldürün!” Sonra omuzları bir daha sarsıldı. Gülmekten ötürü kolu ağrıdı. Her güldüğünde başının çatlayacak gibi olduğunu hissediyordu. Fakat gülmekten kendini alamıyordu. Yüzbaşı Mora kayadan indi. - Şimdi bana inandın mı Paco? diye sordu Teğmen Berrendo'ya. - Hayır, dedi Yüzbaşı Berrendo. - Burada aptallardan ve korkaklardan başka kimse yok, dedi yüzbaşı. Pusucu dikkatle yeniden kayanın arkasına çekildi, Teğmen Berrendo onun yanına gitti. Yüzbaşı kayanın yanında ayakta duruyordu. Sövüp saymaya başladı. Teğmen Berrendo dinine çok bağlı bir Katolikti. Pusucu da öyleydi. Her ikisi de Navarra'dandı ve Carlos yanlısıydı, ayrıca her ikisi de bir öfke anında yemin edip sövseler bunu günah olarak görürler, hemen arkasından günah çıkarırlardı. Kayanın arkasında kıvrılmış, yüzbaşının bağırdıklarını dinledikçe, her ikisi de kendilerini ondan ve söylediklerinden soyutlamaya çalışıyordu. Ölmeleri çok olası böyle bir günde böyle sözlerin ağırlığını taşımak istemiyorlardır. Böyle konuşmak uğur getirmez diye düşündü pusucu. Virgen'le ilgili bu tür bir konuşma uğursuzluk getirirdi ancak. Teğmen Berrendo, Julian öldü diye düşünüyordu. Halen yamaçta ölü olarak yatmakta. Yüzbaşı sövmeyi bırakıp Berrendo'ya döndü. Bakışları daha da tuhaftı şimdi. - Paco, dedi neşeyle, “Yukarı ikimiz çıkacağız.” - Ben çıkmayacağım. Yüzbaşı tabancasını yeniden eline aldı, - Ne? dedi. Bu tabanca sallayanlardan nefret ediyorum diye düşündü Berrendo. Tabanca sallamadan emir vermeyi beceremezler. Belki de helaya gitmeden önce bile tabancalarını çekerler. Teğmen Berrendo, - Eğer emir verirseniz giderim, ama içimden başkaldırarak, dedi. Yüzbaşı,

182


- Ben de yalnız giderim, dedi. “Burası korkaklık kokuyor.” Bir elinde tabancası, kararlı adımlarla yamaca çıkmaya başladı. Berrendo ile pusucu arkasından baktılar. Korunmak için hiçbir çabası yoktu. Sordo, kayanın köşesinde, atın arkasında, yüzbaşının yukarı doğru çıkışını seyretmekteydi. Sadece biri geliyor. Konuşmasına bakılırsa bir subay. Bunu yolculukta yanıma alacağım. Gel bakalım yolcu yoldaş. Kendi ayağınla gel. Gel de yazgınla buluş. Haydi gel. Yürü. Yavaşlama. Doğruca buraya gel. Aşağıya bakma bile. Gözlerin önde, gel. Bak, bıyığı da var. Buna ne dersin? Bıyık da bırakmış yolcu yoldaş. Bir yüzbaşı. Yenlerine bak. Bir subay olduğunu anlamıştım. Yüzü bir İngiliz'inkine benziyor. Bak, kırmızı yüzlü, sarı saçlı, mavi gözlü. Şapkası yok; bıyığı sarı, gözleri mavi. Açık mavi gözler. Bu gözlerde bir terslik var. baktığı yere uyum sağlayamayan açık mavi gözler. Yeterince yaklaştı. Çok yaklaştı. Evet, yolcu yoldaş. Haydi bakalım yolcu yoldaş, dedi ve otomatik silahının tetiğini yavaşçacık çekti, silah tıpkı üç ayaklı otomatik makinelinin yaptığı gibi omzunu üç kez sarstı. Yüzbaşı yüzstü yere kapandı. Sol kolu altında kalmıştı. Tabancayı tutan sağ eli, başının ilerisine doğru uzanmıştı. Yamacın aşağısındakilerin hepsi yukarı doğru ateş etmeye başladılar. Kayanın arkasındaki Çavuş Berrendo, ateş altında açıklığa doğru kaçmak isteği duydu. O bu duygular içindeyken, El Sordo'nun tepeden derin, tok sesiyle bağırdığı duyuldu. - Beni vurun! Beni öldürün! Tepede El Sordo otomatik silahın arkasında gülüyordu. Gülmekten ötürü göğsü sancıyordu; başı çatlayacakmış gibiydi. - Beni vurun, diye bağırdı yine neşeyle “Beni öldürün!” Sonra neşeyle başını salladı. Bu yolculuk için bize çok kişi katılacak, diye düşündü. Otomatik silahla öteki subayı da öldürmeyi deneyecekti. Subay kayanın arkasından çıkınca. Er geç çıkmak zorunda kalacaktı. Olduğu yerden komuta edemeyeceğini Sordo çok iyi biliyordu. İşte o zaman onu da vuracaktı. Tam o anda tepedeki adamlar gelmekte olan uçakların seslerini duydular. El Sordo ise onların sesini duymadı. Otomatik tüfekle yamacın aşağısını nişan almaktaydı. Bir yandan da düşünüyordu. Onu gördüğüm zaman koşuyor olacak. Dikkatli olmazsam elden kaçırırım. Koşarken onu arkadan vurabilirim. Tüfeği onunla birlikte hareket ettirmeliyim. Ya da önce ona fırsat vermeli, sonra ateş etmeliyim. Sonra omzuna dokunulduğunu hissetti, döndüğü zaman Joaquin'in korkudan kanı çekilmiş külrengi yüzüyle karşılaştı. Delikanlı gelmekte olan üç uçağı gösteriyordu. Tam bu anda Çavuş Berrendo, öne eğilmiş, bacakları bükülmüş olarak kayanın arkasından çıktı ve otomatik tüfeğin yerleştirilmiş olduğu korugana doğru koşmaya başladı. Uçaklara bakmakta olan Sordo, onun gidişini göremedi. - Şunu çıkarmama yardım et, dedi. Joaquin otomatik tüfeği kayayla atın arasından çekti. Uçaklar geliyordu. Sıradaydılar ve her an sesleriyle birlikte boyutları da büyüyordu. Sordo, - Sırtüstü yatıp onlara ateş edin, dedi. “Yaklaştıklarında buruna doğru ateş edin. ” Gözünü de uçaklardan ayırmıyordu. - Tüfeği oğlanın omzuna daya, diye bağırdı Joaquin'e. “Orada otur ve kıpırdama. Öne doğru iyice eğil. Daha, hayır, daha.”

183


Sırtüstü uzandı, uçağın gözetleme deliğinden uçakların gelişini izledi. - Sen Ignacio, şu üçayaklıyı benim için tut! dedi. Oğlanın sırtına doğru eğilmişlerdi. Joaquin kendini dengede tutamayıp titrediği için tüfeğin namlusu da titriyordu. Yüzükoyun yatıp uçakların gelişini izlemekte olan Ignacio, üçayağı sıkı sıkı tuttu, tüfeğin sağlam durmasını sağladı. - Başını aşağıda tut, dedi Joaquin'e. “Başını önde tut.” Joaquin kendi kendine söylenmekteydi, “Pasionaria şöyle der. Dizleriniz üstünde ölmektense...” Uçaklardan biri onlara çok yaklaştı, sonra birden dönüş yaptı. Sonra kulaklarının dibinde patlamalar duydu. Tüfeğin gövdesi omuzlarına vuruyordu. Namludan çıkan seslerden kulakları neredeyse sağır olacaktı. Ignacio üçayağı yere bastırıyor, tüfeğin gövdesi sırtını yakıyordu. Uçak gürültüleri arasından silahın sesi duyuluyordu. Delikanlı tövbe etmeyi unutmuştu. Hatırlayabildiği tek şey, “Ölüm anımızda”ydı. Amin. Ölüm anımızda, Amin. O anda, o anda, Amin. Ötekilerin de hepsi ateş ediyordu. Şimdi de, ölüm anımızda. Amin. Silahın çekiç vuruşlarını andıran sesi arasında havayı ikiye bölen bir ıslık sesi duydu, sonra kırmızı ve siyah bir uğultuyla birlikte yer dizlerinin altından kaydı, sonra sallanıp yüzüne çarptı. Her yandan kaya parçaları yuvarlanmaktaydı. Ignacio onun üstünde yatmaktaydı, tüfek de onun üstünde duruyordu. Ama kendisi ölmemişti çünkü ıslığı bir kez daha duydu. Uğultular arasında yer yine altından kaydı, sonra yine geldi, yer bu kez karnının altında sarsıldı ve tepenin bir yanında gökyüzüne doğru yükseldi, sonra oldukları yere yavaş yavaş döküldü. Onların üstüne. Uçaklar üç defa daha gelip tepeyi bombaladılar ama tepedekilerin hiçbiri bunu bilmedi. Sonra uçaklar tepeyi makineli tüfeklerle tarayıp gittiler. Tepede, daha yaşıyorlarken makineli tüfekleri, çekiç vuruşlarına benzer seslerle ateş ederken, ilk uçak yükselmiş, sonra dalmış, öteki uçaklar da aynı şeyi yapmışlar, tek sıradan çıkıp V biçimini almışlar, burunlarını Segovia'ya çevirmişlerdi. El Sordo ve adamlarının mevzilendiği tepeyi sıkı bir ateş altında tutan Teğmen Berrendo, bombaların açtığı çukura doğru bir keşif grubu çıkardı. Oradan el bombaları atabileceklerdi. Tepedeki herkesin ölmüş olduğuna inanmak istiyordu. Yukarıdaki karmakarışıktık içinde sağ kalan biri olmasından korkuyordu. Ölü atlara, kırılmış kayalara, bombalardan uçup yine yere dökülmüş topraklara doğru dört el bombası attıktan sonra, bombanın açtığı çukura doğru yürüyüp baktı. Ignacio'nun gövdesi altında baygın yatmakta olan Joaquin'den başka sağ kalan yoktu. Joaquin'in burnundan ve kulaklarından kan geliyordu. Gürültünün ortasında kaldığından beri olup biteni bilmiyordu. Hiçbir şey hissetmiyordu. Yakı­ nında bir bomba patlayınca soluk aldı, Teğmen Berrendo haç çıkardı, onu başının gerisinden, elinden geldiğince çabuk ve canını yakmamaya çalışarak vurdu, eğer bir vuruş can yakmayabiliyorsa... Teğmen Berrendo tepede durup aşağılara, kendilerinden olan ölülere, Sordo'yu kuşatmadan önce atla geçtikleri kırlara baktı. Birliklerin durak yaptıkları yerleri gördü, sonra ölülerin, atların toplanması, cesetlerin eyerlere bağlanması ve La Granja'ya öylece götürülmesi için emir verdi. - Bunu da alın, dedi. “Elleri makineli tüfek üstünde olanı. Sordo olmalı bu. En yaşlıları bu, tüfeği kullanan da bu. Hayır. Başını kesip bir pançoya sarın.” Bir an düşündü. “Kafaların hepsini alabilirsiniz. Yamaçtakileri. Onları ilk bulduğumuz yerdekileri. Silahları toplayın. Şu tüfeği de bir atın üstüne yerleştirin.”

184


Aşağıya indi sonra, ilk çarpışmada ölen öteki teğmenin yanına gitti. Ona baktı fakat dokunmadı. - Savaş ne kötü! dedi kendi kendine.

28. Bölüm Robert Jordan ve Primitivo uçaklar gittikten sonra da silah sesleri duydular. Robert Jordan silah sesleriyle yeniden can buldu sanki. Sonra tepeden koyu bir dumanın yükseldiğini gördü. Uçaklar üç taneydi. Kimbilir belki de kendi atlılarını darmaduman edip Sordo ve çetesine dokunmamışlardır, dedi kendi kendine. Allah'ın cezası uçaklar öldüresiye korkuturlar da öldürmezler. - Çatışma devam ediyer, dedi Primitivo, silah seslerini dinlerken. Her bombada içi katılmıştı, şimdi kurumuş dudaklarını yalıyordu. - Neden olmasın? dedi Robert Jordan. “Şunlar hiçbir zaman insan öldürmez.” Sonra silah sesleri hepten sustu. Teğmen Berrendo'nun silahının sesi onlara kadar gelmemişti. Başlangıçta seslerin kesilmesi onu pek etkilemedi. Fakat sessizlik sürünce içinde bir boşluk duydu. Sonra el bombalarının patladığını duyunca bir an için coşkulandı. Sonra yine her şey sessizliğe gömüldü. Sessizlik sürdü ve o zaman her şeyin bitmiş olduğunu anladı. Bu sırada Maria kamptan bir bakraç dolusu haşlanmış tavşan ve mantar, yağlı peynir, bir torba dolusu ekmek, bir tulum dolusu şarap, dört tabak, iki maşrapa ve dört kaşık getirdi. Tüfeğin olduğu yerde durdu, Agustin ve Eladio'ya iki tabak uzattı, onlara maşrapaları verdi, tulumun ağzını açıp maşrapalara şarap dol­ durdu. Robert Jordan onun yukarıya tırmanışına baktı; aşağıya inip kızın elinden bakracı aldı, son kayaya kadar ona yardım etti. Kız, gözleri korkulu, - Uçaklar ne yaptı? diye sordu. - Sordo'yu bombaladılar. Robert Jordan bakracı açmış, tabağa yemek dolduruyordu. - Hâlâ çarpışıyorlar mı? - Hayır. Bitti. Kız, - Oo, diye dudağını ısırdı ve kırlara baktı. Primitivo, - Hiç iştahım yok, dedi. Robert Jordan, - Olsun, yemeye çalış, dedi. - Hiçbir şey yutamayacağım. - Biraz şarap iç o zaman, diyerek Robert Jordan tulumu ona uzattı. “Sonra yersin. ” - Sordo, bütün istekleri götürdü, dedi Primitivo. “Sen ye. Ben istemiyorum.” Maria yanına gidip kollarını boynuna doladı ve onu öptü. - Haydi ye, dedi, “Herkes kendine iyi bakmak zorunda.” Primitivo yüzünü kızdan öteye çevirdi. Tulumu aldı, başını arkaya itti, ağzının

185


gerisine doğru bir yudum şarap aldı. Sonra bakraçtan tabağına yemek doldurup yemeye başladı. Robert Jordan Maria'ya baktı, başını salladı. Kız, Robert Jordan'ın yanına oturdu, kolunu onun omzuna doladı. Robert Jordan tavşan yahnisini bitirdi, mantarları yedi, şarap içti. Hiç kimse tek sözcük etmedi - İstersen burada kalabilirsin, dedi Robert Jordan. - Hayır, dedi kız. “Pilar'a gitmeliyim.” - Kalmanın sakıncası yok. Şimdiden sonra bir şey olacağını sanmıyorum. - Hayır, gitmeliyim. Pilar bana bir şeyler öğretiyor. - Ne yapıyor? Kız ona gülümsedi. - Dini bilgiler öğretiyor. Hiç duymadın mı? Kızardı. “Onun gibi bir şey.” Yine kızardı. “Fakat başka şeyler.” - Haydi o zaman öğrenmeye git, dedi Robert Jordan ve onun başını okşadı. Kız ona yine gülümsedi, Primitivo'ya da, - Aşağıdan bir şey ister misin? diye sordu. - Hayır kızım, dedi Primitivo. Her ikisi de onun daha kendine gelemediğini gördüler. Kız ona, - Salud ahbap, dedi. Primitivo, - Dinle, dedi, “Ölmekten korkmuyorum, ama onları böyle yalnız bırakmak...” Sesi ağlamaklı oldu, sustu. - Yapılabilecek bir şey yoktu, dedi Robert Jordan. “Bu konuda bundan böyle konuşmamak daha iyi.” - Orada, bizim yardımımız olmadan... - Konuşmamak çok daha iyi, dedi Robert Jordan tekrar. “Maria, haydi sen dersine git.” Kızın kayaların arasından inişine baktı. Sonra uzun bir süre oturup kırlara baktı ve derin derin düşündü. Primitivo bir şeyler söylediyse de o cevap vermedi. Epey sıcaktı, fakat tepelerin yamaçlarını ve yükseklerde yer yer uzanan çamlıkları seyrederken sıcağı hissetti. Bir saat geçti. Şimdi güneş solundaydı. Onları yamaçtan aşağı inerken gördü, dürbünü aldı. İlk iki atlı, yüksek tepenin yeşil yamaçlarında belirdiğinde atlar çok küçük görünüyordu. Sonra dört atlı daha onlara katıldı. Geniş yamaca yayılmışlardı. Dürbünle daha iki sıra atlının yamaçtan aşağı inmekte olduğunu gördü. Onlara bakarken koltuklarından yanlarına doğru ter döküldüğünü hissetti. Adamlardan biri sıranın başında gidiyordu. Sonra ortaya daha birçok atlı çıktı. Daha sonra eyerlerine yük bağlanmış binicisiz atlar gördü. Arkalarından iki atlı daha geliyordu. Onların da arkalarından yaralıları ve yanlarında yürüyen askerleri gördü. En sonda da daha pek çok atlı. Robert Jordan onları yamaçtan inip ağaçlar arasında gözden kaybolana kadar dürbünle takip etti. Çok uzak olmasına rağmen, atlardan birinin eyerine bağlanmış ve içindekilerden ötürü, bezelye tanelerinin kabuğu yer yer kabarttığı gibi, yer yer şişkin, iki ucundan büzülüp bağlanmış pançoyu fark etti. Bu panço, eyere aykırılamasına yerleştirilmiş, iki ucundan üzengilere bağlanmıştı. Eyerin üstünde Sordo'nun, boylu boyunca gelişigüzel konmuş tüfeği vardı. Teğmen Berrendo sıranın başında ilerliyordu. Bacakları yana açılmış, öne doğru

186


hafifçe eğilmişti ve hiçbir düşmanlık duygusu taşımıyordu. Bir eylemden sonraki boşluğu hissediyordu yalnızca. Düşünüyordu: Kafaları almak barbarlıktı. Fakat kanıtlamak ve kimlik belirlemek gerekiyordu. Bu işle başım derde girecek ya, bakalım! Bu başlar ilgilerini çekebilir. Böyle şeylerden hoşlananlar vardır. Hepsini Burgos'a gönderirler belki de. Barbarca bir iş bu. Uçaklar çoktu. Biz de bu işin üstesinden gelebilirdik, belki de kayıp vermeden. Bir Stokes havan topuyla. Mermileri taşımak için iki katır, iki yanında birer havan topu taşımak için de bir katır yeterdi. O zaman nasıl bir ordu olabilirdik peki? Tepede ölmüş olan ve bir atın sırtına bağlanmış olan Julian'ı hatırladı sonra. Güneş ışığını arkasında bırakıp karanlık çam ormanına doğru ilerlerken, atın üzerinde kendi kendine bir dua mırıldanmaya başladı. Dua ederken arkasından ağaçlar arasında ilerleyen atlılara bakıyordu arada bir. Ormandan çıkıp La Granja'ya giden sarı renkli yola girdiler. Atlar bütün yol boyu üstlerinde uçuşan sarı bir toz bulutu kaldırıyordu. Yüzleri aşağı dönük olarak atlara bağlanmış ölüler, yaralılar ve onların yanında yürüyenler toza bulanmışlardı. Anselmo onları bu sırada, toz bulutu içinden geçerlerken gördü. Ölüleri ve yaralıları saydı, Sordo'nun tüfeğini tanıdı. Atın üstünden sarkan pançoda neyin sarılı olduğunu anlayamadı fakat dönüşte, Sordo'nun çarpıştığı tepeden geçerken pançonun içindekilerin ne olduğunu hemen anladı. Karanlıkta tepedekilerin kimler olduğunu söyleyemezdi. Ancak oradakileri saydı, sonra Pablo'nun kampına hareket etti. Karanlıkta, bombaların açtığı çukurların yüreğine saldığı ve kanını donduran korkuyla yalnız başına yürürken, tepede gördükleri, ertesi günü yapacaklarını anlağından uzaklaştırdı. Haberleri ulaştırabilmek için olabildiğince çabuk yürüyordu. Yürürken Sordo'nun ve çetesindeki herkesin ruhları için dua etti. Direniş'in başlangıcından beri ilk kez dua ediyordu. Fakat sonunda ertesi günü düşünmeye başladı. İngiliz'in dediklerini tam tamına ve tam onun dediği gibi yapacağım. Fakat ona yakın olmalıyım. Allahım, kararları yerinde olsun, çünkü uçakların bombardımanı altında dayanabileceğimi sanmıyorum. Bana yardım et Allahım, günün gereklerini anlayabilmem için bana yardım et. Yardım et bana Allahım, kötü bir an geldiğinde, kaçmamam için, bacaklarıma egemen olmama yardım et. Allahım, yarınki savaşta bir erkek gibi davranmama yardım et. Senden istediğim bu yardımı benden esirgeme. Amin. Karanlıkta bir başına yürürken, duadan sonra kendini daha iyi hissetti. Şimdi kendine egemen olabileceğine kesinlikle inanıyordu. Yüksek yamaçlarda yürürken Sordo'nun adamları için yeniden dua etmeye başladı. Kısa bir süre sonra Fernando'nun beklediği yere ulaştı. Fernando kim olduğunu sordu. - Benim, dedi, “Anselmo.” - İyi, dedi Fernando. Anselmo, - Sordo'yu biliyorsun, değil mi? diye sordu Fernando'ya. Büyük kayaların başladığı yerde duruyorlardı. - Pablo söyledi, dedi Fernando. - Orada mıydı? - Niye olmasın? dedi Fernando. “Bu faşistler ne kadar barbar insanlar. İspanya'yı bu barbarlardan kurtarmalıyız.” Biraz durduktan sonra, “Onlarda insanlık adına hiçbir şey kalmamış” diye ekledi.

187


Anselmo gülümsedi. Bir saat önce bir daha gülümseyebileceği aklının köşesinden bile geçmezdi. Bu Fernando ne adam, diye düşündü. Fernando'ya, - Evet, dedi, “Onları eritmeliyiz. Uçaklarını, otomatik silahlarını, tanklarını, toplarını ellerinden almalı ve onlara saygınlık öğretmeliyiz.” - Evet, dedi Fernando. “Aynı fikirde olduğumuza çok sevindim.” 29. Bölüm Anselmo geldiğinde Robert Jordan ile Pablo masada karşı karşıya oturuyordu. Önlerinde şarapla dolu kocaman bir çömlek vardı. Her birinin önünde de dolu birer maşrapa. Robert Jordan'ın not defteri ve kurşunkalemi elindeydi yine. Pilar'la Maria mağaranın arkasındaydılar. Anselmo, Pilar'ın kızı, konuşmaları duymaması için özellikle mağaranın arkasında tuttuğunu bilemezdi elbette, o nedenle Pilar'ın masada bulunmayışına şaşırdı. Anselmo battaniyeyi aralayıp mağaradan içeri girince Robert Jordan başını kaldırıp baktı. Pablo gözlerini masaya dikmişti. Gözleri şarap çömleğine dikilmişti ama görmüyordu. Anselmo Robert Jordan'a, - Yukarıdan geliyorum, dedi. - Pablo bize anlattı, dedi Robert Jordan. - Tepede altı ölü vardı, dedi Anselmo. “Başlarını kesip almışlar. Ben oradayken karanlıktı.” Robert Jordan başını salladı. Pablo hiçbir şey demeden, bakışları şarap çömleğine dikilmiş oturuyordu. Yüzünde hiçbir anlam yoktu ve küçük gözleri daha önce şarap görmemiş gibi bakıyordu. Robert Jordan Anselmo'ya, - Otur, dedi. Yaşlı adam üstü deri kaplı arkalıksız iskemlelerden birini masanın yanına çekip oturdu. Robert Jordan masanın altına uzanıp Sordo'nun armağan ettiği viski şişesini aldı. Şişe yarımdı. Robert Jordan uzandı, bir maşrapa aldı, viski koyup Anselmo'ya verdi. - Bunu iç, dedi. Pablo nihayet gözlerini şarap çömleğinden kaldırıp viskiyi yudumlayan Anselmo'ya baktı, sonra bakışlarını yine şarap çömleğine çevirdi. Anselmo viskiyi yutarken, genzi, gözleri ve ağzı yandı bir sıcaklık duydu. Sonra Robert Jordan'a baktı, - Biraz daha alabilir miyim? diye sordu. - Niye olmasın? dedi Robert Jordan ve şişeden içki doldurup maşrapayı masa üstünde itmek yerine alıp yaşlı adamın eline verdi. Yaşlı adam yine şişeye baktı. Robert Jordan, - Yarına bırakalım kalanı, dedi. “Yolda neler vardı ihtiyar?” - Çok hareket vardı, dedi Anselmo. “Bana gösterdiğin gibi her şeyi işaretledim. Şimdi orada benim yerimde bir kadın var. O da not işaretliyor. Daha sonra gidip notlarını alacağım. - Tanksavar tüfekleri gördün mü? Lastik tekerleklerle taşınan uzun namlulu

188


tüfekler? - Evet, dedi Anselmo. “Yoldan dört kamyon geçti. Her bir kamyonda böyle bir tüfek vardı. Namluların üstüne çam dalları konmuştu.” - Dört tüfek yani? diye sordu Robert Jordan. - Dört, dedi Anselmo. Kâğıtlarına bakmadı. - Yolda daha neler olduğunu bana anlat. Robert Jordan Anselmo'nun yolla ilgili anlattığı her şeyi not etti. Anselmo, okuması yazması olmayanların o şaşılası belleğiyle her şeyi sırayla anlattı. O anlatırken Pablo iki kez şarap çömleğinden maşrapasını doldurdu. - El Sordo'nun çarpıştığı yüksek tepeden inen atlılar da yoldan La Granja'ya gittiler, dedi Anselmo. Sonra gördüğü yaralıların ve atlara bağlanmış ölülerin sayılarını söyledi. - Bir eyere bağlanmış bir çuval vardı, ne olduğunu anlayamamıştım. Fakat şimdi o çuvalda kesik kafalar olduğunu biliyorum. Hiç duraksamadan sözünü sürdürdü. “Bir bölük atlı. Bir tek subayları kalmış. Bu sabah, sen tüfeğin başındayken gelen atlı subay değildi. O ölmüş olmalı. Ölülerden ikisi, kollarından anladığıma göre subay. Eyerlerin üstüne yüzüstü bağlanmışlardı, kolları sarkıyordu. El Sordo'nun makinelisini de kafaların bulunduğu çuvalın üstüne koymuşlardı. Makinelinin namlusu eğilmişti. Hepsi bu” diye bitirdi. - Bunlar yeterli, dedi Robert Jordan ve maşrapasını şarap çömleğine daldırdı. “Senden başka kim Cumhuriyet'in hatlarına gitti?” - Andres ve Eladio. - İkisinden hangisi daha iyi? - Andres. - Buradan Navacerrada'ya gitmesi ne kadar sürer? - Eğer bir şey taşımazsa, çok dikkatli davranırsa, talihin yardımıyla üç saat. Biz taşıdıklarımızdan ötürü daha uzun fakat daha güvenli bir yoldan geldik. - Bunu kesinlikle başarabilir mi dersin? - Öyle bir şey yok. - Senin için de mi? - Evet. Robert Jordan, eğer kendisi kesinkes başarabileceğini söyleseydi onu gönderirdim, diye düşündü. - Andres seninle birlikte gidebilir mi. - O daha genç. - Fakat bunlar oraya kesinkes ulaşmalı. - Eğer bir şey olmazsa Andres oraya varır. Bir şey olacağı varsa herkese olur. - Bir mektup yazıp onunla göndereceğim, dedi Robert Jordan: “Generali nerede bulabileceğini söyleyeceğim. Tümenin Estado Mayor’undadır şu sıralar.” Anselmo, - Tümen, ya da başka bir yeri anlayamaz Andres, dedi. “Bunlar benim de kafamı karıştırmıştır hep. Generalin adını ve onu nerede bulabileceğini bilmesi gerek.” - İşte, Tümen'in Estado Mayor'unda bulunabilir general.” - Bu bir yer, öyle mi? - Evet bir yer ihtiyar, dedi Robert Jordan ve sabırla anlattı. “Generalin bulunacağı yer burası. Savaş için karargâhını orada kuracak.” - Peki nerede öyleyse? diye sordu Anselmo. Yorgundu ve yorgunluk onu aptallaştırmıştı. Ayrıca da tümen, tugay, ordu birlikleri gibi sözcükler oldum olası

189


kafasını karıştırıyordu. Önce kol vardı, sonra alay, sonra tugay... Şimdiyse tugay ve tümen ikisi birden vardı. Robert Jordan, - Yavaş yavaş. Anlamaya çalış ihtiyar, dedi. Anselmo'ya anlatamazsa Andres'e de anlatamayacağını biliyordu. “Tümen'de Estado Mayor, generalin örgütünü kurup komutanlık yaptığı yerdir” dedi. “Bir tümene komuta ediyor. Bir tümen iki tugaydan oluşur. Nerede olduğunu bilmiyorum çünkü kurulduğu zaman orada değildim. Belki bir mağara, belki bir yeraltı sığınağı, ya da bir barınak olabilir. Oraya doğru teller gerilmiş olacak. Andres Tümen'in Estado Mayor’ünü ve generali sormalı. Bu mektubu generale veya Estado Mayor'ün başkanına veya adını yazacağım bir başka birine verecek. Üçünden biri kesinkes orada bulunur; ötekiler saldırı için yapılan hazırlıkları denetlemek için dışarıda olsalar bile. Şimdi anladın mı?” - Evet anladım. - Öyleyse şimdi Andres'i bul. Ben de mektubu yazıp sununda mühürleyeceğim. Anselmo'ya tahta arkalı, küçük, yuvarlak, üstünde SİM yazılı lastik mührü ve cebinde taşıdığı elli sentten daha büyük olmayan mürekkep keçesini gösterdi. “Bu mühre inanacaklar. Şimdi Andres'i bul, ona anlatacağım. Çabuk gitmeli, fakat gitmeden iyice anlamalı.” - Ben anladığıma göre o da anlar. Fakat çok açık anlatmalısın. Bu bölükler, tümenler benim için bilmece. Bu işler için şimdiye dek hep ev gibi belirli yerlere gittim. Navacerrada'da komutanlık eski bir oteldedir. Guadarrama'da ise bahçeli bir evde.” Robert Jordan, - General hatlara çok yakında bir yerde olacaktır. Uçaklardan korunmak için böyle yerleri yeraltında yaparlar. Andres ne soracağını bilirse, sorarak onu çok kolaylıkla bulabilir. Yalnızca yazdığım şeyi götürmesi yetecektir. Şimdi onu buraya çağır çünkü bu mektubu çok çabuk yerine ulaştırması gerekiyor. Anselmo tavanda asılı duran kovanın altından eğilerek dışarı çıktı. Robert Jordan ise defterine yazmaya başladı. Pablo ise hâlâ şarap çömleğine bakmaktaydı. - Dinle İngiliz, dedi. Robert Jordan başını kaldırmadan, - Yazıyorum, diye cevap verdi. - Beni dinle İngiliz, dedi Pablo tekrar, şarap çömleğine bakarak. “Bunda umut kırıcı bir şey yok. Gözcü kulübelerini yıkacak ve köprü uçuracak Sordo'dan başka adamlarımız da var.” Robert Jordan başını kaldırmadan, - Çok iyi, dedi. - Pek çok, dedi Pablo. “Bugün senin kararlarına hayranlık duydum İngiliz.” Pablo şarap çömleğine anlatıyordu. “Bence sen çok deha sahibi bir insansın. Sen benden çok daha akıllısın. Sana güveniyorum.” Golz'a yazdığı mektupta, çok kısa olarak fakat kesin sözcüklerle, inandırıcı olmaya çalışıyor, saldırıdan cayılmasını sağlamayı amaçlıyordu. Bir yandan da tehlikeli bir görev olması dolayısıyla kendisinin korktuğu için cayılmasından yana çıktığı izlenimini bırakmaktan kaçınıyordu. Yalnızca gerçekleri yansıttığına onları inandırmak amacıyla sözcükleri çok dikkatle seçmek çabasındayken Pablo'yu yarım kulakla dinliyordu. Pablo,

190


- İngiliz, dedi tekrar. Robert Jordan bakmadan, - Yazıyorum, diye cevap verdi. İki kopya göndermeliyim belki, diye düşündü. Fakat o zaman, köprüyü kundaklamak zorunda kalırsam elimde yeterince adam olmaz. Bu saldırının nedenlerine ilişkin ne biliyorum? Belki de yalnızca bir engelleme saldırışıdır. Belki de o birlikleri bir başka yerden göndermek için yapılacaktır. Belki de uçakları kuzeyden uzak tutmak amacını güdüyorlar. Belki de neden budur. Başarılı olması beklenmiyor belki de. Bu eylem hakkında ne biliyorum? Bu benim Golz'a raporum. Saldırı başlayana kadar köprüyü uçurmam. Emirlerim açık, eğer saldırı durdurulursa ben de köprüyü kundaklamam. Fakat burada emirleri yerine getirmeye yetecek sayıda adam bulundurmalıyım. - Ne dedin? diye sordu Pablo'ya. - Sana güvendiğimi İngiliz.” Pablo hâlâ şarap çömleğiyle konuşuyor gibiydi. Ah, diye düşündü Robert Jordan. Keşke ben de güvenebilseydim! Yazmaya devam etti. Ve böylece, son gece yapılması gereken her şey yapıldı, bütün emirler verildi. 30. Bölüm Herkes ertesi sabah ne yapacağını çok iyi biliyordu. Andres gideli üç saat olmuştu. Cevap ya gün ışırken gelecek, ya da hiç gelmeyecekti. Robert Jordan kendi kendine gelir sanıyorum, dedi. Primitivo'yla konuşmak için yukarı, gözetleme yerine gitmiş, mağaraya dönerken bunları düşünüyordu. Golz saldırıyı gerçekleştirir, çünkü saldırıyı durdurmaya yetkisi yok. Saldırıyı durdurmak için haberin Madrid'e ulaşması gerekir. Öneriyi duyurmak için oradakileri uyandırmaları gerek, uyandırsalar bile onlar, düşünemeyecek kadar uykulu olacaklar. Mektubu Golz'a daha erken, saldırı hazırlıklarını bitirmeden göndermeliydim, fakat bir olay olmadan nasıl mektup gönderebilirdim? Karanlık basana kadar kıpırdamadılar ki. Köprüdeki hareketi uçakların görmesini istemediler. Peki ya onların uçakları? Kesinlikle uyarılmışlardır bizimkiler. Fakat belki de faşist uçakları Guadalajara'ya iğrenç bir saldırıda bulunmuşlardır. Kuzeydeki eylemlerden başka Soria'da ve Siguenza'da İtalyan birliklerinin toplanmış olması gerek. Yine de bir anda iki saldırı düzenleyecek güçleri yok. Bu mümkün değil. Ama İtalyanların geçen ay ve ondan önceki ay Cadiz'e kaç tabur asker gönderdiğini biliyoruz, Guadalajara'ya bir daha saldırmaları mümkün; bundan önceki gibi aptalca değil, fakat üç koldan tren yoluna ve batıdaki platoya doğru genişleyebilirler. Bunu başarabilecek yolları vardı. Hans ona göstermişti. Birinci saldırıda çok büyük yanlışlar yapmışlardı. Baştan sona anlamsızdı. Guadalajara'da, Madrid Valencia yolundaki Arganda saldırısında kullandıkları birliklerin hiçbiri kullanılmamıştı. Niye hareket düzenli yapılmamıştı? Niye? Niye? Ama yine de her iki saldırıda da onları aynı birliklerle durdurabildik. Her iki saldırıdan aynı anda çekilmeye başlasalardı onları durduramazdık. Kaygılanma dedi kendi kendine. Yarın sabah şu köprüyü ya kundaklamak zorunda kalacaksın, ya da kalmayacaksın. Fakat köprüyü uçurmayacağını söyleyerek kendi kendini aldatma. Onu bir gün ya da bir başka gün uçuracaksın. Ya da bu

191


köprüyü değilse bile bir başka köprüyü uçuracaksın. Ne yapacağına karar verecek olan kişi sen değilsin. Emirlere uy yeter. Bu konudaki emirler çok açık. Fakat kaygılanmamalı ve korkmamalısın. Çünkü kendini, çok doğal olan korku lüksüne kaptırırsan seninle çalışanları da zehirlemiş olursun. Şu kafalar olayı da korkunç, diye düşündü. Ve yaşlı adam tepede onları tek başına gördü. Onlarla sen karşılaşmış olsaydın? Evet, bu olay seni etkiledi Jordan. Bugün birçok kez, birçok şeyden etkilendin. Fakat çok iyi davrandın. Şimdiye kadar oldukça iyiydin. Montana Üniversitesi'nde İspanyolca öğretim görevlisi olarak çok iyisin diye kendi kendiyle eğlendi. O işi çok iyi yapıyorsun. Fakat çok özel biri olduğunu sanma. Öyle çok yol almış değilsin. Hiçbir askeri eğitim görmemiş olan, Direniş'ten önce kentte dolaşırken, Direniş başladıktan sonra başında iyi bir general bulunan bir tugaya katılan besteci Duran'ı hatırla. Çok basitti, kolay öğreniliyordu ve Duran için bunu anlamak ve öğrenmek bir çocuğun satranç oyununu anlayıp öğrenmesine denkti. Oysa sen daha küçük bir çocukken savaş sanatını okuyup öğrenmeye başladın. Deden sana Amerikan İç Savaş'ını anlattı. Şu farkla ki o bu savaşa ‘Başkaldırı Savaşı’ derdi. Fakat Duran'la karşılaştırılınca sen iyi bir satranç oyuncusuydun. Duran'ı bir daha görmek ne iyi olurdu. Bu iş bitince onu Gaylord'da görebilirdi. Kendinle alay etme diye düşündü. Duran'ı bir daha göremeyeceksin, bu önemli de değil. Kahramanlık peşinde de olma. Bu dağlarda kahramanlık peşinde olan insanlar istemiyoruz. Deden iç savaşta tam dört yıl savaştı. Sense bu savaşta daha birinci yılını doldurmaktasın. Daha önünde çok iş var ve sen bu işe çok uygunsun. Şimdi Maria da var. Her şeyin var. Endişelenmemen gerekir. Gerillayla bir atlı bölük arasındaki çatışma nedir ki? Hiçbir şey değil bu. Kafaları almışlarsa ne olmuş? Neyi değiştirir ki? Dedenin Smith Wesson'unu hatırla. 0.32 kalibrelik bir subay modeliydi. Tetiği gördüğün en yumuşak, en güzel tetikti. Tabanca sık sık temizlenir ve yağlanırdı. Deriden kabı namluyu biraz çizmişti ama her zaman pırıl pırıldı. üstünde US yazılı kabıyla dolabın bir çekmecesinde, yanında temizleme araç-gereçleriyle ve kurşunlarıyla birlikte dururdu. Kurşunların kalın karton kutuları mumlanmış sicimle, özenle bağlanmıştı. Tabancayı çekmeceden alıp elinde tutabiliyordun. Deden gevşek tut, derdi. Fakat onunla oynayamazdın çünkü “ciddi bir silahtı o.” Bir defasında dedene hiç kimseyi öldürüp öldürmediğini sormuştun. - Öldürdüm, demişti. Sonra sen, - Ne zaman dede?” diye sormuştun. - Başkaldırı savaşı sırasında ve daha sonra, diye cevap vermişti. Sen de, - Anlatır mısınız dede? demiştin. “Bu konuda konuşmak istemiyorum, Robert” diye karşılık vermişti. Sonra, baban tabancayla kendini vurduğu gün, sen okuldan gelip de hazırlanmış olan cenazeyi görünce, soruşturma görevlisi sana tabancayı uzatmış, “Bunun belki sende kalmasını istersin Bob” demişti. “Aslında bunu benim almam gerek, fakat babanın, savaş boyunca, kendi babasının kullandığı bu tabancaya çok değer verdiğini biliyorum. Çok iyi bir silahtır. Bugün öğleden sonra denedim. Menzili çok uzun değil fakat atışı çok iyi.” Tabancayı, dolabın çekmecesindeki eski yerine koymuş, ertesi gün onu çekmeceden alıp Chub'la birlikte Red Lodge'a gitmişlerdi. Chub,

192


- O tabancayı niye düşürdüğünü biliyorum Bob, demişti. - Öyleyse o konuda konuşmamıza gerek yok, cevabını vermişti. Sonra bu konuda hiç konuşmamalardı. Dedesinden kalan silahların, kılıcın dışında, sonuncusuydu tabanca. Kılıcı hâlâ yanındaydı. Onu, öteki eşyalarıyla birlikte Missoula'da bırakmıştı. Dedem bugünkü duruma ne derdi acaba diye düşündü. Sabahleyin çok yoğun bir sis vardı. Keşke burada benim yerime dedem olsaydı. Yarın akşama belki de birlikte olacağız. Eğer gerçekten öbür dünya varsa, ki ben olmadığına inanıyorum, orada onunla konuşmayı çok isterdim. Çünkü öğrenmek istediğim pek çok şey var. Şimdi ben de benzer şeyleri yapmak zorunda kaldığıma göre ona bunlarla ilgili sorular sormaya hakkım var. Sen olay karşısında rahat ol. Yarından önce gözü peklikten söz etme. Daha şimdiden böbürlenme. Gözü pekliğini yarın herkes görecek. Yine dedesini düşünmeye başladı. Missoula'daki eşyaları arasında General Phil Sheridan'dan Killy Kilpatrick'e, At Killiy'ye, yazılmış iki mektupta, dedesinin John Mosby'den de iyi bir süvari komutanı olduğu belirtiliyordu. Golz'a dedemden söz etmeliydim diye düşündü. Golz'un dedesinden hiç haberi yoktu belki de. John Mosby'den de. Britanyalılar'ın tümü her ikisini de biliyordu gerçi, çünkü Anakara'daki herkesten çok onlar iç savaşa ilişkin araştırmalar yapmışlardı. Karkov, bu savaştan sonra istersem Moskovadaki Lenin Enstitüsü'ne gidebileceğimi söyledi. Ben asker olmak istemiyorum, diye düşündü. Bunu biliyo­ rum. O nedenle bunlar söz konusu bile olamaz. Ben yalnızca bu savaşı kazanmamızı istiyorum. Şuna inanıyorum ki ancak iyi olan askerler, askerliğin dışında pek az alanda iyiler, diye düşündü. Bunun doğru olmadığı apaçık. Napoleon'la Wellington'a bak. Sonra bu gece çok aptalsın diye düşündü. En iyisi hiç düşünme dedi kendi kendine. Yakında Maria'yla birlikte olacak ve bunları hiç düşünmeyeceksin. Her şey yoluna girecek. Yalnızca varsay. Şunu varsay: Uçaklar yüklerini boşalttıkları zaman tanksavarları yerle bir eder, hangi tepede olursa olsun, tankları havaya savurur, Golz'sa Quatorzâme Tugayı'nın kendisininkinden daha başarılı olmasını sağlayan sarhoşları, başıboşları, aşırı uçlardakileri ve kahramanları, kıçlarına birer tekme vurarak kapı dışarı eder. Golz'un öteki tugayında Duran'ın adamlarının çok iyi olduklarını ben biliyorum. Ve yarın akşam Segovia'da olacağız. Evet, yalnızca varsay, dedi kendi kendine La Granja için hazırlanacağım, diye düşündü. Sonra birden, önce şu köprüyü uçurmalısın, diye düşündü. Saldırıyı durdurmayacaklar. Çünkü şu andaki varsayımlarına göre, köprünün uçurulması ihtimalle bu emri verenlerin bakış açısı çok önemli. Evet, sen köprüyü uçurmak zorunda kalacaksın. Bu kesindi. Andres'e ne olursa olsun, bunu yapmak zorunda kalacaksın. Karanlıkta yamaçtan aşağı inerken o andan sonraki dört saat için, yapılması gereken her şeyin yapılmış olmasından kaynaklanan iyi duygular içindeydi.Somut şeyleri düşünmekten ötürü duyduğu güven, köprüyü kesinkes uçurmak zorunda olduğunu bilmesi, onu neredeyse tümüyle rahatlattı. 31. Bölüm Son gece, geç saatlerde yine uyku tulumunun içindeydiler. Maria, - Yarından ve yarınki işten konuşalım mı? İşine ilişkin çok şey bilmek isterim.

193


Robert Jordan, - Hayır, deyip tulumun içine biraz daha uzandı. “Yarına ilişkin ya da bugün olanları konuşmamak en iyisi. Bu tulum içinde yitirdiklerimiz ve yarın olacaklar konuşulamaz.... Korkmuyor musun?” - Her zaman korkuyorum, fakat şimdi senin için öylesine korkuyorum ki kendimi düşünmüyorum. - Bunu yapmamalısın tavşan. Ben birçok şey yaşadım. Bundan kötülerinde de bulundum. Yalan söylüyordu. Sonra gerçek dışı bir şeyler aradı, düş kurma lüksüne kapıldı. - Madrid'den ve Madrid'de ikimizden konuşalım, dedi. - Peki, dedi Maria. Roberto Jordan onun başına yavaşçacık vurdu, sonra yanında yatıp gecenin sessizliğini dinledi. - Sen benimle Madrid'den konuşamazsın, dedi ve düşündü. Yarın için dikkatli davranmak zorundayım. Yarın orada çok şeye ihtiyacım olacak. Yarın çam iğnesi olmayacak. İncil'de tohumlarını toprağa eken kimdi? Onan, Onan'a ne olmuştu, diye düşündü. Onan'a ilişkin başka bir şey hatırlamıyorum. Karanlıkta gülümsedi. Sonra yine düşler aradı, kendini düşlere bıraktı. - Sevgilim, dedi kıza. “Dinle, dün akşam Madrid'i düşündüm. Oraya nasıl gideceğimi, seni kısa bir süre otelde bırakacağımı, gidip Ruslar'ın otelinde kimi kişileri göreceğimi düşündüm. Fakat bu yanlıştı. Seni herhangi bir otelde yalnız bırakmamalıyım.” - Niye? - Çünkü seni korumalıyım. Segurida'da kâğıtları almaya seninle birlikte gitmeliyiz. Sonra gerekli giysileri almak için alışverişe gideriz. - Alınacak fazla bir şey yok, ben alabilirim. - Hayır, çok şey alacağız. Birlikte gideriz, iyi şeyler alırız. Sana çok yakışacak bunlar. - Ben otelde kalırım olmazsa, giysileri aldırırız. Otel nerede? - Plaza del Cllao'da. O otelde çok kalacağız. Odada geniş bir yatak var. Çarşaflar tertemizdir. Banyoda sürekli sıcak su var, iki tuvalet var. Uzun, geniş pencerelerden dışarısı, sokaklar ve bahar görünür. Ayrıca çok iyi yemekler yiyebileceğimiz yerler biliyorum. Yasadışı yerler fakat yemekleri çok iyidir. Odamızda da yiyeceğimiz olacak, acıktığımız zaman yeriz. İstediğim zaman içebileyim diye viskimiz de olacak. Senin için Manzanilla alırım. - Viskiyi denemek isterdim. - Bulması zor ama. Manzanillayı seviyorsan... - Viskini kendine sakla Roberto, dedi kız. - Hayır, viskiyi deneyeceksin, ama kadınlar için çok iyi değil. - Ben de yalnız kadınlar için iyi olan şeyler alırım. O zaman yatakta evlilik gömleğimi giyerim, öyle mi? - Hayır, senin için değişik gecelikler ve pijamalar alırım; onları yeğlersin tabi. - Sana yedi tane evlilik gömleği alacağım, dedi Maria. “Haftanın her günü için bir tane. Senin için de temiz bir evlilik gömleği alacağım. Sen gömleğini kendin mi yıkarsın?” - Bazen. - Ben her şeyi temizler, yıkarım. Viskini koyar, tıpkı Sordolar'daki gibi üstüne su eklerim. İçerken yemen için zeytin, tuzlu morina balığı ve badem alırım. Fakat

194


orada bu kırpılmış saçlarla pek çirkin görünmez miyim? Benden utanmaz mısın? - Hayır. Çok güzelsin. Çok güzel bir yüzün var. Vücudun da öyle; uzun ve hafif. Tenin yumuşacık ve sarışın. Herkes seni benden almaya çalışacak. - Beni senden mi alacaklar? Yaşadığım sürece hiçbir erkek bir daha bana dokunamayacak. - Fakat birçoğu bunun için çaba gösterecek, göreceksin! - Seni sevdiğimi görecekler. Bana dokunmanın, ellerini bir kazan dolusu erimiş kurşuna batırmakla denk olduğunu anlayacaklar. Fakat sen? Seninle aynı kültürden olan güzel bir kadın görünce ne yapacaksın? Benden utanacak mısın? - Hiçbir zaman utanmayacağım. Seninle evleneceğim. - Eğer istersen... dedi kız. “Fakat artık Kilise olmayacağına göre, evlenmemizin önem taşıdığını sanmıyorum.” - Ben evlenmemizi istiyorum. - Sen istersen... Fakat dinle. Kilisenin bulunduğu başka bir ülkeye gidersek orada evlenebiliriz. - Benim ülkemde hâlâ Kilise var, dedi Robert Jordan. “Senin için önemliyse orada kilisede evlenebiliriz. Ben hiç evlenmedim. Sorun yok.” - Evlenmemiş olduğuna sevindim, dedi Maria. “Fakat bana anlattığın şeyleri bildiğime de seviniyorum, birçok kadınla bulunduğunu gösterir. Pilar bana, ancak birçok kadınla bulunmuş erkekler iyi koca olur dedi. Fakat şimdiden sonra başka kadınlara gitmeyeceksin değil mi? Böyle bir davranışın beni öldürür.” - Hiçbir zaman birçok kadına gitmedim, dedi Robert Jordan ve bu doğruydu. “Sana rastlayana dek kimseyi derin duygularla sevebileceğimi sanmıyordum.” Maria, Robert Jordan'ın yanaklarına hafifçe vurdu, sonra başını avuçları arasına aldı. - Birçok kadını tanıyor olmalısın. - Evet ama kimseyi sevmedim. - Dinle, Pilar dedi ki... - Ne dedi? - Hayır, söylememek daha iyi. Yine Madrid'i konuşalım. - Bana söyleyeceğin şey neydi? - Söylemek istemiyorum. - Belki söylemen daha iyidir. Önemli olabilir bu. - Önemli olabilir mi? - Evet. - Ne olduğunu bilmemene rağmen, önemli olduğunu nasıl anlıyorsun?” - Şenin hareketlerinden. - Öyleyse bunu senden saklayamayacağım. Pilar dedi ki, yarın hepimiz öleceğiz, sen de bunu onun gibi biliyormuşsun, fakat önem vermiyormuşsun. Bunu seni eleştirmek için söylemedi, sana hayranlık duyarak anlattı. - Böyle mi dedi? diye sordu Robert Jordan. Çılgın karı, diye düşündü ve “Çingene pisliklerinden biri bu” dedi. “Çarşıda kocakarılarla, kahvedeki korkaklar böyle konuşurlar. Hepten pislik...” Koltukaltlarının terlediğini, terin kollarıyla gövdesi arasından kaydığını hissetti. Kendi kendine, o bir pişiliğin teki, dedi. “Gel yine Madrid'den konuşalım.” - Öyleyse sen böyle bir şey bilmiyorsun? - Elbette ki hayır. Böyle sözler konuşma.” Arkasından daha çirkin bir sözcük kullandı.

195


Fakat bu kez Madrid'den konuşurken düşlere inanma yatkınlığı yoktu. Şimdi sevdiği kıza ve kendine, savaştan önceki gece yalnızca yalan söylüyordu ve kendisi de bunu biliyordu. Bu yalanları söylemekten hoşlanıyordu fakat bunları kabul etme lüksü yok olmuştu. Yine de söze başladı. - Saçlarını düşündüm, dedi. “Ve saçların için ne yapabileceğimizi. Şimdi, başının her yanında, tıpkı bir hayvanın kürkü gibi, her bir boyda uzamakta. Saçına dokunmak çok hoş. Saçını böyle çok seviyorum. Ona dokundukça rüzgarda eğilip kalkan ekin gibi elimin altında eğilip kalkıyor.” - Elini saçımın üstünde gezdir. Robert Jordan kızın isteğini yaptı sonra da elini başı üstünde bıraktı. Boğazının yeniden düğümlendiğini hissetti, - Madrid'de, dedi, “Bir kuaföre gideriz diye düşündüm. Tıpkı benim saçım gibi seninkini de yanlarından ve arkadan keserler. Böylece uzarken kentte daha iyi görünür.” - O zaman sana benzerim, dedi kız ve Robert Jordan'ı kendine doğru çekti. “Sonra da saçımın biçimini hiç değiştirmeyeceğim.” - Hayır, saçın uzayacak. Bunu yalnızca başlangıçta, düzgün olması için yaptıracağız. Ne kadar zamanda uzar? - Çok mu uzun olsun? - Hayır, omuzlarına kadar. Saçın omzuna kadar olsun isterdim. - Sinemadaki Garbo gibi. - Evet, dedi Robert Jordan boğuk bir sesle. İnanç duygusu hızla geri geliyordu. Bu duyguya dört elle sarıldı. İnanma duygusu onu ele geçirmişti artık. Yeniden düş kurmaya başladı. - Dümdüz, omuzlarına inecek. Uçları deniz dalgası gibi kıvrılacak. Rengi, olgun buğday rengi olacak, yüzünse yanık altın renginde; gözlerinse saçının ve teninin rengiyle uyumlu tek renkte, koyu renkli beneklerle sarı elâ; başını arkaya itip seni sık sık kendime çekeceğim. - Nerede? - Herhangi bir yerde. Saçının uzaması ne kadar zaman alır? - Daha önce hiç kesilmemişti. Sanıyorum altı ayda kulaklarımın altına kadar uzar, bir yılda da senin istediğin boya gelir. Fakat önce ne olacak biliyor musun? - Söyle. - Önce, anlattığın o ünlü oteldeki ünlü odada geniş, temiz yatakta olacağız. Sonra birbirlerine çok yakın olarak ve sessizce yattılar. - Tavşan, sürekli otelde kalmayacağız. - Niçin? - Madrid'de bir apartman dairesi bulabiliriz. Buen Retiro Pargue boyunca uzanan yolda. Direniş'ten önce, döşenmiş daireler kiralayan bir Amerikalı hanım tanıyorum; böyle bir daireyi, direnişten önceki fiyata nasıl tutacağımı biliyorum. Orada parka bakan daireler var, pencerelerden bütün parkı görebilirsin; demir parmaklıkları, bahçeleri, çakıllı yolları, yolların iki yanındaki çimenlik alanları, koyu gölgeli ağaçları fıskiyeli çeşmeleri; şu sıra at kestaneleri açmak üzeredir. Madrid'te parkta yürüyebiliriz ve eğer şimdi yine gölde su varsa, kürek çekebiliriz. - Niye su olmasın? - Kasım ayında suyu boşalttılar; uçaklar bombardımana geldikleri zaman onlara işaret oluyordu çünkü. Fakat şimdiye yeniden dolmuştur sanırım. Kesin

196


bilmiyorum. Gölde su olmasa da parkın her yanında dolaşabiliriz. Bir bölüm var ki tıpkı ormana benzer. Ağaçlar dünyanın değişik yerlerinden getirilmiştir. Her birinin üstünde adı yazılı, ağacın adı ve nereden geldiği. - Sinemaya da gitmek isterdim, dedi Maria. “Ağaçlar da çok ilginç olsa gerek. Onların hepsini seninle birlikte öğreneceğim. Eğer adlarını hatırlayabilirsen.” Robert Jordan, - Müzede gibi değiller, dedi, “Doğal olarak büyüyorlar. Parkın içinde tepeler var. Parkın bir bölümü bir cangılı andırıyor. Onun aşağısında kitap fuarı var. Kaldırımlara dizilmiş yüzlerce kulübede elden düşme kitaplar satılır. Direniş'ten sonra bombalanmış evlerden çalınmış, faşistler evleri yağmalarken ele geçmiş pek çok kitap satılır buralarda. Her gün burada saatler geçirebilirim. Direniş'ten önce Madrid'de, bulduğum her fırsatta yaptığım gibi.” - Sen kitap fuarına gittiğin zaman ben de ev işlerine bakarım, dedi Maria. “Hizmetçi tutacak kadar paramız olur mu?” - Elbette. Otelde çalışan Petra'yı beğenirsen eve hizmetçi olarak alabiliriz. İyi yemek pişirir, temizdir. Gazetecilerle onun pişirdiği yemeklerden yedik. Gazetecilerin odalarında elektrikli ocaklar var. - Onu istersen alabiliriz, dedi Maria. “Başka birini de bulabilirim. Fakat sen iş için evden uzakta kalmayacak mısın? Benim seninle işine gelmeme izin vermezler.” - Belki Madrid'de bir iş bulabilirim. Bu işi uzun zamandır yapmaktayım, Direniş başladığından beri savaşmaktayım. Bu nedenle belki bana Madrid'de iş verirler. Şimdiye kadar hiç böyle bir istekte bulunmadım. - Biliyor musun, sana rastlayana kadar ben hiçbir şey istemedim. Bu savaştan ve bu savaşı kazanmaktan başka hiçbir şey düşünmedim. Gerçekten de amaçlarım çok safçaydı. Çok çalıştım ve şimdi seni seviyorum. Robert Jordan bu sözleri olmayacak şeyleri tam tamına kucaklarmışçasına söyledi. - Seni, uğrunda savaştığımız amaçları sevdiğim kadar çok seviyorum. Seni tıpkı özgürlüğü, saygınlığı sevdiğim kadar, bütün insanların çalışma haklarını sevdiğim kadar çok seviyorum. Seni, savunduğumuz Madrid'i sevdiğim, ölmüş olan yoldaşlarımı sevdiğim kadar çok seviyorum. Birçok yoldaşım öldü. Fakat seni, dünyada en çok sevdiğim şey kadar çok, daha da çok seviyorum. Seni pek çok seviyorum tavşan. Sana anlatamayacağım kadar çok. Hiçbir zaman karım olmadı, eş olarak seni seçtim ve bunun için mutluyum. - Ben de sana elimden geldiğince iyi bir eş olacağım, dedi Maria. “İyi bir eğitim görmedim, iyi yetiştirilmedim, fakat açığımı kapatmaya çalışacağım. Madrid'de oturursak çok iyi, bir başka yerde oturursak yine iyi. İspanya'da bir yerde oturmazsak, yine iyi; seninle gelirim, öylesi belki daha iyi. Senin ülkene gidersek İngilizce konuşmayı öğrenirim, birçok İngiliz gibi. Davranış biçimlerini öğrenir ben de öyle davranırım.” - Çok gülünç olacaksın. - Elbette. Yanlışlar yapacağım, fakat sen beni uyaracaksın, ben de ikinci kez aynı yanlışı yapmayacağım. Ya da belki iki kez uyarırsın. Eğer ülkende bizim yemeklerimizi özlersen, senin için pişiririm. Bir okula gidip iyi bir eş olmayı öğrenirim, eğer böyle bir okul varsa. - Böyle okullar var ama senin buna ihtiyacın yok. - Pilar bana, senin ülkende böyle okulların olduğunu söyledi. Bir dergide okumuş. İngiliz dili öğrenmem gerektiğini söyledi. Senin, benden ötürü

197


utanmaman için çok iyi İngilizce konuşmam gerekiyormuş. - Bunu sana ne zaman söyledi? - Bugün eşyaları toplarken. Senin eşin olabilmem için yapmam gerekenleri anlattı. Robert Jordan o da Madrid'e gidiyor olmalı diye düşündü. - Başka ne dedi? diye sordu. - Vücuduma iyi bakmam gerektiğini ve bir boğa güreşçisiymişim gibi kiloma dikkat etmem gerektiğini söyledi. Bu çok önemliymiş. - Öyle, dedi Robert Jordan. “Fakat daha birçok yıl senin bu konuda kaygı duyman gereksiz.” - Hayır, bizim soyumuzda çok dikkat etmek gerekiyor, çünkü çok çabuk şişmanlıyoruz. Pilar önceleri benim gibi ince olduğunu söyledi. Fakat onun zamanında kadınlar şimdiki gibi jimnastik yapmıyorlarmış. Hem jimnastik yapmam gerektiğini, hem de çok yememem gerektiğini söylüyor. Yemekten kaçınmam gereken şeyleri saydı ama unuttum. Ona yeniden sormalıyım. - Patates, dedi Robert Jordan. - Evet, patates demişti. Kızarmış patates. Şu yara gibi yanmadan da ona söz ettiğimde, sana anlatamam ama kendime dikkat etmemi söyledi. Anlattım, çünkü sana hiçbir zaman yalan söylemek istemiyorum. - Bana söylediğine iyi ettin. - Gerçekten mi? Bense çok utanıyordum. Senin için istediğin her şeyi yapabilirim. Pilar bana bir kadının kocası için yapması gereken şeyleri anlattı. - Bir şey yapman gerekmez. Ne yapılacaksa birlikte yapacağız. Paylaştığımız şeyleri iyi koruyacağız. - Büyük yanlışlarım olursa bana söylemelisin, çünkü seni seviyorum. Kimi şeyleri yanlış anımsayabilirim. Pilar'ın bana anlattıklarının çoğu pek karışık geldi. - Sana neler anlattı? - O kadar çok şey anlattı ki hepsini hatırlamıyorum. Bana yapılanları çok düşünmeye başlarsam o korkulu şeylerden kurtulmak için sana anlatmamı, senin iyi bir adam olduğunu, ve her şeyi çok iyi anladığını söyledi. Önceleri olduğu gibi o olaylar bir karabasan benzeri beni bunaltırsa, seninle konuşarak ferahlayabileceğimi söyledi. - Sen şimdi kendini bunun baskısı altında mı hissediyorsun? - Hayır. Ama annemle babamın üzüntüsü hep var. Fakat eğer senin eşin olacaksam, senin onurun için bilmen gerekenlerin hepsini sana anlatmalıyım. Hiç kimseye kendiliğimden teslim olmadım. Hep karşı koydum. Her defasında istediklerini bana yapabilmek için iki ya da daha çok kişi gerekti. Biri başıma oturdu, bir başkası da beni tuttu. Bunları sana senin onurun için anlatıyorum. - Benim onurum, senin özündedir. Anlatma bunları. - Hayır. Senin kendi onurundan, karından ötürü olması gereken onurundan söz ediyorum. Bir şey daha. Babam beldemizin belediye başkanıydı ve onurlu bir adamdı. Annem de onurlu bir kadındı. Onu babamla birlikte, Cumhuriyetçi olan babamın, politik amaçlarından ötürü öldürdüler. Her ikisini de vururlarken gördüm. Babamı kesimevinin duvarı dibinde vururlarken o ‘Yaşa Cumhuriyet’ diye bağırdı. Annem aynı duvarın dibinde durmaktaydı. 'Bu beldenin Belediye Başkanı olan kocam, yaşa' diye bağırdı. Ben de öyle bağıracaktım fakat beni vurmadılar, o kötü şeyleri yaptılar. Dinle, bizi etkileyeceği için olaylardan birini sana anlatmak istiyorum. Matadero'daki

198


kurşuna dizme olayından sonra bizi, olayı izleyen fakat kurşuna dizilmemiş akrabaları, tırmandırarak kasabanın büyük alanına götürdüler. Hemen herkes ağlıyordu. Bense ağlayamıyordum. Olup bitenleri görmüyordum. Annemle babam gözümün önünden gitmiyordu. Annemin vurulurkenki sesini duyuyordum hâlâ. Bu ses beynimde, hiç susmayacak bir çığlık gibi çınlayıp duruyordu. Annem Cumhuriyetçi değildi, ama ayaklarının dibinde yüzükoyun yatmakta olan babama ‘yaşa’ demesi çok normaldi. Ama sözleri bir haykırıştı, çığlıktı. Onu da vurdular sonra. Yere düştü. Bulunduğum sıradan çıkıp ona koşmak istedim fakat hepimiz bağlıydık. Bizler, kadınlar ve kızlar, uzun bir sıra halinde bileklerimizden birbirimize bağlanmıştık. Tepeyi tırmandık. Bizi kasabanın sokaklarından geçirip meydana götürdüler. Meydanda, kasaba salonunun tam karşısında, berber dükkanının önünde durdurulduk. Sonra iki adam bize baktı ve 'Şu, belediye başkanının kızı,' dedi, bir başkası da 'Onunla başla' dedi. O berber dükkanına götürüp canımı yakarak saçlarımı kestiler. Bunlar daha bir şey değil ki! Asıl kötü olanları anlatmayacağım. Böylece her iki örgümü de usturayla dibinden kesti, ötekiler güldüler. Bense kulağımın da kesildiğini fark ettim bile. Annemle babam kurşuna dizildiğinden beri donmuş gibiydim, ağlayamıyordum. Örgülerimi usturayla kesen adam saç kesme makinesini başımda gezdirmeye başladı. Alnımdan enseme kadar, sonra tepemde, sonra başımın her yanında, kulaklarımın arkasında. Beni, aynada her şeyi görebileceğim biçimde tutuyorlardı. Bunları görürken inanamıyordum. Ağladım, ağladım, ağladım… Saçımı tıraş eden adam işini bitirince, berberin rafından bir şişe tentürdiyot aldı. Berberi de öldürmüşlerdi, çünkü berber bir sendikada üyeydi. Berberin ölüsü kapı eşiğinde, yerdeydi. Beni içeri sokarken berberin ölüsü üstünden atlatmışlardı. Tentürdiyot şişesinin içindeki cam çubukla kulağımdaki kesiği ilaç­ ladı; korkumun ve acımın arasında ince bir sızı duydum. Sonra önümde durdu ve bir ressam gibi yavaş ve özenle alnıma UHP yazdı. Bütün bunları aynada gördüm. Artık ağlayamıyordum, yüreğim buz kesmişti; o anda annemle babama ve o ana kadar bana yapılanların bir şey olmadığına karar vermiştim. Diğerlerini aldılar sonra içeri teker teker. Sonra beni babamın çalışma odasına götürüp kanepeye yatırdılar. O kötü şeyler orada yapıldı bana. - Tavşanım benim, dedi Robert Jordan, onu bütün sevecenliğiyle kendine çekti. Fakat kendisi de bir erkeğin olabileceği gibi hınçla dolmuştu. - Daha çok konuşma. Bana daha fazlasını anlatma, çünkü nefretimi susturamıyorum, dedi. Kız kollarında kaskatıydı, üşümüştü. - Hayır, bir daha bunları konuşmayacağım. Fakat onlar kötü kişiler. Kimilerini öldürmek isterdim. Bunları sana senin onurun için anlattım. Karın olacaksam... Anlayabilmen için. - Anlattığın iyi oldu aslında. Yarın işler yolunda giderse birçoğunu öldüreceğiz. - Falanjistlerden de öldürecek miyiz? Bana kötülük yapanlar onlardı çünkü. Robert Jordan sıkıntılı bir sesle, - Onlar savaşmazlar, dedi. “Çok nadir olarak öldürürler. Savaşta onlarla karşılaşmıyoruz.” - Onları başka bir fırsatta öldüremez miyiz? Birkaçını öldürmeyi isterdim. - Öldürdüklerim oldu onlardan. Daha başkalarını da öldüreceğiz. Trenleri kundakladığımız zaman birçoğunu öldürdük.

199


Maria, - Trene seninle birlikte gitmek isterdim. Pilar'ın beni bulduğu trende çılgınlar gibiydim. Sana anlattı mı? - Evet. Bu konuda konuşma. - Ruhum ölü gibiydi. Dilsiz gibiydim. Sadece ağlıyordum. Fakat sana anlatmam gereken bir şey daha var. Bunu anlatmalıyım, öğrendikten sonra belki benimle evlenmezsin. Fakat Roberto, evlenmesek bile hep birlikte olamaz mıyız? - Seninle evleneceğim. - Hayır. Bunu unutmuştum. Belki de evlenmemelisin. Pilar'ın dediğine göre, bana yapılanlardan sonra belki de sana kız ya da erkek çocuk veremem. Bunu sana söylemeliyim. Bunu nasıl unuttum, anlamıyorum. - Hiç önemli değil, dedi Robert Jordan. “Birincisi, doğru olmayabilir. Buna ancak doktor karar verir. İkincisi, bugünkü gibi bir dünyada ne kızım, ne de oğlum olsun isterim. Ayrıca da verebileceğim bütün sevgiyi sen aldın.” - Senin kızını ya da oğlunu doğurmak isterdim, dedi Maria. “Faşistlere karşı savaşan bizlerin çocukları olmazsa dünya nasıl daha iyiye gider?” - Sen, dedi Robert Jordan, “Seni seviyorum, duyuyor musun? Şimdi artık uyumalıyız tavşan. Gün doğmadan çok önce kalkmalıyım. Bu ayda gün erken doğar.” - Öyleyse sence söylediğim şeyin sakıncası yok mu? Yine de evlenebilir miyiz? - Biz şimdi de evliyiz. Seninle şimdi evlendim. Sen benim karımsın. Fakat uyu artık tavşanım, sabaha az kaldı. - Gerçekten evlenecek miyiz? Sözde kalmayacak değil mi? - Evet gerçekten. - Öyleyse şimdi uyuyacağım ve uyandığım zaman bunu düşüneceğim. - Ben de. - İyi geceler kocacığım. - İyi geceler, iyi geceler karıcığım. Maria'nın düzenli soluğunu duyunca kızın uyumuş olduğunu anladı Robert Jordan. Onu uyandırmaktan kaçındığı için sessiz ve hareketsiz yattı. Kızın anlatmadıklarını düşündü, orada yatarken içi hınçla doldu. Ertesi sabahki işte öldürme de olacağı için sevindi. Fakat bu savaşla kişiselliği karıştırmamalıyım diye düşündü. Ama bundan nasıl uzak durabilirim? Bizim de onlara korkunç şeyler yaptığımızı biliyorum. Fakat biz eğitimsizdik, daha iyisini bilmiyorduk. Oysa onlar amaçlı olarak öyle davrandılar. Onların yaptıkları, gördükleri eğitimin sonuçlarıydı. Burası reformun ulaşamadığı tek ülkeydi. Şimdilerde Engizisyon'un bedelini ödüyorlar. İşte düşünecek bir konu. İşinize ilişkin kaygılardan uzaklaş­ manız için iyi bir yol. Pilar'sa bütün gün yapmıştı bunu. Yarın ölürlerse ne olacak? Köprü başarıya ulaşırsa ölmeleri ne gibi bir anlam taşır? Yarın köprü başarılmalı. Aksini düşündü bir an. Sonsuza kadar yaşayacak değilsiniz. Belki de bütün hayatımı üç gün içinde yaşadım, diye düşündü. Eğer öyleyse son gecemizi bir başka türlü geçirmek isterdim. Fakat son geceler hiçbir zaman iyi değildir. Son olan hiçbir şey iyi değildir… 32. Bölüm Aynı gece Madrid'de Gaylord Oteli'nde bir çok kişi toplanmıştı. Farları maviye

200


boyanmış bir araba otelin önünde durdu. Arabadan siyah çizme, gri binek pantolonu, yakasına kadar düğmeli kısa gri ceket giymiş ufak tefek bir adam indi. Orada bekleyen iki adamın selamına karşılık verdi, kapıcının masasında oturmakta olan gizli polis memuruna başını salladı ve asansöre doğru yürüdü. Mermer kaplı girişte, kapıdan içeride ve iki yanda birer nöbetçi oturuyordu. Adam asansöre doğru önlerinden geçerken iki nöbetçi gözlerini kaldırıp bakmakla yetindiler. Onların görevi içeri girenlerin, kalçalarını, koltukaltlarını, ceplerini elleriyle yoklayıp silah aramaktı. Silah bulurlarsa adamı kapıcıya gönderiyorlardı. Fakat binici çizmeleri giymiş ufak tefek adamı tanıyorlardı. Dolayısıyla da ona bakmadılar. Gaylord'daki odasında pek çok kişi toplanmıştı. Oturanlar, ayakta duranlar, herhangi bir konuk odasındaki gibi konuşuyorlar, kadınlarla erkekler, küçük kadehlerle büyük şişelerden doldurulmuş votka, viski-soda ve bira içiyorlardı. Erkeklerin dördü üniformalıydı. Ötekilerin üstünde rüzgarlık veya deri ceket var­ dı. Üç dört kadın günlük giysileri içindeydiler. Uzun boylu esmer bir kadınsa, kadın milis üniforması giymekteydi, etek ve uzun çizmeler. Karkov odaya girer girmez üniformalı kadına doğru yürüdü, başını eğerek onu selamladı ve elini sıktı. Bu kadın onun, Karkov'un karısıydı. Kimsenin duyamayacağı bir sesle ona Rusça bir şeyler söyledi. Bir an için, gözlerindeki, odaya girerkenki umursamazlık yok oldu. Metresinin maun renkli saçını, aşk sarhoşu yüzünü görünce gözlerinde yine eski, küstahça bakışı belirdi. Metresine doğru kısa, kararlı adımlarla yürüdü, hafifçe eğildi, elini sıktı. Karkov odayı bir baştan bir başa geçerken karısı arkasından bakmadı. Uzun boylu, yakışıklı bir subayla yan yana durmaktaydı ve Rusça konuşuyorlardı. Karkov kıza, - Büyük aşkın biraz şişmanlıyor, diyordu. “Bütün kahramanlarımız ikinci yılı tamamlamak üzere olduğumuz şu günlerde kilo alıyorlar.” Sözünü ettiği adama bakmadan konuşuyordu. Kız ona neşeyle, - Sen öylesine çirkinsin ki kara kurbağayı bile kıskandırabilirsin, dedi. Almanca konuşuyordu. - Yarın saldırıya seninle katılabilir miyim? - Hayır, yarın saldırı olmayacak. - Herkes olacağını biliyor, dedi kız. “Böylesine gizemli olma. Dolores gidiyor. Ya onunla, ya da Carmen'le birlikte gideceğim. Birçok kişi gidiyor.” - Seni kim götürürse onunla git. Ben gitmiyorum, dedi Karkov. Sonra kıza dönüp ciddiyetle sordu, - Kimden duydun bunu? Doğruyu söyle. - Richard'dan, dedi kız ciddi bir sesle. Karkov omuzlarını silkti, sonra kızdan ayrılıp yürüdü. Orta boylu, gri asık yüzlü, patlak gözlü, alt dudağı sarkık bir adam, sindirim zorlukları olan bir adamın sesiyle, - Karkov, diye seslendi, “İyi haberleri duydun mu?” Karkov ona doğru yürüdü, adam, - Daha yeni duydum, dedi. “On dakika önce. Çok güzel bir haber. Faşistler Segovia yakınında bütün gün kendi aralarında çatışmışlar. Başkaldırıları makineli tüfeklerle ve otomatik silahlarla bastırmaya çalışmışlar. Öğleden sonra ise kendi birliklerini uçaklarla bombalamışlar.” Karkov, - Gerçekten mi? diye sordu.

201


Patlak gözlü adam, - Evet, doğru, dedi. “Haberi Dolores kendisi getirdi, öylesine coşkuluydu ki! Onu şimdiye değin hiç böyle görmedim. Haberlerin gerçekliği yüzünde ışıldıyordu. O büyük yüzünde” dedi keyifle. Karkov'un yüzünde hiçbir anlam yoktu. - O büyük yüzünde, diye tekrarladı. Adam, - Onu bir görseydin! dedi. “Yüzündeki ışıltı, sanki bu dünyadan değilmiş gibiydi. Sesinden söylediklerinin doğru olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. İznestia'ya hemen bir yazı hazırlıyorum. Bence savaşın en büyük anlarından biri bu. O büyük sesten haberi, acıma, duygusallık ve gerçeğin bir karışımı olarak dinlediğim an. İyilik ve gerçeklik, sanki bir azizmiş gibi sesine yansımıştı. La Pasionaria için, bir işe yaramayan biri değil, diyor.” - Bir işe yaramayan biri değil, diye yineledi Karkov donuk bir sesle. “En iyisi İzvestia için yazıyı hemen yaz, o güzel, kurşun gibi kadını unutmadan.” - O kadın, şaka konusu yapılacak biri değil. Senin gibi kendini beğenmiş kuşkucu kimseler bile onu şaka konusu yapmamalı, dedi patlak gözlü adam. “Burada olup da sesini duysaydın, yüzünü görseydin!” - O büyük sesi, o büyük yüzü. Bunları bana söyleme, yaz” dedi Karkov. “Bana anlatma, paragraflarını bana harcama, git, hemen yaz.” - Hemen şimdi değil. Karkov, - Bana göre hemen şimdi yaz, diye üsteledi, önce ona baktı, sonra gözlerini başka yana çevirdi. Patlak gözlü adam, elinde bir kadeh votkayla bir süre daha orada durdu, sonra da yazmak için odadan çıktı. Karkov kırk sekiz yaşlarındaki, kısa boylu, tıknaz, açık mavi gözlü, neşeli görünüşlü, saçları azalmış, sarı bıyıklı bir adama yaklaştı. Bu adam üniformalıydı. Macar'dı ve tümen komutanıydı. Karkov Macar’a, - Dolores geldiği zaman burada mıydın? diye sordu. - Evet. - Peki neler anlattı? - Faşistler kendi aralarında çatışmışlar mı ne? Doğruysa çok güzel haber. - Yarına daha çok bilgi edinilir. - Rezalet. Bu odada bulunan birçok kişi kurşuna dizilir... Ortalığı karıştıran şu Alman Richard da, o pazar günü függler komutunu veren komutan da. Belki sen ve ben de vurulacağız. Bu muhtemel... diye general güldü. “Yine de bu ihtimali dikkate alma.” - Benim hiçbir zaman konuşmak istemediğim bir şey bu, dedi. “Arada bir buraya gelen şu Amerikalı şimdi oralarda. Tanıyorsun, Jordan, Partizanlarda birlikte olan. Bu söylentilerin geçtiği yerde şimdi.” - Öyleyse bu gece sana bir rapor gönderir, dedi general. “Beni sevmiyorlar, yoksa gider, senin için gerçeği öğrenmeye çalışırdım. Bu işte Golz'la çalışıyor, değil mi? Golz'u yarın göreceksin.” - Yarın sabah, erkenden. General, - Her şey düzene girinceye kadar bundan söz etme, dedi. “Siz pislik heriflerden en az benim nefret ettiğim kadar, nefret ediyor. Ne var ki o daha iyi huylu.” - Fakat bu iş...

202


- Belki de faşistler manevra yapıyorlardı, diye sırıttı general. “Göreceğiz bakalım, Golz da onların üstünde manevra yapabilecek mi? Denesin bakalım. Biz onlar üstünde Guadalajara'da manevra yaptık.” - Senin de gideceğini duydum, dedi Karkov, kötü dişlerini gösterecek kadar gülümseyerek. General sinirlendi. - Ben de. Şimdi beni dillerine doladılar. Her zaman, hepimiz için konuşuyorlar. Bu pis dedikodular... Dilini tutan biri bu ülkeyi kurtarabilirdi, eğer bu yolla kurtarabileceğine inansa. - Arkadaşın Prieto dilini tutabilir. - Fakat o kazanacağına inanmıyor. İnsanlara inanmadan nasıl kazanabilirsin ki? Karkov, - Buna sen karar ver, dedi. “Ben biraz uyumaya gidiyorum.” Sigara dumanı ve dedikodu dolu odadan çıkıp arkadaki yatak odasına geçti. Yatağının üstüne oturarak çizmelerini çıkardı. Hâlâ, diğer odada konuşulanları duyabiliyordu. Kalkıp kapıyı kapadı, pencereyi açtı. Soyunmadı, saat ikide kalkıp arabayla Colmenar, Cerceda ve Navacerrada'ya, sabahleyin de Golz'un saldırıya geçeceği cepheye gidecekti çünkü. 33. Bölüm Robert Jordan, Pilar tarafından uyandırıldığında saat tam ikiydi. Omzuna dokunan eli Maria'nın eli sanmış, ona doğru dönmüş, “tavşan” demişti. Pilar'ın kocaman eli onu sarstığı zaman birden uyandı, kendine geldi, eli, sağ yanında duran tabancasının kabzasına gitti. Bütün bedeni, tıpkı silahı gibi ateşe hazırdı. Sonra kendisini uyandıranın Pilar olduğunu gördü, saatine baktı, yelkovanla akrebin yukarıya yakın bir yerde bir açı yaptıklarını gördü. Saatin daha iki olduğunu anlayınca, - Ne oldu sana kadın? diye sordu. - Pablo gitti, dedi kadın. Robert Jordan pantolonu ile ayakkabılarını giydi. Maria uyanmamıştı. - Ne zaman? diye sordu. - Bir saat kadar oldu? - Efendim? - Senin eşyandan bir şeyler de aldı, dedi kadın üzüntülü bir ses tonuyla. - Neler aldı? - Bilmiyorum, gel kendin bak. Mağaranın girişine doğru yürüdüler karanlıkta, eğilip battaniyenin altından içeri girdiler. Robert Jordan mağarada sönmüş küller, kirli hava, uyuyan adamların kokusu arasında el fenerini yaktı, Pilar'ı izledi. Anselmo uyandı, - Vakit geldi mi? diye sordu. - Hayır, diye fısıldadı Robert Jordan. “Sen uyumana bak ihtiyar.” İki torba, bir battaniyeyle ayrılmış bir bölmede, Pilar'ın yatağı başında duruyordu, Robert Jordan yere diz çöküp el fenerini iki torba üstüne tuttuğu zaman yatağın tıpkı bir Kızılderili yatağı gibi at sidiği, kurumuş ter koktuğunu fark etti. Torbaların üstünde baştan dibe kadar iki yırtık vardı. Feneri sol eline aldı, sağ eliyle birinci torbayı yokladı. Giysisini koyduğu torbaydı bu, çok dolu olmamalıydı, Gerçekten de çok dolu değildi. İçinde kablolar daha duruyordu ama tahta patlatıcı kutusu gitmişti. Fitillerin dikkatle yerleştirilip bağlandığı

203


sigara kutusu da alınmıştı. Dinamit kapsüllerinin bulunduğu vidalı kapaklı teneke kutuyu da almıştı Pablo. Robert Jordan ikinci torbaya baktı. Patlayıcılarla doluydu. Belki bir paket alınmıştı, hepsi bu. Ayağa kalkıp kadına döndü. - Birinin eşyasına böyle göz kulak oluyorsun! dedi. - Başımı onlara dayayıp uyuyordum, bir kolum da üstlerindeydi, dedi Pilar. - Çok iyi uyumuşsun. - Dinle, dedi kadın. “Gece kalktı. Nereye gidiyorsun Pablo? diye sordum. İşemeye gidiyorum kadın, dedi. Yeniden uykuya dalmışım. Uyandığımda ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, ama yatakta olmadığını görünce her zamanki gibi atlara gitmiştir diye düşündüm. Sonra, gelmeyince kaygılandım, torbaları elledim ve yırtıkları gördüm” diye üzüntüyle sözünü bitirdi. “Hemen sana geldim.” - Gel, dedi Robert Jordan. Dışarı çıktılar. Günün doğmasına daha çok zaman vardı. - Nöbetçiye görünmeden atlara gidilecek başka yollar var mı? - İki yol var. - Yukarıda hangisi var? - Eladio. Robert Jordan atların bulunduğu otlağa ulaşana kadar hiçbir şey söylemedi. Otlakta üç at vardı. Büyük aygırla kır at orada değillerdi. - Gideli ne kadar oldu? - Bir saat sanırım. - Olan olmuş, dedi Robert Jordan. “Torbalardan ne kalmışsa yatağıma alıp uyuyacağım.” - Ben göz kulak olurum. - Sen mi göz kulak olacaksın? Sen onlara bir kez göz kulak oldun! - Bak İngiliz, dedi kadın, “Onları geri alabilmek için yapamayacağım hiçbir şey yok. Beni kırmak zorunda değilsin. Pablo her ikimize de hainlik etti.” Pilar bunları söylerken Robert Jordan kırgın olmak lüksünü bile yaşayamayacağı fark etti. Bu kadınla kavga edemezdi. Bu kadınla, iki saati geçmiş bulunan o gün boyunca çalışmak zorundaydı. Elini onun omzuna koydu. - Zarar yok Pilar, dedi, “Gidenlerin o kadar büyük önemi yok. Kalanlarla elimizden geleni yapacağız.” - Neler almış? - Hiç bir şey kadın. Çok gerekli olmayan şeyler sayılır. - Kundaklamada işine yarayacak şeyler mi? - Evet, fakat kundaklama için başka yollar da var. Söyle bakalım, Pablo daha önce dinamit kapsülleri kullanmış mıydı? Ona böyle şeyler vermişler miydi?” - Onları da götürmüş demek, dedi kadın büyük bir üzüntüyle. “Bir kez onlara bakmıştım. Onlar da gitmiş.” Ağaçların arasından mağaraya yürüdüler. - Biraz uyu, dedi Robert Jordan. “Pablo gitti ya, şimdi daha rahatız.” - Gidip Eladio'yu göreceğim. - Başka bir yoldan gitmiştir o. - Yine de gidip bakacağım. Akılsızlığımla sana hainlik ettim. - Hayır, dedi Robert Jordan. “Biraz uyu. Saat dörtte yola çıkmalıyız.” Robert Jordan Pilar'la birlikte mağaraya girdi, iki torbayı, hiçbir şey dökülmemesi

204


için özenle kollarında taşıdı. - Torbaları dikeyim, dedi Pilar. - Yola çıkarken dikersin. Onları sana karşı olduğum için değil, uyuyabilmem için alıyorum, diye açıkladı. - Dikebilmem için onları erkenden almam lazım. - Onları erkenden alacaksın, dedi Robert Jordan, “Şimdi biraz uyu.” 34. Bölüm Robert Jordan'ın haberini Golz'a götürmekte olan Andres, çiftlikteki nöbetçinin çevresinden geniş bir çember çizerek geçmişti. Basınca, ateşe hazır bir tüfeğin tetiğini çekecek telin yerini biliyordu, üstünden atlayarak geçti. Kıyısında, gece rüzgarından yaprakları hışırdayan kavak ağaçları bulunan dere boyunca ilerledi. Faşistlerin karakolu olan çiftlik evinde bir horoz öttü. Dere boyunca ilerlerken arada bir dönüp geriye bakıyordu. Kavak ağaçları arasından çiftlik evinin pencerelerinden birinden sızan ışığı gördü. Gece duru ve sessizdi. Andres dere kıyısını bırakıp otlağı geçmeye koyuldu. Otlakta dört saman yığını vardı. Geçen temmuz ayındaki çatışmadan beri orada durmaktaydılar. Kimse samanı kaldırmamıştı. Aradan geçen dört mevsim boyunca yığınlar basılmış, düzleşmiş, saman işe yaramaz olmuştu.Andres iki saman yığını arasındaki telin üstünden atlarken samanların ziyan olduğunu düşündü. Yarın sabah hepsini havaya uçuracağız diye içinden geçirdi. Hepsi toprak olacak. Haberi bir an önce yerine ulaştırıp sabahleyin saldırıya yetişmek istiyordu. Gerçekten yetişmek istiyor muydu yoksa sanki istiyormuş gibi mi davranıyordu? Sordo'nun ölümü onu çok etkilemişti. Sonuçta o Sordo'ydu. Onlar Sordo değildi. Yapmaları gerekeni yapacaklardı. Fakat İngiliz ona bir haber götürmesi gerektiğini söylediği zaman çocukluğunda köyündeki festival sabahları uyandığında, çok yağmur yağmakta olduğunu duyduğu ve alandaki boğa-köpek güreşinin iptal edileceğini düşündüğü zamanki duygulara kapılmıştı. Çocukken boğa-köpek güreşlerini çok seviyordu. Hatıraları geçti gözünün önünden bir film şeridi gibi. Fakat geri dönmek zorundayım, dedi kendi kendine. Nöbetçiler ve köprü işi için kesinlikle geri dönmek zorundayım dedi. Benim kanımdan, benim çamurumdan olan kardeşim Eladio orada. Anselmo, Primitivo, Fernando, Agustin, Rafael orada. İngiliz’i saymamak gerekir çünkü o bir yabancı. Emirlere uyuyor. Hepsinin de amacı birdi. Bunun kaçışı olamazdı. Bu haberi çok çabuk yerine ulaştırmalı, son hızla geri dönmeliydi. Bu haberden ötürü eylemde yer alamazsam ayıp olur. Nedeni anlaşılmayabilir. Ayrıca da böyle bir eylem beni mutlu eder, katılamazsam sıkılırım, birkaç faşist öldürmek beni çok eğlendirecek. Yarın çok hareketli bir eylem günü olabilir. Yarın çok şeye değen bir gün olabilir. Yarın bir gelse ve ben de orada olsam diye düşündü. Diz boyu bir katırtırnağı çalısının üstünden, Cumhuriyetçi hatlarına giden dik bir yamaca tırmanmaya başladı. Ayağının altından karanlıkta birkaç kez kanat çırparak bir keklik uçtu. Andres, soluğunu kesen bir korkuya kapıldı. Birdenbire uçtuğu için diye düşündü. Kanatlarını nasıl o kadar çabuk çırpıyorlar? Şu sıra kuluçkada olmalı. Belki de yumurtalarına basmak üzereydim. Şu savaş olmasaydı, bu çalıya bir mendil bağlar, sabahleyin gelir yuvayı arardım. Yumurtaları alır,

205


kuluçka bir tavuğun altına koyardım. Sonra da kümeste küçük kekliklerim olurdu. Büyümelerini izler, büyüdükleri zaman keklikleri toplamak için onları bağırtırdım. Onları kör etmezdim çünkü nasıl olsa evcilleşmiş olacaklardı. Savaş olmasaydı Eladio'yla, faşistlerin gözcü kulübelerinin olduğu yerde kerevit toplarlardı. Bir gün çaydan dört düzine kabuklu toplamışlardı. Bu köprü işinden sonra Sierra'da Gredos'a giderlerse oradaki çaylarda pek çok alabalık ve kerevit vardı. Umarım Gredos'a gideriz diye düşündü. Yazın ve güzün Gredos'ta olmak çok güzeldir. Kışlar korkunç derecede soğuk olur. Kışa kadar belki savaşı kazanmış oluruz. Eğer babamız Cumhuriyetçi olmasaydı Eladio da ben de faşistlerin ordusunda asker olacaktık. Onların ordusunda asker olunca sonunda iş olacağına varırdı. Bir rejimde yaşamak, ona karşı savaşmaktan daha kolaydı. Fakat bu düzensiz savaş için pek çok sorumluluk taşımak gerekiyordu. Eğer duyarlı bir insansanız kaygılanacağınız çok şey vardı. Eladio benden daha çok düşünür, benden daha çok kaygılanır. Ben amaçlara içtenlikle inandığım için kaygılanmıyorum. Fakat çok sorumluluk isteyen bir hayat bu. Sonra çok zor bir çağda doğduk diye düşündü. Geçmiş çağlar daha kolaydı belki. Şimdi evin yok, evinin avlusu da yok, diye düşündü. Ailen de yok, yalnızca yarın savaşa gidecek olan bir kardeşin var. Rüzgardan, güneşten ve boş bir mideden başka sahip olduğun bir şey yok. Cebinde dört el bombası, sırtında bir karabina asılı. Bir de ulaştırman gereken bir haberin var… 35. Bölüm Uyku tulumunun içinde, hâlâ uyumakta olan Maria'nın yanında uzanmış yatıyordu Robert Jordan. Sen, sen diye kendi kendine öfkelendi. Evet, sen. O adamı daha ilk görüşünde dostlukla hainliğinin bir arada olduğunu anladın. Seni aptal. Kahrolası aptal seni. Hepsine boş ver. Şu anda yapmak zorunda olduğun şey bu değil. Bunları saklar mıydı, yoksa fırlatıp atar mıydı? Bunu bilemezdi. Karanlıkta bulması da mümkün değildi. Kendisi saklamalıydı. Biraz da dinamit almış. Pis domuz, hain köpek. Kokuşmuş leş. Niye patlayıcıları yanına almamış, niye her şeyi o kahrolası kadına emanet etmişti. Şansını denemek zorundaydı. Bal gibi aldatıldın işte. Kahrolası kafanı topla, öfkeyi bir yana bırak. Giden gitti. Sen bu işin yolunu bulursun yine. Buna mecbursun. Orada durup kabloları kendi elinle kesmek durumunda kalsan da o köprüyü uçurmak zorundasın. Niye dedene sormuyorsun? Dedemin canı cehenneme, hain, pislik ülkenin de canı cehenneme. Hepsinin canı cehenneme. Pablo'nun canı cehenneme, Pablo hepsidir. Allah İspanyol halkına acısın. Abarttıkça, daha çok kişiye sövdükçe öfkesi azaldı; öyle ki kendisi de buna inanamadı. Eğer bunlar doğruysa, senin burada işin ne? Bunlar doğru değil, bunu sen de biliyorsun. Bütün iyi olanları düşün. İyi olanlara bak. Haksız davranmaya katlanamıyordu. Haksızlıktan, tıpkı acımasızlıktan nefret ettiği gibi nefret ediyordu. Öfkesi, beyni durana dek sürdü. Sonra yavaş yavaş dindi. Hafızası şimdi durulmuştu. Uyurken gülümsemekte olan ve ona doğru sokulan Maria'ya biraz daha sokuldu. Bu sırada ne yapması ve nasıl yapması gerektiğini buldu. Durum o kadar kötü değil diye düşündü. Yeterince adamımız yok ama bu nedenle kaygı duymak anlamsız. Elimizde olanlarla köprüyü uçuracağım. Allahım, iyi ki öfkem geçti.

206


- Her şey tasarlandı, dedi uyuyan kıza yavaşça. “Sen bu tedirginliği duymadın. Olanları öğrenmedin. Öleceğiz fakat köprüyü uçuracağız. Uçuramayacağız diye endişelenmene gerek yok. Bu bir düğün armağanı değil ama... Fakat geceleyin iyi bir uykuya da paha biçilmez, değil mi? Sen çok iyi uyudun. Bu uykuyu yüzük gibi parmağına geçirebilirsin belki, uyu. İyi uyu sevgilim. Şu sıra senin için ancak bunu yapabilirim.” Bileğindeki saate sık sık bakıp zamanı bekledi. 36. Bölüm Andres sonunda hükümet mevzilerine varmıştı. Üç sıra telin altına, yere uzanmış, kayaları siper alarak bağırmıştı. - Salud! diye bağırdı. Tetik çekilmiş gibi bir ses duydu. Uzaktaki bir siperden bir silah ateşlendi. Andres, duyduğu tetik sesinden sonra boylu boyunca yere uzanmış, başını yere koymuştu. - Ateş etmeyin yoldaşlar, diye bağırdı. “Ateş etmeyin, gelmek istiyorum.” - Kaç kişisiniz? - Tek. Yalnızca ben. - Sen kimsin? - Villaconejos'lu Andres Lopez. Pablo'nun çetesinden. Haber getirdim. - Silahın var mı? - Evet var. - Silahlı birini buraya alamayız. Üç kişiden çoğunu da. - Yalnızım! diye bağırdı Andres. “Çok önemli. Bırakın içeri gireyim.” Siperin arkasında konuştuklarını duyuyor fakat anlayamıyordu. Sonra az önceki ses, - Kaç kişisiniz? diye sordu yine. - Bir kişi. Yalnızca benim. Allah aşkına!” Siperin arkasında konuşuyorlardı yine. Sonra sesi yine duydu. - Dinle faşist. - Ben faşist değilim, diye bağırdı Andres. “Pablo'nun çetesinden bir gerillayım ben. Generallere bir haber getirdim.” Birinin, - Çılgının biri bu, ona bir bomba salla, dediğini duydu. - Dinleyin, dedi Andres, “Yalnızım ve aklım başımda. Bütün kutsal şeyler adına yemin ederim ki yalnızım. Girmeme izin verin.” Birinin, - Tıpkı bir Hıristiyan gibi konuşuyor, dediğini ve güldüğünü duydu. Bir başkası, - En iyisi ona bir bomba atmak, dedi. - Hayır, diye bağırdı Andres, “Büyük bir yanlış olur bu. Çok önemli bir durum. Bırakın gireyim.” Bu sebeple hatlar arasında gidip gelmekten hiç hoşlanmıyordu. Kimi durumlarda başka işlerden daha iyiydi ama hiçbir zaman iyi değildi. Aşağıdaki ses, - Yalnız mısın? diye sordu yeniden. Andres,

207


- Size kaç kez söylemeliyim? Yalnızım, diye bağırdı. - Yalnızsan ayağa kalk, silahını başının üstünde tut. Andres ayağa kalktı, karabinasını iki eliyle başının üstünde tuttu. - Şimdi tele doğru yürü. Seni makineli ile tarayabiliriz, dedi ses. Andres teller kuşağının ilk zig zag yerindeydi. - Telden geçebilmek için ellerimi kullanmalıyım, dedi. - Hayır ellerini yukarıda tut, diye bağırdı aşağıdaki ses. - İyi ama tellere takılacağım, dedi Andres. Bir başka ses, - Ona bir bomba atsaydık, her şey daha kolay olurdu, dedi. Bir başka ses, - Tüfeğini omzuna assın, dedi. “Elleri yukardayken tellerden geçemez, biraz aklınızı kullanın.” Öteki ses, - Bütün faşistler birbirinin benzeri, dedi, “İstekleri bitmez!” - Dinleyin, diye bağırdı Andres, “Ben faşist değilim. Pablo'nun çetesinde gerillayım. Biz tifüsten daha çok faşist öldürdük.” Timin komutanı olan adam, - Pablo'nun çetesi mi? Hiç duymadım, dedi. “Tüfeğini omzuna as, ellerini de tellerin arasından geçmek için kullan.” Bir başkası - Makineliyi üstüne boşaltmadan, diye ekledi. - Çok sevimli değilsiniz, dedi Andres. Tellerin arasından geçmeye çabalıyordu. Birisi, - Savaştayız bayım, diye bağırdı. - Öyle gibi görünüyor, dedi Andres. - Ne diyor? Andres tetiğin klik diyen sesini duydu yine. - Hiçbir şey, diye bağırdı. “Bir şey demiyorum. Her yerime batan şu Allah'ın cezası telden kurtulana kadar ateş etmeyin.” Siperden biri, - Tellerimiz için kötü konuşma, diye bağırdı, “Aksi takdirde sana bir bomba fırlatırız.” - Ne güzel bir tel, ne sevimli tel, yakında sizinle birlikte olacağım kardeşler, ” diye bağırdı. Birinin, - Ona bir bomba atıver, dediğini duydu. “Size söylüyorum, bu işi temizlemek için en akıllıca yol bu.” - Kardeşler, dedi Andres. Kan ter içinde kalmıştı. Bomba fikrini öneren kişinin ona her an bir bomba atabileceğini biliyordu. “Ben hiç önemli değilim” dedi. - Buna inanırım, diye karşılık verdi bombacı. - Haklısın, dedi Andres. Korugana çok yakın olan üçüncü sıra tellerin arasından geçmeye çalışıyordu. “Ben hiçbir bakımdan önemli değilim. Fakat bu iş çok ciddi. ” Bombacı, - Özgürlükten daha önemli hiçbir şey yoktur, diye bağırdı. Kışkırtırcasına, “Özgürlükten daha önemli bir şey var mı diyorsun?” - Hayır bayım, dedi Andres ve içi rahatladı. Şimdi artık bir çılgınlar kümesiyle

208


karşı karşıya olduğunu biliyordu. Kırmızı-kara atkılılar. - Yaşa özgürlük, diye bağırdılar siperin arkasından. Andres de aynı şekilde bağırdı. “Hepimiz çok yaşayalım.” - Bu bizimkilerle dindaş, dedi bombacı, “Bunun için onu öldürebilirdim.” Elindeki el bombasına baktı. Andres korugana tırmanırken ona baktı ve çok duygulandı. Bir elinde hâlâ bombayı tutarken Andres'e sarıldı, öyle ki bomba Andres'in omzuna geldi. Bombacı sonra Andres'i iki yanağından öptü. - Sana bir şey olmadığına çok sevindim kardeş, dedi, “Hem de çok sevindim.” - Yüzbaşı nerede? diye sordu Andres. - Burada komutan benim. Kağıtlarına bakayım, dedi. Sığınağa gidip mum ışığında kağıtları inceledi. Cumhuriyet renkleriyle dokunmuş küçük kare, ipek bir mendilin ortasında SİM damgası vardı. Bir de Salvoconducto' su, geçiş kağıdı vardı. Adını, yaşını, doğum yerini ve işini Robert Jordan SİM soğuk damgalı bir kağıda yazıp ona vermişti. Ayrıca Gonz'a yazılı dört sayfalık mektup da kıvrılıp sarılmış SİM damgasını taşıyan mumla mühürlenmişti. Siperin komutanı olan adam, - Bunu daha önce görmüştüm, deyip ipek parçasını geri verdi. “Bunlardan başka bir şeyin yok, biliyorum, fakat bunlarda bir şey ispatlamıyor ki.” Salvoconducto’yu kaldırıp bir daha okudu. - Nerede doğdun? - Villaconejos'ta, diye cevapladı Andres. - Peki orada ne yetiştirirler? - Kavun, dedi Andres, “Bütün dünya bunu bilir.” - Oradan kimi tanırsın? - Neden? Sen de mi oralı mısın? - Hayır, fakat orada bulundum. Ben Aranjuezli'yim. - İstediğin birini sor öyleyse. - Jose Rincon'u anlat. - Bodega sahibini mi? - Elbette. - Kafası tıraşlı, koca göbekli adam. Adam, - Bu kadarı yeterli, dedi ve kağıtları ona geri uzattı. - Peki, onların topraklarında ne yapıyorsun? - Babamız eylemden önce Villacastin'de yerleşmişti, dedi Andres. “Dağların ötesindeki ovada. Eylem başladığında oradaydık. Eylem başladığından beri de Pablo'nun çetesiyle çalışmaktayım. Fakat çok acelem var bayım, bu haberi götürmeliyim.” - Faşist topraklarında durum nasıl? diye sordu komutan. Çünkü onun acelesi yoktu. - Bu gün çok olay vardı, dedi Andres böbürlenerek. “Bugün, bütün gün boyunca yol çok tozluydu. Bugün Sordo'nun çetesini yok ettiler.” - Kim bu Sordo? diye sordu adam yukarıdan bakarak. - Dağlardaki en iyi çetelerden birinin başı. - Hepiniz Cumhuriyet'e gelip orduya katılmalısınız, dedi yüzbaşı. “Ortalıkta bir dolu gerilla var. Anlamsızlık. Hepiniz gelip bizim özgürlükçü disiplinimize katılmalısınız. Gerektiği zaman biz sizleri gerilla olarak göndeririz.” Çok sabırlı bir insandı Andres. Tellerin arasından geçişi soğukkanlılıkla

209


karşılamıştı. O ana kadar olanlar onu öfkelendirmemişti. Bu adamın onları ve yaptıklarını arılamayabileceğim kabul ediyordu; fakat şimdi gitmesi gerekiyordu. - Dinleyin, dedi. “Belki de çok haklısın. Fakat 35’inci Tümen generaline yetiştirmem gereken bir haber var. Bu tepelerde gün doğarken bir saldırı başlatacaklar. Gece ilerledi, o nedenle bir an önce gitmeliyim.” - Ne saldırısı? Saldırıyla ilgili ne biliyorsun? - Bir şey bilmiyorum. Fakat Navacerrada'ya gitmeliyim, sonra da daha öteye. Oraya gidebilmem için geçiş kağıdı almam gerekiyor. Beni komutana gönderebilir misin? Yanıma birini verirsen onunla konuşmam daha çabuk olur. - Bunların hiçbirine inanmıyorum dedi subay. Tele yaklaştığın zaman seni vurmak çok iyi olurdu. - Yoldaş, kağıtlarımı gördün, görevimi sana açıkladım, diye karşılık verdi Andres sabırla. - Kağıtlar uydurma olabilir. Herhangi bir faşist böyle bir görev uydurabilir. Komutana seninle ben gideceğim. - Çok iyi, dedi Andres. “Senin gelmen çok iyi. Yalnız çok çabuk olmalıyız.” - Sanchez, benim yerime sen komuta edeceksin. Sen de benim kadar iyi bilirsin ne yapacağını. Bu sözde yoldaşı komutana götüreceğim. Tepenin arkasındaki derin hendekten aşağı inmeye başladılar. Andres, Cumhuriyetçi olmasının dışında, politikayla ilgili değildi. Bu insanların konuşmalarını birçok kez dinlemişti, söylediklerinin güzel şeyler olduğunu düşünüyordu, bunları dinlemek güzeldi, fakat onları sevmiyordu. İnsanın pisliğini kapatmamasının özgürlükle ilgisi yok diye düşünüyordu. Hiçbir hayvan kedi kadar özgür değildir, fakat kedi pisliğinin üstünü kapatır. Kedi en iyi anarşisttir. Bunlar bu işi kediden öğrenene kadar onlara saygı duyamam. Önü sıra yürümekte olan komutan birden durdu. - Karabinan hâlâ yanında mı? diye sordu. - Evet, dedi Andres, “Niye olmasın?” - Onu bana ver, dedi komutan, “Arkamdan beni vurabilirsin.” - Neden? diye sordu Andres, “Seni niçin vurayım?” - Bilinmez ki, dedi komutan. “Kimseye güvenmem ben. Karabinayı bana ver.” Andres tüfeği omzundan indirip ona uzattı. - Onu taşımak hoşuna mı gidiyor? diye sordu. - Böylesi daha iyi, dedi komutan. “Böylece daha güvenlikte oluruz.” Yürümeye devam ettiler yamaç boyunca… 37. Bölüm Robert Jordan sık sık kol saatine bakıyordu ve saatin kolları çok yavaş ilerliyordu, küçük bir saatti çünkü; ikinci kolu göremiyordu bile. Fakat yelkovanı izlerken, onu neredeyse kendi denetimine alabileceğini hissetti. - Maria, seni seviyorum ve bunun için sana teşekkür ediyorum, dedi kıza. Maria, - Konuşma. Konuşmasak daha iyi, dedi. Robert Jordan şimdi saate bakıyordu. Maria, - Biz talihli insanlardık, dedi. - Evet, dedi Robert Jordan, “Biz çok talihli insanlarız.”

210


- Uyuyacak zamanımız yok mu? - Hayır. Çok yakında başlayacak. - Öyleyse kalkıp bir şeyler yiyelim. - Evet. - Sen bir şey için kaygılanmıyorsun ya? diye sordu kız. - Hayır. Şimdi kaygılanmıyorum. - Önce kaygılanmış mıydın? - Bir süre. - Yardımcı olabilir miydim? - Hayır, dedi Robert Jordan, “Yeterince yardımcı oldun.” - O kendim içindi. - Her ikimiz içindi, dedi Robert Jordan. “Kimse tek başına böyle bir şeyi yaşayamaz. Haydi tavşan, giyinelim.” Fakat aklı en iyi dostuydu, la Giona'yı düşünüyordu. Bilinebilecek şeylerin ne kadar azını biliyoruz. Bu gün ölmek yerine uzun zaman yaşamak isterdim, çünkü bu dört gün içinde yaşama dair çok şey öğrendim. Önceleri öğrenmiş olduklarım­ dan çok, çok daha fazla. Yaşlanıp daha çok şey bilmek isterdim. İnsan hep öğrenebilir mi, yoksa bir insanın anlayabileceği şeyler sınırlı mı, merak ediyorum. Gerçekte bilmediğim birçok şeyi bildiğimi sanıyordum. Keşke daha çok zamanım olsaydı. İngilizce olarak, - Bana çok şey öğrettin kız, dedi. - Ne diyorsun? - Senden çok şey öğrendim. - Eğitimli olan sensin asıl, dedi Maria. Eğitimli, diye düşündü, Eğitimin başlangıcını öğrendim, çok azını. Çok küçük başlangıçlar. Bu gün ölürsem yazık olur, çünkü şimdi bir şeyler biliyorum. Bunları acaba çok az zamanım kaldığı için çok duyarlı olmandan ötürü mü düşünüyorsun? Merak ediyorum bunu. Çok az zaman diye bir şey yok. Bunu anlaman için sezgin olması gerekir. Buraya geldiğimden beri bütün yaşamım boyunca buradaymışım gibiyim. Anselmo en eski arkadaşım. Charles'ı, Chub'ı, Guy'i, Mike'ı tanıdığımdan daha çok Anselmo'yu tanıyorum. Oysa onları da iyi tanıyordum. Bozuk ağzıyla Agustin benim kardeşim. Ve benim hiç erkek kardeşim yoktu. Maria gerçek bir sevgili ve benim karım. Hiç gerçek bir aşkım olmamıştı. Hiçbir zaman bir eşim olmamıştı. Böylesine güzel bir şeyi bırakıp gitmekten nefret ediyorum. İp tabanlı ayakkabılarını bağlamayı bitirdi. - Hayatı çok ilginç buluyorum, dedi Maria’ya. Kız uyku tulumunun üstünde oturmaktaydı, ellerini ayak bilekleri üstünde birbirine kenetlemişti. Biri, mağaranın girişindeki battaniyeyi araladı, her ikisi de içerdeki ışığı gördü. Daha geceydi, daha gün ışığından hiçbir işaret yoktu; yalnızca, başını kaldırdığı zaman çam ağaçlarının dalları arasından, yıldızların gökyüzüne asılmış gibi durduklarını ve yere çok yakın göründüklerini fark etti. Bu ayda gün çok çabuk doğuyordu, tan zamanı kısaydı. - Roberto, dedi Maria. - Evet. - Bugün birlikte olacağız, değil mi? - Başlangıçtan sonra, evet. - Başlangıçta birlikte olmayacak mıyız?

211


- Hayır, sen atların yanında duracaksın. - Seninle olamaz mıyım? - Hayır. Bu tek başıma yapabileceğim bir iş. Gelirsen senin için kaygılanırım. - Fakat iş bitince hemen geleceksin değil mi? - Çok çabuk geleceğim, diye cevap verdi Robert Jordan. Ve karanlıkta gülümsedi. “Haydi gidip bir şeyler yiyelim.” - Uyku tulumun? - İstersen onu katla. - İsterim, dedi kız. - Sana yardım edeyim. - Hayır, kendim yapmak isterim. Uyku tulumunu önce yayıp, sonra kıvırmak için yere diz çöktü, sonra fikrini değiştirdi, ayağa kalkıp onu silkeledi. Sonra, tulumu yayıp düzeltmek için yere diz çöktü. Robert Jordan iki torbayı, içinden bir şey düşmemesi için dikkatle aldı, çamların arasından mağaraya yürüdü. Girişteki battaniye duman kokuyordu. Battaniyeyi dirseğiyle yana ittiği an saati gördü: Üçe on vardı. 38. Bölüm Herkes uyanmıştı mağarada. Erkekler ateşin önündeydiler; Maria ateşi canlandırmak için bir şey sallıyordu. Pilar da kahveyi hazırlamıştı. Robert Jordan'ı uyandırdığından beri yatmamıştı; şimdi duman dolu mağarada bir alçak iskemleye oturmuş, Robert Jordan'ın torbalarını dikiyordu. Ateş yüzünü aydınlatmaktaydı. Fernando'ya, - Yahniden biraz daha al, dedi. “Tıka basa tok olsan ne fark eder, miden delinse ameliyat edecek doktor yok!” Agustin, - Böyle konuşma kadın, dedi. Ayakları katlanan otomatik tüfeğe yaslanmıştı Agustin. Cepleri el bombası doluydu, bir omzunda fişek dolu küçük bir torba dolu bir fişeklik asılıydı. Bir yandan sigara içiyor, bir yandan da kahve. Pilar ona, - Yürüyen bir silah deposu gibisin, dedi. “Bu yükle yüz metre bile yürüyemezsin.” - Yok ben kadın, dedi Agustin. “Hep yamaç aşağı ineceğiz.” - Karakola doğru tırmanacağız ama, dedi Fernando, “Daha iniş bitmeden.” Agustin, - Keçi gibi tırmanırım ben, diye karşılık verdi. Eladio'ya döndü, “Ünlü kardeşine ne oldu?” diye sordu. “Toz mu oldu yoksa?” Eladio duvarın önünde duruyordu. - Kapa çeneni, dedi. Çok sinirliydi, herkesin bunu bildiğini biliyordu. Duvarın önünden ayrıldı, masaya gitti, ceplerini, masanın ayağına dayalı üstü saman örtülü, şimdi bir yanı açılmış çuvallardan el bombası doldurdu. Robert Jordan yanına geldi, çuvala eğilip dört el bombası aldı. Üçü Mills tipi, oval, üstü dişli, ağır çelik, yaylı, çekme iğnesi aşağıya doğru. Eladio, - Bunlar nereden geldi? diye sordu.

212


- Bunlar mı? Cumhuriyet'ten. İhtiyar getirdi. - Nasıl, iyi mi? - Teki bir servet eder, dedi Eladio. Anselmo, - Onları ben getirdim, dedi. “Bir torbada altmış tane. Doksan paund İngiliz.” Robert Jordan, - Bunlardan kullandınız mı? diye sordu Pilar'a. - Otero'daki karakolu Pablo bunlarla uçurdu, dedi kadın. Pablo adı geçince Agustin sövmeye başladı. Robert Jordan ateşin ışığında Pilar'ın yüzündeki anlamı gördü. Pilar Agustin'e, - Bırak şunu, dedi kesin bir sesle. “Konuşmanın yararı yok.” - Her attığınız patladı mı? diye sordu Robert Jordan elindeki bombaya bakarak. Baş parmağıyla pimini yokluyordu. - Evet, hepsi patladı, dedi Eladio. - Ne kadar zamanda patlıyorlar? - Atabildiğiniz uzaklıkta. Hemen. Çok çabuk. Konserve kutusuna benzer, çevresine ip sarılmış bir başka bomba gösterdi. - Peki bunlar? diye sordu. - Onlar zibil, dedi Eladio. “Patlıyorlar ama etkili değiller.” - Fakat her seferinde patlıyorlar mı? - Evet hepsinde, dedi Pilar. - Ötekiler için de her zaman patlıyorlar dediniz. - Ben demedim, diye karşılık verdi Pilar. “Başka birine sordun, bana değil. Bunların hiçbiri için ben her defasında patlıyor diyemem.” - Hepsi patlıyor, dedi Eladio. ““Doğruyu konuş kadın.” Pilar ona, - Hepsinin patladığını nereden biliyorsun? Onları atan Pablo. Otero'da sen kimseyi öldürmedin. Agustin, - O pisliğin teki... diye başladı. Pilar öfkeyle, - Bırak şimdi onu, dedi. Sonra, “Hepsi aşağı yukarı aynı İngiliz” dedi. “Oluklu olanlar biraz daha basit.” Robert Jordan, en iyisi her ikisinden de birer tane kullanmak, fakat üstü dişli olanlar daha kolay patlar ve daha güvenli diye düşündü. Agustin, - Sen de bomba atacak mısın İngiliz? diye sordu. - Niye atmayayım? dedi Robert Jordan. Yere çömelmiş, bombaları ayırırken düşünmekteydi. İmkansızdı. Bu konuda nasıl kendi kendimi kandırabildim, bilmiyorum. Sordo, kar durduğu zaman nasıl batmışsa, Sordo'ya saldırdıkları zaman da biz battık. Bunu kabul edemedin. Devam etmek ve başarısızlığa uğrayacağını bile bile tasarım yapmak zorundasın. Bu tasarımı yaptın. Yararı olmayacağını biliyorsun. Şimdi, bu sabah hiçbir yararı yok. Burada olanlarla karakolu alabilirsiniz, fakat iki işi birden yapamazsınız. Yani, kesinlikle alabiliriz diyemezsin. Kendini kandırma. Gün doğduğu zaman bunu yapma. Her ikisini birden başarmaya çalışmak hiçbir işe yaramaz. Pablo bunu baştan beri biliyordu. Sanıyorum baştan beri hep kaçmak istemiştir ama Sordo'ya saldırdıkları zaman bizim de işimizin bitik olduğunu hepten

213


anlamıştır. Bir eyleme mucizeler bekleyerek başlayamazsın. Eğer elindeki şimdiki imkanlarından daha iyileri yoksa, hepsini öldürsen de köprüyü uçuramaya bilirsin. Pilar'ı öldüreceksin, Anselmo, Agustin, Primitivo, şu hep diken üstünde olan Eladio, işe yaramaz Çingene, ihtiyar Fernando, hepsi. Hepsini ölüme gönderebilirsin ama yine de köprüyü kundaklayamaya bilirsin. Bir mucize bekleyebilir misin? Golz, Andres'le gönderdiğin haberi alınca bu işi durdurur mu? Eğer mucize olmazsa o buyruklarla hepsini ölüme göndermiş olacaksın. Maria'yı da. O emirlerle onu da öldüreceksin. Onu bu işin dışında tutamaz mısın? Cehenneme gidesice Pablo, diye düşündü. Hayır, öfkelenme. Öfkeye kapılmak korkuya kapılmak kadar kötü diye düşündü sonra. Fakat bütün gece sevdiğin kızla uyuyacak yerde şu tepeleri, şu kadınla birlikte altüst edip bu işte çalışacak adamlar bulabilirdin. Evet, diye düşündü. Evet, işte öyle. O nedenle gidip adam aramadın. Ve o nedenle kimseyi göndermedin, çünkü, çünkü onu yitirme tehlikesini göze alamadın. O zaman bir adamın eksik olurdu. Elinde olanları tutmak ve onlarla yürütebileceğin bir tasarım yapmak zorundaydın. Fakat sana söylüyorum, tasarın bozguna uğrayacak. O bir gece planıydı, sabahları iyi sonuç vermez. Geceleyin olur diye düşündüklerin gündüzün uygulanamaz. O nedenle, biliyorsun, o tasarım bozgunla sonuçlanacak. Ama hiç aklından çıkarma. Her an bir sürpriz olabilir. Eğer planın başarısızlığa uğrarsa bu senin ahmaklığından değil. Fakat uygulaman gereken tasarım da bu değil. Yalnız olabilirliği değil, kesinlikle olabilecek olanı da düşünmeliydin. Oysa şimdiki duruma bak. En baştan yanlış bir adımdı. Başını kaldırdığında Maria'yı gördü. Kız ona gülümsedi. O da kıza, fakat yalnızca ağzıyla. Dört tane daha el bombası alıp ceplerine yerleştirdi, fünyeleri de açıp kullanabilirdim diye düşündü. Bu bombalar da patlayınca parçalar saçar, bunlar da etkili olacaktır. Patlamayla aynı anda dağılırlar. Biraz güven, dedi kendi kendine. Maria'ya bir daha gülümsedi. Yalnızca yüzünün derisiyle gülümsedi. Derinliği olmayan bir gülümseme. Gülümseme derisini şakak kemiklerine doğru gerdi yalnızca. Maria senin olağanüstü olduğunu sanıyor, diye düşündü. Oysa değilsin. Gloria ve onun gibi saçmalıklar... Çok güzel fikirlerin vardı değil mi? Dünyanın bütün içyüzünü biliyordun değil mi? Hepsinin canı cehenneme. Sonra rahat ol, dedi kendi kendine. Öfkeye kapılma. O da bir çıkış noktası. Her zaman çıkış noktaları vardır. Şimdi çok zordasın. Yitireceksin diye bütün olanları yadsımaya kalkma. Buna hakkın yok. Kendi kendini ısıran bel kemiği kırık bir yılan gibi davranma. Çarpışmaya başlamadan öfkelenme. Bir çarpışma sırasında öfkelenmeye bol bol zamanın olur. Pilar, elinde torbayla yanına geldi. - Şimdi iyice sağlam, dedi. “O el bombaları çok iyidir İngiliz, onlara güvenebilirsin,” diye ekledi. - Nasılsın kadın? Pilar ona baktı, başını salladı, gülümsedi. Robert Jordan kadının gülümseyişinin ne kadar derinden geldiğini merak etti. Gülümsemesi epey içten gibi görünüyordu. - İyi, dedi Pilar. Sonra o da Robert Jordan'ın yanına çömeldi. - Şimdi durumu nasıl görüyorsun? diye sordu.

214


Robert Jordan ona çok çabuk cevap verdi. - Çok az olduğumuzu. - Bence de öyle, dedi kadın. “Çok azız.” Sonra yine yalnızca Robert Jordan'ın duyabileceği bir sesle, - Maria tek başına atları tutabilir, benim de onunla olmam gerekmez. Atları birbirine bağlarız. Atlı askerlerden alınmış oldukları için silah seslerinden ürkmezler. Ben aşağı karakola gidip Pablo'nun yapması gereken işi yapacağım. Böylece bir kişi kazanmış oluruz, dedi. - Tamam, dedi Robert Jordan, “Bunu yapacağını biliyordum.” Pilar, Robert Jordan'ın yüzüne dikkatle baktı. - Evet İngiliz, dedi, “Endişelenme. Her şey iyi olacak. Unutma böyle bir eylemi beklemiyorlar.” - Evet, dedi Robert Jordan. - Bir şey daha İngiliz, Fısıltısının olabileceği kadar yumuşaklıkla, - Elinde gördüğüme gelince... Robert Jordan, - Elimde gördüğün neymiş? diye sordu. Pilar, - Dinle. Kızma delikanlı. Elinde gördüklerime gelince, onlar tümüyle Çingene saçmalığı, kendime önem kazandırmak için yaptığım şeyler. Böyle bir şey yok. Robert Jordan soğuk bir sesle, - Bırak şunu, dedi. Kadınsa, inatla, - Yapmış olduğum saçmalıktı, yalandı. Eylem günü kaygılanmanı istemem. - Kaygılanmıyorum, dedi Robert Jordan. - Evet İngiliz, haklı nedenlerle kaygılısın. Fakat her şey iyi olacak. Var olma sebebimiz bu. - Politik bir danışmana gerek duymuyorum, dedi Robert Jordan. Pilar gülümsedi. İçten gelen bir gülümsemeydi bu. - Senin iyiliğini istiyorum. Bu benim için çok önemli İngiliz, dedi. - Böyle bir ilgiyi şimdi istemiyorum, dedi Robert Jordan. Pilar yine fısıltıyla, - Evet, dedi, “Biliyorum. Sana söylemek istemiştim yalnızca. Kaygılanma, başaracağız.” - Niye başarmayalım? dedi Robert Jordan. Dudağının ucuyla ve çok yüzeysel bir biçimde gülümsedi. “Elbette başaracağız. Her şey çok iyi olacak.” - Ne zaman çıkıyoruz? diye sordu Pilar. Robert Jordan saatine baktı. - Her an çıkabiliriz. Paketlerden birini Anselmo'ya uzattı. - Nasılsın ihtiyar? diye sordu. Yaşlı adam bir kazık yontmaktaydı ve bitirmek üzereydi. Robert Jordan kendisine bir örnek vererek birkaç tane yontmasını söylemişti. - İyiyim, diye başını salladı yaşlı adam. “Şimdiye kadar her şey çok iyi gitti.” Elini uzattı, “Bak,” dedi, gülümsedi. Eli hiç titremiyordu. Robert Jordan, - Elin bütünü titremeyebilir. Parmağını uzat, dedi. Anselmo parmağını uzattı. Parmağı titriyordu. Robert Jordan bakıp başını salladı.

215


Kendi parmağını uzattı. - Bak, benimki de titriyor, dedi. “Her zaman titrer. Doğal bir şey bu.” Fernando önce sağ işaret parmağını, sonra solu onlara göstermek için uzattı. - Benimki titremiyor, dedi. Agustin, Robert Jordan'a göz kırparak, - Tükürebilir misin? diye sordu. Fernando boğazını temizledi, gürültüyle ve böbürlenerek yere tükürdü, sonra da ayağıyla sıyırdı. Pilar ona, - Pis katır, dedi. “Gözü pekliğini göstermek istiyorsan ateşe tükür bari.” - Eğer burayı bırakıyor olmasaydık yere tükürmezdim Pilar, dedi Fernando. Pilar, - Bugün tüküreceğin yere dikkat et, dedi. “Burası bırakmayacağın bir yer olabilir. ” Agustin, - Kara bir kedi gibi konuşuyor bu, dedi. Duygularını açığa vurmanın bir başka yolu olan şakacı bir sinirlilikle konuşuyordu. - Şaka ediyorum, dedi Pilar. - Ben de, dedi Agustin. Robert Jordan Eladio'ya, - Çingene nerede? diye sordu. - Atlarla, diye cevap verdi Eladio. “Mağaranın ağzından onu görebilirsin.” - Nasıl? Eladio güldü. - Çok korkuyor, dedi. Bir başkasının korkusundan söz etmek ona güven verdi. - Dinle İngiliz, dedi Pilar. Robert Jordan ondan yana baktığı zaman kadının açık ağzını ve inanmayan bakışlarını gördü, hemen mağaranın ağzına doğru yürüyüp tüfeğine uzandı. O anda, battaniyeyi yana çekmiş, omzunda kısa namlulu otomatik tüfeğiyle Pablo beliriverdi. Kırmızı gözlerini özel birine bakmadan, mağaradakilere dikti. Pilar gözlerine inanamıyordu. - Sen, dedi, “Sen.” - Evet ben, dedi Pablo, benzer bir ses tonuyla, “Ben.” İçeri girdi. - Hola İngiliz, dedi. “Yukarıdan Elias'ın çetesinden beş kişiyle Alejandro, atlarıyla birlikte bize katılıyorlar.” Robert Jordan, - Peki, patlatıcıyla fünyeler? diye sordu. - Onları uçuruma, ırmağa attım, dedi Pablo. Hâlâ hiç kimseye bakmıyordu. “Fakat el bombalarıyla uçurmak için bir yol düşündüm.” - Ben de, dedi Robert Jordan. Pablo kaygıyla - İçecek bir şey var mı? diye sordu. Robert Jordan ona tulumu uzattı, Pablo çarçabuk içti, elinin tersiyle ağzını sildi. Pilar, - Kafandan neler geçiyor? diye sordu. - Hiçbir şey, dedi, “Geriye döndüm.” - Fakat neden? - Hiç. Bir güçsüzlük anı. Kaçmıştım, fakat geriye döndüm.

216


Robert Jordan'a döndü, - Gerçekte korkak bir insan değilim, dedi. Fakat başka birçok şeysin diye düşündü Robert Jordan. Yine de seni gördüğüme sevindim, aşağılık herif. - Elias ve Alejandro'dan yalnız beş kişi bulabildim, dedi. “Buradan ayrıldığımdan beri dolaşmaktayım. Dokuz kişiyle bu işi hiç mi hiç başaramazdınız. Hiç mi hiç. Bunu dün gece de biliyordum. İngiliz anlattığı zaman anlamıştım. Hiç başaramazdınız. Aşağıdaki karakolda yedi adam bir de devriye var. Bir alarm olduğunu ya da savaştıklarını varsayalım?” Şimdi Robert Jordan'a bakıyordu. - Buradan ayrıldığım zaman başarmanın imkansızlığını bildiğini ve bu işten cayacağını sanmıştım. Fünyeleri attıktan sonra olayı bir başka gözle gördüm. - Seni gördüğüme sevindim, dedi Robert Jordan. Ona doğru yürüdü. “El bombaları işimizi görür. Ötekinin şimdi artık önemi yok.” - Evet, dedi Pablo. “Senin için hiçbir şey yapıyor değilim. Sen uğursuzun birisin. Bütün bu uğursuzluklar senden. Sordo'nun başına gelenler de öyle. Fakat o malzemeyi ırmağa attıktan sonra büyük bir yalnızlık duygusuna kapıldım. O zaman bu işin başarılmasına karar verdim ve ötekileri gördüm. Bulabileceklerimin en iyilerini getirdim. Önce seninle konuşmak için onları tepede bıraktım. Benim önder olduğumu sanıyorlar.” - Önder sensin, dedi Pilar, “Eğer istersen.” Pablo ona baktı, hiçbir şey demedi. Sonra alçak sesle, - Sordo'nun başına gelenlerden sonra çok düşündüm, dedi. “Eğer bir eylem yapılacaksa, hep birlikte olmalıyız diye düşündüm. Fakat sen İngiliz, bu uğursuzlukları başımıza getirdiğin için senden nefret ediyorum.” Cepleri bomba dolu, omzunda fişeklik, bir parça ekmekle yahni tavasını sıyırmakta olan Fernando, - Fakat Pablo, eylemin başarılı olacağına inanmıyor musun? Önceki gece başarılı olacağına inanıyordun. Pilar neşeyle Maria'ya, - Ona biraz daha yahni ver, dedi, sonra yumuşayan bakışlarını Pablo'ya çevirdi. “Demek geri döndün ha?” dedi. - Evet kadın, geri döndüm, dedi Pablo. Pilar, - Hoş geldin. Geçmişteki senden bir yıkıntı kalacağına hiçbir zaman inanmamıştım zaten, dedi. Pablo ona çarçabuk karşılık verdi. - Böyle bir şeyden sonra gelen yalnızlık katlanılır gibi değil. Sözünü alayla tekrarladı Pilar. “Sen buna on beş dakikadan çok dayanamazsın.” - Benimle eğlenme kadın. Geri geldim işte. - Hoş geldin, dedi Pilar tekrar. “İlk kez hoş geldin dediğimi duymadın mı? Kahveni iç de gidelim. Bu kadar olay beni yoruyor.” - O kahve mi? diye sordu Pablo. Fernando, - Evet, diye cevap verdi. Pablo, - Bana biraz kahve ver Maria, dedi, sonra, “Nasılsın?” diye sordu. Kıza bakmadı. - İyiyim, dedi kız ve ona bir fincan kahve uzattı. “Yahni de ister misin?”

217


Pablo hayır anlamında başını salladı. Sanki oradakiler yoklarmış gibi Pilar'a, - Yalnız olmak kötü? Dün bütün gün hepimizin yararına çalışırken yalnızlık duymuyordum. Fakat dün akşam.” Pilar, - Senden önceki önder ünlü Judas Iscariot kendini asmıştı ya! dedi. - Benimle böyle konuşma kadın, dedi Pablo. “Görmüyor musun geri döndüm. Judas'tan konuşma. Geri döndüm işte.” - Getirdiğin adamlar nasıl kişiler? diye sordu Pilar. “Getirmene değiyorlar mı?” Pilar'a dik dik baktı, sonra bakışlarını öteye çevirdi Pablo. - İyiler ve aptallar. Tam senin istediğin gibi. Ölmeye hazırlar.” Pablo, kırmızı küçük gözleriyle Pilar'ın gözlerinin içine baktı. - Sen, dedi Pilar, haşin sesi yumuşamıştı yine. “Eğer bir insanda bir zamanlar bir şeyler varsa, her zaman bir şeyler vardır” dedi. Bu söz Pablo’nun gururunu okşanmıştı. Ona baktı. “Günün getireceği her şeye hazırım.” Pilar, - Tam tamına geri döndüğüne inanıyorum, dedi. - Buna inanıyorum. Fakat, epey yol gitmişsin. Pablo Robert Jordan'a, - Şişenden bana bir yudum daha ver, dedi. “Hemen yola çıkalım ondan sonra.” 39. Bölüm Harekete geçmişlerdi. Koruluktan geçip, tepedeki dar geçide vardılar. Hepsinin de yükü ağırdı ve çok yavaş tırmanmışlardı. Atların da yükleri çoktu. Pilar, - Gerekiyorsa yüklerini azaltalım, dedi. “Fakat kamp kurmamız gerekirse bunları yeniden kullanırız.” - Peki ya silahların gerisi? diye sormuştu Robert Jordan, denkleri yerleştirirken. - Onlar heybelerde. Robert Jordan, kendi ağır paketlerini yokladı. El bombaları, tabancası, ceplerindeki kurşunlar. Ağzından kahvenin tadı daha gitmemişti; sağ eliyle makineli tüfeği taşıyordu; sol eliyle boynuna uzanıp asılı duran torbaların askılarının sıkıştırdığı yakasını gevşetti. Pablo, - İngiliz, diye seslendi, karanlıkta yanı sıra yürürken. - Ne var? - Bu getirdiklerim, onları ben getirdiğim için, eylemin başarılı olacağına inanıyorlar. Kafalarını karıştıracak bir şey söyleme. - Peki, dedi Robert Jordan. “Ama eylemin başarılı olmasına çalışalım.” - Beş tane atları var, dedi Pablo. - İyi, dedi Robert Jordan. “Atların hepsini bir arada tutacağız.” - Tamam dedi Pablo. - Beş kişiyle, Sordo'nun bulunması tasarlanan yeri, aşağı karakolu tutacağım, dedi. “Teli kestikten sonra köprünün arkasına geçeceğim.” Bunu on dakika önce konuştuk, diye düşündü Robert Jordan. Acaba neden şimdi bu Pablo,

218


“Gredos'a doğru ilerleme ihtimali var” dedi. “Gerçekten bunun üstünde çok düşündüm.” Son beş dakikada beyninde bir şimşek daha çakmıştır kesinkes diye düşündü Robert Jordan. Hayır Pablo. Çok inanmamı bekleme benden. Pablo'nun mağaraya girip de beş adam bulduğunu söylediği andan itibaren Robert Jordan gittikçe artan bir rahatlık duymaktaydı. Pablo'yu yeniden görmek, kar yağmaya başlamasıyla ortaya çıkan trajik durumu değiştirmiş, onu iyimserliğe yöneltmişti. Şansa inanmamasına rağmen, Pablo geldiğinden beri şansının döndüğüne, her şeyin iyiye gittiğine ve imkansız sandığı şeyin olabilir olduğuna inanmaya başlamıştı. Başarısızlığa inanırken, tıpkı yavaş bir pompanın tekerleği doldurduğu gibi iyimserliğin içine yavaş yavaş dolmakta olduğunu hissediyordu. Olumsuzlukla anlamanın birleştiği çizgiye ulaşmış, sonra da eylemden hemen önce duygulan mutluluğa dönüşmüştü. Bu onun en büyük yeteneğiydi. Onu savaşa uygun kılan bir yetenek. Sonu ne kadar kötü olursa olsun, göz ardı etmemek fakat küçümsememek. Gerçi bu yeteneği başkaları için duyduğu aşırı sorumluluk duygusuyla ve kötü tasarlanmış ve kötü yürütülmüş bir eylemi ele almak zorunluluğuyla bastırılmıştı. Çünkü böyle durumlarda kötü son ve başarısızlık göz ardı edilemezdi. Bir insanın yalnızca kendi kendine zarar verebileceği bir durum değildi ki göz ardı edilebilsin. Kendisinin bir hiç olduğunu biliyordu. Bunu çok iyi biliyordu, başka şeyleri bildiği kadar iyi biliyordu. Son günlerde kendisinin bir başkasıyla birlikte her şey olabileceğini öğrenmişti. Fakat özde bunun ayrı bir durum olduğunu da biliyordu. Bu alanda çok talihliymişim. Bu, ben istemeden bana verildi. Bundan böyle benden alınamaz. Yitirilemez de. Fakat artık bitti, bu sabah son buldu; şimdiyse yalnızca iş var. Bir süreden beri yitirmiş olduğu kimi şeylerin bir bölümünü olsun yeniden kazandığına sevindi. Şimdi artık iyisin. Fakat dinle, bugün kızı hiç düşünmemelisin. Bugün onu koru­ mak için hiçbir şey yapamazsın, onu eylemin ve senin yaptığın işin dışında tutmaya çalışmaktan başka. İşaretlere inanırsan birçok at olacak. Onun için yapabileceğin en iyi şey işini olabildiğince çabuk ve iyi yapıp bu işten kurtulmak. Onu düşünmek bu iş için zararlı olur. Bu arada Maria'nın Pilar, Rafael ve atlarla gelmesini bekledi. Karanlıkta ona, - Merhaba” diye seslendi, “Nasılsın?” - İyiyim Roberto, dedi kız. - Hiçbir şey için kaygılanma.” Tüfeğini sol eline alarak sağ elini kızın omzuna koydu - Kaygılanmıyorum, dedi kız. - Her şey çok iyi düzenlendi, dedi Robert Jordan. “Rafael, atlarla birlikte seninle olacak.” - Ben seninle olmak isterdim. - Yok. Atların yanında durursan daha yararlı olursun. - Peki öyleyse, ben de atlara bakarım. Tam o anda atlar kişnedi, kayalar arasındaki otlakta duran atlardan cevap geldi. Kişneme seslerinin titreşimleri dalga dalga yayıldı. Robert Jordan karanlıkta yeni gelen atların slüetlerini gördü. Hızlanarak Pablo'ya yaklaştı. Adamlar atlarının yanında durmaktaydılar. Robert Jordan, - Salud, diye selam verdi. Karanlıkta,

219


- Salud, diye cevap verdiler. Robert Jordan yüzlerini göremiyordu. Pablo, - Bu İngiliz, dedi. “Bizimle geliyor. Dinamitçi.” Kimse bir şey demedi. Belki karanlıkta başlarını sallamışlardı. Adamlardan biri, - Gidelim Pablo, dedi, “Yakında gün doğacak.” Bir başkası, - Daha çok el bombası getirdiniz mi? diye sordu. - Pek çok, diye cevap verdi Pablo. “Atlarınızı bıraktığınız zaman yanınıza daha çok el bombası alabilirsiniz.” Bir başkası, - Haydi gidelim artık. Gecenin yarısını burada bekleyerek geçirdik, dedi. - Hola Pilar, dedi bir başkası kadın tepeye çıkınca. - Nasılsın çoban? dedi Pilar neşeyle. - İyiyim, dedi adam. Pilar, - Hangi ata biniyorsun? diye sordu. - Pablo'nun kırçılına, dedi adam, “Çok iyi bir at.” - Haydi, dedi bir başka adam, “Gidelim artık. Burada dedikodu yapmanın yararı yok.” Adam ata binerken Pilar, - Nasılsın Elicio? diye sordu. - Nasıl olabilirim? diye karşılık verdi adam kabaca. “Haydi kadın, yapmamız gereken işler var.” Pablo büyük, doru ata bindi. - Beni izleyin, dedi. “Sizi atları bırakacağımız yere götüreceğim.”

40. Bölüm Robert Jordan'ın verdiği yazıyla ve Cumhuriyet damgasını taşıyan ipek mendille yolları çok çabuk ve kolay geçmesi gerekiyordu Anres’in. Fakat önce ön hatlarda, her şeyi kuşkuyla karşılayan karakol komutanıyla karşılaşmıştı. Sonra bu adamla birlikte müfreze komutanlığına gitmişti. Müfreze komutanı Direniş'ten önce berberdi. Andres'in görevini öğrenince coşkuya kapıldı. Adı Gomez olan müfreze komutanı, karakol komutanını aptallığından dolayı azarladı, Andres'in omzunu okşadı, ona kötü bir konyak verdi ve eski bir berber olan kendisinin her zaman bir gerilla olmak istediğini söyledi. Sonra yardımcısını çağırdı, müfrezeyi ona bıraktı, motosikletini getirtti. Andres'i karargâha motosikletle göndermek yerine, işi çabuklaştırmak için kendisi götürmeye karar verdi. Andres'i motosikletin önüne oturttu, motosiklet homurtusuyla, taşlı dağ yollarında, ağaçlar arasından, motosikletin ışıkları, buralarda geçen yaz yer alan çatışmalarda ağaç gövdelerinde açılan kurşun izlerini ve kabukların döküldüğü yerleri aydınlatarak ilerliyordu. Yaya kıtasının karargâhının bulunduğu, çatıları çatışmalardan zarar görmüş dağ tatil kasabası yönüne döndüler. Gomez motosikletin frenine sanki çöp kamyonuymuş gibi bastı, onu karargâhın

220


duvarına yasladı, uykulu bir gözcü, gelenleri görmek için yaklaştı, Gomez onu duvarları haritalarla kaplı büyük bir odaya götürdü. Odada uykulu bir subay, bir lambanın, telefonun ve Mundo Obrero'nun bir kopyasının bulunduğu bir masada oturmaktaydı. Yüzbaşı Gomez'e baktı, - Ne istiyorsun? diye sordu. “Hiç telefon diye bir aracın varlığını duymadın mı?” Gomez, - Albayı görmeliyim, dedi. Yüzbaşı, - Uyuyor, diye cevap verdi. “Bir millik yoldan motosikletinin ışıklarını görebiliyordum. Bomba atılmasını mı istiyorsun?” Gomez yine, - Albayı çağırın, dedi, “Çok önemli.” - Uyuyor dedim ya. Yanındaki nasıl bir haydut öyle? diye başıyla Andres'i gösterdi. “Hatların öte yanından bir gerilla o. General Golz'a çok önemli bir haber getirdi. General Navacerrada'ya yapılacak saldırıya komuta edecek” dedi. Gomez sonra coşkuyla ekledi. - Allah aşkına Teniente-Corone'i uyandırın. Yüzbaşı, - Hepiniz çıldırmışsınız, dedi. “Ben ne General Golz diye birini tanırım, ne de bir saldırıdan haberim var. Bu sporcuyu al da kendi müfrezene dön.” Gomez direndi. - Teniente-Corone'to kaldırın. Andres, Gomez'in dudaklarının gerildiğini fark etti. Subay, - Cehenneme gidin, diye arkasını döndü. Gomez 9 mm'lik Yıldız tabancasını kabından çıkarıp yüzbaşının omzuna dayadı. - Kaldır onu, seni faşist, dedi, “Onu kaldır yoksa seni öldürürüm.” - Sakin ol, dedi yüzbaşı. “Siz bütün berberler çok duygusalsınız.” Andres masa lambasının ışığında Gomez'in yüzünün öfkeyle gerildiğini gördü. Fakat bütün söylediği, “Onu kaldır” oldu. Yüzbaşı küçümseyen bir davranışla, - Emireri, diye çağırdı. Bir asker kapıya geldi, selam verdi ve gitti. - Sevgilisiyle birlikte, dedi yüzbaşı ve masaya dönüp kağıtları gözden geçirmeye başladı yeniden. “Sizleri gördüğüne çok sevineceği kesin.” Gomez yüzbaşıya, - Bu savaşın kazanılmasına engel olanlar hep senin gibiler, dedi. Yüzbaşı onu umursamadı. Okurken bir yandan da kimi şeylerin altını çiziyordu. Kendi kendine, konuşur gibi, - Ne tuhaf bir dergi bu, dedi. - O halde neden El Debate okumuyorsun? Sizin gazeteniz o, dedi. Gomez, “Madrid'de Direniş'ten önce yayınlanan tutucu Katolik bir gazeteydi.” - Unutma ki ben senin üstün olan bir subayım ve senin için rapor yazabilirim, dedi subay. - Ben hiç El Debate okumadım. Yanlış suçlamalarda bulunma. - Öyleyse ABC okuyorsundur, dedi Gomez bu kez. “Ordu sizin gibilerle kokuşmuş

221


zaten. Senin gibi profesyonellerle. Fakat bu böyle sürmeyecektir. Cahillerle kuşkucular arasında sıkışıp kaldık. Er geç birincileri eğiteceğiz, ikincileriyse dışlayacağız.” Yüzbaşı daha yukarı bakarak, - Senin hakettiğin sözcük 'temizle'dir. Burada sizin ünlü Ruslar'ınızdan birçoğunun temizlenmesi için raporlar var. Bu sıralar İngiliz tuzundan daha iyi temizliyorlar.” - Senin gibiler toz edilseler... dedi Gomez. - Toz edilseler, dedi yüzbaşı, arsız arsız, kendi kendine söyleniyormuş gibi, “Kastilya dilinden bir sözcük daha hak ediyorsun.” - Vur öyleyse, dedi Gomez. “Kastilya dilindeki sözcük bu. Bunu anlamıyor musun?” - Evet, fakat yüksek sesle konuşma. Yaya askerlerin komutanları arasında Teniente-Coronel'den başka uyuyanlar da var. Senin parlamaların da beni sıkıyor. O nedenle kendimi hep tuttum. Ben çok konuşmayı sevmem. Gomez, Andres'e bakıp başını salladı. Sierralar'da bir müfreze komutanıyken, bir buçuk yıl boyunca öfkesini içinde tutmuştu. Hiçbir şey söylemedi; bütün öfkesini ve hıncını başka bir güne sakladı. Albay pijamalarıyla odaya girince esas duruşa geçti ve selam verdi. Albay Miranda, kısa boylu, soluk yüzlü, hayatı boyunca orduda hizmet etmiş bir adamdı. Fas'ta sindirim bozukluğu çekerken Madrid'deki karısını elinden kaçırmıştı. Eşini boşayamayacağını öğrenince Cumhuriyetçi olmuştu. Sindirim bozukluğundan kurtulma ihtimali hiç yoktu. Böylece iç savaşa albay olarak katılmıştı. Bir tek amacı vardı, savaşı aynı rütbeyle bitirmek. Sierra'yı çok iyi savunmuştu. Orada bırakılıp gerektiğinde orayı yine savunmak isterdi. Savaşta daha sağlıklı oluyordu. Bu belki de zorunlu olarak daha az et yediği ve daha çok soda kullandığı içindi. Gomez'in selamına başıyla cevap verdi ve elini uzattı. - Buraya geliş nedenini açıklar mısın Gomez? diye sordu, sonra da çalışma masasında kağıtları incelemekte olan yüzbaşıya döndü. - Bana bir sigara ver lütfen Pepe, dedi. Gomez, Albaya Andres'in kağıtlarını ve mektubu gösterdi. Albay Salvoconducto’ya acele bir göz attı, Andres'e baktı, başıyla selam verip gülümsedi, sonra götürmekte olduğu mektuba merakla baktı. Mührü elledi, işaret parmağıyla yokladı, sonra hem geçiş kağıdını hem de mektubu Andres'e geri verdi. - Dağlarda durum nasıl? Çok mu zor?” diye sordu. - Hayır Albayım, dedi Andres. - General Golz'u nerede bulabileceğini söylediler mi? - Navacerrada'da Albayım, dedi Andres. “İngiliz, Navacerrada'da hatların gerisinde bulabileceğimi söyledi. - İngiliz kim? diye sordu albay sakin bir sesle. - Bizimle birlikte olan İngiliz. Dinamitçi yani. Albay başını salladı. Bu da savaşın beklenmeyen ve az karşılaşılan rastlantılarından biriydi. - Bizimle birlikte olan İngiliz, dinamitçi, diye söylendi. - Gomez, iyisi mi onu motosikletinle götür, dedi Albay. Yeşil selüloitli gölgelik takan yüzbaşıya, “Onlar için çok etkili bir Salvoconducto yaz. General Golz'un

222


Estad-Mayor ne. Sonra imza için bana ver. Makinede yaz Pepe. Ayrıntılar burada. ” Andres'e geçiş kağıtlarını vermesi için işaret etti. Yüzbaşıya, - İki mühür kullan, dedi Gomez'e döndü, “Bu gece sağlam bir şeye gerek duyulacak” dedi. - Gerçekten insanlar bir suçlama karşısında daha dikkatli davranmalı. Sana etkili kâğıtlar vereceğim.” Andres'e döndü, “Bir şey ister misin?” diye sordu. “Yiyecek ya da içecek bir şey?” - Hayır Albayım, dedi Andres, “Aç değilim. Bundan önce durduğum yerde bana konyak vermişlerdi. Daha çok içersem kötü olurum.” Albay, Andres'e incelikle, - Yolda gelirken, benim cephenin yakınlarında bir hareket gördün mü? diye sordu. - Alışılmışın dışında bir şey yok gibiydi Albayım. Her yer sakindi. - Üç ay kadar önce seninle Cercedilla'da karşılaşmış mıydık? diye sordu Albay bu kez. - Evet Albayım. - Hatırladım, diyerek albay Andres'in omzuna hafifçe vurdu. - İhtiyar Anselmo'yla birlikteydin. O nasıl? Andres, - İyidir Albayım, dedi. - Çok iyi. Buna sevindim. Yüzbaşı albaya yazı makinesinde yazdıklarını gösterdi. Albay okuyup imzaladı. Gomez'le Andres'e, - Şimdi gidebilirsiniz. Çabuk olmalısınız, dedi. Gomez'e de, “Motosikletle giderken dikkatli ol” dedi. “Işıkları yak. Tek bir motosikletin ışıklarıyla bir şey olmaz. Yoldaş General Golz'a selamlarımı söyleyin. Peguerinos'tan sonra tanışmıştık.” Her ikisiyle de el sıkıştı. - Kağıtlarınızı gömleklerinizin içine yerleştirin. Motosikletle giderken çok rüzgar olur” diye uyarıda bulundu. Albay, onlar gittikten sonra bir dolaptan bir bardakla bir şişe aldı, bardağa biraz viski koydu, üstüne duvarın dibinde duran bir testiden biraz su ekledi. Sonra elinde bardak, viskisini yudumlarken duvardaki büyük haritanın önünde durdu, Navacerrada dolaylarını gözden geçirmeye başladı. - Bu işin içinde ben değil de Golz var, dedi yüzbaşıya. Yüzbaşı bir şey demedi. Albay bakınca onun, kollarını masaya dayamış, başı da kollarının üstünde uyumakta olduğunu gördü. Albay masaya yaklaştı, iki yandaki telefonları yüzbaşının başına değecek biçimde itti. Sonra dolaba gitti, biraz daha viski aldı. Motosikletin ışığı, iki yanında kavak ağaçları bulunan dağ yolunu aydınlatarak, gürültüyle ilerlediler. Bir dere yatağı boyunca giderlerken, sisten ötürü motorun ışığı sarardı, soluklaştı. Sisten çıktıklarında ışık eski parlaklığını kazandı. Bir yol kavşağında ise dağdan inmekte olan boş kamyonlar görüldü. 41. Bölüm Pablo, karanlıkta bir yerde durdu ve atından indi. Robert Jordan, hepsi

223


atlarından inerken çıkan sesleri ve derin solumaları, atlardan biri başını sallarken uyuyanların birbirine vurduğunu duydu. Atların kokusunu, giysileriyle uyuyan adamların ekşi ter kokusunu, mağaradakilerin odun dumanı karışık ter kokularını duydu. Pablo yanında durmaktaydı. O da, ağzınıza aldığınız bakır gibi, eskimiş şarap kokuyordu. Bir kibritin alevini saklamak için elini siper ederek bir sigara yaktı, derin bir nefes çekti, Pablo'nun çok yumuşak bir ses tonuyla, - Biz atları bağlarken sen de el bombası torbasını al Pilar, dediğini duydu. Robert Jordan, - Agustin, diye fısıldadı, “Anselmo'yla sen, benimle köprüye geleceksiniz. Makineli için fişek torbalarını aldınız mı?” - Evet, dedi Agustin. Robert Jordan Primitivo'nun yardımıyla bir atın yükünü indirmekte olan Pilar'ın yanına gitti. Alçak sesle, - Beni dinle, dedi. Pilar, atın karnının altındaki bir çengeli açarken merakla, - Ne var? diye sordu. - Biliyorsun değil mi? Bombaları duyana kadar karakola saldırmayacaksınız. - Bunu bana kaç kez söyledin? Kocakarılar gibi oldun İngiliz. - Emin olmak için, dedi Robert Jordan. “Karakolu yıktıktan sonra köprüye gelip arkadan ve benim solumdan, yukarıdan yolu kapatacaksınız.” - İlk defa anlattığında anlayacağım kadarını anladım, diye fısıldadı Pilar. “Şimdi sen kendi işine bak.” Robert Jordan, - Bombardıman sesleri başlayana kadar hiçbiriniz hareket etmeyecek, ateş etmeyecek veya bomba atmayacak, dedi tekrar. Pilar öfkeyle, - Beni daha çok tedirgin etme, diye fısıldadı. “Bunları ben daha Sordo'nun yerindeyken anlamıştım.” Robert Jordan, Pablo'nun atları bağladığı yere gitti. - Sadece ürkebilecek olanları bağlıyorum, dedi Pablo. “Öyle bağlıyorum ki ip çekilir çekilmez çözülecekler. Bak, görüyor musun?” - Çok iyi. Pablo, - Kızla Çingene'ye atlara nasıl göz kulak olacaklarını anlatacağım, dedi. Yeni adamlar bir arada karabinalarına dayanmış duruyorlardı. Robert Jordan Pablo'ya, - Her şeyi anladın mı? diye sordu. - Niye anlamayayım? dedi Pablo. “Karakolu yerle bir et, teli kes, köprüye arkadan in, sen köprüyü uçurana kadar köprüyü koru.” - Ve bombardımanı duyana kadar hiçbir şey yapmayacaksınız. - Evet, öyle. - Evet tamam, iyi şanslar.” Pablo, hırıltılı bir ses çıkardı. - Biz geri döndüğümüzde makinelilerle bizi koruyacaksın, değil mi İngiliz? Robert Jordan, “Tamam. Haydi bakalım” dedi. - Tamam öyleyse, dedi Pablo. “Başka bir şey yok. Fakat çok dikkatli olmalısın İngiliz, çok dikkatli davranmadıkça bunu başaramazsın.”

224


Robert Jordan, - Makineliyi ben kullanacağım, dedi. - Tecrübelisin değil mi? Çünkü benim iyi niyetle Agustin tarafından vurulmaya hiç niyetim yok. - Benim deneyimim çok, inan. Agustin makinelilerden birini kullansa da senin üstüne doğru tutmamasına özen göstereceğim. Yukarıya, yukarıya, çok yukarıya doğru. - Öyleyse tamam, dedi Pablo. Sonra alçak sesle ve bir sır paylaşırcasına, “Yeterince at yok,” dedi. Robert Jordan, aşağılık herif, diye düşündü, yoksa onu daha en baştan anladığımı göremiyor mu? - Ben yaya giderim, dedi, “Atlar senin işin.” Pablo, yumuşak bir sesle, - Senin için bir at var İngiliz, dedi. “Hepimize yetecek kadar at var.” - Bu senin sorunun, diye karşılık verdi Robert Jordan. “Beni saymana gerek yok. Yeni makineli için yeterince kurşun var mı?” - Evet, dedi Pablo. “Atlının üstünde taşıdıklarının tümü. Yalnızca denemek için dördünü - kullandım. Dün tepelerin yükseklerinde denemiştim.” - Haydi gidiyoruz, dedi Robert Jordan. “Oraya çabuk varmalı ve iyi saklanmalıyız. ” - Hepimiz gidiyoruz İngiliz, dedi Pablo. Robert Jordan bu aşağılık herif şimdi ne tasarlıyor acaba, diye düşündü. Ama bildiğimi sanıyorum. Her neyse, bu onun işi, benim değil. Allah’a şükür, yeni adamları tanımıyorum. Elini uzattı, - Suerte Pablo, dedi. Karanlıkta el sıkıştılar. Robert Jordan elini uzattığında sanki bir yılanı tutuyormuş, ya da bir cüzamlıya dokunuyormuş gibi hissetti. Pablo'nun elinin nasıl bir izlenim bırakacağını bilmiyordu. Fakat karanlıkta Pablo onun elini kuvvetle ve doğrulukla kavradı. Pablo'nun eli iyiydi ve karanlıkta, Robert Jordan'ın da o sabahki gibi güzel bir duyguya kapılmasına neden oldu. Şimdi dostuz herhalde, diye düşündü. Dostlar her zaman el sıkışırlar. Şu Pablo anlaşılmaz bir adam. - Suerte Pablo, dedi ve o güçlü, tuhaf, amaçlı eli sıktı. “Seni iyi koruyacağım, kaygılanma.” - Malzemeni aldığım için beni bağışla, yanlıştı, dedi Pablo. - Fakat ihtiyaç duyduklarımızı geri getirdin, dedi Robert Jordan. - Bu köprü işinde sana karşı değilim İngiliz. Sonucun başarılı olacağına inanıyorum. Karanlıkta birdenbire Pilar yanlarında beliriverdi. - Burada ne yapıyorsunuz ikiniz? diye sordu. “Haydi İngiliz, hoşçakalın kısa kes; bu adam patlayıcılarının geriye kalanını da çalmadan işine başla.” Pablo, - Kadın, sen beni hiç anlamıyorsun, dedi. “İngiliz'le ben birbirimizi anlıyoruz.” - Kimse seni anlamıyor, dedi Pilar. “Ben de anlamıyorum. Haydi İngiliz, kırpık kafalına da hoşça kal deyip işine başla. Şimdi git çünkü bu işe başlayıp bitirmek için büyük bir istek duymaktayım.” Pablo'ya döndü, - Adamlarınla yola çık, dedi. “Suskun ciddiyetlerinin ne kadar süreceği belli olmaz. Aralarında bir ikisi var ki senin yanına vermezdim. Onları al da yola çık.” Robert Jordan yükünü sırtına aldı, Maria'yı bulmak için atlara doğru yürüdü.

225


- Hoşça kal, dedi, “Yakında görüşürüz.” Bütün bu olanlar ona gerçek değilmiş gibi geldi. Ya da daha önce de sanki bu sözleri söylemiş gibi. Ya da bir tren ayrılmak üzereymiş, onlar da peron'da bekliyorlarmış gibi. - Güle güle Roberto, çok dikkatli ol, dedi kız. - Ağlama, dedi; karışık duygular içindeydi. Ama bunun nedeni yalnızca sırtındaki yük değildi. - Ağlamıyorum, dedi kız, “Fakat çabuk dön.” - Ateş edildiğini duyduğun zaman kaygılanma. Pek çok ateş edilecek. - Evet, sadece çabuk dön. - Hoşça kal, dedi duygusal bir sesle. - Salud Roberto. Red Lodge'da okula yeni başladığı zaman, Billingler'e gitmek için trene bindiğinden beri kendisini böylesine genç hissetmemişti. Gitmekten korkmuştu, kimsenin korktuğunu bilmesini istememişti ve istasyonda, tam kondüktör kutuyu eline aldığı anda neredeyse basamaklardan atlayıp gündüz otobüsüne binecekti. Babası onu öpmüş ve - Birbirimizden uzaktayken Allah her ikimizi de korusun, demişti. Babası çok dindar bir adamdı ve bu sözleri çok yalın bir biçimde ve içten söylemişti. Fakat duygularından ötürü bıyığı ıslak, gözleri nemliydi. Robert Jordan bütün bunlardan, o dindarca yapılan ıslak duadan, babasının öpüşünden öylesine sıkılmıştı ki birden kendini babasından daha yaşlı hissetti ve babası için çok üzülmüştü. Öyle ki bu üzüntüye zor katlanmıştı. Tren hareket ettikten sonra, ayakta durmuş, gittikçe küçülmekte olan istasyonu ve su kulesini ve uzaktaki bir noktaya doğru yaklaşan rayları, trenin tekdüze sesleri onu uzaklara götürürken bir nokta gibi görünen istasyonu ve su kulesini seyretmişti. Trendeki görevli, - Baban gidişine çok üzülmüş görünüyor Bob, demişti. Yolun kıyısında, önünden hızla geçen telgraf direkleri arasındaki çalılara, bir ırmak gibi geriye doğru akan tozlu yola bakmış ve “Evet” demişti. - Okul için uzağa gittiğine üzülmüyorsun değil mi? - Hayır, demişti ve bu doğruydu. Daha önce bu doğru değildi ama o anda doğruyu söylüyordu. Ve şimdi, şu anda, tıpkı o gün tren hareket ettiği zaman hissettiği gibi, kendini çok genç hissetti. - Hoşçakal guapa, dedi, “Hoşçakal tavşan.” - Güle güle Roberto'm. Robert Jordan Anselmo'yla Agustin'in yanına gitti. - Haydi, dedi. Anselmo ağır yükünü omzuna aldı. Agustin, mağaradan beri yükünü indirmemiş, bir ağaca yaslanmış bekliyordu. Tüfeği sırtındaki yükün en üstüne bağlamıştı. - İyi, dedi. “Haydi.” Üçü bayır aşağı yürümeye başladılar. Üçü yanından tek sıra olarak ağaçlar arasından geçerken, Femando onların geçmekte oldukları yerin biraz ötesinde, ağır yükünün altında beli bükülmüş olarak yürüyordu. Fakat gururla konuşuyordu. Robert Jordan. - Sana da iyi şanslar Fernando, dedi. - Yaptığın her şeyde, dedi Agustin. - Teşekkür ederim Don Roberto, dedi Fernando, Agustin'den hiç tedirgin

226


olmadan. - Bu adam başlı başına bir sorun İngiliz, diye fısıldadı. Robert Jordan, - İnanırım, dedi, “Sana yardım edebilir miyim? At gibi yüklenmişsin.” - İyiyim, dedi Agustin, “Başladığımız için seviniyorum.” Anselmo, - Şimdiden sonra çok az ve alçak sesle konuş, diye uyardı. İniş aşağı dikkatle yürürlerken, Anselmo önden, Agustin arkasından, Robert Jordan da en arkadan gidiyordu. Robert Jordan kaymamak için adımlarını çok dikkatle atıyordu. Çam iğneleri, ip tabanlı ayakkabılarının altında kayıyordu. Bir ayağını bir ağaç köküne dayıyor, elini uzatıp otomatik tüfeğin katlanmış ayaklarını tutuyordu. Sonra zaman zaman yerdeki yapraklar üzerinde kayarak, düşmemek için sol eliyle ağaç gövdelerine tutunarak yamaç aşağı iniyordu. Avuçları, ağaç gövdelerindeki reçinelerden dolayı yapış yapış olmuştu. Tepeyi kaplayan ormandan çıkıp, ilk gün Anselmo'yla birlikte köprüye baktıkları yere geldiler. Anselmo karanlıkta bir çam ağacının yanında durdu, Robert Jordan'ı bileğinden tuttu, - Bak, mangalında ateş var, diye fısıldadı. Köprünün yola açıldığı yerde nokta gibi bir ışık görünüyordu. Anselmo, - Daha önce buradan bakmıştık, dedi. Robert Jordan'ın bileğinden elini çekti. Eğildi ve bir ağaç gövdesindeki taze çentiğe baktı. - Bu çentiği, sen bakarken yapmıştım. Makineliyi sağa yerleştirmeyi tasarlıyordun. - Oraya yerleştireceğiz. - İyi. Torbaları çam ağacının altına bıraktılar. Robert Jordan ve Agustin Anselmo'yu yeni çıkmış çam fidanlarının bulunduğu yere kadar izledi. - Burası, dedi Anselmo, “Tam burası.” Robert Jordan küçük ağaçların arkasına çömelip Agustin'e fısıldadı. - Buradan yolun küçük bir bölümüyle köprünün girişini görebilirsin. Köprünün öteki ucunu ve yolun kayalar arasına girmezden önceki bölümünü de görebilirsin. Agustin bir şey demedi. - Şu ışık nerede? diye sordu Agustin. - Bizden yana olan gözcü kulübesinde, diye fısıldadı Robert Jordan. - Gözcü kulübeleri kimin sorumluluğunda? - İhtiyarın ve benim. Daha önce sana anlattığım gibi. Fakat biz herhangi bir nedenle ateş edemezsek sen onları gördüğün anda ateş edeceksin. - Evet, daha önce söylemiştin. - Patlamadan sonra, Pablo'nun adamları şu köşeden görününce onların başlarının üstünden arkalarına ateş edeceksin. Onları gördüğün an başlarının çok üstünden ateş edeceksin ki ötekiler gebersinler. Anladın mı? - Evet tamam. Dün akşam da anlatmıştın. - Sorun var mı? - Hayır, iki torbam var. Yukarıda onları doldurur görünmeden buraya getiririm. - Fakat burada yeri kazma. Yukarıda nasıl dikkatle gizlenmen gerekiyorduysa burada da öyle yapmalısın. - Tamam. Karanlıkta onlarla toprak taşıyacağım. Göreceksin, öyle yapacağım ki

227


hiç fark edilmeyecek. - Sen çok yakınsın. Gündüzün bu tümsek aşağıdan çok rahat görünür.” - Merak etme İngiliz. Sen nereye gidiyorsun? - Küçük makineliyle aşağıya, yakına gidiyorum. İhtiyar uçurumu geçip karşıdaki nöbetçi kulübesini gözaltında bulunduracak. O yöne bakıyor. Agustin, - O halde ehr şey tamam, dedi. “Salud İngiliz. Tütünün var mı?” - Sigara içemezsin. Çok yakındayız. - Yalnızca ağzımda tutmak için. Sonra içeceğim. Robert Jordan ona sigara tabakasını uzattı, Agustin üç sigara aldı, onları çoban şapkasının önüne yerleştirdi, Üç ayakla tüfeği çamların altına koydu, yükünü açıp kullanacağı şeyleri elinin uzanabileceği yerlere yaydı. - Tamam, dedi. “Başka bir şey yok.” Anselmo ve Robert Jordan onu orada bırakıp, torbaların yanına döndüler. - Onları nereye yerleştirsek? En iyi yer neresi? diye fısıltıyla sordu Robert Jordan. - Bence burası. Gözcü kulübesini makineliyle buradan vuramaz mısın? - O gün durduğumuz yer tam burası mıydı? - Tam bu ağaç, dedi Anselmo. Robert Jordan onu ancak duyuyordu ve biliyordu ki Anselmo dudaklarını kıpırdatmadan konuşuyordu. Tam o ilk günde yaptığı gibi. “Bıçağımla ağacı çizmiştim.” Robert Jordan, bütün bunları önceden de yaşamış gibi hissetti. Fakat bu kez bu duyguya Anselmo'nun sözleri nedeniyle kapılmıştı. Agustin, gözcü kulübesiyle ilgili soruyu sorarken de böyle olmuştu. - Burası oldukça yakın” diye fısıldadı. “Fakat ışık arkamızda kaldı. Burası iyi.” - O halde ben şimdi gidiyorum. Uçurumu geçip köprünün karşı yanındaki yerimi alayım” dedi Anselmo. Sonra ekledi: “Beni bağışla İngiliz. Yanlışlık olmasın. Bir aptallık yaparsam!” - Ne oldu? diye alçak sesle sordu Robert Jordan. - Bir daha anlat istersen, herhangi bir yanlışlık yapmayayım. - Ben ateş edince, sen de ateş edeceksin. Gözcüyü öldürdükten sonra köprüden bana doğru gel. Paketleri oraya götüreceğim. Sen ve ben, ikimiz, oraya patlayıcıları yerleştireceğiz. Her şeyi sana anlatacağım. Eğer bana bir şey olursa işe sen devam edersin. Sana anlatmış olduğum gibi. Zamanı iyi kullan, dediklerimi yap. Odun kazıkları kullan ve bombaları iyice yerleştir. - Anladım, dedi Anselmo. “Her şeyi hatırlıyorum. Şimdi gideyim. Kendini iyi koru İngiliz. Gün doğunca görünmemeye çalış.” Robert Jordan, - Ateş ettiğin zaman biraz bekle. Karşındakinin bir insan değil, yalnızca bir hedef olduğunu düşün, tamam mı? Adamın bütününe değil, yalnızca tek bir noktaya ateş et. Tam karnının ortasından vur, eğer yüzü sana dönükse. Eğer sırtı dönükse sırtının ortasından vur. Dinle ihtiyar. Ben ateş ettiğim zaman adam oturuyorsa, kaçmadan ya da yere çökmeden ayağa kalkacaktır. O zaman vur. Elli metreye kadar yaklaş. Sen avcısın, bir sorunun olmaz. - Söylediğin gibi yapacağım, diye cevap verdi Anselmo. - Evet tamam, dedi Robert Jordan. Bütün bunların sırasını hatırladığına sevindim dedi kendi kendine. Bunun ona yararı olur. Bu bir dolu uğursuzluğu önleyecek. Kimi sözlerini unuttum. O ilk gün, öldürmeye ilişkin sözlerini.

228


- İşte, dediklerim bunlar. Şimdi git artık. - Başarılar, dedi Anselmo, “Yakında görüşmek üzere İngiliz.” - Görüşmek üzere İhtiyar. Babasının tren istasyonunda duruşunu hatırladı ve o ıslak ayrılışı. Ve ne selam verdi ne de hoşça kal; ne iyi şanslar diledi ne de buna benzer bir şey. - Tüfeğinden yağı sildin, değil mi ihtiyar? diye fısıldadı. “Hedefinden şaşmasın.” - Mağarada çok iyi temizledim, dedi Anselmo. Robert Jordan, - O halde yakında görüşmek üzere, dedi. Yaşlı adam ağaçlar arasında salına salına sessizce yürüyerek gitti. Robert Jordan çam iğnelerinin üstüne uzandı, gün ışığıyla birlikte hızını artıracak olan rüzgarda sallanan dalların hışırtısını dinledi. Karanlıkta, makineli tüfeğin namlusunu dudaklarına götürüp üfledi. Metal kokuyordu, dilinde yağın tadını duydu. Tüfeği, çam iğneleri namludan girmeyecek biçimde kolunun üstüne uzattı. Sonra şarjörü çıkardı, kartuşları mendilinin üstüne boşalttı, birer birer parmaklarıyla yokladı, sonra yine yerleştirdi. Şarjörü yerine sürdü tekrar. Çam ağacının arkasında yatmaktaydı. Günün ilk ışıklarını bekledi öylece. 42. Bölüm Herkesin hazırlıklarını sürdürdüğü uzun gecede Andres de Golz'un karargâhına doğru ilerlemekteydi. Navacarreda'da kamyonların geçtiği anayola vardıkları zaman yolda denetim olduğunu gördüler. Gomez aramayı yapan nöbetçiye kâğıtlarını ve Miranda'nın verdiği mektubu gösterdi. Nöbetçi, üstlerine fener tutarak bunları bir başka nöbetçiye gösterdi, sonra geri verdi, onları selamladı. - Geçin fakat ışık yakmayın, dedi. Motosiklet homurtularla yine hareket etti. Andres sıkı sıkı öndeki seleye tutundu, anayolda ilerlediler. Gomez trafikten ötürü daha dikkatli davranıyordu. Kamyonlardan hiçbirinin ışığı yoktu. Anayolda uzun bir sıra oluşturmuşlardı. Kamyonlar yüklüydü, onlar da kendileri gibi yokuşu tırmanıyorlardı ve öylesine toz kaldırıyorlardı ki Andres karanlıkta yolu göremiyor, yalnızca toz bulutunu yüzünde ve dişlerinin arasında hissediyordu. Motosiklet hızlandı ve kamyonların hepsini birden solladı. Şimdi arkalarında bir araba vardı, kamyonların sesi arasından onun da sesi geliyordu. Araba üstüste klakson çaldı, sonra da ışıklarını yaktı. Işıkları toz bulutunu aydınlattı. Araba klakson çalmayı sürdürerek yol istedi, tehdit edercesine yanlarından geçip gitti. Bütün kamyonların önüne geçince ambulansların, subay arabalarının, bir zırhlı aracın, sonra bir ikinci zırhlı aracın ve bir üçüncüsünün arasından kayarak öne geçti, sonra hepsi birden durdu. Daha yatışmamış toz arasında yine denetim olduğunu gördüler. Bu arada bir çarpışma oldu. Bir kamyon durunca, onun durduğunu göremeyen arkasındaki kamyon ona bindirdi, bir çok hafif silah yola saçıldı. Gomez'le Andres, otosikleti durmakta olan araçların arasından sürükleyip geçti ve kağıtlarını gösterdi. Andres, yola yayılmış binlerce çelik kartuşun üstünden yürüyerek geçti. İkinci kamyonun radyatörü tümüyle ezilmişti. Arkasındaki kamyon da onun tam arkasına dokunmaktaydı. Arkalarına yüz tane daha kamyon dizilmişti. Uzun çizmeli bir subay bağıra çağıra öndeki kamyonun yol

229


kıyısına çekilebilmesi için, şoförlere kamyonlarını geriye almalarını söylüyordu. Subay tepeye kadar yürüdü, tırmanmakta olan öteki kamyonları durdurdu. Andres onun el feneriyle koştuğunu, tökezlediğini, bağırdığını, sövdüğünü görüyordu ama kamyonlar da daha gelmekteydiler. Kontrol görevlisi kağıtları hâlâ geri vermiyordu. İki kişiydiler. Sırtlarında silahları, ellerinde el fenerleri vardı ve onlar da bağırmaktaydılar. Kağıtları elinde tutan adam yolu geçti, iniş aşağı inmekte olan kamyona yaklaştı, sonraki kontrol görevlisine gitmesini, buradaki karmaşa çözümlenene kadar bütün kamyonları tutmalarını söylemesini istedi. Kamyon sürücüsü söylenenleri dikkatle dinledikten sonra hareket etti. Kontrol görevlisi kağıtları hâlâ elinde tutuyordu. Bu kez yükü dağılmış olan kamyon sürücüsüne döndü. - Allah aşkına, bunları bırak da ilerle ki bu karışıklıktan kurtulalım, diye bağırdı. Sürücü ise kamyonun arkasında motor üstüne eğilmiş, - Taşıdıklarım ortalığa saçıldı, diyordu. - Taşıdıklarının canı cehenneme, haydi ilerle diyorum. - Diferansiyel dağılınca kamyonlar ilerleyemez, dedi sürücü. - Öyleyse kamyonunu çektir ki bu Allah'ın cezaları geçebilsin, yolu açalım, dedi subay. Kontrol görevlisi el fenerini kamyonun motoru üstüne tutunca, sürücü başını kaldırıp ona baktı. Adam geçiş kâğıtlarını hâlâ elinde tutuyordu. - Haydi git. İlerle, diye bağırdı. Gomez ona, - Kağıtlarımız, dedi, “Çok acelemiz var.” Adam kağıtları verdi. - Kağıtlarınızla birlikte cehenneme gidin, diye bağırdı ve gelmekte olan bir başka kamyonu durdurmak için yürüdü. Sürücüye, - Çapraz dön de şunu çekme durumunu al, dedi. - Aldığım emirler...” - Emirlerinin canı cehenneme. Dediğimi yap. Sürücü vites değiştirip toz bulutunun içine daldı ve yoluna devam etti. Gomez motosikletini böylece açılmış olan yolun sağına sürdü ve bozuk kamyonu geçti. Andres sağına baktığında subayın bir başka kamyonu durdurduğunu, sürücünün cama eğilerek subayı dinlemekte olduğunu gördü. Karşılarındaki tepeye tırmanan yolda çok hızlı ilerliyorlardı. Bütün araçlar kontrol alanında durdurulduğu için şimdi ancak sollarından ve karşıdan gelen kamyonlar vardı. Kontrol noktasından kazadan önce geçmiş olan kamyonlara yetişmişlerdi. Işık yakmadan dört zırhlı aracı sonra da asker dolu birçok kamyonu geçtiler. Askerler sessizdi. Andres karanlıkta onları görememişti. Sonra arkalarından bir subay arabası daha klakson çalarak geldi, ışıklarını bir yakıp bir söndürürken Andres çelik tolgalı askerleri gördü. Ellerinde silahları vardı. Silahların namluları yukarı doğruydu. Yanıp sönen ışık üstlerine vurdukça silahların namluları karanlığı deliyor gibiydi. Bir kamyonun yanından geçerlerken, birden yanan ışıkta, askerlerin yüzlerinin çok üzgün, bakışlarının sabit olduğunu gördü. Çelik miğferleri içinde sessizce, bir saldırıya gitmekte olduklarından başka bir şey bilmeden oturuyorlardı. Gomez, subayları taşımakta olan bir aracı da geçmişti. Andres düşünüyordu. Ne ordu! Ne kadar makineleşmiş bir ordu! Şu nişanlara bak. Bu Cumhuriyetin ordusu. Onlara bir bak. Kamyon arkasında kamyon. Hepsi

230


bir örnek üniformalı. Hepsinin başında çelikten şapkalar. Geçecek uçaklara karşı kamyonlardan yükselen silahlara bak. Kurulan şu orduya bak! Motosiklet, askerlerle dolu, yüksek, külrengi, önleri kare biçiminde, çirkin radyatörlü, tozlu yolda dağa tırmanan subay araçlarının yanıp sönen ışığında parlayan kamyonların yanından geçerken, üstlerindeki kızıl yıldızı görüyordu. Tırmanırlarken havanın soğuduğunu hissetti. Yol da büklüm büklüm kıvrılmaya başlamıştı. Andres daha önce motosiklete hiç binmemişti. Ve şimdi, saldırıya giden birlikler arasından dağa tırmanmaktaydılar. Bu hareketle ve bu kargaşada yarın akşama dönebilirse kendini talihli sayacaktı. Hiçbir saldırı görmemişti. Bir saldırıya hazırlık da görmemişti. Ve motosikletle dağa tırmanırlarken Cumhuriyetin böylesine güçlü ve büyük olan ordusunu hayranlıkla seyrediyordu. Daha sonra oldukça geniş bir yamaca tırmandılar. Tepede yol sarplaştı, Gomez ona inmesini söyledi. İkisi birden motosikleti ittiler ve geçitten ancak öyle geçebildiler. Tam doruğu aştıkları yerde, solda, arabaların dönebileceği geniş bir cep ve büyük, taş bir yapı vardı. Yanıp sönen ışıklar altında yapının karaltısı gök­ yüzüne doğru yükseliyordu. Gomez, - Şuraya girip karargahın nerede olduğunu soralım, dedi. Motosikleti büyük yapının kapalı duran kapısı önüne, iki nöbetçinin durduğu yere doğru sürdü. Gomez motosikleti duvara dayadı. Gomez, kapıdaki nöbetçilerden biriyle konuştu. - 65. Tugay'dan Yüzbaşı Gomez, dedi. “35. Tümen Komutanı General Golz'un karargâhı nerede acaba, biliyor musun?” Nöbetçi, - Burası değil, diye cevap verdi. - Burası ne? - Komutanlık. - Hangi komutanlık? - Komutanlık. - Ne komutanlığı? Nöbetçi karanlıkta Gomez'e, - Niye bu kadar soru soruyorsun? dedi. - Ben 65. Tugay'ın 1. Taburu'ndan Yüzbaşı Rogelo Gomez'im ve General Golz'un karargâhını soruyorum, dedi Gomez. Nöbetçi kapıyı aralayıp içeriye, - Muhafız onbaşısını çağırın, diye bağırdı. Tam o anda büyük bir subay aracı geldi, Andres'le Gomez'in durdukları yerde, büyük yapının önünde geniş bir çember çizdi. Onlara doğru geldi ve tam önlerinde durdu. İrikıyım, yaşlı ve tombul, başına büyük gelen haki bir bereyle, paltolu, bir harita mahfazasıyle bir de tabanca taşıyan bir adam, uluslararası pi­ yade üniformaları içindeki iki kişiyle arabanın arkasından indi. Fransızca konuşuyordu adam. Andres hiç Fransızca bilmiyordu elbette, köy berberi olan Gomez ise yalnızca birkaç sözcük Fransızca biliyordu. Adamın şoförüne arabayı kapıdan öteye çekmesini söylediğini anladı. Başka iki subayla kapıya yaklaştığı zaman Gomez onun yüzünü açık seçik gördü ve tanıdı. Onu politik toplantılarda görmüş, Mundo Obrero 'daki Fransızca'dan çevrilmiş yazılarını okumuştu. Kalın kaşlarını, parlak gri gözlerini, çenesini ve çenesinin altındaki ikinci çenesini tanıdı. Onu Fransa'nın en iyi çağdaş devrimcilerinden biri

231


olarak biliyordu. Fransız Donanması'nın Karadeniz'deki başkaldırısında önderlik etmişti. Gomez bu adamın Uluslararası Tugay'da çok önemli bir yeri olduğunu, ayrıca Golz'un karargahının yerini bildiğini biliyordu. Adamın yoluna çıkıp birkaç adım attı, sıkılmış yumruğuyla selam verdi ve, - Yoldaş Marty, General Golz için önemli bir mektup götürmekteyiz. Karargahının nerede olduğunu söyleyebilir misiniz? Mektup çok acele, dedi. Uzun boylu şişman adam başını öne doğru uzattı, ona dikkatle baktı. Burada, çıplak bir lambanın elektrik ışığında, hareketli bir gecede, açık bir arabadan inen adamın külrengi yüzünün çökmüş olduğu görünüyordu. Yüzü sanki çok yaşlı bir aslanın önündeki artıklardan yapılmış gibiydi. - Ne istiyorsunuz yoldaş? Katalan şivesiyle İspanyolca konuşmuştu. Gözleri yanda duran Andres'e takıldı, sonra yine Gomez'e döndü. - General Golz için, karargahında ona verilmesi gereken bir mektup var yoldaş Marty. - Kimden geliyor bu mektup yoldaş? - Faşist hatlarının gerisinden. Andra Marty mektubu ve öteki kâğıtları görmek için elini uzattı, sonra kağıtları alıp cebine koydu. Onbaşıya, - Her ikisini de tutuklayın, üstlerini iyice arayın, çağırdığım zaman bana getirin, dedi. Cebinde kağıtlarla içeri girdi. Nöbetçi odasında Gomez'le Andres'in üstünü aradılar. Gomez muhafızlardan birine, - Bu adamın nesi var? diye sordu. - O bir deli, dedi muhafız. - Hayır, önemli bir politikacı o, dedi Gomez. “Uluslararası Tugay'ın başkomiseri.” - Ne olursa olsun, o bir deli. Faşist hatlarının gerisinde ne yapıyorsunuz? Gomez, adam üstünü ararken, - Bu yoldaş orada gerilla, dedi. “General Golz için bir mektup getirdi. Kağıtlarıma iyi göz kulak ol. Paramla, ipe geçirilmiş kurşuna da. Kurşun, Guadarrama'da aldığım ilk yaradan kalma.” - Endişelenme, dedi onbaşı. “Hepsi de bu çekmecede olacak. General Golz'un yerini niye bana sormadınız? - Denedik. Nöbetçiye söyledik, o da seni çağırdı. - Sonra deli geldi, ona sordunuz. Kimse ona bir şey sormamalı. O bir deli. Sizin Golz buradan üç kilometre yukarda, sağda, ormanın içindeki kayalarda. - Bizim hemen oraya gitmemizi sağlayamaz mısın? - Hayır, böyle bir şey benim başımı götürür. Sizi deliye götürmeliyim. Ayrıca mektubunuz onda. - Birine söyleyemez misin? - Onu yapabilirim. Gördüğüm ilk sorumlu kişiye anlatacağım. Herkes onun deli olduğunu bilir. - Ben onu büyük biri olarak tanırdım, dedi Gomez. “Fransa'nın en ünlülerinden biri.” Onbaşı elini Andres'in omzuna koydu. - Çok ünlü olabilir, dedi, “Fakat bir tahtakurusu kadar deli. İnsan vurma gibi bir hastalığı var.”

232


- Gerçekten mi vuruyor? - Evet, dedi onbaşı. “Hıyarcıklı vebadan daha öldürücüdür. Fakat bizim kadar faşist öldürmüyor. Şakasını bile yapmıyor. Az bulunur şeyleri öldürür. Troçkistleri, davadan ayrılanları. Her türlü az rastlanır hayvanı.” Andres bunlardan hiçbir şey anlamamıştı. - Escorial'deyken onun için kaç kişi öldürdük, sayısını bilmiyorum, dedi onbaşı. “Hep ateşleyenden yana oluyoruz. Tugaylar kendi adamlarını vurmuyorlardı. Özellikle Fransızlar. Zorluklardan kaçınmak amacıyla bu işler hep bize gördürüldü. Fransızlar'ı vurduk, Belçikalılar'ı vurduk. Değişik uluslardan bir sürü insan vurduk. Her türden insan vurduk. Hep politik nedenlerle. Tam bir deli. Salvarsan'dan daha çok temizliyor.” - Bu mektuptan kimseye söz edecek misin? - Evet, kesinlikle. Bu iki tugayda herkesi tanıyorum. Herkes buradan geçer. Ruslar'ı bile tanıyorum. Çok azı İspanyolca konuşsa da. Bu delinin İspanyollar'ı vurmasına engel olmalıyız. - Fakat mektup... - Kaygılanma yoldaş. Bu deliyle nasıl başa çıkacağımızı biliyoruz. Yalnız kendi insanları arasında tehlikelidir. Artık onu anlıyoruz. Andra Marty, - İki tutukluyu içeri getirin, diye bağırdı. - Bir içki ister misiniz? - Niye olmasın? Onbaşı dolaptan bir şişe anis çıkardı. Gomez de Andres de içtiler. Onbaşı da içti, eliyle ağzını sildi. - Gelin, dedi. Nöbetçi odasından çıktılar.Anis henüz boğazlarını, karınlarını ve yüreklerini yakmaktaydı. Sofayı geçtiler, bir odaya girdiler. Odada Marty uzun bir masada oturmaktaydı; önünde haritası açıktı. Kırmızı ve mavi kalemi elindeydi. Andres'e göre bir tek şey daha vardı. Birçok bu gece olmuştu. Her zaman birçoğu vardı. Eğer kağıtlarınız uygunsa ve iyi yürekliyseniz, sizin için bir tehlike söz konusu değildi. Er geç sizi bırakırlar, yolunuza gidersiniz. Fakat İngiliz çabuk olunmasını istemişti. Şimdi köprü için zamanında dönemeyeceğini biliyordu, fakat yerine ulaştırılması gereken bir mektup vardı ve şu masada oturan yaşlı adam o mektubu cebine atmıştı. Marty başını kaldırmadan, - Orada durun, dedi. Gomez kendini tutamadı. Anis de öfkesini bilemişti. - Bakın yoldaş Marty, dedi, “Bu gece önce anarşistlerin cahilliği bizi engelledi, sonra bürokratik bir faşistin tembelliği, şimdi de bir komünistin aşırı kuşkuculuğu engellemekte.” Marty yine başını kaldırmadan, - Kapa çeneni, dedi, “Bu bir toplantı değil.” - Yoldaş Marty, bu çok acele bir iş, diye üsteledi Gomez. “Ve çok önemli.” Onbaşıyla yanındaki asker büyük bir ilgiyle bunları izliyordu. Sanki birçok kez görmüş oldukları ve hep hatırlayacakları çok ilginç bir oyun izliyorlarmış gibiydiler sanki. Marty, - Her şey aceledir ve her şey çok önemlidir, dedi. Başını kaldırmış onlara

233


bakıyordu; elinde bir kurşunkalem vardı. “Golz'un burada olduğunu nereden biliyorsunuz? Saldırıdan önce bir generali görmenin çok ciddi bir şey olduğunu bilmiyor musunuz? Böyle bir generali burada bulabileceğinizi nereden biliyordunuz?” Gomez Andres'e, - Ona anlat, dedi. - Yoldaş general, diye başladı Andres. Andre Marty onun rütbede yaptığı yanlışlığı düzeltmedi. “O mektup bana hatların öte yanında verildi.” Marty, - Hatların öte yanında mı? dedi, “Evet, faşist hatlarından geldiğinizi Gomez söyledi, onu duydum.” - Yoldaş general, bu mektubu bana Roberto adında bir İngiliz verdi. Bu köprü işi için dinamitçi olarak geldi. Anladın mı? Marty Andres'e, - Bitir şu masalı bakalım, dedi. - İngiliz bu mektubu son hızla General Golz'a ulaştırmamı istedi. Şu sıralarda bu dağlarda bir saldırı hazırlamakta olmalı. Bütün isteğimiz, eğer general izin verirse, bu mektubu bir an önce ona ulaştırmak. Marty başını salladı. Andres'e bakıyor ama onu görmüyordu. İş yaşamındaki düşmanının kötü bir araba kazasında öldüğünü, ya da doğruluğundan kuşku duymadığı fakat nefret ettiği birinin üstüne para geçirmekten suçlu görüldüğünü duyduğu zaman kapılabileceği korkuyla coşku karışımı bir duyguya kapıldı. Golz böyle bir durumda kalmamalıydı. Golz faşistlerle böyle bir iletişim içinde olmamalıydı. Yaklaşık yirmi yıldan beri tanıdığı Golz. O kış Lucacz'la birlikte Sibirya'da altın treni yakalayan Golz. Polonya'da Kolchak'a karşı savaşmış olan Golz. Kafkasya'da, Çin'de savaşmış olan Ekim'in başından beri burada sa­ vaşmakta olan Golz. Fakat Tuhachevsky'ye yakın olan oydu. Fakat Tuhachevsky. Başka kime? Burada Karkov'a elbette ve Lucacz'a. Fakat bütün Macarlar saman altından su yürütüyorlardı. Call'den nefret ediyordu. Golz da Gall'den nefret ediyordu. Bunu unutma. Bunun altını çiz. Golz her zaman Gall'den nefret etmiştir. Fakat o Putz'u sever. Bunu da unutma. Duval de en çok tuluğu kişilerdendir. Bunlardan çıkanı anlıyor musun? Copic için aptal dediğini kendin duydun. Bu kesin. Böyle bir olay var. Ve şimdi faşist hatlarından gelen mektup. Ancak bu çürümüş dallar kesilirse ağaç sağlıklı yaşar ve büyür. Çürüklük açığa çıkmalı ve yok edilmeli. Fakat başkası değil de Golz. Şu Golz başkaldırıcılardan biri olmalı. Kimseye güvenilmemesi gerektiğine inanıyordu. Hiç kimseye. Hiçbir zaman. İnsanın eşine bile güvenmemesi gerekirdi. Kardeşine de. En eski arkadaşına da. Hiçbir zaman ve hiç kimseye. Askerlere, - Onları götürün, dedi. “Gözaltında tutun ve dikkatli olun.” Onbaşı askere baktı. Marty'nin başka gösterilerine oranla bu sessiz bir gösteriydi. Gomez, - Yoldaş Marty, sağlıklı düşünün, dedi. “Beni dinleyin. Sadık bir yüzbaşı ve yoldaş. Bu ulaştırılması gereken bir mektup. Onu bu yoldaş faşist hatlarından geçerek getirdi, General Golz'a verilmesi gerekiyor. Marty şimdi alçak sesle, - Onları götürün, dedi tekrar. İnsan olarak onları yok etmek gerektiğine üzülüyordu. Fakat onu buna itekleyen Golz trajedisiydi. Yok edilen Golz olmalıydı diye düşündü. Faşistlerin gönderdiği

234


bu mektubu doğruca Varloff'a götürecekti. Hayır, en iyisi mektubu Golz'a kendisi verecekti. Evet, bunu yapacaktı. Golz onlardan biriyse Varloff'a nasıl güvenebilirdi? Hayır. Bu çok dikkatli olunması gereken bir konuydu. Andres Gomez'e döndü, - Yani bu mektubu göndermeyecek mi demek istiyorsun? diye sordu. İnanamıyordu. Gomez, - Görmüyor musun? dedi. Andres, - O bir deli, dedi. - Evet, dedi Gomez, “O bir deli. Sen delisin, duyuyor musun? Delisin!” diye Marty'e bağırdı. Marty arkasını dönmüş kırmızı, mavi kalemiyle haritayı inceliyordu. “Duyuyor musun, çılgın katil?” Marty askere, - Götür onlara, büyük suçlarından ötürü akılları karışmış, dedi. Onbaşının daha önce de duymuş olduğu bir sözdü bu. - Çılgın katil! diye bağırdı Gomez. Andres de ona katıldı. Marty’nin adamın aptallığı onu öfkelendirmişti. Eğer çıldırmışsa bırak çıldırsın. Fakat cebinden mektubu alsalardı. Aşağılık deli. Genelde yumuşak olan huyunun arkasında İspanyol öfkesi yavaştan yavaştan kabarmaktaydı. Kısa bir süre sonra öfkesi gözlerini karartacaktı. Asker Andres'le Gomez'i götürürken, Marty bir yandan haritaya bakıyor, bir yandan da üzüntüyle başını sallıyordu. Ona sövüldüğünü duymak askerleri keyiflendirmişti ama olay genelde onları da üzmüştü. Daha iyilerini görmüşlerdi. Andre Marty adamların sövgülerine aldırmamıştı. Ona pek çok kişi sövüyordu nasıl olsa. Her zaman birer insan oldukları için başlarına gelenden üzüntü duymuştu. Hiçbir zaman gerçekten anlamadığı haritaya bakıp duruyordu. Yükseltileri, vadileri görebiliyor ama niye falanca yükseklikte olduğunu veya niye filanca vadinin seçildiğini anlayamıyordu. Fakat toplantılarda parmağını, yeşil ormanlar arasında, ırmağa komşu olmayan türlü yolların kesiştiği çemberin üstüne koyacak ve orada faşistlerin güçsüz olduklarını söyleyecekti. Politikacı ve işlerinde tutkulu kişiler olan Gall ve Copic, ona katılacaklardı. Daha sonra da haritayı hiç görmemiş ama toplantıda tepenin numarasını duymuş olan kişiler, onunla aynı fikirde olduklarını söyleyecekler, sonra da gösterilen yeri kazacaklar, o yamaçlara ölümlerine tırmanacaklar, zeytinlikler arasına yerleştirilmiş makineli tüfeklerin önünde sapır sapır döküleceklerdi. Ya da bir başka cephede belki daha çok direnecekler fakat öncekilerden daha iyi bir sonuca varamayacaklardı. Fakat Marty, Golz'un kurmayı arasında parmağını harita üstüne koyunca başında yara izi olan beyaz yüzlü generalin çenesi gerilecek ve seni vurmalıydım Andre Marty, o külrengi parmağını benim haritam üstüne koymadan önce seni vurmalıydım diye düşünecekti. Hiç anlamadığın konularda binlerce insanı ölüme gönderdiğin için cehenneme gidersin inşallah. Traktör fabrikalarını, köyleri ve köy kooperatiflerini senin eline bıraktıkları güne lanet olsun. O günden sonra sana dokunamazdım. Elimi süremeyeceğim bir simge oldun o günden sonra. Git bir başka yerde kuşkulan, öğüt ver, işlere karış, aşağıla, insanları kes, ama benim kurmaylarımı rahat bırak.

235


Fakat Golz bunları söylemek yerine, harita üstüne eğilmiş karaltıdan, harita üstüne basan parmaktan, sulu gri gözlerden, kırçıl bıyıklardan ve kötü kokan soluktan uzaklaşmak istercesine geriye doğru yaslanacak ve “Peki yoldaş Marty, sizi anlıyorum. İyi seçilmiş bir yer değil, fikrinize katılmıyorum. İsterseniz kafamı uçurun. Evet bir parti olayıymış gibi göstererek bunu yapabilirsiniz. Fakat sizinle aynı fikirde değilim” diyecekti. Başına büyük gelen beresini gözlerini korumak için öne doğru çekmiş haritayı inceliyordu. Zaman zaman saldırıyla ilgili emirlerin kopyalarına bakıyor, dikkatle ve yavaş yavaş saldırıya ilişkin bilgilerle haritayı karşılaştırıyordu. Tıpkı genç bir teğmenin okulda bir savaş problemini çözdüğü gibi. Savaşa iyice karışmıştı. Kafasının içinde birliklere komuta ediyordu; müdahaleye hakkı vardı. Robert Jordan'ın Golz'a gönderdiği mektup Marty'nin cebinde beklerken, Gomez'le Andres nöbetçi odasında, Robert Jordan da köprünün üstündeki ormanda bekliyordu sabahı. Marty Andres'le Gomez'in geçmelerine izin verseydi ve mektup Golz'a ulaştırılabilseydi durumda bir değişiklik olur muydu, bilinmez. Cephede kimsenin saldırıyı durdurma yetkisi yoktu. Mekanize bölük çoktan yola çıkmıştı; onları durdurmak için artık çok geçti. Ne büyüklükte olursa olsun bütün savaş eylem­ lerinde bir süreç söz konusudur. Bir kez olay başladı mı artık onu durdurmak neredeyse imkansızdır. Fakat bu gece, o yaşlı adam, beresi öne doğru çekilmiş olarak masasındaki haritaya bakarken, kapı açıldı ve Rus gazeteci Karkov, yanında sivil giysiler içindeki iki Rusla odaya girdi. Bu iki kişinin üstlerinde deri ceketler vardı. İkisi de şapkalıydı. Marty'ye göre Karkov iletişim kurabildiği tek sorumlu kişiydi. Karkov kendine özgü, tepeden bakan, bakımsız dişlerini göstererek, peltek konuşmasıyla, Marty’ye yaklaştı. Ayağa kalktı Marty. Karkov'u sevmiyordu fakat Pravda’dan geliyordu, Stalin'le doğrudan ilişki içindeydi ve şu sırada İspanya'daki en önemli üç kişiden biriydi. Karkov’un selamını aldı.. Karkov başıyla haritayı gösterdi, küstahça, - Saldırıyı mı hazırlıyorsunuz? diye sordu. - İnceliyorum, dedi Marty. - Siz mi saldırıyorsunuz, yoksa Golz mu? diye sordu Karkov. - Bildiğiniz gibi ben yalnızca komiserim, dedi Marty. - Hayır, dedi Karkov. “Alçakgönüllü davranıyorsunuz. Siz gerçekte bir generalsiniz. Haritanız, savaş dürbününüz var. Fakat siz eskiden amiral değil miydiniz Yoldaş Marty?” - Topçuydum, dedi Marty. Yalandı bu. Ayaklanma sırasında bir gemide başyazıcıydı. Fakat şimdi hep bir topçu subayı olduğuna inanıyordu. - Aa, ben savaş gemisinde başyazıcı olduğunuzu sanıyordum, dedi Karkov. “Hep yanlış haberler alıyorum. Gazetecilerin kaderi bu.” Diğer Ruslar bu konuşmaya hiç karışmamışlardı. Marty'nin omzu üstünden haritaya bakıyor, arada bir kendi dillerinde yorum yapıyorlardı. Marty'yle Karkov ilk selamlaşmadan sonra Fransızca konuşuyorlardı çünkü. Marty, - Pravda'da yanlış haber çıkmaması daha iyi olur, dedi. Bu sözleri toparlanmak

236


için olsa gerek sert bir sesle söylemişti. Karkov onu hep iğneliyor, kaygılanmasına, tedirginlik duymasına neden oluyordu. Karkov'la konuşurken kendisinin Fransız Komünist Partisi'nden önemli bir kişi olarak buraya geldiğini hatırlatmak zor oluyordu. Karkov canı istediği zaman ve ince ince onu iğne­ liyordu. Karkov, - Haberleri Pravda'ya göndermeden önce genelde düzeltiyorum, dedi. “Pravda'ya haber gönderirken çok titizim. Söyleyin yoldaş Marty, Segovia yakınlarındaki Partizan çetelerinden birinden Golz'a bir haber gönderilmiş. Bunu duydunuz mu? Orada Jordan adında Amerikalı bir yoldaş var. Ona ilişkin bilgi edinmek istiyoruz. Oralardaki faşist cephelerinde çatışmalar olduğunu duyduk. Golz'a bir haber göndermiş olmalı.” - Amerikalı mı? diye sordu Marty. Andres İngiliz demişti. Demek buymuş. Öyleyse yanılmıştı. O aptallar da niye onunla konuşmuşlardı ki? - Evet, dedi Karkov. Marty'e tepeden bakıyordu. - Genç bir Amerikalı. Politikayı az bilir fakat İspanyollar'a çok yakınlık duyar ve iyi bir partizandı. Mektubu bana verin Yoldaş Marty, yeterince gecikti. - Ne mektubu? diye sordu Marty. Yanıldığını kabul etmek istemiyordu ve o küçülme anını biraz daha uzaklaştırmak için bu soruyu sormuştu. Karkov, - Ve geçiş kağıtlarını da, diye ekledi. Andre Marty elini cebine soktu, mektubu masanın üstüne koydu, Karkov'a dik dik baktı. Peki, yanılmıştı. Şimdi yapabileceği bir şey yoktu, fakat küçük düşmeyi kabul edemiyordu. Sadece öfkeliydi, bu köpeklerin onu yakalayamayacağını biliyordu. Karkov, İspanyolca, - Onbaşı yoldaş, diye dışarıdaki onbaşıyı çağırdı. Onbaşı kapıyı açıp içeri girdi. Karkov, - Bunları nöbetçi odasında beklemekte olan yoldaşlara ver ve onları General Golz'un karargahına götür. Yeterince geç kalındı, dedi. Onbaşı dışarı çıktı, Marty önce onbaşının arkasından baktı, sonra da gözlerini Karkov'a çevirdi. - Evet Marty, dedi Karkov. “Şimdi de dokunulmazlığının ne kadar olduğunu araştıracağım.” Marty ona baktı, fakat bir şey demedi. - Onbaşı için bir şeyler tasarlamaya kalkma sakın, diye ekledi Karkov. “Anlatan onbaşı değildi. İki adamı bekleme odasında gördüm. Her şeyi onlar anlattılar.” Yalandı bu, çünkü konuşan onbaşıydı. - Umarım herkes benimle konuşur, dedi sonra. Karkov iyiye inanıyordu. Yaklaşılabilir olması ve insanca ilişkileriyle yardımsever tutumu bu inançtan kaynaklanıyordu. - Biliyor musun? Ben Sovyetler Birliği'ndeyken, Pravda'ya bana mektuplar gelir. Azerbaycan'daki bir kentte haksızlık yapıldığı zaman ne diyorlarmış biliyor musun? “Karkov bize yardım eder.” Andres Marty öfkeli ve hoşlanmadığını açığa vuran bir yüzle baktı. Şimdi kafasında hiçbir şey yoktu fakat Karkov ona karşı ağır bir davranışta bulunmuştu. Peki, Karkov görecekti; güçlü de olsa görecekti. - Bu başka bir şey, dedi Karkov. “Fakat ilke olarak, ne ölçüde dokunulmaz olduğunu araştırıp öğreneceğim, yoldaş Marty. O traktör fabrikasının adını

237


değiştirme durumu var mı, yok mu, elbette öğreneceğim.” Andre Marty gözlerini ondan kaçırıp yine haritaya baktı. Karkov, - Genç Jordan ne demiş? diye sordu. - Okumadım, dedi Marty. - Peki, dedi Karkov. “Seni askeri işlerinle baş başa bırakacağım.” Sonra odadan çıkıp nöbetçi odasına girdi. Andres'le Gomez gitmişlerdi bile. Odada durup yavaş yavaş ışımakta olan günü yansıtan dağlara baktı. Oraya ulaşmalıyız, diye düşündü. Çok yakında… Andres'le Gomez motosiklet üstünde yola düşmüşlerdi. Hava aydınlanmaktaydı. Andres yine seleye sıkı sıkı tutunmuştu. Geçidin yukarısındaki ince sisi yarıp geçmişlerdi. Orman içindeki iniş aşağı yolda, motosikletin yanı başında ayakta buldular kendilerini. Yanlarında çam dallarıyla kaplı tanklar vardı. Birlikler ormanı doldurmuştu. Andres, omuzlarında uzun sedye tahtaları taşıyan adamlar gördü. Subayların arabaları yolun sağına, ağaçların altına çekilmiş, üstleri ve yanları çam dallarıyla kapatılmıştı. Gomez motosikleti arabalardan birinin yanına sürükledi, bir çam ağacına yasladı ve bir arabanın yanında sırtını bir ağaca dayayıp oturmakta olan bir şoföre yaklaştı. - Seni ona götürürüm, dedi şoför. “Motorunu göze çarpmayacak bir yere çek, üstüne de bunları ört,” dedi, çam dalları yığınını gösterdi. Güneş ışınları çamların yüksek dalları arasından süzülmeye başlamıştı. Gomez'le Andres, adı Vicente olan şoförü izlediler, yolun karşısında çam ağaçları arasından geçip bir yamaca tırmandılar, üstünden birçok telin ağaçlık yamaca yayıldığı bir yeraltı sığınağının girişinde durdular. Gomez’le Andres bir süre dışarıda bekledi, şoför içeri girdi. Andres yeraltı sığınağının yapımına hayran kaldı. Sığınağa tepenin eteğindeki bir delikten giriliyordu. Çevreye hiç toprak yayılmamıştı. Fakat delikten görebildiği kadarıyla, içerde epey kalabalık vardı ve rahatça gidip gelebiliyordu. Çatıyı oluşturan kalaslar altında kimse eğilip ya da çömelip yürümek zorunda kalmıyordu. Şoför Vicente geri geldi. - Yukardaymış. Saldırı için toplandıkları yerde, dedi. “Mektubu Kurmay Başkanı'na verdim. Aldığını belirtmek için imzaladı. İşte bakın.” İmzalı kağıdın bulunduğu zarfı Gomez'e verdi. Gomez de Andres'e uzattı. Andres zarfa baktı, sonra gömleğinin içine yerleştirdi. - İmza atanın adı ne? diye sordu. - Duval, diye cevap verdi Vicente. - İyi, dedi Andres. “Bu mektubu verebileceğim üç kişiden biri oydu.” Gomez Andres'e, - Cevap bekleyecek miyiz? diye sordu. - İyi olur, dedi Andres, “İngiliz'le ötekileri nerede, ne zaman görebileceğimi Allah bilir!” Vicente, - Benimle gelin, dedi. “General dönene kadar size kahve bulurum. Karnınız açtır. ” - Bu tanklar, diye Gomez tankları gösterdi. Çamur renkli, dallarla örtülü tankların yanından geçmekteydiler. Çam iğnelerinin üstünde tankların öne-geriye giderken bıraktıkları derin izler vardı.

238


- Bunlar yedek, dedi Vicente. “Bu birlikler de yedek. Saldırıyı başlatacak olanlar yukarıda.” - Bir sürü, dedi Aridrâs. - Evet, dedi Vicente, “Tam bir tugay.” Yeraltı sığınağında, Duval, Robert Jordan'ın açılmış mektubu bir elinde, bir yandan da sol bileğindeki saatine bakarak, mektubu dördüncü kez okumaktaydı. Her okuyuşunda koltuklarından sızan terin yanlarına doğru akmakta olduğunu hissetti. Telefonda, - Bana Segovia'yı bulun. Gitmiş mi? Avila'yı bulun, diyordu. Telefondan ayrılmıyordu. Yararı yoktu. Her iki tümenle konuşmuştu. Golz yukarıdaki gözlem kulesinden hazırlıkları denetlemeye gitmişti. Duval gözlem kulesini arıyordu, fakat kuledeki nöbetçi gitmişti. - Bana uçakları bulun, dedi. Birdenbire bütün sorumluluğu yüklenmeye hazırdı. Durduracaktı. Durdurmak daha iyiydi. Onları, kendilerini beklemekte olan düşmanın arasına gönderemezdiniz. Bunu yapamazdınız. Bu bir cinayet olurdu. Yapmamalısınız. Ne olursa olsun. İsterlerse onu vurabilirlerdi. Havaalanını arayıp bombardımanı durdurabilirdi. Fakat ya bir geri çekilme saldırısıysa? Ya bütün o güçleri ve malzemeyi geri çekmeliysek? Ya bu saldırı bir yarma hareketiyse? Bir geri çekilme saldırısı yapılırken hiç söylemezler. - Uçaklara telefonu aramayın, dedi. “69. Tümen gözlem kulesini bulun.” Uçakların sesini duyana dek gözlem kulesini arayıp durdu. Tam uçak seslerini duyduğu anda Golz'un sesi yavaşça, - Evet, dedi. Kum torbasına yaslanmış, ayaklarını bir kayaya dayamış, dudaklarının arasında bir sigara, oturmaktaydı. Konuşurken bir yandan da omzunun üstünden yukarı bakıyordu. Güneşin ilk ışıklarının yansıdığı dağın üstünde beliren gümüş renkli üçlü kümeler gürültüyle gökyüzünü yara yara geliyorlardı. Güneş altında pırıl pırıl parlıyorlar ve çok güzel görünüyorlardı. Uçaklar gelirken pervanelere çarpıp yansıyan ışığa baktı. - Evet, dedi telefonda. Telefon eden Duval olduğu için Fransızca konuşuyordu. - Mektup çok geç gelmiş. Çok yazık! Uçaklara baktıkça göğsü kabarıyordu. Şimdi kanatlardaki kırmızı işaretleri görebiliyordu. Sesleri artarak düzenli gelişlerine baktı. Tam olması gerektiği gibiydi. Bunlar bizim uçaklarımızdı. Gemilerle Karadeniz'den, Marmara'dan, Çanakkale Boğazı'ndan, Akdeniz'den geçerek buraya gelmişler, Alicante'de gemilerden sevgiyle indirilmişler, bir araya toplanmışlar, denenmişler, kusursuz bulunmuşlardı. Şimdi de dövecekleri yere doğru V biçiminde, geldikleri günkü gibi tertemiz, sabah güneşinde gümüş benzeri pırıl pırıl, bizim geçebilmemiz için karşı vadileri döveceklerdi. Golz, başlarının üstünden geçtikten az sonra uçakların bombalarını bırakacaklarını, sonra da tepelerde, koyu renkli dumanların yerden sıçrarcasına yükseleceğini, daha sonra da gürültünün çok büyük bir bulut içinde yok olacağını biliyordu. Sonra tanklar yeri kemirircesine o iki yamaca tırmanacak, arkalarından da kendisinin iki tümeni gidecekti. Beklemedikleri bir durumla karşılaşırlarsa, biraz geriye çekilip, yine ilerleyecekler, duraklayacaklar, çarpışacaklar, öldüreceklerdi. İleri geri giden tankların koruyuculuğunda ilerleyeceklerdi sürekli. Önlerinde tırmanılması gereken iki sırt vardı, tankları ve iyi eğitilmiş iki tümeni vardı. Şimdi de uçaklar gelmişti.

239


Bir yandan uçaklara bakarken aynı zamanda midesi kasıldı. Çünkü Jordan'ın telefonda okunan mektubundan o iki sırtta kimsenin bulunmayacağını öğrenmişti. Parçalardan kaçmak için ya aşağılardaki dar uçurumlara çekilecekler, ya da ormana saklanacaklardı. Jordan'ın dediğine göre bombardıman uçakları geçip gittikten sonra, makineli tüfekleri, otomatik silahları ve tanksavarlarıyla yola çıkacaklardı. Fakat şimdi uçaklar sağır edici gürültüleriyle geliyor, görevlerini yapmaya hazırlanıyorlardı. Golz onlara baktı. Gurur bakışlarla uçakları izledi. Şartlar değişmeseydi nelerin gerçekleşebileceğini, oysa şimdi tasarladıklarının yerini nelerin alacağını biliyordu. Ama artık tasarılarının hiçbiri gerçekleşmeyecek olsa da gerçekleşebileceklerden ve onların olabileceğinden gururluydu, telefonu kapattı. Duval onu duymadı çünkü bu sırada duyabildiği ses yalnızca uçakların uğultusuydu. Şimdi, belki bu kez, diye düşünüyordu, gelişlerini dinle, belki de bombardıman uçakları onların hepsini düşürecek. Belki de ara vermek zorunda kalacağız, belki de istediği yedekler gelecek, belki de zamanıdır. Gürültü öylesine büyüktü ki ne düşündüğünü bile duyamıyordu artık.

43. Bölüm Çok sevdiği günün bu erken saatinde Robert Jordan, yolun ve köprünün yukarısındaki tepenin yamacında, çam ağacının arkasında yere uzanmış köprüyü inceliyordu. Aşağısındaki ağaç gövdeleri şimdi açık seçik görülüyordu; kahverengi ve belirgin çizgileriyle; üstüne ince bir sis yayılmış olan yol parlamaya başlamıştı. Irmak yatağından yükselmekte olan sis içinde, köprünün boşluğa uzanan çelik yapısını ve iki uçtaki tahta, gözcü kulübelerini gördü. Çayın üstündeki köprünün çizgileri siste yumuşak görünüyordu ve dev bir örümceği andırıyordu. Kulübedeki nöbetçi ayakta duruyordu ve arkası dönüktü. Başında çelik miğfer, omzunda pelerini vardı. Sobaya doğru eğilmiş, ellerini ısıtmaktaydı. Robert Jordan aşağıdaki kayalar arasından akan çayın sesini duydu, gözcü kulübesinden yükselen belli belirsiz dumanı gördü. Saatine baktı, Andres Golz'a ulaşabildi mi acaba, diye düşündü. Köprüyü uçuracaksam, bunu yavaş yavaş yapmak ve her anını yaşamak isterim dedi kendi kendine. Acaba başardı mı? Andres? Eğer başarabilmişse saldırıyı durdurmuşlar mıydı? Meraklanma. Durdururlar ya da durdurmazlar. Daha başka bir karar olamaz, az sonra kararın ne olduğunu öğreneceksin. Tut ki saldırı başarılı oldu. Golz olabileceğini söylemişti. O yoldan inecek tanklarımızla, sağdan gelecek ve La Granja'dan geçip bütün bu dağları saracak olan askerlerimizle bu saldırı başarılı olabilir. Kazanmanın nasıl bir duygu olduğunu neden düşünmüyorsun? Öylesine uzun bir süreden beri savunmadasın ki kazanmayı düşünemiyorsun. Fakat bütün bunlar şu insanlar yolun yukarısına yerleşmeden önceydi. Uçaklar gelmeden önceydi. Bu kadar saf olma. Fakat unutma onları burada tutabildiğimiz süre, faşistleri yukarıda tutacağız demektir. Bizim işimizi bitirmedikçe başka bir yere saldıramazlar, bizim işimizi de hiç mi hiç bitirmeyecekler. Eğer Fransızlar yardım eder, sınırları açık tutarsa, Amerika'dan da uçak sağlayabilirsek bizim işimizi bitiremezler. Yardım alırsak işimizi bitiremezler. Bu insanlar silahlanırlarsa

240


sonsuza dek çarpışabilirler… Çelik miğferli, sırtlarında battaniyeden pelerinleri, omuzlarında silahlarıyla iki adamın köprüye doğru yürümekte olduklarını gördü. Adamlardan biri köprünün öte ucunda durdu, sonra gözcü kulübesine girerek gözden kayboldu. Öteki ağır ağır yürüdü, köprüyü geçti, bir ara durup köprüden uçuruma tükürdü, sonra yine yavaş yavaş köprünün bu taraftaki ucuna yürüdü. Oradaki nöbetçiyle konuştular, önceki nöbetçi köprüye yürüdü. Nöbetten çıkan asker öncekine göre daha hızlı yürüyordu; o da köprüden uçuruma tükürdü. Acaba bu bir kör inanç mı diye düşündü Robert Jordan. Yeni nöbetçi, kulübeye girip oturdu. Silahını duvara dayamıştı. Robert Jordan gömlek cebinden dürbününü çıkardı, köprünün sonunu açık seçik görebileceği gibi ayarladı, sonra dürbünle nöbetçi kulübesine baktı. Sırtını duvara dayayıp oturmuştu nöbetçi. Çelik şapkası duvardaki bir kazıkta asılı duruyor, adamın yüzü açık seçik görülüyordu. Robert Jordan iki gün önceki adam olduğunu gördü. Başında yine o günkü yün el örgüsü başlık vardı. Tıraş olmamıştı. Yanakları çökük, elmacık kemikleri yüksekti. Kalın kaşları bitişikti. Uykulu görünüyordu, esniyordu. Sonra bir tütün kesesi çıkardı, bir sigara sardı. Bir çakmağı yakmaya çalıştı, sonra çakmağı cebine koydu, sobaya doğru yürüdü, eğildi, içe doğru eğildi, bir parça kömür çıkardı, üfledi, sigarasını yaktı. Robert Jordan dürbününü duvara yaslanmış olan adamın üstünde gezdirdi. Sonra dürbünü gözlerinden indirdi, katlayıp cebine koydu. Ona bir daha bakmayacağım, dedi kendi kendine. Yere uzanmış vaziyette yolu gözetlemeye devam etti. Aşağıdaki bir çam ağacında bir sincap neşeli sesler çıkardı. Robert Jordan sincabın ağacın gövdesinden aşağı indiğini, durup adamın bulunduğu yöne baktığını gördü. Sincabın gözleri küçük ve parlaktı, kuyruğunun zıplamalarına coşkuyla bakıyordu. Sincap daha sonra ayakları ve kuyruğu yerde izler bırakarak bir başka ağaca geçti. Ağaca çıkınca sincap geriye, Robert Jordan'a baktı, sonra ağaca tırmanıp gözden kayboldu. Gözcü kulübesine baktı tekrar. Sincabın cebinde olmasını isterdi. Dokunabileceği bir şeyi olmasını isterdi. Dirseklerini çam iğneleri üstüne dayamıştı, fakat bu aynı şey değildi. Bu tür işler yaparken bir insanın ne kadar yalnızlık duyabileceğini kimse anlayamaz. Oysa ben biliyorum. Umarım Tavşan bu işten zarar görmeden kurtulur. Bunları düşünme şimdi... Evet, elbette. Fakat bunu umabilirim ve umuyorum. Köprüyü tümüyle uçurmayı ve onun bu işten zarar görmeden kurtulmasını istiyorum. Şu sıra başka hiçbir şey istemiyorum. Gözlerini çevirip dağlara baktı. Düşünme dedi kendi kendine. Orada, sessizce uzandı, günün doğuşunu seyretti. Güzel bir ilkyaz sabahıydı. Mayısın sonuydu ve gün çok çabuk ışıyordu. Deri ceket giymiş, bir motosikletli köprüyü geçip yola çıktı. Sol bacağının üstüne otomatik bir silah sarkmaktaydı. Sonra bir can­ kurtaran köprüden ve kendisinin tam aşağısından geçip yola çıktı. Robert Jordan çam kokusunu içine çekti, derenin sesini dinledi. Köprü şimdi sabah aydınlığında iyice belirgindi ve çok güzeldi. Çam ağacının arkasında, makineli tüfek kolunun üstünde yatıyor, nöbetçi kulübesine hiç bakmıyordu. Zaman sanki hiç geçmiyordu; o güzel mayıs sabahında hiçbir şey olamazdı. Birden bir çok bombanın arka arkaya patladığını duydu. Bombaların patladığını duyar duymaz, patlamalar daha dağlarda yankılanmadan, Robert Jordan derin bir soluk aldı, yattığı yerde, makineli tüfeği kaldırdı. Tüfeğin ağırlığından kolu uyuşmuş, parmakları sertleşmişti.

241


Nöbet kulübesindeki adam bombaları duyunca kalktı. Robert Jordan onun silahına uzandığını, kulübeden dışarı bir adım atıp sesleri dinlediğini gördü. Adam, güneşte parlamakta olan yola çıkıp durdu. El örgüsü başlığı daha başındaydı. Gökyüzüne, uçakların bomba yağdırdıkları yöne doğru baktı. Yolda ses yoktu. Robert Jordan adamı artık çok iyi görüyordu. Adam orada durmuş, gökyüzüne bakıyordu. Robert Jordan, göğsü sanki bir iple sıkılıyormuş gibi soluğunun tıkandığını hissetti. Biraz sonra yumruklarını sıkacağı zamanki gerginliği parmak uçlarında duyarak dirseklerini yere bastırdı. Namluyu adamın göğsüne doğru tuttu ve tetiği yavaşçacık çekiverdi. Silahın ani, akışkan, titreşimli hareketini omzunda duydu. Yoldaki adam, şaşkın ve kırgın, dizleri üstüne çöktü sonra da yüzükoyun yere kapandı. Silahı omzundan düştü. Eli de, daha tetikte, yere düştü, yanı başına. Silah, namlusu öne doğru, yerde kaldı. Robert Jordan gözlerini yere kapanmış adamdan ayırıp köprüye ve öte uçtaki gözcü kulübesine çevirdi. Kulübede gözcüyü göremedi. Bu kez Agustin'in gizlenmiş olduğu yamaca baktı. Sonra Anselmo'nun ateş ettiğini duydu, atışın sesi uçurumda yankılar yaptı. Sonra Anselmo'nun bir kez daha ateş ettiğini duydu. Silah sesiyle birlikte köprünün aşağısından el bombalarının çatırtılı patlamaları duyuldu. Sonra el bombalarının sesleri arasında, Pablo'nun adamlarının makineli tüfeklerinin seslerini duydu. Anselmo'nun köprünün çıkışını kesmek için yamaç aşağı indiğini gördü. Robert Jordan küçük makineli tüfeğini omzuna astı, çam ağacının arkasından iki torbayı aldı. İki elindeki ağır torbalar kollarını aşağıya doğru çekiyordu. Yamaçtan aşağı yola doğru koştu. Robert Jordan aşağı doğru koşarken Agustin'in, bağırdığını duydu. “İyi bir av” diye düşündü. “Cehennem gibi, iyi bir av.” Tam o anda Agustin'in köprünün öte yanında ateş ettiğini, silah seslerinin köprü­ nün çelik gövdesinin ağı arasında çınladığını duydu. Yerde yatmakta olan nöbetçinin yanından geçti, iki yanında sallanan yüküyle köprüye girdi. Yaşlı adam Robert Jordan'a doğru koşuyordu. Karabinası elinde, - Her şey yolunda, diye bağırdı. “İşini bitirmek zorunda kaldım.” Robert Jordan köprünün ortasında diz çöktü, torbaları açıp içindekileri çıkardı. Anselmo'nun gözyaşlarının yanaklarından aşağı, kırçıl sakalının arasına yuvarlandığını gördü. Ona, başıyla köprünün öte ucunda yerde yatan adamı gösterdi. - Evet, dedi Anselmo. “Evet, onları öldürmek zorundayız ve öldürüyoruz.” Robert Jordan köprünün demirlerine tutunarak aşağı inmeye başladı. Demirler soğuktu ve çiyliydi; elleri ıslanıyordu. Dikkatle indi, güneş sırtında parlıyordu; güneş ışınları onu köprü iskeleti arasında kucaklıyor gibiydi adeta. Aşağısında akan suyun şırıltısını, atış seslerini duyuyordu. Yukarı yoldaki nöbetçi kulübesi çevresinden pek çok silah sesi geliyordu. Bir kolunda kangal yapılmış bir ip asılıydı, bileğine geçirilmiş bir sırımın ucunda ise bir kerpeten vardı. Anselmo'ya, - Şu paketleri bana birer birer uzat dedi. Yaşlı adam yere uzandı, patlayıcı paketlerini birer birer uzattı. Robert Jordan onları almak için uzandı, kucağına yerleştirdi. - Kıskıları uzat, kıskıları, dedi. Kazıkları sıkı sıkı tutup kıskıyla sararken yeni yontulmuş ağacın kokusu yayıldı. O patlayıcıları yerleştirirken, sıkı sıkı bağlarken ve köprüyü yıkmayı düşünürken tıpkı bir cerrah gibi davranır ve çabuk çabuk

242


çalışırken yolun aşağısından gelen bir dizi patlama duydu. Sonra bir el bombası patlaması duyuldu. Arkasından da bir şeyin suya düşüşüyle çıkan ses. Sonra her yer sessizliğe büründü. Allah kahretsin, diye düşündü, onları ne vurdu acaba? Yukarı karakolda atışlar sürüyordu. Pek çok silah sesi geliyordu, Allah kahretsin, kendisi bu sırada patlayıcılar üstüne tellerle el bombaları bağlamaktaydı büyük bir dikkatle. Patlayıcılarla el bombalarını elden geçirdi, sonra çelik arasına iyice yerleştirmek için ağaçtan yontulmuş kazıkları kullandı. Sonra Anselmo'ya, - Haydi şimdi diğer tarafa, diye bağırdı. Köprünün altına kaydı Tarzan gibi; yeniden aydınlığa çıkınca, altından akmakta olan çayı gördü. Anselmo yukardan paketleri ona uzatmaktaydı. Anselmo artık ağlamıyordu. İyiliği şimdi boş ver. Bir yan tamam, şimdi sıra bir yanda. İşte bu yan da oluyor. Bu köprüyü tümüyle uçurur. Haydi, haydi, coşkuya kapılma, işi bitir. Öteki gibi temiz ve çabuk. Oyalanma. Zamanını iyi kullan. Yapabileceğinden daha çabuk yapmaya çalışma. Şimdi gevşeyemezsin. Hiç kimse bir yanın yıkılmasına engel olamaz. Yapman gerekeni yapıyorsun. Burası çok serin. Tıpkı bir şarap mahzeni gibi serin; kirli de değil. Genelde taştan bir köprünün altı çok kirlidir. Bu ise bir düş köprüsü gibi. Kahrolası bir düş köprü gibi. Yukarıdaki ihtiyar kötü bir noktada. Yapabileceğinden daha çabuk yapmaya çalışma... Yukarıdaki atışlar bir dursa. - Daha kıskı ver, diye seslendi. Silah seslerini sevmiyorum diye düşündü. Orada Pilar'ın başı dertte olmalı. Karakolun bir bölümü yıkılmıştır. Arka bölüm, değirmenin arkası. Daha ateş ediyorlar. Bu, değirmende birilerinin olduğu anlamına gelir. Şu kahrolası talaş tozu. Talaş yığılıp kurutulduğu zaman çok iyi bir korugan olur. Değirmende birçok yığın olmalı. Pablo'nun bulunduğu yerin aşağısında. İkinci patlama neydi acaba? Bir araba ya da motosiklet olmalı. Umarım buralara gelmekte olan zırhlı araçları ya da tankları yoktur. Sen işine bak. Yapabildiğince çabuk bitirip yerleştir ve bağla. Kadın gibi titremektesin. Neyin var Allah aşkına? Çok çabuk yapmaya çalışıyorsun. Bahse girerim, şu yukarıdaki kahrolası kadın titremiyordur şu anda. Pilar yani. Belki o da titriyordur. Anlattıklarına bakılırsa birçok kez başı derde girmiş. Eğer öyleyse o da titriyordur. Anselmo'nun uzattıklarını almak için güneş ışığına doğru uzandı. Şimdi başı, yüksekten akmakta olan suyun sesinden yukardaydı, fakat şimdi yolun üst yanından daha çok silah sesi duyuldu, arkasından da el bombaları patlamaları. Daha sonra da daha birçok el bombası. - Değirmene doğru gidiyorlar. Patlayıcıların böyle bloklar halinde olması iyi, diye düşündü. Fünyeler yerine Allah kahretsin, daha temiz. Bir çuval dolusu pelte daha çabuk olurdu gerçi. İki torba. Hayır, tek torba bile yeterdi. Şimdi fünyeler olsaydı. - Biraz daha ver ihtiyar. İhtiyar çok iyi iş görüyor. Çok tehlikeli bir noktada duruyor. Nöbetçiyi öldürmek ona çok ağır geldi, diye geçirdi içinden. Bana da ama üstünde durmadım. Bunları bir başka zaman düşünmelisin, aklında tut. Düşünen, güzel bir kafan var Jordan. Yuvarla Jordan, yuvarla Jordan. Futbol maçında, topu kucağına aldığın zaman böyle bağırıyorlardı. Jordan'ın şu aşağıdaki çatlaktan daha büyük bir şey olmadığını biliyorsun değil mi? Özde demek istiyorsun. Özde, başka herhangi bir şeyden de daha büyük değilsin. Bu köprü altında bir yerdesin işte. Evden uzakta

243


bir ev. Haydi Jordan, kendine gel. Bu ciddi bir iş Jordan, kendine gel. Anlamıyor musun? Ciddi bir iş. Başka bir işten daha ciddi. Öte yana bak. O ulus da öyledir. Köprü demek istiyorum. Jordan iyi olursa, köprü işi de iyi gider. - Anselmo, ihtiyar, şunlardan daha ver, diye seslendi. Yaşlı adam olur anlamında başını salladı. - Bitiyor, dedi Robert Jordan. Yaşlı adam bir daha başını salladı. El bombalarını bağlamayı bitirdi. Yolun yukarısında silah sesleri durmuştu. Birden yalnızca çayın sesiyle çalışmakta oldu­ ğunu fark etti. Aşağıya, sular çakıl taşları üstünden akarken kabaran beyaz köpüklere baktı. Biraz ileride taşlar arasında küçük bir gölcük oluşmuştu. Elinden düşürdüğü bir kıskı, su üstünde, akıntıya kapılmış, döne döne sürükleniyordu. O bakarken bir alabalık bir böcek yakalamak için sıçradı, su yüzünde bir yay çizerek bir ağaç yongasının yanında yine sulara gömüldü. Robert Jordan el bombalarını yerinde tutacak teli kıvırıp sıkıştırırken köprünün çelik ağı arasından güneşin yeşil tepeler üstünde parladığını gördü. Tepeler üç gün önce kahverengiydi diye düşündü. Köprü altının karanlığından güneşe çıktı, aşağıya doğru eğilmiş bekleyen Anselmo'ya baktı. - Büyük tel kangalı uzat, dedi. Yaşlı adam tel kangalını uzattı. Tanrı aşkına, onları daha gevşetme. Bu onları gerer. Onları bağlayabilirsin umarım. Bu uzun telle yapabilirsin, diye düşündü. Kangalı tutan kıskaçları açtı. El bombalarına bir daha baktı, tel, kapsüllerin altından geçiyordu. Her şey yolundaydı. Sonra teli halkalardan geçirdi, en sondaki el bombasına bağladı. Kangaldan biraz daha tel açtıktan sonra Anselmo'ya uzattı. - Dikkatli ol, dedi. Sonra köprünün üstüne çıktı, kangalları yaşlı adamın elinden aldı, kangalı açarak, yapabildiğince hızlı, gözcü kulübesine doğru yürüdü. Yürürken arkasına döndü, Anselmo'ya, - Torbaları getir, diye bağırdı. Geçerken yerdeki küçük makineliyi de alıp omzuna astı. Teli gevşetirken baktığında, yolun yukarısında, karakoldan gelmekte olanları gördü. Dört kişiydiler. Telin korunması gerekiyordu; köprünün dışında her yerde çok düzgün olması gerekiyordu. Eladio gelmekte olan dört kişi arasında yoktu. Robert Jordan teli dikkatle uzatarak yürüdü, bir yuvarlak daha açıp bir kilometre taşına koştu. Teli kesip Anselmo'ya uzattı. - Bunu tut ihtiyar, dedi. “Şimdi benimle birlikte köprüye yürü. Yürürken teli kaldır. Hayır, dur. Ben yaparım.” Köprüde el bombaları patladığı zaman kendisinin kaçabilmesi için teli yana çekti, sonra Anselmo'ya doğru koştu. - Bunu şu büyük taşa kadar götür, dedi. “Rahat fakat sıkı tut. Zorlama, iyice çektiğin zaman köprü uçacak. Tamam mı?” - Evet. - Zorlama, fakat gevşek de bırakma. Öyle tut ki sen çekene dek tel gerilmesin. Tamam mı?” - Evet . - Çektiğin zaman iyice çek, ara verme, titretme. Robort Jordan konuşurken bir yandan da yolun yukarısına, Pilar'ın çetesine

244


bakmaktaydı. İyice yaklaşmışlardı. Primitivo'yla Rafael'in Fernando'ya yardım ettiklerini gördü. Fernando'nun yürürken eliyle bastırdığı yere bakılırsa kasıktan vurulmuştu. Primitivo'yla delikanlı onu iki kolundan tutuyorlar yürümesine yardım ediyorlardı. Fernando sağ ayağını sürüyordu; ayakkabısının yanı yola çarpıyordu. Pilar üç tüfeği birden taşıyor, ormanda yamaca doğru tırmanıyordu. Robert Jordan kadının yüzünü göremiyordu fakat başı dikti ve yapabildiğince çevik adımlarla tırmanmaktaydı. Primitivo, - Nasıl gidiyor? diye bağırdı. Robert Jordan, - İyi, bitmek üzere, diye bağırarak cevap verdi. Onların işinin nasıl gittiğini sormaya gerek yoktu. Üçü, yolun kıyısına çıkmışlardı, Fernando ise, ötekiler onu yukarı çekmeye çalışırken başını sallıyordu. Robert Jordan, onun soğuk bir sesle, - Bana bir silah verin, dediğini duydu. - Hayır, seni atlara götüreceğiz. - Benim atlarla ne işim var? dedi Fernando. “Burada çok iyiyim.” Robert Jordan kendisi Anselmo'yla konuştuğu için gerisini duyamadı. - Tanklar gelirse köprüyü uçur. Ancak tanklar gelirse. Zırhlı araçlar da gelirse uçur. Başka şeyler gelirse Pablo durduracak. - Sen köprünün altındayken uçurmam, dedi Anselmo. - Beni düşünme. Gerekirse köprüyü uçur. Ben öbür teli de bağlayıp geleceğim. İkimiz birden uçururuz. Köprünün ortasına doğru koşmaya başladı. Anselmo, Robert Jordan'ın, omzunda tel kangalı, bileklerinde kıskılar, sırtında küçük makineli tüfeğiyle koşusuna baktı. Robert Jordan demirlere sarılarak köprünün altında gözden yitti. Anselmo teli elinde tutuyordu. Kilometre taşının arkasına kıvrılmış, yolun aşağısına ve köprüye bakıyordu. Kendisiyle köprü arasındaki yolun ortasında gözcünün cesedi duruyordu. Tüfeği yanı başındaydı, tüfeğin namlusu Anselmo'ya doğrulmuştu. Yaşlı adam cesedin üstünden öteye, köprünün uçurumun sol yanında uzayan ve kayalıklar arasında yiten gölgesine baktı. Kulübe güneşte parlıyordu. Elinde telin varlığını duyarak, bakışlarını Fernando'nun Primitivo ve Çingene'yle konuştuğu yere çevirdi. Fernando, - Beni burada bırakın, diyordu. “Yaram acıyor. İçerde çok kanama var. Hareket ederken içimde kanadığını duyuyorum.” Primitivo, - Seni yamaca çıkaralım, dedi. “Kollarını omuzlarımıza dola, biz bacaklarından tutarız.” - Yararı olmaz, dedi Fernando. “Beni bir taşın arkasına yerleştirin. Burada da yukarıdaki kadar yararlı olabilirim.” - Fakat ya biz gidersek, dedi Primitivo. - Beni burada bırakın, dedi Fernando. “Bununla bir yere gidemem. Böylece bir atınız daha olur. Burada çok iyiyim. Çok yakında gelecekler kesinlikle.” Çingene, - Seni tepeye kolaylıkla çıkarabiliriz, dedi. “Çok kolay.” Çok doğal olarak gitmek için acele davranıyordu. Primitivo da öyle görünüyordu. Fakat onu buraya kadar getirmişlerdi. - Hayır, dedi Fernando. “Burada çok iyiyim. Eladio'ya ne oldu?”

245


Çingene nereden vurulduğunu göstermek için parmağını başına koydu. - Buradan, dedi. “Senden sonra, biz değirmene ateş ederken.” - Beni bırakın, dedi Fernando. Anselmo onun çok acı çekmekte olduğunu görebiliyordu. İki elini birden kasığına bastırmış, başını yolun kıyısındaki yükseltiye dayamış, bacaklarını uzatmıştı. Yüzü kül gibiydi, terliyordu. - Lütfen, dedi. “Bana bir iyilik edin de burada bırakın.” Ağrıdan gözleri kapanıyor, dudaklarının uçları titriyordu. “Burada çok iyiyim.” Primitivo, - Şu silahı ve fişekleri al, dedi. Fernando gözleri kapalı, - Benim silahım mı? diye sordu. - Hayır seninki Pilar'da. Bu benimki. - Kendi silahımı tercih ederdim. Ona daha çok alışığım. Çingene, - Onu getiririm, diye ona yalan söyledi. Getirene kadar bu sende kalsın. Fernando, - Burada çok iyi bir yerdeyim, dedi. “Hem yolun yukarısı için, hem de köprü için.” Başı gölgedeydi fakat güneş, yarası üstüne kapanmış elleri üstünde parlamaktaydı. Bacaklarıyla ayakları da güneşteydi. Silah üç şarjörle birlikte yanı başında, güneşte duruyordu. Ellerinin üstüne bir sinek kondu fakat yarasının ağrısından sineğin varlığını duymadı bile. Anselmo, kıvrılıp oturduğu yerden, - Fernando! diye bağırdı. Teli kıvırıp halka yapmış, eline geçirmişti. Bir kez daha, - Fernando! Dedi. Fernando gözlerini açıp ona baktı. - Nasıl gidiyor? diye sordu. Anselmo, - Çok iyi, dedi. “Bir dakika sonra uçuracağız.” - Sevindim. Benim yapmamı istediğiniz bir şey var mı? diye sordu Fernando. Gözlerini kapadı. Ağrısı çoktu. Anselmo bakışlarını başka bir yana çevirdi, köprüye baktı. Köprüde, tel kangalını ve İngiliz'in güneşten yanmış yüzünü, kendisini yana atacağı anı gözetliyordu. Bir yandan da köprünün ötesine, yolun büklümüne, gelen var mı diye bakıyordu. Hiç korku duymuyordu. Gün boyunca da hiç korkmamıştı. Zaman çok çabuk geçiyor diye düşündü. Ve her şey çok doğal gibi. Nöbetçiyi öldürmekten çok sarsıldım ama şimdi geçti. İngiliz bir insanı vurmanın tıpkı bir hayvanı vurmak gibi olduğunu nasıl söyledi? Avlandığım zamanlarda hep kıvanç duydum, hiç mi hiç yanlış yaptığım duygusuna kapılmadım. Fakat bir insanı öldürmek, sanki yetişkin kardeşini öldürmüşsün duygusunu veriyor. Hayır, bunu düşünme. Şimdi, dün akşam tepelerden mağaraya giderken yapmak istediğin şeyi yapmak durumundasın. Savaşın içindesin ve bir sorunun yok. Eğer bugün ölürsem de kabulüm. Fernando'ya baktı sonra. Dudakları morarmıştı, gözleri sıkı sıkı kapalıydı; yavaş ve derin soluklar alıp veriyor, bir yandan da eğer ölüyorsam çabuk olmalı bu diye düşünüyordu. Hayır, bugün ihtiyaç duyduğum şeyler bana verilmişse daha bir şey istemeyeceğim demiştim. Hiçbir şey istemiyorum. Anlıyor musun, hiçbir şey istemeyeceğim. Hiçbir şey. Bana istediğimi ver, gerisini bırakıyorum. Uzaktan gelen sesleri dinledi. Savaş geçitte sürüyor diye düşündü.

246


Bugün büyük bir gün, dedi. Bugünün nasıl bir gün olduğunu anlamalıyım. Fakat yüreğinde ne bir coşku, ne de hafifleme vardı. Her şey geçmişti, halka yaptığı tel avucunda, taşın arkasında kıvrılmış beklerken, belinde de tel sarılmışken, yolun kıyısında dizleri altındaki taşları hissederken hiç yalnızlık duymadı. Hayır, hiç de yalnız değildi. Elinde tel olan, köprü için bekleyen biriydi. İngiliz'in yerleştirdiği patlayıcıları bekliyordu, daha köprü altında çalışmakta olan İngiliz vardı, Cumhuriyet için yapılan savaş vardı ortada. Fakat hiç coşku duymuyordu nedense. Çok sakindi. Kıvrılıp oturduğu yerde boynuna ve omuzlarına güneş vuruyordu. Başını kaldırdığı zaman bulutsuz, duru gökyüzünü, çayın ötesinde yükselen tepeyi gördü. Mutlu değildi, ama yalnızlık ya da korku da hissetmiyordu. Tepenin yamacında Pilar bir ağacın altında oturmuş, geçitten aşağı doğru inen yolu gözetlemekteydi. Yanında üç tane dolu silah vardı. Birini yanına çökmüş olan Primitivo'ya verdi. - Şu ağacın arkasına geç, dedi. “Çingene, sen de şuraya.” Aşağıdaki başka bir ağacı gösterdi. - Öldü mü? diye sordu Pilar. - Hayır, daha değil, dedi Primitivo. - Kötü bir şans, dedi Pilar. “İki kişi daha olsaydı, bu olmayabilirdi. Talaş yığınını kendine korugan yapabilirdi. Olduğu yerde rahat mı bari?” Primitivo evet dercesine başını salladı. Çingene bulunduğu ağacın arkasından, - İngiliz köprüyü uçurduğu zaman buraya parçalar gelir mi? diye sordu. Pilar, - Bilmiyorum, dedi. “Fakat Agustin makineliyle köprüye senden daha yakın. Parçalar gelecek olsa İngiliz onun orada olmasını istemezdi.” - Fakat treni kundakladığımız zaman motorun parçaları başımın üstünden kuşlar gibi uçmuştu. - Hatıraların çok şiirsel, dedi Pilar. “Dinle Çingene, bugün sen çok iyiydin. Kendini şimdi de korkuya kaptırma.” - Peki, bu uzaklıkta bu ağacın arkasında iyi olup olmayacağımı merak etmiştim yalnızca. Pilar, - Şöyle düşünelim, dedi. “Bugün kaç kişi öldürdük?” - Beşimiz için çok. Burada iki; öteki uçtakini göremiyor musun? Bak! Görmüyor musun? Köprünün öte ucuna bak. Gözcü kulübesini görüyor musun? Görmüyor musun?” Eliyle gösterdi. “Pablo'nun yerinin aşağısında da sekiz kişi vardı. Bu karakolu İngiliz için gözetledim.” Pilar dişlerini gıcırdattı, sonra öfkeyle, - Ne oluyor sana İngiliz? diye söylendi. “Şu kahrolası köprünün altında ne var? Köprüyü yapıyor mu, yıkıyor mu?” Başını kaldırıp kilometre taşının arkasında oturmakta olan Anselmo'ya baktı. - Hey Anselmo, diye bağırdı. “Senin İngiliz'e neler oluyor?” - Sabırlı ol kadın, diye karşılık verdi Anselmo bağırarak. Teli sıkı sıkı fakat germeden tutuyordu. “İşini bitirmeye çalışıyor.” - İyi de, hangi aşağılığın uğruna işi böylesine uzun tutuyor? - Bu bilimsel bir iştir, diye bağırdı Anselmo. Pilar öfkesini Çingene'den çıkardı. - Bilimin içine edeyim, diye bağırdı. “Şu köprü bir an önce havaya uçsa.” Sonra

247


da yukarı tepeye doğru “Maria” diye bağırdı. “Senin İngiliz...” Ve Robert Jordan'ın köprünün altında yaptıklarına sövüp saydı. Anselmo yoldan, - Sakin ol kadın, diye bağırdı. “İşi çok zor. Bitirmek üzere.” - Cehenneme kadar! diye Pilar kükredi yine. “Burada hızlılık önemli.” Tam o anda, yolun aşağısından Pablo'nun tuttuğu karakoldan silah sesleri geldi. - Ay, dedi Pilar. “Ay, ayy. İşte bu.” Robert Jordan bir eliyle kangalı köprünün üstüne attı, bir eliyle de kendini yukarı çekerken silah seslerini duydu. Dizlerini demirler üstüne dayayıp ellerini de yüzeye koyduğu anda aşağıdaki bükten makineli tüfek atışlarını duydu. Pablo'nun otomatik silahının sesinden değişikti duyduğu sesler. Ayağa kalktı, kangalı düzeltti, köprü boyunca geriye doğru koşarken kangalı da açtı. Koşarken, atışlar sanki kendi içinde oluyormuş gibi hissetti. Silah sesleri şimdi daha yakından geliyordu, koşarken dönüp aşağıdaki büke baktı. Görünürde ne asker, ne de tank vardı. Köprünün ortasını geçtiği zaman bük hâlâ bomboştu. Yolun dörtte üçünü aştığı zaman da bük bomboştu. Teli bırakıp gözcü kulübesinin arkasına geçtiği zaman da bükte kimsecikler yoktu. Köprünün demirlerine takılmaması için teli dikkatle çözerek koşuyordu. Sonra yola çıktı, bükte daha hiçbir şey yoktu. Bir dış alan oyuncusu gibi sel çığırından yolun aşağısına doğru koşarken teli gergin tutmaya çalışıyordu. Neredeyse Anselmo'nun olduğu yere ulaşmıştı ve bük hâlâ bomboştu. Sonra yoldan aşağı doğru gelmekte olan bir kamyonun sesini duydu, omzunun üstünden kamyona baktı, sonra eliyle teli savurdu, Anselmo'ya, - Uçur, diye bağırdı. Topuklarını toprağa iyice bastırdı, geriye doğru kaykıldı, teli bileğine bir kez sardı, arkasından kamyonun sesi gelirken teli çekti. Önde yol, yolda nöbetçinin cesedi vardı ve aşağıda bükte daha görünürde hiçbir şey yoktu. Sonra bir gürültü koptu, köprünün ortası dev bir dalga gibi çatırdadı, gökyüzüne doğru yükseldi. Patlamayı arkasında duyar duymaz elleriyle sıkı sıkı tutunarak sel yatağına, taşların üstüne yüzükoyun uzandı. Köprüde patlamalar bittiği zaman yüzü hâlâ taşların üstündeydi. Çok iyi tanıdığı kokuyla birlikte sarı, koyu bir duman dalga dalga yayıldı, sonra da çelik parçaları yağmaya başladı. Çelik yağmuru durduğu zaman hâlâ yaşıyordu. Başını kaldırıp köprüye baktı. Orta bölüm gitmişti. Köprünün kalan bölümüne ve yola, parlak keskin kenarlı yeni kırılmış çelik parçaları yayılmıştı. Kamyon yukarda, yaklaşık yüz yarda ötede duruyordu. Sürücüyle iki adam yolun altından geçen su yoluna doğru koşmaktaydı. Fernando ise hâlâ yolun kıyısında yatmakta ve daha soluk almaktaydı. Kolları yanında uzanmıştı, elleri rahat duruyordu. Anselmo, beyaz kilometre taşının arkasında yüzükoyun yatıyordu. Sol kolu başının altında bükülüp kalmıştı. Sağ koluysa uzanmıştı. Telin halkası daha sağ yumruğunun çevresindeydi. Robert Jordan ayağa kalktı, yolu geçti, Anselmo'nun yanına diz çöktü ve kesin ölmüş olup olmadığını anlamak için baktı. Çelik parçasının yaptığını anlamak İçin onu çevirmedi. Ölmüştü… Robert Jordan Anselmo'nun ölüyken çok ufak tefek, saçlarının da iyice kır göründüğünü düşündü. Bu kadar ufak tefek bir adamın o kadar ağır yükü nasıl taşıdığını merak etti. Sonra külrengi dar çoban pantolonu içinde kalçalarıyla uyluklarının biçimine, yıpranmış ip tabanlı ayakkabılarına baktı. Anselmo'nun

248


karabinasını, şimdi artık boş olan iki torbayı, sonra da Fernando'nun yanındaki tüfeği almaya gitti. Yolda duran bir çelik parçasına ayağıyla vurdu, iki silahı namlularından tutarak omzuna koydu, ormana çıkmaya başladı. Arkasına dönüp ne köprüye, ne de yola baktı. Aşağıdaki bükte hâlâ ateş ediyorlardı. Fakat şu anda orası umurunda değildi. Dinamit dumanından ötürü öksürüyordu, tüm bedeni uyuşmuş gibiydi. Silahlardan birini, bir ağacın altında uzanmış olan Pilar'ın yanına bıraktı. Kadın baktı ve yine üç silahı olduğunu düşündü. - Burada çok yüksektesiniz, dedi Robert Jordan, “Yolun yukarısında buradan göremediğiniz bir kamyon var. Onlar uçak sanmışlardır. İyisi mi daha aşağıya inin. Ben Agustin'le aşağıya, Pablo'yu korumaya gidiyorum. Pilar, Robert Jordan'ın yüzüne baktı, - İhtiyar? diye sordu. - Öldü. Robert Jordan bir daha öksürdü, yere tükürdü. Pilar ona baktı. - Köprü uçtu İngiliz, bunu unutma, dedi. - Bir şey unuttuğum yok! dedi Robert Jordan. “Kocaman bir sesin var. Ta aşağıdan duyabiliyordum. Maria'ya bağır da iyi olduğumu söyle.” Pilar, - Değirmende iki kişi yitirdik, dedi, Robert Jordan'ı anlamaya zorlarcasına. - Gördüm, dedi Robert Jordan. “Aptalca bir şey mi yaptınız?” - Kahrolasın sen İngiliz, dedi Pilar. “Fernando ile Eladio da insandılar.” Robert Jordan, - Niye sen de atların yanına gitmiyorsun? Burada senden daha iyi korurum Pablo'yu. - Pablo'yu koruyacaksın! - Pablo cehenneme gitsin. Mierda ile korunsun o. - Pablo geri geldi İngiliz. Aşağıda çok iyi çarpıştı. Sesleri duymadın mı? Şimdi de çarpışmakta. Kötü bir şeye karşı. Duymuyor musun? - Onu koruyacağım, hepinizin canı cehenneme. Senin de Pablo'nun da. - İngiliz, dedi Pilar, “Sakin ol. Bu işte kimsenin olamayacağı kadar senin yanında oldum. Pablo sana karşı yanlış yaptı, fakat geri döndü.” - Eğer patlatıcı olsaydı ihtiyar ölmeyecekti. Köprüyü buradan uçuracaktım. - Eğer, eğer, eğer... dedi Pilar. Köprüden sonra gelen rahatlamayla, bulunduğu yerden yukarı, Anselmo'nun kıvrılmış, ölü yattığı yere baktıkça içindeki boşluk, hınç ve öfke büyümekteydi. Askerlerin, asker olmayı sürdüreceklerini anladıkları zaman duydukları hınç da vardı içinde. Şimdi işi bitmişti, yalnızlık duyuyordu, kimseye bağlı değildi ve gördüğü herkesten nefret ediyordu. Pilar, - Eğer kar yağmasaydı... diye başladı. Ve sonra, aniden değil, sanki fiziksel bir rahatlama gibi, yavaşça ve aklını kullanarak olayı kabul etmeye ve nefret duygusundan kurtulmaya başladı. Elbette kar. Bunu yapan kardı. Kar. Ötekilere olanlar kar yüzündendi. Bir kez olanları, başkalarına olmuş gibi görürseniz, kendinizden kurtulursunuz. Savaşta yapmak zorunda olduğunuz gibi kurtulursunuz kendinizden. Bir daha da “ben” olmaz, savaşta “ben” olamaz. “Ben” yitmek zorundadır. “Ben”ini yitirince. Pilar'ın,

249


- Sordo, dediğini duydu. - Evet, dedi Robert Jordan, ona gülümsedi. Çökmüş, katı, yalnızca yüzde kalmış, yüzeysel bir sırıtma. - Unut kadın, dedi. “Haksızdım. Bağışla beni kadın. Bu işi hep birlikte ve iyi bir biçimde yapalım. Ve dediğin gibi köprü uçuruldu.” - Evet, her şeyi yerli yerinde düşünmelisin. - Şimdi Agustin'in yanına gidiyorum. Çingene'yi aşağıya, yolu görebileceği bir yere gönder. Şu tüfekleri Primitivo'ya ver, sen de makineliyi al. Sana göstereyim. ” Pilar, - O sende kalsın, dedi. “Hep burada kalacak değiliz. Pablo neredeyse gelir. O gelir gelmez gideriz.” Robert Jordan, - Rafael, benimle aşağıya gel, dedi. “Burada dur. Güzel. Su yolundan çıkanları görüyor musun? Şurada bak, kamyonun yukarısında? Kamyona doğru yürüyorlar. Onlardan birini vur. Otur. Rahat ol.” Çingene dikkatle nişan aldı, tetiği çekti, dipçik sarsıldı. Robert Jordan boş kovanı eline alarak. - Tamam, dedi. “Yukarıdaki kayayı vurdun. Kayanın tozunu görüyor musun? Daha aşağı nişan al. İki ayak kadar. Şimdi dikkatli ol. Koşuyorlar. İyi.” - Birini vurdum, dedi Çingene. Adam kamyonla su yolu arasında yere düştü. Ötekiler onu almak için durmadılar, geriye dönüp koştular ve çökerek su yolunun içine girdiler. Robert Jordan, - Ona ateş etme, dedi. “Kamyonun ön lastiğinin üst bölümünü vur. Hedefini şaşarsan motoru vurmuş olursun. Çok iyi.” Dürbünle baktı. - Biraz daha aşağı. İyi. Ateşle, çok ateş et. Radyatörün üstünü vur. Şimdi. Radyatörde herhangi bir yeri. Sen bir şampiyonsun. Bak, o noktadan kimsenin geçmesine izin verme. Görüyor musun? Çingene neşeyle, - Kamyonun ön camını kırayım, dedi. - Gerek yok. Kamyon çalışmaz duruma geldi, dedi Robert Jordan. “Yoldan biri gelirse ateş et. Su yolunun karşı kıyısına geldikleri zaman ateş et. Sürücüyü vurmaya çalış. Hepiniz onu vurmaya çalışmalısınız.” Son sözleri yukardan yanlarına gelen Pilar'la Primitivo'ya söylemişti. - Burada yeriniz çok iyi, dedi. “Karşıki yamacın görüş alanınız içinde olduğunu görüyorsunuz, değil mi?” Pilar, - Sen Agustin'le yapacağınız işe bak, ders vermeyi bırak, diye çıkıştı. “Bunları zamanında öğrendim ben.” - Primitivo'yu yukarı yerleştir, şuraya, dedi Robert Jordan. “Şuraya, anladın mı? Yamacın dikleşmeye başladığı yere.” - Bizi bırak, işine bak İngiliz, dedi Pilar yine. Sen ve senin kusursuzluğun. Burada her şey yolunda. Tam o anda uçak seslerini duydular, Maria uzun süreden beri atların yanındaydı ve atlar onu çok yormuştu. Ormanda bulunduğu yerden ne yolu, ne de köprüyü görebiliyordu. Silah seslerini

250


duyduğunda kolunu büyük, beyaz yüzlü aygırın boynuna doladı. Bu atı daha kamptan beri kendine alıştırmış, onu birçok kez ödüllendirmişti. Fakat kızın gerginliği ata da geçmişti. Her silah ve bomba sesi duyuşunda başını sallıyor, burun deliklerini açıyordu. Maria ise yerinde duramıyor, atların birinden ötekine giderek onları okşuyordu. Fakat onun bu davranışları atları biraz daha huy­ landırıyordu. Maria kendini, silah seslerini korkunç olayların işareti olarak görmemeye zorladı. Aşağıda Pablo yeni gelenlerle, yukarda Pilar ötekilerle birlikteydi ve ateş ediyorlardı. Meraklanmasına ya da korkmasına gerek yoktu; Roberto'ya güvenmeliydi. Fakat böyle düşünmeyi başaramıyordu. Köprünün aşağısından ve yukarısından gelen silah sesleri, uzaktaki çatışmanın, uzaktaki bir fırtınanın kuru gök gürültüleri gibi dalga dalga buralara ulaşan uğultusu, düzensiz aralıklarla atılan bombaların patlamaları korkunçtu ve Maria'nın ödünü koparıyordu. Nihayet Pilar'ın tepenin aşağısından gelen bağırtısını, kendisine bir şeyler söylediğini duydu, fakat ne dediğini anlayamadı. Roberto için, tıpkı okulda yaptığı gibi, çabuk çabuk ve kendiliğindenmiş gibi düşünmeden dua etmeye başladı; dualarını sol elinin parmaklarıyla saydı. İki duadan her birini onar kez okudu. Sonra köprü uçtu, atlardan biri ürktü, ipini kopardı, başını dikti ve köprü çatırtılarla çökerken ormanda ağaçlar arasında koşmaya başladı. Maria sonunda onu yakalayabildi. Atın göğsü ter içinde kalmıştı. Hayvan titriyordu, eyeri düşmüştü. Atı geri getirirken aşağıdan yine silah sesleri gelmeye başlardı. Kız daha çok dayanamayacağını fark etti. Bir şeyden habersiz, böylece yaşayamam, soluk alamıyorum, ağzım kurudu, diye düşündü. Korkuyorum, iyi değilim, atları da korkutuyorum, bu atı yakalayabilmem bir rastlantı. Eyeri düşmüş, bir dala takılmıştı, ondan. Onu üzengiden yakalamıştı. Ve şimdi eyeri sırtına yer­ leştirirken, Allahım! Bilmiyorum. Yalvarırım Allahım iyi olsun. Bütün varlığımla köprüdeyim diye dua ediyordu. Sonra atı bağlayıp eyeri sırtına yerleştirdi, battaniyeyi yerine koydu, ve aşağıdan gelen dolgun, derin sesi duydu. - Maria! Maria! Senin İngiliz çok iyi. Beni duyuyor musun? İngiliz iyi. Maria eyeri iki eliyle tuttu, kırpılmış başını eyere sıkı sıkı dayadı, ağladı, ağladı. Aynı derinden sesin bir daha bağırmakta olduğunu duydu, başını eyerden kaldırdı, hıçkırıkları arasında, - Evet, teşekkür ederim! dedi sonra yine hıçkırıklar arasında “Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim!” diye tekrarladı. Uçak seslerini duydukları zaman hepsi başlarını kaldırıp baktı. Uçaklar Segovia'dan geliyordu. Çok yüksekten uçuyorlardı ve güneş de gümüş gibi parlıyorlardı. Sesleri başka bütün sesleri bastırıyordu. - Onlar! dedi Pilar. “Bir bu eksikti!” Robert Jordan uçaklara bakarken kolunu Pilar'ın omzuna doladı. - Hayır kadın, dedi, “Bunlar bizim için gelmediler. Bunların bizim için zamanı yok. Sakin ol. - Onlardan nefret ediyorum. - Ben de. Ama şimdi Agustin'in yanına gitmeliyim.” Yamacın diğer yanına yürüdü. Uçaklar köprüye ve aşağıdaki yola bombalar yağdırıyorlardı. Yolun aşağısındaki bükte ise bir ağır makineli tüfeğin aralıksız ateş ettiği duyuluyordu. Robert Jordan çamların altında, makineli tüfeğin arkasında yere uzanmış olan Agustin'in yanına çöktü. Daha çok, daha çok uçak

251


gelmekteydi. Agustin, - Neler oluyor? diye sordu. “Pablo ne yapıyor? Köprünün uçtuğunu bilmiyor mu? ” - Yerinden ayrılamıyordur belki. - O zaman biz gidelim. Onun canı cehenneme. - Gelebilirse az sonra burada olur, dedi Robert Jordan. “Şimdi onu görürüz.” - Onlardan ses duymadım, dedi Agustin. “Beş dakika oldu. Hayır, işte bak! Dinle. İşte orada. Bu o.” Atlı makinelisinin ateş ettiğini duydular. Sonra atış bir kez daha duyuldu, sonra bir kez daha. Robert Jordan, - Bu o aşağılık herif, dedi. Sonra birçok uçağın daha gelmekte olduğu bulutsuz, mavi gökyüzüne baktı. Agustin'in uçaklara bakarkenki yüzünü dikkatle inceledi. Sonra aşağıya, yıkılmış köprüye ve köprünün ötesinde uzanan yola baktı. Yol hâlâ ıssızdı. Öksürdü, yere tükürdü, aşağıdan gelen ağır makineli sesini dinledi. Seslerden, silahın önceden bulunduğu yerde olduğu anlaşılıyordu. - Peki bu ne? diye sordu Agustin. “Bu adını koyamadığımız şey ne?” Robert Jordan, - Ben köprüyü uçurmadan davrandı, dedi. Köprüye baktı. Yıkılmış, çelikten bir önlük gibi ırmağa doğru sarkmıştı. Uçaklardan birinin geçide gidip orayı bombaladığını gördü. Uçakların arkası geliyordu. Başları üstünde çemberler çizerek uçuşlarına baktı. Primitivo, - Bunların önceki gün hatların ötesine geçtiğini sanmıyorum. Batıya dönmüşlerdir, şimdi geri geliyorlar, dedi. “Bunları görmüş olsalardı bizimkiler saldırıya geçmezlerdi.” Robert Jordan, - Bunların birçoğu yeni, dedi. Bir şeylerin olağan bir biçimde başlayıp sonradan çok büyüyüp, olağanı aşıp dev benzeri bir güçle geri teptiği gibi bir duyguya kapıldı. Sanki denize attığınız bir taşın yaptığı küçük bir dalgacık met dalgası benzeri büyüyüp büyüyüp kükreyerek kıyıya vurmuş gibi. Golz'la birlikte yukarı geçide gitmeyeceğine sevindi. Köprüden sağ çıktığının şaşkınlığını hâlâ üstünden atabilmiş değildi. Kendini öleceğine öylesine inandırmıştı ki şimdi bütün bunlar gerçek değil gibi geliyordu ona. Kendi kendine, silkin, bu duygudan kurtul, dedi. Bugün yapılacak daha çok iş var. Fakat o duygu yakasını bırakmıyordu ve her şey giderek daha çok bir düşü andırıyordu. Önce köprüye, sonra yolda yatan nöbetçiye, Anselmo'nun yattığı yere, Fernando'nun yattığı yol kıyısına, daha sonra da kamyonun bulunduğu kahverengi toprak yola baktı. Hiçbiri gerçek gibi değildi sanki. Kendi kendine, en iyisi sahip olduklarını satışa çıkar, dedi. Horoz dövüşünde yaralanıp da yarası görünmeyen, ama o yaradan ölmek üzere olan horozlara benziyorsun, dedi. Çılgınlık, olarak değerlendirdi olanları. Sersemlemiş durumdasın, hepsi bu. Büyük bir sorumluluktan sonra şimdi bir çöküntü içindesin. Rahat ol, gevşe. Agustin elini sıkarak eliyle karşıyı gösterdi. Uçurumun ötesinde Pablo

252


görünmüştü. Yolun büklümünden koşarak gelmekteydi. Yolun gözden yittiği büyük kayanın yanında durup yukarıya doğru ateş ettiğini gördüler. Robert Jordan kısa boylu, tıknaz Pablo'nun kayaya yaslanarak ateş edişine baktı. Pablo'nun başında şapkası yoktu. Robert Jordan mermilerin havada giderken, güneş ışınlarına yakalandıkça ışıldadıklarını gördü. Pablo'nun eğilip bir kez daha ateşe başladığını gördüler. Sonra, arkasına bakmadan, kısa, eğri bacaklarıyla başını eğerek köprüye doğru koşmaya başladığını. Robert Jordan Agustin'i yana itip büyük otomatik tüfeğin başına geçti ve yol büklümünü gözetlemeye başladı. Kendi küçük makineli tüfeği sol elinin yanındaydı. O uzaklık için küçük makineli elverişli değildi. Pablo, onlara doğru yaklaşırken Robert Jordan yolun büklümünü gözetledi ama bir şey çıkmadı. Pablo köprüye ulaşmıştı, omzunun üstünden bir daha arkasına baktı, sonra köprüye baktı, sonra sola dönüp uçuruma indi ve gözden kayboldu. Robert Jordan tek dizinin üstüne kalktı; Pablo'nun uçuruma keçi çevikliğiyle inmekte olduğunu görebiliyordu. Pablo'yu ilk gördükleri andan sonra aşağıdan silah sesi gelmemişti. Robert Jordan, - Yukarda bir şeyler görebiliyor musun? Yukardaki kayalar üstünde? diye sordu. - Hiçbir şey göremiyorum. Robert Jordan yine yolun virajını gözetledi. Virajdan sonra kayaların oluşturduğu duvarın çok dik olduğunu, kimsenin oradan çıkamayacağını biliyordu. Ancak tepeye dolanarak yukarıdan gelinebilirdi. Tam o anda bodur, burnu geniş, yeşil, külrengi ve kahverengiye serpme boyanmış bir Taret tipi tankın, makineli tüfeği öne doğru uzanmış olarak yolun büklümünden burnunu çıkardığını gördü. Tarete ateş etti, mermilerin çeliğe vurduğunu duydu. Küçük tank çarçabuk kayaların arkasına çekildi. Robert Jordan yolu gözetlerken tankın yine çıktığını gördü, fakat bu kez silahının namlusu aşağı, yola yönelikti. Agustin, - Deliğinden çıkmak isteyen bir fareyi andırıyor, dedi. “İngiliz, bak!” - Kendine güvenemiyor, dedi Robert Jordan. - Pablo'nun ateş ettiği koca böcek bu olmalı, dedi Agustin. “Ona yine ateş et İngiliz.” - Hayır, onu vuramam ki! Yerimizi anlamalarını istemiyorum. Tank yolun aşağısına ateş etmeye başladı. Kurşunlar yolun yüzeyine çarpıp sıçrıyor, sonra da köprünün kırılmış demirlerine çarpıyordu. Demekki aşağıdan sesini duydukları makineli tüfek buydu. Agustin, - O ünlü tanklar bunlar mı İngiliz? diye sordu. - Bu çok küçük bir tank. Bir Taret. - Eğer elimde küçük bir şişe gaz olsaydı onu ateşe verirdim. Ne yapacak dersin, İngiliz? - Bir süre sonra yine çevreyi tarayacak. Agustin, - İnsanların korktukları bunlar demek, dedi. “Bak, İngiliz, nöbetçileri yeniden öldürüyor.” Robert Jordan, - Başka bir amacı olmadığına göre onu hoş görmelisin, dedi. Düşünüyordu. Elbette onunla eğleniyordu. Fakat onun yerinde kendin olsaydın,

253


kendi ülkende, seni anayolda ateşe tutsalardı, sonra, bir köprü uçurulmuş olsaydı, sen önünde büyük bir güç olduğunu, ya da sana pusu kurulmuş olduğunu düşünmez miydin? Elbette öyle düşünürdün. Yapması gerekeni yapı­ yor. Ortaya yeni bir şeyin çıkmasını bekliyor. Oysa yalnızca bizler varız. Fakat o bunu bilemez. Bu sırada Agustin Pablo'nun uçurumdan çıktığını ve elleriyle dizleri üstünde durduğunu gördü. Sakallı yüzü ter içindeydi. - Aşağılık herif geliyor, dedi. - Kim? - Pablo. Robert Jordan, Pablo'yu gördü, dönüp, bir bölümü kayanın arkasında kalan tanka, makineli tüfeğin bulunduğunu bildiği yere ateşe başladı. Küçük tank birden geri çekildi, gözden kayboldu. Robert Jordan otomatik tüfeği aldı, üç ayağı katlayıp namlunun yanına aldı ve tüfeği omuzladı. Isınmış olan namlu omzunu yakınca geriye itti. Sonra tüfeğin arkasından tuttu. - Fişek torbasıyla benim küçük makineliyi de getir, diye bağırdı, - Ve de koşarak gel. Robert Jordan çamların arasından tepenin yükseklerine doğru koşmaya başladı. Agustin arkasından geliyordu, onun da arkasından Pablo. Robert Jordan tepeye doğru bağırdı. - Pilar, buraya gel kadın! Üçü, hızla yamaca tırmanıyorlardı. Artık koşamıyorlardı çünkü tepe çok dikleşmişti. Küçük atlı makinelisinden başka yükü olmayan Pablo onlara yetişmişti bile. Agustin'in ağzı kurumuştu. Pablo'ya, - Ötekiler? diye sordu. Pablo, - Hepsi öldü, dedi. Neredeyse soluk alamayacak durumdaydı. Agustin başını çevirerek Pablo'ya baktı. Pablo soluk soluğa, “Şimdi çok atımız var İngiliz” dedi. - İyi, dedi Robert Jordan. Katil köpek, diye düşündü. “Ne yaptınız?” - Her şey, dedi Pablo. Ciğerlerinden soluyordu. “Pilar ne yaptı?” - Fernando'yla, kardeşi öldü. - Eladio, dedi Agustin. - Ya sen? diye sordu Pablo. - Ben de Anselmo'yu yitirdim.” - Pek çok at var, dedi Pablo. “Yük için bile atımız var.” Agustin dudağını ısırdı, Robert Jordan'a bakıp başını salladı. Aşağılarında tankın yola ve köprüye yeniden ateş ettiğini duydular. Fakat ağaçlar onu görmelerine engel oluyordu. Robert Jordan birden başını geriye attı, Pablo'ya, - Ne oluyor şuna? diye sordu. Pablo'ya ne bakmaktan, ne de onun kokusunu almaktan hoşlanıyordu ama sesini duymak istiyordu. - O arada durdukça ayrılamazdım, dedi. “Karakolun aşağısında siper almıştık. Birden bir şeye bakmak için uzaklaştı, o zaman siperden çıkabildim. Agustin, - Aşağıda neye ateş ediyordun? diye sordu. Pablo ona baktı, sırıttı, biraz düşündü, cevap vermedi. - Onları sen mi vurdun? diye sordu yine Agustin. Robert Jordan düşünüyordu. Çeneni tut. Şimdi bu senin üstüne vazife değil. Kendilerinden bekleneni ve daha çoğunu da yaptılar. Bu bir çete içi sorun.

254


Ahlaksal yargılamalar yapma. Bir katilden ne beklersin? Bir katille çalışmaktasın. Dilini tut. Önceden ona ilişkin çok şey biliyordun. Bu yeni bir şey değil. Önde, ağaçların arasında atları gördü. Agustin üsteliyordu. - Onları vurduğunu neden söylemiyorsun? - Kes sesini, diye bağırdı Pablo. “Bugün çok çarpıştım ve iyi iyi iş yaptım. İstersen İngiliz'e sor, dedi. Robert Jordan, - Şimdi de bizi buradan çıkar, çünkü işin bu yanını sen tasarladın, dedi. - İyi bir düşüncem var, dedi Pablo. “Talihimiz azıcık iyi olursa buradan çıkarız.” Daha rahat solumaya başlamıştı. Agustin, - Birimizden birini öldürmeye kalkmayacaksın, değil mi? diye sordu. “Çünkü şimdi ben seni öldürebilirim.” - Kapa şu çeneni, dedi Pablo. “Senin de, çetenin de ihtiyaçlarını düşünmek zorundayım. Bu bir savaş, insan kendi istediğini yapamaz.” - Evet, dedi Agustin. “Bütün ödülleri topluyorsun.” Robert Jordan, Pablo'ya, - Aşağıda yaptıklarını anlat, dedi. - Her şey, dedi yine Pablo. Hâlâ göğsü yırtılırcasına konuşuyordu. Ama artık sesi daha düzenli çıkıyordu. Yüzü ve başı terliyordu, omuzları ve göğsü terden sırılsıklam olmuştu. Robert Jordan ona ihtiyatla baktı. Onun gerçekten dostça bir tutum içinde olduğuna inanmak istiyordu. Sonra güldü. - Her şey, diye yineledi Pablo. “Önce karakolu aldık. Sonra bir motosiklet geldi. Arkasından bir motosiklet daha. Sonra bir cankurtaran, daha sonra da bir kamyon. En sonunda tank geldi. Köprüyü uçurmadan az önce.” - Sonra. - Tank bize zarar veremezdi fakat yolu tutmuş olduğu için oradan ayrılamıyorduk. Sonra o gitti, ben de siperden ayrıldım. Agustin daha sorun arıyormuşçasına, - Peki ya adamlar? diye sordu. Pablo, - Kes sesini, diye ona çıkıştı. Yüzü, başka şeyler olmadan önce iyi savaşmış bir adamın yüzü gibiydi. “Onlar bizim çeteden değildi” dedi. Şimdi atların ağaçlara bağlanmış olduklarını görebiliyorlardı. Üstlerine çam dalları arasından güneş vuruyordu. Başlarını sallıyorlar, at sineklerini kovuyorlardı. Robert Jordan Maria'yı gördü, sonra da ona sıkı sıkı sarıldı. Otomatik tüfeği omzundan sarkıyor, kaburgalarına baskı yapıyordu. Maria ise, - Oh Roberto, sen, sen, diye söyleniyordu. - Evet tavşan. Benim iyi, iyi tavşanım. Şimdi gidelim. - Evet, evet. Gerçekten sensin. Savaşta bir de kadın olabileceğini hiç düşünmemişti. Fakat bunlar gerçek ve güzel, diye düşündü. Bunlar güzel. Buna inanamazdım. Onu kendine çekti, sıkı sıkı bastırdı, fakat ona bakmadı ve - Haydi, dedi, “Ata bin. Eyere otur” dedi. Robert Jordan otomatik tüfeği Agustin'e geri verdi, kendi küçük makinelisini omzuna astı, ceplerindeki el bombalarını heybelere boşalttı, boş bir torbayı bir başka torba içine tıkıştırdı, torbayı eyerin arkasına bağladı.

255


Sonra Pilar geldi. Tırmanmaktan ötürü soluk soluğaydı, konuşamıyordu. Sonra Pablo, elindeki üç bukağıyı bir heybeye tıkıştırdı, - Nasılsın kadın? diye sordu. Pilar başını sallamakla yetindi. Herkes de atlara bindi. Robert Jordan bir gün önce karda gördüğü büyük, kır ata binmişti, ellerinin ve bacaklarının arasındaki hayvanın kusursuz bir at olduğunu hissediyordu. Üzengiler biraz küçük geliyordu. Tüfeği omzunda asılıydı, cepleri de şarjörlerle doluydu. At üstünde, yuları kolunun altına sıkıştırmış boş bir şarjörü dolduruyor, Pilar'ın ata binişine bakıyordu. Pilar'ın eyerinin üstünde, bağlanmış bohça gibi bir şey vardı. Primitivo, - Allah aşkına şunu bırak, düşeceksin yoksa. At da taşıyamaz zaten, dedi. Pilar, - Kapat çeneni sen, diye ona çıkıştı. “Bununla kendimize bir hayat kuracağız.” Büyük dorunun sırtında oturmakta olan Pablo, - Öyle gidemezsin, kadın, dedi. - Sütçüler böyle dolaşmıyor mu? diye direndi Pilar. “Nereye doğru gidiyoruz?” - Doğru aşağıya. Yolun öte yanına. Sonra karşı yamaca, ormanın daraldığı yere. - Yolun karşısına mı? diye sordu Agustin. - Evet, tek yol bu, dedi Pablo. Yük taşıyan atlardan birinin ipini Agustin'e verdi. Öteki iki yük atının ipleri Primitivo ile Çingene'nin elindeydi. Pablo, - Sen en arkadan gelebilirsin İngiliz, dedi. “Makinelinin menziline girmeyecek kadar yüksekten geçiyoruz, fakat ayrı ayrı gidip yukarda, ormanın daraldığı yerde bulaşacağız.” - Peki, dedi Robert Jordan. Yola inmek için atlarını ağaçların arasında sürdüler. Robert Jordan Maria'nın tam arkasındaydı. Ağaçlar nedeniyle kızın yanında gidemiyordu. Büyük, kır atı, bacaklarının sert kaslarıyla okşadı ve çamlar arasından yamaç aşağı hızla inerken yuları gergin tuttu. Düzlüğe indikleri zaman yine uylukları ve mahmuzlarıyla ata işaret verdi. Maria'ya, - Yolu geçerken sen ikinci sırayı al, dedi. “İlk sıra sanıldığı kadar tehlikeli değil. İkinci sıraysa iyidir. Hep üçüncüden sonrasını gözetlerler.” - Fakat sen - Ben çok çabuk geçeceğim. Sorun olmayacak. Sıra içindeki yerlerdir tehlikeli olan. Pablo'nun, atını sürerken omuzları arasına gömülen yuvarlak, sık saçlı başını gözden uzak tutmuyordu. Pablo'nun omzunda otomatik tüfeği asılıydı. Robert Jordan Pilar'a da bakıyordu. Kadının başı açık, omuzları geniş, at üstünde dizleri kalçalarından yukardaydı. Pilar da geriye dönüp ona baktı, başını salladı. Robert Jordan, Maria'ya, - Yolu geçmeden Pilar'ın önüne git, dedi. Sonra, artık seyrelmiş olan ağaçlar arasından asfalt yola ve yolun ötesindeki yeşil yamaca baktı. Su yolunun yukarısında ve sırtın tam altındayız, diye düşündü. Köprüden yaklaşık sekiz yüz metre yukardayız. Eğer köprüye gelirlerse küçük tanktaki Fiat'ın menzili içinde kalırız. - Maria, yola ulaşmadan Pilar'ı geç ve yamaca tırman. Maria ona baktı, fakat bir şey demedi. Robert Jordan kızın anladığından emin olmak için baktı yalnızca. - Tamam mı? diye sordu. Kız anladığını gösterircesine başını salladı.

256


- Öyleyse haydi, dedi Robert Jordan. Kız olmaz anlamında başını salladı. - Hayır, dedi. Geriye dönüp bir daha başını salladı. “Hayır, gitmem gereken sırada gideceğim,” Tam o anda Pablo, çam iğneleriyle kaplı yamacın sonunda büyük dorunun karnını mahmuzladı ve dört nala yolun karşısına geçti. Robert Jordan arkasından ötekilerin gittiğini ve yeşil yamacı tuttuklarını gördü. O anda köprüden makineli tüfeğin sesi duyuldu, sonra da bir patlama. Patlamadan sonra yamaçtan koyu bir dumanın ve toprağın yükseldiğini gördü. Bir patlama daha. Roket gibi ıslık çalarak... Sonra yine yamaçta yükselen toprak ve duman. Önünde Çingene, yolun kıyısında, ağaçları kendine siper alarak duruyordu. İleriye yamaca, sonra da Robert Jordan'a baktı. Robert Jordan, - Haydi Rafael, dört nala! dedi. Çingene yük atının ipini elinde tutuyordu. Robert Jordan, - Yük atının ipini bırak, dört nala karşıya geç, dedi. Çingene'nin elinin yükseldiğini, ipin gerildiğini gördü. Rafael atını mahmuzladı. Çingene karşıya geçmişti. Robert Jordan'sa ürkmüş olan yük atının önünde diz çökmüştü. Çingene asfalt yolu geçti. Robert Jordan, Rafael yamaca çıkarken nal seslerini duydu. Bir kez daha ıslık sesi, arkasından bir patlama daha. Düşen merminin ardından gökyüzüne duman ve toprak yükselirken Çingene'nin bir yaban domuzu gibi koştuğunu gördü. Şimdi biraz yavaşlamıştı. Yeşil yamaçta, arkasından makineli tüfek ateş ederken, tepenin küçük bir vadi yaptığı yerde ötekilere yetişti. Robert Jordan, bu kahrolası yük atını alamam, diye düşündü. Allah'ın cezasını yanımda götürmeyi isterdim ama... Onu kendimle o 47 mm’lik silah arasında tutabilmeyi isterdim. Tanrı'nın yardımıyla onu götürmeye çalışacağım. Yük atına doğru gitti. İpinden tuttu. Ağaçlar arasında elli metre kadar at sürdü. Yük atı arkasından geliyordu. Ağaçların bittiği yerde aşağıya yola, kamyona ve köprüye baktı. Köprüde dolaşan adamları görebiliyordu. Köprünün ötesinde, yolda çok geliş gidiş vardı. Robert Jordan çevresine bakındı, sonunda aradığını buldu. Bir çam ağacından kuru bir dal kopardı, yük atının ipini bıraktı, atın arkasına vurarak onu yola doğru sürdü. “Haydi git, Allah'ın cezası hayvan” dedi, arkasından kuru dalı fırlattı. Dal atın sağrısına bir kez daha vurdu hayvan dört nala koşmaya başladı. Robert Jordan atını otuz metre kadar daha yolun yukarısına doğru sürdü. Orada yolun kıyısındaki yükselti çok dikti. Şimdi tüfekle ateş ediyorlardı, roket atışı da sürüyor, yerden toprak yükseliyordu. Robert Jordan, - Haydi bakalım, seni koca faşist piçi, diye atı yükseltiden aşağı sürdü. Yola, açığa çıkmıştı. Atın adımlarının asfaltta neden olduğu sarsıntının omuzlarına, boynuna, dişlerine dek yükseldiğini fark etti. Sonra yamacın yumuşak toprağına ulaştı. Atın ayakları şimdi toprağı kesip ayırıyor, savuruyordu. Robert Jordan aşağıya baktı ve köprüyü şimdiye değin hiç görmediği bir açıdan gördü. Şimdi profilin bütününü kesintisiz görebiliyordu, ortasındaki yıkılmış bölümü de. Köprünün ötesinde, yolda küçük tank hâlâ duruyordu. Küçük tankın arkasında da büyük bir tank vardı. Tank sarı sarı, ayna gibi parlamaktaydı. Keskin bir sesle hava yarıldı, Önünde yükselen kırçıl boyuna baktı. Bir patlamanın arkasından göğe toprak yükseldi. Yük hayvanı önünde sağa doğru gidiyordu ve yavaşlamıştı. Robert Jordan, başı hafifçe köprüye dönük olan atı dört nala

257


sürerken büyük tankın arkasında yola kamyonların dizilmiş olduğunu gördü. Yamaçta yükseldikçe yolu ve sarı pırıltılı tankı daha iyi görebiliyordu. Tanktan verilen işaretlerle mermiler patlıyor, yerden gökyüzüne topraklar yükseliyordu. Hepsi ormanda bir araya toplanmış onu bekliyorlardı. - Haydi at, diyordu. Kocaman at yamaca doğru tırmanırken uzanıp hayvanın kırçıl boynuna birkaç kez hafifçe vurdu. Başını geriye çevirip köprüye baktı ve yoldaki çamur renkli tanktan sarı bir şimşeğin havayı yardığını gördü, sonra hiçbir ıslık sesi duymadı, yalnızca bir kazan patlamış gibi bir çatırtı duydu, dinamit kokusu genzine doldu ve kendini kır atın altında buldu. At çifteler atıyor, üstündeki ağırlıktan kurtulmaya çalışıyordu. Robert Jordan hareket edebiliyordu. Sağa doğru hareket edebiliyordu. Fakat kendisi sağa doğru hareket ettikçe sol bacağı atın altında yamyassı oluyordu. Sanki bacağında yeni bir eklem vardı. Kalçasında değil de bacağı boyunca uzanan bir eklem. Robert Jordan olanları anladı, tam o anda kır at ayağa kalktı. Robert Jordan yapması gerektiği gibi, sağ ayağıyla üzengiyi itti, üzengi eyerin üstünden kayarak öte yandan Robert Jordan'ın yanına düştü, iki eliyle sol kalça kemiğini yokladı ve sol uyluk kemiğinin deriyi zorladığını gördü. Kırat tam onun üstünde duruyordu. Atın kaburgalarının inip kalktığını görüyordu. Oturduğu yerde otlar yemyeşildi, aralarında kır çiçekleri vardı. Robert Jordan yamaçtan aşağıya, yola, köprüye ve uçuruma baktı. Tankı gördü ve ikinci patlamayı bekledi. İkinci patlama anında geldi. Büyük, kır atın sanki bir sirk atıymış gibi yanına oturduğunu gördü, atın oturduktan sonra çıkardığı sesleri duydu. Primitivo'yla Agustin geldi onu kollarından tutup kaldırdılar, yamacın sonuna doğru sürüklediler. Bacağı, yeni eklemle, sağa, sola, her yana sallandı. Bir mermi başlarından ıslık çalarak geçti. Primitivo'yla Agustin onu yere yatırdılar, kendileri de yattılar. Yine her yana toprak dağıldı. Onu kaldırdılar, yukarda, ağaçların arasında, atların, Maria'nın, Pilar'ın ve Pablo'nun bulunduğu yere götürdüler. Maria yanına diz çöktü. - Roberto, neyin var? diye sordu. Robert Jordan ter içinde, - Sol bacağım kırıldı, dedi. Pilar, - Şimdi onu bağlarız, dedi. “Bu bacakla ata binemezsin.” Yüklü atlardan birini gösterdi. - Yükü indirin, dedi. Robert Jordan, Pablo'nun başını salladığını gördü, o da ona başını salladı. - Gidin, dedi, sonra, “Dinle Pablo” diye ekledi. Terden çizgi çizgi olmuş yüz Robert Jordan'ın yanına eğildi. Robert Jordan Pablo'nun tüm kokusunu duydu. Pilar'la Maria'ya, - Bırakın konuşalım, dedi. “Pablo'yla konuşmam gerek.” Pablo, - Canın çok yanıyor mu? diye sordu. Robert Jordan'ın üstüne eğilmişti. - Hayır. Sanıyorum sinir ezilmiş. Dinle. Gitmelisiniz. Ben bitmişim, görüyor musun? Kızla konuşacağım. Onu alın dediğim zaman, alıp götürün. Kalmak isteyecektir. Onunla yalnızca bir dakika konuşacağım. - Evet, zamanımız yok, dedi Pablo. - Evet, dedi Robert Jordan. “Cumhuriyet için daha bir çok iyi şeyler yapacağınıza inanıyorum” diye ekledi.

258


- Hayır. Ben Gredos'a gideceğim. - Kafanı kullan. - Şimdi kızla konuş, dedi Pablo. “Zamanımız az. Başına bunun geldiğine üzüldüm İngiliz.” - Geldiğine göre dedi Robert Jordan, “Konuşmayalım. Fakat kafanı kullan. Sende iyi kafa var. Onu kullan.” - Niye kullanmayayım? dedi Pablo. “Çabuk konuş İngiliz, fazla zamanımız yok.” Pablo en yakın ağaca giderek yamacın aşağısına, yola ve uçuruma baktı. Yamaçtaki kır ata, gerçek bir üzüntüyle baktı. Pablo ağacın yanında otururken Pilar'la Maria, Robert Jordan'ın yanına gittiler. Robert Jordan Pilar'a, - Pantolonu kes, dedi. “Bunu yapar mısın?” Maria onun yanında kıvrılıp oturdu, hiç konuşmadı. Güneş saçlarına vurmuştu, yüzü ise tıpkı bir çocuğun ağlamadan önce yüzünü buruşturduğu gibiydi; fakat ağlamıyordu. Pilar bıçağını çıkardı, pantolonun paçasını sol cepten başlayarak aşağı doğru kesti. Robert Jordan kumaşı eliyle açtı, bacağını yokladı. Kalçadan on parmak aşağıda çadır biçiminde mor bir şişlik vardı, dokunduğu zaman kırık uyluk kemiğinin sivri ucu eline geliyordu. Bacağı, olağanın dışında bir ağrıyla yere uzanmıştı. Robert Jordan, Pilar'a baktı. Onun yüzü de Maria'nınki gibiydi. Pilar'a, - Anda, git, dedi. Kadın başını eğdi, tek sözcük etmeden ve arkasına bakmadan uzaklaştı. Robert Jordan onun omuzlarının sarsıldığını gördü. Maria'ya, - Guapa, dedi. Onun her iki elini de avuçlarına aldı. “Madrid'e gitmeyeceğiz.” Bu sözler üzerine Maria ağlamaya başladı. “Hayır guapa, ağlama,” dedi Robert Jordan. “Dinle. Madrid'e şimdi gitmeyeceğiz, fakat sen nereye gidersen ben de seninle olacağım, anlıyor musun?” Kız bir şey demedi, yalnızca başını Robert Jordan'in yanağına dayadı, kollarıyla onu sardı. - Bunu iyi dinle tavşan, dedi Robert Jordan. Çok acele ettiklerini biliyordu. Çok terliyordu fakat söylenmesi ve anlaşılması gereken şeyler vardı. – - Şimdi gideceksin tavşan! Fakat ben de seninle gideceğim. Birimiz olduğu sürece, ikimiz birlikte olacağız, Anlıyor musun? - Hayır, seninle kalacağım. - Hayır tavşan. Şimdi yapmam gereken şeyi tek başıma yapmalıyım. Seninle olursam gerektiği gibi yapamam. Sen gidersen ben de giderim. Nasıl olduğunu görmüyor musun? Birimizin olduğu yerde ikimiz de varız. - Seninle kalacağım. - Hayır tavşan. Dinle. İnsanlar bunu birlikteyken yapamazlar. Ancak tek basınayken yapılabilir. Fakat sen gidersen ben de giderim. O yolla seninle giderim. Şimdi gideceksin, biliyorum çünkü sen iyisin, incesin. Şimdi her ikimiz için gideceksin. - Ama seninle kalırsam daha kolay olur, dedi kız. “Benim için daha iyi olur.” - Evet. Bu sebeple iyilik olsun diye git. Yapamayacağın şeyi, bana iyilik olsun diye yap. - Ama anlamıyorsun Roberto. Ben ne olacağım? Gitmem benim için daha kötü. - Elbette, dedi Robert Jordan. “Senin için gitmek daha zor. Ama şimdi ben, senin de...”

259


Kız bir şey demedi. Robert Jordan ona baktı. Çok terliyordu. Şimdi büyük çaba göstererek konuşuyordu. Bundan önce bir şey yapmak için böylesine bir çaba göstermemişti hiç. - Her ikimiz için gideceksin şimde, dedi. “Bencil olmamalısın tavşan, şimdi görevini yapmalısın.” Kız başını salladı. - Şimdi sen bensin, dedi Robert Jordan. “O nedenle duygularımı anlıyor olmalısın. Dinle tavşan, gerçekten böylece ben de gidiyorum. Sana yemin ediyorum.” Kız hiçbir şey demedi. - Şimdi anlıyorsun işte, dedi Robert Jordan. “Şimdi gideceksin. Çok iyi. Şimdi gidiyorsun. Şimdi gideceğini söylemiş oldun.” Kız hiçbir şey dememişti. - Sana bunun için teşekkür ederim. Şimdi çarçabuk, iyi olarak, uzağa gidiyorsun ve ben de seninle geliyorum. Şimdi elini şuraya koy. Şimdi aşağı indir. Hayır, aşağı indir. Ha öyle. Ben de elimi oraya koyacağım. Çok güzel. Çok iyisin. Şimdi daha çok düşünme. Şimdi, yapman gerekeni yapıyorsun. Şimdi dediğimi yapıyorsun. Benim değil, her ikimizin dediğini. Senin içindeki ben'in. Şimdi her ikimiz için git. Gerçekten. Şimdi seninle her ikimiz de gidiyoruz. Bunun için sana söz verdim. Gittiğin için çok iyisin ve çok incesin. Başıyla, ağacın altında oturmakta ve göz ucuyla ona bakmakta olan Pablo'ya işaret etti. Pablo kalktı, baş parmağıyla Pilar'a işaret verdi. - Madrid'e başka zaman gideriz tavşan, dedi Robert Jordan. “Gerçekten, şimdi ayağa kalk ve git; her ikimiz de gideceğiz. Ayağa kalk. İşte gördün mü?” Maria, - Hayır, diye sıkı sıkı boynuna sarıldı. Robert Jordan bu kez yine soğukkanlı ve sağduyuyla, fakat egemen bir sesle konuştu. - Ayağa kalk, dedi. “Şimdi sen, aynı zamanda ben'sin. Sen hep aynı zamanda ben olacaksın. Ayağa kalk ve git.” Kız yavaş yavaş ayağa kalktı; başı eğikti, ağlıyordu. Sonra birden Robert Jordan'ın yanı başına çöktü; sonra Robert Jordan, - Ayağa kalk guapa, dedi. Kız yavaş yavaş ve yorgun, ayağa kalktı. Pilar, Maria'nın kolundan tuttu. Kız orada duruyordu. - Haydi, dedi Pilar. “Bir şey ister misin İngiliz?” diye sordu, Robert Jordan'a baktı, başını salladı. Robert Jordan, - Hayır, dedi ve yine Maria'yla konuşmaya başladı. “Veda etmeyeceğiz guapa, çünkü biz ayrı değiliz. Gredos'ta her şey iyi olsun. Şimdi git. İyi ol. Hayır.” Pilar kızı götürürken sakin ve sağduyuyla konuşmuyordu artık. “Hayır, arkana dönüp bakma. Ayağını üzengiye geçir. Evet, ayağını üzengiye geçir. Binmesine yardım et” dedi Pilar'a. - Eyere oturmasına yardım et. Şimdi gidin. Başını dönderdi, terliyordu. Yamaçtan aşağı baktı, sonra gözlerini kızdan yana çevirdi. Maria ata binmişti, Pilar yanındaydı, Pablo az gerilerinde duruyordu. - Hadi gimdi gidin, dedi, “Gidin.” Maria çevresine bakınmaya başladı. Robert Jordan, - Bakınma, dedi, “Git.” Pablo atın arkasına bir değnekle vurdu, Maria eyerden düşecek gibi oldu; fakat Pilar'la Pablo çok yakınındaydılar. Pilar onun kolunu tutmaktaydı. Üç at yan yana derin vadiye doğru yol alıyordu.

260


Maria birden dönüp bağırdı. - Roberto, müsaade et kalayım! Robert Jordan, - Ben seninleyim, diye bağırdı, “Ben şimdi seninleyim. Birlikteyiz. Git.” Vadide gözden kayboldular sonra. Robert Jordan terden sırılsıklamdı ve hiçbir şeye bakmıyordu. Agustin yanında durmaktaydı. - Seni vurmamı ister misin İngiliz? diye sordu üstüne doğru eğilerek. - Git. Burada çok iyiyim, dedi Robert Jordan. Agustin Ağlıyordu ve o sebeple Robert Jordan'ı iyi göremiyordu. - Salud İngiliz! dedi. - Salud ahbap, dedi Robert Jordan. Şimdi yamaçtan aşağıya bakıyordu. “Kırpık kafalıya iyi bak, olur mu?” - Sorun değil, dedi Agustin. “Gerek duyduğun şeylerin hepsi var mı?” - Bu makinelinin çok az kurşunu kaldı. O nedenle bende dursun, dedi Robert Jordan. “Sen bunun için kurşun bulamazsın nasıl olsa. Öteki için ve Pablo'nun elindeki için bulabilirsin.” - Silahın borusunu temizledim, dedi Agustin. “Düştüğün zaman içine toprak dolmuş.” - Yüklü ata ne oldu? - Çingene yakaladı o atı. Agustin atına binmişti ama gitmek istemiyordu. Robert Jordan'ın altında yatmakta olduğu ağaca doğru eğildi. - Git, dedi Robert Jordan, “Savaşta böyle şeyler çok olur.” - Savaş ne rezilliktir! dedi Agustin. - Evet ahbap, fakat haydi artık git. Agustin sağ yumruğunu sıkarak, - Salud İngiliz, dedi. - Salud, fakat haydi git ahbap, dedi Robert Jordan. Agustin atını mahmuzladı; sanki savaşı bir daha lanetlercesine sağ yumruğunu aşağı indirdi. Sonra atını vadiye doğru sürdü. Ötekilerin hepsi çoktan uzaklaşmışlardı. Agustin vadiye girmeden önce arkasına dönüp baktı, sağ yumruğunu salladı. Robert Jordan da Agustin'e el salladı. Agustin de görünmez oldu... Robert Jordan yeşil yamaçtan aşağı, yola ve köprüye doğru baktı. Bu durumdaki herhangi biri kadar iyiyim, diye düşündü. Karnım üstüne dönmeye değmez, o şey deriye o kadar yakınken. Ayrıca da böyle daha iyi görebiliyorum. Kendini bomboş içi boşalmış gibi hissetti. Olup bitenlerden yorgun düşmüştü. Ağzında safra tadı vardı. Şimdi, en sonunda sorun kalmamıştı. Nasıl olmuşsa, işin tamamı nasıl bitecekse bitsin, kendisi için hiçbir sorun kalmamıştı. Hepsi gitmişlerdi. Kendisi sırtını bir ağaca dayamış olarak yapayalnızdı. Yeşil yamaçtan aşağı baktı. Agustin'in vurduğu kır atı gördü, sonra atın ötesinde uzanan ormanlarla kaplı tepelere baktı. Sonra gözlerini köprüye çevirdi, köprünün ve yolun üstündeki gidiş gelişi izledi. Aşağı yoldaki kamyonları görebiliyordu. Gri renkli kamyonlar ağaçların arasından ara ara görünüyorlardı. Sonra yolun yukarısına, tepeden inen bölümüne baktı. Yakında gelirler diye düşündü. Pilar ona iyi bakar; ötekiler de. Bunu biliyorsun. Pablo'nun iyi bir tasarımı olmalı, yoksa uygulamazdı. Pablo için kaygılanmana gerek yok. Maria'yı düşünmek de

261


yararsız. Ona söylediklerine kendin de inanmaya çalış. En iyisi bu. Doğru olmadığını kim söyleyebilir? Şimdi inandıklarınla kal. Kuşkucu olma. Zaman çok kısa, ve onu daha yeni gönderdin. Herkes yapabildiğini yapar. Kendin için hiçbir şey yapabilecek durumda değilsin, ama belki başkaları için yapabileceğin bir şey vardır. Dört gün çok talihliydik. Dört gün değil, oraya öğleden sonra varmıştım, bugün de öğlen olmayacak. Üç gece ve üç güne yakın bir süre. Doğru hesapla, dedi. Yere uzanmayı düşündü. Bu ağaca yaslanmaktansa yere uzan, öylece daha yararlı olabilirsin. Talihlisin. Bundan kötü durumlar da var. Herkes bunu yapmak zorundadır. Bir gün, ya da bir başka gün. Bundan korkmuyorsun ve bunu yapmak zorunda olduğunu biliyorsun, değil mi? Kırığın altında hiçbir şey hissetmiyorum. Bacağının alt bölümüne dokundu. Sanki kendi bedeninin bir bölümü değildi. Yamaçtan aşağı baktı ve düşündü. Onu bırakmaktan nefret ediyorum, diye düşündü, hepsi bu. Ondan ayrılmaktan nefret ediyorum. Umarım bu süre içinde iyi bir şeyler yaptım. İnandığım bir şey uğrunda savaştım. Bir yıl oldu. Eğer bu savaşı burada kazanırsak her yerde kazanmış olacağız. Dünya güzel bir yer, uğrunda savaşmaya değer. Kendi kendine, bu kadar güzel bir hayatın olduğu için talihliydin, dedi. Tıpkı deden gibi iyi bir hayatın oldu, onunki kadar uzun olmasa da. Bu son günlerde, herhangi birinin yapabileceği kadar iyi yaşadın. Bu kadar talihliyken yakınmak istemezsin. Karkov'la konuşabilmeyi isterdim. Madrid'de. Şuradaki tepelerin ardında ve ovanın ötesinde. Çamların ve külrengi kayaların, süpürgeotları ve katırtırnaklarının aşağısında, sapsarı platonun ortasında onun bembeyaz yükseldiğini görürsün. Çok güzel! Bu bölüm ancak Pilar'ın kesimevinde kan içen kocakarı öyküsü ölçüsünde gerçek. Gerçek olan bir tek şey değil. Hepsi gerçek. Tıpkı uçakların, bizim de olsalar, onların da olsalar, hepsinin güzel olduğu gibi. Güzellikleri cehenneme, diye düşündü. Şimdi olayı büyütme dedi kendi kendine. Zaman varken dön. Dinle, bir şey daha. Hatırlıyor musun Pilar'ın el falını? O saçmalığa inanıyor musun? Hayır, dedi. Olup bitenlere rağmen de mi? Hayır, inanmıyorum. Sabah, kar başlamadan önce çok önce davrandı. İnanmış olabileceğimi düşündü. İnanmıyorum ama. Fakat o inanıyor. Bir şeyler görüyorlar, ya da bir şeyler seziyorlar. Av köpeği gibi. Altıncı duyuya ne demeli? Ya o açık saçık ko­ nuşmaları? Pilar bana veda etmedi, etseydi Maria'nın hiç mi hiç gitmeyeceğini biliyordu. Pilar... Haydi kendini döndür Jordan. Ne var ki deneyemeyecek kadar isteksizdi. Sonra pantolonunun arka cebindeki minik, yassı şişe geldi aklına. O ölümcül sıvıdan bir damla alır, sonra uzanırım diye düşündü. Fakat cebini aradığı zaman küçük şişe yoktu. Daha büyük bir yalnızlık duydu. O bile yoktu demek ki! Demek ki ona dayanmışım diye düşündü. Acaba Pablo mu aldı? Aptal olma. Köprüde düşürmüşsündür. Haydi bakalım Jordan, dönmeye çalış. Sonra sol bacağını iki eliyle birden tutup hızla çekti. Sırtını dayadığı ağacın altına uzandı. Dümdüz yatarken bacağı, kırık kemik yukarı gelip de deriyi kesmeyecek biçimde çekti, sonra yavaşça kalçası üstünde döndü. Sonra kırık bacağını iki eliyle tuttu, sağ ayağıyla sol ayağını bastırdı, yüzükoyun döndü. Ter içinde kalmıştı. Dirseklerinin üstünde yükseldi, sol bacağını her iki eliyle arkaya doğru iyice uzattı, sağ ayağıyla itti. İşte oldu. Sol uyluğunu parmaklarıyla yokladı, iyiydi. Düşünce at üstüne yuvarlandığı zaman ana sinir iyice ezilmiş olmalı diye düşündü. Gerçekten hiç ağrımıyordu. Yalnızca durumunu değiştirirken canı yanıyordu. Kemik başka

262


yerlere battığı zaman. Görüyor musun dedi. Ne kadar talihlisin? O ölümcül sıvıya ihtiyacın yok. Küçük makineli tüfeğe uzandı, şarjörü aldı, cebindeki şarjörleri eliyle yokladı, namlunun içine baktı, şarjörü yerine yerleştirdi, sonra yamaçtan aşağıya baktı. Yaklaşık yarım saat diye düşündü. İşi oluruna bırak. Keşke gelseler diye düşündü. Onlar gelmeden kafamın karışmasını istemem. Kim için daha kolay dersin? Dine bağlı olanlar için mi yoksa onu doğal kabul edenler için mi? Ölüm ölmek uzun sürdüğü zaman kötü, çünkü acı çekersin. Acı da seni küçük düşürür. İşte bu bakımdan talihlisin, anlıyor musun? Sen acı çekmiyorsun. Gittikleri çok iyi oldu. Şimdi, kimse yokken ölümü umursamıyorum. Söylediğim gibi, bu bir yol. Gerçekten öyle. Hepsinin kır atın bulunduğu tepede, orada burada olduklarını düşün. Ya da onu beklemek için hepimiz burada toplanmış olsaydık? Hayır, gittiler. Şimdiye epey uzaklaşmışlardır. Saldırı başarılsa... Ne istiyorsun? Her şey. Her şeyi istiyorum. Alabildiğim her şeyi alacağım. Bu saldırı iyi sonuçlanmazsa bir başkası olacak. Uçakların ne zaman geri geldiğini fark edemedim. Allahım, gitmesini sağlayabilmem çok iyi oldu. Bunu dedeme anlatmalıyım. Keşke şimdi gelseler, dedi. Tam şimdi gelseler, çünkü bacağım ağrımaya başladı. Şişkinlikten olmalı. Köprünün altındayken vurulmamam iyi bir şans. Bir şey yanlış oldu mu ona bağlı olarak başka şeyler de olur. Golz'a o emirler verildiği zaman senin işin bitmişti. Bunu biliyordun. Pilar'ın da sezdiği buydu belki. Fakat bundan sonra böyle şeyleri daha iyi örgütleyeceğiz. Kısa dalga telsizlerimiz olması gerek. Evet, olması gereken pek çok şey var. Yedek bir bacak da taşımalıyım. Düşmekten ötürü çok kötü ezilen sinir şimdi acımaya başlamıştı. Sürekli terliyordu, güldü. Gelsinler diye düşündü. Babamın yaptığını yapmak istemiyorum. Çok iyi yaparım ama yapmamayı yeğ­ lerim. Ben buna karşıyım. Aşağılık herifler gelseler artık. Gelmelerini çok istiyorum. Bacağı şimdi çok kötü sancıyordu. Ağrı, hareket ettikten sonra birdenbire ve şişkinlikle başlamıştı. Belki şimdi yapmalıyım dedi. Ağrıya karşı dayanıklı olduğum söylenemez. Dinle, eğer bu işi şimdi görürsem, yanlış anlamazsın değil mi? Kiminle konuşuyorsun? Kimseyle dedi. Dedenle sanırım. Hayır, kimseyle. Ah, bırak Allah aşkına, gelmelerini isterdim. Dinle, bu işi şimdi yapmalıyım belki, yoksa bayılırsam, ya da ona benzer bir şey olursa, kendime geldiğimde bana bir dolu soru soracaklar. Bu da iyi bir şey değil. Onlara bu fırsatı vermemek en iyisi. Öyleyse her şeyi bitirecek olan o işi şimdi yapmak en iyisi değil mi? Çünkü dinle, evet dinle. Şimdi gelsinler. Sonra “Bu işte iyi değilsin Jordan” dedi kendi kendine. Bu işte o kadar iyi değilsin. Bilmiyorum, umurumda da değil şimdi. Fakat bu işte iyi değilsin. Doğru, hiç iyi değilsin. Bu işi şimdi yapmak iyi olur sanırım, ha? Yok hayır, şimdi iyi olmaz. Çünkü daha yapabileceğin bir şey var. Ne yapman gerektiğini bildiğin sürece yapabileceğin bir şey var demektir ve onu yapmak zorundasın. Ne olduğunu hatırlayabildiğin sürece onu yapmak için beklemelisin. Haydi gelsinler. Haydi… Onların uzaklaştıklarını düşün, dedi. Onların ormandan geçmekte olduklarını düşün. Küçük bir dere geçmekte olduklarını düşün. Çalıların arasından geçtiklerini, bir sırta tırmanmakta olduklarını, bu gece iyi olacaklarını düşün. Bütün gece gideceklerini, yarın silahlanacaklarını düşün. Onları düşün. Kahrolası,

263


onları düşün. Onları en çok bu kadar düşünebiliyorum, dedi. Montana'yı, Madrid'i düşün. Hayır yapamıyorum. Soğuk su içtiğini düşün. Peki. Bu iyi. Soğuk su. Sen bir yabancısın. Hiç önemli bir şey değil. Yalnızca olacak bu. Hiçbir şey değil. Öyleyse haydi yap. Şimdi yap. Hayır, beklemelisin. Ne için? Çok iyi biliyorsun. O halde bekle. Daha çok bekleyemem, dedi. Daha çok beklersem kendimden geçeceğim. Bunu biliyorum çünkü üçüncü defadır kendimden geçer gibi olduğumu hissettim ve kendimi tuttum. Kendimi tutabildim fakat sonrasını bilemem. Bildiğim bir şey varsa o da şu uyluk kemiğinin kırıldığı yerde bir iç kanama olduğu, özellikle şu dönme sırasında. Şişkinliği yapan o, seni güçsüz düşüren de, bayılmak üzere olduğunu hissetmen de ondan. Şimdi yapsan iyi olur. Gerçekten, sana söylüyorum, iyi olur. Ve eğer beklersen ve onları biraz olsun durdurursan, ya da komutanı öldürürsen, çok şey değişebilir. İyi yapılan bir iş... Peki öyleyse, dedi. Hareketsiz yattı ve tıpkı dağda karın sırtlardan kaydığı gibi, kayarcasına kendinden geçmek üzereyken kendini tuttu ve şimdi yavaşçacık onlar gelmeden bu işi bitireyim, diye düşündü. Ancak çok talihliydi. Çünkü tam o anda ormandan atlıların çıktığını ve yolu geçtiğini gördü. Onların yamaçtan yukarı çıkışlarına baktı. Kır atın yanında durduklarını komutana bağırdıklarını duydu. Komutanın atın yanına geldiğini gördü. Hepsinin eğilip ata baktıklarını izledi. Atı tanımışlardı elbette. At da binici de bir gün öncenin erken saatlerinden beri kayıptı. Robert Jordan onları gördü. Şimdi kendisine çok yakında duruyorlardı. Yolu, köprüyü ve araçlardan oluşan uzun diziyi görebiliyordu. Şimdi tam olarak kendindeydi. Her şeye uzun uzun baktı. Sonra gökyüzüne baktı. Büyük, beyaz bulutlar vardı. Avucunu üstünde yattığı çam yaprakları üstünde, sonra da altında yatmakta olduğu ağacın gövdesinde gezdirdi. Sonra, yapabildiğince iki dirseğini yere bastırarak yükseldi. Ağaca dayalı duran tüfeğini aldı. Aşağıdakilerin komutanı şimdi, diğerlerinin izlerini sürerek yaklaşıyordu. Robert Jordan'ın yirmi metre aşağısından geçti. Bu uzaklıkta bir sorun olmazdı. Komutan teğmen Berrendo'ydu. Aşağıdaki karakola saldırıldığını rapor ettiklerinde La Granja'dan buraya gelmişti. Çok hızlı at sürmüşlerdi. Sonra geriye dönmüşlerdi, çünkü köprü uçurulmuştu. Bunun için uçurumun yukarısından ve ormanın içinden doğru gelmişlerdi. Teğmen Berrendo yukarı çıktı. Çok ciddiydi ve eli eyerin üstündeki küçük makineli tüfeğin kayışındaydı Robert Jordan ağacın arkasında bayılmamak için kendini tuttu, ellerinin titrememesine özen gösterdi. Komutanın güneş alan yere, ormandaki çam ağaçlarının yamaçla birleştiği yere gelmesini bekledi. Yüreğinin, altındaki çam yaprakları üstünde çarptığını hissediyordu…

264


SON

265


266


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.