#DirenGeziParki Taksim Gezi Parkı Hakkında Görüşler
Proje Koordinatörü: Emine Merdim Yılmaz, Ömer Yılmaz Editör: Betül Atasoy, Bahar Bayhan, Derya Gürsel Kitap Tasarımı: Fırat Seymen Teşekkürler: Haydar Karabey Yayın Yılı ve Yeri: 2013, İstanbul Dağıtım: Arkitera Mimarlık Merkezi ©Arkitera Mimarlık Merkezi 2013. Her Hakkı Saklıdır. Bu yayın kısmen ya da tamamen izin alınmadan çoğaltılamaz. Tüm görsel malzemelerinin telif hakkı ilgili yazara aittir ve kendilerinin rızası ile yayınlanmıştır.
İçindekiler
İ
#DirenGeziParkı Arkitera.com Yanında/Yayında
7
Gezi Parkı, Mimarlık ve Siyaset
9
Twitter Müzesi
15
Bir Ağacı Sevmekle Başladı Her Şey
19
Biliniz Duyunuz
23
Kentin Gaspı ve Bir Toplumsal Uyanış Olarak Gezi Parkı Direnişi
27
Geziden Dersler: Ağaç Baharından Katılımcı Kent Yönetimine
31
“Gelecekteki Dekan’a Sesleniş”
37
Bu Kadarını İnanın Biz Bile Beklemiyorduk
41
Taksim için On (Artı Bir) Öneri
45
Taksim’de Doğru “Moment”
57
Venedik’ten Kentli Anarşi Kültürüne: Kişisel Bir Kesit
61
Bir Mimarın/Çapulcunun Talepleri
65
“Oysa kültür dediğimiz şey, kopmalar ve ayrışmalarla değil birleşmeler ve birikmelerle oluşuyor”
73
Başbakanımızın Rol Modeli Kim?
79
Başkanlara Tavsiyeler
83
Çapulcuların Mimarlığı... ve Gençler...
87
#DirenGeziParkı
Arkitera.com Yanında/Yayında Arkitera.com Editoryal Ekibi’nin Gezi Parkı’nda yaşananlar ile ilgili 04 Haziran 2013 tarihli açıklaması.
Yaşanan süreçte, kent ve mimarlık kültürüne sahip çıkma vizyonu ile halkın haklı barışcıl tepkisini umutla, kamu otoritelerinin ısrarcı tavrını kaygıyla izledik. Kent ve ülke yönetiminin “katılımcılık” ilkesinden uzak kent politikalarının “toplum-kamu” yararı ilişkisini zedelediğini düşünüyoruz. Bugün Gezi Parkı mücadelesine zemin hazırlayan gelişmeleri, sadece “Gezi Parkı’nda birkaç ağacın kesilmesine indirgeme”nin eksik olacağı kanaatindeyiz. Türkiye’nin kültürel ve doğal mirasına zarar veren agresif kent politikalarının, inşaat yoğunluğu altında ezilen kentsel alanların, meslek çevrelerini ve bilgiyi dışlayan otoritenin sürecin temelini oluşturduğuna inanıyoruz. Düşlediğimiz kentler için ülke yönetimini sağduyulu olmaya, yaşanan üzücü olayları ivedikle durdurmaya, Gezi Parkı’nın ve tüm kentlerimizin tasarımında ve planlamasında toplumun aktif olduğu, katılımcı, akılcı ve şeffaf bir yönetime davet ediyoruz. Diren Gezi Parkı Arkitera.com Yanında/Yayında Arkitera.com Editörleri
7
8
Gezi Parkı, Mimarlık ve Siyaset Esra Akcan
Türkiye’de iktidarın son dönem politikalarını ve polis şiddetini eleştirenler kendilerine bir sembol seçti: Ağaç.
Sembol
Türkiye’de iktidarın son dönem politikalarını ve polis şiddetini eleştirenler kendilerine bir sembol seçti: Ağaç. Konu elbette ağaçların ötesinde, ama ağaçların bu kadar çeşitli grubun memnuniyetsizliğini birleştirebilen güzel bir sembol olabildiğini gördük. Türkiye’de son 7 gündür ağaç kadar mimarlık da politikanın önde gelen bir aktörü. İktidar uygulamak istediği Taksim projesini ve içindeki Osmanlı Topçu Kışlasını kendine bayrak seçmiş görünüyor. Olaylar devam ederken yazılan bir yazı eksik kalacaktır, ama bir mimar olarak mimarlık portalında, söylenecek onca söze ek olarak, Gezi Parkı direnişinin mimari ve politika arasındaki ilişki konusunda düşündürdüklerini yazıyorum. Bu proje hem kendi anlamı hem sembolleştirdiği anlam açısından protestoların kıvılcımı, iktidarın da cevabının nesnesi. O kadar ki, Başbakan Erdoğan 31 Mayıs olayları üzerine yaptığı ilk açıklamalarında, projeyi tekrar değerlendirmeye açık olmak şöyle dursun onu daha da genişletti; Gezi Parkı yerine Topçu Kışlası’nı yapmakta ısrar ettiğini söylemekle kalmadı, AKM’yi de yıkıp yerine başka bir bina ve alana bir de cami yapacağını söyledi. Protestolar ne kadar hem park hem demokrasi içinse, Başbakanın Taksim hayalleri de hem mimari projesi hem kendi yönetim anlayışının
9
göstergesi. Taksim Projesi’ni beğenen, beğenmeyen ya da çekimser olan onbinlerce insanı bu kadar kızdıran da, Başbakan’ın bu proje üzerinden sergilediği inat.
Katılım
10
“Bunun iznini birkaç çapulcudan alacak değilim.” Başbakan aynı açıklamada Taksim Projesi’ni savunurken böyle dedi. Bu tonda olsun olmasın, Taksim ve Türkiye’nin genelinde kentsel dönüşüm projelerini belirleyen sürecin en büyük sorunu işte bu şekilde katılımdan uzak olması, yani temelinde demokrasikarşıtı bir anlayışı barındırması. Tek elden, kullanıcılara sormadan, katılım toplantıları yapmadan oluşturulan projeler, insanların açık reddine rağmen uygulanıyor. Kent hakkı günümüz demokrasilerinin temel bir parçasıdır, ve seçilmiş bir parti bu hakkı da korumakla yükümlüdür. Düşünür Henri Lefebvre’in 1967 yılında, Fransız sömügeciliğine karşı direniş ve protesto gösterilerinin Cezayir’den Paris sokaklarına genişlemesi bağlamında yazdığı, halkın kent üzerine söz söyleme hakkını koruyan yazısı dünya genelinde temel bir metin olagelmiştir. Türkiye mimarlarından Şevki Vanlı da 1962 yılında, katılımcı proje yapma süreci üzerinde durmasa da, kırdan kente göçetme hakkı, şehri kullanabilme hakkı, şehir servislerine ulaşabilme hakkı, konut hakkı, haysiyetli iş yeri hakkı diye tanımladığı altı temel kent hakkı tanımlamıştı. Katılımcı proje kavramı ise mimarların çuvaldızı kendilerine batırmasıyla tanımlanmıştı. Mimar Giancarlo di Carlo, 1969 yılında verdiği “Mimarinin Halkı” başlıklı ünlü konferansında, şehir mekanı üzerine kararları topluma sormadan alan iktidardan ve onun mimarlarından hesap sorar. Örnekler çoğaltılabilir. Bugün Türkiye’de sayısız kentsel dönüşüm ve “çılgın” projeler ile büyük şehirlerin büründüğü yeni şekil, soylulaştırma, yerinden edilen kentliler düşünülürse, katılımcılık hakkı da en temel kent hakkı olarak benimsenmelidir. Türkiye’nin en önemli meydanı Taksim konusunda, halka açık katılımcı toplantılar düzenlemek şöyle dursun, ilgili meslek insanlarına ve kuruluşlarına bile sormadan, yarışma açmadan yapılan projelerin tepki çekmesi demokrat anlayışın çok doğal bir göstergesidir, kentlinin kentine sahip çıkmasıdır, katılımcılık talebidir. Gerçek katılımcılığı sadece Taksim değil tüm kentsel dönüşüm projeleri için talep etmeliyiz. Gerçek katılımcılık diyorum çünkü katılımcılığın manipulasyona açık bir süreç olduğu dünya
genelinde görülmüştür. Politikacıların herkesin isteğinin orta noktasını buluyormuş gibi yapıp kendi isteklerini dayatmak için hesaplı bir sahne yarattıkları durumlarla da karşılaşılmıştır, işlerin yokuşa sürülerek hiç bir sonuç alınamamasının verdiği bıkkınlıkla da. 1960’larda katılımcı süreçleri ısrarla savunan mimarlar bile, süreç boyunca kendi bilgi ve birikimleriyle verebilecekleri katkının marjinalize edilmesini eleştirip ilk heveslerini yitirdiklerini söylemişlerdir. 21. yüzyılın gerçekten katılımcı proje platformunun nasıl olabileceği belki henüz belli bile değildir; zordur, yavaştır, herkesin konuştuğundan daha çok açık fikirle ötekini dinlemesini gerektirir; mesleğin onca yıl okutup yetiştirdiği uzmanların bilgisine de, toplumun farklı kesimlerinin dillendirdiği isteklere de saygı duymayı gerektirir; ama tepeden-inme projelere karşı durmanın çaresidir. Diğer bir deyişle, bugün iş katılımcılığı kabul etmekle bitmeyecek, neredeyse orada başlayacak, 21. yüzyıl katılımcılığını, her farklı durum için etkin ve dürüst bir katılımcılığın sürecini aramayı, düşünmeyi, tanımlamayı gerektirecek.
Park Yerine Kışla
“CHP’nin yıktığı Topçu Kışlası’nı, biz geri yapacağız.” Başbakan protesto olayları üzerine yaptığı ilk açıklamada bunu söylerken projesinin iktidar istencinin bir parçası olduğunu gizlemedi. Tarihindeki olaylar sırasında kısmen zarar görmüş Topçu Kışlası’nın 1940’lı yıllarda Henri Prost’un tasarladığı Gezi Parkı için yıkılmasına benzer kararlar, Cumhuriyet mimarlığı üzerine yazılan kitaplarda tartışılmış ve tartışılmaya devam etmelidir. Tarih hatalarla dolu da olabilir; Türkiye’de kent ve mimarlığın çok defa tepeden inme projelerle biçimlendiği zaten söylenmiştir, ve bugün tüm demokratikleşme sözlerinin telafuz edildiği ortamda bile bu şekilde devam ettiği görülmektedir. Prost’un projesi Toplu Kışlası’nı kaldırmıştır, ama kente nefes almasını sağlayan, meydanı genişleten, kentlilerin, özellikle de kadınların (Prost için önemli bir nokta) kamusal dinlence mekanını kullanmalarını destekleyen geniş bir yeşil alan kazandırmıştır-- ki bu alan şimdikinden çok daha büyük ve sürekli idi. (1952-55 yıllarında yapılan mimarlık tarihinin dönüm noktası Hilton Oteli için prestijli, güzel manzaralı ama bu yeşil alanın sürekliliğini kısıtlayan bir yer seçilmesi ile ilk küçülmesini yaşamıştı.) Bugün Gezi Parkı’nın ortadan kaldırılıp yerine eski binanın
11
tekrar yapılma isteğinin arkasındaki sebep bir alanı bilinen orijinal haline döndürmek olsaydı, Ayasofya’daki minarelerin kaldırılması da istenebilirdi. Binaların da bir dili vardır, ve bir bina ya da bir uslup bir anlamla yüklenmişse bu anlamın toplum belleğinde kalıcı bir etkisi olur. Başbakanın Cumhuriyet döneminde yapılmış bir parkı değil Osmanlı döneminde yapılmış bir binayı tercih etmesinin arkasındaki neden ağaç karşıtı olması değildir herhalde, ama çok da tesadüfi olmasa gerek. Burada inşaat yaparak rant sağlama isteği, binanın içi ister AVM, ister otel, ister rezidans olsun geçerlidir; kamuya açık bir alanı özelleştirmek anlamına gelir. Zaten öyle görünüyor ki, binanın ticari işlevinin detayları değil, daha Belediye Başkanı iken gördüğünü ve çok beğendiğini söylediği çizimlerindeki uslubu Başbakan için daha önemli. O Taksim Meydanı’nın cidarları Cumhuriyeti değil Osmanlıyı temsil eden bir tarzda olsun istiyor gibi görünüyor.
AKM
12
AKM’yi yıkma ve yerine modern uslupta olmayan belki Barok diye adlandırılan bir uslupta olan yeni bir bina yapma isteği de böyle bir meydan projesi ile örtüşüyor. Böylece Taksim Meydanı’nın çevresindeki binalar birbiriyle uyumlu (tektip?) ve Osmanlı’yı anımsatan bir tarzda olacak. Bu kadar merkezi, yakın geçmişte bu kadar olaya tanıklık etmiş bir binayı yıkmak toplumun modern belleğini silmeye çanak tutacaktır. John Ruskin “Mimarlık olmadan yaşayabiliriz, ama o olmadan hatırlayamayız” derken böyle birşeyi kastetmiş olmalı. 1956-69 yılları arasında yapılmış, 1970 yılında çıkan yangın nedeniyle başlayan onarımlar sonucunda 1977 yılında tekrar açılmış (yani çok genç), ayakta duran bir binayı güncelleştirmek yerine, yıkıp bir başkasını yapmanın ekonomi ve çevre açısından pek bir dayanağı yoktur: böyle kararların genelde hem daha pahalı hem kaynakları tutumsuz kullanan sonuçlar doğurduğu tespit edilmiştir. Hatasız bina olmaz, ama umarım AKM’nin korunmasını uzun uzun savunmanın gerekeceği günleri görmeyiz. Her ihtimale karşı, madem söz usluptan açıldı, sadece bu konu hakkında sadece bir yorum yapayım. AKM’nin yıkımın hedefi olmasına büyük oranda iktidarın uygun bulmadığı görünümü neden olmuş gibi duruyor (yeni bir inşaatın bazı müteahhitlere kazandıracakları dışında). Oysa Cumhuriyet tarihinin önemli günlerine tanıklık
etmiş, toplum belleğine kazınan fotoğrafları da gösteriyor ki AKM bir modern meydan binası. Örneğin 1 Mayıs’larda üzerine asılan büyük posteri hatırlayın. AKM’nin cephesi de çatısından asılan sessiz bir tül gibidir zaten, farkı günlerde farklı posterlerin asılmasına olanak tanıyan, hatta bunu teşvik eden bir arka zemin gibi. Girintili çıkıntılı olmayan, konsollarla, kubbelerle, yuvarlak ya da eğimli yüzeylerle süslenmeyen yalın ve düz cephesi, neredeyse önündeki meydanda olacaklara bir fon olmayı istercesine, belki de her farklı kutlama ya da protesto için farklı bir yüze bürünmeyi kabul edercesine tasarlanmıştır. Bu yüzden modern demokrasi hareketlerinin vucut bulacağı, çoksesli bir toplumun kendi kararlaştıracağı olağan ya da olağanüstü etkinlikleri düzenleyeceği bir meydan için son derece uygun bir görünümü vardır.
13
14
Twitter Müzesi Barış Altan Sürekli belgesel izleyip caz dinlediğimizden olsa gerek, genelde restore edilecek çoğu eski eser ve inşa edilecek kamusal bina için bir kültür merkezi işlevi öneriliyor son yıllarda.
Hiç olmadı bir köşesine bir kültür fonksiyonu sıkıştırılıyor. Bu fonksiyon, geleneksel el sanatları ürünlerinin satış mekanlarından daha sofistike olan müzeciklere varan bir yelpazeyi kapsıyor. Gezi Parkı’na yapılması düşünülen Topçu Kışlası için de bu öneriler yelpazesi, şaşırtıcı olmayan bir şekilde gündeme geldi. Taksim Meydanı ve Topçu Kışlası projesinin yoğun olarak gündeme geldiği günlerde, Haliç Metro Köprüsü’nün da mimarı olan Hakan Kıran’ın “alternatif” projesi basına yansıdı. “Her yeri yıkalım meydan kalsın” başlığı ile verilen projede, “Gezi Parkı’nın kot farkından yararlanıp yarı gömülmüş kafeler inşa edilebileceği, kitap, çiçek ve geleneksel ürün satışlarının yapılabileceği” belirtilmekteydi. (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20056728. asp) Kendisi, yakın çevresi ve bir grup müteahhit dışında toplumun büyük kısmının sinirlerini hoplatan AVM seviciliği, Başbakan tarafından da, en azından söylemde bir nebze olsun terkedilmeye başlandı. Çok değil bir ay önce, Topçu Kışlası’nın AVM olacağını yineleyen Başbakan, Gezi Parkı Direnişi başladıktan sonra, kışlanın otel olacağını, altına şehir müzesi yapılacağını açıkladı. Ancak, AVM rüyasından tamamen vazgeçmemiş olduğunu ise şu cümlelerle ifade etti; “Buraya insanlar geleceği
15
16
için alışveriş mağazaları da olmalı. Halı mağazası vs. Ama bunların modern olması lazım. Rastgele değil”. Bu cümlelerdeki “halı mağazası”, “modern mağaza”, “rastgele olmayan mağaza” tanımlamalarının ne olduğunu, akıl sağlığımızı yitirmeden boş bir vaktimizde anlamaya çalışmalıyız. Genel bir tanımlama olarak kültür merkezi, daha spesifik olarak ise müze, “masum” bir işlev olarak sunuluyor, çünkü özünde ticari değil, rant içermiyor. Fakat bolca kültür merkezi yapmak isteyen yerel ve merkezi hükümetin, ülkedeki kültür arzı ve talebi hakkında bir fikri olmadığını bilmek zor değil. Ek olarak, özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı bir müze bile, hem müzecilik alanında ne kadar bilgisiz ve beceriksiz olduklarını, hem de aslında müzelerin hiç de “masum” işlevler olmadığının güzel bir ispatı. Bahsettiğim müze Panorama 1453 – Tarih Müzesi. Hamaset dolu bir tarihin anlatıldığı bu müzede, çeşitli ideolojik ve dinsel öğelerle desteklenerek ecdadımızın savaşçı fetih ruhu vurgulanıyor. Müzedeki tarih anlatımında ise çeşitli maddi hataların yapıldığı, alanında yetkin isimler tarafından eleştirilen, müzenin başka sorunlu bir yönü. Bu müze bile tek başına gösteriyor ki, müzeler “masum” kültür mekanları değildir. Toplumun inşasında önemli rol oynayabilirler. Türkiye’de bulunan ciddi sayıdaki etnografya müzesi de bu durumu açıklar niteliktedir. Sözün özü, Topçu Kışlası AVM değil de, “otel altı müze” veya “müze üstü otel” olacaksa bile, bu kullanım kışlanın inşaatını hiçbir şekilde masumlaştıramayacaktır ve meşrulaştırmayacaktır. Ayrıca, Suriçi’nin tarihini bilenenden 6.500 yıl daha eski olduğunu ortaya koyan kazılarda çıkanlara “çanak çömlek” diyen bir zihniyetin kuracağı şehir müzesinden ne hayır gelebilir ki? Bu noktada, bazı basın mensuplarının da bir an önce bu “şehir müzesi” söyleminin arkasına takılmayı bırakması gerekiyor. Çünkü AVM, halı mağazası, otel, müze veya buz pateni pisti, Gezi Parkı’na ne inşa edilirse edilsin, Nagehan Alçı’nın iddia ettiğinin aksine, yeşil artmayacak, inşaat nedeniyle ağaçlar kesilecektir. Gezi Parkı Direnişi, birçokları gibi beni de Twitter bağımlısı yaptı. Sanırım biber gazının da etkisiyle tavan yapan yaratıcılık sonucu yazılan tivit’leri, hem gülmekten hem de bu yaratıcılığın ve destek ruhunun yarattığı umudun sonucu olarak ağlayarak okuyorum. Benim önerim Gezi Parkı’na illa bir müze yapılacaksa, açık alanda bir Twitter Müzesi yapılması. Her biri büyük bir yaratıcılık ve zeka parıltısı içeren binlerce tivit’in sergilendiği
bir müze hayal ediyorum. Böylece binlerce twit sanal dünyanın büyüklüğü içinde kaybolup gitmez.
17
18
Bir Ağacı Sevmekle Başladı Her Şey Ezgi Aydoğan Ben doğada olup bitenleri gözlemleyen, doğadaki her bir değişimi mevsimleri, yağmurları, ağaçları yaşama sevinci sayan bir ailede büyüdüm.
Belki de bana en çok öğretilen şey buydu; ağaçları, çiçekleri, kuşları kendi çocuklarıymış gibi sevmeyi öğrettiler bana. Bir çocuk için dalından kopardığı elmayı bir ağacın kollarında ısırmak kadar keyiflisi yoktur ya, işte onu öğrettiler. Günün birinde benim gibi bir grup insan gölgelerini satmak istedik ağaçların altında buluştuk. Bizler ağaçlarında gölgesinde oturmak isteyen bir grup insandık. Bizler her gün yüzlerce binlerce insanın geçtiği bir meydanın katılımcı bir yöntemle tasarlanması için bir araya gelen bir grup insandık. Öyle bir gruptuk ki önce birlikte ağaç diktik, sonra birlikte biber gazıyla tonlarca suyla mücadele ettik, sonra yerdeki çöpleri topladık, sonra da el ele bir şenlik kutladık. Belki de Gezi Parkı tarihinin en kalabalık günlerini yaşadı. Hiç tanımadığım onlarca yüzlerce insanla bir haftadır inanılmaz bir güç birliği içindeyiz. Gece uyuyunca, 10 dakika Twitter’a bakmayınca suçluluk hisseden, evlerimizin kapısını hiç tanımadığımız insanlara açan, gazlardan TOMA’lardan el ele kaçan bir grup insanız. Çevreye zarar verenlere engel olmaya çalışan, “Sakin Olun” sloganıyla birbirlerini sakinleştiren, dükkanındaki her türlü tıbbi malzemeyi, gıdayı sokaktaki insanlarla paylaşan bir grup insan. Onlarca insan bir apartman boşluğunda boğulmak üzereyken evinin kapısını bizlere açan bir grup insan.
19
20
Taksim’de biber gazına, TOMA’lara mağruz kalacağını bile bile yürürken öğretmeniyle karşılaşmış insanlar gördüm ben. Çocuklarının ellerinden tutup gelmiş insanlar... Tüm bunları gözleriyle görmüş biri olarak bu olayları 3-5 çapulcu diye özetlenmesini kabul edemiyorum. Zaten her şey bu kabul edemeyişle başlamadı mı? Arkadaşının tonlarca suya maruz kaldığını öğrenen herkes evinden çıkmaya, Taksim’e gelemese de tencere tava çalmaya karar verdi. Bir parkla başladı herşey ve kilometrelerce uzakta sokağa döküldü insanlar. Bu bir arada olabilme duygusuyla gurur duymak gerekirken utanıp görmezden gelmeye çalışmak kabul edilemez. Mücadele sadece bununla da sınırlı kalmadı. Bir ünlünün aldığı arabanın parasına, kıyafetinin püskülüne kadar herşeyi gösteren televizyon kanallarında biber gazı kapsülleriyle yaralanan arkadaşlarımızı göremeyince tüm dünyaya duyurmaya karar verdik sesimizi, duyurduk da. Biz apolitik gençler bu olaydan öyle çok şey öğrendik ki... Birlikte olunca kazanabileceklerimizi, “Sen mi değiştireceksin” bu dünyayı bakış açısının yersizliğini hepsinden öte sesimizi çıkarmamız gerektiğinde evlerimizde oturmamayı öğrendik. Şimdi bize dayatılmayan çalışan her türlü fikir, proje, düşünce için sesimiz daha güçlü. Gurur duyulması gereken bir hareketin içinde, bir ağacı sevmekle başladı herşey. Bu yazı uzaklardan çok uzaklardan burada olup bitenleri göremeyenler için. Görmek isteyip de göremeyenler, kulaklarını tıkayıp gözlerini kapatanlar, görüp de görmezlikten gelenler için.
21
22
Biliniz Duyunuz Esra Ekşi Balcı
Gerek 3 Haziran 2013 sabahı Recep Tayyip Erdoğan’ın, gerekse öğleden sonra Hüseyin Çelik’in yaptığı açıklamalarda Gezi Parkı’nda yıkımın başladığı güne kadar kimsenin sesinin çıkmadığı konusunda yalan söylemişlerdir.
Bilinmesini ve duyulmasını isterim ki kent hareketi kadın, Kürt veya çevre hareketlerinin çok gerisinde ancak 2000’li yılların başında organize olabilmiş bir harekettir. Gerek 3 Haziran 2013 sabahı Recep Tayyip Erdoğan’ın, gerekse öğleden sonra Hüseyin Çelik’in yaptığı açıklamalarda Taksim Kışlası Projesi’nin 2011 yılı seçim vaatleri içinde olduğu belirtilmiş ancak o günden, yıkımın başladığı bugüne kadar kimsenin sesinin çıkmadığı söylenmiştir. Sadece 2010 yılından bu yana kent hakkı mücadelesi içinde olan biri olarak bunun kocaman bir yalan; ötesinde mesleğine, mesleğinin etik değerlerine sahip çıkan uzman kişiler ve kentine mahallesine, parkına, yeşiline sahip çıkan kentliler için bir iftira olduğunu gönül rahatlığıyla söylüyor ve bunu herkes bilsin istiyorum. İstanbul ve Anadolu’nun tüm kentleri ne işe yarayacakları meçhul beton bloklarla sarılmaya, tarihi ve doğal değerler insafsızca yok edilmeye başladığından bu yana; insanlar yaşadıkları çevrelere sahip çıkmak için tekil ve küçük mücadeleler içine girdiler. Bu mücadeleler, sadece kendi kendine eylem yapmak değildi. Davalar açıldı, hukuki tüm süreçler zorlandı ancak uzman sivil toplum kuruluşlarına, vatandaşlara danışılmadan çıkarılan rant yasalarıyla, yağma devam etti, ediyor. Hukuki yollar, hukukla hukuksuzlaştırıldı. Kentler ve doğal alanlar; suyuyla,
23
24
ağacıyla, tarihi mirasıyla ve dahası içinde yaşayanlarla birlikte bir pazarlık nesnesine dönüştürüldü. Hiç şüphesiz ki sokağa dökülen milyonlarca insanın sesini duymakta zorlanan Başbakan’ın, 200-300 kişilik grupların seslerini duyması, onların haklı davalarında yanlarında olması mümkün olamamıştı. Ancak bugün olanlar özellikle görme ve işitme duyuları kapalı olan baskıcı iktidara rağmen ümit vericidir. Peki bugün ne oluyor? Aslında bunu anlatmaya çok lüzum görmüyorum, artık hepimiz duyuyoruz ve görüyoruz. Sadece bazılarımız anlayabiliyor bazılarımız ise anlamaya çalışıyor. Siyaset-üstü bir kitle, altında ezildiği, görmezden gelindiği ya da görülecekse hor görüldüğü bu baskıcı rejimi protesto ediyor. Bunu yaparken; kitap okuyor, börek dağıtıyor, müzik yapıyor, dans ediyor, yaratıcı sloganlar üretiyor. En önemlisi ise, daha önce tecrübe etmemiş olduğu muhteşem bir dayanışma ruhu sergiliyor. AKP’nin saldırgan tavrına karşılık ortaya çıkan bu hissiyat, farklı düşünen, birbirini görmezden gelen birçok kişi ve grubun birlikte hareket edebileceklerini gösterdi. Yarın belki yine herkes kendi yoluna gidecek ama bugün bu mücadeleyi verenler, bu kuşak tarihte 13’ler diye anılacak, buna şüphe yok. Bu hareket sadece baskıcı rejime karşı demokratik kazanımlarla değil, barışın toplumun tüm kılcallarına yayılmasıyla sonuçlanacak. Bundan böyle biri, diğerinin derdini daha çok umursayacak, onu anlamak için çaba harcayacak. Çünkü bu günler geçtiğinde, umursanmamanın, derdini anlatamamanın ne olduğunu tecrübe etmiş kitleler, bu durumu değiştirmek için tonlarca biber gazına maruz kalmış, pratik savunma yöntemleri geliştirmiş, kapısını hiç tanımadığı insanlara açmış, kısacası günlerce birlik içinde, omuz omuza mücadele vermiş olacaklar. Bunların tümü de geleceğe ümitle bakmak için yeterli nedenler. Son 3 yılda doğa, tarih ve kent yıkımlarına karşı yürütülmüş ancak iktidar tarafından görülmemiş duyulmamış sadece birkaç mücadeleyi aşağıda görebilirsiniz. Çok daha fazlasını kendiniz araştırıp bulabilir, kent hakkını aramaktaki haklılığı anlayabilirsiniz.
Büyük Anadolu Yürüyüşü - https://www.facebook.com/vermeyoz/photos_stream 2 Milyon İstanbullu - http://eksisozluk.com/2-milyon-istanbullu--2447772 Ayağa kalk - http://www.youtube.com/watch?v=WNNQ4c84vAA Alanoi Hareketi - http://www.dogadernegi.org/allianoi-suya-gomulemez.aspx Başka Bir Köprü Mümkün - http://haber.gazetevatan.com/halic-metro-koprusunecagri/435167/1/Gundem Çeşitli uzmanlık kuruluşlarının gezi parkı için yapmış oldukları yasal ve hukuki başvurular; http://www.europanostra-tr.org/files/file/03-02-2012-EN-ICOMOS%20ortakmetin. pdf http://www.europanostra-tr.org/files/file/08-02-2012%20BAD-Kurul%20Basvurusu. pdf Mahalle derneklerinin mücadeleleri - http://istanbulkenthareketleri.wordpress. com/page/2/
25
26
Kentin Gaspı ve Bir Toplumsal Uyanış Olarak Gezi Parkı Direnişi Bahar Bayhan
28 Mayıs’ta Gezi Parkı’na girip ağaçları sökmeye çalışan ekibi durdurmak, Gezi Parkı’na inşa edilecek Topçu Kışlası projesine karşı koymak için başlayan direniş bugün bir halk ayaklanmasına dönüşmüş durumda. Başbakan’ın ısrarla CHP’li ve CHP’nin uzantıları olan örgütler olarak nitelendirdiği ve Türkiye’nin her yerinde direnişe imza atan toplumun neden bu şekilde kenetlenerek direnişe geçtiğini sorgulamak gerekir. Gezi Parkı’nda ‘birkaç ağaç’ı savunmak olarak başlayan eylemler, projeden geri adım atmayan İBB ve Başbakan’ın tavrı ile eylemler karşısında polisin uyguladığı şiddet sonucunda alevlenerek ülke çapında yankı uyandırdı. “Neden bir park eylemi tüm Türkiye tarafından sahiplenildi?” diye sorarsak yanıtı basit. Gezi Parkı da Topçu Kışlası projesi de artık birer semboldü. Tüm Türkiye aslında son 30 yıldır gaspedilen hakları, yaşam alanları için mücadele veriyordu. Bu mücadelelerden biri elbette Gezi Parkı direnişinin de temelinde yer alan herkesin erişimine açık, toplumun her kesiminin kullanım hakkı olduğu kamusal alanların ele geçirilmesine karşıydı. Marx, ünlü eseri Kapital’de feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde İngiltere’de köylülerin ortak alanlarına nasıl ve hangi yöntemlerle el konulduğunu yazmıştı. Köylülerin kollektif üretim ve yaşam alanları olan toprakları, birçok kanlı yasa ile ele geçirilmiş
27
28
ve bireysel mülkiyet hakkı ile kullanım değerinden değişim değerine indirgenerek rantın kurbanı olmuştu. Marx’ın analizine geri dönüp bugünü değerlendirirsek aslında büyük bir paralellik kurmuş oluruz. Tıpkı köylülerin ortak alanlarının çitlenmesi gibi bizim de kentsel kamusal alanlarımız sermaye ve işbirlikçi kent yönetimleri tarafından ‘ekonomik gelişme’, ‘ülkenin gelişimi’ gibi söylemlerle ele geçirildi. Bugün de Gezi Parkı direnişiyle sembolikleşen mücadele gaspedilen tüm kamusal alanlarımızı, haklarımızı geri almak üzerine. Dolayısıyla bu süreçte direnişin haklı taleplerinden biri de ‘Kent Hakkı’ talebi oldu. Kent hakkı kavramı 1968’de Henri Lefebvre tarafından ortaya atılmıştı. Lefebvre’e göre kent hakkı geleneksel kentin talebinden ziyade karşılaşma mekanı olan, kullanım değerinin öne çıkarıldığı, ortak yaşam pratiklerinin mekanı olan bir kent tahayyülüdür.* Lefebvre’nin kent hakkı kavramını bugün yeniden tartışmaya açanlar arasında yer alan David Harvey ise kavramın, basit bir hukuki talep olmadığının, ahlaki talep olduğunun üzerinde durur. “Kent hakkı, kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ayrıca bireyselden çok ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek üzer eortaklaşa bir gücün kullanımına dayanır.”** Kent hakkı kavramını bugüne uyarlayanlardan biri olan Margit Mayer ise Harvey’in tanımlamasına ek olarak kent hakkının, bir yeniden dağıtım aracı olduğunu, dolayısıyla tüm insanlar için değil, ondan yoksunlar ve ona ihtiyacı olanlar için sahiplenilecek bir hak olduğunu söyler.*** Bugünkü mücadele de, bir ortak alan olan kenti rant aracı haline getiren, toplumun farklı kesimlerinin karşılaşma, ilişki kurma alanını sınırlayan, katılımcı olmayan yollarla ortaya çıkan tüm uygulamalara karşı verilen bir kent hakkı mücadelesidir. Şimdi ‘Sayın Başbakanımız’ “Ne oldu da 2 günde bu insanlar ayaklandı?” diye soruyormuş. Merak etmeyin Başbakanımız, yediğimiz gaz bombalarının etkisi değil bu. Sadece kentine ve geleceğine sahip çıkan halkların dayanışması.
*Lefebvre, H. (2011) “Kent Hakkı” http://www.egitimbilimtoplum.com.tr/index.php/ ebt/article/view/449/pdf **Harvey, D. (2013) “Kent Hakkı” http://www.sendika.org/2013/05/kent-hakkidavid-harvey/ ***Mayer, M. (2011) “Kentsel Toplumsal Hareketlerde Kent Hakkı” http://www. egitimbilimtoplum.com.tr/index.php/ebt/article/view/450/pdf
29
30
Geziden Dersler: Ağaç Baharından Katılımcı Kent Yönetimine Erbatur Çavuşoğlu
Meydan Okumak-Meydanı Okumak
Taksim Gezi Parkı direnişi şimdiden birçok kazanımları olan bir mücadele, bir tür Vaka-i Hayriyedir. Ağaç Baharı’na meydan okuyan iktidar, meydanı okuyamamıştır. Ancak bugünden itibaren siyasetçiler üsluplarını, belediyeler projelerini, akademisyenler ders içeriklerini, sivil toplum işlevini, aktivistler eylem biçimlerini yeniden düşünüp güncelleyeceklerdir. Toplum olarak dayanışmanın ve barışcıl tepkinin gücünü, medyanın yüzsüzlüğünü, polis devletinin sakıncalarını pekiştirmiş olduk. Ölümler, sakatlıklar, ağır yaralanmalar ve çekilen onca acı ve sıkıntının karşı kefesine ne koysanız dolmaz ve bu olaylar hayırlı olmuştur denilemez aslında. Ama yarın başka bir Türkiye, başka bir kent, başka bir şehircilik ve mimarlık olacağını söylemek mümkün.
Hatıralar Mekanı
Taksim bana göre bir hüzün meydanıdır. Bu toplumun bütün çelişkilerinin tezahür ettiği, ideolojik müdahalelerin katmanlaştığı, inatların mekansallaştığı bir yerdir. O yüzden meydana bakan herkes kendi meşrebince bir gerçek ve buna bağlı bir tarih görme eğilimindedir. 31 Mart Vakası olarak bilinen ve kışladan başlayan bir şeriatçı ayaklanmayı, parkın eskiden bir
31
Ermeni mezarlığı olduğunu, İnönü’nün törensellik amaçlı planlattığı bir tören alanını, devrimci insanların katledildiği kanlı 1 Mayıs’ı, modern elit kültürün kadersiz mekanı AKM’yi görmek, salt bu tarihi yaşatmak, yeniden üretmek, hakim kılmak istemek bundan kaynaklanıyor. O nedenle Taksim yıllanmış bir kan davası gibi, o yüzden uğruna işlenen töre cinayetleri namus ile meşrulaştırılmaya çalışıyor. Tam da bu yüzden bu hatırlar mekanına yapılan her müdahale vicdanları yaralıyor.
Bir Taşla Çok Kuş
32
Bütün iktidarlar meydanları önemser, meydanlardan korkarlar.1 Hükümetin bir taşla birçok kuş vurmayı planladığı Taksim Projesi de tam bu sebeple bir haysiyet direnişine yol açtı. Konu sadece ağaç olsaydı, gene dikeriz, başka yere taşıyoruz söylemiyle savuşturulabilirdi. Proje kendi Osmanlıcı tarih anlayışını ön plana çıkarıp iktidarın simgesel fetihini ve imzasını koymayı hedeflerken, aynı zamanda meydanı küresel kent vizyonuna uygun biçimde neoliberal anlayışla yeniden üretmek, böylelikle mevcut kullanıcıyı bertaraf eden bir sterilleşme sağlamak, iktidarın biopolitik tahayyüllerine uygun yeni bir kamusallık üretmek isteniyor. Elbette bu taş atılmış iken kentsel rant üretmek ve bunu gönlünce dağıtmak da pastanın kreması olacak.2
Romantizm-Rövanşizm
Projedeki tarihi ihya anlaşıyışının bilimsel olmaktan ziyade romantik ve hatta rövanşist olduğunu, AKP’nin öteki tarih olarak gördüğü her şeyi çanak, çömlek, ucube, teferruat olarak gördüğünü, Yenikapı, Marmaray, Sulukule, Tarlabaşı, Emek gibi birçok örnekten biliyoruz. AKP politikalarının göbeğinde ihya anlayışından ziyade kapitalizimin yıkıcı yeniden yapıcılığının bulunduğunu, ekonominin bu inşaat motoruna bağlı olduğunu da biliyoruz. Kışla ile ilgili itirazlar bu öznel tarihselciliğe, yapının temsil ettiği militarist-şeriatçı anlamlara, tamamı ortadan kalkmış bir yapının rekonstrüksiyonunun bir samimiyetsizlik ve takiyeden ibaret olmasına, ihyanın bilimsel olmayıp milliyetçi muhafazakar seçmeni okşamak üzere üretilmiş olmasına, işlevi belli olmayan bir yapı ortaya konmasına, buna göre kullanıcı profili, çevreye etkileri ve gerektirdiği donatıları düşünülmeyen, aleni, şeffaf ve hesapverebilir süreçlerde geliştirilmemiş bir proje olmasına dayanıyor.
Majör Planlama Hataları
Projenin yanlışları bir yana süreçte kent planlama ilkeleri açısından da devasa sorunlar sözkonusu: Başbakan’ın hala Belediye Başkanı gibi davranması, projenin Parti imalatı olması (ben şahsen ilk kez AKP resmi sitesindeki tanıtım videosu ile tanıştım), projedeki yol ve kışlanın bağımsız olarak üretilmesi, bu parçacıl projelerin çevre ile etkileşiminin analiz edilmemesi, üst ölçekli planlarla, ulaşım planlarıyla ilişkisinin kurulmamış olması, Belediye Meclisi’nde onaylanmasının meşruiyet açısından yeterli görülmesi, hiçbir katılımcı mekanizmanın kurulmamış olması majör hatalardır.
TED-Toplumsal Etki Değerlendirmesi
Gelişmiş demokrasilerde, kentsel mekanın üretiminde, hele ki kentin tamamını ilgilendiren projelerin üretilmesinde ortak aklın devreye sokulduğunu, toplumsal meşruiyet garanti edilmeden hiçbir işe başlanmadığını, sürecin şeffaf ve hesap verebilir şekilde yürütüldüğünü görüyoruz. Tıpkı Çevre Etki Değerlendirmesi ÇED gibi bir Toplumsal Etki Değerlendirmesi yapılarak, kullanıcalara etkisi, ekonomik fizibiletisi, istihdam olanakları gibi toplumsal sonuçlarının önceden hesaplandığı ve kamuoyu ile paylaşıldığı, gerekirse mutabakat oluşuncaya kadar projenin sürekli revize edildiği katılımcı süreçler görüyoruz.
Demokratik Toplumun İdeal Meydanı
“Taksim Meydanı nasıl düzenlenmeli?” sorusu öncelikle “İyi bir meydan nedir?” sorusuna verilecek cevaba bağlıdır: Eğer demokratik bir toplumdan söz ediyorsak iyi bir kent meydanı erişimi kolay, toplumun farklı kesimlerine ve çeşitliliklere açık, her türlü rekreatif (eğlence-dinlence) etkinliklere izin veren bir kamusallıktır. Taksim özelinde bakacak olursak Prost’un 2 no’lu parkı tarih boyunca yapılan müdahale ve yatırımlarla gerçek bir kent parkı olamayacak denli küçültülmüş, parçalanmış bir alandır. Meydandaki kötü kullanımlar ve eşikler nedeniyle sınırları belirsiz bir haldedir. Taksim Meydanı kentin kalbi ise İstiklal Caddesi oksijenlenmiş kanı vücuda dağıtan aorttur. Meydan tüm bu damarlar ile ilişkiselliği bağlamında düşünülmelidir. Dalış tünelleri meydanın yaya erişimini kısıtlayacak bir tehdittir. Biliyoruz ki her yol kendi trafiğini yaratır. Bu nedenle tüm dünyada
33
kent meydanlarına toplu taşıma ve yaya erişimi modelleri ile yaklaşılmakta, özel araçla meydana gelişim kısıtlanmaktadır. Yine meydan düzenlenirken Taksim’in topoğrafyası, güneş, rüzgar, soğuk ve sıcak hava akımları analiz edilmelidir. Mevcut projedeki ferahlık getireceği iddia edilen geniş açıklıklar faşizan tören meydanlarına özgüdür. Kanımca, Taksim Meydanı mevcuttan daha büyük bir yeşil alana ihtiyaç duymaktadır.
Toplumsal Mutabakat ve Özyönetim
34
Taksim meydanının planlanmasında bu alanın Sit niteliği kadar Gezi direnişinde ortaya çıkan özyönetim anlayışı, kullanım talepleri de değerlendirilmelidir. Örneğin Berlin’deki kapatılan Tempelhof Havaalanı bir kent parkına dönüştürülürken, Gezinin yaklaşık 20 kat büyüklüğünde bir alan olmasına rağmen, hiç bir yapı yapılmadan tamamen uzlaşılmış kamusal kullanımlara ayrılmış, hatta Türkiyeli göçmenlerin mangal talebi kültürel bir hak olarak uygun bulunmuştur. Bir kent merkezinin, meydanının ve parkının tasarlanmasında mutabak-özyönetim o alanın kullanılacağının, hem de iyi kullanılacağının temel garantisidir. Bu nedenle siyasetçinin vizyonuna, yerel yöneticinin projeciliğine, uzmanın aklına, yarışma sürecine, ankete, referanduma bırakılamayacak kadar önemlidir. Umuyorum ki Türkiye, Taksim Meydanı örneğinde yeni, çoğul, demokratik proje üretme ve karar geliştirme sürecini öğrenecek, bu katılımcı kent yönetimi modeli dalga dalga diğer kentsel mekanlara yayılacaktır.
1. Bkz: Çavuşoğlu, 2008. Kent ve İktidarların Meydan Korkusu: http://www. mimdap.org/?p=115952 2. Bu konuda etraflı bir değerlendirme için Bkz: Esen, 2013. Taksim 5 Kasım: Bir Darbenin Şifreleri, Birikim sayı 286.
35
36
“Gelecekteki Dekan’a Sesleniş” Arzu Eralp
1850’lerde hastane olarak, 1860’larda askeri kışla olarak kullanılan Taşkışla, bugün öğrencilerin, halkın, iki metre yakınında gaz bombaları patlarken kapılarını herkese kapatan bir eğitim kurumu.
31 Mayıs 2013 Divan Oteli’nin önündeki topluluğa katılmak için İTÜ Taşkışla’da buluşan bir grup saat 19:00’a doğru otele doğru yürümeye başladı. Amaç herkes gibi Gezi Parkı’na sahip çıkmaktı. Divan Oteli’ne yaklaşırken biber gazı ile geri püskürtülen halk, “eylemciler” kaçmaya başladı. Sığınılabilecek en mantıklı yer Taşkışla’yken okulun kapıları kapalıydı. İki metre ileride gaz bombaları patlarken kapılar öğrencilere, halka, herkese kapalıydı. Herkes Taşkışla’nın otoparkına ve Hyatt Otel’e koşmaya başladı. Hyatt Otel görevlileri limon, su, Talcid’li su karışımı hazırlamışlardı. Halk içeri girmeye çekinirken otel görevlileri zaten insanları bekler gibi hazırlıklıydı. Yönetim koltuğunda oturmak eminiz ki zordur. Dekanımız Sinan Mert Şener belki okula, okulun mallarına zarar gelecek endişesiyle bir an için kapıları kapatma kararı almıştır. Lakin Taşkışla bir devlet okuludur. Okul öğrencilerindir. Bir dekanın okuluna sahip çıktığı kadar öğrencilerine de sahip çıkması gerekir. Şaşkındık, hala şaşkınız ve anlam veremiyoruz. Bir otel hem de ticari kaygıları olan bir otel kapılarını eylemcilere, mağdurlara, öğrencilere açarken, her gün saat 22.00’a kadar açık olan bir okul, bir kamu kurumu, bir eğitim kurumu, kendi öğrencisini kapıları kapatarak biber gazına maruz bırakabiliyordu. 31 Mayıs günü başlayan ayaklanma direniş değildi, pek çoğumuz için politik
37
bir amacı da yoktu, bir dekan yönetim koltuğuna otururken okulun sadece binasını korumakla yükümlü değildir, olmamalıdır. Bugün Taşkışla öğrencileriyle var olan bir okuldur. Tüm oteller, özel okullar kapılarını, insanlar evlerini açarken, Türkiye’nin sayılı mimarlık okullarından bir tanesi olan Taşkışla, kapılarını gaz bombasına maruz kalan halka kapatmayı tercih ettiği, öğrencilerine sosyal medyada makul açıklamalar yapmak yerine bir dekandan beklenmeyecek bir üslup ile cevap verdiği, günlerdir geri adım atmayıp okulu Cumartesi ve Pazar dahi kapalı tuttuğu için üzgünüz ve utanıyoruz. Hepimiz biliyoruz ki koltuklar, mevkiiler, titrler sabit fakat isimler geçicidir. Gelecekteki dekanıma sesleniyorum, hani olur ya yine direnmek gerekir, Gezi için, AKM için, Maçka Parkı ve daha nicesi için, okulumuzun kapılarını öğrencilerinize, diğer insanlara kapamayın, aksine açın. Açabilin ki içeri girebilelim, direnebilelim kenti, kent hakkını korumak için.
38
*Bu yazı 3 Haziran 2013 tarihinde yazılmıştır, Sinan Mert Şener 4 Haziran’da öğrenciler ve akademisyenler ile yaptığı toplantı sonrası okulun kapılarını açmaya karar vermiştir, geç gelen bu karar için kendi adıma teşekkür ederim.
39
40
Bu Kadarını İnanın Biz Bile Beklemiyorduk Arzu Eralp
41
Her iktidar bir önceki yönetimin yaptıklarını yıkmayı mı amaçlar? Ülke olarak kendimizi en çok yıkmak ve yeniden yapmak üzerine geliştirmişiz gibiyiz. Dün Topçu Kışlası, Tarlabaşı, Sulukule bugün İnönü Gezi’si, AKM... Bundan otuz yıl sonra yıkacak neyimiz kalacak? Bugün yaşananların aynası geçmişte içimizde tuttuklarımızdır diyebiliriz. 2011’de Taksim Yayalaştırma Projesi ile kısıtlı bir kesimin dikkatlerini iyice üzerine çeken hükümet, çılgın projelerine her geçen gün yenilerini ekleye dursun, tahmin edebilir
42
miydik ki sesimiz tüm dünyaya ulaşacak? Mayıs 2013’te Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesi, halkın yıllardır içerisinde tuttuğu/büyüttüğü hislerini dışarı vurmak için bir kıvılcım oldu. Gezi Parkı’nı korumak için başlayan direniş çarpan etkisi ile büyüdü, büyüdü ve bugünkü halini aldı. Bugün yalnızca Gezi Parkı için değil, Emek Sineması, Haliç Köprüsü, 3. Köprü nam-ı diğer Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Çamlıca Camisi, Kanal İstanbul ve karşısında durduğumuz daha nice projenin direnişinin yanısıra 2013’te kutlanamayan 1 Mayıs’ın, Reyhanlı olaylarının da katkısı vardır. Mimarlık ve şehirciliğin hiçbir zaman kıymeti bilinmezken ve biz bu duruma alışmışken yapabildiğimiz imza toplamak, planı askıya çıkarmaktan daha fazlası değildi. Herkes İçin Mimarlık ve Taksim Platformu desteğiyle Gezi Parkı Şenlikleri düzenlenirken içimizde küçük bir umut ve çevremizde görmeye alıştığımız yüzler vardı. O günden bugüne umutlarımız denizleri aştı ve artık bir şeylerin değişebileceğine inanır olduk. Taksim’de yaşananların temelinde sadece park varken, yıllar sonra bugün her birey, parti, örgüt, kuruluş kendi derdini paylaşabilecek sesini duyurabilecek güçlü bir platform bulduğu için orada bulunuyor. Certau*, zaman ile mekanın iç içe geçme özelliği sayesinde zaman mekanda elle tutulur, gözle görülür hale gelmiştir der, Taksim’de de son bir haftadır zaman ile mekan iç içe geçmiş halde. Gezi Parkı direnişiyle birlikte içimizde sesini duyurabilen bir toplum olduğunu gördük. 31 Mayıs 2013’te Taksim halk eli ile yayalaştı, kamusal alan ve park nedir öğrenmeye, kullanmaya başladık. Çapulcu, marjinal, anarşist olduk, Başbakan’ın yaratıcılığı ile mizah anlayışımız da gelişti. Kaybettiklerimiz oldu, diyecek söz bulamadığımız. Biz “2-3 ağaç” için Taksim’de toplanırken bu kadar büyüyeceğimizi, söz sahibi olabileceğimizi beklemiyorduk, en az bizi ekranların başında izleyenler kadar şaşkınız. “Kentlerimizde gerçekleşen en şaşırtıcı şeylerden biri, halkın siyasi olarak kendisini ifade etmesine izin verilmeyen geniş kamusal alanların bulunuyor olması.” Harvey’in ifade ettiğinin aksine bugün Taksim, herkesin kendini ifade edebildiği oldukça geniş bir kamusal alana dönüşmüş durumda.
* Certeau, M. (1984) The Practice of Everyday Life, University of California Press, Berkeley http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=prn&aid=30076
43
44
Taksim için On (Artı Bir) Öneri Haydar Karabey
Bu çalışmanın amacı “Her şeyin ve Herkesin Meydanı” Taksim için olabildiğince geniş bir bakış açısı ile alternatif ancak tüm toplumsal aktörlerin “Müzakere” ve dolayısıyla uzlaşma olanaklarını da içeren sorgulayıcı projeler üretmek.
Bu Çalışmanın Amacı: (*)
“Her şeyin ve Herkesin Meydanı” Taksim için olabildiğince geniş bir bakış açısı ile alternatif ancak tüm toplumsal aktörlerin “Müzakere” ve dolayısıyla uzlaşma olanaklarını da içeren sorgulayıcı projeler üretmek. • Toplumsal hafızadaki yerini red etmeden Meydan’a çağdaş bir tanım kazandırmak. • Tarihsel katmanları, göstergeleri ve dönüşümlerini yorumlamak. • Ancak bu süreçte “ihya” gibi bilimsel olmayan yaklaşımları dışlamak. • Beyoğlu (Pera) ve büyük Kent Parkı (2 Numaralı Park, Kongre Vadisi) ile de bütünleşebilen çok işlevli, çok boyutlu özgür ve kısıtsız bir kamusal mekan tanımlamak. • Meydanı daha canlı kılmak için çevreleyen işlevleri irdelemek. • Yaya ve taşıt ulaşımını birlikte, barışık olarak çözmek. • Tüm projeyi yapılabilir kılacak değerleri üretmek. • Mevcut (uygulanan) proje de dahil olmak üzere ortaya konan önerileri belirli ölçütlerle irdelemek.
45
(*) Önemli Açıklama:
46
Burada sunulan çalışma, MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde Ekim 2013’de düzenlenecek olan “İstanbul Buluşmaları” için yazar tarafından (Mart-Nisan 2013 tarihlerinde) yapılan hazırlığın bir bölümüdür. Birinci bölümde konuya yaklaşım ve sorunlar ile olası çözüm yöntemi irdelenmekte; İkinci bölümde ise mevcut proje (M: Yöneticiler tarafından uygulanmasına çalışılan proje) ile, Henri Prost önerilerinin etap etap gerçekleşme durumunun incelenmesi (A-B-C), karşılaştırılması yer almaktadır. Bu karşılaştırmaya, “Kışla Yapımı yerine Gezi Parkı’nın tüm doğal ögeleri ile Korunması” durumunda (yapı yapma iştahını da biraz dindirebilmek uğruna) “Meydanda Yer Altında Metro” bağlantılı bir yapılaşma alternatifi (D) de eklenmiştir. Sürmekte olan bu çalışma, “konuya kamuya açık ve düzeyli bir tartışma ortamı oluşturma” amaçlı olup, elbette kesin bir “tercih” ile sonuçlanmayacaktır. Yazarın Yöntem- Süreç Önerisi “İlkeler” Bölümünde belirtilmiş olduğu gibi, karar kamuoyu tarafından alınmalıdır. • Bu (veya başka alternatif) öneriler basit bir biçimde panolara aktarılır. • Olumlu ve olumsuz yönleri sergilenir. • Tasarımcılar (ve diğer paydaş aktörler) tarafından küçük geçici kiosklarda ilgilenen kentliye bilgi verilir. • Meydanda ve çevrede broşürler dağıtılır. • Soruşturmalar yapılır. • Yeni öneriler ve görüşler alınır. • Herkesin her şeyin meydanı için ortak karar verilir. • Çağdaş bir demokrasinin gerektirdiği biricik yol budur.
47
İlkeler
48
1. Taksim Meydanı ile Gezi Parkı arasında otobüslerin bekleme yaptığı duraklar kalkar. Bu alan taşıt geçişine kapatılır ve yeniden tasarlanarak (örneğin meydana doğru setlenerek), meydan ile park birbirine bağlanır. Dünyada hiçbir kentin merkezinde otobüsler bekleme yapmaz, turlarına devam ederler. Tüm otobüs durakları (bekleme olanağı verilmeksizin) Cumhuriyet Caddesi tarafındaki (artık varlığını zorunlu olarak kabul ettiğimiz) yer altı geçişine alınır. Bu bölgede, bir alternatife göre yeniden düzenlenebilecek mevcut sıra dükkanlar yenilenir. Böylece artan hareketlilik ile buradaki dükkanların değerleri de yükselir. Tüm bu dükkanlar 24 saat çalışacak biçimde talimhane turizm bölgesine de hizmet eden daha canlı işlevlere kavuşturulurlar. Burada 30- 40 kadar otobüs hattının terminal- çıkış durağı olarak bekleme yaptığını, 20 kadarının da meydanda farklı konumlardaki durakları kullandığı bilinmektedir. Bekleme sırasında ortaya çıkan alan işgali, düzensizlik yanı sıra, çevre kirliliği de göz önüne alındığında burada yapılabilecek ilk işin bu konuyu ele almak olduğu açıktır. Taksim- Elmadağ arasındaki geniş kaldırım boyunca (yaklaşık 250 metre) sıralanacak olan otobüs durakları 20 kadar otobüsün aynı anda yanaşıp ayrılmasına izin verebilecektir. Ancak şu anda açılan tünel nedeniyle bu ilişkinin çözülüp çözülemeyeceği belirsizdir. Bu alanda, 200 x 25 = 5000 metrekare bir zemin yapılaşmıştır. Bu alanın yeniden düzenlenmesi ile çok nitelikli (iç boşluklar, yol-park arası geçişler, galeriler içeren) yaklaşık 10.000 metrekarelik ticaret ve kentsel hizmet yapısı elde edilebilir.
2. Buradaki tüm dükkanlara üst teraslarını kullanma hakkı da verilir. Böylece farklı bir açılım ile Gezi Parkı daha da canlanır. Teraslar ile park arasında bir sinerji oluşur. Üst kotta artan kullanım ile parkın güvenlik sorunu da ortadan kalkar. Özellikle geceleri ıssızlaşan bu alanın yukarıda tanımlanan işlevler ile canlandırılması halinde genellikle parkın kötü kullanımına gerekçe olarak gösterilen güvenlik sorunu da ortadan kalkacaktır. Önemli olan park ile Talimhane arasındaki “sinerjik” ilişkinin tasarlanabilmesidir. Buradaki kullanım değerinin giderek artacağı aşağıdaki gibi, Beyoğlu Belediye Başkanı tarafından da vurgulanıyor: “... Belediyemizin ilave çalışmaları ve doğru uygulamaları sayesinde bölge yatırımcıların gözdesi haline geldi. Cazibe merkezi haline gelen Talimhane’de otel sayısı 33’e ulaştı. Toplam 10 bin yatağı olan tüm otellerin lobisi artık caddelere taşıyor... Yeni yatırımlarla birlikte Talimhane, 2010 yılı içinde 40’ı aşkın otel ve 15 bin yataklı dev bir oteller vadisi olacak. Bu bölgeye daha çok yatırım olmasını bekliyoruz. Talimhane, gelen markalarıyla Beyoğlu’nda ve İstanbul’da farklı bir konuma oturacak...” Beyoğlu Belediye Başkanı A. Misbah Demircan. http://www. beyoglu.bel.tr/beyoglu_belediyesi/haber_default. aspx?SectionId=143&ContentId=14849 3. Çağdaş dünyada kullanılan kimi tasarım ve yönetim önlemleri uygulanarak, kent merkezinde trafik “yavaşlatılır” ve taşıt yaya ilişkileri barışık olarak şehir düzleminde düzenlenir. Bu bağlamda, taşıt akışkanlığı olabildiğince dar yollar üzerinde sağlanır, kullanılmayan yollar devreye alınır, meydanın canlı ve yoğun yaşamı sürdürülebilir.
49
4. Meydan ve park çevresindeki tüm zemin katların halka daha açık hizmet işlevleri için kullanılması ve meydan düzlemine kısmen yayılmaları (örneğin cafe-teraslar) sağlanır. Böylece Taksim Meydanı çevresindeki yapılar ile ilişki kurar, bütünleşir. Bir meydanın ancak onu çevreleyen yapılar ve işlevler bütünü ile anlam ve yaşam kazanabileceği açıktır. İstiklal Caddesi, Bankalar Caddesi, Galata, Karaköy gibi merkezlerin zemin kat kullanımları (özellikle banka şubelerinin üst katlara çekilerek buraların hizmet sektörü veya sanat- kültür işlevlerine terki ile) nasıl evrim geçirebiliyor ise Taksim Meydanı’nı çevreleyen işlevler de bu amaca dönük olarak yönetilebilir.
50
5. Meydan kesintisiz olarak eski canlılığına kavuşan AKM’ye kadar yeniden düzenlenir. Gerekirse burada, AKM önünde bir metro çıkışı önerilebilir. Yapılışından bu güne milyonlarca kentlinin buluşma alanı olan AKM önündeki canlı meydan parçası; tüm Taksim Meydanı için yapılabileceklerin en basit örneğidir. Burayı değerli ve çekici kılan kimi unsurlar; bir saçak, trafikten biraz yalıtılmış bir konum, tanımlama kolaylığı, düzgün bir döşeme ve yeterli bir aydınlatma tüm meydan için yapılabilecekler için yeterince yol göstericidir. Yenilenmiş ve işlevine kavuşmuş bir AKM, bu metropol merkezinde, özel bir metro çıkışını da hak eder. 6. AKM depoları daha uygun bir yere taşınır. Burada zemin altında çok yüksek kapasiteli bir kapalı garaj yapılır. Üzerinde açık otopark olarak kullanılan alanda da çok amaçlı sosyal, kültürel, ticari bir yapı oluşturulabilir (bu yapı
bile tek başına bütün operasyonu finanse edebilir). Kentin en değerli yerinde, üstelik Boğaz manzaralı bir 8000 metrekare alan burada otopark olarak kullanılıyor. Burada, mevcut kot geçilmeksizin, yaklaşık 80000 metrekarelik bir potansiyel alan var. Bu potansiyel alanın yalnızca yarısı tüm çevredeki talebi karşılayabilecek biçimde 1600 araçlık bir yeraltı garajı barındırabilir. Geriye kalanı ise olası bir Taksim Kışlasının barındırabileceği tüm (ister kültürel, ister spekülatif) kapasiteyi karşılar. 7. Çeşitli açık hava etkinliklerinin düzenleneceği Gezi Parkı’ndaki metro çıkışı, zaman içinde Talimhane bölgesinin yoğunlaşması ile canlanacaktır. Park içinde belirlenecek sınırlı bir alanda dünyada örnekleri olduğu gibi, deneysel ve geçici etkinlik yapıları yapılır, kullanılır, sökülür. Kent merkezinde gerçek bir “vaha” konumundaki Gezi Parkı tüm doğal varlığı ile korunur, geliştirilir. Burada kimi “park” diye adlandırılan yerlerdeki gibi tuhaf biçimler ve işlevlerden kesinlikle kaçınılmalı, olabilirse bir metrekare bile beton dökülmemelidir. Bu parkta canlandırmayı sağlayacak her türlü etkinlik için kısa dönemli geçici strüktürler kurulabilir. Bu konuda belki en doğru örnek, Londra Serpentine Gallery’dir. http:// en.wikipedia.org/wiki/Serpentine_Gallery 8. Park otopark işgalinden arındırılarak gerçek bir yeşil alan olarak düzenlenir. Taksim Gezisi’nde kültür varlığı olarak tescil edilmiş eski mimari düzenlemenin ve asırlık ağaçların oluşturduğu doğal dokunun bakım ve onarımı yapılır. Yıkılan küfeki taşı kolonadlar/trabzanlar tamir edilir. Meydana bakan giriş platformunun döşemesi ve altyapısı ile rampa ve amfi- basamaklar gösteriler ve çok amaçlı etkinlikler için yeniden
51
düzenlenir. Kışla’nın kent hafızasındaki değeri konusunda bir uzlaşma sağlanırsa, “izleri” çağdaş bir yöntem ile “okunur” hale getirilebilir. Tüm Taksim tarihi boyunca, meydana dönük bir amfi gibi kullanılan, yaşayan bu basamakların düzenlenmesi belki de son yıllarda bu kente verilebilecek en düzeyli armağan olacaktır. Tüm dünyada bu tür setli meydanlar kentlinin en çok severek yaşadığı, yaşattığı yerlerdir. Roma’nın “İspanyol Merdivenleri” bu konuda çok bilinen bir örnektir. http://en.wikipedia.org/wiki/Spanish_Steps
52
9. Meydan, üzerindeki tüm gereksiz işgallerden, onlarca farklı kulübeden- kiosktan arındırılır. Basit fakat güçlü malzemeler ile yeniden düzenlenir. Çevreleyen yollardan rahatsız olmaması için taşıt yolları daraltılıp yaya alanları genişletilir. Yeniden tasarlanan meydan düzleminde uygar oturma ve dinlenme yerleri, güçlü aydınlatma ögeleri tasarlanır. Gerekirse Taksim Meydanı ve Gezisi için bir şehir mobilyaları tasarım kılavuzu hazırlanır. Meydan için tutarlı, sürekli, dayanıklı, kullanışlı, esnek, türdeş, estetik, aşırıya kaçmayan, her köşeyi ticarileştirmeyen, güvenli... Bir çevre düzeni oluşturmak için ciddi bir çalışma yapılması gerekir. 10. İstiklal Caddesi’nden gelen güçlü yaya hareketinin, bir yandan Cumhuriyet Caddesi’ne diğer yandan da eski yaya köprüsü, Taşkışla, Kongre Merkezi, Muhsin Ertuğrul, Kongre Vadisi, Nişantaşı, teleferik, Maçka Parkı yönüne kesintisiz ve konforlu akışı sağlanır. Bu izlek (güzergah) boyunca kimi teraslardan çevrenin (ve boğaziçinin) algılanması için kentliye, önemli konumlar açılır. Tüm yukarıda tanımlananlar, son derece yapılabilir ve
basit düzenlemelerdir. En önemlisi: • Bu (veya başka alternatif) öneriler basit bir biçimde panolara aktarılır. • Olumlu ve olumsuz yönleri sergilenir. • Tasarımcılar (ve diğer paydaş aktörler) tarafından küçük geçici kiosklarda ilgilenen kentliye bilgi verilir. • Meydan’da ve çevrede broşürler dağıtılır. • Soruşturmalar yapılır. • Yeni öneriler ve görüşler alınır. • Herkesin herşeyin meydanı için ortak karar verilir. • Çağdaş kentsel bir demokrasinin gerektirdiği biricik yol budur.
53
54
55
56
Taksim’de Doğru “Moment” Aykut Köksal
Taksim için yeni bir fırsat, doğru bir “moment”. Sadece Gezi için değil, tüm Taksim için.
Bir ay önce “Ya Taksim, Ya Ölüm!” başlıklı yazıyı1 kaleme alırken çatışmanın keskin bir noktada olduğunun altını çizmiştim, ama doğrusu böylesine kararlı bir direnci kestirememiştim, sanırım kimse de kestirememişti. Varılan nokta önemli bir kazanımı işaret ediyor; o yazıda “bu uzlaşmazlık, sonunda erki elinde tutan gücün buyurgan uygulamasını getirecek” demiştim, artık öyle olmayacağı açıkca gözüküyor. Şöyle ya da böyle, erki elinde tutanlar müzakere masasına oturmak zorunda kalacaklar, bu da çok doğru bir “moment”i gösteriyor. Ne ki tam da bu noktada bağlamın yalnızca Gezi’den ibaret olmadığının, müzakerelerin de yalnızca Gezi üzerinden yürümemesi gerektiğinin altını çizmeliyiz. Evet, Taksim yalnızca Gezi değil. Aslında bağlamın öteki öğelerinin altını çizen de Başbakan’ın kendisi oldu; eylemcilerin gündeme getirdiği konunun sadece Gezi olmasına karşın, Taksim Kışlası’nı yeniden inşa etmekle kalmayacaklarını, ulaşımı bütünüyle yeraltına alacak projenin gerçekleştirileceğini, AKM’nin yıkılıp yerine “İstanbul’a yaraşır bir kültür merkezi” inşa edileceğini, maksemin yanındaki su deposunun arkasındaki arsaya da cami yapılacağını söyledi. Önce ulaşımın üzerinde duralım: Yine önceki yazımda belirtmiştim ama yineleyeyim, ulaşımın yeraltına alınması konusunda fiili bir durumla karşı karşıyayız, Cumhuriyet Caddesi’ni
57
58
Tarlabaşı Bulvarı’na bağlayacak tünel bitmek üzere, böylece Talimhane-Gezi-Meydan bütünleşik bir yaya alanına dönüşecek. Aslında tam bir uzlaşma noktasındayız, bir yandan yerel yönetimin isteği gerçekleşiyor, Taksim’in geniş bir bölümü “yayalaştırılıyor”, ama bir yandan da hâlâ meydanın bütününü insansızlaştıracak bir projenin önüne geçme imkanı var. Kısacası, Taksim’in sözdeyayalaştırılmasının tüm meydanı kapsamaması son derece önemli. AKM konusunun çözüldüğünü, yapılacak restorasyonla yapının yeniden kazanılacağını düşünmüştük. Ama görünen o ki, AKM de iktidarın Taksim’i yeniden biçimlendirme projesinin dışında kalamayacak. Taksim Kışlası’nın yıkılıp yerine Gezi’nin inşa edilmesi kararıyla, AKM’nin (başlangıçtaki adıyla “opera binası”nın) inşa edilmesine ilişkin kararın eşzamanlı olduğu, üstelik bunların İnönü döneminin icraatları arasında yer aldığı düşünülürse, AKM’nin, iktidarın Taksim’i yeniden biçimlendirme arzusunun dışında kalamayacağı çok açık. Aslında AKM’nin korunması, yapının kendisinden çok içerdiği işlevlerin korunması açısından önemliydi, bir kesimin -tutucu denebilecek bir dirençleAKM’yi mutlak bir koruma nesnesi olarak tanımlamasının nedeni de buydu. Gerçekten de yapının içereceği işlevler yani programı son derece önemli. En büyük yanlışlık, esnek kılınmış bir programla, binanın -arada bir çeşitli temsillerin de gerçekleştirildiği- bir kongre merkezine dönüştürülmesi olur. İşte binayı daha başlangıç noktasında bir “kültür merkezi” olarak tanımlamak, yani esnek kılınmış bir program belirlemek bu temel yanlışın içine düşmek olacaktır. Eğer amaç gerçekten kültürel işlevlere öncelik tanımaksa, şunu bilmekte yarar var: “Tiyatro”, “opera”, “konser salonu” birbirinden tümüyle farklı programlardır ve farklı mekânsal örgütlenmeler gerektirir. İstanbul gibi dev bir metropolün bu işlevlerin herbirine yönelik binalara gereksinim duyduğuna kuşku yok. Esnek kullanıma olanak verecek bir “kültür merkezi” ancak küçük bir Anadolu kenti için düşünülebilir, İstanbul için değil. Gezi’ye gelince, artık Taksim Kışlası’nın -sözde- yeniden inşasının gündemden çıkmak zorunda olduğu görülüyor. Bu bağlamda Gezi için, yukarıda andığım yazıda öne sürdüğüm uzlaşma noktasının şimdi daha da geçerlilik kazandığını sanıyorum. Taksim’de, su deposunun arkasında yer alacak bir camiye ise, a priori itiraz etmenin, ilkesel olarak doğru olmadığını düşünüyorum. Ne var ki burada, caminin konumlandığı yerle
ilişkisinin irdelenmesinden proje elde etme süreçlerine dek Çamlıca Camisi’nde yaşananlar yinelenmemeli. Taksim için yeni bir fırsat, doğru bir “moment”. Sadece Gezi için değil, tüm Taksim için. 1 A. Köksal, “Ya Taksim, Ya Ölüm!”, XXI, Sayı 119, Mayıs 2013, ss.18-19
59
60
Venedik’ten Kentli Anarşi Kültürüne: Kişisel Bir Kesit Ümit Mesci
Kendi ‘eylem’ günlüğümü aktarmak istiyorum.
Milano’dan Venedik’e, oradan Taksim’e ve son olarak şu an Feneryolu’ndaki bilgisayar başına kadar geçen zamanda yaşadıklarımı paylaşacağım hikaye, belki tarihçiler yaşananları ileride yorumlarken bireyler bazında yapılacak araştırmalar konusunda bir veri olabilir. Anlatacaklarım arasında biber gazı yüzünden ne kadar acı çektiğim ya da polisle yaşadıklarım yer almıyor, sadece farklı bir bütünlük sunabilmeyi umuyorum. Olaylar ilk başladığında İtalya’daydım, Milano’da. Daha sonra da 55. Venedik Bienali Uluslararası Sanat Bienali’nin ön gösterimi için Venedik’e gittim. Venedik’te bienalin yoğun programını takip ederken, sosyal medya üzerinden ve yavaş yavaş hareketlenmeye başlayan uluslararası basın kanallarından Gezi Parkı kapsamında başlayan ve farklı hususlar bağlamında kendini ifade edememiş bireylerin de katıldığı hareketi takip etmeye başladık. Kültür sanat alanında hayatlarını kazanan, Türkiye’nin uluslararası sanat dünyasında saygın bir tablo çizmesine büyük katkı sağlayan ‘emekçi’lerle birlikte hem neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk hem de her geçen dakika olanlar bizi biraz daha tedirgin ediyordu. Artık Venedik’te olmaktan hiç zevk alınamazken bir an önce dönmek için zamanın akması bekleniyordu.
61
62
Ancak ‘orada’ eylemin merkezinde olunamasa da yine de bir şeyler yapılabilirdi, yapılmalıydı da. Dünyanın en önemli sanat etkinliklerinden birinin ön gösterimi olması sebebiyle Venedik Bienali, dünya basınının İstanbul’daki olaylara dikkatini yöneltmesini sağlamak için harika bir alan sunuyordu. Her ne kadar, Venedik’te sergiler ve açılışlar arasında mekik dokuyan basın sanat odaklıysa da tüm basın mensupları yerkürenin en önemli gazeteleri, dergileri ve televizyonları için çalışıyordu... Türkiye’deki etkinlik kültürünün özellikle İstanbul bağlamında yerleşmesini sağlayan ve kentin olumlu anlamda görünürlüğünü artıran sanat entelijansiyası yanında Venedik’te yaşayan öğrencilerle birlikte Venedik’in ana meydanı olan San Marco’da 1 Haziran saat 10.00’da buluşma kararı alındı. Eylem haberi hızla yayıldı. Basın mensupları dışında Venedik’e gezi amaçlı gelen ya da amaçsızca uğrayan turistlerin tanık olduğu basın açıklamasıyla ifade bulan bir protesto yapıldı. Ancak bu tek gösteri yeterli değildi. İlerleyen saatlerde Venedik Bienali’nin iki ana mekanından biri olan Arsenale’nin önünde daha büyük bir kalabalığın destek verdiği ikinci eylem saat 14.00’te gerçekleştirildi. Pek çok dilde tekrarlanan basın açıklamasıyla İstanbul’da yaşanan şiddetin bir an önce durması ve Gezi Parkı’nın gerçek sahibi olan halka kayıtsız şartsız iadesi istendi. Arsenale’den müstakil ülke pavyonlarının yer aldığı Giardini’ye doğru yürünürken uluslararası basın ve dünya sanat çevresi, sloganlarla dışa vurulan direnişe daha da çok ilgi göstermeye başladı. Bu arada Türkiye dışında hayatlarına, eğitimlerine devam eden, farklı sebepler nedeniyle dünyanın farklı noktalarında bulunan dostlarımızın konuyla ilgili gerçekleştirdiği benzer eylemleri takip ederken direnişin dünya çapında ne kadar yankı bulduğunu görmek duyulan tedirginlik yanına umudumuzu da yeşertmeye başladı. Bu arada küçük bir detayı not etmek yararlı olacaktır. İKSV’nin koordinatörlüğünü üstlendiği Türkiye Pavyonu, Arsenale’de, Arsenale kompleksinin Artiglierie bölümünde yer alıyor. Artiglierie kelime anlamıyla ‘Topçular’ demek. Gezi Parkı ve Topçu Kışlası bağlamında durum değerlendirince garip bir örtüşme... İstanbul’a döndüğümde bir an önce Taksim’e gitmek istiyordum. Sabiha Gökçen Havalimanı’na indikten sonra toplu
taşımayla Zincirlikuyu’ya kadar gelebildim ve sonrasında bindiğim takside olaylar üstüne sıkı bir muhabbete daldık. Taksicinin direnişi desteklemesi umudumu daha da artırırken Cihangir’e varmıştık bile... Eşyalarımı biraktıktan hemen sonra Cihangir’de olaylara karışmak istemezken bir anda şiddete maruz kalmış -pek çokları gibi- bir arkadaşımdan son günlerde olanları dinledikten sonra Gezi Parkı’na çıktık... Günlüğün bundan sonrası direnişçilerin büyük bir kısmıyla aynı. Arada bir biber gazı soluyarak Gezi Parkı’ndaki mutluluğu herkesle paylaşarak geçirilen geceler ve sabahları iş çıkışına kadar saatlerin geçmesini sabırsızca beklemek. Benim kendi adıma en değer verdiğim durum, bu eylemler sayesinde Türkiye’de yaşayan pek çok bireyin değerlerini bir kez daha keşfetmesi ve yeni değerler üretebilmesi oldu... Sevgi ve saygıyla bütünleşen bir özgüvenle kentli bireyler meydan ve sokaklarda ‘gez’erken herkes kendini daha güvende hissediyor. Herkes birbirine destek oluyor, paylaşıyor ve başkalarına ‘diğer’i olarak bakmıyor. Ayrıca her şeyin ötesinde sevgili çapulcular sayesinde geleceğe daha umutla bakmaya başladım. Neden olanlara karşı duramadığımızı sorgularken direnişi heyecanla izledim. Hareketlerini hep biraz imrenerek izlediğim komşu Yunanistan’daki anarşi kültürünün -her ne kadar temeli farklı olsa da- çok daha kentli ve neredeyse fazla nazik biçimini her gün sokaklarda solumamızı sağladığı için Gezi Parkı’na teşekkürü bir kez daha borç bilirim!
63
64
Bir Mimarın/Çapulcunun Talepleri Simla Sunay Özdemir
Ben 32568 diploma ve 26908 oda numaralı mimar (çapulcu ve de zavallı üstelik) bendeniz devletten taleplerim şunlardır:
Taksim Gezi Parkı’nın olduğu gibi korunması
Taksim-Beyoğlu bölgesinin daha fazla alışveriş, lokanta işlevine ihtiyacı yoktur. Çok kültürlü, çok amaçlı mekanların yapılması öncelikli olmalıdır. Mevcut Taksim Projesi sonucunda yeraltında bile olsa, daha çok araç yolu ve otopark bölgeyi rahatlatmayacak, alana özel arabalı ulaşımı artıracaktır. Öğrenci, dar gelirli ve orta sınıftan yaya halkın yoğun kullandığı bu kültür arenası, sadece zenginlerin tercih edeceği yüksek kaliteli, restoran ve otellere dönüşecektir. Kentin merkezi sayılan bölgedeki yeşil hacmin simgesel olarak dahi korunması, etrafının açık olması, bir alışveriş merkezi içinden geçerek değil, herkesin bağımsız yaya yollarıyla ulaşabileceği şekilde düzenlenmelidir. Parklar ücret ödenmeden, rahatça ve özgürce zaman geçirilen en sağlıklı kamu alanlarıdır. Kentlilerden alınan vergiler (otopark gelirleri) bile bu parkları ekonomik olarak rahatça karşılar. Parklar rant alanı haline getirilmemeli, dönüştürülmeleri kanunlarla kısıtlanmalıdır. Özellikle çocuklara ait açık kamusal alanların acil artırılması gerekmektedir.
65
Gezi Parkı olduğu gibi korunmalı ve halkın, çocukların, engel aşanların, herkesin kullanımına uygun hale getirilmelidir.
Topçu Kışlası Projesi’nin iptali
66
Geçmişi başka bir vücutla canlandırmak, estetize etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Geçmiş geçmiştir. Antik şehirlerin üzerine kum dökülürken, baraj suları bırakılırken Osmanlı Topçu Kışlası’nın yeniden ayağa kalkması tarihe sahip çıkmak olarak meşrulaştırılamaz. Tarih, sahip olduğundan başkaca işlev içeren bir kabuk değildir, AVM olarak Topçu Kışlası yeniden doğmaz. Tarih ancak müzelerde yeniden canlandırılabilir ve yeni kuşaklara aktarılabilir. Topçu Kışlası’nın yıkılıp Gezi Parkı’nın yapılmış olması Gezi Parkı’na yüksek anlam yüklemektedir. Bina, yeniçeri ayaklanmalarıyla epey yıpranmış sonradan Cumhuriyet’çe tamamen yıkılmıştır. Keşke yıkılmayıp Osmanlı son dönem müzesi olsaymış ama 2. Dünya Savaşı yılları, böyle bir çözüm üretilmiş. Öyle veya böyle, bir bina yıkılmış ve yerine halka ait bir park yapılmış, demokrasi ekilmiştir. Altındaki mezarlıklar da düşünülürse alanın açık park olarak kalması azınlıkların kutsalı için daha katlanılır olmayacak mıdır? 1940’larda dikilen çok çeşitli ağaçlar artık anıtsal sınıfına girer ve şiddetle korunmalıdırlar. Divan Oteli tarafından gelen rüzgar ve kuzey havasını Taksim’in içine yayan Gezi Parkı düzlüğü bölgenin türbülansı açısından eşsizdir. Yoğun yapılaşmış alanın tek nefes alan yeridir. Bu anlamda gerçekten de Central Park’ın küçük bir modeli gibidir. Bu boşluğun etrafını avlulu dahi olsa bir kitleyle kapamak meydanın fiziğine son derece aykırıdır. Buz pateni pisti yapma düşüncesi ise bölgeye alışveriş merkezi gibi yaklaşıldığının bir kanıtıdır. Keza alan bunun için küçüktür.
Kanal İstanbul Projesi’nin iptali
Kanal işlevi göremeyeceği halde yapılacağı bölgede ancak yeni yapılaşmayı ve rantı sağlayacak projenin çılgın olmaktan öte İstanbul gibi tarihi kadar coğrafyasıyla da değerli olan bir kentin çok çeşitli ve eşsiz flora ve faunasına büyük oranda zarar verecektir. İstanbul Boğazı’nın taklidinin çok da uzak olmayan bir alanda yapılmasının hiçbir akli izahı olamaz. Ne var ki proje ancak devlet içi sermayedarların erken duyum ve fırsattan istifade ederek etmelerini sağlayacak ve kişilerin kazancına olacaktır. Deprem için sakıncaları ayrıca tartışılmalıdır.
3. Havalimanı Projesi’nin iptali
Yasaya ve İstanbul’un Nazım Planı’na aykırı olan projenin Karadeniz Sahili’nde, kentin son yoğun yeşil ve su alanına, kuşların göç yoluna ve kenti besleyen hava akımı güzergahına yapılması son derece akıl dışıdır. Yeşilköy Atatürk Havalimanı tasfiye edileceğine göre proje 3. değil 2. havalimanı olacaktır. Başbakan, Atatürk Havalimanı’nı lağvedeceğini ve yerine yeşil alan yapacaklarını söylemektedir. Peki, yıllardır düz beton kullanılmış arazinin yeşillendirilmesi epey büyük masraflara yol açacakken onun yerine yeni havalimanının orman arazisinin üzerine yapılması akıllara nasıl sığacaktır? ÇED raporu bize açıkça projenin İstanbul’un ipini çekeceğini söylemektedir. Heyelan riski taşıyan bölgede bir de dolgu yapılacak olması endişe vericidir.1 Projenin mimarisinin eski Osmanlı tarzı olacağı duyumlar arasındadır. İktidarın yaşadığı çağın estetik biçimlerini görmezden gelip eski çağların formlarına sığınması çok düşündürücüdür. Zamanı yok etmek gibi bir dertleri olduğu gözlenmektedir. Onlar seçtikleri zamanı yaşamaktadırlar ve bu da mimari ile somutlaşmaktadır.
AKM’nin yıkılmadan korunması
Taksim Projesi adı altında Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) yıkılacağını Başbakan kendi ağzıyla söylemiştir. Kimilerine göre “çirkin” bulunan yapı aslında rasyonel mimarlığın simgesidir. Elbette ki iyi bir yenilemeyle yeniden ışıl ışıl kullanıma açılmalıdır. Devlet yıllardır AKM’nin kapalı kalması konusunda hesap vereceği yerde yıkılacağından cesaretle söz açmaktadır. Ayrıca bu süreç daha önce binanın yıkılmayacağı ve içinin ve cephesinin yenileneceği yönünde sonuçlandırılmıştı ancak Başbakan yeni bir cesaretle konuyu tekrar gündeme taşımaktadır. Uzun tartışmalara sahne olan mesele iktidar ile kamu çatışmasının da sembolü halinde gelmiş ve mimarlardan büyük tepki görmüştür. AKM’yi yıkmayı düşünen Başbakan mimarinin tarzını da gururla açıklamıştır. Eski Osmanlı motifleri yeni binayı süsleyecektir. Başbakan yine kendi zamanını yok saymaktadır.
67
Kamuya ait yapıların kamu bilgisi ve onayı olmadan satılmaması
68
Örnek verirsek, en son İstanbul, Beşiktaş Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi, Shangri-La Hotels’e satıldı. Çatısındaki topuzlarla sivil mimarlığın en önemli değerlerinden olan iskelenin önündeki yol da kamuya kapatıldı. Otel kullanımı için kapanan yok, Taksim’e dönüş trafiğini olumsuz etkiledi. Daha da önemlisi Beşiktaş sahil yaya ve yürüyüş aksını Dolmabahçe’ye açılımı kesmiş oldu. Bunun yanı sıra kamu malı olan yol ve iskelenin özel bir kuruma satışı asla kabul edilemezdir. Emsal teşkil edeceğini de düşünürsek bundan böyle her kamu yapısı tehlikededir. Devletin bu tutum ve davranışları derhal değişmeli ve toplumun yararlarını önde tutan yasa düzenlemeleri yapılmalı ya da en azından eski yasalara geri dönülmelidir. Bir örnek de Emek Sineması’dır. Devlet, Emek Sineması meselesinde toplumu değil işletmesinden kar sağlayacak şirketi savunmuş ve tutmuştur. Devletin toplumla ilişkisi bu anlamda kesilmiştir ve Emek bunun sembolü olmuştur. Devlet toplumu duymamakta ve dinlememektedir. Bir başkaca örnek Haydarpaşa Garı’dır.
Büyük Projelerde ÇED raporu muafiyeti getiren yönetmeliğin iptali
Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED), belirli bir proje veya gelişmenin, çevre üzerindeki önemli etkilerinin belirlendiği bir süreçtir. Bu süreç, kendi başına bir karar verme süreci değildir; karar verme süreci ile birlikte gelişen ve onu destekleyen bir süreçtir. Yeni proje ve gelişmelerin çevreye olabilecek sürekli veya geçici potansiyel etkilerinin sosyal sonuçlarını ve alternatif çözümlerini de içine alacak şekilde analizi ve değerlendirilmesidir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 5 Nisan 2013’te Resmi Gazete’de yayımlanan yeni yönetmelikle dev projeler için yeniden ÇED muafiyeti getirdi. Böylece, 3. Boğaz Köprüsü, 3. Havalimanı, nükleer santraller gibi pek çok dev proje, ÇED kapsamı dışına çıkacak. Termik santraller, havaalanları, demiryolları, otoyol ve otobanlar, Ilısu Barajı gibi pek çok projenin ÇED raporu olmadan yapılmasının önü açıldı. ÇED raporları olmazsa eğer her iktidar istediği işlevdeki istediği
yapıyı istediği araziye yerleştirecek ve böylece kamu ihlali olmasına karşın bunu ispat etmek, itiraz etmek mümkün olmayacaktır.
Yeni Tabiat Kanunu’nun meclisten çekilmesi ve doğa yararına yeniden düzenlenmesi
“Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı” doğayı korumayı değil ‘kullanmayı’ öngörüyor. Yasa tasarısı korunan doğal alanların sınırlarını ve statüsünü, yani nerenin koruma alanı, nerenin milli park ilan edileceğini, nerenin koruma statüsünün iptal edileceğini belirleme yetkisini tek başına Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu’na, yani siyasi iktidara bırakıyor. Yasa tasarısı korunan doğal alanların sınırlarını ve statüsünü, yani nerenin koruma alanı, nerenin milli park ilan edileceğini, nerenin koruma statüsünün iptal edileceğini belirleme yetkisini tek başına Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu’na, yani siyasi iktidara bırakıyor.2 Yeni Tabiat Kanunu’nda “9.8.1983 tarihli ve 2873 sayılı ‘Milli Parklar Kanunu’ yürürlükten kaldırılmıştır” ifadesi yer alıyor. HES’lere karşı açılan davalarda Milli Parklar Kanunu önemli bir dayanaktı, bu düzenlemeyle beraber bu dayanak da ortadan kaldırılmış olacak.3 Ne şaşırtıcıdır ki doğayı korumayan “kullanıma” açan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı’nın ilk 14 maddesi TBMM Çevre Komisyonu’nun 31 Mayıs 2012 tarihli toplantısında bir günde görüşülerek onaylanmıştı. Tam 1 yıl sonra İstanbul Taksim Gezi Parkı Direnişi 31 Mayıs 2013’te Türkiye’de ilk kez halkın gözlerini yeşile doğru çevirmeyi başardı. Tarihi bir harekettir bu.4
Ülke Çapında Nükleer Enerji Üretim Tesislerinin Plan ve İnşaatlarının İptali
Dünya’nın bir gezegen olduğu ve doğal yapısının geri dönülmez bir şekilde bozulmaya başladığı kabul edilmeli ve devlet tarafından üretilen herhangi projenin doğa dostu olup olunmadığı öncelikli aranmalıdır. Bir ülke salt ekonomik zenginliğiyle var olamaz. Türkiye iklimi, coğrafyası, topoğrafyası ve tarihi ile Dünya’ya karşı sorumludur. Medeniyetlerin kapısı olan ülkede
69
doğa dostu kararlar yasalaşmalıdır. Dünyanın gelişmiş devletleri nükleer enerjiden dönerken deprem ülkesi Türkiye’nin ekonomik hırslarla girişimciliğe başlaması kabul edilemez. Dünyada iklimler değişirken, seller, hortumlar, uzun süreli yağışlar beklenirken nükleer enerji üretimi gelecekte daha da riskli olacaktır.
Meydanların Her Türlü Gösteri ve Yürüyüşe İlelebet Açık Kalması
Bir kenti kent yapan meydanlarıdır, salt evleri değil. Ev mahrem özel alandır toplumlar ancak meydanlarda bir araya gelerek demokrasiyi inşa edebilirler. “Demokrasi var” denilen yerde meydanlar halka yasaklanamaz. İstanbul’da, Kadıköy, Taksim ve şimdi yeni dinamik bir alan Beşiktaş’ın gösteri ve yürüyüşlere daimi açık olması doğal haktır. Polislerin görevi halkı korumak kadar bu anayasal haklarını sağlıkla kullanabilmeleri için ortam yaratmaktır. Gösteri yapabilmemiz için polislerin destek olması gereklidir.
70
Anayasa’nın 34. Maddesi:
B. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Madde 34. - Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
Büyük kent projeleri/dönüşümlerinde yerel halka anket, forum veya referandumla fikir danışılması, onay alınması
İdeolojik veya kalkınma odaklı her türlü dev projenin yerel kullanıcılara ve gerekirse kent halkının onayına sunulması demokrasinin temelidir. Demokrasi sandıklara gizlenemez. 5-7 yılda bir yapılan, iktidar partisine ayrıcalıklar tanıyan seçim süreçleri çağın hızına ayak uydurabilen adil süreçler değildir. Ara formüller üretilmelidir. Artık boşluğu kalmayan şehirde yeni konut alanları nüfusun artmasına ve yaşam kalitesinin düşmesine neden oluyor. İstanbul’un merkez çapında bundan böyle tek bir arsaya bile inşaat yapılmamalıdır. TOKİ’nin eliyle yapılan, yaşamı tek tipleştiren, belli başlı zaruretlere maruz bırakan, kapitalist yaşam alanlarının inşası toplum psikolojisi açısından sakıncalıdır. Bunun
yanı sıra, soylulaştırma adı altında kenti zenginlere açma, dar gelirlileri kentin dışına itmek gibi antidemokratik uygulamalardan vazgeçilmelidir. Kentsel dönüşüm için halk anketleri, forumlar ve gerekirse referandumlar yapılması zaruridir. 1 İstanbul bölgesi 3. Havalimanı çed raporu http://www.csb.gov.tr/db/ced/ editordosya/istanbul_3_havalimaniced_raporu.pdf 2 “Tabiatı Öldürme Kanunu”, Prof. Dr. Levent Kurnaz, T24, 21.02.2013 http://t24. com.tr/yazi/tabiati-oldurme-kanunu/6253 3 “Milli Parklar imara açılıyor!”, Gülümhan GÜLTEN, Vatan Gazetesi, 11.03.2013 http://haber.gazetevatan.com/milli-parklar-imara-aciliyor/521250/1/ gundem 4 Tabiat Kanunu İzleme Girişimi http://tabiatkanunu.wordpress.com/
71
72
“Oysa kültür dediğimiz şey, kopmalar ve ayrışmalarla değil birleşmeler ve birikmelerle oluşuyor” Nevzat Sayın
İyi yöneticiler her şeyi kendileri mi yapar yoksa iyi yapacak doğru adamları mı bulurlar?
1909 yılında yaşanan ve 31 Mart Vakası diye bilinen olayın simgesel mekanı bu Kışla’ydı. Ayaklanmanın bastırılması sırasında topçu ateşiyle harabedildikten sonra futbol sahası olarak kullanılmıştı. Kışla olmadan önce Kışla’nın olduğu yerin bir kısmı Ermeni Mezarlığı’ydı. 1939 tarihli Proust’un projelerinde 2 Numaralı Park olarak görülen yerin içinde kalan Kışla, Park’ın yapımı sırasında, 1940’da yıkıldı. İnönü Gezisi olarak adlandırılan yer zamanla Taksim Gezisi adını aldı. Şehrin içindeki konumu ve topoğrafyayı iyi kullanması açısından önemli olan bu park da bütün Taksim Meydanı gibi yeterince anlamlı bir biçimde kullanılamadı ama bu arada çınarları büyüdü ve muhteşem bir “Hüdayi Nabit” şehir mekanına dönüştü. Valikonağı Caddesi’nin Askeri Müze’nin arkasına gelen kısmından başlayıp, Dolmabahçe Sarayı ile Bezmialem Valide Sultan Camisi’nin arasındaki rıhtımdan denize kadar uzanan bu şehir parkı ilk darbeyi Hilton Oteli’nin yapılmasıyla aldı. Bugüne kadar daha iyisi yapılamamış bu modernist yapı ne yazık ki yer seçimi açısında kabul edilebilir değildi ve hala değil.
73
74
Askeri Müze, spor sergi sarayı (Lütfü Kırdar Salonu), Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu (Kongre Merkezi), Açık Hava Tiyatrosu, Taşkışla (İTÜ), Taşlık Gazinosu (Swiss Otel), İnönü Stadyumu, Atatürk Kitaplığı gibi yapıları da içine alan bu park aranarak bulunamayacak bir şehirsel mekan kısmen tasarlanıp, kısmen raslantılarla yapıla/bozula bugüne kadar geldi. Bu arada içine Gökkafes denilen saçmalık, Maçka Parkı’ndaki G-mall, lokantalar, kahveler ve gece mekanları da girdi. Bugün artık buraya bir yapı daha ekleyerek değil, olanların birbiriyle ve şehirle ilişkisini yeniden düşünerek yola koyulmak gerekiyor. Dünyanın her yerinde şehir canlı bir organizmadır ve zamanla değişir ama değişiklik sırasında her zaman gözetilen şey kamusal alanların ne kadar olduğu ve nasıl ele alındığı olur. Kamusal alan gibi görülen çoğu yer “özel kollektif alan” olmaktan öteye geçemiyor. Bu yüzden hiçbir izin gerektirmeden herkesin girip çıkabildiği ve kendinden vazgeçmeden başkalarıyla bir arada durabildiği bu geçek kamusal alanlar çok kıymetli. Kışla’nın yıkılması yanlıştı, keşke yıkılmasaydı. Park içinde kalarak kullanılabilirdi. Üstelik bir kısmı yıkık olduğu için kısmen boşaltılarak ve parkın yapı içinden akışına izin verilerek kullanılabilirdi ama şimdi onu yeniden ve aynen yapmaya çalışmak da en az o kadar yanlış. Saçma sapan bir umutsuz çaba. Rekonstrüksiyon için yapı ayakta olmasa bile yapı malzemesinin %75’inin sahada olması istenir. Üstelik projeleri bile ortada olmayan bir yapının rekonstrüksiyonu olsa olsa gerçekte olanın karikatürü olur. İktidara yakın insanların içinde de aklı selim birileri vardır muhakkak ama körleşme nedeniyle bu basit sonuçları öngöremiyorlar. Bana sorarsan konu ideolojik... Her ne kadar Taksim Gezisi olarak bilinse de “İnönü Gezisi” yerine 31 Mart Vakası’nın olduğu mekanı yapmak iktidardakilere bir tür “iade-i itibar” gibi geliyor olmalı... Oysa kültür dediğimiz şey, kopmalar ve ayrışmalar değil birleşmeler ve birikmelerle oluşuyor. İyi yöneticiler her şeyi kendileri mi yapar yoksa iyi yapacak doğru adamları mı bulurlar? Yenikapı’da deniz doldurularak elde edilen “miting alanı”, Kartal’daki marina, Kanalistanbul, 3. Köprü, Çamlıca Camisi, Beşiktaş İskelesi’nin hemen arkasındaki otele satılması, Resim Heykel Müzesi’nin Dolmabahçe Sarayı veliaht dairesinden çıkarılması, yeni havaalanının yeri, Haliç
Köprüsü, Haydarpaşa Limanı ve istasyon, tarihi dokunun olduğu bölgelerde “kentsel dönüşüm projeleri”, TOKİ uygulamaları gibi konular ilgili taraflar arasında gerektiği gibi ve yeterince tartışılan süreçler değil, alelacele varılmış sonuçlar olarak çıkıyor karşımıza. Oysa beğendiğimiz ve imrendiğimiz şehirlerin belirli arallıklarla revizyondan geçirilip, değiştirilse de ne olacaklarına dair yüz yıllık programları var. Bizim içinde yaşadığımız ya da yaşamaya çalıştığımız coğrafya ile şimdi ve burada yaşayan insanlar arasında çok zayıf bir bağ varmış ve bu bağ giderek daha da zayıflıyormuş gibi görünüyor. Hiç kimse kendisinin olana bunu yapmaz. Kendisinin olmayınca “hoyrat davranma hakkı”nı da elde etmiş oluyor. İstanbul bir müze şehir olarak anlaşılmadıkça bu hoyratlık bitmeyecek gibi görünüyor ama doğru dürüst müzeleri bile olmayan bir şehir nasıl olacakta müze şehir olacak? Müze olmamasının nedeni geçmişte olanların ve geçmişten kalanların kimsenin olmaması mı? “benim değilse neden saklayayım, neden göstereyim” diye bir cümle mi var sessizce dolaşan? Yapılacak en iyi şey, bütün parametreleriyle harika bir yer olmaya hazır olan bu konuda sözü olan ve olacak olan kim varsa toplantılar ve ortak çalışmalarla konuyu açıp, anlamaya çalışmak ve bir “tasarım rehberi” hazırlamak olmalı. Bu iş için çalışkan, yetkin, becerikli, birikimli insanlar var. İstanbul’da değilim. Cuma akşamından bu yana uzaktan da olsa becerebildiğim kadarıyla olanları izlemeye çalışıyorum. Giderek zıvanadan çıktı. Kışla dayatmasının ideolojik olduğunu söylemiştim ama bu kadar ahmakça davranılacağı aklıma gelmemişti. İktidar, “muktedir” olmaya çalıştıkça kendilerini bile şaşırtacak kadar olmadık bir zamanda saçmalar ve gücünü aldığı yer, güçsüzlüğünün de kaynağı olur diyebiliriz. Bu hipotetik cümle şimdi ayniyle vaki... ve hala “üç beş çapulcu” diye tanımlanabiliyor. Başbakan “AVM değil de şehir müzesi yapsak ne olacak? Bunların derdi başka. Biz sadece Kışla’yı yapmakla kalmayıp, AKM’yi de yıkıp daha güzel bir kültür merkezi yapacağız, bir sürü kültür merkezi var ama gerçek bir kültür merkezi yok” diyebiliyor. İyisini yapmak isteyen bilmediğini sorar değil mi? Küçücük bir aklı olan birinin bile restorasyonla ya da mevcut yapıya eklenerek de iyileştirmenin yapılabileceğini biliyor olması gerekir ama bu basit gerçeklikler her şeyi kendi yapmak isteyen ahmak yöneticilerin aklına bile gelmez. Becerebildikleri bir sürü şeye
75
bakarak anlayabileceğimiz gibi, ahmak olmadıklarına göre geriye “taammüden kötülük” kalıyor... Başa çıkılması en zor olan da bu... ama imkansız değil. Bu başa çıkmanın bir ucu sokaktaki mücadele ise diğer ucu da herşeye rağmen “ortak akıl” üretmek için yuvarlak bir masa etrafında toplanmak ve Proust’un 2 Numaralı Parkı’nı yeniden düşünmek olmalı. Bu masada “muhafazakar demokratlar” da olsa iyi olur. Epeyce eski bir zamanda yapılmış olan ama projesi elimizde olduğu için yeniden ele alabileceğimiz bir Park’a dönerek muhafazakar, masa başı olmayan bir oturma düzeninde de demokrat olmaya halel getirmemiş oluruz.
76
77
78
Başbakanımızın Rol Modeli Kim? Uğur Tanyeli
Daha önce de bir makalemde yayınladığım bir fotoğraf var. 1940’lı yılların sonlarına ait. İsmet İnönü ile Hasan Ali Yücel bir masanın başında oturuyorlar.
79 Önlerinde proje paftaları yayılmış. Karşılarındaysa ayakta epey uzak bir mesafede Emin Onat ile Sedad Hakkı Eldem duruyor. Sedad Bey onlara doğru eğilmiş, anlaşılan o ki, bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Görüntüyü tanımlayan ana aktör İnönü ise, elinde bir kalemle proje tashihi yapıyor. Kişileri tanımasam, Sedad Hakkı Eldem’in masada oturan ve proje tashihi yapan adam olduğunu, Yücel’in bir Güzel Sanatlar Akademisi asistanı olarak görev yaptığını, ayakta duranlarınsa Sedad Bey’in odasında tashihe gelmiş “gariban” öğrenciler olduklarını sanabilirim. Ne de olsa ben böyle tashih manzaralarına alışığım. Ama değil. Eldem ile Onat mimar kimliğini taşıyorlar, ama belli ki İnönü onlardan iyi biliyor şu mimarlık işini (!). Bilmese, herhalde şöyle demesi gerekirdi: “Buyrun, oturun, ayakta kalmayın beyler. Bakın ben sadece siyasal iktidarı elinde tutan kişilerden olağan biriyim. Lütfen, bana şu projede neyi amaçladığınızı, benim anlayabileceğim basit terimlerle anlatır mısınız? Ne de olsa sizin benden daha iyi bildiğiniz bir konuda konuşuyoruz,” İnönü ile Yücel’in böyle bir feraset göstermedikleri besbelli.
80
Şimdi ben bu yaklaşık 70 yıllık fotoğrafı neden anımsadım? Bilindiği gibi, ben mimarlık tarihçisiyim. Biz tarihçiler, her güncel durumun uzun bir tarihselliğin görünen güncel ucu olduğuna inanırız. Hiçbir güncel vuku buluş bizim için eskide temelleri olmaksızın ortaya çıkmaz. Hep daha önce yaşanmış, yapılmış, hissedilmiş, üretilmiş olanların üzerinde yükselir bugün. Fazlaca yalın bir analizle, bir yandan onlara tepki duyarız, reddederiz; öte yandan da onları istesek de istemesek de kendi yaşamımıza katar, içselleştiririz. İki karşıt biçimde de tarihten kopamayız. Geçmişe bakarken onaylayıcı da olsak, yadsıyıcı da, hepimiz tarihsel özneleriz. Yani, tarihimiz kişisel doğum tarihimizden başlamaz. Belli ki, Sayın Tayyip Erdoğan da her olağan insan gibi böyle biri. Tarihle çok travmatik bir ilişkisi var. Geçmişte olmuş bitmişlerle hesaplaşmak, onları silmek istiyor. Ama öte taraftan da ne kadar inkar etse de, yine her olağan insan gibi, kişiliğini, kimliğini, bilgi birikimini geçmiştekiler oluşturuyor. Acıklı olan şu ki toplumsal rol modelini de o tarihsel kişiliklerin sahip olduğu otoriter kadim rol modeli oluşturuyor. Aynen o sürekli eleştirdiği, sanki güncel siyasal muhalefet lideri oymuş gibi konuşmalarında sık sık adını andığı İnönü’ye benziyor. Tıpkı İnönü gibi mimarlık konusunda kimseden öğrenmeye ihtiyacı yok. Aksine kalemi eline alıp öğretebiliyor, çünkü o biliyor. Camilerin mimarisi nasıl olmalı, AKM’nin bu kente yakışmadığını, çok daha iyisinin nasıl olacağını, Topçu Kışlası’nın çok önemli bir tarihsel kayıp olduğunu, Gezi Parkı’nın önemsiz bir mimari çöp olduğunu, Aya Triada Kilisesi etrafındaki vakıf dükkanlarının kaldırılıp kilisenin de meydana çıkarılması gerektiğini biliyor. Hızlı historiyografik analizi biraz daha uzatayım ve İnönü’nün de (Erdoğan’ın da) rol modelini tanımlayanın hangi tarihsellik olduğu üzerinde biraz daha durayım. Askere giden mimarlar bu kişilik tipolojisini hemen tanıyacaktır. Bilindiği gibi, subaylar mimarlıktan çok iyi anlar. Askeriyede bir mimarlık işi gündeme geldiğinde kendi birliklerinde mimarların bulunmasını hiç önemsemezler. Onlara neyin nasıl yapılacağını anlatır, sadece uygulama beklerler. Orduda bilen subaydır; mimarsa o “önemsiz” teknik işi sadece yapılır kılan adama denir. Sıkıcı analizimi biraz daha uzatıp bu mimarlık bilen subayın da 19. yüzyılın ikinci yarısında taşrada mimar ve inşaatçı bulunmayan zamanlarda askeri inşaatları subayların yapıp denetlemek zorunda
kaldığı yıllardan kökenlendiğini söyleyeyim. Böyle yarım yüzyıl geçirdikten sonra subaylar artık mimar ve genelde uzman sıkıntısı olmasa da mimarlıktan anlamayı, ona ilişkin her şeyi bilmeyi içselleştirir. İnönü bu kuşağın ve o eğitim sürecinin insanıydı. O yüzden askeri okulda okuduğu “fenn-i mimari” dersleri sayesinde mimarlığı Eldem’den de Onat’tan da daha iyi biliyordu artık. O dersler Cumhuriyet Dönemi’nde kaldırıldılar. Ama gelin görün ki, bu artık bir subay kimliği bileşeni olmuştu. Sözgelimi, Kenan Evren de hepimizin bildiği gibi, mimarlığın (ve her şeyin) iyisinden kötüsünden çok iyi anlar olmuştu. Sanat yapıtlarının da kalitelisini hemen fark edebiliyor, içine tükürülecek olanı kolayca teşhis buyurabiliyordu. Yahu sahi, şimdi aklıma geldi: İnönü “Milli Şef”ti, demokratik yollarla seçilmiş bir başbakan değildi. Kenan Evren mi? Onu daha iyi hatırlıyorum, darbe lideriydi, demokratik bir önder değildi. Sayın Erdoğan ise kendisinin sürekli vurgulamaktan yorulmadığı, bizim de çok iyi bildiğimiz ve inkar da etmediğimiz biçimde, hani “şu zorlukla tuttuğu memleketin %52’sinin” oylarını almış olan partinin lideri. Ancak, acıklı olan şu ki, neden bu unutulması, aşılması gereken otoriter (antidemokratik) rol tipolojisini en yakından, örneğin İnönü ile paylaşıyor? Özetle, Gezi Parkı’nı yapanla yıkanın, Topçu Kışlası’nı yıkanla yeniden yapmaya kalkanın, AKM’yi yıkmaya kalkanla sergiden tablo kaldırtanın aynı rol modelini paylaşması bir Türkiye şakası olsa gerek. Ne var ki, bu ülkede şakalara gülmek yürek ister.
81
82
Başkanlara Tavsiyeler Ertuğ Uçar
83 Başkanları, Başkanlık ettikleri İstanbul’u ve ilçe belediyelerini yönetmediklerini nihayet anlamış oldular. Biz çoktan biliyorduk. Onların yaptığı kuru “belediyecilik”. Çöp topla, kaldırım yap, tabela koy, çağrı merkezi kur, vs. Yönettikleri alanların geleceği için hiçbir şey yapmadıkları ayan beyan ortaya çıktı. Niteliği unuttular, niceliğe taptılar. Biz biliyorduk: Şehrin kalbinde kazanılan Karayolları, Likör Fabrikası, Ali Sami Yen Stadı arazileri, Ataköy Sahili gibi paha biçilemez arazilere paha biçip satanların karşısında durmadı. Arena Stadı bugünkü yanlış yerine yapılırken gıkını çıkarmadı. TOKİ, şehri her yöne gönlünce ve çirkince büyütürken tek yaptığı TOKİ’nin pazarlayacağı arazilerin değerini arttıracak altyapıları oraya önden taşımak oldu. Kuzey ormanları yeni sitelere ve köprüye ve havaalanına, Zeytinburnu Sahilleri akıl almaz yükseklikte yapılara, güzelim Boğaz koyları İSPARK’a gitti. TOKİ terbiyesizce merkezdeki okullara, hastane arazilerine göz dikti; sesini çıkarmadı. En son Taksim. Taksim’i yukarıdan planladılar, seyretti. Gezi Parkı’na da gireceklerdi ki olan oldu.
84
Belediye yönetmeyi ortalama bir A.Ş yönetmek zannettiler. Belediyemiz bugün glütensiz ekmek, modifiye asfalt ve LED trafik lambası üretiyor. Sağolsun. Ama şehirliler için fikir üretmiyor. Onların ürettiğini de dinlemiyor. Sadece İstanbul mu? Son 10 günde olanlardan, Türkiye’nin tüm bilmiş belediye başkanları ders çıkarmalı. Şehirliye rağmen şehir yöneten, şehirlerine İstanbul’u, kendilerine de Kötü Kral Tayyip Erdoğan’ı örnek almış bu başkanlar yönetimlerinin muhasebesini yapıp yapmamakta serbest. Bölgelerindeki TOKİ arazi yağmasına, HES’lere, koskoca Karadeniz Otoyolu’na ses çıkarmayı bırakalım, alkış tutan tüm yöneticileri yazacak kitaplar. İstanbul’un Başkanını yazdıkları gibi yazacak. Ne mi yazacaklar İstanbul’un Başkanı hakkında? Şehrini 10 yıl boyunca Başbakan’ının ve Erdoğan Bayraktar’ın kuklası olarak yönetmiş Başkan. Şehrin hiçbir köşesini bu ikilinin elinden kurtaramamış Başkan. İstanbul’un Başkanı muhallebi işine tekrar odaklansa iyi olur. Tavsiyemizin iki sebebi var: Tekrar Başkan olması imkansız ve açıkçası muhallebileri de iyice kötüledi.
85
86
Çapulcuların Mimarlığı... ve Gençler... Hüseyin Yanar
Bütün yaşananlar belki de yaşamın tam ortasından alınabilecek en önemli bir mimarlık dersiydi.
87 Mimarlık içiyle, dışıyla, önüyle arkasıyla, yaşamın tam ortasında, yaşamla iç içe, el ele, kol kola olmalıdır. Eğitimi ile, öğrencisi ile, hocası ile, dekanı, rektörü ve okulları ile... Bütün bu olaylardan, “Gezi Mucize”sinden sonra benim gördüğüm Türkiye de, yaşamın da, mimarlığın da, ve sanatın da, politikanın da artık dün gibi olmayacağıdır. Bu bir kırılma noktasıdır, bu bir milattır. Bunu da başaran o isimsiz yığınlar yani öncelikle “Gençler”, gezideki o artık adeta tarihi eser olan ağaçları hala bekleyenler, ve o gençlerin arkasından dalga dalga gelenler, onlarla birlikte onurla meydanları dolduranlar, sabahın köründe, alaca karanlıkta barış adına yollara dökülüp, yavaş yavaş iki kıtayı geçenlerdir, adeta iki kıtayı, bu ülkenin iki yakasını birleştirenlerdir... Geleceğe cesaretle köprü olanlar, geleceğe cesaretle ışık tutanlardır. Bizler, başka bir milat olan 80 lerin öncesinde öğrenciydik. O yılları, sanki görünmez bir elin, ellerin, Türkiyenin geleceğini çizdiği yılları yaşadık. Dramatik yıllardı. Sağdan soldan her yerden bir çok genç yaşamını yitirdi. Cezaevlerinde çok kişi yok
88
olup gitti. Yoğun üniversite yılları, dersler, sınavlar, projelerin telaşeleri arasında, kimbilir kaç yıl, her gün sayısı artarak, yaşamını kaybedenlerin haberleri ile, yürüyüşlerle, sloganlarla, gösterilerle, kavgalarla geçti. Korku insani bir duygudur. İşte o, kol geziyordu, her yerdeydi. Ama yaşam da bomba ihbarlarıyla, boykotlarla forumlarla herşeye karşın sürdü gitti. Bu yaşamın yanında, allahtan mimarlık vardı da bir çoğumuz ona sarıldık. Kendi bu gürültüler arsasında bulmaya çalıştık. Evlere gitmeye korkardık, otobüs duraklarında durmaya da, okulumuzdan çıkmaya da. Çünkü hele öyle bir dönem vardı ki, kim olduğuna bakılmadan adeta her yer, her an taranıyordu, taranabilirdi. Ve bir nesil adeta yok oldu, perişan oldu, kim vurduya gitti her taraftan, sağdan soldan. 80 de ise bir gün her şey bir anda nedense bıçak gibi kesildi. Silahlar sustu. Neden daha önce susmamıştı. Herşey, her yer bir anda güllük gülistanlık oldu, gösterildi. Başka şeyler olmaya başladı. Türkiye artık yeni aktörleri ile farklı farklı dönülen köşe hikayeleri ile başka bir dünyaydı. Ve devamı geldi. Adeta bu ülkenin insanları, hep birlikte bir gün, görünmez bir elin bir gecede tasarladığı ya da çekmecelerde zaten yıllar önce planları yapılmış, kendileri için tasarlanmış, aniden inşa edilmiş, hiç karşılaşmadıkları büyük bir evin kapısından içeri girdi. Orada, orada tasarlanan odalarda yaşamaya başladı yepyeni kuralları ile, eğitimi ile, öğrencisi ile, hocası ile, mimarlığı, sanatı, politikası ve yaşamı ile herkes bu, yeni yaşama uymaya başladı. Hafızalar bir anda sıfırlanmıştı, silinmişti ya da silinmek istenmişti. Arada otuz yıl geçti. Sanki geçen hafta sonu bir sabah hepimiz uyandık ve herşey yeniden başladı, olanlardan, geçmişten arındırılmış, ya da arındırılmaya çalışılarak yetiştirilen yepyeni gençler ile. Bu gençlerin çoğu daha doğmamıştı bile. Yeni bir nesil yetişmişti. Bu farklı bir nesildi. İşte bu gençler bu hafızası silinen, ya da silinmiş olduğu düşünülen dönemlerden gelen gençler, yıllardır adeta etrafında olanları gözleyen, sabırla herkesi dinleyen gençler, düşündüklerini, son sözlerini, kendilerine katılan binlerce kentli ile omuz omuza söylediler adeta hiç birşey demeden, sessizce İstanbulun kalbinde. Üzerine çok şey tartışılan, yazılan, çizilen Taksimdeydiler, biribirini tanımayan kendilerine katılan sıradan insanlarla, yığınlarla... Büyük çoğunluğu bayraksız, sessiz sedasız, sanatçısı, ile, mimarları, öğrencileri farklı meslek grupları ile. Hatta öncesinde ülkesindeki bir çoğu kanaldaki izleyicilerin haberi
olmadan, yaptıkları pek yayınlanmadan. Gezide başından beri orada ağaçları bekleyenlerle buluştularlar, her türlü önleme sınırlarını, insani sınırlar kat ve kat aşan, o bitmek tükenmek bilmeyen göz yaşartıcılara, gaz fırtınasına ve su püskürtmelere karşı, yaşamları bahasına. Ya mimarlık... Bütün yaşananlar belki de yaşamın tam ortasından alınabilecek en önemli mimarlık dersiydi. Hem ahlaki açıdan, hem de mesleki açıdan... İş işi getirir, iş kaçırılmamalı kavramını sorgulayacak sorgulatacak, rafa kaldıracak bir dersti, tarihe bu tartışmaları ile tarihe geçeceği kesin Topcu Kışlası düşünülünce. Bir tarafta yıkılan Kışlayı yeniden restore eden çoğu kişinin şaşırıp kaldığı meslekdaş, mimar, ona izin veren en üst kademeler dahil yeniden yapılacak, yeniden burada olacak diyenler ve bütün olanlardan sonra hala ısrar edenler, bir tarafta da bu yeniden diriltmeye, yeşili yok etmeye, azaltmaya hem de kentli olarak, hem mimar olarak buna karşı çıkanlar. Hatta bu gürültülere ek olarak en yetkili ağızdan üzerinde çok tartışılan, sergileri yapılan değeri yerli yerine oturtulmaya çalışılan Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkıp yerine nedense modern olmayan bir opera binası yapılma planı ve yeni bir cami yapılmasını da içine alan daha başka yeni tartışmalar. Bunlara en iyi cevabı veren hala o ağaçlara sarılan gençlerdi. Tabii bir ağaç bile çok önemliydi de, bu gençler, bu hayalperest ama bu hayalin arkasındaki gerçeği gören, her zaman her yerde belki de yetişkinlerden, yaşlılardan daha net görenlerdi. Yaşamı özgür bir ağaç olarak ele alıyorlardı. Her ayrı ağaç gibi, birey olarak yaşamak istiyorlardı. Özgür olmak istiyorlardı. Bu yaşamdan güle oynaya keyif almak istiyorlardı. Asık yüzlü olmak istemiyorlar, aynı elbise giymek istemiyorlar, yaşam için kendi seçimlerini kendileri yapmak, farklı farklı renkler seçmek istiyorlardı. Farklı farklı inançtaydılar. Farklı farklı düşünmek istiyorlardı. Yakıp yıkmadan sessiz protestoları, olanların arkasından kırılanları, kalkan taşlarını kaldırımlara koyarak, fırtınanın arkasından arta kalan çöpleri, duvarlardaki küfürleri bile temizleyerek, tartışarak, doğruyu arıyorlardı. Bu gürültüde sertlik yanlısı olanları durmaya çalışıyorlardı. Verilen reçetelere bağlı olarak yaşamak istemiyorlar, bir gecede gelen yasaklamalar, dayatmalar istemiyorlar, kim olursanız olun, ben yaptım oldu istemiyorlardı. Hakları da vardı. Farklı düşünden bir kişi bile olsa dikkate alınmak istiyordu. Kentlerinde olanlardan kendilerine
89
90
de sorulmasını, fikirlerinin de alınmasını, kentlerinin kalbinde yapılacaklara katılmak istiyorlardı bütün kentliler ve meslek adamları, mimarlar gibi. Yani kısacası herkesin biribiri kabul edeceği barış içinde yepyeni bir dünya istiyorlardı. Umutlarını, kendi dünyalarını arıyorlardı. Para, her gün inip çıkan borsa onlar için önemli değildi, hatta hiç umurlarında değildi. Köşe dönüşler ile alakaları yoktu. Para bir yanda, paraya bağlı değil onurlu yaşamak istiyorlardı. Yepyeni bir tasarım, yepyeni bir yaşamın mimarisi ve yepyeni bir anlayış istiyorlardı. Bu herkesi, eminim baştakileri de, başta olmayanları da, sıradan insanları da, ülke içindekileri ve dışından olanları izleyenleri şaşkına çeviren kendine özgü, bildiğimiz kalıplara uymayan başka türlü bir patlamaydı. Yani bütün bu olanlarla yıllardır mimarlıkta sözü edilen tasarımdaki “public participation”ı yani gerçek yaşamın mimarisindeki halk katılımı yaşamın ortasında getirip koydular. “Mimarlık” bir anlamda bütün diğer kentlerden duyulan bu sessiz çığlığın orta yerinde, olanların lokomatifi oluyordu. Yepyeni bir tasarımın ta kendisi haline geliyordu. Başta bulunanlar şimdiye kadar bütün yaptıkları, kimine göre eksileri, artıları ile bir on yıl ya da kaç yıl daha kalır mı, gider mi bilinmez ama umalım, bütün bu olanlar herkes tarafından, önce en üst yetkililerden en alta doğru, her türlü kademe ve kuruluş tarafından dikkatle izlenir, hassasca yapıcı olarak değerlendirilir gerçekten mesajlar bütün detayları ile alınır. Ve Türkiye bu defa, kendine özgü yeni bir yol bulur. Bu genç yürekler ve cesaretli, onurlu gençler ve bütün onlarla birlikte, yıllardır girilemeyen Taksim’in yolunu açan ve tabuları yıkan kentlerine sahip çıkan diğer katılımcılar ile. “Çapulcu” ilginç bir sıfat. Üzeri yırtık pırtık, elbiseleri lime lime olmuş, saçları yağ, kir pas içinde kokan, işsiz, güçleri hatırlatıyor. Ama bunlar tam tersiydi. Okuyan, okumasa da sorgulayan düzgün çapulculardı. Ben bu “Çapulcu”ları ve “Çapulcuların Mimarlığı”nı gençlerin yaşam adına tasarımlarını çok sevdim, onları destekleyen kentlileri, tencereleri, tavaları, ve pencerelerden gece yarılarında kentin kaldırımlarına dökülen yaşamın içinden spontane müziklerinin havalarını da, ve karanlıklardan gelen unutulmayacak Taksim Senfonilerini ve zihinlere kazınan unutulmayacak resimlerini de, yüzde kaç olurlarsa olsunlar.
Bu ülke tarihinde eminim çok önemli bir yere oturacak, bir anda umulmadık bir kasırgaya dönüşen, bizi demokrasinin orta yerine atan, demokrasimizi acımasızca sorgulamamıza neden olan Taksim deneyimi belki de yaşamın orta yerinden alınmış en umutlu eskizlerden, hatta eskizinde ötesinde kağıda dökülüp binalaşan çabalardan biridir ve yaşamın içindeki en önemli mimarlık olaylarından olmuş, umudun sesi olmuştur. Kim bilir şimdi yepyeni çizgilerle çizilen yaşamın içinden bir mimarinin, yepyeni bir eğitimin, hoşgörünün, birbirini anlamanın belki de başlangıcı ile karşı karşıyayız. Umalım artık bu ülke de kimse artık kimseye karşısındakinin yaşamını hedef alarak elinde gazıyla, TOMA’sıyla ya da hiç bir şekilde saldırmasın. Fikirlerinden ötürü, düşündüklerinden ötürü kimse kimseyi, her ne şekilde olursa olsun yok etmeye çalışmasın. Bırakın ekonominin ne kadar iyi gittiğini bir yana, işte şimdi Türkiye önemli bir sınavın eşiğinde. Bu topraklarda demokrasi adına hem de birlikte yaşama adına unutulmayacak, geri dönülmeyecek, geri döndürülemeyecek bir destan yazılmalı, kim gelirse, kim giderse gitsin... Bu gençler kendilerine diğer katılan yığınlarla birlikte İstanbul’un kalbinde ve kalbin sesini duyan uzaklarda çok önemli, yok edilemez bir iz bıraktılar...
91