Psikanalizin karanlık sureti İlker Cihan Biner
Kötülüğü ifşa etmek Ahmet Ergenç
Sınırsız sohbetler dizisi Yeşim Akdeniz
CENGİZ TEKİN,ENTEGRE,2007,100X70,C-PRINT, PİLOT GALERİ’NİN İZNİYLE
Akıl ağrısına merhem Nazlı Pektaş
yeryüzünde ne varsa sahnede de o var: İstanbul Tiyatro Festivali
3-28 Mayıs tarihleri arasında şehrin sahneleri canlanıyor. 20. kez düzenlenecek İstanbul Tiyatro Festivali; oyun, gösteri, performans ve yan etkinlikleriyle sahne sanatları meraklılarını bekliyor.
Yazı Nihan Bora
2
Festivalin içinde büyüyen isim olan İstanbul Tiyatro Festivali Direktörü Leman Yılmaz ile 20. kez İstanbul sahnelerini hareketlendiren festival için bir araya geldik. Son iki festivalde giderek artan yan etkinliklerle de önemli bir eğitim programı sunmaya başladıklarını söyleyen Yılmaz, “Profesyoneller gelince bu kez festival programında yer alan oyunların, projelerin de niteliği farklılaşmaya başlıyor” diyor.
kesiti sunuyor bize. Oyunun, özel bir hastanenin yoğun bakım ünitesindeki hastaların ve hastane personelinin mahrem anlarına bir bakış denemesi olduğunu söyleyen Yula, bir saatte orada olan bitene tanık olacağımızı anlatıyor. Yula, Ân’ın uzun zamandır anlatmak istediği bir konu olduğunu söylüyor. Ayrıca oyunun provaları esnasında belgesel olarak kayda alındığını ve niyetlerinin bu belgeseli, çeşitli Uluslararası Film Festivalleri’ne göndermek olduğunun müjdesini de veriyor. Oyunun iddialı yanını sorduğumuzdaysa Yula’nın cevabı oldukça mütevazı oluyor: “İddiasızlığı, en evrensel ve sıradan olanı anlatmaya soyunması.” Kişisel olarak 2004’ten beri festivale bir oyun hazırlamayan Yula, yeni bir ekip ve dinamizmi görünce, ayrıca Leman Yılmaz’ın kişisel çabalarına tanık olunca bu işi yapmanın doğru olduğuna karar vermiş. Yula, festivalin kendisi için önemini ELİF ÜRSE, SERCAN GÜLBAHAR, ZUHAL GENCER ERKAYA, KANBOLAT GÖRKEM ARSLAN / KÖPEKLERİN İSYAN ise şöyle anlatıyor: “Bu GÜNÜ OYUNCULARI festival farklı kuşaklar Bu seneki programda yer alan oyunların, dünya yetiştirdi ve önemli bir işlevi yerine getirdi. Bir boşluve Türkiye’nin yaşadığı sorunlara kayıtsız kalmadığı ğu doldurdu. Bugün İstanbul büyük bir dünya kentiygörüyoruz ve bu durumu Yılmaz şöyle anlatıyor: “Tise bunu biraz da bu festivale ve benzerlerine borçlu.” yatro, içinde yaşadığımız toplumdan ayrı düşünüleKentsel dönüşümün sonuçlarına bakmak mez. Dolayısıyla yabancı yapımlarda özellikle kurguGülce Uğurlu’nun Firuze Engin’le birlikte yazıp suyla, konusuyla bize bugünü anlatan oyunları seçtik. yönettiği Ev’vel Zaman, İstanbul’un merkeze uzak, Ayrıca festivale ilk kez katılacak yönetmenlerin işleri kentsel dönüşüm yüzünden kabuk değiştiren bir de yer aldı.” semtinde geçiyor. Genç ve yetenekli iki isim Uğurlu Son yıllarda yerli oyunların yurtdışında temsil ve Engin, bu hikayeyi yazma sebeplerini ise şöyle anedilme başarısı da gösterdiği bir gerçek. Yılmaz, bu latıyor: “Şu anda tüm ülke inşaat halinde. Buna en yobaşarının da pek kolay olmadığını şöyle anlatıyor: ğun olarak maruz kalan şehir de İstanbul. Bu nedenle, “Tabii ki geçmiş yıllarda da kimi oyunlar yine yurthikayeyi bir İstanbul mahallesi üzerinden anlatmak dışına çıktı, farklı kentlerde oynadı. 2014 yılından istedik. Kentsel dönüşümün sonuçlarına, yarattığı bu yana ise bu konuya daha da ağırlık verdik. Özelhislere özellikle orta sınıf açısından bakmayı önemlikle diğer uluslararası festivallerin programları içinsedik.” de görmeye alışık olduğumuz ve yurtdışından gelen Uğurlu ve Engin, oyunda rol alan Esme Madra, profesyonellere yönelik olarak bir program oluşturBedir Bedir ve Funda Eryiğit’in meselenin birçok duk. Bu yıl da bu program devam ediyor. 19-22 Mayıs boyutu üzerine doğaçlama yaptığını söylüyor. İkitarihleri arasında yurt dışından çok sayıda katılımcı li, sahneleme tekniğindeki farkı ise şöyle anlatıyor: olacak. Hatta festivalin ilk günlerinde yurtdışından “Oyunculuk biçimi, reji, sahne tasarımı, hikaye gibi 11 öğrenci de festivali izlemeye geliyor. Tüm bunlar tüm unsurların yaratımı aynı anda ve birbirini beslebizim için çok önemli gelişmeler.” yerek gerçekleşti. Yıkmak, bozmak, yapmak, hafıza, Yerli oyunlarda öne çıkanlar konfor gibi kavramları soyutlayan, oyuncak benzeri Festivalin yerli yapımlarında öne çıkan oyunların performatif bir sahne tasarımımız var.” yönetmen, yazar ve oyuncularından festivale dair gö“Görünmez olanlara dair bir hikaye” rüşlerini aldık. Geçtiğimiz festivalde İstenmeyen isimli oyunuyla “‘Ân’ın iddiası, iddiasızlığı” büyük beğeni toplayan ve oyunu yurtdışında da sahİyi metin ve oyunların mimarlarından biri olan neleme şansı bulan Ceren Ercan, bu kez Köpeklerin İsÖzen Yula, festivaldeki Ân isimli oyunuyla bir yaşam yan Günü ile karşımızda. Oyun, Nişantaşı’nda köpek
gezdiricisi olarak çalışan genç ve lüks mağazalar ile ışıltılı vitrinler arasında görünmez olanlara dair derin bir hikaye anlatıyor. Ercan, Flaubert’in Madame Bovary romanından serbest bir esinlenmeyle yazdığını söylediği oyununu, zamanın halet-i ruhiyesini çözebilmek amacıyla ele aldığının altını çiziyor. Ercan, oyunla ilgili kendisini mutlu eden bir durumu şöyle paylaşıyor: “Oyunun fikri oluştuktan sonra Lizbon Şehir Tiyatrosu dramaturjiyi ilgi çekici buldu ve prodüksiyona ortak oldu. Yeni bir tecrübe bu bizim için.” Platform isimli yeni ekiplerinin ilk oyunu olduğunu söyleyen oyunun yönetmeni Mark Levitas, “Oyun, sınıf meselesine odaklanıyor, meselesini onun etrafında örüyor. Fikri ve karakterleri sevdim ve beraber çalışmaya başladık. Önümüzde beraber yürüteceğimiz uluslararası yazarlık projeleri de var” diyerek geleceğe dair bize müjde veriyor. “Seyirci çarpıcı bir Macbeth’le karşılaşacak” Daha önce Parti ve İki Kapılı Ev ile festivalin unutulmaz oyunlarına imza atan EKİP Tiyatrosu, Bülent Emin Yarar’la bir araya geldi ve festivalin merakla beklenen işlerinden birini sahnelemeye hazırlanıyor: Macbeth. Yarar’ın yönettiği oyunda rol alan Cem Uslu, neden bu oyunu seçtiklerini ise şöyle anlatıyor: “Siz Macbeth’i seçmiyorsunuz, Macbeth sizi seçiyor. Oyun, yazımının üstünden 400 yıl geçmesine rağmen hâlâ o kadar güncel, o kadar canlı ki. Tiyatro yapıp da bir gün Macbeth’i oynamak, tasarımını yapmak, sahneye koymak hayaliyle yaşamayan kaç kişi vardır acaba? Hal böyleyken, geriye sadece doğru zamanı yakalamak kalıyor. Biz de bizim için doğu zamanın bugün olduğuna karar verdik ve bu zorlu ama müthiş keyifli işin altına girdik.” Bu yeni Macbeth yorumunun iddiasını soruyoruz, aldığımız cevap bizi hayli heyecanlandırıyor: “Provalarımızda yaşadıklarımıza, hissettiklerimize bakarak diyebiliriz ki seyircilerimiz 25 ve 26 Mayıs akşamları sahnede yaratıcı, dürüst, sarsıcı, çarpıcı bir oyunla karşılaşacaklar.” “Hayatını kaybeden çocuklarla ilgili bir şeyler söylemem gerekiyordu” Festivalin iç burkan ve sarsan oyunlarından biri de kuşkusuz Yeşim Özsoy’un yazıp yönettiği Yaşlı Çocuk olacak. Özsoy, oyunda terör ve şiddet yüzünden hayatını kaybeden ve ismini birçoğumuzun hatırlayacağı; Aylan Kurdi, Jamal Salih I’lyan, Cemile Çağırga ve Veysel Deniz Atılgan’ı bize yeniden anımsatıyor. “Ben oyunda onların yaşadıklarını hayal ediyorum ve oyun böylesine fantastik ve ütopik bir noktadan başlıyor” diyen Özsoy, dört çocuğun hikayeleri üzerinden savaş, barış, aşk ve yalnızlığa odaklanıyor. Dört çocuğa dair bir oyun sahneye koyma nedenini soruyoruz, Özsoy şöyle yanıtlıyor: “Bu dönemde, bu coğrafyada, bu konuyla ilgili bir şeyler söylemeye ihtiyacım var. Yoksa acı içimizde birikip büyüyor. Gündemler sürekli yaşanıp bir kenara konuyor. Sürekli unutuyorum, unutuyoruz sanki. Bunu kendimde ve seyircide engellemek istiyorum.”
kötülüğü ifşa etmek Yazı Ahmet Ergenç Ben sadece bana söyleneni yaptım. Bu cümle, Extramücadele’nin son sergisinin de adı ama Hannah Arendt’in mercek altına aldığı ve ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramına dayanak yaptığı Nazi subayı Otto Adolf Eichmann’ın ağzından da çıkmış olabilirdi. Çok bilinen bir vakadır ama hatırlayalım: Arendt akıl almaz kötülükler yapmış bu Nazi subayının mahkemedeki hallerini gözlemleyince, karşısında bir canavar, bir manyak, bir hilkat garibesi değil, son derece ‘sıradan’ bir insan, bir görev adamı görünce şaşırmış. Bütün bu kötülükleri yapan insanın sıradan hali
gideki işler Türkiye toplumu bünyesinde gayet sıradan bir şey gibi sürdürülen kötülükleri ve bu kötülükler için mesuliyet almayanları ifşa ediyor. İfşa ediyor diyorum çünkü burada yapılan şey basit bir ‘gösterme’ hamlesi değil; suçluyu ve suç mekanizmalarını ifşa etme girişimi. Extramücadele sanki elinde bir megafon varmış da bu sıradanlaşmış kötülükleri ve suçları herkese duyurmak istiyormuş gibi. Sakin ve mesafeli işler değil bunlar; gayet ünlemli, soluk soluğa ve hararetli bir angajmanın ürünü gibi duruyorlar. Extramücadele önce suç mekaniz-
için bir model olarak kullanılabilir. İlk durumda baştaki kötülük generalinin kötü aklından bihaber bir er, ikinci durumda ise tarih zincirinin (mesela, Türkiye tarihi) en başındaki kurucu kötü ideolojiden bihaber ‘sıradan vatandaş’ı düşünebilirsiniz. İkisi de hiç farkında olmadan bir kötülük mirasının taşıyıcısı ve uygulayıcısıdır. Askeri yapı ve toplumlardaki tarihsel-ideolojik yapı bu açıdan birbirine benzer ve aynı sıradan kötülük vakalarını gayet doğal bir şeymiş gibi üretir ve yeniden üretirler ve bu böyle sürer gider. Sonra da Extramücadele gibi itirazcı ve ifşa edici
büyük belalardan biri de erkeklik miti ve kurgusu olduğu için, eril güç mitlerini çökertmek, bunları alaşağı etmek, sağlam bir sanatsal-siyasi hamleye dönüşüyor. Extramücadele mitlerle oynamayı her zaman çok sevmişti, bu sefer de erkeklik mitiyle oynuyor ve kadınlara, dişilere, Lilith’e (itaatkar Havva’ya değil) zihinlerde yeni bir yer açıyor. Sergideki en çarpıcı işlerden biri iki ‘erkek’ figürünün ciddiyetini ve erilliğini bozan Türk’ün Annesi de Babası da Erkektir adlı iş. Namık Kemal ve Yaşar Doğu kartpostalları üzerine eklenen iki meme çok basit ve ters yüz edici bir
bir ses, bu kötülük döngüsünün üzerine örten tozlu ve kanıksanmış perdeyi kaldırır, perdenin altındaki vahşeti sergiler. İnsanın aklına Benjamin’in ‘Tarihin tüylerini tersinden taramak,’ dediği şey de geliyor. Ama Extramücadele sadece tarihin değil, bugünün de tüylerini tersten tarayarak, uyuşuk örtüyü bugün için de kaldırıyor. Pürüzsüz yüzeyde pürüzler ve delikler açıp, içeriyi gösteriyor. İçerisi de toplumu oluşturan ‘suç unsuru’ söylemler, mitler ve kurgularla dolup taşıyor. Türkiye denilen felaket ülkede, en
hamle yaratıyor. Burada hem zihnen (Namık Kemal), hem de bedenen (Yaşar Doğu) yüceltilen ‘Türk erkeği’nin alaya alınması söz konusu. Atatürk’ün (yani, ‘ata’ erkinin dilde cisimleşmiş halinin) ilham kaynaklarından ‘Vatan Şair’i Namık Kemal TC’nin fikrî gücünün ifadesi, güreşçi Yaşar Doğu ise kavgacı ve muzaffer Türk erkeğinin temsili. Biliyoruz ki, bir erkek-devleti olarak kurulan TC’nin (Kadınlara oy hakkı verildi masallarına inanmayın; kurucu kadroda bir tane bile kadın yoktur.) en büyük korkularından biri de efemine-
EXTRAMÜCADELE,BEN SADECE SÖYLENENİ YAPTIM SERGİSİNDEN,GALERİ ZİLBERMAN’IN İZNİYLE
üzerinden ‘kötülük’ için aslında canavarlara gerek olmadığını, gayet sıradan insanların da akıl almaz vahşet eylemlerine girişebileceğini göstermişti. Yani kötülük uzaydan ya da yeraltından gelen acayip mahlukların değil, gayet sıradan insanların işi olabiliyordu ve bunu da bir uyarı olarak görmek lazımdı: gayet mülayim kapı komşunuz da uygun şartlar altında canavarca eylemlerde bulunabilir ve sonra ‘Ben sadece bana söyleneni yaptım,’ diyebilirdi. Extramücadele’nin bu cümleyi sergisine isim olarak seçmesi isabet, zira ser-
masını ele alıyor: Sergiyle aynı ismi taşıyan ve büyük halkalardan, minik halkalara doğru ilerleyen bir zincirden oluşan iş, suç mekanizmasının, sıradan kötülük memurlarını yöneten hiyerarşik aygıtın özeti gibi. Zincirin en küçük ucundaki halkalar insanın boynuna kolye olarak asabileceği kadar küçük. Yani, büyük suç mekanizması, siz fark etmeden, ‘koynunuza kadar’ girebiliyor. Zararsız ve olağan görünen bu sinsi mekanizma emir-komuta zinciri ya da kuşaklar boyu miras yoluyla aktarılan bütün kötülük kodlarını açıklamak
4
leşmektir. Devlet iktidarı ve erkeklik el ele yürür. Extamücadele bu iki meme aracılığıyla, tam da korktuğu şeyi veriyor bu devlet simgelerine. Erkeklik miti tabii ki hiç masum bir şey değildir, bilakis katillerin azmettiricisidir. Kadın cinayetleri denilen şey, bu mitin koruyucu gölgesinde işlenir. Sergideki Geçen Sene Bazı Günler Boş Geçti adlı iş bunu gösteriyor: bir copun ucuna bağlanmış 33 adet deri kadın ayakkabısı, bir tespih oluşturuyor. Erkeklerin ellerinden düşürmedikleri ve Türk-İslam sentezinin özeti olabilecek, ‘kabadayı’ tespihi. Allah’ın adlarını zikretmek için yapılmış tespih taneleri; Allah da tabii ki, bütün otorite figürleri gibi, erkektir. Bu işe “2015’te şiddetten ölen kadınların sayısı 289.” notu eşlik ediyor. Türk-İslam sentezi demişken, bu şahane sentezi yine yeniden hortlatan mevcut siyasi yapı da sergideki ‘ifşa’ operasyonundan payını alıyor. Extramücadele geçen yıl Antonio Cosentino’yla birlikte Anne Ben Beton Dökmeye Gidiyorum diye bir sergi yapmış ve ideoloji, iktidar ve inşaat arasındaki bağlantıyı açıkça göstermişti. Bu sergide de İtaat ve İnşaat adlı iş, iktidar, sermaye ve İslam arasındaki bağlantıyı ifşa ediyor. Bir demir vincin altında ‘rüku’ pozisyonundaki bir müminin itaati. İletişim’den çıkan İnşaat Ya Resulullah adlı kitabı da bu vesileyle bir daha hatırlayalım. Türk-İslam-Sermaye sentezinin, berbat bir milliyetçilikle birleşip tarihi Sur’u bir TOKİ alanına çevirme projesinin devam ettiğini de unutmayalım. Sergi sermayenin bükük belkemiği olan neoliberalizme de bir gönderme içeriyor. Dünyanın Toplam Borcu Olan 230 Trilyon $ Kutsal Bir Sayıdır adlı işte, bu akıl almaz rakam kalıcı bir duvar yazısı gibi dev bir tabelaya dönüştürülüyor. İngilizce’de the writing on thewall (duvardaki yazı) ifadesi, yaklaşan bir felaketin habercisi anlamında kullanılıyor; o İngilizce anlam tam da buraya uyuyor, dilin cilvesi. Bu kaygılar işin abecesi gibi gelebilir ama böyle bir ülkede yaşıyoruz, sürekli işin abecesiyle uğraşmak, sürekli abeceyle boğuşmak gerekiyor. En temel haklar için mücadele, en açık ihlaller için protesto ülkesi. Sergide de ABC adlı bir iş var: Abdest, Bayan, Ceza. İslami, ataerkil, kadın düşmanı ve intikamcı bir kültürün ifadesi. Bu kültürün ürünü olan tabular, hitap şekilleri ve cezalandırma girişimleri gündelik hayatın birçok yönüne de nüfuz ediyor. Bu ABC işini hem bu kültürel yapının özet-ifşası olarak, hem de insanı hep abeceyle uğraştıran ‘muhafazakar’ yapılara alaycı bir sitem olarak okumak mümkün. Sergide bu meşum ve tatsız ABC’yi tehdit edecek estetik bir şiddet nesnesi var: tüylü ve süslü bir terlik ile tüylü ve süslü bir bıçak; adı da Balayı Seti. Sergiye eşlik eden bir de kitap var. Alışıldık bir katalog kitabı değil; başlı başına yaratıcı bir kitap. Sergideki
mevzuları, özellikle de ‘erkeklik miti eleştirisi’ mevzusunu derinleştiren ve genişleten metinlerden oluşuyor. Bilhassa da Defne Sandalcı ve Umut Yıldırım arasındaki serbest konuşma metni, erkeklik mitiyle ve eril böbürlenmeyle alay edip, dişilerin kuvvetini hatırlamak için birebir. Kitap bu sergiyle sınırlı kalmayıp, Memed Erdener’in 1997’den bu yana yolculuğunu özetlediği için de önemli. Erdener’in yolculuğu demişken, bu son sergiyi çok önemli ve yerinde bir sanatsal-politik müdahale olarak görmeme rağmen, Extramücadele’nin artık yeni kanallara açılması gerektiğini de düşünüyorum. Bir ‘müdahale sanatçısı’nın radikalliğine yaraşır biçimde artık yeni ve şaşırtıcı bir hamle yapması gerekiyor ki ‘tanıdık bir radikalliğe’ saplanıp kalmasın. En son solo sergisi Gökyüzünde Tanrı Yok Kuşlar Var’da extra’nın yanına intra’yı eklemiş ve böylece dışa dönük sosyo-politik müdahalenin yanına bir de kozmosa ve içe bakış halini, bir iç-mücadeleyi eklemişti. Bu iyi bir hamleydi, şimdi de buna benzer yeni bir hamleye ihtiyaç var. Sergiye yansımasa da sergi kitabında geçen çok iyi bir soru var: “Zorbanın veya devletin yani Thanatos’un egemenliğindeki kâbustan Eros sayesinde uyanabilir miyiz? Devleti yıkacak olan gerilla, arzu mu?” Naçizane önerim şu: bir sonraki sergiye bu sert sorunun radikal karşılığını verecek işler eklemek, Extramücadele’ye yeni bir katman ekleyecektir. Böylece sadece var olanı ifşa etmekle kalmayıp, yeni bir ihtimali de göstermiş olur. Thanatos kâbusuna işaret etmekle kalmayıp, Eros rüyasını da sergilemek önemli bir şey.
Ankara Engelsiz Filmler Festivali
Ankara Engelsiz Filmler Festivali bu yıl 2-29 Mayıs tarihleri arasında sinemaseverlerin karşısında olacak. Hep birlikte film izlemek için mottosuyla yola çıkan AEFF engelli vatandaşlar gözetilmeden kurgulanmış olan toplumsal hayata karışamayan fiziksel engelli bireylerin hakları olanı talep etmesi ve toplumun geri kalanında bir farkındalık uyandırmak amacıyla 3 yıldır onlarca filmi sesli betimleme ve işaret dili ile anlatıyorlar. Ankara Engelsiz Filmler Festivali bu sene çok özel bir konuğu misafir ediyor. Cannes Film Festivali’nde Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü’nü alan ve Cannes’da başlayan macerasını, uğradığı her festivalde el üstünde tutularak devam ettiren The Tribe filminin başrol oyuncularından Yana Novikova, filmin Festival’deki gösterimi sonrasında seyircilerin so-
rularını yanıtlamak üzere Ankara’da olacak. Tamamı işaret dili ile çekilen ilk film olan ve aşk, nefret ve şiddeti anlatmak için konuşmaya ve sese ihtiyacımız olmadığını kanıtlayan The Tribe filminin 23 yaşındaki genç oyuncusu, filmin diğer oyuncuları gibi işitme
engelli. Aynı zamanda AEFF engelli bireylerin sadece kendileri için değil aynı zamanda yaşadıkları toplumu da zenginleştirmeleri için film gösterimlerinin haricinde, söyleşiler ve atölyeler de düzenliyor. Daha fazla bilgi için: www.engelsizfestival.com
nükleer alaturka Benim Çocuğum belgeseliyle geniş bir izleyici kitlesine ulaşan yönetmen Can Candan, Türkiye’nin nükleerehikâyelerine odaklanacağı yeni belgesel film projesi Nükleer Alaturka’ya hazırlanıyor. Türkiye’de nükleerin bazen sarsıcı, bazen trajikomik ve çoğu zaman da absürt tarihini anlatacak ilk uzun metraj belgesel filmi olmayı hedefleyen Nükleer Alaturka’ya maddi destek sağlamak için fon toplama sitesi Indiegogo’da bir kampanya başlatıldı. Yönetmen Can Candan ve yönetmen yardımcısı Selen Çatalyürekli kampanya sayesinde mümkün olduğunca çok
insana ulaşmayı ve nükleer ile ilgili farkındalığı arttırmayı hedeflediklerini söylüyorlar. Ekibine çizer olarak Cem Dinlenmiş’ildâhil eden film projesi “nükleer hikâyeler”’ gün yüzüne çıkartarak farkındalık yaratma çabalarını güçlendirmek ve insanlara harekete geçme ilhamı vermek için yola çıkıyor. Belgeselin seyirci ile buluşma tarihi ise şimdilik 2018. Daha fazla bilgi için: www.nukleeralaturka.com Destek olmak için: http://igg.me/at/nuclearallaturca
kurşun üçlemesi Bilim insanı Stephen Hawking Ocak ayında yaptığı bir konuşmada umutsuzluktan kurtulmanın yollarını anlatırken, “Kara delikler bile düşündüğümüz gibi belirsiz, dipsiz kuyular değiller, kara deliğe giren ışık başka bir evrende ortaya çıkabilir,” diyordu. Başka bir deyişle, “Çıkış var,” demişti Hawking. Bu kısa cümle, Şener Özmen’in geçen sonbaharda PİLOT’ta gerçekleştirdiği kişisel sergisinin de başlığıydı aynı zamanda. Özmen’in otoriter yapıları ve tabuları sorguladığı yeni işlerini bir araya getiren sergiyi beraber gezerken önünde çokça zaman geçirdiğimiz, sergiden ayrıldıktan sonra da hakkında hararetle konuşmaya devam ettiğimiz Kurşun Üçlemesi’ne dair fikirlerimizi Şener’le paylaşmak, onun yorumlarıyla işin okumasını zenginleştirmek istedik.
Yazı Merve Elveren, Özge Ersoy Özge Ersoy: Şifa istemek ve zehirlenmek arasındaki tezatı konuşarak başlayalım. Kurşun Üçlemesi, senin döktüğünü düşündüğüm, farklı çerçevelere yerleştirilmiş üç kurşun yumrusundan oluşuyor. Kurşunlar, birer metinle eşleşmiş: İngilizce metin Dünya, Türkçe metin Ortadoğu, Kürtçe metin ise anadil üzerindeki nazarı kaldırmak için yazılmış. Kurşunlar ve metinler yaptığın ritüelin kalıntıları gibi. İyileşme istenmiş, niyet edilmiş, ‘el almış’ kişi kurşunu dökmüş ve şeklini yorumlamış. Bir isteğin, dileğin, eylemin çerçeveye girmiş belgeleri gibi bunlar. Törensel bir çabanın tanığı ve kanıtı. Ancak zehirli bir madde olan kurşundan yumrular o kadar büyük ki, şifadan önce aklıma zehir ve tehlike fikirleri geliyor. Hem iyileşmesi istenen şeydeki kallavi kötü enerjiyi, hem de kurşunun sana verebileceği zararı, tensel temas ve solumayla gelecek zehirlenme tehlikesini düşünüyorum. Şener Özmen: Daha ölümcül bir zehir var; şu yaşadığımız karangu [karanlık] zamanlardan yüreklerimize damlayan. Şu an, şu noktada hayat, hayatım, hiç olmadığı kadar saçma geliyor bana. Çok fazla baskı var artık. Buralarda hep vardı, ama bu son zamanlardaki gibi değil. Belki gerçekten de sonlardayız. Bir şeyler deneniyor. O bir şeyler, bölgedeki, Ortadoğu’daki, dünyadaki başka şeylerle alakalı. Girmek istemiyorum. Yaşayanlar olarak, sanatçılar olarak ne yapabiliriz? Hep bunu düşünüyorum. Çünkü böyle ölmek istemiyorum. Kimse böyle ölmeyi hak etmiyor. Oğlunu, kızını, evini, barkını, toprağını kaybetmek istemiyor. Doğu-Batı ikiliği bir kez daha gündemde. Ancak bu sefer, entelektüel mecrada, düşünce ve yaşam tarzları bağlamında değil. Daha kesif, daha sert. 5000 yıl sonra kardeş türküler söyleyebiliriz, sınırların hiçbir şansı kalmayabilir, ineklerle aynı ortamda kardeşçe yaşayabiliriz ama şimdi değil, şimdinin hiçbir anlamı yok. Halklar sözcüğü kadar beni irite eden başka hiçbir sözcük yok! Nedeni çok basit: Arap ülkelerindeki çalkantılı halleri izliyorum. Öfkeli gençler diktatörlere boyun eğmiş babalarına başkaldırıyorlar. Yaptıkları hip hop müziklerin sözlerinde devrimci öğeler var. Yeni bir yaşam, yeni bir rejim ve özgürlük talep ediyorlar. Ardından –son söz ola-
rak– Arapların birlik olması gerektiğini ve İsrailoğulları’yla savaşmak gerektiğini söylüyorlar. Bu, yeni ve eskisinden daha güçlü bir diktatör istiyoruz demekle aynı şey. Kısacası tepeden tırnağa milliyetçiler, söylemek istediğim şey bu. Ve bunun için ölüyorlar. O halde, mesele hip hop değil, Batı tarzı müzikle dünyaya açılmak değil. Bu akışa sem-
lığa, bir zehirlenme hadisesiyle burun buruna geldiğim doğru. O kütledeki kurşun tabakaları eritip, dökmek, solumak, bunlar evde yapılmaması gereken işlemler. Kurşun dökme ritüellerinin Anadolu kısmıyla ilgilenmiyordum. Ben, daha çok, annemin kurşun dökmelerini anımsamaya çalışıyordum. Anadilin, böyle bir anda nasıl kıvrıl-
ŞENER ÖZMEN, KURŞUN ÜÇLEMESI / İKINCI KURŞUN, “BU KURŞUN DÜNYA İÇIN”, 2015, 3X40X40 CM, AHŞAP ÇERÇEVE, CAM, ERITILIP SUYA DÖKÜLMÜŞ KURŞUN, ILIŞKILI METAFORLAR, BEDDUALAR VE TEMENNILER
patiyle bakanlar, Arap milliyetçiliğini de desteklemiş olmuyorlar mı? Bununla birlikte hip hopta hiçbir inandırıcı öğe bulamıyorum. Hayalarını tutup, şarkılarında Esad’ı topa tutarak ancak Esad karşıtı olursun, o kadar! Bize gelince, Batı olarak İstanbul, bu baskıyı sergi açılışlarıyla, party’lerle bir araya gelip kafa dağıtmalarla, türlü etkinliklerle aşabiliyor, unutabiliyor söz gelimi veyahut umurunda olmuyor olup bitenler. Buna da bir şey demeyeceğim. Hoş, böyle bir fantezim de yok. Kuzey’deki hareketin ne istediğini bilmiyorum ama ne istemediğini gayet iyi okuyorum. Şimdi Özge’ye dönersek, yani şifa istemek ve zehirlenmek arasındaki tezat-
dığını merak ediyordum. Hâlâ varmış sandığında, birkaç küçük parça da olsa, tutuyormuş. Maske veya koruma gözlüğü falan da takmadım. Ama sözgelimi, balkona bir piknik tüpü koyup, açık havada gerçekleştirebilirdim bunu. Biraz Murakami’nin roman karakterlerinin girdikleri çıkmaz durumlardaydım ve ne yaptığımı bilmez bir haldeydim. Görmek istediğim şey, her bir kütlenin alacağı şekildi. Zaten bu işlemi bir kez yaptım; tekrarı yoktu. Güzelim mutfağın köşe bucaklarında hâlâ bu kurşunların izleri, parçacıkları var. Kürtçe var, annemin sesi var. Merve Elveren: Kurşun yorumlanırken detaylı bir geçmiş ve gelecek oku-
ması yapılır. Ritüel sonunda da kişinin kurşunu yanında taşıması beklenir. Kurşun Üçlemesi’nde özneler üzerinden nazarın kovuşturulması ve kötülerin cezalandırılması birer paragrafta ifade edilmiş, metne dönüşmüş ve üslup sertleşmiş. Küçük ve yumuşak olması beklenen kurşun ise büyük ve sert yumrulara dönüşmüş, taşınamaz hâle gelmiş. Bu her üç konudaki çözümsüzlüğün parodisi olabilir mi? ŞÖ: Yaptım, yaptım. Ne gerekiyorsa yaptım. Ama dediğim gibi, bu bölgeden bölgeye değişen bir ritüel. “Elemtere fiş, kem gözlere şiş,” değildi yani benim izlediğim. “Ortadoğu,” “Dünya” ve “anadil” meselesi de bence biraz karışık. Evet, üslup da sertleşmiş. Bu romanlarımda da olan şey aslında. Ölçüyü kaçırmak denir buna. Keşke tümden edebiyata (romana, öyküye) dönebilsem ve güncel sanatın etkisiz referanslarından sıyrılabilsem! Söz büyülü, ekrana yansıdığında da etkisini yitirmiyor. Videolarda dipnotlar kullansam sözgelimi. Belirli bir formatın dışına çıkamıyoruz, bunu sergilerde görmek mümkün. Türkiye’de güncel sanatın bağlamı da, çevresi de çok dar. Bunu konuşamıyoruz, açamıyoruz da! Ben sanki Hito [Steyerl] ile konuşmalıymışım; daha çok, daha çok! İçimde hep onu görme, onunla sanat, hayat ve edebiyat üzerine konuşma isteği var. Tabii ki Kürt meselesini ve Türkiyeli sanatçıları da… Hito bu yakın ve eleştirel duruşuyla bence hep öncü bir tavır içinde olageldi. Hiç uzak kalmadı bu topraklardan ve çekilen acılardan. Muhtemelen biz buralarda yaşayan ve üreten sanatçılardan daha çok gezmiştir Kürdistan coğrafyasını. Ondan etkilenmemek mümkün değil! Ben de çok şey paylaşmak istiyorum onunla, birlikte üretmesek bile –şimdilik!- zun uzun yürümek istiyorum Diyarbakır sokaklarını sil baştan. İşte bu arzu, kurşunun kütlesini de büyüttü. Daha fazla olduğunda, daha hızlı şifa verecek gibi ilkel bir düşünceye gittim. Sanki her şey bir anda bitecek, kötülüğün yerini kaşla göz arasında iyilik alacak! Haklısın Merve, kesinlikle yanıldım... ÖE: Hangi noktada dil kuvvetli, görsel ise yetersiz kalıyor sence? Metinlerde, özellikle öykü ve romanlarda daha rahat durum tespiti yapabiliyoruz belki. Yanımızda duran yaralıya bakıp
teşhis koyma hali gibi. Görsel düşünme ise serbest çağrışıma daha açık, daha uçucu, bağlantıları daha kopuk bir düşünme metodu bence. Bahsettiğin görseller kuvvetini ne noktada kaybediyor, ne noktada ‘etkisiz referanslar’a dönüşüyor? ŞÖ: Bu iyi bir soru! Sanırım bu sözün beni daha çok bağlamasıyla alakalı. Bıraksalar, şuracıkta oturur sadece roman okurdum! Hayatımın geri kalanını sadece romanlar okuyup, Janáček’in Sinfonietta’sını dinleyerek geçirebileceğimi söylüyorum. Oku-
6
ŞENER ÖZMEN, KURŞUN ÜÇLEMESİ, 2015, FOTOĞRAF: GIORGIO BENNI, FONDAZIONE MAXXI’NIN İZNİYLE
duklarımın beni etkilemesine olanak sağlardım ki hep oluyor bu. Tuhaf olan, şu sıra okuduklarımın da görsel çağrışımlarla örülü olmaları. Murakami sözgelimi, sanki 10 bin sayfalık tek bir roman yazmış da, zaman içinde bir satırla irili ufaklı bölmüş onları ve isimler koymuş. Yukarıdaki Janáček ve Sinfonietta da oradan. Tarantino’nun The Hateful Eight’i de böyle. Yakın, çok yakın! Türkiye’de sanat siyasetle, karşı-siyaset arasında sıkışıp kaldı ve nicedir, aynı döngü içinde görsel mekikler dokuyoruz. Bence artık çok sıkıcı şeyler yapıyoruz. Komik olduğumuzu falan mı düşünüyoruz? Görsel düşünme kültürü yok ki görsellik üzerinden patlatalım! ME: Bu konuyu Kurşun Üçlemesi üzerinden düşünmek de ilginç, çünkü burada hem metin hem de görsel öğeler kullanıyorsun. Hatta, bence işin en dikkat çekici tarafı, heykele dönüşen kurşunun kendisi. Aynı zamanda, metne de görsel muamelesi yapıyorsun, metni çerçeveye koyup duvara asarak, hem okunacak hem de bakılacak bir şeye dönüştürerek… ŞÖ: Dünden bu yana patlama sesleri gelmiyor. Dün akşam, eve dönerken, panzerden yüksek volümde marşlar çalınıyordu şehrin bir kavşağında. Minibüsteki herkes –yaşlı bir kadın dışın-
da– suskundu. Arka sıralarda iki genç, Avesta kelimesinin ne anlam taşıdığını konuşuyorlardı kendi aralarında. Kulak kabarttım. Yok, hayır, hiçbir ilgisi yoktu söylediklerinin Avesta ile. Biri Ninja diyordu, diğeri siyahi bir futbolcu. Lafa karışmak istedimse de, neden sonra vazgeçtim. Yaşlı kadına baktım, telefonda direktifler veriyordu birine, “He, kurşun dökeceksin!” Bir gezegen dolusu kurşun dökmek gerekecek bu dünyaya, o kadar kem göz var ki üstünde! ÖE: Kurşun kendi kendine dile gelemiyor malum; yorumcuya ihtiyacı var. Buradaki yumruların da bir bakıma ‘eksik’ olduğunu, ancak senin metninle, söylediklerinle tamamlandığını düşünüyorum. Ancak inanışa göre herkes kurşun dökemiyor; dökenin ‘el almış’ olması gerek. Peki seni ‘el almış’ aracı kişi olarak düşünürsek, sence sanatçı neyi dönüştürebilir? Sanatçı salt bir gözlemci ve yorumcu mu, yoksa şifacı da olabilir mi? ŞÖ: Tabii ki annemden el aldım! O bir şifacıydı, daha doğrusu çocuklarını iyileştirebiliyordu ilacın az olduğu zamanlarda. Bunu ekmek kırıntılarına okuyarak, üfleyerek, kurşunlar dökerek yapıyordu. Kim bilir neler mırıldanıyordu o sıralar? Beuys bir şifa dağıtıcısıydı; Harald Szeemann da öyle. İşin bir yerine ‘yorumsama’ [hermeneutik] girdiğinde, metafizik de başlar. Bundan kurtulamayacağız. Bu sanatçıya bağlı galiba, gel Sur’a, Cizre’ye, İdil’e, Nusaybin’e şifa ver haydi! Söyleşi, Ocak-Mart 2016 aylarında email üzerinden gerçekleştirilmiştir.
sneak a peek
SARA ELIASSEN VE LILJA INGOLFSDOTTIR, NOT WORTH IT: GLOW, YERLEŞTİRME GÖRÜNTÜSÜ, FOTOĞRAF: AZMİ MERT ERDEM
Lal Bahçecioğlu’nun küratörlük yüksek okulunu bitirme projesi olarak düzenlediği sokak sergisi “Sneak a Peek” bir sokak boyunca evlerin pencerelerine yerleştirilen televizyon ekranlarından gösterilen eserlerden oluşuyor. Ev sahiplerinin “sergileyici” sokaktan geçenlerin ise “ziyaretçi’’ olacakları bu proje 14 24 Nisan tarihleri arasında New York’ta 22. Batı Caddesi’ne bakan
cephe düzleminde gösterildi. Graciela Cassel, Lourdes Correa-Carlo, Ghost of a Dream, Sara Eliassen & Lilja Ingolfsdottir, Kanako Hayashi ve Mille Kalsmose’nin işlerinin gösterildiği proje insanların içinde barınan sinsi voyörizm dürtüsünü sakinleştirecek yenilikçi bir sergileme alternatifi sunmayı amaçlıyordu. Daha fazla bilgi için: www.lalbahcecioglu.com/sneak-a-peek/
Ardan ters dönmüş Almanya’ kaplumbağa da Ardan Özmenoğlu’nun ilk solo müze sergisi Almanya’da. Hagen’deki Osthaus Müzesi Huma Kabakcı küratörlüğünde Ardan Özmenoğlu’nun eserlerinin bir araya getirileceği Made in Istanbul isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. Art nouveau, ekspresyonist ve çağdaş sanat sergilerine odaklanan müzede Özmenoğlu Türk kültürüne ve popüler kültüre ait ifade ve imgeleri altüst eden Post-it® kağıtları, cam heykelleri ve neon kullanarak ürettiği eserlerini gösteriyor. İlişkileri eskiye dayanan Kabakcı ve Özmenoglu’nun Türkiye’de yapılan üretime dikkat çekmek üzere isimlendirdikleri sergi 15 Nisan-5 Haziran tarihleri arasında Osthaus Müzesi’nde görülebilir.
Yayınımızın en eski yazarlarından olan Barış Acar, Mart ayında SEL yayıncılıktan“Ters dönmüş bir kaplumbağa ile sanat üzerine konuşmala” adlı kitabını yayımladı. Necmi Sönmez’in önsözü ile başlayan kitap “Geç-avangardın Türkiyesi”, “2000’li yıllarda Sanat tarihi ve Türkiye”, “Müessesede ve sahada: Türkiye’de küratörlük” ve “Sanatın politikası” olmak üzere dört alt başlıktan oluşuyor. Son on beş yılda çağdaş sanat alanında yaşanan tartışmaları bir arada değerlendirmeyi hedefleyen kitap Necmi Sönmez’in de dediği gibi, “sanat eleştirisini kuru bir eser analizi olmaktan çıkarıp, günümüzün ekonomik, sosyal, politik sorunlarının odağına yerleştiriyor.”
Hande’nin Londra’sı Hande Eagle
8
SANAT YOLUYLA VİCDAN MUHASEBESİ Masumların can vermesi sayesinde açgözlülerin ceplerini tıkabasa doldurduğu, oğullarını kaybetmiş kalbi buruk anaların, eşlerini yitirmiş gözleri yaşlı genç kadınların hezeyanlı yıllarla karşı karşıya bırakıldığı günümüzde, sanatı sadece stil, teknik ve tarih açısından yazmanın bir tür affedilmez züppelik olduğuna dair inancım gitgide artıyor. Sanat, her şeyden önce, zengin-fakir ayrımı gözetmeden insan içindir. İnsan halini, yoksullukla zenginlik arasındaki uçurumu, mücadeleyi, özveriyi, acıyı, haksızlıkları yani kısaca güncel olayları konu almayan bir sanat yazısına artık masada yer yok. Velhasıl, şu an masamda Rus edebiyatının üç devini Tolstoy, Puşkin ve Turgenyev’i, İngilizceye kazandırmış olan Rosemary Edmonds’ın (1905-1998), Tolstoy’un Anna Karenina romanının çevirisi için yazdığı önsöz duruyor. Edmonds, bu önsözünde gizli ütopyacı-sosyalist bir müzakere grubunda üstlendiği görev sebebiyle dört sene Sibirya’da kürek mahkumu olarak hapis yatan, ardından adli cezasının devamı olarak dört sene de kışla hizmetine verilen ünlü Rus roman yazarı Dostoyevski’den bir alıntı paylaşıyor: “Kötülük insandan önce de vardı.” Belki her gün haberlerden takip etmekle kalmadığımız, aynı zamanda doğrudan yüz yüze geldiğimiz onca kötülüğü böylesine iyimser bir sözle tanımlamak hiçbirimizi avutmayacak. Fakat ben yine de bu noktada demir atmak istiyorum konuya çünkü geçtiğimiz hafta fırçasından gerçek damlayan ressamların gözünden hem Tolstoy’un, hem Dostoyevski’nin, hem de Turgenyev’in muhteşem portrelerini doyasıya izleme fırsatını yakaladım ve iyiliğin de, istenildiğinde, insanın doğasında var olabileceğine bir kez daha tanık oldum. BİR ZAMANLAR RUSYA’DA Londra, ırk, din, toplumsal cinsiyet, yaş, millet farkı göz etmeden dünyanın dört bir yanından 8,5 milyon insanın bir araya geldiği dev, uluslararası bir şehir. Durum böyle olunca her ülkeden insanın ilgisini çekecek sanat etkinlikleri düzenlemek icap ediyor. Hâlâ “Sanatta para yok,” diyenlerin dikkatini pek önemli bir noktaya çekmek isterim: Birleşik Krallık’ın yaratıcı endüstrilerinin yıllık ederi 2014’te 71,4 milyar İngiliz Sterlini (287 milyar TL) olarak açıklanmıştı. Demek ki işini bilen, emek sarfeden sanatla da para kazanabiliyor. Ulusal Portre Galerisi de bu düşünceyle açmış olmalı Rusya
ve Güzel Sanatlar: Tolstoy ve Çaykovski Çağı sergisini. Moskova’daki Tretyakov Devlet Galerisi’nden büyük yazar, sanatçı, aktör, bestekâr ve sanat hamilerinin portrelerini getirip, iki odada sergilemişler. 26 Haziran’a dek devam edecek olan bu sergi aslında 2016’nın Birleşik Krallık ve Rusya arasında Dil ve Edebiyat Yılı ilan edilmiş olması ve iki galerinin de 160. kuruluş yıldönümünü kutlamasından ötürü kültürel bir değiş-tokuş üzerine kurulu. Tretyakov Devlet Galerisi de Ulusal Portre Galerisi’nden ödünç aldığı eserlerle Elizabeth’den Viktorya’ya: Ulusal Portre Galerisi Koleksiyonu’ndan Britanya Portreleri sergine ev sahipliği yapıyor. İçeri adım attığınızda Rusça fısıldaşmalara kulak misafiri ve Çaykovski, Musorgksi ve Rimsky-Korsakov gibi Rus klasik müziğinin usta bestekârlarının eserleriyle mest oluyorsunuz. Eskiden sergilerde müzik çalmıyorlardı. Şimdilerde ise görsel sanatlarla ilgili etkinliklerin neredeyse hepsi müzik eşliğinde gerçekleştiriliyor. Sergi, 1832-1898 yılları arasında yaşamış iş adamı, sanat hamisi, koleksiyoner ve hayırsever Pavel Tretyakov’un koleksiyonunu 1892’de Moskova şehrine bağışladığında, 15 milyon Ruble’ye eşdeğer 2000 sanat eserinin sahibi olduğunu belirterek, İlia Repin’in fırçasından bir Tretyakov portresi ile başlıyor. “Eleştirmenler ve Yazarlar,” “Üç Büyük Romancı,” “Tiyatro,” “Bestekârlar ve Müzisyenler,” “Hamiler ve Mal Varlığı Kültürü” ile “Şairler” başlıkları altında 19. yüzyıl Rus kültür, sanat ve müziğini meşhur aydınların portreleri üzerinden tanıtan bölümlerden oluşuyor. Türkiye’de olduğu gibi İngiltere’de de okullar geçmişe kıyasla müzik ve sanat eğitimine daha az önem veriyor. Bu sebeple, bu tür sergilerin genç nesillerin yetişmesinde çok önemli bir rol oynadığı kesin, tabii gidip izlemeye teşvik edilirlerse. Yoksa herkesin devamlı olarak İnternet’ten bilgi edindiği bir çağda kitap okumayan ve okutturmayan ebeveynlerin yetiştirdiği çocukların Çaykovski, Tolstoy ya da Anna Akhmatova’dan nasıl haberi olsun? Sergide en görülmeye değer bulduğum iki yapıt: Vasily Perov’un gözünden Fyodor Dostoyevski (1872) ile İlia Repin’in “gönlünden kopan” Modest Musorgksi (1881) portreleri. Çok zor bir hayat yaşamış Dostoyevski’nin 51 yaşında olduğu bu tabloda Perov’un özellikle ellere ve gözlere adadığı dikkat nefes kesiyor. Repin’in Musorgski’nin portresi ise bestekârın ölümünden sadece birkaç gün evvel hastanede yapılmış. Alkol sorunlarıyla boğuşan ve ardı ardına geçirdiği nöbetler sonucu hayatını kaybeden
Musorgski’nin dörtte üç görünümden portresinin gerçekçiliği insanın ruhuna işliyor. Repin, bestekârın 42 yaşında trajedik ölümünden kâr etmek istemediği için komisyonunu Musorgski için düzenlenen bir anma törenine bağışlamış.
ya için yaptığı çizimlerden oluşuyor. Botticelli koleksiyonu, 1882’de satılışından bu yana yüz otuz dört senenin ardından ilk defa İngiltere’ye dönmüş. Sergi ayrıca, 1350 yılı civarında Cristoforo Orimina atölyesinde tezhiplenmiş Hamilton İncili’ni ve Botticelli’nin dönemine tarihlenen (1445-1510) paha biçilmez değerdeki birçok tezhipli el yazması eseri de içeriyor. Serginin atar damarı Dante’nin cehennem, araf ve cennete hayali seyahatini görselleştiren otuz adet parşömen üzerine kalem ve kahverengi mürekkeple çizim. 1480-1495 seneleri arasına tarihlenen bu eserlerin ne kadar olağanüstü olduğunu tam anlamıyla kavrayabilmek için detayları büyüteç-
İKİ TÜRLÜ BOTTİCELLİ İki kavram oldum olası aklımı kurcalamıştır: Biri iyilik, diğeri ise güzellik. Güzeli güzel kılan nitelikler, iyiyi de iyi kılmayı başarabilir mi? Yoksa iyi ve güzel olarak tanımlanmaya neden olan nitelikler tamamen farklı mıdır? Bu soruların cevabına sanırım en çok Sandro Botticelli’nin yapıtlarını izlediğimde yaklaşıyorum. 3 Temmuz’a dek Société Générale sponsorluğunda Victoria & Albert Müzesi’nde (V&A) devam edecek olan Botticelli’yi Yeniden Tasavvur Etmek sergisi ile 15 Mayıs’a dek The Courtauld Gallery’de ziyaretçileri ağırlayacak olan Botticelli ve Hamilton Koleksiyonu’ndan Hazineler sergisi sayesinde şu an Londra’da Botticelli mevsimi. İki sergiyi genel olarak karşılaştıracak olursam: V&A’deki serginin her kesimden insanı eğlenBÜYÜK İSKENDER DALGIÇ HÜCRESİ İLE DENİZİN DERİNLİKLERİNİ GEZİYOR, KUZEY FRANSA, 1290 –1300 CİVARI, RESİMLİ KİTAP, 26X18,8 CM © STAATLICHE dirmeye yatkın MUSEEN ZU BERLIN KUPFERSTICHKABINETT / JÖRG P. ANDERS olduğunu ama “Ayaklarımıza kara sular indi,” dedirle izlemek gerekiyor; galeri bunu da tecek kadar da kapsamlı olduğunu bedüşünmüş. İsterseniz sergi salonunun lirtmeliyim. Oysa Courtauld’daki sergi girişindeki kutudan büyüteç ödünç iki salondan oluşuyor ve ziyaretçinin alabiliyorsunuz. belirli bir sanat ve felsefe tarihi birikiİlahi Komedya’nın Cennet ve Cehenmine sahip olmasını gerektiriyor. Eğer nem bölümlerini bu sefer (Geçtiğimiz konuyla ilgili okuma yapmadıysanız sene bu aylarda Oxford’daki Ashmoesneyerek çıkmanız büyük bir olasılık. lean Museum’da düzenlenen William Kanımca, ikisini de izlemekte fayda Blake: Çırak ve Usta sergisini de Art var çünkü hem birbirlerini tamamlıyor Unlimited’ın 31. sayısı için yazarken hem de sanat tutkununun gözünü doBlake’in İlahi Komedya için yaptığı yurmayı başarıyorlar. illüstrasyonları da keyif alarak incelemiştim.) Botticelli’nin bileğinden okuİLAHİ KOMEDYA VE BOTTİmak bana büyük haz verdi. Hristiyan CELLİ inanışında şeytanı tasvir etmek için The Courtauld Gallery’deki sergi, kullanılan Lucifer’ın üç kibirli, hain 12. Hamilton Dükü’nün 1882’de devasa ve merhametsiz çehresinden, Dante’ye borçlarını kapatmak üzere Berlin’deki cennette eşlik eden Beatrice’nin yüKupferstichkabinett’e (Çizim ve Baskı zündeki güzelliğe, asalete ve masumiResim Müzesi) sattığı, Botticelli’nin yete uzanan zıtlıklarla dolu görsel ziyaDante’nin destansı şiiri İlahi Komedfette izleyici adeta kendini kaybediyor.
İlahi Komedya’nın Cehennem’inden bir alıntıyla sonlandırmak istiyorum bu ara bölümü: “Cehennemin en sıcak yeri, ahlaki kriz zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.” BOTTİCELLİ’NİN DÜNYA SANATI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Sanat tarihinin 500 yılını kapsayan ve Sandro Botticelli’nin ellinin üzerinde yapıtını bir arada sunan Botticelli’yi Yeniden Tasavvur Etmek sergisi şimdiye kadar Birleşik Krallık’ta açılmış en büyük Botticelli sergisi. Üç ana bölüme ayrılmış sergi Floransa’daki Uffizi Galerisi’nde yer alan Botticelli eserleri Venüs’ün Doğuşu (1482) ile İlkbahar’dan (1482) esinlenmiş yapıtlara ayrılmış. “Küresel, Modern ve Çağdaş” başlıklı salonla başlıyor. Andy Warhol’un Rönesans Resimlerinden Detaylar (1984) çalışmasına, Venüs’ü Asyalı özelliklerle yeniden yorumlayan Xin Yin’in Botticelli’nin Ardından Venüs (2008) başlıklı tuval üzerine akrilik ve yağlıboya eserine, David LaChapelle’in Venüs’ün Yeniden Doğuşu (2009) adlı kışkırtıcı fotoğraf çalışmasının yanı sıra René Magritte, Cindy Sherman, Robert Rauschenberg, Paul Himmel, Orlan gibi birçok ünlü sanatçının çalışmalarını içe-
ren bölümde Dolce & Gabbana’nın 1993 İlkbahar / Yaz defilesinden pantolonlu takım ve Venüs Elbise ile Elsa Schiaparelli’nin Pagan (Putperest) Koleksiyonu’ndan (1938) iki gece elbisesi de göze çarpıyor. “Yeniden Keşfetmek” başlıklı ikinci bölüm 19. yüzyılın ortasında, uzun bir aradan sonra tekrar önem kazanan Botticelli’nin sanatının Rafael öncesi sanat görüşünü benimseyen ressam çevresi üzerindeki etkilerini konu alıyor. Dante Gabriel Rossetti’nin meşhur alev saçlı, çağla gözlü La Ghirlandata’sı (1873), Edward Burne-Jones’un Aşk (1880’ler) başlıklı kâğıt üzerine suluboyası (Böyle detaylı, bu kadar çarpıcı renklere sahip suluboya çalışmaya Burne-Jones dışında az rastlanır.) ve John Ruskin’in Zipporah’sı (1874) salona adım atar atmaz ön plana çıkıyor… Ardından William Bouguereau’nun Venüs’ün Doğuşu (1879), Evelyn de Morgan’ın Kadmos ve Harmonia’sı (1877) , Walter Crane’in Venüs’ün Rönesansı (1877), Simeon Solomon’un Sonbaharda Aşk’ı (1866) ve dahası… Her biri güzelliğin tanımı olan bu resimler birbirine o kadar yakın asılmış ki, başkalarını etmese de, beni rahat-
CLAUDIA SCHIFFER PARIS’TE,1989 CIVARI, FOTOĞRAF: HERB RITTS
sız ediyor; kendimi pazar yerindeymişim gibi hissediyorum. Güzellik, tekil olarak sunulmalı. Serginin üçüncü bölümü, “Kendi Döneminde Botticelli” şüphesiz çok değerli başyapıtlar barındırıyor, ama yine o kadar kalabalık bir şekilde yerleştirilmiş ki izleyici yoruluyor. Botticelli atölyesinden iki abidevi, tam boy Venüs’ün Doğuşu (1490’lar) ile sona erdiğini düşündüğünüz bu salondan çıkmadan önce bir de İlahi Komedya çizimlerine adanmış bölümle karşılaşıyorsunuz. Altı çizim içeren bu bölümde maruf İtalyan aktör Vittoria Gassman’ın puslu sesinden İlahi Komedya’yı dinliyorsunuz. Hoş bir dokunuş! Fakat belirttiğim gibi, buraya vardığınızda bitap düşmüş olduğunuzdan tadını çıkartamıyorsunuz.
DAVID LACHAPELLE, REBIRTH OF VENUS, 2009, ©DAVID LACHAPELLE
ASIRLIK SEVDA: İNGİLİZ VOGUE’UNUN 100 YILI 22 Mayıs’a kadar Ulusal Portre Galerisi’nde ziyaretçi kabul edecek olan Vogue 100: Stilin Yüzyılı sergisi şüphesiz sadece Vogue düşkünlerinin değil, tüm moda meraklılarının görmek isteyeceği bir sergi. 1916’dan günümüze her on senede bir Vogue’un bir dergi olarak uğradığı stilistik değişimi ortaya koyan, tarihsel olayların modaya ve yayımcılığa nasıl etki ettiğinin altını çizen sergiyi gezmeniz tüm günü alabilir. Beni duygulandıran detaylardan biri serginin girişindeki koridorun sağ kolundaki duvara devasa bir Alexander McQue-
en fotoğrafı afişe etmiş olmaları. Cecil Beaton’dan Lee Miller’a ve Herb Ritts’e, Nick Knight’tan Peter Lindbergh’e, Bruce Weber’dan Snowdon’a birçok ünlü fotoğraf sanatçısının çalışmalarına yer veren sergide İngiliz Vogue’unun şimdiye kadar yayımlanmış tüm sayıları da yer alıyor. Yazarlar, sinema yıldızları, süpermodeller, aristokratlar, pop sanatçıları, şairler… 20. yüzyılda tanınmış kim varsa, bu sergide. Doğal olarak, bu sergide aklımda beliren yan konular oluyor. Terhaneler, çaresizlik, uzun mesai saatleri… Anoreksia nervoza, bulimia, uyuşturucu tüketimi… Yalnızlık, hor görülme, yaşlanma, psikolojik travmalar… Hayvanlar üstünde yapılan deneyler, kürkü ve derisi için katledilen zavallı mahluklar… Tüm o güzelliğin ardında ne çirkinlikler, ne gaddarlıklar gizli. İnsanın insana yaptığını sırtlanlar yapmaz. Sergiye giriş ücreti kişi başı 18 İngiliz Sterlini (72 TL civarı). Aynı galeride yer alan ve yazımın başında incelediğim Rusya ve Güzel Sanatlar sergisinin giriş ücretiyle karşılaştırdığımda (5 İngiliz Sterlini; 20 TL’ye geliyor) biraz tuzlu gelse de görülmeye değer olduğunu düşünüyorum. Önünde sonunda hayatınızda sadece bir kere görme fırsatını elde edeceğiniz bir sergi Vogue 100. Art Unlimited’in Temmuz / Ağustos 2016 sayısında başka sergilerle tekrar bir araya gelene dek tarafsız kalmamanız dileğiyle.
bir nefes sonra fırtına kopacak
limart
10
Yazı Ege Işık
Sanatçı Fatih Gürbüz’ün Mart ayında sonlanan “Sakin” Huzursuzluk! adını verdiği sergisine, Nişantaşı’ndaki Beyaz Space ev sahipliği yaptı. Gürbüz izleyiciyi hiç var olmamış coğrafyalara yolculuğa çıkarttı. Ne ev kadar korunaklı, ne de bir sahil kasabası kadar sessiz. Burası, onun kurtarılmış toprakları. Kızılderililerin şeref yasası der ki “Doğa bizim için değildir, o bizim bir parçamızdır. Onlar senin dünyasal ailenin parçalarıdır.” Doğa parçalanamaz ve insan onun dışında değildir. Dünya sürekli bir dönüşümün dinmek bilmez kozmosudur. Sanatçı Fatih Gündüz 18 Şubat - 13 Mart tarihleri arasında izleyiciyle buluşmuş olan “Sakin” Huzursuzluk! adlı sergisinde, işlerini bu odak nokta etrafında örmüş. Fatih Gündüz’ün geniş planla oluşturduğu kompozisyonlarındaki figürler sakin fakat huzursuzlar. Her an bir şey olacakmış gibi tedirgin edici bir durgunluk hâkim atmosfere. Modern insanın bu trajedisine sessizlik içinde bir bakış atarak, geniş planlı kadrajlarla doğanın gücünü ve bunun karşısında insanın bu çaresiz karmaşıklığını irdelemeye çalışmış. Sanatçının akıl-ruh-beden kavramlarının psikozunu irdelediği çalışmalarındaki temel amaç, soruları yanıtlamak ve bunları dayatmak yerine, izleyiciye sorular sordurmak ve düşündürmek. Nietzsche, “Yaratmanın ana kaynağı doğadır,” der ve insanı çevreleyen, besleyen, ona yol gösteren bir varlık olduğundan bahseder. Bu anlamda bireyin doğayı anlaması, onun evrendeki kendi sınırlarını kavramasıdır. Buradan hareketle sanatçı kompozisyonlarını doğa-hayvan-insan merkezli bir kurgu üzerinden inşa etmiş. Bu üç öğenin kompozisyondaki yeri ve konumu hiyerarşik bir dizilimden bağımsız olarak gelişmekte. Bunun neticesinde eserin olay örgüsü ve kendi ruhsal devinimleri, kompozisyonun şekillenmesine en önemli katkıyı sunmuş. Teknik olarak realist bir üslupla ele aldığı çalışmalarında gerçeküstü, gizemli-sezgisel-mistik, bir atmosfer yaratmayı amaçlamış. Bu durumu bazen güncel olaylar bazen de mitolojik öğelerle desteklerken, sınırsız bir uzamda bulunan insan ve onlara eşlik eden hayvan figürlerini resmin ana unsurları olarak ele almış. Beden ve ruh ya da mana ve biçim... Buna mutlak olanın diyalektik uyumu diyebiliriz. Fatih Gündüz üretim sürecinden şöyle bahsediyor: “Yeni bir işe koyulurken zihnimde canlanan kareleri iki boyutlu olarak hızlıca çizerek notlar alırım. Fikir ve kurgu olgunlaştıkça
buna uygun görsel arayışına geçerim.” Fatih Gündüz’ün işlerindeki figürleri genellikle tanıdığı kişiler oluşturuyor. İstediği jesti yakalayabilmek için fotoğrafları genellikle kendisi çekiyor. İşleri için kullandığı mekânlar da yine ya kendi çektiği ya da arşivlediği görsellerden çıkıyor. Bu imajları dijital ortamda manipüle ederek eskizindeki dinamiği yakalayana kadar çalışıyor. Bunun sonucunda aynı imajlardan bir çok farklı kompozisyon ortaya çıkıyor.
Yazı Zeynep Erol gökyüzüne yeniden doğması için gönderir. Eğer kötülük yapmış biri ise tüy hafif gelecektir. Bu durumda o kişinin ruhu yer altı ülkesine yani sonsuz azap çekeceği yere gönderilir. Doğa burada kurak ve gri bir atmosferle karşımızdadır. Bu resimde Anubis’i temsil eden siyah köpek figürü kompozisyonun temel öğesidir. Hemen arkasında kimlik arayışı içinde olan modern insan figürü izleyiciyi karşılar. Bu figür, bireyin özgürlüğünü elinden alan “sınırları”
FATİH GÜRBÜZ, MYTH II-ANUBİS, 2015, 170X270 CM, TUVAL ÜZERİNE YAĞLI BOYA, BEYAZ SPACE’İN İZNİYLE
Sanatçı bu çeşitliliğin yansımasını şu şekilde anlatıyor: “Bu zengin varyasyonlar beni ayrıca motive eder. Bundan sonra tercih ettiğim sonucu tuvale aktarırım. Natüralist bir tavırla işlediğim resimlerimi desenci bir anlayışla inşa ederim.” Sanatçı, doğadaki tüm varlıkları ve nesneleri “dinamikleriyle birer ruha sahip figürler” olarak nitelendiriyor. Bu yüzden onları ayırt etmeksizin, titizlikle işliyor... Gündüz’ün işlerindeki hayvan figürleri, doğadaki rolleriyle kompozisyonun aktif bir parçası olarak bazen aktörün bizzat kendisi oluyorlar. “Sakin” Huzursuzluk! sergisindeki, Mühürlenmiş Zaman / Roboski, sanatçının güncel olaylardan etkilenerek ele aldığı bir çalışma. Sanatçı işin hikâyesini şöyle anlatıyor: “2011’de yaşanan bu olay beni derinden sarstı. Yine masumları, yine gencecik bedenleri yitirdik bir hiç uğruna. Her canlının biricik hakkı olan yaşam, bizim coğrafyamızda henüz pratiğe kavuşamamış bir kavram. Toplumumuz bu durumu neredeyse kanıksamıştır. ‘Sakin, huzursuzluk’ burada görsel bir çığlığa dönüştü.” Sergide dikkat çeken işlerden biri Myth II - Anubis idi. Antik Mısır mitolojisinde ölüm tanrısı olan Anubis (Anpu). Ayrıca mahşer günü ruhları tartan tanrıdır. İyi birinin kalbi tartıda tüye karşı hafif gelir; o kişinin ruhu
temsil eden soyut bir halka içinde yer alır. Bu sınırların bilincinde olan figür, yarı açık baygın bakışlarıyla bir tür tefekkür hali içindedir. Bu meditatif durumu güçlendirmek için doğadaki bazı nesneler sentetik bir pembeyle boyanmıştır. Yine figürün kıyafetindeki desenler optimist bir bakışla, Botticelli’nin Primavera’sında olduğu gibi, cennetin çiçeklerini temsil eder. Bireyin yeniden doğması için ölmesi gerekmez. Var olduğu toplumun yarattığı, dayattığı bu sınırları aşabildiğinde, bireysel özgürlüğüne kavuşarak kendini yeniden var eder, yani yeniden doğar. Sergideki diğer işler Lübb-ül Lüb, Tülün Şiddeti, Mavi Güneş / Roşin, Sırru’l Esrar da tıpkı Myth II - Anubis gibi aynı mistik atmosferin içinde izleyiciyi tedirgin eden bir kompozisyonda yer almakta. İşlerin tümü sergi salonunu distopik ve apokaliptik bir mekana dönüştürmüş. Sanatçı koleksiyoner ve Beyaz Art’ın yöneticisi Aziz Karadeniz’le henüz öğrenciyken tanışmış. Bu hikayeyi şöyle anlatıyor: “Katıldığım karma bir sergide gördüğü bir resmimi almak istemesiyle tanıştık. Ardından süreç bizi ilk kişisel sergimi Beyaz Art’in Nisantaşı’ndaki yeni mekanı Beyaz Space’te açmaya kadar getirdi.” Sanatçı yeni bir mekanda çalışmalarına devam etmek arzusunda.
Yıllardır atmaktansa bakmayı tercih ettiğim tabloyu inceliyorum yine. Pancar moru bir arka plan üzerine nerdeyse agresifçe, ıspatula kullanılarak çekilen pembe şeritler, şekiller, karmaşık fırça ve el izleri anında dikkat çekiyor. Fosforlu renkleriyle çekmemesi mümkün değil zaten. Hikayesi ise bir o kadar belirsiz. Seneler önce eskiciden alınan eşyaların yanında,ücretsiz verilmiş, isimsiz ve imzasız bir esers.Öyle canlı ki, önce sanatsal bir değeri olabileceğine inanmıyorsun. Ardından bir kuşku uyandırıyor içinde ve bu yersiz duyguyu atmak için ondan bahsetmek zorunda kalıyorsun. İşte böyle, sinsice aklına giriyor. Beni, günümüz sanatını sorgulamaya iten tablom, barındırdığı çelişkilerle güzel bir örnek. Sanatın pahası ne ile ölçülmeli? Eserleri incelerken tarihi değeri mi, yoksa alıcıda uyandırdıkları mı öncelikli olmalı? Eserin imzalı olması sanatçı için mi, sanatsever için mi daha önemli? Sorularıma yanıtlar aradığım bu dönemde Limart’ın kurucusu Feyza Balin’le tanışma fırsatı buldum. Çağdaş sanatı ulaşılabilir yapmak amacıyla yola çıkan Limart, şu anda anlaşmalı olduğu Mustafa Ata, Bedri Baykam, Mustafa Horasan gibi önemli çağdaş Türk sanatı temsilcilerinin eserlerini özel bir baskı tekniğiyle üretiyor ve online olarak satışını yapıyor. Zeynep Erol: Ulaşılabilir sanat konsepti için yenilikçi bir yol seçtiniz. Sınırlı sayıda edisyon baskı satma fikri nasıl doğdu? Feyza Balin: Columbia Üniversitesi’nde sanat tarihi okurken evime bir şeyler almak istiyordum. Duvarlarımızda müzelerden aldığımız küçük baskılar vardı. Araştırırken edisyonları fark ettim. Beğendiğim sanatçılara ait imzalı eserler alabilme fikri çok hoşuma gitmişti. ZE: Sanata karşı ilgilinizin bir projeye dönüşmesi nasıl oldu? FB: Sanata, küçükken teyzemin mimarlık ofisine gidip çizim öğrendiğim zamanlardan beri ilgim var. New York’a gidene kadar bir hobiydi aslında. İstanbul’a döndüğümde bankada iş bakmaya başladım ama aklımın bir köşesinde hep sanat vardı. Komşumuz Bedri Baykam’a ulaşılabilir sanat konusunu açınca Bedri Bey, böyle bir projeye girişmem halinde benimle çalışacağını söyledi. Ondan sonra biraz daha canlandı olay beynimde. Bir buçuk sene, gece gündüz bunu araştırdım; yurtdışına gittim, hem orada, hem burada ilgili birçok insanla konuştum. Horasan da çok yardımcı
oldu bana. Baykam ve Horasan iki akıl hocam gibi oldular. Onlardan aldığım destekle başladım. ZE: Limart geleneksel sanat takipçilerinin alışık olmadığı bir sistem. Açıldığı zaman nasıl bir geri dönüş aldınız? FB: İlk başladığımızda korkarak piyasaya çıkmıştık ama tepkilerin çok iyi olduğunu düşünüyorum. Horasan, Burcu Perçin gibi sanatçıların eserlerini almak isteyen, sınırlı bütçeye sahip birçok kişiyle karşılaştık. Tebrik ve teşekkür edenler çok oldu. Önyargı da oluyor tabi ki. Çoğunluk bu fikre yeni yeni alışmaya başlıyor. Önemli olan bilgilendirmek. Bazen insanlar bu alanda bir şeyler bekliyormuş gibi hissediyorum. Çünkü çoğu müşterimin beş duvarı ve limitli bütçesi var, yani sevdiği sanatçıya ait bir şeyler alması imkânsız. Ama bize geldiği zaman beş duvarını da beğendiği sanatçılarla doldurabiliyoruz. ZE: Kapanmış olan Edisyonlar.com ve Artkhora da online sanat eserleri satıyordu. Carréd’artistes ve KUAD da baskı işler satıyor. Bu gibi galeriler ve web siteleri hakkında ne düşünüyorsunuz? FB: Bizim amacımız eserlerin ve markamızın sanat değerini korumak; emin adımlarla ilerlemek ve tanındıkça büyümek. Hediyelik dükkânı gibi olmamamız lazım. Bunun için ilk olarak online sitemizde LimartMag bölümünü yaptık. Orada hem sanatçılarımızla röportajlarımız, hem dekorasyon önerileri olacak. Sanatçının biyografisine bakarken, biraz da bilmediğiniz şeyler öğrenin istiyoruz. Özgün baskılar tabi ki uzun zamandır var; tamamen farklı bir konsept. Her insanın beğendiği eser farklı. Ona vuruluyorsun. Sanat koleksiyoneri olabilirsin, ilgin olabilir. Onun gravürünü almak bambaşka. Aynı şekilde, galericilik de çok farklı bir kulvar. ZE: Son zamanlardaki sergileri düşünürsek çağdaş sanat denince akla plastik, ayna, tahta, hatta LED gibi birçok malzeme geliyor. İleride koleksiyonunuza farklı medyumlar ekleme planınız var mı? FB: Ben aslında tam bir edisyon platformu olmak istiyorum. Ama bunu aceleye getirmemeye karar verdim. Neon ve heykel gibi eklenebilecek, yapılabilecek, çok şey var. Bazen soruluyor ama serigrafi ve litografiye girmeyi hiç düşünmüyorum. Kendi sanatçılarımızla kendi bünyemizde bir platform olmak istiyoruz. Onların isteklerine göre ilerleyeceğiz. ZE: Yaptığınız işte sanatçının sürece katkısı ve işinizin kalitesi, size olan güvenin belirleyici özelliklerinden. Bu süreç nasıl işliyor? FB: Sanatçıyla sözleşme yaptıktan sonra, görsellere beraber karar veriyoruz. Van Gogh’un sulu boya yaptığı Hahnemühle ve Tecco kağıtlara basıyoruz. Teknik olarak düşünmemiz gereken çok konu var. Amacımız orijinal esere en yakın olanı yakalamak. Eserlerimizin bazılarında fırça darbesi bile gözükebiliyor. Bu aşama çok önemli çünkü eser dokusunu ve doğasını kay-
bettiği zaman basit bir poster oluyor. Edisyon kararı alınıyor ve sınırlı sayıda, bir kereye mahsus basılıyor eserler. Sanatçı aslında süreç boyunca bizimle. Edisyon sayısı, baskının tonları gibi ayrıntılar da onun onayından geçiyor ve kendisi tarafından imzalanıyor. ZE: Eserlerin çoğaltılması değerlerini düşürür mü, yoksa bu bir yanılgı mıdır? Bazı galeriler edisyonlara sanatçıyı tanıtma aşamasında bir araç olarak bakıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? FB: Yurtdışında bunun gelişmiş bir piyasası var ve bir noktada edisyon eserler de satışa çıkabiliyor. Türkiye’de de bu şekilde bazı eserler zaman içinde değerlenebilir, ama bizim eserlerimiz yatırım aracı değil. İleride edisyon müzayedeleri olduğu zaman belki bir değeri olur çünkü sonuçta sanatçı ıslak imzasını atıyor üzerine. Yine de hiçbir şekilde olduğundan farklı anlaşılsın istemiyoruz. Aslında bu, sanatçıya da fazladan bir gelir, onun eserlerini tekrar tanıtmak için iyi bir yol. Bir sergiye gidip, bir hafta sonra isimini unutmak çok kolay ama evinde gördüğün bir sanatçının ismini unutmuyorsun. ZE: Çağdaş sanat, geleneksel ve modern sanat anlayışlarından daha eleştirel, deneysel ya da ifadeye dayalı olma seçeneklerine sahip. Yapısı gereği sınırlandırılamıyor. Sizce Türk çağdaş sanatı şu anda ne yönde ilerliyor? FB: Buna şöyle cevap verebilirim. Christie’s’de eğitimdeyken New York Times’ın sanat eleştirmeni geldi, “Biz her iki ayda bir yeni çıkan sanatçıların sanat değeri olup olmadığını, çağdaş sanata uyup uymadığını yazıyoruz,” dedi. Bir kişi de el kaldırıp “Bunu neye göre söylüyorsunuz?” diye sordu. Çok güzel bir cevap verdi ve ben de ona katılıyorum: “Gelecek sanatçıları etkileyebilecek mi, ilham verecek mi? Bir sonraki sanatçı adını öğrenip, çalışmalarını merak edecek mi diye bakıyorum.” Türkiye’deki çağdaş sanatın yerini söyleyecek kadar eğitimim de yok, tecrübem de. Ama kendi işim için önem verdiğim şey, insanlara hitap eden bir eser görmek. İçlerinde bir duygu uyandırıyorsa, o eser bana göre başarılıdır. ZE: Yakında fiziksel bir Limart mağazası açacağınız doğru mu? FB: Planlarımızda Eylül sonu gibi sabit bir showroom’a geçmek var. İşimizde sergileme çok önemli. Eserlerin yan yana asıldıkları, dekorun aralıklı olarak değiştiği, eserleri farklı ortamlar içinde görme fırsatı veren bir yer açmayı planlıyoruz. ZE:Limart’ın geleceğinde neler yatıyor? Gerçekleştirmeyi arzuladığınız projelerinizden bahseder misiniz? FB: 1-31 Mayıs tarihleri arasında Nişantaşı’nda bir Pop-up dükkan açıyoruz. Sanatçılarımızın katıldığı etkinliklerin yapılacağı, eserleri inceleyebileceğiniz alanımızda bir de dekor köşemiz olacak. Bizden dekorasyon fikri isteyen müşterilerimiz için şu anda gelişmekte olan bir danışmanlık hizmetimiz de bulunuyor.
Ahmet Polat Photo London’da
AHMET POLAT, AYAKTA KALAN SON EV (TRABZON), X-İST’İN İZNİYLE
Çalışmalarına Türkiye ve ağırlıklı olarak Hollanda’da devam eden Ahmet Polat, bu yıl ikincisi gerçekleşecek Photo London 2016’ya katılıyor. Fotoğrafçılık üzerine yoğunlaşan yaklaşık 80 galeriye ev sahipliği yapan Photo London, bu sene de küçük ve büyük çaplı yaratıcı toplulukları, genç yetenekleri, uluslararası fotoğraf sanatçıları, küra-
tör ve sanat koleksiyonerlerini 5 gün boyunca Somerset House’da bir araya getirecek. Ahmet Polat’ın x-ist’de gerçekleştirdiği son sergisi A Bridge Too Far ve 2014’de sergilediği Kemal’s Dream serilerinden özel bir seçki Photo London’da yer alacak. Bu özel seçki,19-22 Mayıs tarihleri arasında x-ist’in D7 numaralı standında Photo London’da görülebilir.
Magnum Opus Sanayiyi sanatla buluşturmak ve sanatseverleri üretim süreçlerine tanık ettirmek gayesiyle yola çıkan Magnum Opus birinci yaşını 5 genç sanat öğrencisini yurt dışına göndererek kutluyor. New York, Londra, Barselona, Roma ve Berlin merkezli dünyaca ünlü enstitülerde dünya sanatına yön veren isimlerle çalışacak olan beş Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisinin tüm masrafları Magnum Opus Platformu tarafından karşılanacak. Program dönüşü yaptıkları özel çalışmaları ve Magnum Opus sanatçıları mentörlüğünde ürettikleri eserleri sergileyecek olan Türk sanatının genç yıldızları, platform tarafından sağlam adımlarla
ilerledikleri sanat hayatlarının en kritik dönemlerinde desteklenmeye devam edecekler. Geçtiğimiz yıl Magnum Opus Kurucusu Selin Bozkurt önderliğinde, içlerinde Günseli Kato, Ahmet Güneştekin, Rahşan Düren, İsmet Doğan, Barış Sarıbaş, Bedri Baykam, İsmail Acar, Seçkin Pirim, Yiğit Yazıcı, Murat İrtem, Murat Tosyalı, Çağatay Odabaş, Ergin İnan, Bubi Hayon, Seydi Murat Koç, Ertuğrul Ateş, Ali Emir Tapan, Azade Köker, Jak Soref, Ayşen Savcı, İpek Duben, Adnan Çoker, Devrim Erbil, Onur Akbaş, Ali Alışın, Burcu Perçin, Selma Gürbüz, Tomur Atagök ve Ekrem Kahraman da olmak üzere 48 sanatçı atölyesi ziyareti gerçekleştirdi.
Devran Mursaloğlu Mayıs ayında Pg Art Gallery’de pek çok sorunun cevabını ararken ürettiği işlerini sergileyecek.“All we ever wanted was everythin” isimli sergi Mursaloğlu’nun 10.000 adetnkâğış parçacıktan oluşan bir yerleştirmesinden ve paralelinde
inşa edilmiş bir video sunumundan oluşuyor. Maddi ve manevi eksiklerimizi tamamlamak üzere verdiğimiz çabaya, hırsımıza ve doyumsuzluğumuza odaklanan sergi 6 Mayı -2 Haziran tarihleri arasında görülebilir.
neden var olanla yetinmiyoruz?
FLORA BORSI, FOTOĞRAF: ELİF KAHVECİ
görsel üretmek
12
Yazı Yonca Keremoğlu
FlóraBorsi’nin Evrende Hayal Gücü isimli İstanbul’daki ilk sergisi Art 350’de 14 Nisan’da açıldı. Genç sanatçının IRÉEL serisindeki işi 2014 yılında AdobePhotoshop’un yüzü olmuştu. Borsi ile işlerinde yarattığı gerçek dışı dünyaları ve zamanları konuştuk. Yonca Keremoğlu: Budapeşte’de güzel sanatlar eğitimi sonrasında fotoğrafçılık üzerine bir eğitim almadan kendi kendini eğitmiş bir fotoğraf sanatçısısın. Sanat eğitimi hayatında ne kadar etkili oldu? Flóra Borsi: Benim için fotoğraf yoluyla hikaye anlatmak, bu hikayelerde farklı yollar takip etmek yeni bir şey değildi. Photoshop, 12 yaşımdan beri web tasarımcısı olan ablam sayesinde bir şekilde hayatımın parçası. 15 yaşında Macaristan’da bir yarışmada tesadüfen bir fotoğraf makinesi kazandığımda bunun hayatımı şekillendireceğini biliyordum. Photoshop ile gerçeği taklit edebilmek, yeni gerçeklikler yaratmak benim için sınırları ortadan kaldırdı. Beni heyecanlandıran ve fotoğraflarımın da temelini oluşturan, doğada ya da tarihte var olması imkânsız sahneleri ya da durumları gerçekleştirme imkanı tanımasıydı. Güzel sanatlar eğitimi sırasında fotoğrafçılık tarihi derslerine katıldım, bu sırada öğrendiğim yeni bilgiler ilham vericiydi ama bunun dışında ayrıca fotoğrafçılık üzerine eğitim almanın beni kısıtlayacağını hissettim. Daha bağımsız olmak istedim; 8 saat okula gitmek yerine bu zamanı kendi projelerime ayırmak daha mantıklıydı. Sanat konusunda eğitim almak insana bir çok şey katıyor olsa da, bazen zamanı ne için ve nasıl değerlendirmek istediğiniz daha ağır basıyor. YK: IRÉEL projendeki fotoğraflar, 2014’deAdobe Photoshop’un yeni sürümündeki künye ekranında sergilendi. İşlerinin, üretim hayatının önemli parçası olan Adobe Photoshop’un ekranında yer almak, bu deneyim hayatına
nasıl bir katkı sağladı? FB: Adobe ile tanışmam Behance üzerinden profilimi incelemeleriyle gerçekleşti. Sonrasında genç sanatçılar arasında bir projeye katılmamı teklif ettiler. İki hafta sonra seçildiğimi öğrendiğimde İnternet hızım çok kötüydü. Ekte Photoshop’un giriş ekranında yer alacağımın yazılı olduğunu hatırlıyorum. 12 yaşımdan beri kullandığım programın giriş ekranında yer alacağıma inanamadım. Yaratıcı sektörün en geniş ağlarından birinde işimin kullanılması beklediğimden daha büyük bir görünürlük sağladı. Sonrasında Los Angeles’ta Adobe’nin 25 yaşındaki 25 sanatçıyı konuk ettiği bir konferansa davet edildim. Tüm bu insanların sabah işe giderkenki ana motivasyonlarının, bana olduğu gibi, genç sanatçılara tanınırlık şansı sağlamaları olduğunu, yaratıcı sektör dünyasına olan etkilerini, daha iyi anladım. YK: Başlangıç projelerinden olan Time Travel serisindeki fotoğraflarda Andy Warhol ile sergi açılışında, Beatles konserinde hayranların arasında ve Woody Allen ile film setinde aynı karelerde yer alıyorsun. Nasıl oluştu bu proje? FB:Time Travel, 18 yaşımda yaptığım bir proje olarak tamamen kişisel bir rüyamı gerçekleştirme isteğiyle oluştu. Günümüzde Facebook ve Instagram ile her anın, her kişi ve olayın fotoğrafını çekip, anında yüzlerce, binlerce insanla paylaşıyoruz. Bundan 50 yıl önce sokaktaki herhangi bir insan, bir ünlü ya da önemli bir olayla karşı karşıya geldiğinde anında akıllı telefonunu çıkarıp, fotoğrafını çekemiyordu, ancak sonradan birbirlerine anlatmakla yetiniyordu. Ben de fotoğrafçılığın gündelik hayatın bir parçası olmadığı bir dönemde, spekülatif etkisi olan kareleri, sanki Instagram’a koymak için yakalamaya çalışan bir hayran gibi bu karelerde yer almak istedim. 21. yüzyıldaki halimle
bir önceki yüzyıla şahitlik etmek istedim. Bu isimleri seçmem çok basit bir şekilde belli dönemlerin müzik, sinema ve sanat tarihinin simge isimleri olmasındandı. Bilimkurgu filmleri ve zamanda geri gitme fikri hep ilgimi çekmiştir. Bir keresinde Youtube’da zamanda geri gittiğini kanıtlamaya çalışan bir kadının videosunu izlemiştim. Kendimi biraz da onun gibi görüyorum. Zamanda geri gidebildiğini Photoshop üzerinden kanıtlamaya çalışan biri olarak görüyorum. Teknik açıdan düşününce, bu eski fotoğraflar üzerinde çok araştırma yapmam gerekti. Doğru ışığı, dokuyu ve açıyı yakalayarak kendimi bundan en az 50 yıl öncesine yerleştirmek uzun çalışmalar gerektirdi. YK:Instagram demişken sosyal medyanın geliştirdiği selfie kültürünün toplumu nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsun? FB: Yedi senedir otoportre fotoğraflar üzerinde çalışıyorum ve bazen insanlar bunu selfie olarak isimlendiriyor. Hem selfie hem otoportrede kamera karşısında bilinçli bir performans olsa da aralarında büyük bir fark olduğunu düşünüyorum. Selfie, fotoğrafa bakan izleyiciye herhangi bir gerçeklik yansıtmaksızın, çeken kişinin fotoğrafta ne kadar güzel gözüktüğünden ibaret. Kişinin kendini görmek istediği hali dışında bir bakış açısı sunmuyor. Genç çocuklar açısından da Kardashianlar ve benzeri trendleri takip etmelerinin, onlara benzemeye çalışmalarının kendi özgüvenlerini oluşturmada hasarlar yarattığını düşünüyorum. YK: Evrende Hayal Gücü sergisinde de yer alan Animeyed isimli projenden bahsedecek olursak, bu seride kendi suratının yarısını 6 farklı hayvan suratının yarısının rengine, dokusuna ve karakteristik özelliklerine göre yeniden uyarladın ve farklı bir tür yarattın. Animeyed gibi neredeyse tüm projelerinde hem
fotoğrafçı olarak, hem de model olarak yer alıyorsun. FB: Animeyed serisindeki kompozisyonların her biri, ben ve seçtiğim hayvanların karışımından oluşan, ayrı bir tür. Bir şekilde hayvanlar ve insanların benzer fiziksel özelliklerine odaklanmak istedim. Bu dünya üzerinde hep birlikte yaşıyoruz ve çok da farklı olduğumuzu düşünmüyorum. Her biri kırılgan olan ve her an yok olabilecek varlıklarız. Hayvanları projelerime katmak, her bir türün eşsizliğini vurgulamak istiyordum. İnsanların gözünün içine baktığında gerçeği gördüğünüzü söylerler. Bu yüzden hem hayvanların, hem kendi gözlerimi öne çıkardım; aralarındaki fiziksel farklılığı yok ettim. Benzer görünüş, benzer dokuyu ortaya çıkardım. Hem fotoğrafçı, hem de model olarak işin her sürecinde yer almak hoşuma gidiyor. En başından beri Photoshop’da kendi fotoğraflarım üzerinde çalışıyorum. Zaman içerisinde işlerin derinliği arttı fakat model olarak hâlâ kendi üzerimden devam ediyorum. Biraz kontrol manyağı olduğum içinde kendi kendime çalışmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. İşlerimin çoğunluğu benimle ilgili, kendi dünyamı, kendi rüyalarımı anlatıyor. İşlerin hemen hepsinin oto portre olması bir anlamda kendi ölümsüz olma arzumu da gösteriyor. Fotoğrafın, zamanı durduruyor olması gerçeği beni rahatlatıyor. Eski bir fotoğrafa bakıyorsunuz ve verdiği duygu o ana götürüyor. Zaman ilerliyor, yaş alıyoruz, yaşlanıyoruz. Herkes gibi, her sanatçı gibi bu beni de korkutuyor. Herkes gelecek için bir değer bırakmak ister. Her sanatın arkasında geleceğe bir iz bırakma arzusu olması gibi.
Yazı Yonca Keremoğlu Esra Carus’un seramikle başlayan sanat üretimi, sonrasında grafik tasarım, kolaj, kağıt ve heykel üzerinden DoğuBatı, toplumsal bellek ve insanlık doğası etrafında gelişen konuları ele alıyor. Carus’un Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabından yola çıkarak oluşturduğu Hiçkimse’nin Suçu adlı sergisi Mayıs başında Kuad Galeri’de görülebilecek. Yonca Keremoğlu: MSGSÜ Seramik ve Cam Tasarımı Bölümü’nden mezun olduktan sonra porselenle başlayan üretim süreciniz nasıl devam etti? Esra Carus: Sanat üretimimin başlangıcı Akademi’yle olmadı, Akademi’ye girmeden önce de seramikle uğraşıyordum. Üniversiteye geçerken seramik işinin içerisinde teknik, endüstri ve tasarım olması da, benim için heykel ve resme göre daha tercih edilebilir oldu. 1990’ların başında her alana bilgisayarın girdiği bir çağda soyuttan çok, gerçek hayata, güncel olana yönelmek istedim. O sıradaki Türkiye şartlarında, benim için daha ayakları yere basan bir bölümdü. Sonrasında 3. sınıfa geçtiğimde grafik tasarım yapmaya başladım. Grafik tasarım da o dönem için yeniydi. Grafikle beraber yüzey ve katmanları tanıdım. Porselenle başlayıp kağıda evrilen sürecin başlangıcı kullandığım katmanlar, plakalar oldu. Yüzey üzerindeki plakaların benim için ne ifade ettiğine baktım, her bir plaka bir an, bir zaman dilimini temsil ediyor. YK: Porselenden kâğıt heykellere nasıl bir geçiş oldu? EC: Uzun bir süre katmanlardan çok yüzeyle ilgilendim. Fakat bir süre sonra işlerin boyutunu büyütmek istedim. Kullandığım porselen aşırı kırılgan olduğu için büyük bir özen gerektiriyordu. Teknik olarak, işleri porselen kullanarak büyütmek mümkün olmadığı için porselen işleri küçük heykel olarak tutmaya devam ettim ve boyutları büyütmek içinde kağıt kullanmaya başladım. 2003-2004 gibi kağıt heykellere geçtim. Duvarda rölyef gibi gözüken işleri kağıttan, heykelleri porselenden yapıyorum. Form ve hacme öncelik verdiğimden, bir nesnenin etrafında dönme esnekliği her zaman ilgimi çekiyor. Gizemlilik yerine gerçeği her açıdan görebilmek ve gösterebilmek. YK: Porselen ve kağıt dışına çıkacak olursak, Taksim’in Deli Gömleği işinde toplumsal bellekten yola çıkarak bunu bir moda tasarımına, cekete dönüştürdünüz. Toplum bilinci üzerine oluşturduğunuz Düşük ise ortadan ikiye ayrılmış bir iskemle. Nasıl gelişti bu işler? EC: Taksim’in Deli Gömleği, Beral Madra’nın önayak olduğu ve yabancı sanatçılardan oluşan bir tasarım grubuyla gelişmiş bir projenin parçasıydı. İtalyan sanatçılar, Cinzia Cozzi ve Bernardo Giorgi’nin Pattern/Taksim projesi kapsamında ürettiğim bu işler Taksim’in çevresinde haritalama yaparak oluştu. Bu iş hem kendi kişisel belleğimde hem de toplumsal bellekte yer etmiş noktaları ifade ediyor. İngiliz Konsolosluğu, Şan Tiyatrosu, The Marmara gibi noktaların Taksim’i düşündüğümde hem kişisel, hem tarihi süreçte, hep politik bir anla-
hiç kimsenin suçu
ESRA CARUS, GÜNAH, KUAD GALLERY’NİN İZNİYLE
mı vardı. 1 Mayıs 1971 yılında, 9 yaşında bir çocukken de vardı, şimdi de var. Taksim’i benim için politik yapan noktaları belirledim, bunu yapmak bu politik anlamın arkasındaki nedenleri de ortaya çıkardı. Belirlediğim bu noktalar arasında yürüyüş yaptım. Sonradan bu noktalar düğmelere dönüştü. Noktaların içini oyarak koyduğum, ceketin içerisindeki kırmızı tül de kanı ifade ediyor. Ceketin içinde düğmelerin kapattığı bir tül, üstü örtülmüş bir geçmiş, yüzleşilmemiş bir tarih de var. Düşük ise Galeri Apel’de İskemle+ sergisinde yer almıştı. Nesne olarak iskemle serginin ana fikriydi. İnsan türünün bin yıllık ömrü kaldığı haberlerinin popüler olduğu bir dönemde yaptım. İnsan türünün yok olacağını bilmek endişe verici bir durum aslında. Doğurganlık ve bereket konuları üzerinden yol aldım ve Kibele heykelini sandalyenin üzerine resmettim. Üreme fikrini de sandalyeyi ortadan keserek yok ettim. Sandalyenin iki bacağı kimi zaman açılıyor, kimi zaman kapanıyor. Toplumumuzda çevre ve ekoloji gibi konularda bilinçsizlik, bir oturmamışlık var. Sandalyenin bu açılır kapalılığı da bu oturmamışlığa işaret ediyor. YK: Son yıllarda hangi kavramlar üzerine araştırma yapmak ilginizi çekiyor? EC: 2011’de Berlin’de Alman heykeltıraş bir arkadaşımla dahil olduğumuz Orient – Oksident isimli bir sergi olmuştu. İki zıt kavram olan Doğu’nun Batı’ya bakışına, Batı’nın Doğu’ya bakışına, karşılıklı birbirimizi nasıl algıladığımıza dair yaklaşık 3 senelik bir düşünme sürecine girdik. İki ayrı toplumun sanatçısı olarak birbirimizi nasıl algılıyoruz, klişelerimiz neler buna yoğunlaştık.
Bu süreç içerisinde toplum olarak Avrupa’ya karşı önyargılarımızı ve Avrupa’nın da Doğu’ya karşı olası önyargılarını araştırdım. İnsanlık başlangıcından beri oluşmuş farklı Doğular ve Batılara baktım. Zaman içerisinde farklı bölgelerde bu kavramların farklı tanımlarını araştırdım. Geçen yüzyıldan başlayarak Osmanlı’nın toprak kaybetmeye başlamasından beri nasıl süreçler, motivasyonlar oluştu. Bu süreç içerisinde Londra’da çıkmış mizah dergileri, karikatürleri incelemek bana farklı bakış açıları sundu. YK: Mayıs başında Kuad Galeri’de yer alacak Hiçkimse’nin Suçu sergisinden biraz bahseder misiniz? EC: Sergi, Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabından yola çıkarak insan doğası, kollektif kötülük ve suç gibi konulara işaret ediyor. Hannah Arendt gibi ben de bu sergide kötülüğün arkasındaki gerçeği arıyorum, insan doğasını sorguluyorum çünkü suçlu tek bir kişi, bir günah keçisi değil. Sergideki işleri oluştururken günümüze, toplumumuza döndüm Uludure, Berkin Elvan, Suruç, Ankara, Paris, Lübnan, tüm öldürülen gazeteciler, tutuklu akademisyenler… Herhangi bir vicdani sorgulaması yapılmayan, yüzleşilmemiş bir sürü konu var. Bu konuların nasıl toplumun bir kesimince onaylanabiliyor olduğunu anlamak istiyorum. Güçlü devlet algısı toplumlarda en masum insanı bile insanlık suçu işlemeye kadar götürüyor. Bir yandan da kötülüğü öğrenmiş insanların gerçekten kötü olduğunu söyleyemeyiz. Sonradan öğrenilmiş kötülük, buna mazur kalmak durumu değiştiriyor, sıradanlaştırıyor. Serginin temelini oluştururken Hannah
Arendt’in Holokost üzerinde yaptığı gerçeklik arayışı ışık tuttu. Sonrasında Lady Macbeth gibi Shakespeare’in tanınmış karakterleri üzerinden insan doğasının karanlık yönlerini ortaya koymak istedim. Shakespeare’i seçmemin bir nedeni insanlığın başlangıcından beri taşınmış arketipleri, aslında her uygarlık ve kültürde olan mitolojik hikayeleri taşıyış ve işleyişindeki eşsizlik. Bu konuların sergideki işlere karanlık bir şekilde yansımasını istemedim, işin içine olabildiğince ton ve renk kattım. Kötülüğün, renklerin ve sıradanlığın içinde yer almasını istedim. Kötülük sarıda da, yeşilde de, mavide de var. Bu içimizde olan bir şey, hayatın dışında aramamak lazım. İşlerimi üretirken iç dünyamla dış dünya arasında bir bağ kurmaya çalışıyorum. Bir suçlu aramadan kendi kapımın ne kadar temiz olduğuna da bakıyorum. 1994’de Rwanda Soykırımı’nda yüzbinlerce insan öldü, herkes sessiz kaldı. Bu insanlığın suçu. Aynı şey Bosna’da Avrupa’nın ortasında oldu. Bu konuları cehalet ve sefalete bağlayamayız, bu düşünceyle ve kabul şekliyle tarih tekrar ediyor. Benim ses çıkarma eylemim de sanat üretimi ile ses çıkarmak. Bir sanatçı olarak da herhangi bir insan olarak da vicdani bir dışavurum . Konuya dair bir sorgulama fırsatı üretmek. Günah keçisi bulmakla biten bir iş değil; yapmaya devam etmek gerekiyor. Konuşmak, düşünmek ve yüzleşmek gerekiyor.
ESRA CARUS,FOTOĞRAF:ELİF KAHVECİ
sınırsız sohbetler 1: Yeşim Akdeniz
Bir sanatçı ne düşünür, ne yazar, ne içer, ne konuşur? Artık her sayıda bir sanatçı ile buluşup onunla aktüaliteden işlerine, hayattan inançlarına, dünden bugüne serbestçe konuşacak ve bu sohbetleri size olduğu gibi aktaracağız. İlk olarak hem çok sevdiğimiz, hem de 12 Mayıs’ta Pi Artworks’te açacağı Kulüp Distopya sergisini çok merak ettiğimiz için Yeşim Akdeniz’in Harbiye’deki atölyesine sohbete gittik.
14
Yazı Merve Akar Akgün, Oktay Tutuş
Oktay Tutuş: Neler yapıyorsun Yeşim? Yeşim Akdeniz: Ben bu aralar gündem yüzünden hiçbir şeyle ilgilenemiyorum. Ocak ayında Yann Perrau küratörlüğünde Cenevre’de Galeri Laurence Bernard’da Future Landscapes sergisinde işlerim sergilendi. Ona bile gitmedim. Herkeste olduğu gibi genel bir bunalım hali. OT: Gündemden mi? Sanat gündeminden mi? YA: Acaba sanat gündemi diye bir şey kaldı mı? Tam kendime geliyorum bir bomba daha patlıyor. Sonra yine kendime gelmeye başlarken başka bir şey oluyor. Gündem o kadar ağır ki sanat ortamının içi karardı. OT: Ben toplum olarak nasırlaştığımızı düşünüyorum artık. YA: O da tehlikeli bir şey; bu yaşananları normalleştirmek çok kötü. OT: Normalleştirememek de kötü; tehlikeli ardıl sonuçları olan bir çeşit ulusal travma yaratıyor. OT: Düşünür müsün kaçıp gitmeyi? YA: Sizce düşünmeyen var mı? OT: Ben düşünmüyorum şahsen. Kaçıp ne yapacağım? YA: Aslında kağıt üzerinde öyle yazmasa da hepimiz dünya vatandaşıyız. İnsan özgür hissettiği yerde yaşamak ister. Eğer İstanbul dışında nerede yaşamak isterdin diye sorarsan, Brüksel veya Los Angeles’ta yaşamayı düşünürdüm. Biri ABD’nin diğeri Avrupa’nın arka bahçesi gibi. Bu fikir bana güzel geliyor. Arkana bakmadan gitmek kolay değil. En azından 18 yaşında olduğu kadar kolay değil. OT: Daha önce Los Angeles’ta yaşadın mı? YA: New York’ta üç ay yaşadım ve çok hoşlanmadım; çok agresif geldi bana. Los Angeles daha sakin; daha kendi halinde bir hayat sürebilirsin gibi geliyor. Bir sergi sırasında kısa süre kaldım ve çok sevdim. OT: Peki mutlu olabilecek misin başka bir yere gittiğinde? Asıl amaç ne gitmekteki?
YEŞİM AKDENİZ, STÜDYOSUNDA, FOTOĞRAF: ELİF KAHVECİ
YA: Bir sanatçı olarak mutluluk nedir tam bilmiyorum. Sanırım iki üç tane arkadaşın varsa ve üretebiliyorsan nerede yaşadığın fark etmeyebilir. Merve Akar Akgün: Şu anda içinde bulunduğumuz ortamı tartışırken biraz uzaklaşıp genişleterek içinde bulunduğumuz çağa girecek olursak... Antroposin* teorisinden etkilendiğini duymuştuk. Antroposin’i bize anlatır mısın? YA: Evet. Zaten bir kez Antroposin ile ilgilenmeye başladıktan sonra her şeye farklı gözle bakmaya başlıyorsun. Bu gezegenimizin girdiği yeni zamanla ilgili. Bizim bildiğimiz hep medeniyetin geçirdiği dönemler gibi yaşadığımız gezegenin de geçirdiği dönemler var. Atmosfer ve gezegenin doğal yapısı değişiyor. Şöyle bir kuram üzerinden yola çıkılıyor; insanoğlu gezegeni ve atmosferi o kadar çok değiştirdi ki artık gezegenimiz insan yapımı bir gezegen haline geldi. Bu endüstri çağı ile başla-
yıp modernleşme ile birleşiyor. Endüstri çağının başlamasıyla atmosferdeki karbondioksit oranı yüzde 40 arttı. Bu da demek ki şuan içinde olduğumuz atmosfer artık bambaşka bir atmosfer. Son yüzyılın icatları sonucu radyo dalgaları, İnternet ve birtakım diğer dalgalar şu anda gezegeni kaplamış durumdalar. Teoriye göre atmosferin içi onlarla dolu ve üzerimizde metafizik etkileri var. Yeni bir dönemden ve yeni bir algıdan bahsediliyor. Gezegenin de bu kadar değişmesi ve artık sona yaklaşılması nedeniyle toplumlar artık bununla baş edebilme yolları arıyorlar. MAA: Toplumların uyanışından bahsediliyor son zamanlarda, aslında bu uyanış bir şekilde bu gibi teorilerin ortak gerçeklerinden etkilenerek insanlarda bir farkındalık yaratıyor. YA: Bu konuda en sevdiğim örneklerden biri, Peru’daki Chalon Sombrero dağının eteklerinde yaşayan küçük bir
toplulukla ilgili. Buzulları gezegenin buzdolabı gibi düşünün; dünyanın içme suyunun yarısını buzullar içerir. Ne yazık ki 1970’lerden beri dünya buzulları 14 metre incelmiş ve kütle kaybetmiş durumda. Su, buzdan çok daha hızlı buharlaştığı için buzulların eteklerinde yaşayan insanlar tarımsal faaliyetlerde kullanacak su bulamaz hale geldiler. Buzul eridikçe altından koyu renk kayalar çıkan bu dağın sakinleri ne yapıyor biliyor musunuz? Açık rengin ısıyı daha az çekeceğini düşünerek, her gün bu dağın tepesinin bir bölümünü beyaza boyuyorlar. İşte tüm bunlar Antroposin maceraları. Bu beni insan yapımı objelere farklı bir algı ile bakmaya ve onların dilini öğrenmeye yöneltiyor. Mesela object oriented ontology benim çok ilgilendiğim bir konu. Çağdaş felsefe de son 15 yıldır bunu tartışıyor. Biz hep insan algısı üzerinden hayatımızı sürdürüyoruz. İnsan algısını durumların merkezinden
YEŞİM AKDENİZ,ANKARA,2016,80X100 CM,TUVAL ÜZERİNE YAĞLI BOYA,Pİ ARTWORKS’UN İZNİYLE
çıkartıp yerine objeyi koyduğun zaman, bambaşka düşünceler çıkıyor ortaya. Eğer objelerin bir dini olsaydı büyük ihtimalle Object Oriented Ontology onların din kitabı olurdu. Nesneler arası ilişkilerden bahsederken tabii biraz metafizik de giriyor işin içerisine. Bu sergide bağlamak istediğim yer ise buradaki çarpık modernleşme kırılmaları diyebilirim. Modernizm dünyanın birçok farklı coğrafyasında kırılmalara yol açtı. Bizim ülkemizde de Ankara Hükümeti Türkiye için bir modernleşme vizyonu uygun gördü. Burada modern mimarinin kaderi diğer coğrafyalardan daha farklı oldu. Bunu da belli inkılâplar ve kurallar takip etti. OT: Belli bir insan tipi de… YA: Belli bir inşâ tipi, belli bir yaşam şekli. Savaştan çıkmış, yerle bir olmuş bir ülkede bir ulus devleti kurmaktı amaç. Bunun için sembolik binalar ve belli bir mimari üslup gerekiyordu. Modernleşme Osmanlı’nın son döneminde de başlamış bir şeydi; İttihat ve Terakki Cemiyetleri, Jöntürkler... Onlar mimari anlamda biraz daha Osmanlı ile birleştirilmiş Milli Mimari Hareketi tercih etmişlerdi. Türkiye Devleti bunu uygun bulmadı. İstanbul muhalif olduğundan ve estetik anlamda dolu bir bavulu olduğundan yeni bir vizyonu yaratabilmek için Ankara’yı tercih ettiler. Ankara’nın arkasında camii silueti olmayan bir şehirdir. 1930’lu yıllarda Ankara’da Fransa’dan Sovyetler Birliği’nden, Almanya’dan getirilen mühendisler, mimarlar eğitmenler getirilerek inşa edilmiş Ankara Sergi Evi gibi birçok bina buna iyi bir referans. Bu çok önemli çünkü büyük bir toplum mühendisliğine girilmiş ve gelen eğitmenler bir sonraki jenerasyonu eğitmeye başlamışlar. Ortaya çıkan bu ithal durum içselleştirilmeye çalışarak neredeyse modernizm buranın ulusal mimarisiymiş gibi davranılmış. Mesela, Ankara Sergi Evi çok önemli bir sembol ve çok uzun zaman kartpostal ve posterlerde tekrar tekrar basılan bir görüntü. Radikal bir modernleşme hayaliyle yapılan bu binaların büyük çoğunluğunun ömrü uzun olmadı. Benim sergide çizdiğim binalar bugüne ulaşamamış binalar. Taksim Belediye Gazinosu 25 yıl boyunca Beyoğlu gece hayatının sembolü olmuş, alaturka ve alafranga konserler verilmiş, fraklı garsonların içki servisi yaptığı danslar ve balolar düzenlenmiş. Cumhuriyetin kutlamalarıyla beraber açılışı İsmet İnönü ile beraber yapılmış, sembolik bir mekân. Gazino 1965 yılında yıkıldı. Günümüze çok az arşiv malzemesi ve dokümantasyon kaldı. Ankara Sergi Evi ise 1948 senesinde tanınmayacak şekilde değiştirilmiş, hâlâ opera binası olarak duruyor ama eski haliyle hiçbir alakası yok. MAA: İkinci Ulusal Mimarlık akımı olarak tanımlanan mimari akım doğrultusunda değiştirilmiş bir yapı Ankara Sergi Evi... Diğer resimde ise İzmir’de bulunan Fuar’ın 9 Eylül girişini görüyoruz. YA: Evet. Orası da bugün hâlâ duruyor ama tanınmayacak bir şekilde değiştirilmiş. Bir de Taksim Belediye Gazinosu var. Benim resmimin ismi de Taksim’de Son Dans. Bu resim biraz daha içselleştirdiğim bir resim. Çok uzun zamandır her Taksim’e gittiğimde “Acaba bu benim son dansım mı olacak?” diye düşünüyorum. Avrupa modernizmi özeleştiriden gelir. Bizim coğrafyalarda ise özeleştiri hainlik yapmakla eş tutulur. Oysa, her zaman
başka seçenekler vardır. Modernleşmenin getirdiği kırılmalar üzerlerinde düşünülmesi gereken konular. Bu kırılmalar çok daha farklı şekilde de yaşanabilirdi. OT: O zaman bu gelenek devam ediyor diyebiliriz; bir şeyleri yıkıp yerine başka bir şeyler yapmak… YA: Taksim Belediye Gazinosu yapılmadan önce bütün bölge Ermeni mezarlığıymış. Bunun da çok fazla sözü edilmiyor. MAA: Murat Belge İstanbul Gezi Rehberi adlı kitabında şöyle der: “Menderes tarihi yarımadada Vatan ve Millet Caddeleri ve Sahil Yolu’nu açtı. Dolmabahçe Karaköy arasını, Bağdat Caddesi’ni genişletti. Bu uygulamalar şehre gerçekten ferahlama getirdi. Nitekim bugün hâlâ, o zamanlar yaşamamış olanlar bile Menderes’i rahmetle anar. Ancak, bir de madalyonun öbür yüzüne bakmakta yarar var. Bir kere, bu caddeler yapılırken birçok tarihi yapı cömertçe feda edildi ve modernleşme uğruna tarihten vazgeçmenin zorunlu olduğu düşüncesi meşrulaştı.” Bu, bugün hâlâ devam ediyor. Örneğin Kadıköy’ün kendine has, nispeten yeni denilebilecek bir mimarisi vardır. Şu an kentsel dönüşüm adı altında ve rant uğrunda yerle bir edilmiş durumda. Tarlabaşı da aynı şekilde... Hiç bitmeyen bir kâbus gibi. YA: Söylediğin anlamda Menderes oldukça sembolik bir figür çünkü tek partili dönemin bitimiyle aslında bir takım özgürlükleri savunarak gelmiş biri. Bütün Ankara Hükümeti’nin ve tek partinin dayattığı elit duruma karşı çıkmış ve taşradan meclise milletvekili sokmuş biri. Bütün bunlarla halkın sevgisini kazanmış birisi. İstanbul gibi bir şehrin bir anlamda gerçekten bulvarlara ihtiyacı vardı. Fakat biraz önce dediğim gibi acaba başka türlü yapılabilir miydi? Eskiye zarar vermeden yapılabilir miydi? Elbette yapılabilirdi. O bunu seçmedi. MAA: Aynen öyle, zor olan da onu yapabilmek zaten. Tekrardan bugün yine başka türlüsü yapılabilir mi sorusunu sormak yerine acaba buradan yeni bir sokak
açsam binamı 10 kat daha çıkabilir miyim kaygısı peşinde müteahhitler ve onlara olanak sağlayan belediye çalışanlarımız var. YA: Halkın ihtiyaçlarına cevap veren bir değişikliğe gidilmiyor. OT: Bu ülke böyle bir yer, değil mi? Bu değişmeyecek besbelli. Bununla, böyle yaşamayı seçebilir miyiz? Yapılabilecek bir şey olduğunu düşünmüyoruz sanırım hiçbirimiz. Az önce Yeşim’le Türkiye’den gitmek konusunu konuşuyorduk. Ama burası böyle mi kalacak? MAA: Daha kötü olacak. OT: Daha ne kadar kötü olabilir? MAA: Salt’ın Eylül ayında açtığı Nerden Geldik Buraya sergisini düşünelim. 2016’dayız, gündem aynı. İkinci köprü yapıldıktan sonra İstanbul’da nüfusun en çok arttığı ilçeler Ümraniye ve Esenler. Şimdi aynı şey, önümüzdeki 15 sene içinde, üçüncü köprünün ulaşım güzergâhındaki ilçelerde olacak. Oralar da dolup taşacak, dev binalar olacak. Ekümenopolis olacak hatta oldu bile. Oldu bile. Bir umut yok gibi gözüküyor şu anda. OT: Yani bizim aslında kötü olarak konuştuğumuz şey belki de bu coğrafyanın kaderidir. Değiştiremeyeceksek kabul etmeli miyiz acaba? YA: Bir sanatçı olarak hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmek zorunda görmüyorum kendimi. OT: Bir birey olarak? YA: Birey olarak da sanatçı olmaktan daha bağımsız düşünemediğim için benim bazı konularda tahminimce farklı görüşlerim var. Böyle de olması bence gerekiyor yani işimin gereği. MAA: Atölyene geldiğimizde serginde bir de saat olacağını gördük. Ben merak ediyorum üretimi daha ziyade resim üzerine olan bir sanatçı hazır nesneler ya da yerleştirmelere hangi noktada ihtiyaç duyar? YA : Evet, çok fazla yapmıyorum aslında ama sanırım kendimi de zenginleştirmek için böyle yan yolları kullanmaya yö-
neliyorum. Farklı bir anlatım, belki daha belirgin bir dil yarattığımı düşünüyorum. Geçen sene Londra’daki sergimde mekâna müdahale yapmıştım. Şimdi bu sergide bir adım daha ileriye gidiyorum, üç boyutlu bir obje, bir saat koyuyorum.
*Nobel Ödüllü bilim insanı Paul J. Crutzen’in dünyanın şu anda içinde bulunduğu çağı tanımlamak için kullandığı isim; insanlığın bıraktığı jeolojik ve iklimsel hasarlarla şekillenen, distopik bir dünya.
psikanalizin karanlık sureti ve karmaşık bir soruna işaret ediyor. Chora olarak adlandırılan mağara imgesi ilk olarak Platon’un Timaeus metninde karşımıza çıkar. Metin asırlardır pek çok feminist yazar, filozof ve sanatçıya ilham vermiştir. Metindeki chora kavramının Türkçe karşılığı haznedir. Hazne döl yatağı anlamına gelir. Platon’dan başlayarak gerek Jung, gerekse Freud gibi pek çok erkek filozof chora’yı vajina ile özdeşleştirmiştir. Bilinçdışını formsuz, ilkel ve uçsuz bucaksızlaştırıp bir vajina olarak metaforlaştırmak mizojininin kapılarını açar. Vajina böylelikle formlaştırılmış ve sadece verici konuma itilmiştir. Onun uçsuz bucaksızlığı olarak kodlanan enerji alanı korku salmış ve böylece günümüze kadar kadın düşmanlığı medeniyetin sırtında yük kalmıştır. Bu yüzden Reborn adlı enstalasyona kuşkuyla bakmak gerekir. Son olarak sergiye dair sorunsallaştırdığım ‘bilinçdışı’ kavramını psikanalizden koparıp ne yapabiliriz? Bu sorunun cevabı bu yazıya sığmaz. Yine de kısaca özetlemek gerek. Bilinçdışını verili olan ve her bedende biçimlenmiş kutsal bir metin gibi okumak ya da yorumlamamak gerekir. Kavramı aktif bir güç olarak görmek mümkün. Bilinçdışı aşkın veya karanlık bir alandan çok bir deney ve üretim çalışması olabilir. Deney ve üretimden kastım yeni değerler, yeni deneyler ve yeni
HALİL VURUCUOĞLU, SELF&EGO, 140X185 CM, GALERİST’İN İZNİYLE
16
Yazı İlker Cihan Biner 1984 doğumlu olan sanatçı Halil Vurucuoğlu 2007 senesinde Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun oldu. Kâğıt kesme çalışmalarıyla (hatta “kağıt yontucusu” olarak) tanınan sanatçı bunun yanı sıra suluboya, sprey boya gibi farklı tekniklerin bir araya geldiği çalışmalarında dışavurumcu bir tavır sergiler. Tekniğin estetiğe içkin olduğu ve ondan ayrı olamadığını düşünürsek Vurucuoğlu’nun çalışmalarında kullanılan renklerin tonlamaları ve çok katmanlılığı da dikkat çekicidir. Sanatçı 2008’de gerçekleştirdiği ilk kişisel sergisi Bambu dâhil, beş kişisel sergi gerçekleşmiştir. Halil Vurucuoğlu’nun Galerist’teki Reborn adlı sergisinin anahtarı ‘bilinçdışı’ kavramı. Kavramın sergideki merkeziyeti oldukça güçlü. Bir kavramın sergi üzerindeki etkisi ne kadar güçlüyse eserleri yutması da o kadar mümkündür. Kavramın etkilerini, açılımını, duygu ve düşünce üzerindeki etkisini azımsamak bağlamında söylemiyorum. Belirli bir disiplinin merkezinde beliren bir kavramın eserler üzerinde-
ki etkisi ne kadar artarsa estetik algı o kadar sekteye uğrar. Bilinçdışı kavramının böyle bir etkisi var. Kavram psikanalizin eksenini oluşturan temel bir kavramdır. Descartes’ın “Düşünüyorum öyleyse varım,” cümlesinin karşısına dikilir. ‘Kafatası-içi-düşünme’ye [Needham] karşıt bir yerdedir. Bilinçdışı çıkışı ya da keşfedilişi itibariyle devrimci bir özelliğe sahip olmasına rağmen zaman içinde evrenselleşerek bir iktidar biçimi haline gelmiştir. Reborn sergisinin üzerine düşen iktidar gölgesi bu yüzdendir. ‘Bilinçdışı’ bir iktidar biçimi olarak sergide dans ediyor diyebiliriz. Görünenin ardındaki gizli gerçekler, psikolojik dışavurumlar, kalp ve arasındaki içsel karşıtlıklar, sebep-sonuç ilişkilerinin keşfi ve saire. Yansıyan tüm bu duygu durumları sergide psikanalitik yorumlardan ibaret. Psikanalitik yorumlardan kasıt psikanalizin bilinçdışına biçtiği sıfatlar. Bu sıfatlar hareketsiz, topografik, üretken olmayan bilinçdışının görünüm alanlarıdır. ‘Ego’, ‘superego’ gibi tipolojiler böyle bir psikanaliz sahasının sabit oyuncularıdır. Sergide Zihin, Bilinçaltımda Bir Ye, Self
& Ego, Dört İşlev, Self&Gölge gibi eserler bütünüyle psikanalizdeki bilinçdışının görünümler alanına yerleşiyor. Özellikle Self & Ego ve Self & Gölge gibi çalışmalarda bedenlerin eksikliğini görürüz. Psikanaliz bir yapıysa o yapının içerisinde beden her zaman eksiktir. Bu yüzden bilinçdışı düzenlenebilir bir emniyet sübabıdır. Self & Ego ve Self & Gölge’de bedenlerin eksikliği iktidar araçları tarafından düzenlenmeye hazır bir biçimde duruyor. Zihin olarak resmedilen eser ise temsili bir zihni simgelediği için yine hazır kalıp bir mitleştirme teması içeriyor. Hissedemediklerimiz, Susturamadıklarımız, Düşünemediklerimiz, Konuşamadıklarımız adlı çalışmalarda sanatçının psikanalist kimliğine soyunduğunu görüyoruz. Bu çalışmalarda eksiklik olarak görülen bedensel organlar mevcut. Bu çalışmaların belirli bir odada bulunması odayı bir psikiyatri kliniğine dönüştürme riski taşıyor. Halil Vurucuoğlu sergiye adını veren Reborn isimli çalışmasında vajina metaforu ile ilişkilenen mağarayı üç boyutlu bir yerleştirmeye dönüştürmüş. Bu yerleştirme içerik olarak problemli
HALİL VURUCUOĞLU, SELF&GÖLGE, 149X99 CM, GALERİST’İN İZNİYLE
arzuları uyaran aktif bir güç. Bu aktif güçle estetik üretimin kapıları açılır ve psikanalizin bedeni eksik ve karanlık olarak gören iktidar odaklarını çatırdatmış oluruz. Spinoza’nın işaret ettiği gibi bir bedenin neler yapabileceğini asla bilemeyiz.
sihir var, sihir her yerde “Herhangi bir sanat eseriyle; beğenip/beğenmemek, satın almak/almamak, takip etmek/ etmemek, bilmek/bilmemek dışında bir bağ kurmak lazım. Film, resim, heykel, oyun, video, fotoğraf ne varsa; o sanat eseriyle vakit geçirmek gerek.” Bu sezon Dot’un Kanyon’daki yeni mekanında, Bunu Ben De Yaparım adlı oyunda, bir sanat galerisindeki güvenlik görevlisi Dave’e hayat veren İbrahim Selim ile tiyatro, sanat, hayat ve sihir hakkında konuştuk.
18
Yazı Ege Işık
Ege Işık: Son oyununuz Bunu Ben De Yaparım kreşendoları olan bir oyun. Seyirci oyunu izlerken performansınıza inanamıyor. Nasıl bir çalışma yöntemi izlediğinizi merak ediyorum. İbrahim Selim: Bunu Ben de Yaparım’a sekiz hafta çalıştık. Ben zaten tek oyuncuyum. Bunun dışında yönetmen, dramaturg ve asistan var. Günde en az beş saat çalıştık. İlk dört hafta daha çok masa başı çalışması yaptık. Metni iyice anladıktan sonra oynamaya başladık. Yönetmenimiz Serkan Salihoğlu ve dramaturgumuz Melisa Kesmez ile birlikte orijinal metne bakıp yeni düzeltmeler yaptık. Metin aslında bir öykü, dramaturgumuz Melisa ise edebiyatçı. Hal böyle olunca bize yararlanabileceğimiz çok iyi kaynaklar buldu. Metnin bize anlatmayı seçtiği odağı tespit ettikten sonra, tiyatro olarak bu metinle ne anlatmak istediğimizi biz belirledik. EI: Bunu Ben De Yaparım, İngiltere ve Almanya’da daha önce oynanmış. Google’da buluğum sahne tasarımı fotoğrafları ile sizin sahne tasarımınız bambaşkaydı. İS: Sahne tasarımı Serkan’ın [Salihoğlu] elindeydi. Stilize etmek istedik. Oyunculuk hüneri üzerinden, tamamen tiyatronun en basit olması gereken hali üzerinden ilerledik. O ağaç oyunun başından beri orada... Oyunda sözü edilen resmi sürekli çeviriyoruz, seyirciye döndürüyoruz, arka plana alıyoruz, sağa çeviriyoruz... Çadırı koyduğumuz yer de belli, onlar gerçekten olsa da bu kadar gösterirdik. Boşluğun içinde yapamasaydık olmazdı. EI: Martha Marsham’ın oyundaki NippleJesus işini siz nasıl yorumluyorsunuz? İS: Martha’nın her iki işini de oldukça başarılı buluyorum. Ama detay verirsem spoiler olur diye çok bahsetmek istemiyorum. Oyunu seyrettikten sonra soran olursa anlatırım. EI: Sizce seyirci neden bu güvenlik görevlisi karaterinin hayatından bu kadar etkileniyor ve gülüyor? İS: Seyirci oyun karakterine eleştirel
baktığı için gülüyor. Ancak hikayedeki etkileyici kısım, seyircinin eleştirel yaklaştığı karakterle finale doğru empati kurabiliyor olması. Karakterin yaşadığı aydınlanma bunu yaratıyor bence. Hikâyenin bize söylediği de bu zaten. Sanat eserini anlamak ya da bağ kurabilmek için onunla vakit geçirmelisiniz. Bu sosyal sınıf ya da herhangi bir bakış açısından bağımsız olarak sizi iyi olana götürecektir. EI: Siz sanat galerisi, müze geziyor musunuz? İS: Beni duygusal yönden acaip bir yere taşısın, oyuncu kimliğimi beslesin diye müze ve galeri gezmiyorum; bunu insan olduğum için yapıyorum. Sanatın hangi türü olursa olsun, her insana iyi gelir. Sokakları geziyorum, arkadaşlarımla görüşüyorum, tanımadığım insanların hikayelerini dinliyorum. Hayatımda merak ettiğim konular var, onlar hakkında okuyorum, araştırıyorum. Öğrendiğim bilgileri yaşadığım olaylar üzerinden yorumlamaya çalışıyorum. Bu benim normal hayat biçimim. EI: Dot’un sahnesi Mısır Apartmanı’ndaydı ve orası sihirliydi. Binanın kendisi başlı başına bir karakterdi. Ardından Dot mekân değiştirmeye başladı ve şimdi Kanyon’a taşındı. Bu taşınma serüvenini sizden dinleyebilir miyiz? İS: Dot, on sene boyunca her iki senede bir yeni mekân inşa etmek zorunda kalan bir tiyatro. Bu konuda Murat Daltaban, Özlem Daltaban, Süha Bilal’in vereceği cevaplar daha açıklayıcı olacaktır. Ama şunu söyleyebilirim; biz Mısır Apartmanı’nda Shopping and Fu*king’i oynarken Beyoğlu değişmeye başlamıştı. Biz son yarım saati Indigo’da çalan müziğin ritmiyle oynar hale gelmiştik. Dot’un Mısır Apartmanı’nda başlaması, tiyatro sanatının değeriyle ilgili bir göstergeydi. Bu özel mimari yapının içinde, tiyatro kavramına yenilikçi bir bakış açısıyla bakmak çok önemliydi. Dot’un bu anlamada başarılı bir başlangıç yaptığını düşünüyorum. Daha sonra kurulan bu
yapıyı ve bilinci, diğer mekânlarda da kullanmaya başladık. Bilsar binasında yaptığımız proje, Festen’i oynadığımız Sarıyer’deki mekân, G-Mall ve son olarak DOTKANYONDA sahnesinde de bu bilinci her seferinde bir adım daha ileriye taşıyarak sürdürüyoruz. Ege Işık: Dot’un repertuvarına aldığı oyunlar seyirciye hikayeler anlatıyor. Seyirci oyun karakterleriyle özdeşlik kuruyor. Bu tip hikayeye dayalı metinleri çalışırken dramaturgun etkin bir yeri oluyor mu? İbrahim Selim: Yazar bir dünya kurar, yönetmen o dünyayı algılayıp yorumlar, oyuncu da her iki dünyayı algılayıp üstüne ayrıntılar katar. Bu dünyaların algılanması konusunda dramaturg çok büyük bir yardımcı. Biz yöntem olarak yazarın geçmişi, yaşadığı dönem, burada anlatmak istediği konu, etkilendiği yazarlar, daha önceki eserleri, o dönemdeki sanat akımları... Bunlarda eksik kaldığım, bakış açısında anlamlandıramadığım noktalar elbette olabilir. Dramatug tüm bunları santim santim hücrelerine ayırarak tüm boşlukları oyuncu için dolduruyor. Dot’un çalıştığı dramaturglardan Melisa Kesmez söyleşinin başında da söylediğim gibi edebiyatçıdır. Daha önce de İstanbul Üniversitesi Dramaturji mezunu Uğur Cihan Yücel ile çalışmıştık. Ben uzmanlaşmanın önemli olduğuna inanıyorum. İyi bir müzisyen, koreograf, sahne tasarımcısı, dramaturg, ışık tasarımcısı oyunu ayağa kaldırır. EI: Uncut Gezi döneminde sahnelendiği için olacak Gezi’yi anlattığı için popülist bir oyun olarak değerlendirilmişti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? İS: Öyle tarif edenler oldu, evet. Ancak biz tiyatro olarak uyarlama yapmıyoruz. Popülist bir yaklaşımımız da yok. Kaldı ki metindeki mekaniği bozmak da istemeyiz. Uncut Gezi’ye değil dünyanın haline referans olan bir nitelik taşıyordu. EI: Peki önünüzde ne var? Gelecekteki projeleriniz neler? İS: İyi bir insan olmayı planlıyorum.
Ludovic Bernhardt ve yeni sergisi İstanbul’da yaşayan Fransız sanatçı Ludovic Bernhardt’ın yeni sergisi“Uyuyan Kolon” 28 Nisan’da SANATORIUM’da yer alacak. İşlerinde, sanat, kurgu, bio-politik çevre gibi kavramların arasındaki bağ etrafında dolaşan Bernhardt, 2004 yılında SANATORUM’da gerçekleştirdiği“Drones, pills & yantra” isimli bir önceki kişisel sergisinde ilaçlar, ilaç ambalajları, haplar, yantra diyagramları ve kurgusal haritalarla ileri endüstriyel toplumun görsel alışkanlıklarına odaklanmıştı.“Uyuyan Kolon”’de ise bireysellik ve kolektivizm arasında gidip gelen, uyuyan bir koloni olarak tanımladığı sanatçıya odaklanıyor. Ludovic Bernhardt’ın yeni sergisini 28 Nisa 28 Mayıs arasında SANATORIUM’da ziyaret edebilirsiniz.
neden var olanla yetinmiyoruz? Devran Mursaloğlu Mayıs ayında Pg Art Gallery’de pek çok sorunun cevabını ararken ürettiği işlerini sergileyecek. All we ever wanted was everything isimli sergi Mursaloğlu’nun 10.000 adet kâğıt parçacıktan oluşan bir yerleştirmesinden ve paralelinde inşa edilmiş bir video sunumundan oluşuyor. Maddi ve manevi eksiklerimizi tamamlamak üzere verdiğimiz çabaya, hırsımıza ve doyumsuzluğumuza odaklanan sergi 6 Mayıs -2 Haziran tarihleri arasında görülebilir.
kıvrım
İlker Cihan Biner
İktidarın gölgesinde eleştirinin eleştirisine girişmek Türkiye’de basın özgürlüğü her zaman mesele haline geldi. Mevcut siyasi iktidarlar aleyhine yazı yazan, haber yapan ve onun karanlık yüzlerini su yüzüne çıkarmaya çalışan her yayın akıl almaz bir şiddete maruz kaldı. Yazarlar, muhabirler, genel yayın yönetmenleri kuytu köşelerde öldürüldü. Yıllar içinde devletin ideolojik aygıtları değişti ve iktidarın gölgesi bu kez başka biçimlerde basının üzerinde. Kemalist ideolojinin hüküm sürdüğü, askeri darbelerin yaşandığı dönemlerde yayınlar (gazeteler/dergiler) basılıp kapatılırken, bugün kayyumlar atanarak siyasi İslamcı iktidarın eline geçiyor. Eski yöntemler de bir yandan sürüyor. Hâlâ basılıp kapatılmaya çalışılan ve çalışanlarının tutuklandığı yayınlar da yok değil. Bu basılan yayınlardan bir tanesi de Nokta dergisiydi. Geçtiğimiz aylarda dergi çalışanları bir fotomontajı derginin kapağı yapmıştı. Dergi bu fotomontaj yüzünden polis tarafından basılmış ve yazı işleri müdürü gözaltına alınmıştı. Kuşkusuz bu haber hepimizde bir kaygı yarattı. Neyse ki tüm iktidar şiddetine rağmen Nokta dergisi yoluna devam ediyor. Fakat derginin kapağına taşıdığı fotomontaj eleştirel açıdan sorunlu öğeler barındırmakta. Basın özgürlüğünün tehlikede olduğu bir memlekette eleştirinin eleştirisine girişmek zor da olsa toplumsal özgürlük pratiklerinin işleyebilmesi adına eleştirinin eleştirisini yapabilmek ciddi bir önem arz ediyor. Fotomontaj ve Eleştirel Yöntem Derginin kapağına taşıdığı fotomontajın merkezinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan var. Erdoğan’ı çalışmanın merkezinde selfie (özçekim) çekerken görüyoruz. Arka planda ise Türk bayrağına sarılmış bir asker tabutu var. Cumhurbaşkanı selfie çekerken mutlu görünüyor ve fotoğraf karesinin içine, arkasında duran asker tabutunu da alma derdinde. Dergi çalışanları bu görüntüyü dergi kapağına taşıyarak Türkiye’de AKP iktidarının mevcut barış sürecini bozduğunu, ülkeyi iç savaşa sürüklediğini ve asker ölümlerinden iktidarın sorumlu olduğunu ifşa etmek istemiş. Aslında bu yöntemin yani fotomontajın sanatsal ve politik önem kazanmasının tarihi oldukça eski. Sanatta belirlin bir eleştiri geleneğinin temsilcisi haline gelen fotomontaj dediğimiz sanat formunun tarihi gerçeküstücü dönemlere kadar gider. Sürrealist dönemde bu yöntem, burjuva gündelik hayatın yavanlığı altında ezilen arzu ve
düşün gerçekliğini göstermeye yarardı. Daha sonra Marksizm, sıradan gündelik hayatın ve demokratik barış görüntüsü altında saklı sınıf tahakkümünün şiddetini hissettirmek için fotomontaj yöntemine yani aynı türden olmayan öğelerin karşılaşmalarına sarıldı. Bertolt Brecht’in yabancılaştırma ilkesinin esası buydu. Her zaman birbirine zıt iki görüntünün bağlantısı ikili bir yaratma amacı taşıyordu: ilki görmeyi bilmediğimiz gizli bir gerçekliği ifşa etme, ikincisi de ifşa edilen konuyla tanışma ve ona göre hareket etme. Bu eleştirel yöntemin bir şeyleri değiştirdiği su götürmez bir gerçek. Geçmişte bu yöntemler, bazı bilinç biçimlerini ve özgürleşme sürecine yönelmiş arzuları harekete geçirmeyi amaçlıyordu. Bugüne geldiğimizde o dönemlerin politik ve estetik yansımalarıyla 21. yüzyıldaki iktidar ağlarına/şiddetine karşı bir eleştiri mümkün olabilir mi? Eleştirel Yöntemin Arızaları Nokta dergisinin kapağında görülen fotomontaj yabancılaştırma ilkesinden izler taşır. Erdoğan’ın selfiesi ile arkada duran asker tabutu birbiriyle aynı olmayan iki zıt öğenin karşılaşmasıdır. Fotomontaj bizlere iktidarın iç savaşı sürdürdüğünü, tahakküm uygulamak için duyduğu arzuyu ve biz fotomontaja bakanların ya da kitlelerin bu savaşa sustuklarını veya savaştan haberdar olmadıklarını ifşa etmeye çalışıyor. “Uyanın artık” mesajını içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Fotomontaja bakan gözleri utandırmaktır aslolan. Oysa bir durumun bilinmesinin onu değiştirme arzusunu harekete geçireceği kesin değildir. Diğer taraftan fotomontaj Türkiye’deki toplumsal muhalefetin hiçbir hoşnutsuzluğuna tercüman olmamaktadır. Toplumsal muhalefetin geçmişte Fatsa direnişinden, 1 Mayıslara, günümüzde Gezi Direnişi’ne oradan 30 küsur yıldır süren Kürt mücadelesine, kadın örgütlenmelerine, LGBTİ ve vicdani retçilere kadar sürdürülebilecek farklı mücadele hatları var. Yani fotomontajın bizlere ifşa etmeye çalıştığı iç savaşı protesto eden gruplar, örgütler, oluşumlar hatta kitleler var. Türkiye’de 80’lerden bu yana da karşı-sanat pratiklerinin fazlalaştığını da unutmayalım. Bilhassa Gezi Direnişi’nden sonra karşı-sanat pratiklerinin güçlendiği de bir gerçek. Zaten toplumsal özgürleşme estetik bir özgürleşmedir. Bize sunulan, dayatılan kimlik biçimlerinden kopuştur. Dolayısıyla estetik-politik eleştirinin yalnızca bir ifşadan ibaret olması toplumsal özgürlük pratiklerine kapı açmaz. Görüntüdeki ifşa, suçluluk duygusu uyandırır ve iktidar canavarının alternatifinin olmadığını ima eder. Estetik-politik eleştirinin her şeyden önce bir ifşa değil, bir etki olması gerekir. İktidarın yarattığı her durumu çatırdatabilmeli ve yepyeni bir algıya kapı açabilmelidir. Mümkün olanın sınırlarında bir değişik yaratmalı ve bu değişiklikleri ortak bir dünyaya sunmalıdır. Unutmayalım ki başka bir dünyanın ihtimali estetik bir fikirdir.
bu sütunlar neden boş? 6 Nisan’da Salt Galata’da Boş Alanlar sergisi açıldı. Önce araştırma olarak başlayan projeler Salt’ın çatısı altında bazen sergiye de dönüşebiliyor. Tıpkı Sabiha Rüştü Bozcalı’nın sergisi gibi Boş Alanlar sergisinde de Marianna
su Manisalı Profesör Johannes “John” Jacob Manissadjian’ın el yazısıyla hazırladığı, Anadolu Koleji Müzesi’nin doğa bilimleri kataloğunun akıbeti üzerinden. Vasıf Kortun genel olarak bu araştırma sürecinin 5-6 yıldan az sürmeyeceğini ve sonucunda ortaya yeni bir omnisosyal tarih çıkacağını vurguluyor. Amerikan misyonerlik faaliyetlerinin bir sonucu olarak Merzifon’da kurulan Anadolu Koleji Müzesi, Anadolu coğrafyasının tek müze örneği olarak döneminin aydınlanmacı zihniyetini işaret ederken yeni buluşlar için de bir zemin oluşturuyor. 1915 yılında Profesör Manissadjian tutuklanıyor, 1917 yılında ise Merzifon’a
ANADOLU KOLEJI’NIN KÜTÜPHANE-MÜZE BINASI, MERZIFON, 1913 CIVARI, FOTOĞRAF: DILDILIAN KARDEŞLER, UNITED CHURCH OF CHRIST, AMERICAN RESEARCH INSTITUTE IN TURKEY, SALT ARAŞTIRMA
Hovhannisyan’ın son birkaç senedir üzerinde çalıştığı American Board of Commissioners for Foreign Missions (ABCFM) arşivindeki belgeler bir sergiye dönüştüler. Ancak Hovhannisyan’ın da özellikle belirttiği gibi bu bir arşiv sergisi değil, bu bir boşlukları gösterme sergisi. Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyet’ine geçişin arasında kalan boşluğun farkına varma sergisi. Hem de çok küçük bir noktasından; botanik bilimci ve bitki koleksiyoncu-
geri dönüyor. Yaptığı ilk iş ise kataloğu tamamlamak. Bu katalog Manissadjian için daha çok bir manifesto gibi. 1915 sonrasının öksüzlüğüne de işaret eden araştırmalar yaşanan ‘felaket’lerden sonra Anadolu Koleji’nin personel ve öğrencilerini kaybederek kapandığını ve müze koleksiyonun da akıbeti belirsiz bir şekilde dağıldığını gösteriyor. Arşivde boş bırakılmış alanlar 1915’te yaşanan olayların izlerini taşıyor.
SAYI: 2 UNLIMITED’ın ekidir. Para ile satılmaz. Bütün yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı ve fotoğra arın tüm hakları Unlimited’a aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz.
Katkıda bulunanlar: Kültigin Kağan Akbulut, Paulina Bebecka, İlker Cihan Biner, Nihan Bora, Yeşim Burul, Hande Eagle, Merve Elveren, Fırat Engin, Sibel Erdamar, Ahmet Ergenç, Zeynep Erol, Özge Ersoy, Burcu Ezer, Ege Işık, Yonca Keremoğlu, Ümit Özdoğan, Nazlı Pektaş, Seda Yavuz, Serkan Özkaya, Nazlı Yayla, Nilgün Yüksel
Yayın sahibi: Galerist Sanat Galerisi A.Ş. Meşrutiyet Cad. 67/1 34420 Tepebaşı, Beyoğlu, İstanbul Yayın direktörleri: Merve Akar Akgün, Oktay Tutuş Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Merve Akar Akgün Tasarım: Vahit Tuna Reklam ve Proje Direktörü: Hülya Kızılırmak Fotoğraf Editörü: Elif Kahveci Son Okuma: Ezgi Arıduru Ofis Asistanı: İdil Bayram
İletişim Adresi: Refik Saydam Caddesi Haliç Ap. 23/7 Şişhane, Beyoğlu, İstanbul info@unlimitedrag.com Baskı: Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mah. Soğuksu Cad. No: 3 34408 Kağıthane - İstanbul Tel: 0212 294 10 00 info@masmat.com.tr Sertifika No: 12055
odak izmir
geleceği tasarlamak, kenti tasarlamak
20
Yazı Nilgün Yüksel
Ekim 2009’da İzmir’de bir kültür çalıştayı toplandı. Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde bilim, kültür, sanat insanlarının katılımıyla gerçekleşen bu çalıştay kentin gelecek vizyonunun belirlenmesinin ilk adımıydı. “Akdeniz’in Kültür, Sanat ve Tasarım Kenti İzmir” sloganıyla belirlenen amaç için 12 Mart 2012 tarihinde İzmir Akdeniz Akademisi kuruldu. 4 yıldır kenti, kent yaşamını ve geleceği kurgulamak için düşünce ve projeler üreten akademi, tasarım, tarih, ekoloji ve kültür-sanat olarak belirlenen dört koordinasyon birimiyle çalışmalarını yürütüyor. Akdeniz Akademisi Tasarım Birimi koordinatörü Tevfik Balcıoğlu ile Akdeniz Akademisi’nden yola çıkarak tasarım üzerine söyleştik. NY: Bir tasarım müzesi projesinden söz etmiştiniz. Bunun dışında Akdeniz Akademisi, İzmir’i bir tasarım kenti haline getirmeyi hedefliyor. Yola çıkarken ortaya koyduğunuz hedefler nelerdi? Bunların ne kadarını gerçekleştirebildiniz? Tevfik Balcıoğlu: Belediye ile bir tasarım müzesi oluşturma fırsatı çıkmıştı; belediye vazgeçmiş değil. Konak Belediyesi bize tasarım yapmamız için bir bina verdi. Selçuk Yaşar Müzesi’nin yanında bir bina. Konak Belediyesi bu binayı biran önce kullanıma sokmak konusunda ısrarlı. Çıkan projeleri değerlendirerek oraya bir işlev getirecekler. Tabii bu işlev müze olarak belirlenirse çok mutlu oluruz. Yaptığımız çalışmalar tasarımı kent içinde geliştirmeyi amaçlayan rotalar. Şu anda nerede duruyoruz bilmiyorum; biz kentin bilgisini, bilincini, kullanımını, farkındalığını arttırmak için çalışıyoruz. Bunun bir ayağı da iyi tasarımı ödüllendirerek teşvik etmek. Bunun için de bir yapı oluştu. İyi tasarımcıya ödül vermek gibi basit bir öneri değil; yurtdışından tasarımcılar getirtip onlarla workshoplar yapıp, sonuçlarını halka bir şekilde oylatma, iyi tasarımı halkla paylaşma üzerine fikirlerdi. Gelelim “Bunun ne kadarını gerçekleştirdiniz?” sorunuza. Başta böyle bir öngörü yoktu elimizde. Böyle bir şeyin olabilmesi için merkezî, kurumsal bir yapı gerekir. Öyle ki, bu kurum bütün planlarını kentin tasarımları için yapmalı, hatta belediyelere müdahale edip, alınacak feribot, otobüs, kent mobilyası gibi tasarım nesnelerinin seçiminde söz sahibi olmalı, diye düşünüyorum. Böyle bir yapı yok. Kısa zamanda olmasını da bekleyemeyiz. Biz, bize verilen o alan içinde ne yapabiliriz, diye konuşup gerçekleştirdik bir takım projeleri. Bir yandan da ortaya çıkan fırsatları değer-
lendirdik. Bunlardan bir tanesi, Dudok sergisi. Dudok, Hollandalı bir mimar. 1930’larda Türkiye’ye geliyor. Meclis’in jürisinde de yer almış, daha sonra İzmir büyükşehir belediye sarayını planlıyor, nedense bu proje hayata geçmiyor. Bu çalışmaları Hollanda’da araştırıp bulmuşlar, maketlerini de yaptırıyorlar. Yakında bunun üzerine bir sergi açılacak. Bu da kentte tasarım bilincini arttıran bir şey, araştırma, mekân açısından önemli bir gelişme. Bu tamamen spontane gelişti. Bir telefon geldi, böylesi bir çalışma yapmak istediklerini söylediler, bunun için kendilerine benim adım verilmiş, ben bağlantıları kurdum. Çalışma devam ediyor. Bu proje de o çerçevede ele alınması gereken, plan dışı gelişen bir çalışma. Elbette ne kadarını gerçekleştirdiğimizi sorgularsak ve eğer ben içimde yatan aslanın sesini dinleyerek cevaplarsam, “çok azını” derim. Keşke düşündüklerimizin büyük kısmını gerçekleştirebilseydik. Elbette güzel şeyler yaptık. Örneğin tasarım koridorları yarışması var. Öncelikle sergilere, sergi alanlarına ihtiyacımız olduğunu düşündük, çünkü tasarımı halka götürmek gibi bir kaygımız var. Müzeler de bunu uyguluyor. Müzeler insanların gittiği yerler şeklinde değil, müzelerin insanlara gittiği bir anlayış içinde kurgulanmaya başladı. Böyle bakınca o başarılı bir yarışmaydı, altı ay gibi çok kısa bir zaman içinde çıktı. Gerçi ben bunun kısa bir zaman olduğunu bilmiyordum, insanlar iki yılda zar zor bir yarışma organize edebildiklerini söyleyip bizi tebrik edince, yaptığımızın başarı olduğunu fark ettim. Bu çalışmada beş proje uygulamaya layık bulundu. Büyük çalışma İzmir/Deniz projesiydi. Bu kelime oyunu yaparak kullandığımız bir cümle. İzmir/Deniz ya da İzmir’deniz. İlhan Tekeli hocanın özellikle vurguladığı, İzmirlinin denizle ilişkisini geliştirme projesi. Bu çerçevede büyük işler yapıldı. İstanbul’da da sergilendi. 40 kilometrelik kıyı şeridi baştan tasarlandı ve uygulaması yapılıyor şu günlerde. Raylı sistemler, bisiklet yolları, oturma alanları ve küçük rıhtımlar. Bu birçok yere yayılarak Bostanlı’yı Üçkuyular’a bağlayacak bir yol olacak. Tabii iki yerde kesiliyor; biri gümrük, diğeri de tersane. Bir yandan da İzmir tarih projesi başladı. Bunların hepsi tasarım etkinlikleri. Bu çalışmalar büyüdü. Akdeniz Akademisi’nin yanı sıra çalışan İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Tasarım Atölyesi, belediyenin Tarihsel Çevre Müdürlüğü var. Çalıştaylar, seminer-
ler düzenliyorlar. İzmir İleri teknoloji Enstitüsü ve diğer üniversiteler devreye girdi; projeler geliştiriyorlar. Bu arada İzmir’deki genç tasarımcılar örgütlendiler. Co-working space dediğimiz çalışma mekânları, incubation center’ler oluşmaya başladı. Bunlar bizim başlattığımız değil, ivme kazandırdığımız bir tasarım atmosferinde kendi dinamikleriyle ortaya çıkan yapılar. İzmir’de gelişen bir tasarım atmosferi var. İzmir’in olumlu bir özelliği insanların burada birlikte çalışabiliyor olması. İstanbul’daki gibi sert rekabetçi bir ortam, onu yaratacak büyük bir sermaye ya da hedef yok. Bunun sonucunda kendiliğinden gelişen belki daha küçük inisiyatifler, kurumlar, STK’ler var. Zaten bu çalışmaların büyümesi ile ortaya bir tasarım kenti çıkacaktır. NY: Biraz da sermayeyle bağlantılı olarak İstanbul’dan farklı bir yapılanma olduğunu söylediniz İzmir’de. Sermaye gerekli ama öte yandan İstanbul’da İstanbul’un Yıldızları gibi kitsch projeler de ortaya çıkabiliyor ve maalesef konuyla ilgili olmayan insanların algılarında da bir savrulma yaratabiliyor. Zaman zaman küçük alanlarda çalışmak daha sağlıkla belki de. TB: Bazen para yanında farklı özentileri de getiriyor. Her şeyin daha büyüğü, daha iyisi, daha şaşaalısını yapmak gibi anlamsız tutkular da yaratabiliyor. Hâlbuki kaliteli tasarım orada yatmıyor. İyi tasarımı var kılan faktörlerin başında doğru hedefler geliyor. Elbette doğru hedefler için doğru tanımın yapılması ve doğru tasarımın ortaya konması lazım, ayrıca burada tevazu ve ölçek çok önemli. O şatafat tehlikesi İzmir’de de kendini göstermeye başladı. Etrafımız AVM’lerle çevriliyor ve bunların bizim bahsettiğimiz bir tasarım anlayışını yansıttığını söyleyemeyiz maalesef. Şunu unutmamak lazım; bir kent herkesin bir tarafından çektiği, çekiştirdiği bir çarşaf haline dönüşürse, vay halimize. Nereden yırtılır, neresi kimin elinde kalır, hangi köşesi neye döner bilemezsiniz. İzmir’in üzerinde bugün çok baskı var. Bu, bir yandan politik baskı, bir yandan sermaye baskısı olarak kendini gösteriyor. İzmir’e yatırım amaçlı bir sermaye kayması gözlemliyoruz. İzmir-İstanbul arasını birkaç saate düşürecek ulaşım projesi İzmir’i, Urla’yı, Mordoğan’ı, Karaburun’u ve Çeşmeyi bir çekim merkezi haline getiriyor. Yalnız bütün bunlar bir yandan hızlı nüfus artışını, daha çok AVM’yi, daha çok yol yapımını, yüksek binalaşmayı içeren bir kentleşme çıkarıyor karşımıza. İzmir düşündüğümüz gibi bir tasarım kenti
olamayabilir artık, çünkü sermaye birçok şeyi kar amaçlı, ranta yönelik bir doğrultuda hızla değiştiriyor. NY: Özellikle son dönemlerde Türkiye’de tasarım daha çok gündeme gelmeye başladı. Tasarım bienali ile birlikte insanlar bu alanın çok daha geniş bir düşünceye hitap ettiğini fark etti ve tasarıma bakış değişmeye başladı. İşlevsellik tartışmalarını bir yana bıraktığımızda temelde sanat ve tasarımı da birbirinden çok ayıramıyoruz. TB: Çok ayrı değiller zaten. Her nesne ya da her tasarım ürünü sanatla tasarım arasında bir yerde yer alır. Bunların bazıları pür tasarımdır. Örneğin sıradan bir bıçak: Bazıları artık sanat nesnesine dönüşmüştür; üzeri kıymetli taşlarla, elmaslarla kaplanmış, müzelerde sergilenen ve işlevsel kullanımı yitirmiş bir bıçak. Bu duruma sanatla tasarım arasında bir ölçek olarak bakarsınız bazı sanatçıların tasarım ürünlerini kullanarak ürün üzerinden sanat yaptıklarını, bazı tasarımcıların da sanata giderek yaklaştıklarını görebiliriz. Aklıma hemen Man Ray’in ütüsü ve Marcel Duchamp’ın pisuvarı geliyor. Bunun en güzel örneklerinden biri bugünlerde pek adı duyulmayan Gaetano Pesce adlı önemli bir İtalyan tasarımcısının işleridir. Yıllar önce sergilenmişti. Bir sandalye döküyor. O sandalyeyi, on ayrı versiyonuyla döküm süreçlerini de içerecek şekilde, yavaş yavaş formunu bozarak, yeni renkler katarak ortaya koyduğunda, sondaki ürün bir sanat eserine dönüşüyor. Artık bu nesnenin kullanılabilir bir sandalye ile ilişkisi kalmıyor. Pesce, renkliliği, bitmemiş olması, kopukluğu, eğikliği, çökmüşlüğü, yeni bir varlık olarak ayağa kalkan görüntüsü ile bu süreç içinde sanattan tasarıma geçişte kurulan diyalogun üç boyutlu deneyimini bize yaşatır. NY: Bir cümle okudum geçen gün bir yerde, “Sanatçı sorun yaratır, tasarımcı sorun çözer.” TB: O en uç nokta. Sanatçı soru da sorar, sorun da yaratır, sorun da gösterir. Tasarımcı çözüm üretmekle yükümlüdür. Siz bu iki uçtaki görünüm ardından ortaya çıkan ürünün ne kadarı sanat ne kadarı tasarım onu tartışabilirsiniz. Son yıllarda tasarımcılar zaman zaman sanata kayarken sanatçılar da tasarım içerikli işler yapabiliyorlar. Bu skala arasında gidip gelmek çok doğal. Tasarımda estetik kaygı her zaman bulunur ama bu elbette onu sanat yapmaz. NY: Belki de bunun en belirgin örneği Bauhaus. Sizin de bir eğitimci olarak bu model üzerinde çalıştığınızı biliyorum. Bu bizi fikir nereye götürür?
TB: iPod tasarım çizgisi ele alındığında, tamamen Bauhaus etkisinde yola çıkıldığını görürüz. Almanya’da Kronberg’deki Braun Koleksiyonu’nda Dieter Rams’ın yaptığı tasarımların iPod ile nasıl benzeştiğini her iki ürünü de yan yana koyarak sergilerler. Bu anlamda Bauhaus yepyeni ufuklar açtı. O kaynaktan beslenerek buraya geldik zaten. Bunun içinde elbette ki modernite çok önemli. Belli prensipleri hala kullanıyoruz, ne var ki bugünün janrı değişti. Elektronik dünyanın getirmiş olduğu iletişim ve ona bağlı çevre, sosyal yapı nereye gidiyor sorusu -tasarıma toplumsal açıdan bakarsak- çok önemli olmaya başladı. Artık bir nesnenin estetik yapısı, işlevi, anlamı onu oluşturan en önde gelen prensipler değil. Bunun yerine içinde bulunduğumuz dünyanın diliyle iletişim kurup oradan bir haz alma sanatı, deneyim tadı diye bir şey oluştu. Bu, bizim neslin pek kavrayamadığı bir şey. Geçenlerde Snapchat adlı bir uygulamadan haberim oldu. Bir iletişim şekli. Bir fotoğraf veya video çekip ileti yazarak paylaşımda bulunabiliyorsunuz. Özelliği ise bu iletinin bir görünüp, sonra hemen kaybolması, kendini yok etmesi. Süreyi ayarlayabiliyorsunuz. Galiba videolar için on saniyeyi geçmiyor. Bu, bambaşka kapılar açabilir, çünkü delili yok eden bir sistem. Ancak karşı taraf hızlı hareket ederse mesajın ekran görüntüsünü alabiliyor ve bu görüntü alındı bilgisi de göndericiye gidiyor. Gençler arasında hızla yayılmaya başlayan bir iletişim tarzı ya da oyun. Bununla bugün acaba nasıl bir sanat yaratabilirsiniz? Self Destructive Art/Kendini İmha Eden Sanat yeniden mi doğar, diye düşünmeden edemiyorum. Bir sürü soru geliyor akla: Facebook’un kaç yıllık tarihi var? iPhone yaşamımızı nasıl değiştirdi? Düşünmeye başladığınızda yeni sorular doğuyor. Böyle bir ortamda biz nasıl bir tasarımdan ve sanattan söz ediyoruz? Bizim değerlerimiz nereye kadar geçerli kalacak? Yeni dönemin jargonu, misyonu ne? Bu sorulara ben çok kolay cevap veremiyorum. Benim nesil yeni teknolojileri hızla kavrar, kullanır, anlarsa değerlendirip teorize edebilir. Yeni nesil henüz o birikimde değil, onlar ellerindeki oyuncakların tadını çıkarmakla meşgul. Peki, biz hangi kuramsal araçlarla bakacağız bunlara? Yeni çerçevelerin gerektiği apaçık. Bauhaus’a geri dönelim isterseniz. Altını çizmek gerek, hâlâ çok önemli. Ondan sonra eğitimde böylesine radikal bir değişim oldu mu sizce? Bauhaus’u öğrenci sayısı açısından büyük bir okul sanmayın. En kalabalık olduğu dönem 1929 yılı, sayı 190 civarı. Hemen karar alıp 150 ile sınırlıyorlar. Nasıl bir sinerji ise o, bir kez daha yakalayabilmek çok zor.
plato sanat Yazı Kültigin Kağan Akbulut
Plato Meslek Yüksekokulu bünyesinde çalışmalarını sürdüren Plato Sanat, eğitim kurumu ve sanat merkezi işbirliğinin örneği olarak Balat yerleşkesinde çalışmalarını sürdürüyor. Son dönemde etkinliklerine hız katan merkez düzenli güncellenen bloğuyla da çağdaş sanat yazınına katkı sunuyor. Plato Sanat’ın direktörü Ayşegül Çinici Yazıcı’yla merkezin çalışmaları hakkında konuştuk. Plato Sanat olarak Türkiye sanat dünyasında neleri amaçlıyorsunuz? Plato Sanat, sergi, etkinlik ve performanslara yer veren bir güncel sanat mekanı. Tüm etkinliklerini, hem İstanbul’un sanat izleyicisi ile paylaşıyor, hem de -bir meslek yüksekokulu içerisinde konumlandığı için- kendi öğrencilerine sunuyor. Bir eğitim kurumunun içinde yer alması Plato Sanat’a bambaşka bir sorumluluk yüklüyor, hergün içinden yüzlerce öğrencinin geçtiği bir galeri olarak kamusal bir alan niteliğinde aynı zamanda ve bu yüzden önemli. Ayrıca Türkiye’de meslek yüksekokulu içerisinde bu nitelikte bir galeri olarak ilk olduğunu da söyleyebiliriz. Sergi kürasyonunuzu, temaları ve sanatçı seçimlerini nasıl gerçekleştiriyorsunuz? 5 yıldır yerleşik küratörümüz Marcus
Graf ile birlikte tema seçimlerini yapıyoruz. Çoğunlukla genç, yerel ve profesyonel sanatçılarla birlikte çalışıyoruz. Okulumuzdaki eğitim programlarının yapısı veya kanımızca öğrencilerimizin dikkatini çekmek istediğimiz konular bizim sergi temalarımıza ilham kaynağı oluyor. Kimi zaman da Türkiye’de güncel sanatta henüz irdelenmemiş boşlukların ve temaların üzerinde yoğunlaşabiliyoruz. Meslek Yüksekokulu ile olan bağınız nasıl? Grafik bölümünden ve diğer bölümlerden öğrencilerle nasıl bağ kuruyorsunuz? Tüm sergilerimizin kurulum aşamasında ve açılışından sonra aldığımız tepkiler ve bu tepkilerin çeşitliliği bizi özellikle memnun ediyor çünkü yaptığımız işin bir kitleye ulaşabildiğini ve cevap aldığını görmek bizim için bu mekanın ‘yaşadığının’ kanıtı oluyor.Türkiye’de -gençler de dahil olmak üzere- daha çok güncel sanat eserleriyle diyalog kurmakta zorlanıldığını gözlemliyoruz. Bu noktada iletişimi artırabilmek için, her sergiden sonra katılan sanatçılarımız ve küratörümüzle birlikte bir sergi turu ve söyleşisi gerçekleştirerek özellikle öğrencilerimizle sanatçıları biraraya getirdiğimiz bir platform yaratıyoruz. İlk bakışta, galeri içindeki eserlere önyargılı yaklaşan bir öğrencinin zamanla meraklandığını, bir süre sonra kendisinin de üretmek istediğini görüyoruz. Sergilerin temaları okuldaki farklı bölümlerin ilgisine hitap edebiliyor. Biz ne kadar çok sergi yaparsak bu ilgi de doğru orantılı olarak artıyor. Ayrıca galerimizin hemen bitişiğinde bulunan bir diğer mekânda bölümlerin kendi öğrenci sergilerini açmalarını sürekli
AYŞEGÜL ÇİNİCİ, FOTOĞRAF: SERDAR KAPTI, PLATO SANAT’IN İZNİYLE
olarak teşvik ediyoruz. Şahsen, hem Plato Sanat’ın direktörü olarak, hem de Grafik Tasarım Bölümü’nde öğretim görevlisi olduğum için ister istemez bu konuda kendi bölümümü bir parça daha zorluyor olabilirim. Galeri ve sergiler üzerine çalışıp üretebilecekleri projeler, ödevler vermeye özellikle özen gösteriyorum. Bloğunuzu hangi amaçla açtınız? Yayın politikanızı nasıl açıklarsınız? Bloğumuz 5-6 yıllık bir birikimin üzerine açıldı. Güncel sanat yazını konusunda çok da zengin bir külliyata sahip olmadığımız için bu konudaki boşluğu değerlendirmek ve bir anlamda kanaat önderi olabilmek hedefiyle yola çıktık. Blogdaki yazılarımız hem ‘içeriden’ hem de ‘dışarıdan’ beslenen yazılardan oluşuyor. İçeriden derken Plato Sanat’ı kastediyoruz; kendi galerimizde yaşadığımız akademik ortam ve güncel sanat ilişkilerini temel alan yazıları. Dışarıdan derken de merceğimize aldığımız sergilere dair yorumları, sanatçılara daha önce sorulmamış soruları içeren röportajları, güncel sanat kavramlarını tartışan yazıları kastediyoruz. Ayrıca galerimizde beraber çalıştığımız sanatçılar ve ekibimize yeni katılan genç küratörler özgün yazılarıyla bloğumuzdalar. Yavaş yavaş gönüllü misafir yazarlarımız da katkıda bulunuyorlar. Mümkün olduğunca geniş açılı bir blog olması için çalışıyoruz. Önümüzdeki dönemde planlarınız neler? Birçok yeni proje üzerinde çalışıyoruz ama öncelikle iki yılda bir gerçekleştirdiğimiz temalı misafir sanatçı programımız üzerine yoğunlaşacağız. Ayrıca ülke çapında liseler arası güncel sanat yarışması düzenlemek istiyoruz. Şu anda bunun üzerine kapsamlı çalışmalar yapıyoruz.
“Bir göçmenin çocuğu olmak ilginç bir şey. Çünkü onun hem mücadelelerini taşıyorsun hem de gururunu,” diyor Hint asıllı Britanyalı yönetmen Gurinder Chadha.1 Bu nesilden nesile aktarılan göç deneyimine dair hafızanın, genel olarak sanatçıların eserlerinin içeriği kadar formuna da sirayet ettiğini söyleyebiliriz. İster zorunlu olsun isterse de gönüllü, göç deneyiminin yarattığı travmanın hem kolektif hem de bireysel hafızalardaki izi; sinemadan müziğe, çağdaş sanattan performansa kadar pek çok alanda yarattığı kırıklardan sızmaya devam ediyor. Çalışmalarına Berlin’de devam eden İstanbul doğumlu sanatçı Aykan Safoğlu’nun, 19 Ocak-26 Mart tarihleri arasında Alt-Bomontiada’daki Kapıdan Giremezsen, Pencereden Gir toplu sergisinde yer alan iki kanallı video yerleştirmesi İsimsiz (Gülşen & Hüseyin)’i kendi ailesindeki göç deneyiminin hafızasına dair gerçekleştirdiği yaratıcı bir müdahale olarak değerlendirebiliriz. Gülşen & Hüseyin göç deneyiminin ortaya çıkardığı bir izleğin peşinden giderek hem sanatçının önceki işleriyle organik bir bağ kuruyor, hem de ailesinden çıkan kişisel bir hikâye ile toplumsal ve politik düzlemi birleştiriyor. Ünlü Amerikalı yazar James Baldwin’in İstanbul’da geçirdiği dönemi, kendi bireysel hikayesine ve genel kültürel, toplumsal arka plana bağlayarak bir diyaloğa dönüştürdüğü Kırık Beyaz Laleler (2013) adlı kısa filminden sonra, İsimsiz (Bir Berlin Portesi) (2013), Çile Bülbülüm (2014) ve son olarak İsimsiz (Gülşen & Hüseyin) ile göç, kimlik ve diaspora gibi kavramları yaratıcı müdahalelerle yapısöküm ve yeniden yaratım süreçlerine tabi tutarak incelemeye devam ediyor. Öteki olma durumunu çok katmanlı bir biçimde araştırdığı Kırık Beyaz Laleler’i kendisinin de artık diasporik bir özne olarak yerleştiği Berlin’de çekmesi bu açıdan hiç de şaşırtıcı değil. Bu filmde el attığı ‘biyo-mitografi’ formunu ise İsimsiz (Gülşen & Hüseyin)’de daha da geliştiriyor. Ted Warburton’ın ifadesiyle, “biyo-mitografi; mit, tarih ve biyografinin epik bir anlatı formunda iç içe örülmesi, dünyayı tüm algılayış biçimlerimizi temsil eden bir kompozisyon tarzı”2dır. Bu biçimsel sınırları aşarak fotoğraf, video, yazı, çizim ve sözün bir araya geldiği kompozisyonda auteur olan Safoğlu, bilgisayar ekranlarının masaüstünde açtığı pencereleri aynı zamanda bir orkestra şefi gibi de yönetiyor. Bu iki kanallı çalışmanın sunulduğu düzlemler de yekpare olmayıp masaüstünde açılan pencerelerle tekrar tekrar katmanlarla örülüyor. Bu çok katmanlılık, hem epik anlatıyı kesme vazifesi görüyor, hem de ele alınan meselenin tek bir anlatı ile toparlanamayacak kadar girift olduğuna dikkati çekiyor. İsimsiz (Gülşen & Hüseyin)’in ana çıkış noktalarından biri, sanatçının Rijksakademievan beldende kunste, Amsterdam’da SAHA misafir sanatçısı olarak bulunduğu 2014-15 dönemde Amerikalı sanatçı Paul Thek’in sanatsal yaklaşımı ile girdiği diyalog. Thek’in yeniden doğuş kavramına olan hayranlığını yeni baştan yorumlayan Safoğlu, bu yapıtında 1960’ların başında Almanya’ya işçi olarak giden amcasının orada çekilmiş bir fotoğrafından yola çıkı-
adı Hüseyin, adı Gülşen, adı Aykan
yor. Bu fotoğrafı yeniden yaratma fikriyle, bir başkasına benzer kıyafetler giydirip aynı pozu verdirme sürecinin kendisini değil ama hazırlık kısmını ve es anlarını soldaki kanalda takip ediyoruz. Bu işi için araştırmaya başlamadan önce amcası hakkında çok az şey bilen sanatçı, burada amcasını canlandırmak için de profesyonel/amatör bir oyuncu ya da bizzat kendisini kullanmak yerine, Berlin’e yerleşmesinin akabinde oradaki yeni hayatının ayrılmaz bir parçası olan, adeta bir aile ferdine dönüşen yakın arkadaşı Gülşen’i çağırıyor. Bu işin bir diğer çıkış noktası ise Safoğlu’nun bizzat diasporik bir aileye sahip olması ve özellikle kendisi Berlin’e taşındıktan sonra bu bağlantılar ve kopuşlar üzerine aklına düşen sorular.3 İki teyzesi Almanya’da çalışan erkeklerle evlenip, Alamancı kimliğini edineli çok olmuş ve böylece Almanya onun için teyze-merkezli olarak kodladığı bir yer olagelmiş. Ancak onlardan çok önce, Almanya ile 31 Ekim 1961’de imzalanan Türk İşgücü Anlaşması’nın hemen peşinden Almanya giden ilk işçilerden biri olan amcası 1978’de vefat ettiğinden dolayı, onun yokYazı Yeşim Burul luğunun ailesinin üstüne düşürdüğü gölgeyi fark edip anlamlandırabilmesi için kendisinin de aynı gurbet yollarına düşmesi gerekmiş. İşin içine yakın arkadaşı Gülşen’i dahil pencereler ise bu hikayeyi, Safoğlu’nun rak yaklaşmayı sürdürüyor. Chadha’nın etmesi ise Paul Thek’in “kolektif ilham” Amsterdam’daki evinin banyosunda fa- dediği gibi sonraki nesillere göçmenlerin olarak ifade ettiği, ilhamın bireysel olayanslara yazdığı ve çizdiği notlarla akta- sadece mücadeleleri değil, gururları da rak oluşturulamayacağı, bilakis her zaman rıyor. Tuvalet duvarlarındaki yazılamaları geçiyor. İsimsiz (Gülşen & Hüseyin)’in en kolektif olarak üretildiği fikrine tekabül andıran bu ifade biçimi, sadece yazma/ etkileyici yanı da insanların gururları kıediyor.� Gülşen ile amcasını canlandırçizme ile değil, aynı zamanda silme ve tek- rıldığı, aşağılandıkları ve ötekileştirildikmak üzere girdiği işbirliğinde, sanatçı da rar yazma eylemlerini yerine getiren eli ile lerinde kendilerinden sonra gelen nesilgerek bilgisayar ekranındaki oku yöneten sanatçıyı anlatının baş faili olarak da ko- lere aktardıkları hissiyatı soruşturması ve eli ile gerekse fotoğraf çekimini yöneten numluyor. Amcası Hüseyin’in hikayesini eşelemesi. Çünkü eşelediğimiz o geçmişhali ile işin içine girmekten çekinmiyor. kısa, dokunaklı notlarla aktaran sanatçı, ten gelen kötü kokunun kaynaklarından Kendini, Hüseyin’in ve Gülşen’in yanında Almanya’da işçilerin yaşadıklarını kavra- biri Avrupa’nın ruhunu çürüten ırkçılık ve konumlandırarak bu üç insanı birleştiren mada teyze-odaklı bir yaklaşımdan amca- steril ikiyüzlülük ise öteki de Türkiye’nin çizgiyi çerçevenin dışına çıkartıp 1973’te odaklı bir yere geçerek, bu ikisi arasındaki heykelini diktiği işçilerin ne ruhsal ne de Tophane Parkı’na yerleştirilen Muzaffer kuir alanı da ortaya koyuyor. Aynı Gülşen fiziksel bütünlüklerini umursamamasıdır. Ertoran’ın İşçi Heykeli’ne taşıyor. Daha ve Hüseyin arasındaki geçirgenlik gibi, bu sonra da Gülşen’e, İşçi Heykeli’nin eli çedeneyimler süzülerek sanatçının kendisikiçli pozunu verdirerek, amcası Hüseyin 1 Gurinder Chadha söyleşisi, Desert Island nin yer aldığı ulus-ötesi, diasporik alan- Discs radyo programı, BBC Radio 4, 24 Kasım ile tüm göçmen işçileri temsil eden bu heydaki kuir ifade biçimlerini sergilemesinin 2015. kel arasında bir köprü kuruyor. Hüseyin önünü açıyor. 2 Ted Warburton’dan alıntı “About Biomytve İşçi Heykeli arasında Gülşen üzerinden Bugün yine yüz yüze kaldığı mülteci hography,” Biomyth (blog), https://biomyth. kurulan bu hem sembolik hem de figüratif krizinde, 55 yıl önce başlamış olan göç sü- wordpress.com/about/ bağ, her ikisinin de akıbetinde yankılanırecindeki hatalarından ders çıkaramayan 3 Aykan Safoğlu ile yayınlanmamış söyleşi. yor. Hüseyin’in 1978’de son derece trajik 31 Mart 2016; Istanbul. Sanatçının ailesi ve Almanya, ülkesine kabul edeceği insan- yapıtın ortaya çıkışı ile bilgiler, bu söyleşiden bir biçimde son bulan hayatı ile yerleştilara birer birey değil, seçmece işgücü ola- aktarılmaktadır. rildikten hemen sonra öncelikle elinde taşıdığı çekiç sebebi ile “komünizm propagandası” olarak yaftalanan heykelin yıllar boyunca uğradığı vandallık sebebiyle ellerini, kollarını ve çekicini kaybedip neredeyse tamamen deforme olması arasındaki ilişki, hem bu ülkede hem de Almanya’da göçmen işçilerin maruz kaldığı muamelenin acıklı ama gerçekçi bir izdüşümü. Ye r l e ş t i r m e n i n sağ kanalındaki yer alan masaüstü görüntüsünde açılan AYKAN SAFOĞLU, İSİMSİZ (GÜLŞEN&HÜSEYİN), 2015, VİDEO YERLEŞTİRMESİ, ALT’IN İZNİYLE
bilginin sınırsız dünyasında bir yolculuk Yazı Burcu Ezer
24
RECAI MEHMED EFENDI KÜTÜPHANESI
Sanat ahalisini yolunun üzerindeki rotadan çıkartan, Unkapanı’nda surların tarihi dokusunun yanı başında konumlanan bir sergi. İskenderiye’den Sonra Tufan Naz Cuguoğlu’nın ilk küratörlük denemesi. Kendisi daha önce birçok proje ve sergide eş küratörlük ve koordinatörlük görevleri üstlense de bu defa küratörlük koltuğunda tek başına oturdu. Nancy Atakan ve Volkan Aslan tarafından kurulmuş olan kâr amacı gütmeyen sanat mekanı 5533’ün direktörü her sene değişiyor. 2015-2016 senesi için Mari Spirito direktör olduğunda Proto5533 projesini hayata geçirdi. Genç ve yükselmekte olan küratörleri programa davet ederek, Çelenk Bafra, Anne Ellegood, Övül Durmuşoğlu, Anthony Huberman, November Paynter, François Quintin ve Yasmil Raymond gibi önemli küratörlerle beraber çalışarak kendi sergi fikirlerini önermelerine ve hayata geçirmelerine olanak sağladı. Proto5533 programı aslında genç sanatçı ve küratörlere sergi düzenleme deneyimi kazanmaları için bir gelişim alanı sağlarken bir yandan da projelerini hem yerel, hem de yurt dışından sanat profesyonellerinin rehberliğinde uygulayarak öğrenme fırsatı sunuyor. Projenin bu seferki konuğu Naz Cuguoğlu oldu. Jorge Luis Borges’in Babil Kütüphanesi (1941) hikayesinden ilham alan İskenderiye’den Sonra Tufan sergisi 2-23 Nisan 2016 tarihleri arasında 5533 ve Recai Mehmed Efendi Kütüphanesi’nde gerçekleşti. Sergi Ekin Bernay, Eşref Yıldırım, Jorge Mendez Blake, Meriç Algün Ringborg ve Sultan Burcu Demir’in işlerini bir araya getirdi. Cuguoğlu’na sergi ismininin nereden geldiğini sorduğumda Fransa Kralı XV. Louis’nin çok bilinen “Benden sonra tufan,” sözünden yola çıktığını anlatıyor. Ve devam ediyor: “Bana göre bu sözün iki anlamı var: ‘Benim krallığımdan sonra, ulus kaos ve yı-
kıma sürüklenecek,’ ve ‘Benden sonra bırakın tufan gelsin, gelebilir ve benim için fark etmez.’ İskenderiye Kütüphanesi, dünyadaki her kitabın bir kopyasına sahip olmak hayaliyle kurulan tarihin en büyük kütüphanelerinden biriydi. Günümüzde biz de benzer bir yaklaşımla, dijital kütüphaneler inşa ediyoruz. İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılmasının üzerinden yıllar geçtiği günümüzde bilgi tufanı ve kaosunu yaşıyoruz.” Sergi Cuguoğlu’nun da anlattığı gibi günümüzün bilgi kaynağı, uçsuz bucaksız İnternet ağına atıfta bulunur nitelikteydi. “Sonsuz dehlizlerden oluşan bu kütüphanedeki, kütüphanecilerin dünyada var olabilecek tüm kitaplar arasındaki anlamlı anlamsız bilgi karmaşasında umutsuzca bir anlam aramaları bana bizim günümüzde, İnternet çağında, bu aşırı bilgi yüklemesi arasındaki çaresizliğimizi anımsatıyor. Babil Kulesi’yle göğe yükselmenin, İskenderiye Kulesi’yle evrenin tüm bilgisine sahip olmanın hayalini kurmuş olan insanoğlu, günümüzde etrafını sonsuz ve sınırsız bilgiyle donattığı İnternet-sonrası çağda yaşıyor,” diyen küratör, bilginin sınırsızlığına vurgu yapıyor. Bilgi ummanının içinde kaybolmak kulağa güzel gelse de bu durum akla birtakım sorunsalları da getiriyor. Bu sınırsız bilginin bir kontrolü olabilir mi? Olabilirse bu kontrol kimin elinde? Biz ulaştığımız bilginin doğruluğundan nasıl emin olacağız? Sergi de tam bu noktada dijital ve dijital olmayan kütüphanenin hafızayla olan ilişkisini irdeledi. Sergi mekânlarından 5533’te Jorge Mendez Blake, Meriç Algün Ringborg ve Eşref Yıldırım’ın işleri yer aldı. Mekan ayrıca uzun seneler sonucunda oluşan, belirli bir düzene göre gruplanmamış kütüphanesinin kapılarını açarak, izleyicileri İMÇ’de oluşturduğu belleğini deneyimlemeye ve kendi önceliklerine, yargılarına ve isteklerine göre bir arşiv oluşturmaya/okuma yap-
maya davet etti. Sergi girişinde Jorge Mendez Blake’in renkli işi ilk dikkati çeken eserdi. Duvarda yer alan Borges Kütüphanesi ve Borges Kütüphanesi Araştırması adlı çalışma renklerini Borges’in kitap kapaklarından alıyor ve görünüş itibariyle de kitap sırtını andıran dikdörtgen çizimlerden ve yerdeki ayna modüllerinden meydana geliyordu. Yerdeki aynalar Borges’in sonsuz kütüphanesi hissini desteklerken yansıma etkisiyle de izleyiciyi çalışmaya dahil etti. Hemen ileride Meriç Algün Ringborg’un üç perdelik tiyatro formatındaki Kör Şansın Dünyası adlı videosu yer aldı. Videonun senaryosunda Oxford İngilizce Sözlüğü’nden seçilmiş cümleler bulunuyordu. Her perde bir oyuncunun, zaman ve mekânın temsili, gerçeğin ve varoluş esasının arayışı, dil ve evrenin kaynağı gibi Borgesvari konuları ele alan tekli diyaloglarını barındırıyordu. Eşref Yıldırım’ın Babil Tivitliği adlı interaktif işi, otomatik tamamlama özelliğine sahip bir Twitter hesabı üzerinden izleyicileri İnternet’teki sonsuz, kaynağı belli olmayan, anlamlı ve anlamsız bilgi akışına katkıda bulunmaya davet ederek verilerin gerçekliğine inanmanın zorluğunu ve bilginin kontrolünün kimde olduğunu sorguladı. Hepimizin içinde kaybolduğu sosyal medyaya bir eleştiri niteliği taşıyan iş, içeriği üretenlerle tüketenlerin aynı olduğu Twitter’daki, kaynağı belirsiz bilgileri gündeme taşıdı. Serginin diğer mekânı olan Recai Mehmed Efendi Kütüphanesi ise Ekin Bernay ve Sultan Burcu Demir’in işlerini bir araya getirerek ve 5533’le arasında görünmeyen bir ağ örerek, mimarisi, barındırdığı kitaplar ve Borges’le çokça anılan büyülü havasıyla izleyicileri aradıklarını bulmayı deneyimlemeye çağırdı. Neredeyse 250 yıllık bir geçmişe sahip olan ve halk tarafından çok bilinmeyen kütüphane daha ka-
pısından ilk adımı atarken başka bir boyuta geçeceğinizin sinyallerini veriyordu. Kütüphaneye adımınızı attığınızda kendinizi Ekin Bernay’ın Beni okuyan sen adlı performansının başrolü olarak buluyordunuz.Kütüphanenin girişinde seçtiğiniz mektup sizi daha önce tatmadığınız bir yolculuğa çıkarır nitelikteydi. Performans seyircileri mektuplarla deneyimlenen, kurgulanmış metinler üzerinden, izleyicileri kütüphane içindeki kitaplar arasında farklı rotalar çizen, performatif bir yolculuğa davet ediyordu. Seçtiğiniz mektup eşliğinde adımlarınızı atarken kendinizi bir anda izleyici değil de izlenilen olarak hissetmeniz işten bile değildi. Kütüphanenin içinde yıllardır bir parçasıymış gibi duran Sultan Burcu Demir’in Dizin adlı mekanik olarak dairesel hareketlerini sürdüren ve kağıttan üretilmiş dünya kürelerinden oluşan yerleştirmesi yer aldı. ‘Kitap’ üzerinden ‘metin-biçim’ler oluşturan enstalasyonun kendi içerisinde bir ironi kurarak okunması fiziksel olarak imkânsız bir içerik sundu. Sanatçı alışık olmadığımız görsel bir kütüphane yarattı. Cuguoğlu 5533’ün, bir küratör açısından, çalışmak için çok keyifli bir mekân olduğunu söylüyor. Sözlerine şöyle devam ediyor: “60’lı yıllarda popüler bir alışveriş mekânı olan İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ), günümüzde eski popülerliğini yitirmiş vaziyette. Bizim hayat eksenimizin dışında kalıyor ama burada olmak bana çok iyi geliyor. Gerçekten çok değerli bir mekânda olduğumu, burasının tarihinin değerini her gün yeniden anlıyorum. 5533 de bu konuda çok başarılı bir iş yapmış, seneler içinde sanat izleyicisinin de ayağı buraya alışmış, o yüzden açılış oldukça kalabalıktı.” Küratörün önümüzdeki dönem planlarını sorduğumda Eylül 2015’ten beri, İsveçli küratör Susanne Ewerlöf ile sürdürmekte olduğu, Tandem, Swedish Institute ve IASPIS tarafından fonlanan Identity Lab (Kimlik Laboratuvarı) araştırma projesinin devam ettiğini; İsveç ve Türkiye’de çeşitli yolculuklar yaparak konuyla ilgilenen kişilerle görüşüp, seminerler ve sohbetler düzenlediklerini öğreniyorum. Cuguoğlu 20-21 Mayıs tarihlerinde İsveç Konsolosluğu ve Depo’da bu konuda bir dizi etkinlik düzenleyeceklerinden bahsediyor. Temmuz ayında, Blok Art Space’te, Mine Kaplangı ile beraber kurdukları Creative Çukurcuma sanat inisiyatifi kapsamında ‘yeni medya sanatları buluşmaları’ düzenleyerek bu alanda çalışan sanatçı, küratör ve yazarları davet edeceklerini söylüyor. Sonbahardaysa, Nashville’den Coop Gallery ile işbirliği içerisinde, Türkiye’den Bahar Yürükoğlu, Hasan Özgür Top, Ayşegül Süter ve Erdal İnci’nin katılımıyla Nashville-İstanbul arasında gerçekleşecek Asimetrik Bağ sergisini hayata geçireceklerini öğreniyorum.
Armaggan Art & Design Gallery presents
FEEL THE ART Artwork on view at Kupaj Lounge
KEMERA LTI CA DDES I NO: 10 34425 KA RA KO Y I S TA NB UL
akıl ağrısına merhem Yazı Nazlı Pektaş Akıl Ağrısı 1 (...) akıl ağrıyor lav içerken ağır ağzında omur’iliklerine kadar ıslanmış sinirlerle, ben hâlâ yaralarımın hocasıyım, şehir hâlâ komada Küçük İskender
26
CENGİZ TEKİN, PERDE ARKASI, 2003, 100X80 CM, PİLOT GALERİ’NİN İZNİYLE
Akıl ağrısına merhem Cengiz Tekin’in Pilot Galeri’deki ikinci solo sergisi Cennetten Hemen Önce bir önceki solo sergisi Dâhili Mevzular, gibi onun üretim dilinin kodlarını açık seçik ortaya koyuyor ve içinde boğulduğumuz meseleleri sözü uzat-
madan gözümüze sokuyor. Sergiyi gezmeden, Cengiz’in 2007 tarihli Enentegre adlı fotoğrafını hatırladım. Mezbahada hayvan bedenleri arasında sıkışarak kendini gizlemeye çalışan Cengiz; tek bir fotoğrafla, bu fotoğrafta olmayanları algımızda çiziyordu. Çıplak ölü hayvan bedenleriyle kurduğu metaforik sahne ve ironi dolu diliyle bu iş; Cengiz’in tüm sanatı için derin bir okuma sunuyordu. Cengiz Tekin’in üretim dili, açık yaralara basılan tuzun sancısını almak ister. Azıcık geçmişe dönüpDâhili Mevzular sergisini hatırlarsak; Cengiz’in âdet olduğu üzere çelenk performansı bu kez el yapımı örgü çiçeklerle daha ilk adımda seyirciye ferahlıklar serperken; bir traktör dolusu plastik karpuz topun sevinci, Pilot’un video odasından tüm sergiye sızıyordu. Dâhili Mevzular; örtbas edilen mevzulara dair, Cengiz Tekin’in içerden dışarıya akıttığı sözlerini, içindeki coşkusunu hiç kaybetmeden sunduğu, akıl ağrılarımızı gülümsemeyle gizlemeye çalışan, iyi yürekli bir sergiydi. Cennetten Hemen Önce ise kriz diye adlandırılan ‘mülteci’ gerçeğini azgın ve bulanık bir sudan kurtulan erkek bedenler aracılığıyla anlattığı su ile gelen suda çoğalan hüzünlü bir sergi. Dört buçuk dakikalık sergiye ismini veren video ve mermer can yeleği içinden geçtiğimiz göçün ıslak ağırlığını galeriye nemli sözlerle yayıyor. Sergide sanatçının 2012 tarihli Kırmızı Halı videosu da yer alıyor. Daha önce Dâhili Mevzular; sergisinde de gördüğümüz dört dakikalık bu videoda, yine bulanık bir su ve suya uzanan kırmızı bir halıyı izliyoruz. “Her iki videodaki bulanık su aynı mı? Bu halı kimler için serilmiş?” derken, Cennetten Hemen Önce’nin kahramanları bu halıdan geçebilir mi? sorusu akla takılıyor. Cengiz ile sergiye dair söyleştik: Nazlı Pektaş: Cengiz, üretimlerin için hep şunu düşünmüşümdür; çoğu zaman fotoğrafla, kimi zaman videoyla kendinden ve yaşadığın coğrafyadan çıkardıklarını evrensel olanla hınzırca örüyorsun. Bu refleks en başından beri senin üretiminin bir parçası. Aile, bürokrasi, politika, din, sosyal ve ekonomik mevzular... Tüm yaşamı karikatürize ediyorsun ve üretimlerin, izleyicide buruk bir gülümseme bırakıyor. Diyarbakır’da böyle iyimser kalabilmeyi nasıl başardın! Cengiz Tekin: Sanat yapmanın kendisini, bir eylem aracı olarak görüp, uzun yıllar bu bağlamda yoğunlaşan biri olarak; son zamanlarda sanat yapmanın yavaş yavaş eylemden, özgürlük alanına dönüşmesi gerektiğini savunan ve bunun doğru olduğunu düşünenlerdenim. Yaşadığın yer seni biçimlendirir. Diyarbakır’da kalmak, sanat yapmaya çalışan bir adam için, sınıfta kalmak gibi bir şeydir. Sınıfta kalan biri rahatça gülümsemeyi başarabilir. Zira
sınıfta kalmanın uzun vadede rahatlığa sebep olan, acımsı ama güzel bir tadı vardır. İyimser kısmına gelince ben o kelimeyi iyimser-seri diye tamamlayayım siz gerisini anlayın... Aslına bakarsanız birçok şeyi Diyarbakır’a borçluyum ve burada yaşamaktan memnunum. Ama sanat için büyük, hayat için küçük bir şehir olduğu kanısındayım ve küçük şehirlerde para bozdurmak bile bazen zor oluyor. Nazlı Pektaş: İşlerinin adı ve seçtiğin imgelerle içinde yaşadığın coğrafyanın politik gerçekliğini hatırlatıyor ve biz o gerçekliğin zorunlu kıldıklarını okuyoruz hemen. Ama bizi buna yaklaştıran yalnızca kullandığın yerel motifler değil. Onlardan da güçlü olan ve bizi buna zorlayan asıl şey; izlettirdiğin saklanma, kamufle olma ve sessizlik. Bunlar bizi mücadele ve direnişe götürüyor. Senin saklanmaların çocukların saklambaç oyunu gibi, saklanırlar ama göründüklerinin farkında değillerdir. 2003 tarihli Perde Arkası / Behind the Curtain, böyle bir fotoğraf. Cengiz kimlerden / neden saklandığını sanıyor? Cengiz Tekin: Uzun süre işlerine isim takma konusunda sıkıntı yaşayan biri olarak, iş isimlerinin işin anlamını daralttığını düşünenlerdenim.Yanlış okumalara sebebiyet veren iş isimleri mi? Şu an uluslararası isim veren bir kurum üzerinden yeniden değerlendiriyorum. Çünkü gerçeklik ve coğrafyanın; okuma biçimlerini etkilediğini, bellekte başka durum ve olaylarla çakıştığını görüyorum. Bu durum, işlerin önyargılı bir şekilde okunmasına sebep oluyor. ‘Yerel motif ’ ile belli bir coğrafyanın belli bir parçasını kapsayacak bir okuma yapılması rahatsız edici oldu her zaman. Yerel motif ve renkli işlerin sanıldığının aksine renkli hayatlara gönderme yapmadığını tam da bunun karşısında yer aldığını söyleyebilirim. Saklanma ve gizlenme, kamufle olma pratiğim aynı zamanda susmak ve beklemeyişe de işaret eder, ben susma ve beklemenin şiddetli bir eylem olduğuna inanıyorum. Görünen o ki belli bir süre daha saklandığım yerden çıkmayacağım. Saklambaçta çocuk vücudunun göründüğünün farkında değildir. Ben farkındayım ama... Aslında bağıra bağıra buradayım diyen bir adamın gerçekliği var çoğunda. Yoksa saklanmak istediğim bir çok fotoğrafta ben yokum zaten. Yanlış bakanların çabuk gördüğü ayrıntılar yok mu hepimizin hayatında? Mesele ayrıntı olunca susmak ya da sessizlik en iyisidir zaten. Bunların direnişe ve mücadeleye götürme durumu ise kendimizdendir. Nazlı Pektaş: 2012 tarihli Kırmızı Halı / Red Carpet videonda Diyarbakır’da bir göl kıyısına serdiğin kırmızı halı ile tüm işlerinde sıradan yaşam tecrübeleri içinde yaratılan tekinsiz uzamı bu kez erk için yaratı-
CENGİZ TEKİN, KIRMIZI HALI, 2012, VIDEO, 04’03’’, PİLOT GALERİ’NİN İZNİYLE
yorsun. Protokolün tüm teferruatını suya sererken; bu mertebeye erişenleri boğulma tehlikesi ile baş başa mı bırakıyorsun? Yoksa suda arınmalarını mı istiyorsun? Cengiz Tekin: Ben boğulmalarından yanayım. Bu konuda duygusal değilim. Kirlenen bir şeyin arınması, onu temiz kılmaz. Ya da aslında tek amacım piknik yapmaktı desem çok mu abartmış olurum? Nazlı Pektaş: Peki Cennetten Hemen Önce videosundaki kahramanların bu halıdan geçebileceklerini umuyor musun? Cengiz Tekin: Protokolü, uzayıp giden saçma sapan hassasiyetleri geçebilirsek neden olmasın? Ama her ülkenin kendi dokusuna uygun tepkilerini içsel bir mevzu olarak değil de, akli ve vicdani bir sorumluluk duygusuna yükseltebilirsek her şey normalleşir. Birilerinin savaşı için ben yaşamımı feda etmek istemem. Ve o birileri de bazı şeylerden feragat edebilmeli. Sorunun başlangıcındakiler nedense sürekli geri adım atıyor insanlık adına, bu durum sorunun daha büyümesine neden olacak bu gidişle. Nazlı Pektaş: İlk gösterimi, Maxxi Müzesi’nde İstanbul: Tutku, Neşe, Öfke sergisinde yapılan Cennetten Hemen Önce, İstanbullu izleyicilerle ilk kez bu sergide buluşuyor. Video ismini nereden alıyor, bu isme nasıl karar verdin? Cengiz Tekin: Uzun zamandır üzerinde çalıştığım mülteci sorununu ve bu sorunun günlük hayatta karşılaştığım reel sonuçlarını, cennete olan özlemi, gidilen yerin cennet olma ihtimalini veya yolda karşılaşılan sonuçları -bu ölüm bile olsa- sığınmacılardan birebir
duydum. Bir süre bir göçmen kampında çalıştım. Oradaki deneyimlerim ve anlatılan hikayeler beni etkiledi. Ben de ara bir mekan olarak sığınmacı kamplarını cennetten hemen önce olarak gördüm ve bu ismi kullandım. Nazlı Pektaş: Videodakiler için yaşayan ölüler diyebilir miyiz? Cengiz Tekin: Hayır. Nazlı Pektaş: Kirli sular bakışımızı dünyadaki su savaşlarına da çevirmemizi istiyor. Bundan sonra işlerin eko sisteme verilen zararlara da eğilir mi? Cengiz Tekin: Kesinlikle.Dünyanın başına bela olan en büyük felaketler genellikle su bazlı veya sıvı şeyler için oluyor. Bence şuan üçüncü dünya savaşındayız ve bu savaş doğaya karşı veriliyor. Buna duyarsız kalmam imkansız çünkü genellikle toplumsal sorunlardan yola çıkıp yaptığım işler son yıllarda ekoloji ile çakıştı. Uzun zamandır ekoloji temelli enstalasyon ve fotoğraflardan oluşan işler yaptım. Bu işleri yaparken insana ve doğaya nasıl yaklaştığımı ve ne kadar yanlış yaklaştığımı da gördüm. Çok hassas olan bu konu herhalde önümüzdeki birkaç yılımı alacak. Sonuç olarak, belki bir şey sergilemem ama eminim öğreneceğim ve hayret edeceğim birçok şey olacaktır. Herkesin sorumlulukla bir şeyler yapabileceğine inanıyorum. Bu bir iş değil, bu geleceğimiz için mecbur olduğumuz bir hassasiyet olmalı. Nazlı Pektaş: 2005 yılında davet edildiğin Almanya’nın Münster kentinde kurgulayıp, 2012 yılında tamamlayıp-isimlendirdiğin Giriş Yok videonda, Diyarbakır dışındaki Cengiz Tekin’in gerçek ile kurgu arasındaki kaydını izledik. Buradaki öfkeli sanatçı
diğer işlerindeki Cengiz’den çok uzak bir karakter. Buradaki rahatsızlık, apoletli oto portrende de omuzlarına binmiş. Bu ağırlık nasıl hafifleyecek? Cengiz Tekin: Kasvetli ve bulutlu havalarda mutluluktan havalara uçacak kadar sorunlu olduğumun farkına bir arkadaşımın tavsiyeleri ve normalleşmem konusunda yaptığı telkinlerle vardım. Huzursuzluk durumunu seviyorum. Sanat eylemini gerçekleştirdiğim sürece bunun devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanat hikâyemde, gerçek ve kurgu daima vardı. Birbirini her zaman besledi ve hiçbir zaman hafiflemeyecek. Küçük İskender’in dediği gibi; “bir elmanın armuda dönüştüğü yıllardı.” Zihnimde elma armuda dönüşebildiği sürece devam edecek. Ne elma dediklerinde, ne de armut dediklerinde çıkmayacağım saklandığım yerden. Eğer bir fotoğraftan yerçekimi kuvvetini çıkarırsanız uzaydaki kadar rahat olursunuz. Ben o fotoğrafta ayaklarımı mümkün olduğu kadar yerden kesmiştim. Bedenimi yeryüzünden uzaklaştıracak bir eylem peşindeyim. Belki de bu işe, omuzlarımı sınayarak başlıyorum... Nazlı Pektaş:Pilot Galeri’deki bir önceki solo sergin Dahili Mevzular’da Barış isimli işinde, Diyarbakır stadyumunda, orta yuvarlağı barış imgesine çevirirken, aklından geçenleri paylaşır mısın? Pirinç taneleri ile oluşturduğunu söylemiştin. Onları dizerken Diyarbakır’da yaşamış bir beden, barışı oyuna çağırırken bu masumiyeti nereden alır? Cengiz Tekin: Her şeyin bir anda değişebildiği bir coğrafyanın sanatçı-
sı olarak belki de ayakta kalmanın en büyük sebebi sanattır. Sanata inanıyor muyum? Hayır. Ne zamana kadar her şeyi keyifli bir şekilde gösterebilirim onu da bilmiyorum. İçinde birçok bilmiyorum olan bir konu. Yaşanılan dört mevsimin dördü de kış ve anladım ki “Bu kış çok uzun sürecekti ve sığırları alıp kuzeye doğru gidemeyecektik.” Bu replik yanlış hatırlamıyorsam Western filmlerde sıkça duyduğumuz bir şeydi. Ama şimdi sıkça duyduğumuz başka şeyler de var bu coğrafyaya ait. İşin açıkçası ilk önce, “Oraya evrensel barış işaretini çizmek için nasıl bir yol izlemeliyim? İzin alabilecek miyim?” gibi şeyler düşündüm. Tabii barış süreci başlamamıştı. Bir çok insanın, hergün dillendirdiği bir barışı güvenli bir yerden başlatmanın yollarını aradım. Görüntü üreten biri olarak, görüntüyü verdim, barış sonradan geldi. Masum olduğumu düşünmüyorum ama pratikte masum bir yol çizmenin önemini de biliyorum. Futbol ve barış yan yana dururken bile içlerinde ironiyi barındıran kavramlar. Üstüne bir de Diyarbakır olsun istedim. Aslında sadece barışı oyuna çağırmadım, oyunu da barışa çağırmak gerekiyordu. Nazlı Pektaş: Yakın zamanda yeni bir sergin var mı? Cengiz Tekin: Mayısta Işın Önol küratörlüğünde Viyana’da bir sergi daveti aldım. Yine Ağustos’ta Viyana’da Q21’de misafir sanatçı programına katılacağım, Eylül’de ise Londra’da başka bir programa katılacağım ve yeni çalışmalarım için ön çekimler yapacağım.
28
VADIM FIšKIN, KRANK ART’IN İZNİYLE
Geçtiğimiz aylarda Krank Art’ta Bilimsel Brikolaj isminde bir sergi açan Vadim Fishkin üretimiyle ilgili merak ettiğimiz soruları yanıtladı. Sibel Erdamar: Başlıca araştırma alanlarınız bilim ve teknolojik inovasyon olmakla beraber, işlerinizdeki ileri teknolojili ve sofistike düzeneklerin ötesinde, ortada hep bir oyun alanı söz konusu. Fantezi ve mantığın, bilim ve rüyaların içiçe geçtiği, birbirini yansıttığı ve birbirine ilham verdiği bir oyun alanından bahsediyoruz. Siz ilhamınızı nereden alıyorsunuz? Vadim Fiškin: Farklı bir teknoloji anlayışıyla çalışıyorum. Her zaman yüksek teknoloji kullandığım söylenemez; daha ziyade düşük teknolojiyle yüksek teknolojinin bir kombinasyonu, hatta günlük hayatın içinden olanla ilgileniyorum. Çünkü tıpkı icadın kendi doğasında olduğu gibi işlerim teknolojik icattan ziyade insanla teknolojinin gelişimi arasındaki ilişkiden türüyor. Bu durumda, ilham konusuna hemen değinebilirim: ilham meraktan doğuyor; ‘şey’lerin nasıl yapıldığına, nasıl çalıştığına duyduğumuz meraktan. İnsanın doğayla nasıl başa çıktığına dair geleneksel bir soru vardır. Bu soruyla ben de hep ilgilendim; doğayla baş etmek için değil ama daha ziyade onu daha iyi bir hale getirmek için. Bu
iyileştirme arzusu insanın doğasında var ve teknoloji de bunun bir parçası. İnsanoğlu insan olmak için medeniyetin ilk adımı olan sopa gibi birçok alet kullandı. Benim için teknolojinin geliştiği her gün, insan medeniyetinin bu uzun soluklu koşusunun bir parçası. Tabii ki bu gelişim süreci zaten yeterince uzun. Bugün teknoloji her gün artan bir hızla değişiyor, bu yüzden her gün yeni bir şeyle karşılaşıyoruz ve hepsi de hayranlık uyandırıcı. Tabi ki gelişimin bütününe hâkim olmak imkânsız. Ancak gelişimin insan algısı hep aynı: Hâlâ sınırsız olasılıklar karşısında hayranlığımızı gizleyemiyoruz. Tabi ki bu klasik ve muhafazakar fikirlere karşı olabilir ama benim amacım bu: kendini kilitleme, olasılıkları açık tut. Oyun alanındaki durum da aynı; çünkü ilham buradan doğuyor, çocuklar oyun oynarken bir şeyler geliştirdiği veya bir şeyler üzerinde çalıştığı zaman, merak etme ilhamı üzerinden yola çıkıyorlar. ‘Şey’ler nasıl yapılır, nasıl daha iyi yapılabilir, ben de yapabilir miyim sorularını soruyorlar. Genelde sıfırdan başlarlar, hiçbir bilginin olmadığı yerden temiz beyaz bir sayfadan. Sıfırdan başlamayı anlama klişesinden uzak durmanın çok önemli olduğunu da düşü-
ceki rejimin alternatifi olarak görüldü. Bu oluşumda gruplar hayli hoş karşılanırdı. Paylaşmaya çalışırdık. Kısa bir süre için PRAKTIKA diye başka bir grupla çalışmayı denedik, daha sonra bir başkasıyla... Gençtik, ve tecrübelerimizi paylaşmaya çalışıyorduk. SE: Sizce teknoloji bizden ve sanattan ayrılmaz mıdır? VF: Evet. Teknolojiyi sevmediğimizi söyleyebiliriz, elektrik kullanmıyormuş gibi yapabiliriz ama teknolojiden bağımsız, soyutlanmış bir hayat yaşamıyoruz. Bizi gittiğimiz her yerde takip ediyor, biz de onu takip ediyoruz bu yüzden adeta ayrılmazız diyebiliriz. Mağara duvarlarındaki çizimlerden bugüne insan doğasının bir parçası haline gelmiş. Bence soru daha ziyade sanatın hangi dalı bizi takip ediyor olmalı. SE: A Speedy Day (Hız Bir Gün), Snow Show (Kar Şovu), ve Choose Your Day (Gününü Seç) gibi işlerinizde izleyici meteorolojik veya zaman bazlı bir mucizenin parçası haline geliyor ve büyüleniyor, ya da hayal kırıklığına uğruyorlar. İzleyiciyle olan bu ilişkiyi nasıl anlatırsınız? VF: İzleyici katılımının güzel bir örneği. Burada izleyici işin bir kısmından ayırmak isterim. Örneğin bu bahsettiğiniz işlerde eğer insan katılımı olmazsa işler tamamlanmış sayılmıyorlar. Yani insanların varlığı, algısı, aksiyonları işin bir parçası haline geliyorlar. Ve işin bir parçası haline geldikleri anda, artık izleyici olmuyorlar, işin parçası oluyorlar. Belki bu ilk kişiyi izleyen hâlâ izleyici olarak kalıyor. Ama etkileşime giren kişi aslında işle etkileşime girmiyor, işin bir parçası olmuş oluyor. Onsuz, işin bir fonksiyonu olmazdı; tamamlanmış sayılamazdı. SE: Çalışma metotlarınıza, teknolojik gelişmeleri kullanmanıza ve KRANK Art Gallery’deki son serginize odaklanacak olursak, işlerinizi teknoloji ve ışığı doğaya hükmetmek için aldatıcı bir şekilde kullanıyorsunuz. Ütopya ve efsaneler işlerinizle nasıl angaje oluyor? VF: Işık konusunda, Unplugged (Fişsiz), ve Prometheus işlerinden bahsetmem lazım. Prometheus ışık taşır ve efsanesi malum ama işin kapsamında gerçek fiziksel anı da içine alıyor. Işık üreten bir termojeneratör var ve yapay bir mumla elektriği yansıtıyor. Diğer bir iş, Unplugged’da, fizik söz konusu değil. Aslında bir tür aldatmaca var. Soru şu, bu işler birbirinden farklı mı değil mi? Çünkü biri gerçek teknolojiye dayalı, diğeri hileye. Aslında ben özellikle işlevle ilgiliyim. İki türlü işlevle. Biri fizik temelli teknolojik işlevi, diğeri bir sihirbazlık numarası. Biri
bilimin tamiri: Vadim Fiškin Yazı Sibel Erdamar nüyorum. Bu yüzden bu çocuksu fikir benim için çok önemli; bütün önyargıları unutup, başından itibaren kendi cevaplarını kendin vermeye çalışırsın. SE: Sanatçı olmayı istemenize neden olan temel şey nedir? VF: Tam olarak bir an olarak belirtebileceğimi sanmıyorum ama sanırım o merak anları diyebilirim. Çocukluğumdan beri hâlâ sahip olduğum... Merak sanırım sanattaki en önemli itici güç. Sanat da merakı en hoş karşılayan alan. SE: Moskova bazlı sanat kolektifi Champions of the World’ün üyesi oldunuz. Bize bu kolektiften bahsedebilir misiniz? VF: Çok uzun zaman öncesine dayanıyor; 90’lara, Sovyet rejiminin değiştiği yıllara. Hepimiz bu değişim konusunda çok heyecanlıydık. Alternatif sanat, sosyal olarak çok aktif olmaya başladı ve toplum tarafından bir ön-
doğru diğeri yanlış anlamına gelmiyor tabi bu. Sanatın işlevselliğiyle ilgiliyim. Bu durum algının işleviyle de alakalı ve bu durumda hepsi aynı seviyede. Fizik ya da hile aletlerine değil, sanatın algısına, size sanatı düşündüren şeye vurgu yapıyorlar. Her iki işin de isimlerinin efsanelerden kaynaklanıyor olması bir rastlantı. İsimler genelde işin bir parçası olarak doğarlar; tabi kendimize hayatımıza ait bir edebiyat, mitoloji, kültür birikimimiz de var. Teknoloji ve kültürel tarihin şiirsel birlikteliği işte yeni bir algı yaratıyor. İşin bir kısmını tanımlamıyorlar, ama daha ziyade kültürü içinde eritip, yeni bir kültürel gelenek yaratıyorlar. İşlerimi gerçekten kendim büyütüyorum. Başta bir fikrim olmuyor, sonra fikri nasıl tanımlayacağıma karar veriyorum. Hep bir araştırma ile başlıyor ve iş de ismi de onunla beraber büyüyorlar. SE: Bilim hep mantıksal yöntemleri araştırıyor aynı şeyi demin sanat için de söylediniz: Anlamsızlığın mantığıyla ilgileniyorsunuz. Bu ikilik sizin için neden önem taşıyor? VF: Son derece önemli: Hep kaos ve düzen mantığıyla ilgilendim. Çocukken, kaosun düzensizlik olmadığını farkedince çok şaşırmıştım: Kaos farklı bir düzen türü, kendi mantığı var. Benim favori formülüm Ludwig Boltzmann’ınki. Kaosun bir formülünü çıkarmış ve bu durumda anlamsızlık, saçmalık, anlamsızlığın stereotip anlayışından çok farklı. Bu mantığı alaşağı etmekle gerçekten ilgiliyim. Bu yaratmanın gerçekten önemli bir anı. Yeni bir şeyin yaratılışı; rutin mantığı takip ederken, saçma gibi gözüken mantığı bulmak. Ama yaratımı tam da düzensizliğin mantığı içinde buluyorsunuz. SE: Hep yeni yöntem arayışındasınız... Örnek olarak, işlerinizde bilim objektif, sanat objektif, bilimle sanat arasındaki bariyerler transparandır. Haklı mıyım? VF: Evet, sübjektif olanın içinde objektifliği, gerçeğin içinde de sübjektiviteyi aramaya çalışırım. SE: Işık, yerleştirmelerinizde şiirsel bir şekilde iç içe geçmiş hem kısa ömürlü bir fenomen hem de fiziksel bir mesele. Nedir sizi ışığa çeken? VF: Tünelin sonundaki ışıktan mı bahsediyorsunuz? Bu benim de cevabım olur. En ilgi çeken yanı bu. Yani bir yandan çok fiziksel ama aynı zamanda geçici sayılır. Ama bilim insanları bile hâlâ ışığın fizikselliğini tam olarak keşfedememişler. Işık hakkındaki tartışma hâlâ devam ediyor. Bir de ışığın fazileti ışığın doğasına bağlı değil, algısına bağlı. Bu çok ilginç. Bazı durumlarda bunu görüyoruz, diğerlerinde görmüyoruz. Ama bu onun varlığını yok saymak anlamına gelmiyor. Basitçe söyleyecek olursak, yıldızlar her zaman varlar. Ama onları yalnızca belli durumlarda görebiliriz, örneğin gece vakti. Ama bu gündüz var olmadıkları anlamına gelmez. Bu yüzden ışıkla tam da bu özel durumda çalışmayı deniyorum, onu daha farklı, günlük rutinin dışında görebildiğiniz durumlarda.
portre: Betül Cankara Betül Cankara ile aynı zamanda atölyesi olarak da kullandığı evinde buluştuk, hayat üzerine konuştuk. Sanatçı olmanın gereğinin inanmaktan geçtiğine bir daha inanıyorum; zaman ve üretim bir aks üzerinde zıplıyorlar, doğa çok güzel, biz her şeyi ama her şeyi unutuyoruz. Betül Cankara mucizelere inanıyor ve küçükken her şeyi annesinin yarattığına da... “Biz her birimiz zaten mucizevî bir mekanizmaya sahip değil miyiz?” diye soruyor daha girer girmez. Zor bir gençlikmiş onunki, epey yalnız kalmış, üstelik sürekli nereden gelip nereye gittiğini sorgulamış. “Doğanın içindeydim ve çok yoğun bir sevgiyle çevriliydim ama bu sevgi çok sorgulayıcı bir sevgiydi,” diyor. Tam da bu dönemlerinde başlamış karikatür çizmeye ve desen yapmaya. Böyle rahatlamış, kendini ifade edebilmiş ve “Neden bu kadar çok çiziyorum? Kendim için mi?” diye düşünürken fark etmiş aslında bir sebeple burada olduğunu ve
huo Lara Ögel’e soruyor huo rf
Seni ilk defa izleyen biri, işlerinin görsel diline de bakarak öncelikle yaşadığın karşılaşmaları düşünür. Bu karşılaşmaların sanatsal üretiminde neyi tetiklediğini merak ediyorum. Üretim sürecin güncel olarak düşündüğün konu üzerinden mi, yoksa karşılaştığın görsel nesneler üzerinden mi şekilleniyor? Sanırım hepsi el ele hareket ediyor. Bir yandan, güncel hayatımda karşılaştığım nesneler, durumlar, çektiğim fotoğraflar ve kendimi içinde bulduğum diyaloglar, hepsi bir şekilde sanat üretimimin içine geçiyor. Kendi aciliyetlerim üzerinden de şekilleniyorlar. Kimliğimi, davranışlarımı sorgulamam, içinde yaşadığım toplumu ve davranışlarını sorgulamam güncel olarak düşündüğüm konulardan diyebilirim. Bu düşünceler de form bulduklarında ya da bulma yolculuğunda ilerlerken, aciliyetlerin, endişelerin ve de düşüncelerin birbirlerini şekillendirmesine
hepimizin de biricik sebeplerle buraya geldiğini. “O zaman hayatta sadece bir aracı olduğumu anladım,” diye eklerken gözleri doluyor “Aradığımız bütün cevaplar doğada var. Sadece dönüp bakmamız gerekiyor. Gerçek olan, ilahi olan orada.” Tutunmaya çalışırken ait olduğu yeri bulmuş Betül Cankara, bir anda fark etmiş ağacın binlerce katmanını, onca yağmura, rüzgâra, fırtınaya direnen binlerce katmanı... “Her şey kupkuruyken; bir ateşle büyük bir yangın çıkarabilecekken, üç gün geçiyor, o kuruluk yerini yemyeşil dallara, rengarenk çiçeklere bırakıyor. Mucize bu değilse peki nedir?” Sorguladıkça mana kazanır gördüklerimiz ve sordukça cevap gelir bir yerlerden. Bir akış var, bir ses, bir titreşim bir ahenk! Aslında biliyoruz hepsini ama unuttuk. Betül Cankara işte bütün hislerini tam da orada birleştiriyor. Renk ile olan ilişkisi son derece tutkulu ve temkinli. Beyaz ile başlamış önce, sadece beyaz. Sonra yavaş yavaş
karıştırmış yeni renkleri. Kırmızı, sarı darken daha yeni fırçasını batırmış maviye, yeşile, mora... Yeşilin kaç tonu varsa bir dalda bütün farklı tonları bulabilmek için bütün bu çaba... “Hepimiz bir tarih yaşıyoruz, hissettiğimiz kadar var oluyoruz, var olmak istediğimiz kadarını hissediyoruz. Bir birimize dokuna dokuna hissetmenin önemini hatırlatmalıyız birbirimize,” dedi duvarda asılı olan dev Merkabah’a bakarak. İsveç’ten döneli altı sene olmuş; önce Tarabya’da, Beyoğlu, Balat derken Çukurcuma’da karar kılmış, şimdilerde dev bir ‘Merkabah’ çizmiş, “Biraz dinginleşerek, dua ederek ve içimize dönerek vakit harcamalıyız,” diyor. Onun yolculuğu da böyle, elleriyle anlatıyor tüm bildiklerini, çünkü bilgisayar başında yapamayacağını çoktan anlamış. Dayatılmış dünyada olmak
istemeyen, çalışmak isteyen elleri var onun; toprağa dokunmak istiyor, sevmek istiyor. Bu eller örgü örseler ağaçlara kıyafet giydirecekler. “Doğum bir mucize,” diyor inandığı her şeyi açıklar gibi, “sadece üç ayda bebek nasıl değişiyor. Uzaklarda aramamalı, işte mucize bu kadar yakın. Hepsi gözümüzün önünde sadece durup bakmamız gerekiyor. Bütün egomuzu bir yana bırakarak, durup bakmalıyız. Bunu yapmak zorundayız. Zaten uyanığız ama bizim hayal edip sonrasını kurabilme yeteneğimiz var ve bunu bir birimize hatırlatmak zorundayız. Yabancı değil, içimizde. Bizim bir ışığımız var içimizde. Güneşin yakınında, atmosferin içindeyiz, nefes alıyoruz. Nefes almak kadar kıymetli bir şey yapıyoruz. Müthiş bir düzen işliyor. Bunları zaten biliyoruz unutmuş gibi davranıyoruz.”
ve de ilham vermesine izin vermek istiyorum. Kişinin sanat objesinin deneyimini, sanat işi ile kurduğu hikaye ile ilgileniyorum. Genç bir sanatçı olarak yaşanan sorunlar aşikardır. Senin de bir dönemini düşündüğümde, genç bir sanatçının bir galeride temsiliyetten öte çalışan olarak görev alması handikap olarak görülüyor. Ülkenin durumu ve ekonomik koşulları ortadayken, sence neden bu durum genç sanatçıyı engelleyen bir koşul haline geliyor? Hem genç sanatçı açısından, hem de sanat ortamı açısından fikrini alabilir miyim? Deneyimimde, başkalarının bana bakışı ve de kendime olan bakışımdı beni engelleyen. Hepimiz kendimize koyduğumuz sınırlar ve kurallar ile var oluyoruz. Tabii bu noktaya gelene kadar ben de hem egom, hem de insanların bana karşı kurdukları algı konusunda tereddüt ettim. Hatta, kendi dilimin ve işimin arkasında durarak, kimliğimi ortaya koymam da epey zamanımı aldı. Ama şu bir gerçek ki hepimizin bir şekilde geçim kaynağı bulmamız gerekir. Galeride çalışmanın bendeki ilk fonksiyonu buydu. Bunun yanında kazandığım artı puan da, çalıştığım galerilerde öğrendiklerimi, gözlemlediklerimi kendi pratiğimde de sorgulamaktı. İzleyiciler sanat işine nasıl bakıyorlar, nasıl yaklaşıyorlar bunları gözlemledim; bir sanat işinin mekana girdiğinde kılık değiştirebileceğini, her
konumunda farklı bir şeye dönüşebileceğini izledim. Tüm bunların sanat pratiğime büyük katkıları olduğunu ve onu geliştirdiğini düşünüyorum. Geçtiğimiz aylarda Beirut’ta bir konuk sanatçı programındaydın. Senin için nasıl bir deneyimdi? Aynı zamanda da ‘iyi bir residency programı’ndan beklenenler nedir? Önemli olan sadece uluslararası sanatsal iletişim ve kendini doğru şekilde farklı mekânlarda göstermek mi, yoksa en sağlıklı şekilde üretmek mi? İhtiyacım olan, bir parçası olmak istediğim residency programında, programa katılan diğer sanatçılarla diyalog içinde, zaman zaman işbirliği içinde hareket etmek. Rahat ve sıcak bir ortamda sanat üretimi üzerinden düşünebilmek, bulunduğun şehirdeki sanatçılar, küratörler, sanat üzerine düşünen diğer bireylerle tanışabilmek.. Bunlar benim deneyimimden anlatabileceklerim. Bazı residencyler üretim sonuçlu olmayabiliyor, onların odak noktası, seni başka bir sanat topluluğula tanıştırmak ve bireylerin birbirini beslemesi ve diyaloğu arttırması için bir platform yaratmak. Bir sanatçının web sitesinin ana sayfasındakendisini “contemporary Islamic artist” olarak tanımladığını gördüm. Tanımlamalar açısından elbette herkes sanatın kendine has ama aynı zamanda bu alanda üretim yapan bazı kadın sanatçıların “Sanatçı sanatçıdır, neden kadın gibi ayrıca
bir tanıma gerek var?” gibi bir yaklaşımı var. Bunun içine insanı tanımlayan bir grup ek giriyor tabii, queer de bunlardan biri. Bu konuya nasıl yaklaşıyorsun? Sanatçının kendini tanımlaması değil de, işlerin konuşması daha önemli sanki. Bilmiyorum bu söylem beni anti-ne yapıyor artık. Bu konuda hep bir önyargım oldu, insan kendi kendini tanımlar mı? İşin üzerinden mi tanımlanmalısın? Coğrafi kimliğin seni nasıl tanımlar? Kadın ya da queer olarak tanımlanman senin işinin yorumunda farklı bir şey mi anlatır? Müze ve büyük kurumların koleksiyonlarına girmeni mi sağlar? Bir sanatçının beyaz, orta sınıf, 30 yaşlarında, erkek sanatçı olduğundan basın bültenlerinde bahsedilir mi? Contemporary Islamic artist de ne demek? Kendini çağdaş Müslüman sanatçı olarak mı tanımlamakta? Müslümanlık onun dini kimliğinden daha mı öte yani? İşleri Müslümanlık misyonu mu içeriyor? Çağdaş insan, bireyci insan kendini tanımlamayı çok seviyor. Tanımlamayı kendimize mi yapıyoruz yoksa karşımızdakine mi? Gelecek takvimini öğrenebilir miyim? Eğer bir aksilik olmazsa, Mayıs başında Amira Arzık küratörlüğünde, Moda’da, bir grup sergisine hazırlanıyorum. Yine Mayıs ayında, Öktem & Aykut’un grup sergisi O Ağacın Altı’nda bir iş göstereceğim ve de Mayıs’ın son haftasında DEPO’da isminin kararlaştırılmasının son günlerini yaşadığımız bir grup sergisinde iş gösteriyorum. Sanırım ülkenin gündemi gibi çalkantılı ve pek de belirsizlikler üzerine kurulu bir takvimim var.
BETÜL CANKARA, FOTOĞRAF:ELİF KAHVECİ
bir saha çalışması olarak: ruh dolu kayıklar, su ve düşler! Yazı Fırat Engin
Öğrencilik yıllarımdan bu yana sanat yapma yöntem ve tekniklerinin farklı olasılıklarını deneyimlemeye çalışıyorum. Bazı dönemlerde belli malzeme ve yöntemlere kaptırmış olsam da, üslubumu: Fotoğraf, performans, video, ses, modelaj, hazır-nesne, neon, mermer yontusu, alana özgü yerleştirme, videoheykel gibi farklı teknik ve yöntemleri içene alacak şekilde geniş bir alan olarak tanımlıyorum. Tematik olarak ise, genelde daha çok sosyo-kültürel konu-
serbestliğini kısıtlaması, idari görev ve sorumluluklar gibi bir sanatçı için bağlayıcı tarafları da var. Dolayısıyla bu mesleğin arzuladığım sanat yapma pratiklerinin önünde engel oluşturduğunu yoğun olarak hissetmeye başlamıştım. Bu sorgulamalarım sonucunda da üniversiteden ayrılmaya karar verdim; Ocak 2016’da görevimden istifa ettim. Büyük bir toplumsal mesele olan mülteciler üzerine gerçekleştirdiğim saha çalışması da böylece başlayabildi.
30
SURIYE IÇ SAVAŞI NEDENIYLE ÜLKESINI TERK ETMEK ZORUNDA KALAN SURIYE VATANDAŞI LYNDA’NIN BASMANE’DEKI EVI. İZMİR / TÜRKİYE, 2016 FIRAT ENGİN © FIRAT ENGİN
ları, güncel politik meseleleri çalışıyorum. Ruh Dolu Kayıklar, Su ve Düşler! sergisine kadar bu biçim ve içerik buluşmasını -bazı istisnalar hariç- kendi atölye sürecimde ele alıyordum. Bu sergide ilk kez yöntemimi de değiştirdim ve saha çalışması gerçekleştirmeye karar verdim. Bu çalışmada sahayı hem işlerin üretildiği, hem de içeriğin oluştuğu bir alan olarak tanımlıyorum. 2015 ve 2016’nın ilk ayları benim açımdan sanatçı pozisyonumu profesyonel anlamda sorguladığım bir dönemdi. Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde 2004-2012 yılları arasında Araştırma Görevlisi olarak, sonrasında da Öğretim Görevlisi olarak çalıştım. Fakat akademisyenliğin tüm olumlu taraflarına rağmen, mesai zorunluluğu, hareket
İzmir - Basmane, Ayvalık, Dikili, Assos, Kadırga koyu ve Bodrum başta olmak üzere birçok yeri tek tek taradım. Çalışmanın başlangıcında ‘mülteci dramı’nın yazılı ve görsel medya aracılığıyla servis edilen görüntüleriyle karşılaşmayı beklerken, kış mevsiminin de etkisiyle araştırmalarım süresince bu türden görüntülere neredeyse hiç rastlamadım. İlk düşüncem mültecilere ait nesneleri bulabildiğim kadar toparlamak ve yapabildiğim kadar da röportaj, video çekimi gerçekleştirip kısa bir ön hazırlık yapmaktı. Ama izlediğim yöntem orada bulunduğum süre içinde tamamen değişti. Çünkü atölyede olmakla, sahada olmak arasında farklılıklar var. Örneğin, içeriği oluştururken atölyede bilgisayardan ya da televizyondan bir olaya bakmak ile sahada konuyu çalışmak çok farklı şeyler. Sahada tüm duy-
guları çok yoğun yaşıyorsunuz. Benim de hem içerik, hem de biçim açısından yöntemime yön veren zaten bu duygu yoğunluğu oldu. Diğer yandan hem teknik olarak, hem de içerik olarak bazı sorunlarla da karşılaştım. Bu sorunları çözmek bazen çok zor olabiliyor; atölyedeki rahatınızı sahada bulamayabiliyorsunuz. Bu temel farklılıkların dışında, sahada sürprizlerle de karşılaşabiliyorsunuz. Örneğin, sabah saat beş sularında mültecilerin denize açılmalarını görüntülemek üzere Kadırga koyuna doğru yola çıkmıştık. Kış nedeniyle izlediğimiz sahil yolu son derece karanlık ve tekinsizdi. Karanlıkta bizden başka araç göremiyorduk. Yine de kendimizi fazlaca kaptırmış olmalıyız ki, inatla arabanın kuma batmasını da göze alarak sahili karış karış dolaşıyorduk. Eğer mültecileri görürsek onlarla konuşacaktık; planımız buydu. Yarım saat içinde koyda Jandarma tarafından sıkıştırıldık. Bir yanda Jandarma komutanı bizi kaçakçı sanıp kimliğimizi araştırıyor, arabamızı arıyordu; diğer yanda biz, yolumuzu kesenler kaçakçılar olmadığı için derin bir nefes alıyorduk. Jandarma, bizim dolaştığımız saatlerde insan kaçakçılarının da o bölgede cirit attığını; çok tehlikeli bir saatte ve yerde olduğumuzu söyledi. Biz de kendi derdimizi anlatıp oradan uzaklaştık. Doğal olarak bölgenin gerginliği bizleri de onları da etkilemişti. Ancak dolaştığımız bölgelerdeki insanların konuya ilişkin görüşleri, bu trajik olayı kanıksamaları ve son derece gündelik bir olay olarak görüyor olmaları, çok korkutucu. Örneğin, “Gidin şu çalılıkların arasına bakın, orada ceset bile bulursunuz,” demelerindeki soğukkanlılık, unutamayacağımız bir olaydı. Diğer yandan, “Siz çok soru soruyorsunuz,” diyorlar ve bu durumun bazı sahil yerleşimlerinde hoş karşılanmayacağından, bizim için tehlikeli olabileceğinden bahsediyorlardı. Birçok kişi ses kaydı vermek istemediği gibi, adını bile söylemekten çekiniyordu. Ne yazık ki insan kaçakçılığı tüm bölgeye yayılmış üzücü bir gerçek. Bir başka unutamayacağım olay da, İzmir Basmane’de mülteci bir aile ile yaptığımız röportajdı. Bu röportajda
başlarından geçen olayları bize tek tek anlattılar: Savaştan önce Suriye’nin Halep şehrinde yaşayan bu aile, iç savaş nedeniyle can güvenliklerinin kalmadığını düşünerek Türkiye’ye yasa dışı yollardan geçmek zorunda kalıyorlar. Eğer Suriye’de kalırlarsa ya rejim güçlerine ya da muhalif gruplara katılmaya zorlanacaklar. Bu insanlar savaşa taraf olmamayı, birbirini öldürmemeyi tercih eden erdemli ve onurlu insanlar. Tabi bu kararları onları çok zorlu bir yolculuğa sürüklüyor. Önce Türkiye sınırında yaşadıkları sıkıntılar, daha sonra ise Basmane’de kurdukları yerleşik yaşamı devam ettirmenin zorlukları yakalarını bırakmıyor. Türkiye’de onlara sağlanan sosyal yardımlar ne yazık ki kısıtlı: para kazanmaları oldukça zor. Böylece sömürüye açık hale geliyorlar; savunmasızlar ve türlü istismara uğruyorlar. Bu durum aslında Türkiye’de yaşayan birçok Suriyeli ailenin ortak kaderi. Son olarak, saha çalışması boyunca bu ve benzer birçok hikayeyi düşünsel anlamda bir süre demlendirdikten bunu kendi içsel serüvenime dönüştürmeye karar verdim. Bu karar, özellikle ‘deniz’ imgesi üzerinden tanık olduğum hikayelerin benim üzerimde yarattığı şiirsel etki ile ortaya çıktı. Bu etki, Ege’nin bu kıyısında yer alan mültecilerin izleri, denizden Yunan adalarına geçiş mücadeleleri ve Gaston Bachelard’ın Su ve Düşler kitabıyla kurduğum paralel okuma izleği üzerinden soyut ve sinematografik bir dille başkalaştı. Bu başkalaşan gerçeklik de video, fotoğraf ve neon gibi tekniklerle üretilen işlerde Bachelard’ın maddenin imgelemi açısından çözümlemeye giriştiği edebi örnekler üzerinden referanslar bularak bütüncül bir sergiye evrildi.
“insana dair her şey”
şey o kadar aşikârdır ki, bilmemek ayıp olur. Sergideki işlerin isimleri birer ip ucudur: Ses Çıkarma!, Gözetleyenler, Kötü Adamlar, Mütemadi Portreler, Münferitler ve peyzajlar. İzleyici, bu isimlerin bilgisiyle neyle karşılaşacağını bildiğini sanır oysaki o ayrıntılı anlarda kendisiyle bile karşılaşmaktan kaçınmıştır. Neden kendimizden kaçarız? Hangi bahaneleri üretiriz her türlü ortaklıktan kaçabilmek için? Erteleyerek unuturuz, unutmak sağlıklı kılacaktır. Aynaya bakan insan genelde en iyi halini görmek ister ve görür de. Gökhan Deniz resimleriyle bahane üretmek
GÖKHAN DENİZ, SES ÇIKARMA, 2011, 130X200 CM, TUVAL ÜZERİNE KARIŞIK TEKNİK, ÇAĞLA CABAOĞLU GALERİ’NİN İZNİYLE
Yazı Seda Yavuz
Her şey insana dair değil. Kötülük konusunda yaratıcılığın sınır tanımadığı bir dönem. Zamandan kaçarak, an’ı yaşayamayarak yorgun, mutsuz, umudu yitirmek üzere insanlar. Ara yollara ihtiyaç var, nefes almaya… Peki, Gökhan Deniz’in 27 Nisan’da Çağla Cabaoğlu Galeri’de açılan Az önce bir şey oldu sergisi bizlere nasıl bir deneyim yaşatacak? Biz 21. yüzyıl izleyicileri, izlemekten öteye geçebilecek miyiz? Sanat, sanatçı-yapıt-izleyici üçgeninin bilgi ve sezgi yoluyla daha önce yaşanmamış, aşina olunmamış deneyimlerini yaşattığı ölçüde bir değer katmakta. Bilgi ve sezgi, doğaya yaklaştıkça izleyicinin deneyiminin olanaklılıklar alanını genişletiyor. Bu noktada, söz konusu serginin sanatçısına odaklanmak gerek. Gökhan Deniz, normal denilen her şeyi yeniden tanımlamaya çalışır. ’Geleneksel ile güncel’ ilginç bir uyumla Deniz’in üretimlerini oluşturur. Zaman zaman o kadar ayrıntılı anları yakalar ki bilinmezin kapılarını zorladığını düşündürür. Her
istemediğini, ertelemenin bir faydası olmadığını söyler. Kötülük insanın ürettiği bir kavram, en temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra tüketmek istemekle başlıyor her şey. Oyuncağa doymayan çocuk misali, hızla bitirmek istiyor yeni insan. Baudrillard’ın, “Ne estetik ne cinsel bir inancımız var ama hâlâ bunlara sahip olmayı öğreniyoruz ve gerçek bir felaket olmayacak çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz. Hızla çoğalan aşırı şişen ve doğuramayan bir dünyanın bulantısı bu,” sözlerine göndermeyle Deniz’in resimleri, sanal duygulanım hallerinden çıkabilmenin yollarını hatırlatıyor. Resimlerde kullandığı kontrollü ama tesadüflerle oluşmuş dokular, yukarıda vurgulanmak istenen doğayla yakınlığın en büyük işareti. Özellikle portrelerdeki ifadeler doğaya uzaklaşmış, bir o kadar da kendine uzaklaşmış insanın şahit olamayacağı anlar. Sanatçının bu anları yakalayabilme yetisi ise akıl hastanelerinde ve hapishanelerde bir ressam olarak gözlemleme olanağını yakalamış olmasından geliyor. Anormal olarak tarif edilen insanların göz-
lerinin içine bakmış, bakabilmiş, aynı ortamı solumuş, sonrasında normal olanı arama serüvenine devam etmiş. Sanat tarihinde az örneği bulunan -ki Géricault’un resimleri bu noktada bir referans olacaktır- bu portre çalışmaları bir geleneği yıkar. Güzel ve iyi olanın karşısına çirkin ve kötü konulur, idealizasyona alıştırılmış gözler güzelin iyi, çirkinin kötü olduğunu hissetmekle yükümlüdür. Kimse kendisini bu kriterler içinde görmez, ancak vicdanın aynası kişiyi kendine getirir. Mitolojilerin yetkin ve dikte ettiren öğretilere dönüşmesi de bundandır. İnsan hatasına inanarak durumunu sürdürebilir. Sergideki her bir resim için söylenebilecek en ortak nokta izleyeni yargı alanından çıkararak sorgulama alanına davet etmesi. Bu samimi davet yazının başındaki iki sorunun cevabını içeriyor; sanatçının önerdiği deneyim her izleyicinin kendi varoluşuyla ilgili. Ve evet biz 21. yüzyıl izleyicileri bu deneyim alanına geçebiliriz. Bunun tek yolu, resimlerdeki portrelerin gözlerinden gözlerimizi kaçırmamak. Sergiyi deneyimlemek, gerçeğin huzurunu sanalın rahatlığına tercih etmekle başlayacak. Sesini çıkarmak isteyen, gözetlemeden gözlemlemeye geçen ve bu yolla kötü adamlıktan kurtulan figürler iki boyutlu düzlemde görülmeyi bekliyor olacaklar. Figürleri oluşturan çizgiler kontrast yaratırcasına tekin bir alan yaratmaktalar. Resim düzlemi dokunsallığı dışarıda bırakır, görmeyi öncüller fakat bu resimler yoğun dokularıyla üç boyutlu bir alan yaratırlar. Bilimsel bir istatistiğe göre körler kanser hastalığına oran olarak görenlerden daha az yakalanırlar. Bakmak-görmek-hissetmek geçişi ne kadar hızlanırsa sergi o denli amacına ulaşacaktır. Korku, bilgi tarafından değil inandırılarak büyür, korku doğal değil oluşturulmuş bir duygudur. İnsanlık tarihi, deneyimin yüceltilmesinden korkutanın iktidarına geçiş olarak özetlenebilirse insan hissinin kaynağı olan bilgi de böylece önemini kaybeder. Bilmek isteyen bir sanatçının hissettiklerine ortak olmak unuttuğumuz derin nefesi aldıracaktır. Az önce bir şey oldu… Geçmişin tedavülden kalkmış deneyimlerine özlem duymaya özendirilen ve geleceğin umutsuz akışına karşı gelme heyecanı elinden alınanlar bir an önce olan ‘bir şey’i merak edebilecek. Hızla akan görüntünün, yoğun gürültünün ve sessiz kabul edişlerin alternatifi olduğunu kim bilmek istemez? Az önce olanı bilmek az sonrası hakkında bir veridir. Yönlendirilen duygu hallerinden öte kendine ait bir o kadar da genelleşen özgün hisler serginin kavrayıcılığını arttırır. Herkes kendinden bir şeyler bulacaktır. Belki de kendisini… Bir öneri: Sergileme mekânına girdiğinizde derin bir nefes alın, sergi nefesinizin akışını yönlendirsin, bırakın. Bir kez de olsa bırakın.
32
küçük, daha küçük, en küçük Sanat büyük meselelerden bahsetmek için ille de büyük olmak zorunda değildir. Mayıs ayında Carte Blanche teması üzerinden Galerist’te bir sergi düzenleyecek olan Serkan Özkaya, geçtiğimiz ay New York Postmasters Gallery’de Paulina Bebecka ile, küratörlü olduğu this one is smaller than this one (küçük, daha küçük, en küçük...) sergisi üzerinden sanat yapıtlarının boyutları ve işlevleri hakkında konuştu. Serkan Özkaya: Sanırım hepimiz kitaplardaki, dergilerdeki, İnternet’teki resimlere bakarak büyüdük. Bu bağlamda oran ve büyüklük öncelikle kafamızda oluştu. Bütün bu devasalık, ansiklopedinin bir sayfasına, bilgisayar ekranına, hatta şimdilerde düpedüz telefona indirgenmiştir. Sen izleyici olarak yapıtın resmine baktığın zaman orayı, o konumu, o yerleştirmeyi sadece hayal edersin, hatta neredeyse o esas duyguya haiz olduğunu düşünürsün. Kendini üst bir düzlemde konumlandırırsın. Burada sana sormak istediğim şey su; sen de bu sergiyi kurarken bu tarz bir meta düzlemden mi yola çıktın? Paulina Bebecka: Aslında bu benim en başından itibaren belirlediğim bir şey değildi ama sergiyi kurarken ve sonrasında büyüklüğün ve bu sergide küçüklüğün, bir şekilde ayarlanabilir olduğunu gördüm. Galeriye girip, objelerle dolu bu masaya yaklaştığın zaman, öncelikle tüm objelerin birbiriyle olan ilişkisine tanık oluyorsun. Öte yandan neredeyse tümü oldukça küçük nesneler, dolayısıyla birbirine olan oranları önem kazanmaya başlıyor. Bütün olarak ele alındığında tüm yerleştirme dev bir yapıya, belki bir heykel bahçesine hatta bienalvari bir sergiye dönüşüyor. Yine bu şekilde izleyici kendini tam da senin bahsettiğin şekilde bir kitaba ya da artık nerdeyse her şeyi bulabildiğimiz İnternet’e bağlı bir bilgisayar ekranına yaklaşır gibi bu kalabalık sergiye yaklaşırken buluyor. İstediğin kadar büyük ve karmaşık bir şeye bakıyor ol, neticede bilgisayar ekranının, o minik kutunun başındasın. Burada da benzer şekilde tüm sergi büyük bir yapının içerisinde. Yola çıkarken aklımda olan bir başka dinamik ise şuydu; bugünlerde herkes sanat dünyasında etkileyici olmaktan ve bunun için de oranları kullanmaktan bahsediyor. Sanırım 80’lerde de benzer bir bakış vardı. Neredeyse tamamen etkileyici ve büyüleyici olmak için kullanılan
insanüstü ebatlardan bahsediyorum. Sanki büyük bir eser daha fazla şey anlatabilirmiş gibi. Bence, sanat büyük meselelerden bahsetmek için ille de büyük olmak zorunda değildir. Hayatımızdaki önemli şeyler ya da dünyada önemli olan şeyler mutlaka büyük şeyler olmak zorunda değil; sanat da bunlardan bir tanesi. Bence burada tam da bu büyük meselelere değinen küçük sanat yapıtlarını bir araya getiren mütevazi bir sergi yapmayı başardık. SÖ: Zaten bir sanatçı olarak, büyük bir yapıt dahi yapacaksan önce mutlaka bir taslağını ya da maketini yaparsın. Mesela burada Olaf ’ın [Breuning] yapıtlarını ele alırsak, esas olarak daha büyük projeler için yaptığı maketler bunlar. Diyelim ki bu maketlerden yola çıkılarak heykelin büyük bir hali yapılacak, o zaman da büyük ihtimalle Olaf ’ın eli bunlara değmeyecek bile. Çünkü kimse onlarca metre yüksekliğinde heykeli tek başına yapamaz. En azından bir dolu yardımcıya, bir sürü paraya ve zamana ihtiyacın olacaktır.
BURAK DELİER, KÜÇÜK ADAM, 2005, GALERİST’İN İZNİYLE
Böyle düşündüğünüz zaman eserin ortaya çıkışı ile sona ermesi arasındaki en hakiki noktadayız. Bu hali çok daha insana dair ve insana yakın; sanatçının atölyesinde ya da masasının başında yapabileceği şekli. PB: Bu şekliyle izleyiciyle de çok daha kolay iletişim kurabilecek düzeyde elbette. SÖ: Yerleştirme sanatı çoğu zaman hakimiyet altına alamayacağın bir yapı gibi tanımlanır. Modern anlamda sanat galerisine ya da müzeye girersin, karşında aşağı yukarı senin boyutlarında bir nesne veya resim vardır. Onunla aranda tıpkı bir başka insanla koyacağın gibi bir mesafe bırakır ve iletişime girersin. Heykelin arkasını görmek istersen de kafanı uzatır arka tarafına bakarsın. Oysa yerleştirmede, bu kez sen bedeninle yapıtın içine girersin ve tamamını tahakkümün altına alman fiziksel olarak olanaksızdır. O seni tahakkümü altına alır. Aksi ancak İnternet’te ya da kitaplarda, dergilerde mümkündür. Bu sergi de bende benzer bir etki yarattı. Serginin bütününü bir kerede ele geçiremiyorsun. PB: Bu bağlamda oran ve buradaki küçüklük bir nevi saklı bir şeyler barındırıyor. Örneğin bütün objeleri tek tek kaidelerin üzerine koysaydık bu etkiyi yaratamayacaktık. Bazı heykeller masanın ortalarında bir yerlerde ve onlara
uzanman ya da dokunman olanaksız. Xu Wang’in yapıtı olan karamelize şekerden yapılmış kayığın ayrıntılarını görmen çok kolay değil ama neredeyse masanın ortasında havada dururmuş gibi bir halde sana görünüyor. Denizde dalgaların üzerinde yükselmiş, köpüğün üzerindeki bir sal gibi… SÖ: Yıllar önce bir sergi yapmıştım. O zamanlar Türkiye’de çağdaş sanat müzesi yoktu ve biz ilk çağdaş sanat müzesini açmıştık. İsmi İstanbul Yeni Sanat Müzesi’ydi ve müze aslında bir kutuydu. Ortasında kafanın girebileceği kadar bir açıklık vardı ve kafanı içeri soktuğunda oranlı olarak küçültülmüş yapıtları görüyordun. Hatta bir arkadaşım bunu giyotine benzetmişti. Yani kafa bedenden ayrılıyor ama önemli tüm duyular hala yerli yerinde; görme, işitme ve koku alma. Hatta basın bültenini yollarken sadece içeriden fotoğraflar çekmiştik ve boyut elbette anlaşılmıyordu. Büyük gazetelerden birinde [Cumhuriyet] bu fotoğraflarla tam sayfa İstanbul’daki yeni sanat müzesi muştulandı. İnsanlar ertesi gün kapıda sıra oldular, zili çalıp ikinci kata çıkıp, Vasıf ’ın [Kortun] ofisinin mutfağına girip, kafalarını müzeden içeri uzattılar. Sergiyi ve müzeyi gördüler, sonra da hayatlarına devam ettiler. Bir kişi bile şikâyet etmemişti! Buradaki durum bu sergideki oranı tesadüfileştirme edimi ile de çakışıyor bence. Öte yandan başka bir boyutu daha var, o da büyük olan şeylerin her zaman zorlukları beraberinde getirmesi yani büyük bir şey yapmak için paraya, vakte, insanlara ihtiyacın olması. PB: Bu benim de hep aklımda olan bir şey. Günümüzde sanat marketi belki küçülüyor ve insanlar daha dikkatli davranıyorlar ama bu sanat üretiminin ve sanat koleksiyonerliğinin de daraldığı anlamına gelmiyor. Sanat yapıtı koleksiyonerliği sanat marketine çok da bağlı değil; koleksiyonerlik en kötü zamanlarda dahi devam eder. Bunun en basit nedeni sanat eserlerine karşı duyulan sevgi ve tutkudu. Küçük yapıtlar da toplanabilir ve anlamları o kadar da küçük olmayabilir. Bu sergide artık hayatta olmayan sanatçılardan tut da çok gençlere kadar birçok katılımcı var. Böyle geniş bir yelpaze hem sanatçı, hem küratör hem de koleksiyoner açısından işleri kolaylaştırıyor. SÖ: Serginin başlığıyla ilgili konuşacak olursak. Bizde aksam yemeğinde Rob [Robert Fitterman] bu başlığı önerdiğinde sen de oradaydın ve ben önce espri yapıyor zannettim. Belki hem ciddiydi hem de espri yapıyordu. PB: Tam istediğim başlıktı aslında, bir cümle peşinde koşuyordum, içinde hiyerarşileri barındıran ve Rob elinde şarap kadehiyle neredeyse kafamın içindekileri söyleyiverdi! “This one is smaller than that one.” [Bu şundan daha küçüktür.) Mükemmel çünkü hem boyutu işin içine katıyor, hem değerleri, hem nesneleri, hem karşılaştırmayı, hem de hiyerarşik bir şekilde bunları tek bir cümlede bir araya getirmeyi başarıyor. SÖ: Biliyorsun bunu ben Türkçeye çevirdim ama kelime anlamıyla çevirince çok hoşuma gitmedi, dolaysıyla
benzer bir etkiyi yaratmaya çalıştım: “küçük, daha küçük, en küçük” PB: Evet istersen gelecek serginden de biraz bahsedelim yani oranlarla oynayan bu sergiyi Galerist’e taşıma macerandan. Tecrübe bir yandan çok farklı olacak, öte yandan küçüklük ve bütün bu küçüklükler arasındaki hiyerarşiye yapılan vurgu yine başrolü oynayacak. SÖ: Bu aynı zamanda bir yolculuk, öyle değil mi? Galeri bir nevi büyük bir ev gibi, bir apartman dairesi. Odaları var, koridor var, sanki birinin evinde dolaşıyormuşsun hissini de verebilir. PB: New York’ta da aslında bir yolculuk söz konusuydu. Bütün enstalasyonun çevresinde gerçekleştirdiğin bir yolculuk. İstanbul’daysa en yüksek masayı ilk odaya koymayı planladık seninle ve sonra odalarda ilerledikçe masaların yükseklikleri de azalacak, dolayısıyla eserler arasındaki yarı açık yarı gizli hiyerarşiyi bu şekilde eserlere ev sahipliği yapan masalar arasında da kurmaya başlayacaksın. SÖ: Böylelikle bedenin bir nevi kerteriz noktası oluşturmaya başlayacak yani değişen oranlar arasında dayanak alabileceğin ve belki de değişmediğini düşündüğün bedenin bu yolculukta bir nevi ölçek vazifesi görecek. İlk odada belki sana daha doğal gelecek bir yükseklikteki masanın üzerindeki küçük heykellerden başlayacaksın, sonrasında yavaş yavaş masalara doğru eğilmen gerekecek ve galeride yaptığın seyahatin sonunda kendini cüceler ülkesindeki Gulliver gibi bulacaksın! PB: Sergiyi gezdikçe fiziksel emek harcaman da gerekecek gitgide. Sonunda belki sen de bir nevi performans yaptığını fark edeceksin, en azından bütün bu performansa dâhil olduğunu… SÖ: Bu fikrin mekana özgülük açısından da önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin Asli [Çavuşoğlu] heykellerinin pencere kulpu olarak işlev kazanmasını öngördü. Biliyorsun seyahatlerinde edindiği belki hakiki belki taklit nesneler bunlar ve onları meta konumundan çıkartıp işlevsellik konumuna geri döndürüyor. Tersine bir evrim söz konusu. Benzer şekilde Volkan’ın [Aslan] bu kez masayla bütünleştirilmiş heykeli de son derece mekana özgü olacak.Burak’ın [Delier] heykeli var. Aslında sokak için yapılmış bir iş. Burak sanatçı duruşunda her zaman bir nevi aktivist hatta anarşist bir yan da taşıyor. Sadece galeriye ya da sanat düzlemine değil dünyaya da müdahale etmeyi amaçlıyor. Elinde çivi taşıyan Küçük Adam da gerçekte arabaların lastiğini patlatmak için düşünülmüş, sanatsal bir minik teröristti. Kendi küçük işlevi büyük bir adam! Aslında sadece büyüklükten değil genel olarak barındırdığı ihtimallerden bahsediyorum. Bir arkadaşım bu gibi fikirleri .exe dosyasına benzetirdi. Bilgisayarında çok az yer kaplayan bir dosya ama açtığın zaman etkisi inanılmaz olabilir. PB: Adı üstünde gerçekleştirir! (.exe = execute [İng.] Yapma, ortaya koyma, gerçekleştirme)
MAGAZINE
a magazine focusing on contemporary art from turkey in english with an international distribution.
pick up your copy in amsterdam, austin, berlin, chicago, d端sseldorf, istanbul, london, munich, new york, paris, seoul or zurich.
www.exhibist.com
antikahraman Yazı Nazlı Yayla
34
BURAK DELIER, FOTOĞRAF: ELIF KAHVECI
Son zamanlarda yoğun bir gündemi olan ve Mart ayında Sanat Dünyasının Senaryoları adlı kitabını yayımlayan Burak Delier’le sanat dünyası ve son sergileri üzerine sohbet ettik. Nazlı Yayla: Mart ayında yayımladığınız kitabınız bir derleme. Hep merak ederim yazarlar daha önceden yazdıkları yazılarını hangi noktada birleştirip kitap haline getirmeye karar verir? Burak Delier: Kitapta benim 20052014 yılları arasında yazdığım yazılar bulunuyor. İlk yazdığım yazılarda tam olarak nereye gideceğim hissedilmiyor ama kaynakları açıklanıyor. Aynı dönemde yazdığım son üç yazımda ise bazı fikirlerin olgunlaştığı görülüyor. O olgunlaşmanın verdiği hisle de yazılarıma bakınca birbirleriyle paslaşan bir toplam oluşturduklarını hissettim. Bir evreyi, bir dönemi bitirip paketledim gibi hissediyorum. NY: Paketleyip üstüne düğümü attınız yani. BD: Düğümümü attım. Bu, başka bir şeye yönelmeye hazır olmak gibi. Ayrıca bazı şeylerin piştiğini fark ettim. Mesela işgal et hareketlerinin politikası hak-
kında olan Gör Dediğimi Gör AmaKanma! yazısı, sanatçıların protesto jestlerini tartışan Sanat Dünyasının Senaryoları, Balotelli ve Queerleşme üzerine olan yazılarım hem bugünün politikalarıyla hem de Gezi ile alakalı. Her ne kadar ilerde bir bütün oluşturması için yazdığım yazılar olmasalar da toplamda belirli bir izleği var. Bu izlek de aslında farklılaşmış bir eleştirel pozisyon arama çabası olarak özetlenebilir. NY: Kitabın genelinde yazıların ortak teması boykot ve grev. İnsanları yapabileceklerinden mahrum bırakmak, bir şeyi, bir görevi veya işi yapabilecekken yapmamak. Bir yerde Bartleby olmak. Nedir boykot eylemini sizin için bu kadar cezbedici ve güçlü kılan? BD: Burada kilit fikir yapabilecekken yapmama. Bir şeyin yapılabilir olduğunu ve talep edildiğini hissedip, talep edilen ya da davet edilen pozisyonu reddetme. Grev, konuşmama, suskunluk, otosansür veya boykot. Kitabın ana teması da bugün nasıl bir protesto, boykot ve grev olması gerektiği üzerine. Sanatçı olarak nasıl bir boykot, futbolcu olarak nasıl bir boykot? Bize sunulan, çağırıldığımız öznelik pozisyonundan daha başka bir öznelik pozisyonu üretebilme çabası olarak boykot ve grev. Boykotu bu kadar güçlü kılan şey ise herkesin boykotun siyasetle alakalı olduğunda hemfikir olması sanırım. Herkesin neredeyse kendi kendine gerçekleştireceği bir katılmama biçimi. Katılmayarak katılma belki de… Fakat beni ilgilendiren nokta sanattan çıkan bir boykotun nasıl ve ne şekilde olabileceği. Sanatçının bir sergiye katılıp katılmamasından ziyade bir ürün üretirken boykot etmesi. Bir sanatçı olarak kendi işini yaparken neyi, nasıl söylüyorsun, hangi sanatçı pozisyonunda oturuyorsun ve oradan ne konuşuyorsun, bulunduğun sanatçı pozisyonunun ne kadarı senden talep edilen, ne kadarı sana ait? Balotelli yazımdaki tartışma da bu aslında. O pozisyonda bizi şaşırtan ve düşünmeye sevk eden şey aslında ne tam
olarak? Golü atmaması. Bir anda o golü atmamayı seçmesi. O an çok önemli. Bartleby meselesi işte bu. Yapmamayı tercih etmek. Sanatçılar için de boykot etmek aslında bu sanat piyasasına ve endüstrisine ait olabilecek ürünü yapmamak, başka bir ürün veya başka bir şeyin peşinde koşmak. NY: Uzun zamandır benim de kişisel olarak kafamı kurcalayan bir konu bu aslında. Balotelli’nin outa gönderdiği top gibi, yeteneğini, kapasitesini, olanaklarını kullanmamak, boşa harcamak... O pozisyonu değerlendirememe anında nasıl oluyor da Balotelli bir kahraman —veya anti-kahraman oluveriyor? BD: Balotelli’yi düşünürken Messi ve Ronaldo’yla beraber düşünmemiz gerekiyor. Futbol tarihinde Messi ve Ronaldo gibi yıldızlar hiç olmadı çünkü onları yıldız yapan sadece oynadıkları futbol değil. Klişe ama, saha dışında yaptıkları işlerle de varlar. Onlar aslında şirketlerin ortaya çıkardıkları birer ürün. Ronaldo çok disiplinli olmasıyla ünlü bir biyonik adam, aynı zamanda bir reklam yıldızı. Messi de aynı şekilde. Balotelli, Messi ve Ronaldo’yu sanat dünyasındaki dev prodüksiyonlar üreten süper star sanatçılarla beraber düşünmek lazım. Bu figürlere yaratıcı endüstrilerle biyopolitikanın birleştiği alanlarda ortaya çıkan figürler olarak bakıyorum. Süperstar sanatçılar ve futbolcular kendilerinden beklenen yüksek performansı gösteren, bekleneni üreten karakterler. Köşede kalmış, kaybeden, o romantik hikayelere sahip anti-kahramanlara kimsenin ayıracak zamanı yok bugün. NY: Anti-kahramanlara olan ilginiz dolandırıcıları da kapsıyor. Bu ilgi nereden geliyor? BD: İki buçuk senedir dolandırıcılarla ilgili düşünüyorum ve çalışıyorum. Dolandırıcılar meselesi, günümüzdeki sanat ortamının bugünkü kapitalizm ve yönetim biçimi tarafından siyaseten doğru bir şekilde eleştiren bir alan olarak kodlanmasından ortaya çıktı: “Kapitalizm kötü, entelektüeller ve sanatçılar da iyi. Her şey harika!” Ben de bu konuyu daha dolaylı bir şekilde ele almak amacıyla dolandırıcılara merak sardım. Benim ilgilendiğim dolandırıcılar performansa dayalı, insanları birebir ilişkilerle ‘kandıran’ karakterler. Tırnak içinde kandıran diyorum çünkü ben dolandırıcıların hikayelerini keskin bir şekilde bir tarafta enayi kurbanlar diğer taraftaysa çok zeki, oyun yapan insanlar olarak kurgulamıyorum. Bence işin içinde bir katılım ve pozisyonların yer değiştirmesi var. Thomas Mann Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları adlı romanında bu konuyu çok güzel ele alıyor. Dolandırıcının, dolandırmak için ilk önce kendini kandırması gerekiyor. Karşısındaki de bu oyuna ayak uydurmalı. Ayak uydurmayı bıraktığında dolandırıcının kendisini ve karşısındakini tekrar inandırması gerekiyor. Bir oyun gibi yani, karşılıklı her şey. Eyüplü Halit’in 68 kadını kandırması hikayesine aldatılan saf kadınların hikayesi olarak bakabiliriz. Fakat ben öyle bakmıyorum. Genellikle dolandırıcılar empatisi çok yüksek olan insanlar. Karşısındaki insanın arzularını çok iyi an-
layıp, onları gerçekleştirme ihtimal ve vaadini sunuyorlar. Fakat bu kandırılan insanlar arzularının gerçekleşmesi ihtimalinin farkında olarak, biraz da bile bile kanıyorlar. Öyle güzel, yakışıklı, romantik, zengin, ideal bir eş adayının olamayacağının onlar da farkındalar. Yine de yapmak istiyorlar. Risk almak da var işin içinde, kendi duygularına kapılmak var, rıza var. Aldatan-aldatılan arasındaki çizgi o kadar da keskin değil. Sülün Osman diyor ki “Ben, ilk önce beni dolandırmaya çalışmayan kimseyi dolandırmadım.” Bu çok kilit bir söz. O yüzden ben dolandırıcıların yaptığını bir dekonstrüksüyon olarak görüyorum. İnsan dünyalarında bir çeşit çözücü olarak işlev görüyorlar. İnsanların arzularını gerçekleştirme olanağı sunarak arzularını çözümlüyorlar aslında. Sanatçı ve entelektüelin eleştirel pozisyonunu işte bu çerçevede düşünüyorum. Nasıldır mesela bildiğimiz entelektüelin gerçeklere karşı olan tavrı? Bu adama inanmayın, bu adam sizi kandırıyor diyerek demistifiye eder, değil mi? Bizim bildiğimiz entelektüel ve sanatçı bize gerçeği bu şekilde gösterir. Fakat dolandırıcı gerçeği direkt olarak göstermek yerine başka bir yol seçiyor. Tam da arzularını gerçekleştirme pozisyonuna oynuyor. Ben de dolandırıcıları, sanatçılar ve entelektüeller için farklı bir pozisyon yaratabilecek nasıl bir bilgi çıkarabilirim merakıyla araştırıyorum. Başını sonunu bildiğim şeyler değil. Eyüplü Halit fotoğrafına bakıp düşünüyorum şu anda. NY: Evet. Pilot’taki yeni serginiz için geçtiğimiz haftalarda da gelinlik giymiş 68 kadınla çekimiş fotoğraf! Ne yapmış Eyüplü Halit bu kadınlara? BD: Devlet memuru, subay, komiser, geleceği parlak genç ya da zengin bir işadamı rollerine bürünerek kadınları evlenme vaadiyle kandırıp paralarını, mücevherlerini alan bir adam Eyüplü Halit. 1930’larda 68 kadını kandırdığı için 10 sene hapse mahkum ediliyor. Mahkûm olduktan sonra ise asıl ben kandırıldım, onlar beni kandırdı diye kızıyor diyor. Tıpkı Sülün Osman gibi. Üzerinde durduğum nokta kesin olarak bir aldanan-aldatan olmaması. İki tarafın yönettiği bir oyun var ortada. Sanatçı pozisyonunu da aşk ilişkileri üzerinden düşünmek mantıklı geliyor. Her şeyi doğru, her şeyi meşru, çok haklı bir taraftan konuşan, masum, zengin ve aynı zamanda yakışıklı beyaz atlı bir prensin varlığına inanmayı çok istiyoruz. Sanatçılar da böyle olsun istiyoruz. Entelektüeller de beyaz atlı prens olsunlar, hep haklı, meşru ve masum olsunlar. Hiçbir şeye bulaşmasınlar, doğruyu söylesinler, kandırmasınlar, fazladan arzuları, tutkuları olmasın, ne fazla romantik olsunlar ne de fazla akıllı. Yok böyle bir şey. Kötülük, tuhaflık, gariplik önemli kavramlar. Onlar olmadan düşünme yetimizi kaybederiz, hep imkanlı şeyler hayal ederiz ki bu da hayal etmemektir. Kötülükten öğreneceğimiz şeyler var, onu kaybetmemeliyiz. Sanatçılar röportajlarda en ortalama ve risksiz şeyi söylemek istiyorlar. Ben biraz daha sorunlu, riskli, kötücül, başarısız, tembel, anti-kahraman özelliklerine sahip bir şeylerin olması gerektiğine inanıyorum.
MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ MİMARLIK FAKÜLTESİ
İÇ MİMARLIK BÖLÜMÜ
5.
ULUSLARARASI
İÇ MİMARLIK SEMPOZYUMU 3-6 MAYIS 2016
SEDAD HAKKI ELDEM ODİTORYUMU, FINDIKLI
“MEKÂN TASARIMINDA YENİLİKÇİ YAKLAŞIMLAR” mcmmmarllksempozyumu.org mmasympossa.org ggasympossa.com
VOLKAN ASLAN BOGYI BANOVICH OLAF BREUNING JOHN BYAM JAMES CASE-LEAL ASLI ÇAVUŞOĞLU JENNIFER CATRON & PAUL OUTLAW MONICA COOK C.J. CHUECA BURAK DELİER HUGH HAYDEN ANDREW THOMAS HUANG DARIA IRINCHEEVA KRISTEN JENSEN RICHARD IBGHY & MARILOU LEMMENS AUSTIN LEE GREGG LOUIS LAURA MURRAY JONATHAN MONAGHAN JENNY MORGAN MERVE MORKOÇ NARCISSISTER NIKI DE SAINT PHALLE PUSSYKREW RYDER RIPPS HARRIET SALMON AGATHE SNOW RADEK SZLAGA ALİ EMİR TAPAN XU WANG LAWRENCE WEINER NICK VAN WOERT ELLIOTT YOUNG
‘küçük, daha küçük, en küçük... ’ ‘this one is smaller than this one...’ CARTE BLANCHE SERKAN ÖZKAYA & PAULINA BEBECKA 25.05 - 25.06.2016
GALERIST MEŞRUTİYET CAD. NO 67/1 TEPEBAŞI BEYOĞLU 34430 İSTANBUL TÜRKİYE T. + 90 212 252 1896 info@galerist.com.tr www.galerist.com.tr Salı – Cumartesi Tuesday – Saturday 11:00 – 19:00