Ankararınca Dergi Sayı: 1

Page 1


KONUR SOKAK / KÜLTÜR YALAN ÜZERİNE TÜKETİM ÇIKMAZI

Içindekiler

HAZİNEN BİR KÖPEKLE YAŞAMANIN MUTLULUĞU YERİN BAŞIMIZIN ÜSTÜNDE DUYGUSAL İLİŞKİLERİMİZ

BESTEKAR SOKAK / SANAT YARATICI AŞK GÖZLERİMİ KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM MAYIS AYI KONSER ETKİNLİKLERİ TİYATRO


KARANFIL SOKAK / EDEBIYAT EDEBİ MERTEBE HAYRETİN DE ÖTESİNDE YA SENİN BÜYÜN KAPIDAYIM SİDELYA NEDEN TARİH ÖĞRENMELİYİZ... BUNA İNAN TUTUNAMAYANLARA MARY’E VEDA ANKARA’DAN UZAKLAŞILAN BİR GÜN TAN ZAMANI ALTI VE ALTI



GENEL YAYIN YÖNETMENİ EBRU BEKTAŞOĞLU İÇERİK EDİTÖRÜ/TASARIMCI AYÇA SEZER WEB DÜZENLEME FURKAN CEYLAN SOSYAL MEDYA YÖNETİCİSİ EBRU BEKTAŞOĞLU KAPAK TASARIM EMİNE SARI YOL ARKADAŞLARIMIZ ASENA ÜNAL AYÇA SEZER AYSU UĞUR AYŞEGÜL SARI BARAN KARADELİ BUĞRA KAAN SERMİHAN BURCU YEPYENİ CAN USLU CANSU UĞUR EBRU BEKTAŞOĞLU EVREN ULUAĞAÇ GİZEM ARI İDİL ÇAM ONUR SEMİZ SARP DORUK TARIK MATEM TOLGA KAL UĞUR AKKAŞ YUSUF BAŞ ZAFER BALOĞLU PROF. DR. RECEP TAYFUN REKLAM VE İŞ BİRLİKLERİ İÇİN ankararinca@ankararincadergi.com ANKARARINCA DERGİ İLETİŞİM ankararincadergi.com ankararinca@ankararincadergi.com ankararinca@gmail.com facebook.com/ankararinca

twitter.com/ankararinca

instagram.com/dergi_ankararinca



BİR ÇİFT SÖZ İnsan, kendini anlatabildikçe var olmuştur. Aşkını, sevgisini, neşesini, nefretini, heyecanını, coşkusunu… Bu böyle saymakla bitmez. Yazmak; diriltir hatta küllerinden doğurabilir. Kimi zaman sahiplenmek kimi zaman da vazgeçmektir yazmak. Bazen yaşadıklarımızı dile getiremeyiz. İşte o an kalemlerimizi konuşturmanın zamanı gelmiştir. Kurşun bir kalemden dökülenler, bizim sesimiz oluverir. Çünkü biliriz ki, bizi savunan en sağlam araç, en keskin kılıç; kalemdir. Vakti geldi dedik. Biz de kalemlerimize sarıldık. Hiç bırakmamak üzere, sıkıca tutunarak. Kuvvet doğuran birlikteliğimiz, dostluğun ilk meyvesini Ankararınca Dergi ile verdi. Başkentimiz Ankara’da, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ten aldığımız daimi ilhamla yolumuzu edebiyatın ve sanatın ışığıyla aydınlatıyor, bu kentin kültürüyle renklendiriyoruz. An karardığında, içinden çıkılamaz bir hal aldığında, saçtığımız ışık yetişiyor imdadımıza. Karınca kararınca yarattığımız Ankararınca Dergi ile bu şehirde soluduğumuz hava, aldığımız nefes ve attığımız her adımda, insanların hikayelerine dokunacağız. Ama şiir, ama öykü ama çizimle... Tıpkı Ankara gibi, evvela samimiyet, sıcaklık ve bir yuva bilinciyle… Yolu sevgiden geçenlerle aynı yolda yürümek dileğiyle…

EBRU BEKTAŞOĞLU 6


konur sokak kültür

KONUR SOKAK

KULTUR


Şair arkadaş Bir derdin mi var Bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden Ankara’ya gelmelisin. CEMAL SÜREYA


“… Yalan hayatın içinde, hayatın her alanında yalan var, insan gerçeğini bilse de yalanı kullanıyor.” Nuri Bilge Ceylan1

Yalan Üzerine…

İletişimin sağlıklı sürdürülmesinde önemli rol oynayan yalan, geniş bir araştırma alanıdır. Bu alanda yapılan tüm araştırmalara rağmen kesin sonuçlara ulaşmak zor olacaktır. Gerçek dışı beyanlar yalanın esasını oluştursa da, 2 asıl dikkat çeken ve ilişkiyi etkileyen, sözcükler ile davranışlar arasındaki uyumsuzluktur. Araştırmaların temel hareket noktasını oluşturan bu boyutun ortaya koyduğu gerçek ise, yalan söyleme esnasında beden dilinin kullanılan sözcüklere oranla daha zor kontrol edilebilir olduğudur. İnsanın yalan söyleme eğilimini anlama gayreti, bireyin ve yaşamın gerçek değerini anlamaya yönelik gizemli bir yolculuktur. İnsanlar yalancı doğmaz. Fakat yalan söylemeyi öğrendikleri bir gelişim süreci yaşarlar. Yalan söyleme eğilimi, çocukluktan itibaren başlayan bilişsel bir olgunluk sürecinde gerçekleşir. Doğru ve yalan söyleme kavramları birbiriyle ikiz gibidir. Biri diğerini gerektirir; çünkü doğru bilgiye sahip olmadan kimse yalan söyleyemez.3 Yalan konusunda insan ilginç bir çelişki yaşamaktadır. İnsanın kendisine yalan söylendiğinde hissettiği rahatsızlık, kendisinin başkasına yalan söylediğinde hissettiğinden daha fazladır. Sokrates’in öğrencisi ve savunucusu Eflatun’un, insanın iç ve dış, ruhsal ve toplumsal bütün sorunlarına değindiği “Devlet” adlı en önemli eserinin bir bölümünde, Sokrates’in öğrencileri ve yanındakiler ile sohbetinde yalan üzerine bir diyalog geçer. Homeros’un; “İster bir sanat adamı olsun, ister falcı, ister hekim, ister doğramacı” ifadesi aktarılarak, yalan söyleyen kişinin cezalandırılması istenmektedir. Sohbetin devamında; “Devlet gemisini batıracak bir fırtına” olarak tanımlanan yalan söyleme konusunda, “hele bu (yalan) sözleri davranışlar da tamamlarsa…” şeklinde bir ifade kullanılarak, yalan söyleme konusunda özellikle beden dili sinyallerinin de kullanılması açısından vurgu yapılmaktadır.4 Antik dönem düşünürlerine uzanacak kadar, insanların neden yalan söylediği üzerine birçok araştırma yapılmıştır. Antik dönemin ünlü filozoflarından Augustinus, yalan üzerine geniş bir kapsam kullanarak değerlendirmeler yapmaktadır. Ona göre yalanın farklı çeşitleri vardır; birini haksız biçimde inciten yalan, birine yarar sağlarken bir başkasına zarar veren yalan, sırf yalan söylemenin ve aldatmanın hazzı için söylenen yalan, kibar bir üslupla başkalarını memnun

1‘Üç maymunu oynamanın’ gerçekleri ortadan kaldırıp kaldırmayacağını sorguladığı “üç maymun” filmine dair kendisinin yaptığı yorumundan, 2008. 2 Kayıhan Aydoğmuş, Çocukta Uyum ve Davranış Bozukluğu, “Psikiyatri”, düzenleyen Selim Aydın, İ. Ü. Tıp Fakültesi, C. 7, s. 510, 1984, Sanal Matbaacılık, İstanbul. 3 Charles V. Ford; 1997,Yalancılığın Psikolojisi, Ankara: HYB Yayınları, s. 61. 4 Eflatun, Devlet, çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, 3. Basım, İstanbul, 1975, s. 80.

9


etmek için söylenen yalan, kimseye zarar vermeyip birisine yarar sağlayan yalanlar gibi devam eden tespitleri vardır.5 İnsanlar diliyle çok kolay, bedeniyle zor yalan söylerler. Yalan esnasında bedensel ipuçları daha az kontrol edilebilmektedir. Böyle durumlarda söylenenler ile davranışlar çelişmeye başladığında, daha çok sözsüz mesajlara anlam yüklenmeye çalışılır. Yalan söylendiği hissedilmesine rağmen, hangi bedensel davranışların yalan mesajı verdiğini kestirmek insanı zorlamaktadır. Belki de bu yüzden Geppetto usta Pinokyo’nun yalan söylediğinde burnunun uzamasını istedi. Böylece insanlara mesaj veriyordu; hem yalanın insan yaşamında yarattığı bozulmayı görsel olarak anlatmaya çalışıyor hem de insanların yalan söylediğini bedensel davranışlarından anlamanın zorluğuna dikkat çekiyordu. Çünkü yalan ortaya çıkınca değil, söylendiği andan itibaren bozulmaya neden olmaktadır.

PROF. DR. RECEP TAYFUN

5 Augustinus, Lying, Yalan, Treatises on Various Subjects, Çeşitli Konular Üzerine İncelemeler, derleyen, R. J. Deferrari, çev: Özden Arıkan, Yalan Üzerine, YKY, Cogito, Sayı, 16, 1998, s. 39-43.

10


FOTOĞRAF: YUSUF BAŞ


TÜKETİM ÇIKMAZI İçimizde bir boşluk var. Anlam veremediğimiz, günden güne büyüyen bir boşluk. Hayatlarımızın tam ortasında, her anımızda bizimle birlikte. Bir türlü yakamızı bırakmıyor. Görmezden gelemediğimiz bu hisle yaşamak zorundayız. Zorundayız dedim çünkü ilk insandan günümüze milyonlarca insan bu his ile yaşadı. Filozoflardan krallara, soylulardan kölelere her insan bu boşluğu doldurmanın yollarını aradı. Bulunan çözüm basit ve anlıktı. İnsanlık, bu boşluğu doldurmak için tüketim yolunu seçti. İçimizdeki bu boşluğu oluşturan bizleri tüketime iten asıl etkenin arzularımız olduğunu söylesek çok iddialı bir yaklaşımda bulunmuş sayılmayız. İnsan gerçek yaşamında neyi arzu eder? Beğenilme, sevilme, hoşa gitme dürtüsü bunları sağlamak için gösterilen çaba ve o noktaya erişme isteği… Aslında insan en temelde kabullenilmek ister. Bulunduğu sosyal ortama uyum sağlamak, kendini oraya ait hissetmek ister. Bu istek ise insanı tüketime götüren yegâne unsurdur. Erişilen statü, sınır, zirve, satın alınan varlıklar ile başkalarına görünme güdüsü tüketimi her an tetikler. Peki ya bu arzular gerçekten insanın kendi içinden mi gelir yoksa sistemin dayattığı arzular mıdır? Tüketim toplumu olarak adlandırdığımız bu sistem bireyin arzularını kendi iradesi dışında yönlendirmektedir. Bu sistem sahte arzularını kamçılayarak onları gerçek bir ihtiyaçmışçasına insana yansıtmakta ve mutlaka tatmin edilmesi gerekliliğini dayatmaktadır. Tüketim toplumunda “Tüketmeden var olamama hastalığı”na yakalanan insan içindeki boşluğu doldurup mutlu olmak için tüketiyor, kısa süre sonra tekrar mutsuz oluyor, mutlu olmak için tekrar tüketiyor daha sonra tekrar mutsuz oluyor çünkü bu paradoksal düzen içerisinde insanın içindeki boşluk tükettikçe genişliyor ve büyüyor. Eşya ile gelen tatminsizlik yine aynı yolla giderilmeye çalışılıyor. Bugün ihtiyacınız olmadığı halde satın aldığınız bir spor ayakkabının sizi mutlu etme süresi, aynı ayakkabıyı arkadaşınızda görene kadardır. Çünkü sizi mutlu edecek arkadaş ortamında farklı kılacak durum o ayakkabıya sahip olan kişinin sadece siz olduğunuzu bilmektir. Sizin gibi düşünen ve aynı arzu ve isteklerle yönlendirilen birçok insan olduğunu varsayarsak bu mutluluğun uzun sürmeyeceği aşikârdır. Yeni mutluluk arayan birey yeniden tüketim yoluna gidecektir. Bu kısır döngü arzularımızın bize ‘yap’ dediğini yaparak tükettiğimiz bir yaşamdan başkasını vermeyecektir. Tatmin edilmesi mümkün her arzu son durak gibi gözükür. Tüketim toplumu size bunu vadeder ama bu vaat hiçbir zaman gerçekleşmez. Arzularının peşinde koşarak tüketim toplumunun kölesi olan birey; tatminsizlik hissi yaşar, kimlik bunalımına girer ve topluma bağlı olarak kendisi de metalaşır. Metalaşan insan ise kendisine yabancılaşır. Bir an durup etrafına baktığında içinde bulunduğu anı, çevresinde olup biteni anlamlandıramayan insan kendisine ve hayatına tam olarak yabancılaşmıştır.

12


İşte tüketim toplumu bizlere kendine yabancılaşmış, ne ile ve neden yarıştığını bilmeyen insanlar veriyor. Kendinden hoşnut olmayan kadınlar, hırsla çalışan erkekler, ne yapacağını bilmeyen gençler ve doyumsuz çocuklar bu toplumun birer ürünü. Amacı olmayan bir yaşamın, ekseninden kaymış ve kontrolünü kaybetmiş arzuların sonuçları… İnsan diyorum keşke sadece eşyaları tüketseydi. Metalaşan birey, insana bir eşya gibi davrandı. Eşya ile değersizleşen dünyasını, insan ile anlamlandırma yoluna gitmedi. Arkadaşlarını, dostlarını belki de ailesini tüketti. Bu sebeptendir kısa süren arkadaşlıklar, tahammülsüz dostluklar… Tüketim toplumu ve kültürü içerisine sıkışan insanlar yani bizler ne yapalım? Arzulardan vazgeçelim güdülere kulak vermeyelim mi? Mümkün değil! Duygularımız, arzu ve isteklerimiz temel güdülerimizdir. Onları yok sayamayız. Lakin aklımızla onlara hâkim olmamız gerekmektedir. Bilinçli hareket etmeli, sisteme teslim olmamalıyız. Ne yaptığımızı, neden yaptığımızı ve tüm bunları kimin için yaptığımızı bilmeliyiz. Yaşam eksenimizi kendi irademizle yönetmeliyiz. Mücadeleden yoksun arzular, anlamsızdır. Ben kimim ve gerçekten ne istiyorum sorusunu kendimize sorup en doğru cevabı bulmalıyız. Neyi arzulayacağımızı bilip bunun için mücadele edersek o arzu ile birlikte yaşamımız da anlam kazanacaktır.

EVREN ULUAĞAÇ

13


FOTOĞRAF: YUSUF BAŞ


HAZİNEN ‘’Herkes gizli bir hazinedir. Herkes bilinmek ister. Bilinmek, görülmek, duyulmak, anlaşılmak…’’ İnsan ben buradayımın mesajını doğduğu andan itibaren verir evrene. İlk gülümseme, ilk ses, ilk ağlayış, ilk bakış. Hepsi bize aittir. İnsanlarla ve evrenle kurduğumuz ilk iletişimdir bunlar. Bu eylemler evrenle aidiyet duygusunu kurduğumuz eylemlerdir aynı zamanda. Neden bilinmek, görülmek, duyulmak, anlaşılmak ister insan? Neden sürekli olarak kendimizi keşfetmemiz bir süreç içerisindedir yaşamımız boyunca. ‘’Herkes’’ diye kullandığımız kavram bireyin kendisidir. Birey günümüzde her şeyden önce enformasyonun çok hızlı yayıldığı bir süreçle karşı karşıyadır. Bugün bu enformasyon akışının sağlanmasında en önemli araç olan dördüncü güç ise medyadır. İşte tam da bu noktada medya kimliklerin, yaşamların, kültürlerin açığa çıkmasını sağlayan bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece birey odaklı yaşadığımız bu dünyada bilinir olma, görünür olma, duyulur olma, anlaşılır olma isteği su yüzüne çıkmaktadır. Medyaya bir bütün olarak bakarsak dönemimizde medyanın en önemli yelpazesi olan yeni medya önemli bir kavram olarak sürece dahil olmuştur. Çünkü bireyler ve toplumlar bu kavram ile günümüzde kendi kimliklerini yani ‘’görünen’’ kimliklerini veya ‘’görünmeyen’’ kimliklerini gerçekte olmadığı ama yeni medya aracılığıyla yansıttığı kimlikleri benimser ve yansıtır. Yeni medya tek yönlü medya araçlarının tersine çift yönlü yani sürekli olarak etkileşimde olan bireylerin, toplumların sürecini tanımlayan bir kavramdır. Yeni medyanın aynı zamanda diğer iletişim araçlarıyla karşılaştırıldığında özgür bıraktığı bir yapıyı da içersinde bulundurduğunu ifade edebiliriz. Yeni medya gelişmiş ve gelişmekte olan teknolojileri ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Kullanıcılara özgür bir profil alanı sunmakta hem gerçek hem de sanal kimlik oluşturması için bireylere alanlar tanımaktadır. Tanınan bu alanlarla birlikte bireyler bilinmek, görünmek, duyulmak ve anlaşılmak adına kendilerini ifade edebilecek platformlar elde etmektedirler. Yeni medyayı diğer kavramlardan ayıran bir husus da zaman ve mekandan bağımsız olarak enformasyonu etkileşime sokabilme durumudur. Yani birey başka hiçbir bireye ve araca ihtiyaç duymadan kendi iletişim sürecini kendisi yaratmaktadır. İşte bütün bu bahsettiğimiz şeylere destekleyici olarak bireylerin kendisini bir hazine olarak keşfetme süreci bilinme, görülme, duyulma, anlaşılma süreci iletişim kavramının çatısı altında toplanan bir yapıya sahiptir. Bütün bunların yanı sıra ele alınması gereken diğer bir kavram ise değerdir. Bu değer kavramını bireylerin kendisini değerli hissetme arzusu üzerinden açıklayabiliriz.

15


Yaşadığımız birey odaklı olan bu dönemde bireyler kendilerini değerli hissetmek istemektedir. Birey, sürekli olarak değerliyim ve ben buradayım mesajını verir. Herkesin bilinmek, görülmek,duyulmak, anlaşılmak isteği kendisine biçmiş olduğu değer kavramıyla ilgilidir ve bunu yaşadığımız teknoloji çağıyla büyük bir ilişki kurarak medya üzerinden kendisini en iyi şekilde ifade ettiğini ve edebileceğini düşünür birey. Dünyaya geldiğindeki ilk bakışı, ilk gülümsemesi, ilk ağlayışı ve ilk sesi medyayla evrilmiş, dönüşmüş halde karşımıza çıkmaktadır. İnsanlar medya aracılığıyla dile getirdiği her şeyin karşısındaki bireye veya topluma etki ettiğini düşünüp kendisine biçmiş olduğu değeri de buna indirgemektedir. Buna rağmen medyanın kesinlikle yaşadığımız bu dönemde yadsınamayacak bir gücünün olduğunu çok önemli bir noktada etkileme aracı olduğunu bilmekteyiz. Diğer bir açıdan değerlendirirsek hazine kavramının en alt ve en geniş alt katmanında bireylerin düşünceleri ve bu düşüncelere bağlı olarak gelişen ideolojileri yatmaktadır. Çünkü ideolojinin varoluş nedeni yaşam pratiğidir. İdeoloji, bireyin ve toplumun istediği yere kadar ulaşabilen yapıyı içinde barındırır. İdeoloji ve toplumsal sistemin araçları arasında çok önemli bir bağ vardır. Bireyler geliştirmiş ve geliştirmekte oldukları ideolojileriyle eylemsel olarak varoldukları platformlarda da bilinmek, görülmek, duyulmak, anlaşılmak istediklerini de dile getirmektedirler. Kısacası bireyler günümüzde teknolojinin ve diğer katmanların da etkisiyle zamanı ve mekanı belli olmadan kendi enformasyonlarını, öğrendikleri veya onlara öğretilen enformasyonları ister bağımsız olarak ister kitlesel olarak dile getirmek istemektedir. Böylece bilinir, görünür, duyulur ve anlaşılır olmak adına mecazi anlamda cebindeki her türlü etki aracını kullanmaktadır. Birey, kendisine biçtiği değerle, ideolojileriyle ve medya aracılığıyla varolur.

AYÇA SEZER

16



BİR KÖPEKLE YAŞAMANIN MUTLULUĞU Eğer bir köpeğiniz varsa mutlusunuz demektir. Çünkü bir köpekle yaşamak gülmeniz için yeterli bir nedendir. Onun tuhaf ama samimi davranışları sizi güldürmeye, eğlendirmeye yeter. Köpeğiniz sizin en yakın dostunuzdur. Ona her şeyinizi anlatabilirsiniz. Sizin bütün dertlerinizi, mutsuzluklarınızı sonuna kadar dinler hem de hiç cevap vermeden. Onu gördüğünüzde sebepsiz bir mutluluk kaplar içinizi. Sabah evden çıktığınızda akşam onun sizi dört gözle beklemesi kadar güzel bir duygu yoktur. Yollarınızı gözleyen küçük dostunuzu gördüğünüzde bütün dertlerinizi, yorgunluğunuzu unutursunuz. Bazen sadece evde o sizi bekliyor diye hemen eve gitmek istersiniz. Onun sizi karşılaması kadar güzel bir duygu yoktur. Karşılıksız sevgi gösterir size. Küçük dostunuzun da sizden istediği ufak şeyler vardır. Onunla oynamak, onunla ilgilenmek size de ona da büyük keyif verir. Ne kadar yorgun olursanız olun onun küçük isteklerini karşılamak durumunda kalırsınız. Çünkü onun sonsuz ve karşılıksız sevgisi size her şeyi yaptırıyor. Ayrıca köpek sahibi olmak sorumluluk duygunuzu geliştirir. Bazen öyle anlar gelir ki o sizi evde beklediğini bildiğinizde her şeyi iptal edip ona olan sorumluluğunuzu yerine getirmeniz gerekir. Bazen sizin istekleriniz ertelenip onun istekleri ön plana çıkabilir. Küçük dostunuz sizin hissettiğiniz her şeyi hisseder. Sizinle mutlu olur yeri geldiğinde sizinle ağlar. Size olan bağlılığı hiç bitmez günden güne daha da artarak çoğalır. Köpek seven insanların kalbine mutlaka bir pati izi değer. Küçük dostunuz sizin hayatınız için çok önemli bir yere sahiptir. Eğer bir köpekle yaşıyorsanız mutlusunuz demektir. Sizlere tavsiyem mutsuzluğunuza ilaç arıyorsanız bir köpek sahibi olun.

CANSU UĞUR

18


YERİN BAŞIMIZIN ÜSTÜNDE Birçok insan için sadece Türkiye’nin başkenti olarak tanımlanan, benim içinse apayrı bir yeri olan şehirden bahsedeceğim sizlere. Tahmin ettiniz, sözünü ettiğim şehir; Ankara. Evet burada deniz, göz alıcı dağlar, nefes açıcı ormanlar yok. Ama her sokağın, her semtin, her duvarın üzerine kazınmış koca bir tarih var. Bu şehir benim doğduğum, büyüdüğüm ve hala yaşamakta olduğum, her adımda yeniden sevdiğim şehir. Tarihin birçok dönemine tanıklık etmiş, pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış bir yer. Başkentte hayat her gün başka başlar. Her sabah yeni bir filmle başlar hayat, belki aynı belki farklı sonla biter. Bir çocuk için okula gitme sevinci, sevgililer için kavuşma isteği, bir suçlunun gün ışığına ulaşmak için bir gün daha yaklaşması… Ve daha pek çok telaş… Günün her insan için farklı olması gibi düşünceler de farklıdır burada. Belki sonsuz özgürlüğe; denize ulaşma isteği, bu sıkıcı bürokrat havadan uzaklaşma isteği… Ancak unutulmamalı ki; Ankara’da deniz gökyüzüdür. Mavi ihtiyacınızı kafanızı kaldırıp gökyüzüne bakmakla giderirsiniz burada. Herkes bilir ki ev gibisi Ankara gibisi yoktur. İnsanlar işte böylesine bağlıdır bu koca kente. Bu şehirde yaşarken her gün yeni bir şey daha keşfediyorum ve her adımda yeniden seviyorum bu kenti. Ankara sokaklarında gezerken keşfettiğim yeni bir yer, ağaçlardaki her yaprak, gökyüzündeki her bulut, sonbaharda yağan her yağmur ve her sabah doğan güneş, benim için bu kenti farklı kılan şeylerdir. Kısacası özgürlüğü, mutluluğu ve yaşamayı bilenlere tüm güzelliğini sonsuz bir şekilde sunar bu kent. Nerede nasıl yaşayacağınızı size öğretir aslında. Adım adım gezmek, her yeri avucunun içi gibi bilmek ister insan. Elbette bütün bunları nasıl alacağınız sizin elinizde. Eğlenmek, vaktinizi iyi değerlendirmek ve yeni anılar biriktirmek için de size imkanlar sunar. Bunun için uzak yerlere gitmeye gerek yoktur aslında. Çünkü güzellikler yanı başınızdadır. Ankara tarihi yerler açısından da oldukça zengindir. Eskiden burada pek çok kültürün var olmuş olması, tarihi bir çeşitlilikle tanışmanızı sağlar. Ankara’daki müzelerde görülmeye değer pek çok eser yer alır. Etnografya Müzesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Kurtuluş Savaşı Müzesi (I. TBMM binası) bunlardan sadece birkaçıdır. Ankara’nın bürokratik, kasvetli ve memur havasından az da olsa uzaklaşmak ve farklı bir mekanla tanışmak istiyorsanız elbette gideceğiniz yer; Hamamönü. Hamamönü Osmanlı esintilerini içinde barındıran, tarihin yeniden canlandırılmasını amaçlayan bir mekan olarak, evlerinin farklı havasıyla Ankara’da gezilecek yerler listesinde yerini çoktan almıştır.

19


Hamamönü Başkentin Altındağ beldesinde yer alan, şehri tanımanıza ufak açıdan imkan sağlayacak şirin bir mekandır. Burası farklı mimarisi ile göze çarpar, sokaklarında yürürken sizi içine alır ve bambaşka bir dünyaya sürükler. Gezinin sonunu ise bir yorgunluk kahvesi ile tamamlamak isterseniz tercih edeceğiniz mekan; Tahtakale kahvecisidir. Ankara’nın bürokratik, Ankara ile tanışmak ve tepeden bir bakış atmak istiyorsanız, gideceğiniz yer hiç şüphesizkasvetli Ankara ve memur havasından az da olsa kalesidir. Kale Ankara’nın en önemli sembollerinden birisi. Ankara kalesine Samanpazarı yokuşunu uzaklaşmak farklı bir Çengelmekantakip ederek ulaşmanız mümkün. Kale kapısına (Hisar kapısı) geldiğinizde tamve karşınızda elbethan Rahmi Koç Müzesi yer alıyor. Kalenin çevresi hala ilk günkü la gibitanışmak canlılığınıistiyorsanız koruyor. Kapıdan te gideceğiniz yer; Hamamönü. içeri girip binbir zorlukla kaleye ulaştığınızda ise sizi eşsiz bir manzara karşılıyor. Belki de Ankara’yı Hamamönü Osmanlı esintilerini sevmenize daha çok neden olacak bu manzarada muntazam dizimiyle şehir tüm ihtişamıyla karşıiçinde barındıran, tarihin yeninızda adeta parlıyor. den canlandırılmasını amaçlayan bir mekan olarak, evlerinin Kale gezisini tamamladıktan sonra ise aşağı inerken mest edici bir mola mekanına rastlayacaksıfarklı havasıyla Ankara’da genız. Burası Koyunpazarı yokuşunda yer alan ve samimi havası ile dikkat çeken bir mekan; Gramafon zilecek yerler listesinde yerini Kafe. Burası salaş bir mekan olmakla beraber ilginç tasarımı, taş plakları ve kömür sobası ile içinizi çoktan almıştır. ısıtacak sıcacık bir yer. Nostaljik havası ile adeta kendinizi Yeşilçam filmlerinde hissedebileceğiniz Ankara’da yer alan nadide mekanlar içerisinde yer alıyor.

İDİL ÇAM 20



DUYGUSAL İLİŞKİLERİMİZ Biz insanlar yaşantımız süresince çevremizdeki birçok insanla iletişim kurarız ve bunu sürekli isteriz ya da arzularız. Burada ilginç bir nokta var. Bağımlılık. Bağımlılık hakkında aslında daha farklı düşünmeliyiz. İnsanoğlunun doğuştan gelen bir bağlanma gereksinimi vardır. Hayatımızda mutlu veya sağlıklı olduğumuzda, bu veya bu gibi durumları çevremizdekiler ile paylaşmak isteriz bu davranışa gereksinim duyarız. Fakat bunu yapamadığımız zaman, örneğin; bir travma geçirdiğimizde ya da bir şeylerden soyutlandığımızda bizi rahatlatan bir şeyler ile bağımlılık kurarız. Bu duyguya ihtiyaç duyarız. Buna belki akıllı telefonumuzu sonsuza kadar kurcalamak, video oyunları gibi benzer özellikli örnekler verilebilir. Fakat mutlaka bir şeyler ile bağ kuracağız. Çünkü bu bizim doğamızda var. Bu noktada konunun diğer yönüne bakarsak kötü bağlardan iyi bağlara giden yol, birlikte mutlu olduğumuz insanlardan geçer. Bağımlılık, etrafımızda sürekli olan bağlanamama sorununun bir belirtisidir ve belki de çoğumuz hissetmişizdir. Yapılan araştırmalar 1950’lerden beri ortalama bir Amerikalı’nın yakın arkadaşlarının sayısında giderek düşüş olduğunu gösteriyor ve aynı zamanda evlerindeki boş alanlar da giderek artıyor. Gelişen teknoloji ile beraber son zamanlarda özellikle akıllı cihazların da etkisiyle birbirimiz ile olan ilişkilerimiz gün geçtikçe daha çok olumsuz bir hal alıyor. Bir kısa mesaj ile başlayan duygusal ilişkiler bir başka kısa mesaj ile kolayca bitebiliyor. Bu ve bunun gibi unsurların sebeplerini kendi kafamızda masaya yatırmamız lazım. Birbirimizi yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Konumuza geri dönersek kişi, bağımlılığın devamında oluşan ‘’O benim her şeyim’’ ‘’ben onsuz yapamam’’ ‘’onsuz olmayı hayal edemiyorum’’ gibi rasyonel olmayan düşüncelerini, yaşadığı ilişkinin bitmemesi adına devamlı kontrol ederek güvenilirliğini sağladığını düşünüyor. Kontrol etme düşüncesi aslında zannedildiği gibi çok ilgilenmek değildir. Seviyor gibi gözükse de aslında kayıp korkusunun çok net bir biçimde dışa vurulmasıdır. Onu kaybetmemek adına mükemmel sevgili olmaya çalışmak, bunun için çabalamak, her türlü beklentisini karşılamak ve onun her anını doldurarak başkasına muhtaç olmamasını sağlamak isteriz. Aynı zamanda onu kaybetme korkusunun da beraberinde getirdiği davranış biçimimizle hemcinslerimizden uzak tutmaya çalışırız. Sanki, biri onun aklını her an çelebilir diye düşünmeden edemeyiz. Bu noktada bana göre farkında olmamız gereken ilk ve en önemli kriter, ilişkideki davranışları doğru yorumlamak ve doğru analiz etmektir. Analiz yeteneği çok ama çok önemlidir. Bunların farkına varırsak davranışlarımızı daha rahat kontrol edebiliriz. Psikolojik olarak biz, mutsuzluklarımızın sebeplerini gerçekten objektif olarak kafamızda yorumlayıp analiz edersek çözüme çok daha basit şekilde ulaşabiliriz. Olaya kendi penceremizden bakıyoruz. Çok seviyor, ilgi gösteriyor fakat karşılığını alamıyoruz. İlk bakışta ilgisiz bir partner diye düşünülebiliyoruz fakat neden hiç farklı bir açıdan bakmayı denemiyoruz? Üzülerek söylüyorum ki maalesef çoğumuz mutlu etmekten önce mutlu olmaya odaklı hareket ediyoruz. Baktığımız zaman bu basit bir açı değişikliği olabilir fakat çok önemlidir. Mutlu olmaktan önce karşımızdaki insanı mutlu edebilmeye odaklanmak gerekiyor. Karşımızdaki insanı gerçekten mutlu edebilmeye odaklanırsak o mutluluk bize zaten sirayet edecektir.

22


Bağımlılık kokan izole ilişkilerde çevre daralmış, çiftin baş başa geçirdiği zaman artmış, aileler ile iletişim azalmış, arkadaşlar ile iletişim azalmıştır. Bağımlı ilişkilerde ilişki, bağımlılığı artıracak şekilde ilerler. Yani tarafların birbirine muhtaç oluşu, izole olmaya bağlı olarak artmıştır. Bu durum çiftin birbirine olan mecburiyetini de artırır. Bu gibi durumlarda bir tarafta gelecekte belirecek muhtemel duygusal ve düşünsel değişim, diğer tarafı direkt olarak etkiler. Yani bu kadar iç içe olmak, bağımlılık oranını iyice artırır. Bir havuz düşünelim. Havuzumuzda çeşitli musluklar var. Bunlar; aile, iş, arkadaş, sevgili, hobiler, bireysel çalışmalar vb. gibi çoğalan çeşitli musluklar. Eğer 5 musluğu birden kapatıp sadece sevgili musluğunu açarsak bu çok sıkıcı olacaktır ve sadece bu musluk ile hayatımızdaki mutluluk havuzunu dolduramayız. Hem havuz dolmakta zorluk çekecek hem de tek musluğa aşırı yüklenme yaptığımız için o musluk yani sevgili musluğu aşırı tahrip olacaktır ve zarar görecektir. Ki sonra sevgili musluğu kendisinden beklenen aşırı beklentiden dolayı kendisi de mutsuz olacaktır. Kısaca mutlu olmayı sadece partnerimize yüklemek sorunu çözmez aksine daha da kördüğüm haline getirir. İlişkilerinde bağımlı olanlar genelde bir noktadan sonra, partnerlerini aşırı derecede eleştirmeye, onları ilgisiz, kalpsiz ve duyarsız olarak suçlamaktadırlar. Özeleştiriden uzak ve son derece bencil hareket edilir. Çünkü madde bağımlılığında olduğu gibi ilişki bağımlılığında da bir noktadan sonra beklentiler yükselişe geçer. Bu süreçle beraber karşıdaki kişinin pes etmesi, ben sana yetmiyorum demesi ve sonunda ayrılığın geldiği korkunç bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Tabi ki bu noktada ayrım yapılması gereken noktalar olabilir. Geçmişten gelen tecrübesizlik, ilk ilişki, kişinin çevresinin dar olması, asosyal olması, özgüven düşüklüğü, kişinin kendisini yetersiz görmesi gibi durumlar konu dışında tutulabilir. Fakat tabi ki çoğu konuda olduğu gibi bu durumlar da çözüme kavuşturulabilecek şeylerdir. Son olarak sosyal kurtulmadan bahsetmeliyim çünkü bana göre bir şeyler son derece yanlış gidiyor. Daha çok sosyalleşme adına yeterince çaba sarf etmenin ve belki de farkında olmadan girdiğimiz ve içinde kapana kısıldığımız o kafeslerimizden artık çıkmanın zamanı geldi. Bu yaşadığımız doğal olmayan yolu değiştirmeli ve tekrar söylüyorum birbirimizi yeniden keşfetmeliyiz. Bağımlılığın tersi itidal değil, bağlantıdır.

BARAN KARADELİ

23



bestekar sokak sanat

BESTEKAR SOKAK

SANAT


Ah yagmur dönerken kara şarkılar var falımda

hepsi sana, hepsi sana bu gece Ankara VEGA


Sanat, insanın doğa içerisinde sürüp gitmesidir. Jean-Marie Guyau


YARATICI AŞK Aslında… Öğrenme sanatını yaparak ve yaşayarak gerçekleştirmeye yaratıcı drama denir. Drama, Helence yapmak, etmek, eylemek anlamında kullanılan dran sözcüğünden gelir. Tiyatro bilimi çerçevesi içinde drama; özetlenmiş, soyutlanmış eylem durumları anlamını taşır. Türkçe’de kullandığımız “dram” kavramı ise, Fransızca’da sonu “e” ile biten “drame” sözcüğünden gelir. Fransızca’daki sözlük anlamı “Burjuva tiyatrosu” olan bu kelime, halk dilinde aslı “Trajedi” olan “Acıklı Oyun” anlamında kullanılagelmiştir. Oysa dramatik olan ya da drama, insanın her türlü eylem ve ediminde yer almaktadır. Daha ayrıntılı bir tanımla: “İnsanın, insanla giriştiği her tür dolaysız ilişki, etki-tepki alışverişi, araçla oluşan en az düzeyde bir etkileşim bile dramatik bir durumdur. Bu durum nesneler arasında bile saptanabilir. Söz gelimi bir manzarada da ‘dramatiklik’ söz konusu olabilir. 1911’de “Eğitimde Yaratıcı Drama” alanında; sınıfta uygulanan ilk drama dersi niteliği taşıyan ve bir köy öğretmeni olan Harriet – Finloy Johnson’a ait uygulamaları görmek mümkün. Bu ilk drama dersi niteliğindeki uygulama bir tür “Make Believe Play” (öyleymiş gibi yapma)’dır. 1921′de John Dewey’in çocuk merkezli eğitim anlayışı ve oynayarak davranış geliştirme (Acting Behavior), bireyi edilgenlikten kurtaran, bireyin kendisini ifade etmesine olanak sağlayan etkin bir oyun alanı doğuruyordu. Üründen ya da sonuçtan çok, sürece önem verilen bu yaklaşımda, yola çocuk oyunlarından çıkılmıştı. 1943 yılında Ankara İlköğretim Müfettişlerinden Selahattin Çoruh “Okullarda Dramatizasyon” isimli bir kitap yayınlamıştır. Kuramsal kısımlarında Baltacıoğlu’ndan da alıntılarla yapılmış olan bu önemli kitap, Milli Eğitim Bakanlığı ve zamanın eğitimcileri arasında bir hayli etkili olmuştur. Çoruh kitabın son sayfasına, günümüz için de oldukça anlamlı olan şu cümleyi yazar: Böyle bir çalışma hakiki bir iştir ve hakiki bir terbiyedir. Çünkü Profesör İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun dediği gibi “İşin terbiyevisi olamaz, işin hakikisi olur.” 1951 yılında ülkemizde Atatürk kabinesinin Milli Eğitim Bakanı İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun hazırladığı dramanın önemini belirten raporunda “Yazılı metne değil, içinde doğaçlama unsuru olan oyunlara önem veririm.” demesiyle desteklenmeye başlanmıştır. 1954′te Peter Slade, Finlay Johnson’ın “Make Believe Play”ine doğallık boyutunu da katarak, kendiliğindenlik ögesinin ve bugün kullandığımız anlamda doğaçlama tekniğinin işin içine girmesine ön ayak olmuştur.

28


1970′lerde Dorothy Heathcote, dramayı yeniden yapılandırdı ve tanımladı. O, diğerlerinden farklı olarak, çocuk ve ergenlere kendilerini ifade etme fırsat ve özgürlüğünü hemen vermedi. O’na göre, birey önce kendini ifade etmeye hak kazanmalı ve bağımsızlığı için biraz uğraşmalıydı. Heathcote, bu düşünceleriyle otoriter görünebilir, ama o bu yolla öğrencilere güçlerini kullanmayı yavaş yavaş öğretmeyi hedef almıştır. Tabi bu yüzden, “Bu drama mı?”, “Bu yaratıcılık mı?”, “Bu eğitim mi?” gibi soruları ve tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Ancak, Heathcote’un çalışmalarında duyulan duygular ve coşkular gerçek duygulardı ve öğretmen bunu sağlamak için gerçekten rol yapıyordu. Yaratıcı dramada eğitmen/lider vardır. Öğretme işi liderlikle yapılır. Lider de, grubu ortak hedeflere yönelten, hedefleri benimseten, bireyler arası köprüyü oluşturan, dağınık güç ve bilgiyi bir araya toplayıp görevdeşlik yaratan kişidir. Yani sadece etkinliği tasarlamak, uygulamak yetmez. Tüm süreci bilinçli bir şekilde, bilerek yönetmek gerekir. Bilmediğin şeyi yönetemeyeceğin için atölyesini yaptığın kazanımı derinlemesine bilmen gerekir ki grubu bilinçli şekilde yönlendirerek kazanıma ulaşmalarını sağlayabilesin. Grup bilincine dayanan yaratıcı drama; ısınma/hazırlık etkinlikleriyle grup kazanıma uygun duygu durumuna hazırlanıp ardından katılımcıların önyaşantılarından yola çıkaran yapılan rol oynama ve doğaçlamalarla kazanım elde edilmesiyle değerlendirme etkinliğiyle katılımcılardan kazanımı nasıl sağladıklarının dönütleri alınarak sonlandırılır. Atölye katılımcılar için ne kadar kolaysa lider için o kadar zor bir süreçtir. Çünkü grup içerisindeki tüm katılımcıları kazanıma ulaştırma ülküsü liderdedir. Yaratıcı Drama genelde faydalandığı alanlar olan; tiyatro, dramatizasyon ve oyun oynama ile karıştırılıyor. Yaratıcı drama başta söylediğimiz gibi bir eğitim disiplini, bir öğretim yöntemi ve bir sanat eğitim alanıdır. Yaratıcı dramanın en önemli amaçlarından biri de adı üstünde yaratıcılıktır. Yaratıcılık her türlü duygusal ve zihinsel alanımızı kapsar. Yaratıcı yeti insan yaşamının ve insan gelişiminin tüm yönlerini oluşturur. Drama süreçleri katılımcıları hayal gücünü kullanmaya ve yaratıcı düşünmeye yönlendirir. Şimdi size gerçekte yaratıcı dramanın ne olduğunu anlatalım… Yaratıcı drama, ilk derse girdiğin andan son ayrılık anına kadar tüm öğrencilerin çakmak çakmak sana bakmasıdır. Hem de okul öncesinden yetişkin eğitimlerine kadar hepsinde. Yaratıcı drama, “Allah’ım şimdi n’olacak?”larla fısıldaşan sınıftır. Yaratıcı drama, “Öğretmenim, bugün ne oyn’i’caz?”lardır. Yaratıcı drama, “Hocam, herkes mi yapacak bunu?”lardır.

29


Yaratıcı drama, “Öğretmenin, bi’ daha hangi gün gelecem”lerdir. Yaratıcı drama, “Hocam yaa, bi’ günle olmuyo’ her zaman yapalım bunu”lardır. Yaratıcı drama, koca koca kadınların, erkeklerin ıslak gözlerle sana sarılıp “Ne yaptın hocam yaa!”larıdır. Yaratıcı drama, minik yüreklerin sımsıcak sarılıp “Öğretmenim bak bugün ne öğrendim” diye kendi mutluluğuyla seni mutlu etme çabasıdır. Yaratıcı drama, ders bitince “Öğretmenim, bi’şey soraca’m” deyip dakikalarca soru düşünüp “Iııı… Şeyyy… Unuttum” diyerek seni oyalayıp “Hatırladığında sorarsın” deyip sen çıkmak için yeltendiğinde “Hah! Buldum. Şeyyy… Öööğreeetmeeeniiiim, siz kaç yaşındasınız?” deyip sen hemen gitme diye her şeyi yapmasıdır. Yaratıcı drama, “Öğretmenim sizinle geleceğim.” deyip evinin ters yönde olmasından okul kapısının önünde asırlarca sana sarılı kalmasıdır. Yaratıcı drama, hiçbir şekilde dilini, kültürünü, anlayışını, algısını bilmediğin mültecilerin atölye sonunda bebeklerinin içi gülen gözlerle koşarak kucağına atlayıp yarım yamalak Türkçe’si ile “Öyyyretmenim, ben seni çok seviyorum” diye şakımasıdır.

30


Yaratıcı drama, vatanlarından kilometrelerce uzaktaki çocukların “Aaa… Muallim” diye çığlıklar atarak, sanki topraklarındaki savaştan kaçarak kurtuluşa ermiş ve dünyada başkası yokmuş gibi annelerinin, babalarının elinden kurtularak sokakta sana koşarak bacaklarına sarılması, kollarına asılması, sevgiye boğmadan seni bırakmamasıdır. Yaratıcı drama, kocaman bedenlerindeki tertemiz çocuk kalplerini seninkiyle tamamlamak istercesine sıcacık sarılıp “Biz aşk yaşıyoruz”larıdır. Yaratıcı drama, büyük, küçük, minik fark etmeksizin; cinsiyeti hissetmeksizin sevdiğini tüm gönlüyle söylemektir. Yaratıcı drama, birinci sınıf öğrencisinin, sen sınıfın çıkmasını bekleyip sınıfın camlarını kapatıp ışıkları söndürüp montunu giymeni bekleyip “ Hadiii! Seni bekliyorum, niye yavaş davranıyorsun!” diyerek sana olan tertemiz sevgi gösterisidir. Yaratıcı drama, ders bitimi çantasını yavaşça hazırlayıp herkes çıktıktan sonra eve gitmek için merdivendeki arkadaşlarına yetişmek üzere koştuğunu düşündüğün yüreğin oradan sana tüm utangaçlığıyla “Seni seviyorum” demesidir. Yaratıcı drama gönülleri birbirine bağlayan Yaratıcı Aşk’tır.

DRAMA EĞİTMENİ ZAFER BALOĞLU

31



GÖZLERİMİ KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM

Haldun Taner’in yazdığı bu tiyatro oyunu 2. Meşrutiyet’ten 1960’ların sonuna kadar geçen zaman diliminde var olan toplumsal değişimleri iki ana karakter üzerinden anlatır. Vicdani oldukça saf, iyi niyetli, dürüst ve vazifesini yapan biridir. Efruz ise fırsatçı, kendini düşünen ve vicdanını hayatından uzak tutan bir karakterdir. Küçüklükten beri birbirini tanıyan iki zıt karakter onlar. Biri daima yalanla torpille iyi yerlere gelmiş, diğeri ise hiçbir zaman hak ettiğini bulamamış. Vicdani yıllar boyunca vicdanından vazgeçmemiş, haksızlıklara uğramış, insanlara olan güvenini kaybetmiş, paranoyak olmuş ve sonunda delirmiş. İçindeki kişinin peşine düşmüş. Çevremize baktığımızda Vicdaniler ve Efruzlar görüyoruz. Kimi insanların Vicdani yönü ağır, kimileri ise adeta Efruz olmuş. Vicdani’nin son cümlesi kalmış aklımda; ‘’Sakın plak olmayın, plan olmayın. Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım. Siz de gözlerinizi açın, gerekeni yapın.’’ İyi ki gitmişim dediğim ve zevkle izlediğim bir oyun oldu. Haldun Taner’in kaleminin güzelliği, başarılı oyuncular, müzikler ve sahne enerjisi oyunun hala sahnelerde olmasında etkili. Ankara’daki tiyatro izleyicisi gerçekten oyunlara çok ilgili. Eğer hala Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen bu güzel oyunu izlemediyseniz Devlet Tiyatrosu programından takip edebilirsiniz.

AYSU UĞUR

33



MAYIS AYI ETKİNLİKLERİ KONSER

Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars 19 May 2017 Cum 18.00 H.Ü Beytepe Kampüsü Çimlik Alan, Ankara Selami Şahin 19 May 2017 Cum 22.00 Jolly Joker Ankara, Ankara Necati ve Saykolar 19 May 2017 Cum 22.00 6:45 KK Ankara, Ankara Levent Yüksel 20 May 2017 Cmt 22.00 Jolly Joker Ankara, Ankara Athena 21 May 2017 Paz 19.00 ODTÜ MD Vişnelik, Ankara

Hüsnü Arkan 24 May 2017 Çar 21.00 IF Performance Hall, Ankara Koliva 24 May 2017 Çar 23.00 Hayal Kahvesi Ankara, Ankara Can Gox 25 May 2017 Per 22.30 6:45 KK Ankara, Ankara Cem Adrian - Ahmet Aslan 27 May 2017 Cmt 21.00 ODTÜ MD Vişnelik, Ankara

KAYNAK: BİLETİX

DÜZENLEYEN: BURCU YEPYENİ

35



Kadınlar, Filler ve Saireler 20 MAYIS 2017 15.30 20 MAYIS 2017 20.30 21 May 2017 Paz 20.00 Ankara Devlet Tiyatrosu Şinasi Sahnesi Markopaşa Müzikali 21 May 2017 Paz 20.00 Yenimahalle Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Ankara

TİYATRO

İki Bekar 22 May 2017 Pzt 20.00 ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi Kemal Kurdaş Salonu, Ankara

37

Yetersiz Bakiye 29 May 2017 Pzt 20.00 ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi Kemal Kurdaş Salonu, Ankara Pencere 30 May 2017 Sal 20.30 ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi Kemal Kurdaş Salonu, Ankara Ferhangi Şeyler 25 May 2017 Per 21.00 ODTÜ MD Vişnelik, Ankara



karanfIl sokak edebiyat

KARANFIL SOKAK

EDEBIYAT


Duvarları katı sabır taşından Kar altındadır varoşlar, Hasretim nazlıdır Ankara. Dumanlı havayı kurt sevsin Asfalttan yürüsün Aralık, Sevmem, netameli aydır. Bir başka ama bilemem Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat Kalbim, bu zulümlü sevda, Kar altındadır. AHMED ARİF


Edebiyat insanın tutkusu, anlatılamayanı anlatmak, sözcüklere daha önce verilmemiş anlamlar yükleyerek konuşmaktır. Aldous Huxley


EDEBİ MERTEBE Çoğu insanın bildiği ‘’Şiir yazana şair denir.’’ tanımından ziyade şiir yazmanın da ötesine geçmek, adeta edebi bir mertebeye ulaşmak olarak görürüm şairliği. Şair dediğin; fikirlerin başkomutanı, duyguların yoldaşı, yüreklerin kardeşi, kalemin fedaisi ve kâğıdın üstadıdır. İnsan olmanın gereği yaşam boyu gerek dünyevi gerekse uhrevi konulara hâkim olmaktır. Kafamızı meşgul eden sıkıntılar, bir kütük gibi yuvarlanan ömrümüz, yüreğimizdeki başrol oyuncuları, kalp çarpıntıları ve daha niceleri… Bir kâğıt düşünün, üzeri yazılı olsun. Duygudan duyguya götürsün sizi o yazılar. Hatta dizilsin alt alta. Özenle seçilen değerli her kelime… Tıpkı bir genç kızın çeyizi gibi. Bir de saman kâğıdına yazılsın o yazılar. Aynı genç kızın çeyizinin kokusu gibi… Tadından yenilmez değil mi? Evet dediğinizi duyar gibiyim. Hangimiz Attilâ İlhan ‘’Ben sana mecburum’’ dediğinde aslında sevdiğimizi kaybetmenin korkusunun ne kadar yanı başımızda olduğunu hissetmedik ki? Seve seve uğraşmadık mı, Ahmet Haşim’in sembolizm üslubuyla yazdığı şiirlerindeki sembolleri çözmek için? Sen hissediyorsun, şair de yazıya geçiriyor. Bir erkeğin ihaneti ya da bir kadının metaneti… Şair başlı başına bir insan topluluğudur. Kendi kendine kalabalık oluşturabilmiş duygular abidesi, düşünceler medceziridir. Öyle sıcakkanlıdır ki şair, ne zaman bir şiiri ziyaret edilse yaralı bir yürek tarafından, hemen açar kâğıdının kapılarını. Misafirperverdir ayrıca. İkram eder kalemini, tutmak isteyen her insana. Kelimeleri öyle bir istif eder ki gözlerimiz okumaya utanır. Şair uzak ya da yakın her ne olursa olsun kendini hapseder harflerin boşluğuna. Özgürlükçüdür. En güzel şiirlerini yazmak için kâğıdının ve kaleminin ona hükmetmesinden hoşlanmaz. Ancak o kalemiyle kâğıdına meydan okuyabilir.

42


Zaman su gibi akıp giderken, ömrümüz de gelip geçiyor. Cahit Sıtkı’nın da dediği gibi yolun yarısına geldi kimilerimiz. Şair yaşımızı yüzümüze vuruyor bir tokat gibi ve yüzümüzdeki çizgileri aşikâr ediyor ‘’Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?’’ derken. Kimiz, neredeyiz, yerimiz neresi, yurdumuz neresi… İşte tam bu noktada şair yetişiyor imdadımıza bir Hızır gibi. Kimi aşktan ve şaraptan dem vuruyor Divan Edebiyatında, kimi ise insanı göç ettiriyor kâğıda, Halk Edebiyatında. Niceleri gelip geçmiş yeryüzünden. Belki yazdıkları değişmiş birçoğunun fakat duygular aynı kalmış. Nasıl aşk eskiden acı verdiyse şimdi de acı veriyor. Aynı duyguları farklı bir dille ele alıyor şair kimi zaman. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir kültür gibi düşünelim. Bu konuda Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Bir milletin şiiri devirler aşırı elden ele gezen bir meşaledir.’’ sözü yardımcı olacaktır. Şair bu meşaleyi gururla taşır edebiyat ülkesinde. Kime sesleneceğini çok iyi bilir, kalemini çeker kınından ve kâğıdını savunur. Nazım Hikmet ’’Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın.’’ derken ne kadar cesaretlendiriyorsa seni, sen de o kadar yüreklendiriyorsun okuduğun her dizeyi. Aslında şair ile okuyucu yel değirmeni ve rüzgâr gibidir. Şair bir rüzgârdır, okuyucu da yel değirmeni. Şair ne kadar dokunursa okuyucuya yazdığı şiirlerle, okuyucunun iliklerinde ne kadar hissettirirse kendini, o denli tanıtır edebi kimliğini. Okuduğumuz şiirlerde kendimizi buldukça sanki şaire şiiri bizler yazdırıyormuşuz gibi hissediyoruz değil mi? İşte bu sıcaklık, bu samimiyet ve ait olma duygusu kendini var ettirdikçe, şair toplayacaktır yazdığı şiirlerin meyvesini okuyucudan. Şair bir kâğıdın önceden ağaç olduğunu da bilir. Geriye gölgesinde dinlenmek kalacaktır kâğıdın. Bu da şairin yorgunluğundandır ha? Ne dersiniz?

EBRU BEKTAŞOĞLU

43



HAYRETİN DE ÖTESİNDE Âşık olduğumuz bir kelime felsefe… Bir tutku, bir tılsım, bir nefes, bir heyecan, bir gülüş, bir ağlayış, bir haykırış, bir susuş, bir bir bir bir ah bu felsefe… Baharda uçuşan güzel kanatlı kelebek, dağların ardından süzülüp gelen rüzgâr, neleri getirdin bana? Yağmurun sonrasında gelen gökkuşağı renginde neleri gizliyorsun? Ve sen çıplak ayakların ıslak yeşil çimenlerin üzerinde dururken neler okşuyor ruhunu? Uzanıp sırtımı atsam kendimi yere, saatlerce baksam masmavi göğe, içine sığar mıyım? Ve sen yıldızlı gök, böylesine parlarken ışıltın gözlerimin içinde parlıyor yüreğime yıldızlar çakılıyor… Neden kalbim hızla çarpıyor, bu hissettiklerim de ne, bu merak nereden geliyor? Beni hayrete düşüren bunca şey aklımın sınırlarını zorluyor felsefe yapma Ayşegül diyemem ki kendime felsefe soru sorardı cevap arardı. Felsefede cevapların değil, soruların anlamı vardı, felsefeci düşünürdü, merak ederdi sorardı, hayret ederdi, anlamaya çalışırdı, sürekli bir arayış içindeydi acaba evrenin özü neydi ? Arkhe neydi hava mı? Su mu? Ateş mi? Yoksa içime dolan ılık hava mı? Kim bilir. Belki evrenin kaynağı su, belki her şeyi yakıp kül eden ateş… Bu ateştir beni hayrete düşüren belki de o değil mi her şeyi son haline getiren? O sondan neler doğmaz ki… Belki yeni bir yaşam, belki yeni bir evren, belki yeni bir tasarım… Yeryüzünde tek başına doğan, tamamen yabancı dünyada tek başına kalan insan değil miydi, insan önce kendine hayret etmeli o zaman. Göğsünün tam ortasında kalbi vardı hem yaşaması için hem sevmesi için. Aşık da olacak kalbi de atacak, çoğu zaman ölüm gibi bir şey olacak ama ölmeyecek, küllerinden yeniden doğacak. Bedeninin üzerinde taşıdığı o yuvarlak kutunun içinde bir beyni olacak ve ona hayret edecek, ona sorular soracaktı. Neyle varım, neyle benim, ben kimim, bu aynada gördüğüm yüz, beni mi hep düşünecekti insanoğlu ve felsefesini tam da bu noktadan başlatacaktı. İşte o nokta hayret etmekle başlayacaktı. Felsefe başkalarının olduğu yerde nice düşünceler yeşerecekti, kimsenin gözüyle değil kendi gözüyle görecekti o göz kime ait ise o şekilde.

45


Bir gül yaprağının rengiydi belki felsefe kıpkırmızı fışkıran. Bir nehir gibi coşku içindeydi gümbür gümbür bir akıştı, bir devamlılıktı, güneş gibi sıcacıktı, insanın içini ısıtan aydınlıktı, insanı kendiyle buluşturan samimiydi insanı sımsıkı saran. Bir ağacın gölgesi gibiydi düşüncelere dalmak için başımın üstünde duran bir çam ağacının rüzgarda çıkardığı hışırtıydı içimi rahatsız eden sorulardı. Uğrunda baldıran zehrini bir dikişte içecek kadar deli bir tutku… Sen gel bana felsefe ardına kadar açtım kapılarımı sakın gitme benden. Ayrılık ne demek beraber yaşayalım, beraber düşünelim, beraber maviliklere bakalım, beraber bir durgun suda durulalım, beraber bir fırtınada kopalım, beraber rüzgarda uçuşalım. Gir koluma sevgilim ol değerlim ol benim felsefe hayatımın anlamı ol vazgeçemeyişim sende yanıp tutuştuğum sevdalım ol beraber gökyüzüne dalalım beraber kaybolalım kaybolup ayrı ayrı dolaşıp tekrar birbirimizi bulalım gökyüzünde kayan yıldızlar gibi sen bana gel ben sana geleyim ışığınla parlayayım vuslatımız gökyüzü olsun parlak bir yıldız gibi…

AYŞEGÜL SARI

46


YA SENİN BÜYÜN Ana yurdun kalbiysen eğer Nasıl boynun bükük kalır Kahramanlıkların yeriysen eğer Anılmak sana değer Rüzgâr ne yönden eserse essin Anlaşılmak sana değer

SARP DORUK

47



KAPIDAYIM SİDELYA Gitmek istiyorum Sidelya, zamandan mekandan hatta ki kendimden. Kapı eşiğinden çıkmak istiyorum. Yorgunum, kapı eşiğine yığılıp kalmaktan ulaşamamaktan korkuyorum. Ben ulaşmak istiyorum Sidelya koşuşturmayı bırakmak bir yere ulaşmış olmanın mutluluğunu yaşamak istiyorum. Durmak istiyor insan mavi bir kümbet altında, yeşil bir mabet yanında. Ben işte durmak istiyorum Sidelya alnımın değdiği yerden kaderim yazılsın istiyorum. Razı olayım istiyorum, rıza göstere göstere razı geleyim ama ben artık gelmek istiyorum Sidelya. İki arada kalmaktan yoruldum bir arada olmak istiyorum. Eşikteyim Sidelya, yaşamın, hüznün, yorgunluğun aslında kendimin eşiğindeyim. Beni ben eden ne varsa hepsinin eşiğindeyim ve korkuyorum Sidelya bir adım daha atsam ben olmam. Beni ben yapanlar olmaz. Ben olacaklar olmaz. Olsun istiyorum artık, ne olacaksa olsun… Hayırlısı olsun, nasip olsun kısmetse olsun müstahaksa o da olsun ama ben bir şeyler olsun istiyorum. Biliyorum çok şey istiyorum, o kadar çok ki olmayan, olacak dediğim ya da olmalı dediklerim hepsi bir bilinmez, hepsi bekleyen bir adım hepsi… Hepsi işte anla Sidelya kelimelerim de yorgun. Kelimeler de yorulurmuş, dil yorulurmuş. Emekliye düşmüş kelimelerle yaşıyorum Sidelya, emekleye emekleye ilerleyen emek emek ilerleyen kelimeler. Ben anlatamıyorum sen anla! Anlatmak istiyorum en çok da anlaşılmak istiyorum. Tehlikeli anlardan geçip savunmasız anlatmak… Paldır küldür, sere serpe anlatmak istiyorum. Eşiğinden kurtulmuş ben gibi anlatmak istiyorum , anlaşılanlar tarafında olmak istiyorum Sidelya. Bir tarafım olsun istiyorum, sol tarafım sızlamadan, bertaraf olmadan hayatın bir tarafından tutmak istiyorum. Ben tarafımı seçtim Sidelya, eşiğin dışında olmak ve arada ne kaldıysa geride bırakmak… Bırakmak istiyorum ne varsa, yerinde kalsın, eksik kalsın, eski kalsın ama bende bir şey kalmasın istiyorum. Benim olanlar bensiz olsun, beni hatırlayanlar unutsun, beni soranlar bul(a)masın istiyorum. Aranan değil bulun(a)mayan olmak işte tam da bunu istiyorum Sidelya. İstememeyi öyle çok istiyorum ki anlatamam. Evde olmamayı, kim o diye ben sormamayı öyle çok istiyorum ki… Kapım çalınmasın, hatırım kalsın istiyorum. Bir kapı tokmağına vurup üç kere ben demek istiyorum. Saymak istiyorum Sidelya ama yerimde sayıyorum.

49


Yersiz yurtsuz dolaşmak istiyorum, insanlara dolaşıp kalmadan, takılmadan özgürce dolaşmak istiyorum. Birbirine dolaşmış iki harfin arasında ünlem olmak istiyorum. Dikkati çekerken dikkatsiz olmak, ilişik yaşamak istiyorum. Kancalı harflerden kurtulmak istiyorum ruhuma sapladıkları kancalardan… Sidelya, artık gitmek istemiyorum gelsin istiyorum. Ben durayım ne gelecekse gelsin ama O’ndan gelsin. Ben kalayım istiyorum Sidelya… Hüve ile bağlanıp son kez tutunmak istiyorum.

BUĞRA KAAN SERMİHAN

50



NEDEN TARİH ÖĞRENMELİYİZ… Tarih, akıp giden bir nehirdir... Ne bu nehrin akışını durdurabilirsiniz ne de bu akışın yönünü tersine döndürebilirsiniz. Tarih akışı içerisinde bize ulaşana kadar önündeki bütün kalıntılarını toplar bize doğru sürükler, bu yüzdendir ki tarih objektiftir, bu sebeple de tarihi bir olayı ve olguyu objektif şekilde yorumlamak tarihçinin en temel görevlerindendir. İbni Haldun tarihin zahiri manası olarak tarihin bize geçmişi anlatmak olduğunu söyler. İbni Haldun tarihin gerçek manasını inceleyerek, düşünerek, sebep ve sonuçlarını tespit ederek ulaşabileceğimizi söyler, bu son derece doğru bir tanımdır, keza tarihi sadece tek bir kaynaktan okuyarak doğruluğunu kabul etmek veya görgü tanıklarına göre hüküm vermek tarihin gerçekliğine ters düşmektedir. Tarih bir ilimdir, bunu bilerek incelemelerimizde hareket etmeli, bir kimya araştırması gibi tarihi sebep, sonuç, olay, olgu, yer ve zaman kavramlarını deney tüplerinde inceler gibi incelemeli, deney sonucunda ortaya çıkan malzemeyi tarihi belge olarak kabul etmeliyiz. Tarihin bir deniz feneri, bir kutup yıldızı görevinin de olduğu su götürmez bir gerçektir. Toplumlar ve toplumu oluşturan bireyler geçmişine ne kadar hakim ise şimdiki zamanını ve geleceğini de o kadar iyi yönetebilir. Atalarımız yaptıkları ve söylevleri ile aslında bize neler yapmamız, hatta neler yapmamamız gerektiğini açıktan açığa söylerler. Buna en güzel örnek Ulu Önder Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabesidir, hitabe bütünüyle Türk gençliğine öğüt niteliğindedir. Ayrıca Göktürk Kağanı Bilge Kağan’ın yaklaşık 1300 yıl önce verdiği öğütlerde günümüz için ışık tutabilecek niteliktedir. Türk evladı kendi mevcudiyetini ecdadının yaptıklarına borçlu olduğunu bilirse kendi tarihini ve kültürünü gelecek nesillere aktarmada bunu görev edinecektir. Ancak tarih anlayışımızda yanlış olan ve düzeltilmesi gereken noktalar da yok değildir. Bizdeki tarih anlayışında en önemli sorun tarihe bütüncül olarak bakmamamızdan kaynaklanmaktadır. Kimilerine göre tarihimiz sadece Osmanlı’dan ibaretken, kimilerine göre Türkiye Cumhuriyeti tarihi öncesi yoktur, hatta ilk Türk devletleri ise neredeyse yok sayılmaktadır, oysa 2800 yıllık bilinen bir Türk tarihi ve devlet yapısı vardır Tarih boyuncakurduğumuz devletler bir diğer devletin devamı olmuş ve kendinden öncekinin kültürünü devam ettirmiştir, değişen ise sadece başta bulunan hanedanların zihniyeti ve gerçekleştirdikleri fütuhatlardır.

52


Bu ve benzeri sorunları aşmanın yolu da iyi tarihçiler yetiştirmekten geçiyor. Tarihin arka odalarına girecek, tarihin kilitli kapılarını açacak, tarihin tozunu yutarak o tozlu sayfalar arasında dolaşıp yeni dünyalar keşfedecek, bu keşifleri ile geçmişe de geleceğe de ışık tutacak nesiller yetiştirmek gereği yadsınamaz bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Bu topraklar ölümünden bir gün önce dahi elinde kitapları ile çalışmalarını sürdüren asırlık çınar, Halil İnalcık gibi değerler yetiştirmiştir ve inanıyoruz ki daha nice Halil İnalcıklar bu toprağın bağrından yetişmeye devam edecektir. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk yeni Türk devletini müreffeh bir devlet haline getirmeyi düşünürken halletmesi gereken meselelerin en başında dil ve tarih meselesi olduğunu henüz Samsun’a çıktığı gün planlamıştı. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu da bizzat Mustafa Kemal’in talimatlarıyla kurulmuştur. Mustafa Kemal böylece Türk tarihine ve kültürüne ilerlemenin önünü açmış ve bunu da şu sözleri ile dile getirmiştir. “Büyük devletler kuran ecdâdımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdâdını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” Biz Türk gençleri de Mustafa Kemal’in açtığı bu yolda gösterdiği hedefe doğru ilerlemeli, atalarımıza olan ahde vefa borcumuzu ödemeli, bunun için de tarihi çok iyi okumalı, yazmalı ve anlatmalıyız.

CAN USLU

53



BUNA İNAN Bir çocuk düşe kalka, kolları, dizleri yara içinde büyür. Arkadaşı oyuncağını kırdığı için ağlar. Kimse onunla oynamıyor diye üzülür. Yarım saat daha fazla oynayabilmek için pembe yalanlar söyler. Zaman geçtikçe dizindeki o yaralar iyileşir. Bu sefer kalbinde yaralar oluşmaya başlar. Kalbi, hayalleri, umutları kırıldığı için ağlar. Aslında çevresinde çok insan vardır ama kimse onu anlamıyordur. Birine derdini anlattığı zaman sadece “Boşver” diyorlardır ona. Oysaki o dertleşecek bir arkadaş belki de ağlayabileceği bir omuz arıyordur kendine. O da kendince bir çözüm bulmuştur bu duruma; yalan söylemek. İyi değildir aslında ama herkese iyiyim der. Kalbini kıran insanı unutmamıştır ama unuttum der. Unutma o küçük çocuğun dizindeki yaralar nasıl iyileştiyse senin kalbindeki yaralar da öyle iyileşecek. Aslında yaraların iyileşmesi, bazı şeylerin unutulması için zaman gerekir. Hiçbir şey baki kalmaz şu hayatta. Hem kalbin kırılmasaydı, gözyaşı dökmeseydin, o hayatına girmeseydi büyüyebilir miydin? Zaman geçtikçe şunu diyeceksin kendine iyi ki o girmiş hayatıma, iyi ki ben bunları yaşamışım, iyi ki o yarayı almışım. Çünkü şu an daha güçlüsün. Başına gelen her olayda bir hayır var. Hayatına giren her insan sana bir şey öğretti. Her olay, her insan seni daha güçlü yaptı. Buna inan.

ASENA ÜNAL

55


TUTUNAMAYANLARA “Ne ölmek nefessiz kalmaktır, Ne de yaşamak nefes almaktır. Yaşamak, sevilmeyi hak eden birine yaşamını harcamaktır…” Sevmek… Etini, kemiğini yakarcasına sevmek. İnsanoğlunun yaşaması için yeme-içme gibi en temel ihtiyacı. Hayatını devam ettirebilmesinin en önemli gereği… İnsan neden sever? Sevgiyle doyurulmayan, sevgiyle şımartılmayan insan; bu temel ihtiyacını gidermek ister. Aklından kalbine doğru bir hayat damarı kurmak ister. Uzun bir müddet yalnız kalan kalp sevmek, sevgiyi birinin vücudunda zuhur ettirmek ister. Çünkü yaşamak, mutlu olmak, hayata tutunmak ister. Bu nedenle kendisine küçücük bir sevgi kırıntısı verene bırakın kalbini, ömrünü verir. Yapmam dediği ne kadar iş varsa yapar, sevmem dediği ne kadar özellik varsa sever. Çünkü artık âşık olmuştur. “Aşk, sabahlara kadar uyuyamamak değildi aslında, Her sabah uyandığında; Yaşamaktan önce onun gelmesiydi aklına…” “Aşk, sarmaşık gibi yavaş yavaş içine giriyor insanın, yavaş yavaş dolanıyor, yavaş yavaş özünü ele geçiriyor ve sen yok oluyorsun geride sadece aşk kalıyor. Önce aklını, sonra kalbini, sonra bütün hücrelerini ele geçiriyor.”Hayaller kuruyorsun ömründe ilk defa tek başrolü olan. “Koca bir ömrü geçirmek dedikleri gerçeğin altını onla çizmek istiyorsun” Onun sevdiği ne kadar şey varsa hiç yargılamadan, yadırgamadan sevip kabul ediyorsun. Onun hayatındaki en ufak ayrıntıları bir heykeltıraş inceliğinde kazır hafızasının en ince derinliklerine insan. Çayı kaç şekerli içtiğinden kahveyi hangi kıvamda tercih ettiğine, çiçeklerin hangi türünü ne renkten beğendiğinden, takip ettiği diziye kadar bilir. Parmaklarının ellerine oranından, kirpiklerinin birbirlerine olan iz düşümüne kadar bilir. Sadece tek bir şeyi bilemez: Onun artık kendisini sevmediğini.

56


“Her bitiş bir başlangıç filan değildir Bitiş bitiştir…” Aşk, bir mutluluk oyunu olduğu için aşık olan aşık olunanın en küçük ayrıntısını dahi mıh gibi kazır aklına kazımasına da sonun gelişini bir türlü göremez. Aslında başlayan her şeyin bir gün amma iyi amma kötü biteceğini bilmesine rağmen bunu bir türlü kabullendiremez kendine. Bu nedenledir ki kötü olan hiçbir şeyi göremez, düşünmez; düşünmez çünkü bunun felaketi olacağını bilir. Aşk kitabının yazısız ve en çok tercih edilen, tek taraflı fesih hakkının kullanılmasıyla biten ilişkide aşığın bu duruma hazırlıksız yakalanmasından ötürü temel hak ve hürriyeti olan aşkıyla yaşama hakkının elinden alınmasıyla, biyolojik olarak nefes alıp vermekten ibaret olup adına yaşamak dedikleri; zor, anlamsız, hissiz, mutsuz, varlıkla yokluk arasındaki bu illete mahkûm edilir. ‘‘Gidenler sevinçliydi Geride kalanlara karşı ayıp olmasın diye, üzgün görünüyorlardı…’’

ONUR SEMİZ

57



MARY’E VEDA Durdurmak isterdim zamanı sen öyle kollarımda Zülfün soğuktan büyümüş burnumun ucunda Kokun hücrelerime işlemişken Zaman Seni harcadığımızın Ve bir sevdayı yangın yerinde bıraktığımızın farkına varmadan Bir parkın ortasında Birkaç bıçak yarasına daha katlanaraktan Son kez Birer yara daha ekleyip Ömrümüzden birkaç yıl kısaltarak Baktık birbirimize Gözlerimizde kaldı çocuklarımız Hayatımın en anlamsız en intihar sevdası Böyle bitmemeliydi romanımız

TARIK MATEM

59


ANKARA’DAN UZAKLAŞILAN BİR GÜN Serüven başlarken saat 09.00 sularıydı. Üç arkadaşın önceden planladıkları düşüncelerini artık hayata geçirme vakti gelmişti. Bu üç arkadaş çocukluktan beri aynı mahallede yaşamışlar ve birbirlerine sürekli kol kanat gererek yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Artık büyümüşlerdi ve dostlukları perçinlenerek bütün hızıyla devam ediyordu. Bu dostlukları kuran bireylerin isimleri Alper, Şafak ve Onur’du. Saat 09.00’da Alper arabada arkadaşlarını bekliyordu ve çok geçmeden Şafak ve Onur da arabaya intikal etmişlerdi. Kocaeli Gölcük’e çok yakın dostları olan Arda’yı ziyarete gideceklerdi. Arda gölcükte araçların bağlandığı makineleri imal ediyordu. Çocukken arabaları çok sever ve mahallede herhangi bir araçta olası bir durum olduğunda hangi sıkıntısının olduğunu direkt söylerdi. Mahallede lakabı forklift Arda idi. Kendisi bu tanımlamadan mutluluk duyardı. Arda küçüklük hayalini somut yaşamına uygulayarak fabrikalaşmaya başlamıştı. Sadece ilgi alanına giren bu işle ilgilenmiyor aynı zamanda araç alım-satımı ve küçük ölçekli binalar inşa ederek sektör yelpazesini giderek artırıyordu. Üç arkadaş Hilal Mahallesi’nden yola çıkmışlardı. Arabayı kullanan Alper yol üzerinde yer alan belediyenin koyduğu kapaklara çok sinirlenerek yoluna devam ediyordu. Bu sinir kapakların içine araç düştükçe katlanarak artıyordu. Bu kapakların tek bir yerde neden muhafaza edilmediğini bir türlü anlamıyordu. Çünkü bu kapakların fazlalığı hem aracına zarar veriyor hem de olası tehlikeleri beraberinde getiriyordu. Örnek olarak yakın zamanda çok değer verdiği can arkadaşı Mert’i bu kapakları yerleştirenlerin sorumsuzluğu yüzünden kaybetmişti. Olay beş şeritli bir yolda meydana gelmiştir. Araçların 100’ün üstünde sürat yaptıkları bu yolda sol şeritte yer alan logar kapağı tam olarak kapatılmamış ve yarı biçimde açık durmaktadır. Can dostu Mert süratle sol şeritten giderken bu kapanmayan logar kapağına çarparak yaşamına veda etmiştir. Bu nedenden dolayı Alper bu kapaklara algıda seçicilik yaklaşımıyla bakmakta ve en değer verdiği dostunu kaybettiği için bu durumu çözülmesi gereken bir sorun olarak addetmektedir. Alper aracı İstanbul yoluna doğru götürmekte ve gördükleri bir benzin istasyonundan benzin alınması gerektiğini dile getirmektedir. Alper yolda gördükleri bir dinlenme tesisinde durur ve benzin almak için pompaya doğru hareket eder. Alper gelene kadar Onur ve Şafak acıktıklarını hissederek iki tane işkembe çorbası ısmarlarlar. Alper geldiğinde menüye göz atarak bıldırcın ızgara yazısını okur. Hayatında hiç bıldırcın yememiştir. İki arkadaş neden böyle spesifik bir karar verdiğini anlamlandıramazlar. İşkembe çorbaları gelir ve çok lezzetli olduğu yüzlerinden okunan hareketlerle çorbalarını bitirirler. Alper’in bıldırcını hala gelmemiştir. Neden bu kadar geciktiğini dostlarına sorar ve şu cevabı alır ‘’Bu saatte bıldırcını canlı kesecek halleri yok ya derin dondurucudan çıkartmışlardır, ısınmasını bekliyorlardır ondan dolayı gecikmiştir’’ ifadesini kullanırlar. Alper bunları duyunca yeme isteği adeta yerle bir olmuştur. Yarım saat aradan sonra bıldırcın gelmiştir. Alper yüzünü ekşiterek tabağa bakmaktadır. Tabağında bir tane bıldırcın vardır ve yarısı da kemik olarak kendini gösterir. Alper çatal bıçak ile yemeye çalışır fakat her çatal bıçak darbesi kemiğe denk gelmektedir. En sonunda bıldırcını eline alır ve var olan etleri yemeye çalışır. Tabi ki masadan aç olarak kalkacak ve bir daha başka bir yerde bıldırcın gördüğü zaman bu anısı aklına gelecektir. Masadan hep birlikte kalkmışlar ve araca hareket etmişlerdir. Molalarla yaklaşık üç saat süren yol küçüklük arkadaşlarının Gölcük’te yer alan fabrikasında son bulmuştur. Onları fabrikada Arda ve oğlu Mustafa karşılamışlardır.

60


Bu karşılama gayet güler yüzlü ve içtenlikle bir karşılama olmuştur. Fabrika içerisinde birçok metal parça kendini göstermektedir. Bu parçalar bir araya geldiğinde bir bütünü açığa çıkartmaktadır. Makine aracı her iki tarafından tutarak yükseltebilecek güce sahip aynı zamanda araç ile ilgili bir sorun yaşandığında çözümü ortaya çıkaracak madeni bulabilmemizi sağlayan bir yapıyı oluşturur. Karanlık bir merdivenden yukarı çıkarak Arda’nın ofisine ulaştılar. Bu ofiste çok dikkat çekici bir durum Onur’un gözüne çarptı. Arda’nın oturduğu koltuğun hemen yan tarafında kare şeklinde camekanlı bir bölme yapılmıştır. Bu bölme tam olarak aşağıdaki işçilerin çalışma alanını görmektedir. Arda işçilerinin nasıl ve ne şekilde çalıştıklarını yukarıdan izleme yolunu tercih etmiştir. Onur’un tahayyül ettiği ve anladığı kadarıyla işçilerine tam olarak güvenmemektedir. Bu durum Onur’un üniversitede gördüğü bir kavramı duyumsamasına neden olmuştur. Bu kavram Panoptikon olarak adlandırılan bir denetim ve gözetim mekanizmasıdır. Normal tanımlamada bu mekanizma hapishanede uygulanmaktadır. Ortada bir merkez alan kurulmaktadır. Bu merkezden hapishanede yer alan her mahkum görülmektedir. Mahkumlar da izlendiklerini düşündükleri ve gardiyanların müdahalelerine maruz kalınacağını düşündükleri için tavır ve davranışlarını merkez üssünün istedikleri gibi yerine getirmeye başlayacaklardır. Bu durum birey benliğinin ortadan kalkarak merkez üssünün birey bedeninde bütünleşmesini ortaya çıkaran bir durumu beraberinde getirmektedir. Arda da bu mekanizmayı işçilerinin üzerinde hayata geçirmek için kare yapılı camekanı inşa ettirmiştir. Buradan işçileri izlediğini çalışanları da bilmektedir. Bu durum Arda’nın benliğinin işçiler üzerinde tahakküm kurarak denetim mekanizmasının oluşmasını sağlamaktadır. Böylece çalışanlar izlenildiklerini bildikleri için olası bir müdahalenin geleceğini tahmin ederek olmak istemedikleri bir bireyi açığa çıkartmış olacaklardır. Bu durumun sağlıklı bir çalışma alanı ortaya çıkartmadığı ve güvensizlik esasına dayalı bir yapıyı beslediği çok açık görülmektedir. Onur bunları düşünürken bir anda kalkma vakitlerinin geldiğini anlamış ve normal hayata dönmüştür. Arda onları huzur bulduğu, aynı zamanda stresini attığı İzmit’te yer alan değirmen dereye götürecektir. Üç arkadaş buraya geldiklerinde Ankara’nın diplomatik ortamından nasıl bunaldıklarını ve binalar arasında kalan küçük bir insan olarak kendilerini duyumsayacaklardır. Değirmen dere deniz kenarında yürüme alanının yer aldığı, etrafında kafelerin, evlerin, parkların bulunduğu aynı şekilde bireylerin kendilerine huzur depoladığı bir yer olarak kendini göstermektedir. Üç arkadaş burayı o kadar çok içselleştirmişlerdir ki Ankara’da bunaldıklarını ve olumsuz duygular beslediklerini anlamışlardır. Çünkü burada pozitif duyguların açığa çıktığı bir yaşam alanının varlığı Ankara’daki yaşam alanları ile tezat teşkil etmiştir. Burada yer alan parka her yıl Japonlar gelerek ağaçtan bir sembol yapmaktadırlar ve bu sembol her yıl değişmektedir. Bu durum da değirmen derenin kitlelerin bir araya gelerek doğanın verdiği ağaçtan özgün bir sembol yapılabilmesinin somut göstergesi olmuştur. Bu yaşadıklarından sonra üç arkadaş yola çıkma vaktinin geldiğini fark etmişler ve bu durum pozitif duyguların negatif duygulara esir düştüğü bir hâletiruhiyeyi beraberinde getirmiştir.

TOLGA KAL 61


TAN ZAMANI Yağmurun altında uzun bir süre koşup Sırılsıklam yanına vardım Onu gördüğümde Şöminenin ucunda elindeki kırmızı şarabıyla Üryan bir şekilde yaratılmıştı sanki.. Karşımda dikildi Ateşte dövülen bir demir kadar sıcaktı! Ardı kesilmeyen bir hareketsizliğin içinde Öylece bakıyordu.. Yanına yaklaştım Elimi bir katilin soğukluğunda vücudunda gezdirdim! Parmaklarımın ucundaki su damlacıkları Teninde kırıldı.. Ve şehvet döküldü tan zamanında Soğuk bir ter damlasında.. Sırtından akıp gitti Kesilmiş siyah kanatlarından arda kalanlarla! Bütün pencerelerini korkmadan açtı Bedeninde dolaştım.. Zuhru Ferahlayan bir ilkbahar esintisi gibiydi.. Dudakları Dudakları bütün çiçeklerin dans vaktiydi.. O kuğu gibi Zarif boynunu kokladığımda ise Kendimi sonbaharın dökülen her yaprağı kadar Kırılgan hissettim.. Kötü gecelerin kıştan kalan şarapnelleri ise Halen oradaydı Zamanın gerçekliğinde yorgun Ama bir o kadar da keskin! Ve ilk o zaman anlamıştım Dört mevsimin içinde Mahrur kalmanın ne demek olduğunu..

UĞUR AKKAŞ

62



ALTI VE ALTI Yok mudur gecesi bu yerin Yahut turnalar yüzdüren denizin Gelmeseydim yarından evvel buraya Dönmedi yüzü kanadından gelinin Oyuk oyuk çizdi başıma Alaşağı bir dağ sonra iki çukur Yağmur indi eteğine, belki diye kurudur Bir ben estim, bir ben dokundum suyuna Ne bölüştüysem bugünden sonraya Gök yuvarlandı avcuma Tutup üç dirhem yüreğe düştüm Kalkıp sarıldım beşte toprağa Üşümüştüm

GİZEM ARI

64



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.