101010101010 101010 101010 101010101010 101010 101010 101010101010 2 AY L I K K Ü LT Ü R G A Z E T E S İ Ü C R E T S İ Z D İ R / K A S I M - N O V E M B E R 2 0 1 5 Ö Z E L S AY I - S P E C I A L I S S U E / B I M O N T H LY C U LT U R E PA P E R F R E E O F C H A R G E
101010101 10 10 10 10 1 101010101 10 10 10 10 1 101010101
101010101010 101010101
THE LEGEND AMONG ICONS.
Portugieser Perpetual Calendar. Ref. 5034: Real icons have a special story to tell. And what was true of the great Portuguese seafarers also applies to IWC’s own Portugieser. After all, the history of its genesis bears the stamp of courageous innovation and watchmaking expertise at its best. Seventy-five years ago, two Portuguese businessmen approached IWC requesting a wristwatch with the precision of a marine chronometer. In response, IWC’s watchmakers took the unprecedented step of housing a hunter pocket watch movement in a wristwatch case. In so doing, they founded a watch family whose timeless elegance, sophisticated technology and unmatched complexity have been a source of wonderment ever since. The movement itself is visible through a
transparent sapphire glass back cover that provides an unimpeded view of the IWC-manufactured 52000 calibre’s impressive precision. The watch’s complexity is eloquently expressed by the perpetual calendar, whose functions can all be adjusted simply by turning the crown. And just as observing the star-studded heavens can guide a ship safely to harbour, a glance at the perpetual calendar and the moon phase display navigate the wearer safely through the complexities of time. This, in a nutshell, is how 75 years of watch making history became an icon of haute horlogerie. And how, thanks to its unique blend of perfection and timeless elegance, it has become a legend in its own time. IWC. ENGINEERED FOR MEN.
IWC Schaffhausen Boutique !stanbul: Mim Kemal !ke Cad. Alt"n Sokak 4/A Ni#anta#" Tel: (212) 224 4604 !stanbul: Arte Gioia, $stinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Next Level Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 I !zmir: G%nkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111
IWC.COM
SELAM GREETINGS Merve Akar Akgün & Oktay Tutuş
Yıl / Year: 7 Kasım 2015 için özel sayı / Special issue for November 2015 2 aylık kültür gazetesi / Bimonthly culture paper Yılda 5 kez yayınlanmaktadır. Ücretsiz dağıtılır. Bu dergide yayınlanan tüm yazıların sorumluluğu yazarına aittir. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları Art Unlimited’a aittir. İzinsiz alıntı yapılmaz. / Published 5 times a year. Distributed free of charge. Authors are solely responsible for the content of submitted articles. All rights reserved by Art Unlimited. Quotations not allowed without permission. Yayın Sahibi / Publisher: Galerist Sanat Galerisi A.Ş. Yayın Direktörleri / Editors at Large: Merve Akar Akgün, Oktay Tutuş Yazı İşleri Müdürü (Sorumlu) / Editor in Chief (Responsible): Merve Akar Akgün merveakar@gmail.com Tasarım / Design: Vahit Tuna Tasarım Asistanı / Design Assistance: Ece Eldek Reklam ve Proje Direktörü / Advertising and Project Director: Hülya Kızılırmak hulyakizilirmak@unlimitedrag.com Katkıda Bulunanlar / Contributors: Fırat Arapoğlu, Müjde Bilgütay, Nihan Bora, Samya Buittonn, Kemal Can, Osman Erden, Hazal Gencay, Fikret Güvenç, Nick Hackworth, Ege Işık, Mehmet Kahraman, Ümmühan Kazanç, Sıtkı Kösemen, Quddus Mirza, Ghaith Mofeed, Elvin Vural Çeviri / Translation: Müjde Bilgütay, Ayşe Draz, Hande Erbil, Aykut Şengözer, Nazlı Yayla, Barış Yıldırım Adres / Adress: Refik Saydam Caddesi Haliç Apt. 23/7 Şişhane Beyoğlu info@unlimitedrag.com Baskı / Print: Ofset Yapımevi Şair Sokak No: 4, 34410 Kağıthane İstanbul T. +90 212 295 86 01 F. +90 212 295 64 55
"Yüreğimdeki mühür kalbim kırılmadan çözülebilir mi?" Halil Cibran
"How shall my heart be unsealed unless it be broken?" Khalil Gibran
Kandilli selam değil ama samimi selam bizimkisi. Yine kırık dökük, yine mahzun, yine utanan bir selam çünkü biz ulusça girdiğimiz yastan çıkamayanlardanız. Ölen onca insanın acısı hala içimizde ve ne yazık ki bir süredir bu acı katlanarak çoğalmaya devam ediyor. Yeniden her şeyin anlamını kaybettiği bir dönemde yüreklerimize mühür basarak içine girdiğimiz bu sanat ayına özel bir sayı hazırladık. Bu yıl Contemporary İstanbul Çağdaş Sanat Fuarının 10. yılı... Biz bu haberi büyük bir şaşkınlıkla karşılayıp ilk edisyonunu dün gibi hatırladığımız bir fuarın 10 yılı nasıl bu kadar hızlı geride bıraktığına hayret ettik. Sonra uzun uzun 10 yıl içinde neler yaptığımızı düşündük; nelerin değiştiğini, nelerin güzelleştiğini, nelerin eksildiğini bazen neşe, bazen hüzünle fark ettik. Osman Erden son 10 yılın sanat etkinliklerinden bir seçkiyi kaleme aldı, böylelikle ortaya çok iyi bir özet çıktı. Ardından biz 10 senedir sanat dünyasının içinde yer alan 10 farklı kişiye son 10 yılda neler yaptıklarını, nelere şahit olduklarını sorduk. Bu sene fuarının odak şehri olan Tahran üzerinden yola çıkarak Müjde Bilgütay, İran Kadın Hareketi’ni araştırdı ve Fikret Güvenç en önemli İranlı ressamlardan Ali Akbar Sadeghi ile sohbet etti. Son olarak da fuar ile eşzamanlı olarak şehirde yer alacak 10 etkinlik bir seçkiye yer verdik. Bu özel sayının Kasım ayı boyunca size rehberlik etmesi dileğiyle...
Not the “Hail fellow well met” kind but rather a heartfelt one. A shattered, dejected, and shy “hello” as we have not just yet stopped mourning as a nation. We’re still suffering for the ones who have lost their lives, and sadly the suffering has been rising exponentially. Again, in this period where everything lost sense, we have sealed our hearts, and prepared a special issue for this month full of art. This year is the 10th year of the Contemporary Istanbul Art Fair… We were stupefied by how this premier event in the region, of which we remember the first edition like yesterday, has left 10 years behind. Then we profoundly thought of what we have pursued over the past 10 years; what had changed, what had evolved, what we lost... Sometimes joyful and sometimes blue... Osman Erden wrote up about his selection of the art events of the past 10 years that gave us a good summary. Then we asked 10 personalities from the art scene with different backgrounds of what they have been doing and what they have witnessed over this 10 years period. Leading on Tehran, the focus city of the fair this year, Müjde Bilgütay researched the Women’s Movement, and Fikret Güvenç chatted with Ali Akbar Sadeghi, one of the most notable Iranian painters. Last but not least, we have left space for our selection of 10 parallel events to the fair taking place in the city. Hoping that this special issue will guide you through the month of November…
Osman Erden
2005
54 sanatçının katıldığı, 16 Eylül-30 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen 9. Uluslararası İstanbul Bienali, Charles Esche ve Vasıf Kortun küratörlüğünde ve Çelenk Bafra direktörlüğünde düzenlendi. Bienalin asistan küratörlüklerini ise Esra Sarıgedik ve November Paynter üstlendiler. Dokuzuncu bienalin teması ‘İstanbul’ olarak belirlendi ve çağırılan sanatçılardan yaklaşık yarısı, İstanbul’a bir ile altı ay arasında değişen sürelerde yaşayıp çalışmak üzere davet edildi. Bu bienalin öncekilerden diğer bir farkı da asıl sergiye paralel sergileri, etkinlikleri de içeren ‘Konumlandırmalar Programı’ydı. Programın çekirdeğini, İstanbul’daki sanatçı girişimlerinin işlerini sergilediği, Roll dergisinin 100. sayısı vesilesi ile ofisini ve tartışmalarını yürüttüğü, uluslararası bir öğrenci atölye çalışmasının ve bir güncel sanat kitapları arşivinin yer aldığı Antrepo no.5 binasındaki
6
Misafirperverlik Alanı oluşturdu. Misafirperverlik Alanı’nda küratörlüğünü Halil Altındere’nin yaptığı, 34 sanatçının katıldığı, 9. Uluslararası İstanbul Bienali süresince politik sesleri İstanbul’da duyulur kılacak bir alan yaratmayı hedefleyen ‘Serbest Vuruş’ sergisi ve Hafriyat grubunun ‘Proje: imalat hatası’ sergisi yer aldı. ‘Serbest Vuruş’ sergisi nedeniyle Halil Altındere’ye Türk Ceza Kanunu’nun 301.maddesi çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin alânen aşağılama suçuyla soruşturma açıldı. Suna ve İnan Kıraç Vakfı, Haziran ayında bünyesindeki koleksiyonları dahil ettiği Pera Müzesi’ni açtı. 2001-2005 yılları arasında bulunduğu semt 4.Levent’ten esinlenme ile ‘Proje4L Güncel Sanat Müzesi’ ismini taşıyan kurum 2005 yılında ismini ‘Proje4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’ olarak değiştirmiş ve faaliyetlerine farklı bir
10
son last 2005 Curated by Charles Esche and Vasıf Kortun, and directed by Çelenk Bafra, the 9th edition of the International Istanbul Biennial ran from 16 September until 30 October with the participation of 54 artists. The assistant curators of the biennial were Esra Sarıgedik and November Paynter. The theme of the ninth biennial was designated as 'Istanbul' and around half of the participating artists were invited to live and work in the city beforehand for periods of one to six months. One difference which set this biennial apart from the previous ones was the ‘Positionings Programme’ which featured other exhibitions and activities running in parallel to the main program. The nucleus of the main program was the Hospitality Zone in the building
yön verdi. İstanbul Modern Sanat Müzesi 15 Nisan- 25 Ağustos tarihleri arasında Türkiye’den bir sanatçı için düzenlenen ilk blockbuster sergi olması açısından önemli olan ‘Fikret Mualla Retrospektifi’ni gerçekleştirdi. Sakıp Sabancı Müzesi ‘Picasso İstanbul’da’ sergisini düzenleyerek blockbuster sergi anlayışını Türkiye’ye daha da yerleştirdi. Yönetim kurulu başkanlığını Osman Kavala’nın yürüttüğü Anadolu Kültür A.Ş., Kars Belediyesi ile ortak olarak Kars Sanat Merkezi’ni kurdu. Didem Özbek, Osman Bozkurt, Fatoş Üstek tarafından PiST/// Disiplinlerarası Proje Alanı faaliyete geçti. Karşı Sanat Çalışmaları’nda düzenlenen ‘Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları’ isimli sergi ülkücü bir grup tarafından tahrip edildi. 200615 Ağustos-3 Eylül 2006 tarihleri arasında, mekân olarak Sinop Hapishanesi, Etnografya Müzesi ve Selçuklu Medresesi
Antrepo no.5 where artists' initiatives of İstanbul put their works on display, the editors of Roll magazine kept an office and held various discussions on the occasion of their 100th issue, an international student workshop was held, and a contemporary arts book archive was organized. The Hospitality Zone also hosted the exhibition ‘Free Kick’ curated by Halil Altındere, participated by 34 artists, aiming to create a space to make political voices heard in Istanbul during the 9th International Istanbul Biennial, as well as the exhibition dubbed ‘Procje: Production Fault’ by the group Hafriyat. As regards the exhibition ‘Free Kick’, the prosecutor's office started an inquiry about Halil Altındere on charges of disparaging the Turkish Armed Forces, as per
gerçekleşen, T.Melih Görgün, Beral Madra ve Vittorio Urbani küratörlüğündeki 1. Uluslararası Sinop Bienali’ne 60 sanatçı katılmışdı. Sinop’un Osmanlı Dönemi’nde önemli bir tersane kenti olması, tersanenin işlevini kaybetmesi ile daha çok düşünce suçlularının kapatıldığı bir hapisaneye ev sahipliği yapan bir kente dönüşmesi ve Soğuk Savaş yıllarında NATO’nun Sovyetler Birliği’ne karşı kullandığı bir dinleme üssü olması bienalin düzenleyicileri tarafından dikkat çekici bulundu. İlki 1997’de Marmara Üniversitesi tarafından düzenlenen Öğrenci Trienali’nin dördüncüsü gerçekleşti. 21-24 Aralık 2006 tarihleri arasında ‘Contemporary Istanbul’ isimli sanat fuarının ilki düzenlendi. 1997 yılının Ekim ayında Borusan Sanat Galerisi’ni açan Borusan Kültür Sanat, 2006 yılında yeniden yapılanma çerçevesinde galerinin faaliyetlerine son verdi. Söz konusu
7
galeri 1997-2006 yılları arasında gerçekleştirdiği sergilerle güncel sanat alanında önemli bir yere sahip olmuştu. Öykü Özsoy, Sylvia Kouvalis ve Kristina Kramer tarafından kurulmuş olan güncel sanat mekânı Altı Aylık 28 Şubat’ta Bengü Karaduman, Lala Rascic ve Maria Iconomopoulo’nun işlerinden oluşan ‘Welcome Home Laika’ isimli sergi ile faaliyete geçti ancak mekân sahibinin altı ay süresince kullanım imkânı sunması nedeniyle Altı Aylık ismini alan inisiyatif sadece dört ay var olabildi. Kurucusu Banu Cennetoğlu tarafından “sanatçı kitapları odaklı, araç ve amaç olarak basılı malzemeyi seçmiş işleri toplayan, gösteren ve üreten kâr gütmeyen bir oluşum/mekân” olarak tanımlanan sanatçı inisiyatifi BAS kuruldu. 2007 96 sanatçını katıldığı 8 Eylül-4 Kasım 2007 tarihleri arasında düzenlenen 10.
Uluslararası İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü Hou Hanru üstlendi. Hanru bienalin teması olarak ‘İmkânsız Değil, Üstelik GerekliKüresel Savaş Çağında İyimserlik’i seçti. Hou Hanru’nun bienalin kavramsal çerçevesini açıklarken yazdığı satırlar Türkiye’de çeşitli çevrelerden tepki topladı. Bu tepkilerden en öne çıkanı ise Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr.Nazan Erkmen’in 131 öğretim görevlisinin imzası ile yayınladığı bildirisi oldu. Söz konusu bildiride Hanru’nun Kemalizm’e getirdiği eleştiri kınandı. Bazı öğretim görevlileri bu kınama bildirisinden haberdar olmadıklarını ve imzalarının geçersiz olduğunu belirtti. İKSV de söz konusu bildiriye karşılık bir açıklama yaptı ve çeşitli sanatçı ve kültür insanlarının da katılımıyla oluşan polemik neticesinde bienal Türkiye’nin gündeminde kendine
yer buldu. 1996’da oluşan sanatçı grubu Hafriyat, 1 Mayıs 2007 tarihinde Karaköy’de kendine ait ‘Hafriyat Karaköy’ isimli bir mekâna sahip oldu ve faal olduğu üç sene boyunca yirmiye yakın sergi gerçekleştirdi. ‘Allah Korkusu’ sergisi Vakit gazetesinin ‘Küstah Sergi’ başlığı ile yayınladığı provokatif haber neticesinde ülke gündeminde konu oldu. 19 Ocak’ta Hrant Dink’in suikast sonucu öldürülmesinin hemen ardından sanat insanları tarafından 19 Ocak İnisiyatifi oluşturuldu. İKSV, Venedik Bienali’nin Türkiye pavyonunu organize etmeye başladı ve Hüseyin Bahri Alptekin sergisini gerçekleştirdi. Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde René Block yönetiminde ve Melih Fereli danışmanlığında kişisel sergiler düzenlenmeye başladı. Bu bağlamda Yapı Kredi Yayınları tarafından yine René Block editörlüğünde ‘Türkiye’de
Güncel Sanat’ başlıklı kitap dizisi yayınlanmaya başladı. Türkiye’nin ilk özel fotoğraf galerisi olan Galeri Elipsis Sinem Yörük tarafından kuruldu. 2008 16 Ağustos-5 Eylül tarihleri arasında geniş bir küratör ve danışman grubu ile düzenlenen 2.Uluslararası Sinop Bienali’ne 24 sanatçı ve sanatçı grubu katıldı. Kavramsal çerçeve için ‘Şeylerin Yeni Düzeni’ başlığı benimsendi. Bienalin küratörlerinden Beral Madra başlığı Michel Foucault’dan ödünç aldıklarını ve bienalde ona saygılarını göstermek istediklerini belirtti. 10 Ağustos-24 Ağustos tarihleri arasında Denizhan Özer ve Seyhan Boztepe küratörlüğünde düzenlenen, ‘Şeffaf Yanılsamalar’ alt başlığına sahip 1. Çanakkale Bienali’ne Türkiye’den ve yurtdışından 56 sanatçı katıldı. Güncel sanat alanında yeniden faaliyet göstermeye başlayan Borusan Kültür Sanat, ‘ArtCenter/ Istanbul’ ismiyle bir sanat merkezi kurdu. Elmas Deniz, Borga Kantürk ve Gökçe Süvari’nin ilişkilerini kesmeleri ile İzmir’de faaliyet gösteren K2 bir sanatçı inisiyatifi olmaktan çıkarak Ayşegül Kurtel’in yönettiği bir sanat kurumuna dönüştü. Christie’s, Dubai şubesinde gerçekleştirdiği müzayedelere Türkiye sanatını da kattı
yıla bir bakış years at a glance
Article 301 of Turkish Criminal Code. In June, Suna and İnan Kıraç Foundation opened the Pera Museum which would host the collections owned by the foundation. ‘Proje4L Contemporary Arts Museum’, named after Istanbul's district of 4.Levent -where the institution was located between 2001 and 2005- changed its name to ‘Proje4L Elgiz Contemporary Arts Museum’ in 2005 and gave a new direction to its activities. İstanbul Modern Arts Museum organized the ‘Fikret Mualla Retrospective’ from 15 April until 25 August, which became its first blockbuster exhibition of a Turkish artist. Sakıp Sabancı Museum organized the exhibition ‘Picasso in Istanbul’, which further strengthened the blockbuster exhibition trend in
Turkey. Under the chairmanship of Osman Kavala, Anadolu Kültür A.Ş. joined forces with the Municipality of Kars to establish Kars Arts Center. Didem Özbek, Osman Bozkurt and Fatoş Üstek launched PiST/// Interdisciplinary Project Space. The exhibition entitled 'Fiftieth Anniversary of the Incidents of 6-7 September 1955' held at Karşı Art Works was vandalized by a group of Turkish ultranationalists. 2006 International Sinop Biennial was held from 15 August until 3 September 2006, with the participation of 60 artists in locations such as the historical Sinop Prison, Museum of Ethnography and Seljuk Madrasa, under the curatorship of T.Melih Görgün, Beral Madra and Vittorio Urbani. The biennial's organizers
placed a special emphasis on facts such as Sinop’s position as an important shipyard in Ottoman history, the eventual decline of the shipyard industry, the foundation of the prison where mainly prisoners of conscience were locked up, as well as the establishment of a NATO telephone tapping center targeting the Soviet Union during the Cold War era. The fourth edition of the Student Triennial, which was first organized in 1997 at Marmara University, was held. From 21 until 24 December 2006, the first edition of the arts fair ‘Contemporary Istanbul’ was held. Borusan Culture and Arts, which had inaugurated Borusan Arts Gallery in October 1997, decided to close down the gallery as part of a restructuring scheme. The said
gallery had played an important role in the contemporary arts scene between 1997 and 2006 by hosting various exhibitions. The contemporary arts space Altı Aylık [Six-Monthly] established by Öykü Özsoy, Sylvia Kouvalis and Kristina Kramer, started to host the exhibition ‘Welcome Home Laika’ bringing together works by Bengü Karaduman, Lala Rascic and Maria Iconomopoulo on 28 February; however, the initiative lasted only four months as the landlord decided to end the lease contract after just four months, instead of the six months initially agreed upon. The arts initiative BAS was established, described by its founder Banu Cennetoğlu as “a non-profit formation/ space focusing on artists' books, designed to collect and display works which choose print as the medium.”
2007
Participated by 96 artists and held between 8 September and 4 November 2007, 10th International Istanbul Biennial was organized under the curatorship of Hou Hanru. Hanru designated the biennial's theme as 'Not Only Possible, But Also Necessary: Optimism in the Age of Global War'. Hou Hanru’s text outlining the biennial's conceptual framework caused uproar in various circles in Turkey. Most remarkably, Marmara University Faculty of Fine Arts Dean Prof. Nazan Erkmen issued a statement signed by 131 academics protesting against Hanru's criticisms of Kemalism. However, some academics indicated that their signatures were placed under the statement without their knowledge. İKSV (Istanbul
Culture and Arts Foundation) also issued a declaration against the said statement. The debate was fueled with more contributions by various figures from the world of culture and arts, and the biennial topped the public agenda. The artists' group Hafriyat set up in 1996, established on 1 May 2007 the space ‘Hafriyat Karaköy’, which would go on to host close to twenty exhibitions during its three years of existence. The exhibition ‘Fear of Allah' was brought to the national agenda when the Islamist newspaper Vakit issued a provocative news article on it entitled ‘The Insolent Exhibition’. After the assassination of the ethnic Armenian journalist Hrant Dink on 19 January, people from the world of arts established the 19 January Initiative. İKSV started to organize the Turkey pavilion of the Venice Biennial and hosted an exhibition of works
Osman Erden
8
ve 30 Ekim 2008 tarihinde ‘Arab, Iranian&Turkish Art(Modern&Contemporary)’ isimli müzayedeyi düzenledi. Arap ve İranlı sanatçılarla karşılaştırıldığında Türkiyeli sanatçıların eserlerinin fiyatı oldukça düşük kaldı. Vehbi Koç Vakfı’nın, Edition Block Berlin ile işbirliği içinde faaliyete geçirdiği TANAS, Türkiyeli sanatçıların yurtdışındaki görünürlüğü açısından önemli bir işlev yüklendi. 2009 40 ülkeden 70 sanatçının katıldığı, 12 Eylül-8 Kasım tarihleri arasında Bige Örer’in direktörlüğünde gerçekleşen 11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü, kurulduğu 1999 yılından beri çalışmalarını Hırvatistan’ın Zagreb kentinde sürdüren bir küratör kolektifi ve kâr amacı gütmeyen bir görsel kültür kuruluşu olan, Ivet Ćurlin, Ana Dević, Nataša Ilić ve Sabina Sabolović’ten oluşan What, How & for Whom (WHW) üstlendi. WHW, bienalin kavramsal çerçevesini Bertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Operası’ndan esinlenerek ‘İnsan Neyle Yaşar?’ sorusu üzerine
oluşturdular. 1929 Krizi ile 2009 yılı arasında kurulmaya çalışılan benzerlik, seksen sene öncesinden yapılan çıkarımlarla dünyanın geleceğine dair ileri sürülen varsayımlar kavramsal çerçevenin iyi oturtulmadığını gösteriyordu. Antakya Akademisi Derneği girişimleri sonucu Uluslararası Antakya Bienali’nin ilki düzenlendi, 11 Eylül 2009’da Levent Çalıkoğlu’nun küratörlüğünde, güncel sanat alanında faaliyet gösteren Türkiye’den bir sanatçının ilk retrospektif sergisi olan ‘Sarkis: Site Sergisi’ açıldı. Garanti Bankası yeni bir yapılanmaya giderek bünyesindeki Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi’ni, Garanti Galeri’yi ve Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi’ni Garanti Kültür A.Ş. adı altında birleştirdi. 2001 yılında Vasıf Kortun tarafından Garanti Bankası’nın bünyesinde kurulan Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi yeni yapılanma dahilinde faaliyetlerine son verdi. Anadolu Kültür A.Ş. tarafından yürütülen Kars Sanat Merkezi belediyenin kararıyla
kapatıldı. Aynı kurum İstanbul’da Depo’yu faaliyete soktu. Sotheby’s, İstanbul şubesini açtı ve şubenin ilk faaliyeti olarak 4 Mart’ta Londra’da ‘Turkish Contemporary Art’ başlıklı bir müzayede düzenledi. Müzayede sonucunda satışa çıkan 72 eserden 53’ü alıcı buldu. Müzayedeye katılanların gözlemlerine göre eserleri satın alanların büyük bir çoğunluğunu Türkiye vatandaşları oluşturdu. Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye şubesi İstanbul Bienali kapsamında güncel sanata dair bir ödül verdi. Aydan Murtezaoğlu ödülü almayı reddetti. İKSV yurtdışı projeler kapsamında Çelenk Bafra ve Banu Dicle tarafından geliştirilen ‘Cité des Arts’ isimli bir misafir sanatçı programını başlattı. Bu program dahilinde günümüze kadar birçok Türkiyeli sanatçı Paris’te bulunan Cité Internationale des Arts’da misafir oldu. 15 Kasım’da Antik A.Ş. tarafından düzenlenen Çağdaş Sanat Eserleri Müzayedesi’nde Burhan Doğançay’ın Mavi Senfoni isimli eseri 2,2 milyon liraya alıcı
bularak Türkiye sanat piyasası açısından tarihe geçti. 2010 Eylül 2010 tarihinde Tophane’deki sergi açılışlarına alkol içiliyor bahanesiyle saldırılar yapıldı. Sanat alanında bu doğrudan şiddet olayında saldırganlarda haklılık payı olduğunu savunan sanat insanları oldu. 4 Haziran-5 Temmuz tarihleri arasında 1.Mardin Bienali düzenlendi. 14 Ağustos-4 Eylül tarihleri arasında, geniş bir küratör grubu ile gerçekleşen 3.Uluslararası Sinop Bienali’ne 29 sanatçı ve sanatçı grubu katıldı. Beral Madra, Emre Zeytinoğlu, Mürteza Fidan, T. Melih Görgün, Mahir Namur, Sinan Niyazioğlu ve Emel Abora’nın katkılarıyla hazırlanan kavramsal çerçevenin başlığı ‘Gizli Anılar, Kayıp İzler’ olarak belirlendi. 20 Eylül- 10 Ekim tarihleri arasında düzenlenen 2.Çanakkale Bienali’ne Türkiye’den ve yurtdışından 70’e yakın sanatçı katıldı. Bienalin küratörleri Denizhan Özer ve Seyhan Boztepe kavramsal çerçeveyi ‘Kurgusal Dönüşümler/ Gerçekler’ temasıyla oluşturdular. 15 Ekim-20 Kasım tarihleri arasında Arzu Yayıntaş ve Dessislava
10
son last
by Hüseyin Bahri Alptekin. Yapı Kredi Kazım Taşkent Arts Gallery started to organize individual exhibitions, under the direction of René Block and consultancy of Melih Fereli. In this context, Yapı Kredi Publications started to publish the book series 'Contemporary Arts in Turkey' edited by René Block. Turkey's first private photo gallery, Galeri Elipsis was established by Sinem Yörük. 2008 Organized between 16 August and 5 September by a large group of curators and consultants, 2nd International Sinop Biennial featured 24 artists and artists' groups. The conceptual framework was defined as ‘The New Order of Things’. One of the curators, Beral Madra indicated that they had borrowed the expression from Michel Foucault, to whom they wanted to pay homage during the event. Between 10 and 24 August, Denizhan Özer and Seyhan Boztepe curated the 1st Çanakkale Biennial entitled ‘Transparent Illusions’ and featuring 56 artists from
yıla bir bakış years at a glance
Turkey and abroad. Borusan Culture and Arts, recommencing its activities in the field of arts and culture, established ‘ArtCenter/Istanbul’. In İzmir, after the resignation of Elmas Deniz, Borga Kantürk and Gökçe Süvari, K2 was transformed from an artists' initiative into an arts institution, under the direction of Ayşegül Kurtel. Christie’s came to include art works from Turkey in the auctions held at its Dubai office, and on 30 October 2008, it organized the auction entitled ‘Arab, Iranian and Turkish Art: Modern & Contemporary’. In comparison with Arab and Iranian artists, works by Turkish artists fetched much lower prices. TANAS, co-established by Vehbi Koç Foundation and Edition Block Berlin, started to play a key role in rendering Turkish artists more visible in the international arena. 2009 Bringing together 70 artists from 40 countries, 11th International Istanbul Biennial was held between 12 September and 8 November,
under the direction of Bige Örer and curatorship of What, How & for Whom (WHW) – a curators' collective consisting of Ivet Ćurlin, Ana Dević, Nataša Ilić and Sabina Sabolović established in 1999 in the Croatian city of Zagreb as a not-for-profit institution for visual culture. Inspired by Bertolt Brecht's 'Three Penny Opera', WHW built the biennial's conceptual framework on the question ‘What Keeps Mankind Alive?’ The attempted comparisons between the Crisis of 1929 and the year 2009, and assumptions about the world's future based on an analysis of the events of 80 years ago, however, suggested that the conceptual framework was not very firm. Antakya Academy Association organized the first edition of the International Antakya Biennial. On 11 September 2009, under the curatorship of Levent Çalıkoğlu, Turkey's first retrospective of a contemporary artist, ‘Sarkis: Site Exhibtion’ was opened. Garanti Bank restructured
its arts institutions, bringing together Ottoman Bank Archive and Research Center, Garanti Gallery and Platform Garanti Contemporary Arts Center under the umbrella of Garanti Kültür A.Ş.. Platform Garanti Contemporary Arts Center, established by Vasıf Kortun in 2001 under Garanti Bank, was accordingly closed down. Kars Arts Center managed by Anadolu Kültür A.Ş. was shut down by a decision of the Municipality of Kars. Anadolu Kültür A.Ş. established Depo in Istanbul. Sotheby’s opened its İstanbul office, whose first activity was the auction entitled ‘Contemporary Arts in Turkey’ held on 4 March in London. At the auction, 53 of the 72 works displayed were sold. Observers suggested that a large majority of the buyers were Turkish citizens. The Turkey office of International Association of Art Critics (AICA) granted a contemporary arts award within the scope of the İstanbul Biennial; however, the
Osman Erden
10
Dimova küratörlüğünde, ‘Anlayışınız için teşekkür ederiz’ başlığıyla 2.Antakya Bienali düzenlendi. İstanbul Avrupa Kültür Başkenti oldu. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ve Kültürel Miras ve Müzeler Direktörlüğü tarafından yürütülen ‘İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Ekonomisi Envanteri’ projesine göre 2010 yılı itibariyle İstanbul’da 172 sanat galerisi mevcuttu. Bunların 139 tanesi özel şirketlere ait ticari sanat galerilerinden, 9 tanesi vakıf veya derneklere ait sanat galerilerinden, diğerleri ise kamu kurumlarına ait sanat galerilerinden oluşmaktaydı. Vehbi Koç Vakfı projesi olarak ARTER açıldı ve günümüze kadar Kutluğ Ataman’ın ‘Mezopotamya Dramaturjileri’, Mona Hatoum’un ‘Hâlâ Buradasın’, Marc Quinn sergilerinin yanı sıra birçok Türkiyeli ve yabancı sanatçının sergisini düzenleyen kurum özellikle Füsun Onur’un retrospektifi ile güncel sanat alanına çok önemli katkıda bulundu. 2002 yılında kentteki kültür sanat ortamının canlanması amacıyla kurulan Diyarbakır Sanat Merkezi aylık kültür ve
sanat etkinliklerine son vererek uzun soluklu projeler geliştirmek doğrultusunda faaliyetlerini sürdürme kararı aldı. Hafriyat kendini lağv etti. Uluslararası Öğrenci Trienali’nin beşincisi düzenlendi. 2011 Başbakan Erdoğan 8 Ocak’ta gerçekleştirdiği Kars ziyareti sırasında Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı’nı ucube olarak nitelendirip belediyenin heykeli yıkacağını söyledi. Nisan’da Bedri Baykam bıçaklandı. 14 Haziran 2011 günü İnsanlık Anıtı yıkıldı. Aralık ayında İçişleri Bakanı sanatçıları terörün arka bahçesi ilan ettiğinde Türkiye’nin sanat alanındaki aktörleri ilk kez iktidara karşı ortak bir tavır ortaya koydular. 12. İstanbul Bienali Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa’nın küratörlüğünde gerçekleşti. Küratörler kavramsal çerçeveyi oluştururken Félix González-Torres’den esinlendiler. Garanti Kültür A.Ş.’nin bir markası olarak SALT adıyla faaliyete geçen kurum retrospektif olarak adlandırılmasa da sanatçının Türkiye’de ve uluslararası
platformdaki en kapsamlı sergisi olarak sunulan ‘Ben Bir Stüdyo Sanatçısı Değilim-Hüseyin Alptekin’ sergisini gerçekleştirdi. Bir grup koleksiyoner tarafından kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu olarak güncel sanatı desteklemek üzere SAHA Derneği kuruldu. Düzenlediği eğitim programları neticesinde elde ettiği gelir ile sanatçıların prodüksiyon giderlerine destek olan SPOT faaliyete geçti. 2012 1999’da kurulan Apartman Projesi 2012’de İstanbul’u terk ederek faaliyetlerini Berlin’de sürdürmeye karar verdi. 21 Eylül-21 Ekim tarihleri arasında 2.Mardin Bienali düzenlendi. 4 Ekim-25 Ekim tarihleri arasında ‘Çok Kültürlü Bir Dünyada Tek Bir İnsan’ başlığıyla, küratörlüğünü Mesut Bilgili’nin yaptığı 3.Antakya Bienali gerçekleşti. AR Şirketler Grubu Projesi olarak lanse edilen Full Art Prize Aslı Çavuşoğlu ve Işıl Eğrikavuk’a layık görüldü. 2013 13.İstanbul Bienali Fulya Erdemci küratörlüğünde düzenlendi. Küratör bienalin odak noktasını siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri olarak belirledi.
10
son last
designated recipient Aydan Murtezaoğlu refused the award. İKSV initiated a program to support Turkish artists' on their foreign visits, dubbed ‘Cité Des Arts’, managed by Çelenk Bafra and Banu Dicle. Withing the scope of the program, numerous Turkish artists were welcomed in Cité Internationale des Arts of Paris. On 15 November, Antik A.Ş. held a Contemporary Arts Auction where Burhan Doğançay’s Mavi Senfoni [Blue Symphony] was sold for 2.2 million TL, breaking an alltime record for the Turkish arts market. 2010 In September 2010, in the Istanbul district of Tophane, mobs attacked a number of arts gallery openings on the pretext that alcohol was being served. Certain individuals from the arts scene went so far as to suggest that the aggressors were partially right in showing their rage. 1st Mardin Biennial was held between 4 June and 5 July. 3rd International Sinop Biennial was organized between 14 August and 4 September by a
yıla bir bakış years at a glance
large group of curators, with the participation of 29 artists and artists' groups. The conceptual framework outlined by Beral Madra, Emre Zeytinoğlu, Mürteza Fidan, T. Melih Görgün, Mahir Namur, Sinan Niyazioğlu and Emel Abora was ‘Secret Memories, Lost Traces’. 2nd Çanakkale Biennial held between 20 September - 10 October featured 70 artists from Turkey and overseas. Biennial's curators Denizhan Özer and Seyhan Boztepe designated its conceptual theme as ‘Fictive Transformations / Facts’. 2nd Antakya Biennial was held between 15 October-20 November under the curatorship of Arzu Yayıntaş and Dessislava Dimova, entitled ‘Thank you for your understanding’. Istanbul became the European Capital of Culture. The Istanbul Cultural Heritage and Economy Inventory Project jointly organized by Istanbul 2010 European Capital of Culture Agency and Directorate for Culture and Museums reported that there were 172 arts galleries in
the city in 2010. Of these, 139 were commercial arts galleries owned by private companies, 9 belonged to foundations or associations, while the rest were run by public institutions. ARTER was established as a project of Vehbi Koç Foundation, hosting exhibitions such as ‘Mesopotamian Dramaturgies’ by Kutluğ Ataman, ‘You Are Still Here’ by Mona Hatoum as well as an exhibition by Marc Quinn and a retrospective of Füsun Onur among many other local and foreign names, greatly contributing to the contemporary arts scene. Established in 2002 in order to boost the culture and arts scene in Diyarbakır, Diyarbakır Arts Center decided to end its monthly culture and arts events with a view to developing long-running projects. Hafriyat abolished itself. The fifth edition of the International Student Triennial was organized. 2011Prime Minister Erdoğan, during a visit to Kars on 8 January, described the sculpture 'Monument of Humanity' by
Mehmet Aksoy as a monstrosity and stated that it would be taken down. In April, painter Bedri Baykam was stabbed. On 14 June 2011, 'Monument of Humanity' was demolished. In December, the Minister of Interior stated that artists were a backyard of terrorism, which incited various names of the Turkish arts scene to show a common reaction against the government for the first time. 12th Istanbul Biennial was curated by Jens Hoffmann and Adriano Pedrosa. While drawing up the conceptual framework, the curators were inspired by Félix GonzálezTorres. SALT, a brand of Garanti Kültür A.Ş., hosted a Hüseyin Alptekin exhibition entitled 'I am not a Studio Artist', which, although not described as a retrospective, was his most comprehensive exhibition ever up until date. A group of arts collectors established the nongovernmental organization SAHA Association in order to support contemporary artists. SPOT commenced its
Osman Erden
12
SALT’ta ‘Vadedilmiş Bir Sergi’ isimli Gülsün Karamustafa retrospektifi gerçekleşti. 6.Uluslararası Öğrenci Trienali düzenlendi. TANAS faaliyetlerine son verdi. İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde Levent Çalıkoğlu’nun küratörlüğünde ‘Erol Akyavaş Retrospektifi’ düzenlendi. İlki 1980 yılında Resim ve Heykel Müzeleri Derneği tarafından düzenlenen Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergisi farklı bir formata dönüşerek Akbank Günümüz Sanatçılar Ödülü ismini aldı ve birincilik ödülü dört sanatçıya (Serkan Çalışkan, Engin Konuklu, Suat Öğüt, Kıvılcım Harika Seydim) layık görüldü. Art International Sanat Fuarı düzenlenmeye başladı. 2014 T. Melih Görgün, Dimitrina Sevova, Emre Zeytinoğlu, Aslı Çetinkaya, Işın Önol, Elke Falat küratörlüğünde, 12 Temmuz-31 Ağustos tarihleri arasında 5.Sinop Bienali düzenlendi. ‘Savaşın Sonunu Yalnız Ölüler Görür’
temasıyla 27 Eylül-2 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen 4.Çanakkale Bienali’nin genel sanat yönetmeni Beral Madra, genel direktörü ise Seyhan Boztepe’ydi. ARTER’de Emre Baykal küratörlüğündeki ‘Füsun Onur: Aynadan İçeri’ sergisi bir retrospektif olarak sunulmasa da sanatçının erken dönemlerinden günümüze sanatsal üretimini bir bütün olarak sunması bakımından önemliydi. Eylül’de Sakıp Sabancı Müzesi’nde ‘Anish Kapoor İstanbul’da’ sergisi açıldı. 6-8 Ekim olayları nedeniyle Mardin Bienali ertelendi. Galeri Mana, Egeran Galeri ve NON faaliyetlerine son verdi. Elipsis projelerini Londra üzerinden yürütmeye karar verdi. 2015 5 Eylül-1 Kasım 2015 tarihleri arasında Tuzlu Su teması altında Carolyn Christov-Bakargiev küratörlüğünde 14.İstanbul Bienali gerçekleşti. 15 Mayıs-15 Haziran tarihleri arasında 3.Mardin Bienali düzenlendi.
10
son last
yıla bir bakış years at a glance
activities, helping artists meet their production expenses by organizing a series of educational programs. 2012 The Apartment Project established in 1999 in Istanbul, decided to abandon the city in 2012 to migrate to Berlin. 2nd Mardin Biennial ran from 21 September until 21 October. Between 4-25 October, 3rd Antakya Biennial was held around the theme ‘A Single Person in a Multicultural World’. The Full Art Prize, a project by AR Group of Companies, went to Aslı Çavuşoğlu and Işıl Eğrikavuk. 2013 13th Istanbul Biennial was curated by Fulya Erdemci. The curator designated the biennial's focal point as the idea of public space as a political forum. SALT hosted a retrospective on Gülsün Karamustafa, entitled ‘A Promised Exhibition’. 6th edition of the International Student Triennial was held. TANAS ended its activities. Istanbul Modern Arts Museum hosted ‘Erol Akyavaş Retrospective’,
curated by Levent Çalıkoğlu. The Current Day Artists of Istanbul Exhibition, the first edition of which was organized in 1980 by Association of Painting and Sculpture Museums, transformed into Akbank Current Day Artists Award. The first prize was shared among four artists, namely Serkan Çalışkan, Engin Konuklu, Suat Öğüt and Kıvılcım Harika Seydim. The first edition of Art International Arts Fair was held. 2014 Curated by T. Melih Görgün, Dimitrina Sevova, Emre Zeytinoğlu, Aslı Çetinkaya, Işın Önol and Elke Falat, 5th Sinop Biennial was held between 12 July and 31 August. Entitled 'Only the Dead See the War's End', 4th Çanakkale Biennial ran from 27 September until 2 November. Its general art director was Beral Madra and general director Seyhan Boztepe. The exhibition ‘Füsun Onur: Into the Mirror’ under the curatorship of Emre Baykal was held at ARTER. Although not presented as a retrospective, the exhibition
offered a comprehensive view of the artist's work from early years to date. In September, the exhibition ‘Anish Kapoor in Istanbul’ was opened at Sakıp Sabancı Museum. Mardin Biennial was postponed due to the incidents of 6-8 October. Gallery Mana, Egeran Gallery and NON was closed. Elipsis decided to run its projects from London. 2015 From 5 September until 1 November 2015, 14th Istanbul Biennial was curated by Carolyn Christov-Bakargiev around the theme 'Salt Water'. 3rd Mardin Biennial was organized between 15 May-15 June.
ARTUNLMTED 27.7x40 Köpek.pdf
Yzbnnmm
CONTEMPORARY ISTANBUL
Yzbnnmm
1
23.10.2015
17:40
14
10. yılında, Contemporary Istanbul’a 24 ülke ve 28 şehirden toplam 102 sanat galerisi katılıyor. 12 – 15 Kasım tarihleri arasında Contemporary Istanbul galerileri arasından 23 galeri fuarda ilk defa yer alacak. For its 10th edition, Contemporary Istanbul will bring 102 leading and emerging galleries from 28 cities across 24 countries, including 23 galleries that are participating for the first time between November 12th to 15th. 3. edisyonu ile Yeni medya sanatlarına yer veren Plugin bu yıl Dr. Ebru Yetişkin küratörlüğünde, galeriler, mimarlık & tasarım stüdyoları, yeni medya ile ilgili yaratım atölyeleri, oyun laboratuvarları, dijital sanat kolektifleri ve proje mekânları gibi inisiyatifleri X-CHANGE başlıklı bir küratöryal tema altında ve tek bir alanda bir araya getiriliyor. Plugin, Contemporary Istanbul’s section dedicated to new media is now in its 3rd edition. This year galleries, architecture and design studios and new media related initiatives, such as maker spaces, game labs, digital art collectives and project spaces will be gathered in a single space under a curatorial theme proposed by Dr. Ebru Yetişkin: “X-CHANGE”. Köprüler Kurmak - Australia China Art Foundation Seçkisi adı altında Contemporary Istanbul 10. yılında Australia China Art Foundation (ACAF) tarafından seçilen Çinli sanatçıların eserlerine ev sahipliği yapıyor. Building Bridges Australia China Art Foundation at Contemporary Istanbul 2015 is a project coordinated by the Australia China Art Foundation (ACAF) for the 10th anniversary of Contemporary Istanbul the fair will host Chinese artists and galleries in both private and public spaces.
&
GERÇEK LÜKS, AYNI KALDIRIM TAŞINA BASMADAN SAATLERCE YÜRÜYEBİLECEĞİNİ BİLMEKTİR. .
M
D D ON R MD A
A
ORMANADA’DA DO R
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Contemporary Istanbul’un 10. yılında, Contemporary Tehran (Tahran’dan Çağdaş Sanat) adı altında gerçekleştirilen “Focus” bölümü de fuarın öne çıkan kısımlarından birisi olacak. Contemporary Tahran kapsamında; Nasser Bakhshi (Aaran Gallery); Babak Roshaninejad (Assar Gallery); Ali Akbar Sadeghi (Shirin Gallery); Moreshin Allahyari (Lajevardi Foundation) and Houman Mortazavi (Dastan’s Basement) katılım gösterecek. CI Focus: Contemporary Tehran— which each year showcases a cutting-edge selection of contemporary art from a specific geographic region or a relevant subject—will present outstanding galleries from Tehran with works by emerging and established artists such as Nasser Bakhshi (Aaran Gallery); Babak Roshaninejad (Assar Gallery); Ali Akbar Sadeghi (Shirin Gallery); Moreshin Allahyari (Lajevardi Foundation) and Houman Mortazavi (Dastan’s Basement).
www.ormanada.com | (0212) 201 59 30
Müjde Bilgütay
CI Focus
16
17
DEVRİMİ DEVİRMEK
REVOLUTIONS ARE WHAT YOU MAKE OF THEM Ağzım bir piçe hamile; annesi insanlık tarihi, babası kesin bir HAYIR diye yazıyor Alieh Abedini.
Yaygın inanışın aksine, İran İslam Devrimi’nden sonra kadınların sanat dünyasına katılımı ve görünürlüğü ciddi surette arttı. Bunun nedeni, İranlı kadınların toplumsal dışlanma ve ötekileştirmeye karşı verdikleri örgütlü ve bireysel mücadele. En kötü kabusumuzdu: “Türkiye İran olacak.” Güzeller güzeli İran kraliçesi Farah Diba’nın hüzünlü yeşil gözlerine vurgun orta direk Türk halkı, 1979’da gerçekleşen İran İslam Devrimi karşısında dehşete kapılmıştı. Her iki millet ezelden beri komşu ve birbirine çok benzer oldukları için, Türkler bu olayı, çoktan geçmişe gömdüklerini sandıkları (daha doğrusu öyle umdukları) kökten dinciliğin Ayetullah Humeyni şeklinde bir kez daha hortlaması gibi görmüşlerdi. Kırçıllı sakalı, siyah cübbesi ve sert bakışlarıyla, kendisini Paris’ten Tahran’a getiren uçaktan inen Humeyni, kafalardaki “gerici yobaz” imgesinin tam bir kopyasıydı gerçekten de. O sıralarda daha çocuktum ve ben de dehşete kapılmıştım çünkü şimdi Googoosh’a ne olacak diye dertleniyordum. Ajda’nın İran versiyonu olan bu kadını çok seviyordum. İran’dan kaçabilirdi ama kaçmadı; şarkı söylemesi (ve basınla konuşması) yasaklandı ve ülkedeki bütün kadınlar örtünmeye zorlandı. Laik 1923 devriminin inançlı bir evladı olan babaannem “Türkiye İran olmaz” diyerek içime su serpti. İlk kez o gün işittiğim bu cümle sonraki yıllarda belki milyonlarca defa tekrarlandı ve İran’ın adını her duyduğumuzda toplumsal bilinç altımızda yankılanan sağır edici bir mırıltıya dönüştü. “Ağzım bir piçe hamile; annesi insanlık tarihi, babası kesin bir HAYIR” diye yazıyor Alieh Abedini. İslam devriminden sadece 9 yıl sonra, İran-Irak savaşının
1
sona ermesinden hemen önce, 1988 yılında doğan Alieh, bundan bir-iki sene önce Avrupa’yı sarsan “Unexposed” (“Gün Yüzüne Çıkmamış” olarak çevrilebilir) sergisine katılan 40 yaş altı 40 genç İranlı kadın sanatçıdan biri. Bu oldukça çarpıcı bir sergiydi; sadece eserler gerçekten iyi olduğu için değil, aynı zamanda Batılı zihinlerdeki tipik İranlı kadın imajının, Betty Mahmoodi’nin çok satan “Kızım Olmadan Asla” kitabının
kapağındaki peçeli kadın fotoğrafından öteye gidemiyor olması yüzünden… (O kitaptan sonra, Batıda Müslüman kadınlarla ilgili yayınlanan hemen her kitabın kapağında, baygın bakışlı peçeli bir kadın fotoğrafı kullanıldı…) Ama sergiye katılan genç İranlı kadın sanatçılar işleriyle, en güzel ifadesini belki de Alieh’in sözlerinde bulan bambaşka bir duruş sergilemiş ve Batılıların ta Delacroix ve Ingres gibi Romantik ve Oryantalist
XC90 Muzik Art Unlimited 277x400 mm.indd 1
17/09/15 16:14
18
CI Focus
3
2
ressamların zamanından beri devam eden “egzotik yabancı” arzusunun nesnesi olmayacaklarını göstermişlerdi. Devrimin yediği çocuklar Serginin küratörü Fery Malek-Madani, “Ben devrime inanan ve katılan jenerasyondanım” diyor, “Dünyaya açık, özgür ve demokratik İran hayalini
adayı şair Simin Behbahani ve daha niceleri...Bu kadınlar, kendilerine karşı açıkça düşmanlık yapan kökten dinci bir yönetim altında ezilen ve ötekileştirilen cins olmayı reddederek bugün İran’daki en etkili insan hakları grupları arasında yer alan kadın hakları örgütlerine öncülük ettiler ve güç verdiler.
de iş çevrelerinde ciddi bir ayrımcılığa uğramıyor. Hatta İranlı bir kadın sanatçı olarak Batılı küratörler, galeri sahipleri, sanat yönetmenleri, jüri üyeleri vs. tarafından özel bir ilgi bile görebiliyorlar. Bu yüzden İranlı kadın sanatçı ciddi bir ikilemle karşı karşıya: Bir yandan kendisini doğrudan etkileyen hayati sorunları ve
gerçekleştirmek için bütün umutlarımızı devrime bağlamıştık.” Ama sonrası için büyük İranlı şair Goshiri’den bir alıntı yapıyor: “Önümüzde kara günler var… Böyle günler uzun sürmez…” Mallet, devrimler kendi çocuklarını yer demişti. İslamcı yönetim, devrimden hemen sonra patlak veren İran-Irak savaşının yarattığı militarist söylemle kendini iyice pekiştirirken, “Yurttaşlarım bireyselliklerini yenmeyi, kendilerini gizlemeyi ve söyleyeceklerini dolaylı söyleme sanatını öğrendiler.” Ama sonuçta devrimler de devrilebilir, tersine döndürülebilir… Sanat eleştirmeni ve Tahran Sanat Üniveristesi öğretim görevlisi Heila Darabi, “İslam Devrimi’nden bu yana kadınların geldiği duruma bakarsak, yaygın inanışın aksine, kadınların eğitim, çalışma hayatı ve siyasete katılımında İslamlaşma yüzünden bir azalma değil, özellikle 1990’lardan sonra ciddi bir artış yaşandı” diye yazıyor, “Bu duruma, İranlı kadınların toplumsal dışlanma ve ötekileştirilmeye karşı verdikleri örgütlü ve bireysel mücadelelerin ışığında bakılabilir.” Kastettiği kadınlar, Shirin Neshat, Tahmineh Milani, Rakhshan Bani Etemad, ve Samira Makhmalbaf gibi yönetmen ve sanatçılar, 2003 Nobel Barış Ödülü sahibi Shirin Ebadi, 1997 Nobel Edebiyat Ödülü
“Unexposed” sergisine katılan 40 genç kadın sanatçı, Tahran ve diğer büyük şehirlerdeki sanat galerileri ve sosyal medya aracılığıyla yapılan bir duyuruya cevap veren sanatçılar arasından seçilerek belirlendi. Söz konusu duyuruya tam 400 kadın sanatçı başvurmuştu. “Tahran’daki sanat çevrelerinin çok renkli ve canlı olduğunu söylemek artık neredeyse bir klişe haline geldi ve kadınlar bu alanda da tartışılmaz bir yer tutuyorlar” diyor Heila, sergi katalogunun girişinde yayınlanan, “İranlı Kadın Sanatçı; İkinci Cins mi, Ayrıcalıklı Sanatçı mı?” adlı makalesinde, “İran’ın kültürel hayatında ressam, aktris, şair ve roman yazarı kadınların varlığı giderek daha çok hissediliyor; görsel sanatlar alanında ise kadınları sadece sanatçı olarak değil, galeri sahibi, hami ve sanat yönetmeni rollerinde de görüyoruz. Ayrıca sanat eğitiminde de önemli bir yerleri var.” Bunun bir sebebi de Şah rejiminin zamanında uyguladığı kapsamlı modernleşme programı. Kadınların toplumsal, kültürel ve bilimsel hayatta yer almaya teşvik edilmesi bu programın önemli unsurlarından biriydi. Bıçak sırtında Heila şöyle devam ediyor: “İranlı kadın sanatçıların çoğu orta sınıf ailelerden geliyor ve çoğu ne aile hayatlarında ne
yaşam tecrübelerini ifade etmek istiyor ama bir yandan da giderek yaygınlaşan ‘egzotik öteki’ imgesinin, İranlı kadınları belirleyen bir norm haline getirmekten çekiniyor.” Bu İranlı kadın sanatçılar için bıçak sırtında bir durum. Bir yandan oldukları gibi kabul edilmek, yani kurtarılması gereken kadınlar değil, bağımsız düşünebilen sanatçılar olarak görülmek istiyorlar. Aynı zamanda içinde yaşadıkları toplumsal ve siyasi atmosfere değinmek ve eserlerinde toplumsal cinsiyet sorunlarını dile getirmek gibi bir dürtüleri de var. Ama öte yandan, İranlı kadınların klişeleşmiş bir peçe imajına daha fazla hapsedilmesine neden olmak ve Batının bitmek bilmez Oryantalist iştahını beslemek de istemiyorlar. “Çoğu kent kökenli, eğitimli bu yeni nesil sanatçılar, devrimci öncüllerinden farklılar. İslam’ın siyasetteki yerini, Batı karşıtı rejimi ve erkekleri namuslu, kadınları iffetli kılmak için çırpınan ayrımcı politikaları sorguluyorlar” diyor Fery, “Unexposed” sergisinin arka planındaki anafikri açıklarken, “Dini okullardan yetişen bu jenerasyonun dogmaları yıktığını, kendini ifade ettiğini, kendisini duyurduğunu ve yaratıcılığını geliştirdiğini kabul etmeliyiz. Kafalarından geçen birçok cevapsız soruyu içselleştirmiş
olmak bu jenerasyonda büyük bir hüsran yarattı ve bu hüsranı eserlerinde bir makineli tüfek gibi kustular.” Ve ekliyor: “Bu sergi için özellikle bir tema belirlemedik. Tek ortak noktaları siyasi, geleneksel, dini, cinsellik ya da herhangi bir sebepten dolayı İran’da hiç sergilenememiş olmaları… Bu yüzden sergiye ‘Unexposed’ (Gün Yüzü Görmemiş) adını verdik.”
1 Maryam Avarzamani, “I take after my-self!” (Ben kendime çekmişim!), tuval üzerine karışık teknik Maryam Avarzamani, “I take after myself!” Mixed Technique on Canvas 2 Alieh Abedini, İsimsiz, Fotomontaj Alieh Abedini, Untitled, Photomontage 3 Shiva Nooran, “Stable Authority of Modernization - Victors of My City’s Roofs” (Modernleşmenin İstikrarlı Hakimiyeti – Şehrimin Çatılarını Fethedenler), tuval üzerine akrilik Shiva Nooran, “Stable Authority of Modernization - Victors of My City’s Roofs” acrylic on canvas 4 Shadi Noyani, “Like, Dislike of Body” (Bedeni Sevmek, Sevmemek), tuval üzerine akrilik Shadi Noyani, “Like, Dislike of Body” Acrylic on Canvas
20
CI Focus Yeni BMW X1
4
A review of women’s experience since the Islamic Revolution shows that, contrary to commonly held views, women’s participation and visibility in the art scene have increased in Iran. This might be seen in the light of individual and collective endeavours of Iranian women against social exclusion and marginalization
It was the worst nightmare: “Turkey will become Iran.” Madly in love with the wistful green eyes of the beautiful Farah Diba, the then queen of Iran, Turkish middle classes were horrified with the 1979 Islamic revolution. Because the two nations had been neighbours since forever and were so similar in many ways, they took it as if the gruesome ghost of fundamentalist bigotry they thought (or rather hoped) to be buried deep in our past had risen from its ashes, in the form of Ayatollah Khomeini, who was a picture-perfect representation of a “religious zealot” with his shaggy beard, black westment and fearsome eyes as he descended from the plane that flew him from Paris to Tehran. I was a kid back then and I was horrified too, mostly at the thought of what happens to Googoosh now, the Iranian pop diva that I loved so much. She could have fled but she stayed in Iran, but she was banned to perform (and talk to the press) since all pop music was banned and women were forced into hijabs. As a devoted daughter of the secular 1923 revolution, “Turkey will not become
Iran” my grandmother assured me. This was the first of a zillion times I have heard the same statement since then, which has gradually turned into a deafening dhikr constantly murmured in our collective unconscious every time we heard the name Iran. “My mouth is pregnant with a bastard child whose mother is the history of humanity and whose father is a heavy NO” writes Alieh Abedini. Born in 1988, just 9 years after the Islamic revolution, in the final year of the Iran-Iraq war, she is one of the 40 young Iranian female artists (under the age of 40) who took part in the “Unexposed” exhibition which shook Europe a couple of years ago. The exhibition was striking, not only because it was genuinely a great one, but also the typical image of an Iranian woman in the Western mind was the “veiled victim” on the cover of Betty Mahmoodi’s best-seller “Not Without My Daughter”. (After that book, almost all the books about Muslim women published in the West typically came with a portrait of a veiled woman with dreamy eyes...) However the daring works of these young women had a completely different stance that is translated in Alieh’s words, which no longer wanted to be an object of the never ending Western desire for the “exotic other” since the days of Romantic and Orientalist artists like Ingres and Delacroix.
Devoured children “I am of the generation who believed in the revolution, who was involved in it” says Fery Malek-Madani, the curator of the exhibition, “We put all our hopes in the revolution so that we could have a free and democratic Iran, which was open to the world.” But then she quotes great Iranian poet Golshiri who wrote “We have black days before us... Such times cannot last…” Mallet said, revolutions devour their own children. While the Islamist regime consolidated itself with the militarist narratives of the IranIraq war which broke just after the revolution, Fery says, “My compatriots have learned to conquer their individualism, they have concealed themselves, and they have learned to express themselves via the art of evasion.” But a revolution is what you make of it after all. “A review of women’s experience since the Islamic Revolution illustrates that, contrary to commonly held views on the position of women as a result of Islamization, women’s education, employment, and political participation had increased, particularly during the 1990s” writes art critic Helia Darabi who is also a lecturer at the Art University of Tehran, “This might be seen in the light of individual and collective endeavours of Iranian
presence of women artists, actresses, poets and novelists; and in the field of visual art, their influence is not merely as artists, but also as gallery owners, patrons, and art managers. They also play a significant role in art education.” This is partly thanks to the expansive modernization agenda of the Shah Pahlavi regime which placed notable attention on the encouragement of women in various social, cultural and scientific fields. Tricky “Woman artists in Iran usually come from a middle-class background, and most of them do not experience rigorous segregation in their life or career” Heila continues, “As female artists coming from Iran, they might even receive extra attention from Western agents, i.e. curators, gallerists, art managers, jury, etc. Therefore, it remains a dilemma for the Iranian female artist, how to address their most vital issues and lived experiences while trying not to perpetuate the ever-growing ‘exoticized’ image and normative idea of Iranian femininity.” This is a tricky situation for the young female artists of Iran. On the one hand they want to be regarded as what they actually are; that is, independent thinking artists rather than subjugated damsels in distress... They also seek to address the socio-political atmosphere they live in and refer to their genderbased issues and experiences in their
women against social exclusion and marginalization.” She means women like 2003 Nobel Peace prize winner Shirin Ebadi, directors and visual artists Shirin Neshat, Tahmineh Milani, Rakhshan Bani Etemad, and Samira Makhmalbaf, poet and nominee for 1997 Nobel Prize for literature Simin Behbahani, who refused to be subjugated as secondary sex under a fundamentalist regime that was blatantly hostile to women, empowering many women’s rights groups which are among the most active human rights groups in Iran today. The 40 young female artists in “Unexposed” were selected through a competitive process which began with a call through social networks and art galleries in Tehran and other major cities in Iran. Four hundred women responded to this call. “This has become almost a cliché to say that the art scene in Tehran is affluent and vibrant, and once again, women are its indisputable players” says Helia in her article “Iranian Female Artist, a Second Sex or a Privileged Performer?” at the beginning of the exhibition catalogue, “Iran’s cultural life increasingly witnesses the
works. However on the other hand, they want to refrain from reiterating the stereotypical images of Iranian women as victims in veil and evade satisfying the Western desire for the “exotic other”. “This new, mostly urban, educated generation of Iranian artists are different than their revolutionary predecessors. They question Islam in politics, the anti-Western regime and segregation policies which seek to separate men and women, desperate to keep men chaste and women pure” says Fery as she explains the idea behind the “Unexposed” exhibition, “We have to say, this generation, which was brought up in religious schools, is breaking its dictates, expressing itself, making itself heard and enriching its creativity. Internalizing the many unanswered questions they harbor, has increased the sense of frustration in this generation—a frustration which instead has exploded in their works like gunfire.” Then she adds, “ We have deliberately not chosen a theme for this exhibition, unless it’s that most of these works have never been shown in Iran for one reason or another: politics, tradition, religion, sex,… That’s why we’ve simply called it ‘Unexposed.”
www.bmw.com.tr
D XB Y
Y
D
Sheer Driving Pleasure
M.
BMW X1.
BMW X ailesinin en aktif üyesi Yeni BMW X1 tamamen yenilenen gövde yapısı ve çok yönlü tasarımı ile sizi bekliyor. Yeni BMW X1 ile gitmediğiniz yerleri keşfedecek, yeni heyecanlar yaşayacak ve her an yeni fikirlere açık olacaksınız. Yeni BMW X1 şimdi Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda. Detaylı bilgi, kiralama ve finansal seçenekler için 1 1
BMW X1 27,7x40.indd 1
10/22/15 5:27 PM
Fikret Güvenç
CI Focus
22
savaşta yenilen bir savaşçı, bazen muzaffer bir komutan olurdum ve çoğu zaman da, tıpkı sizin söylediğiniz gibi gerçek bir hikaye anlatıcısı rolüne bürünürdüm. Her halükarda tuvalim benim
HİKAYECİ STORYTELLER 1937 doğumlu Ali Akhbar Sadeghi son 60 yıldır İran sanatının mihenk taşlarından biri. İran gerçeküstülüğü olarak tarif edilebilecek bir tarz geliştiren sanatçı, geleneksel İran resminin form ve kompozisyonlarını yeniden yorumluyor. Fars mitolojisinden ve halk hikayelerinden esinlenen, genellikle oldukça büyük çalışılmış işlerinde çarpıcı renkler, hareket ve aksiyon duygusu öne çıkıyor. İran resminde kendine özgü damar açan Sadeghi, Kaçar Dönemi geleneği ünden ve geleneksel İran resmini Batılı malzeme ve tekniklerle birleştiren Kahvehane Resimleri ekolünden etkilenmiş. İran animasyon sinemasının gelişiminde de önemli rol oynayan sanatçı kendini geleneksel bir hikaye anlatıcısı olarak tanımlıyor. Fikret Güvenç: Yarım yüzyıldan uzun süredir İran sanat sahnesinin öncü isimlerinden birisiniz. Devrim öncesi, devrim ve savaş sonrası dönemleri ve bugünü de göz önüne alarak, İran’daki sanat üretimi ve algısının nasıl değiştiğini anlatabilir misiniz?
ifade edilir. Devrim öncesi dönemde hükümetin ve halkın değişim arzusu bir şekilde birbiriyle çelişiyordu. Hükümet ülkeyi batılılaştırmaya yönelik hamleler yapıyordu ama halk daha yerel bir dönüşümden yanaydı. Bunun sonucunda yaşanan kültürel çatışmanın meyveleri toplanamadı. Buna rağmen 1960’lar modernleşmesi popüler kültürde İran folk motiflerinden esinlenen Saqqakhaneh ekolünden başlayarak, Çocuklar ve Genç Yetişkinlerin Düşünsel Gelişimi Enstitüsü’nün kurulması ile birlikte köklenip kendi ifadesini buldu. Devrim sonrası dönemde sanat üretimi iki farklı senaryoya bölündü. Yine de devrimden hemen sonra sanatsal bir beyin göçü başlamadı; aslına bakarsanız çoğumuz hala İran’dayız. Burada önemli bir nokta, İran dışındaki sanatçılar farklı bir eğitim gördüler ve farklı şartlarda yaşıyor ve çalışıyorlar; halbuki İran’da yaşayanlar farklı davrandılar. Fakat ortak noktaları her ikisinin de kimlik arayışında olması. Belki İran dışında yaşayan sanatçı
bir depresyon dönemine girdi ve hem sanat üretimi hem de sanat çevreleri anlamında İran’da kalanlar kültüre katkı sunma niteliklerini kaybettiler; çok adanmış olmalarına karşın toplumsal düzeyde bir kültürel akışkanlık yaratamadılar. F. G: Kaçar Dönemi (1794 – 1925) ve Kahvehane ekolü sizin için neden önemli? Bu bağlamda, bir yandan kendi tarihi ve kültürel mirasınızı koruyup kullanırken bir yandan da evrensel bir dil yakalamanın sırrı nedir? A. A. S: Kaçar Dönemi’nin olumlu bir yan etkisi varsa o da sanatsal ifadenin ciddi bir yükseliş göstermesiydi. İran bu dönemde kraliyet ailesinin hayatını tasvir eden sanat eserleriyle tanıştı ki, bu o zamana kadar İran halkının görmediği bir şeydi. Böyle aykırı bir sırrın üzerindeki örtünün kaldırılması, ilgi çekici bir tartışma konusu. Sanat hayatımın farklı dönemlerinde devam eden bir etkisi oldu ve şimdiki zamanda yaşayan bir sanatçı olarak işlerimin evrensel bir yön kazanmış olabilir.
Ali Akhbar Sadeghi: Bahsettiğiniz siyasi dönemlerin her biri sadece İran’daki günlük hayatı belirgin bir şekilde değiştirmekle kalmamış, sanat topluluklarını da doğrudan etkilemiş dönüm noktalarıdır. İran’daki sanat çevrelerinin siyasi değişimlerle yüz yüze gelmesi, sanat üretimlerinin rotasını farklılaştırdı. Bu değişebilirlik bir kez siyasi çalkantılarla yüzleştiğinde akışın çapı farklı bağlamlarda farklı araçlarla
batılı popüler kültüre uyum sağlarken İran’da yaşayan sanatçı kayıp bir kimliği korumaya çalışıyor. Bu anlamda hem kültürel unsurları İran’a özgü bir biçimde kullanmak, hem de küresel düzeyde kabul görmek istiyorlar. Bu ikilik kısmen, her iki tarafın da kendi kültürlerine tamamen hakim olamamasından kaynaklanıyor ve bu yüzden koruyuculuk yapmak bir görev haline geliyor. Savaş sonrası dönemde bütün ülke ağır
F. G: Sizinle ilgili birçok makalede işlerinizin şu veya bu şekilde birer otoportre olarak okunabileceği ifade ediliyordu. Bunu biraz açabilir misiniz? Geleneksel bir hikaye anlatıcısı rolünü mü üstleniyorsunuz? A. A. S: Çocukluğumda zihnim sürekli dini öyküler ve efsaneler anlatan hikayecilerin söyledikleri ile meşguldü. Kendimi tarihi kişilerin ya da roman kahramanlarının yerine koyar, bazen
1
için, insanın çektiği acıları ve mutluluklarını mitler dünyasından gerçekliğin dünyasına yansıtan bir ayna oldu. F. G: Dile getirmek istediğiniz fikirler, vermek istediğiniz mesajlar ve anlattığınız hikayelerin kilit noktaları bakımından esin kaynaklarınız neler? A. A. S: Aslında ele aldığım en önemli konu insan olmaya dair sorular. Hayat, farklı boyutlarda etkileri olan belirsizliklerle dolu ve insanın bir durumla baş edebilmek için çeşitli fikirler geliştirmesi daha da ilginç bir süreç. Bana göre gündelik hayatta var olabilmek için yarattığımız matematik veya yazdığımız algoritma aslında sandığımız kadar sürdürülebilir bir şey değil. Benim ilgi duyduğum soruların merkezinde doğru veya yanlış olmak var ki, bu da özellikle, 30 yıldır devam eden ve her bir işe matematiksel bir isim koyduğum “Mit ve Matematik” serisinde görülebilir. İnanıyorum ki, bu işler gerçek hayatın normlarıyla tarihini sorguladığım bir tür laboratuar ve keşfedilmeye açık! F. G: Zarrinkelk’le birlikte, bugün dünya çapında kabul gören ve birçok ödüller kazanan İran animasyon sinemasının gelişimine büyük katkıda bulundunuz. Sanatın bu dalına duyduğunuz özel ilgi nereden kaynaklanıyor ve İran animasyon sinemasının ve animasyon sanatçılarının bu başarısının ardında ne var? A. A. S: Çocuklar ve Genç Yetişkinlerin Düşünsel Gelişimi Enstitüsü’nün 1965 yılında kurulması ile İran’ın kültür ve sanat hayatında yeni bir dönemin tohumları atıldı. Bu enstitü bir kültür odağı, sanatçının herhangi bir sınır, kısıtlama ya da mecra dayatması olmadan istediği fikri ele alabildiği bir düşünce kuruluşuydu. Sanatçılar arasında gerçek bir işbirliği yaratılan bir dönemdi. Enstitüye girdiğimde aynı zamanda askerlik görevimi yapıyordum ve aynı zamanda bir kitabın illüstrasyonları üzerinde çalışıyordum. Terhis olur olmaz bu sefer de bir animasyon projesi, ilk animasyon filmim olan “Yedi Şehir” üzerinde çalışmaya başladım. O dönemde bir animasyon filmin nasıl yapılacağını dahi bilmiyordum ama sonuçta film büyük başarı kazandı. Enstitüde çalıştığım süre boyunca altı animasyon daha yaptım ve 15 kitabın illüstrasyonlarını hazırladım. Çocuklar ve Genç Yetişkinlerin Düşünsel Gelişimi Enstitüsü’nün başarısının ardında işbirliğine dayanan çalışma ortamı, enstitünün çok-disiplinli yapısı ve hükümet desteği vardı. F. G: Hangi İranlı ve/veya uluslar arası sanatçıya dikkat edelim? A. A. S: Tek bir isim vermek çok zor ama yeni jenerasyonun sanat üretme biçimleri tabii ki bugünün teknolojisine entegre olmuş durumda. Burada asıl ilginç olan, artık hem sanatçı olup hem de resim çizememek bir sorun teşkil etmiyor. Yeni nesi teknolojiyi en iyi şekilde kullanıyor ve temel becerilerden ziyade eserin ardındaki fikrin önemli olduğuna inanıyorlar.
Sotheby’s was the first International auction house to open a branch in Turkey. Seven years on, Sotheby’s continues to be an active participant in this vibrant and flourishing art scene.
SUKRIYE DIKMEN Untitled, 1970s. Estimate £7,000–10,000
FAHRELNISSA ZEID Untitled, 1950s. Estimate £35,000–45,000
MUBIN ORHON Untitled, 1964. Estimate £30,000–40,000
BEDRI RAHMI EYUBOGLU Untitled, 1965. Estimate £8,000–12,000
20TH CENTURY ART A DIFFERENT PERSPECTIVE AUCTION LONDON 2 DECEMBER 2015
Viewing 27 November – 1 December Enquiries London +44 (0)20 7293 5154 ashkan.baghestani@sothebys.com, Istanbul +90 212 373 9644 oya.delahaye@sothebys.com sothebys.com/20centuryart Sotheby’s Turkish office provides purchasing advice for clients, arranges valuations, collection visits, and hosts special private sales for Turkish clients.
24
CI Focus Having left his mark on the last 60 years of Iranian art Ali Akhbar Sadeghi defines himself as a traditional storyteller. Based on Myths, sagas and folktales, his works
digging time for their identity. Perhaps one outside Iran adapting themselves to western popular culture and one inside Iran tries to preserve a lost identity. As regards
The question of being right or wrong has been the core of my interests, this can be witness particularly in my thirty years project the “Myth & Math” series where I named each painting
are large, dramatic and surreal… Born in 1937, Ali Akhbar Sadeghi is one of the cornerstones of Iranian art for the past 60 years. Reinterpreting forms and compositions of traditional paintings, his style can be described as Iranian surrealism. Inspired by Persian mythology and folk tales his works are large, full of movement and action, and stand out with their bright colours. Having initiated a vein of his own in Iranian painting Sadeghi is largely influenced by the Qajar tradition and Coffee House paintings which combine traditional motifs and compositions with Western techniques and materials. Also an important figure in the development of Iranian animation cinema, Sadeghi describes himself as a traditional storyteller. Fikret Güvenç: As a front runner of the Iranian art scene for more than half a century can you describe how the production and appreciation of art have changed in Iran, taking into consideration the pre-revolution, post-revolution, post-war and contemporary eras? Ali Akhbar Sadeghi: Each political era you have mentioned not only had significant impact to everyday life in our society but indeed a direct influence to the artistic communities. Iran’s art circles coinciding with political changes have altered the course of art productions. Once this changeability faces political turbulence it will create a scene from a change in which the radius of its influx had a different means in different context. In pre-revolution, the demand for change from the government and the people was somehow opposite each other. Government initiated a move to westernize the country where as people were more after a domestic change. The consequence was a cultural clash in which the real fruit have left unharvested. Although from Saqqakhaneh movement with Iranian folk culture motifs along with the establishment of IIDCYA “The Institute Of Intellectual Development For Children And Young Adults” have produced a strain of 1960s modernism rooted in popular culture In post-revolution era, the art production splits in to two scenarios. Although artistic migration never happened immediately after revolution, in fact most of us have been living in Iran. One pushing point is that; artists located outside Iran are trained differently, living and working in different circumstances where as those inside Iran performed in different manners. But what is common within them is both were
both significantly being Iranian in terms of use of cultural elements and yet they acclaimed globally. This is partly because both sides faced with unaccomplished inherency towards their own culture, therefore to be a guardian became a duty. In post-war era the country has entered to a severe depression mode both in terms of art production and artistic community, those in Iran have lost the essence of cultural contribution, even though they were very dedicated, they never witnessed a fluid cultural activity in social level. F. G: Why Qajar Era (1794 – 1925) and Coffee House paintings are important to you? And within this context, what is the secret of protecting and making use of your local historical and cultural heritage while maintaining a universal language? A. A. S: The boom in artistic expression that occurred during the Qajar era was the fortunate side effect of the period. In this era Iran has accompanied the art by portraying the life of royalty that was unseen even by its people at that time. Unveiling such antithetical secret gives an interesting territory for debate. So far this has been carried through different periods of my artistic life and as being an artist in contemporary time my works may get a universal aspect. F. G: Many articles on your work indicate that most of your paintings can be seen as self-portraits in one way or another. Can you please elaborate on that? Are you taking on the role of a traditional story teller? A. A. S: When I was a child I was drowning into the stories of narrators that gave the account of religious and mythical stories. In my mind I was taking the role of historic and novel characters, sometimes being a warrior who lost in a war, sometimes being victorious and as you mentioned, many times I took the role of the actual storyteller. In any case my canvas has been the mirror of myself, who is facing the pains and glories of human being from the world of myth to the world of reality. F. G: What are your inspirations (in terms of ideas, messages, the key concepts in stories you tell)? A. A. S: My key subject of interest in fact is my questions towards humanity. Life is full of uncertainties with different magnitudes, and how humans overcome with an idea to resolve a situation is even more interesting. For me the mathematic we create or the algorithm we write in our everyday life in order to survive are not as sustainable as we imagine.
with a mathematical name. There you can explore my laboratory in which the norm of real-life and its history been questioned, I believe so! F. G: Together with Zarrinkelk, you have contributed a great deal in the development of Iranian animation, which has grown to become internationally recognized with many award-winning productions. Why were you interested in this particular field of art and what do you think is the secret behind the success of Iranian animations/animators? A. A. S: The establishment of “The Institute of Intellectual development for children and young adult” IIDCYA in 1965 was the seed for a new chapter in Iran’s art and culture. Whereas the institute was a cultural hub, a think tank where individual artist examining their idea without having any boundary and limitation or choice of medium. It was the time when a real sense of artistic collaboration created. I entered the Institute while I was doing the military and I was commissioned to illustrate a book, right after the completion, I was given another project, but this time is to make my first animation “Seven Cities”. At that time I didn’t have any clue how to make an animation, anyhow the film turn in to a great success followed by six more animations and around 15 book illustrations made during my time at the institute. In my opinion the key behind IIDCYA success was the collaborative atmosphere, multidisciplinary aspect of the institute and support of the government. F. G: Which international and Iranian artists would you recommend us to keep an eye on? A. A. S: It is very difficult to name one, but of course the new young generation whom the way they produce art is well integrated with today’s technology. The intriguing part is, it’s not an issue anymore if you can’t draw and at the same time being an artist. The young generation make best out of technology and they convinced that what is matter is the idea rather than the foundations.
1Yazılmamış Seri’den 75. doğumgünü, Mürekkep, Akrilik, Altın ve Gümüş Yapraklar, tuval üzerinde. AS 75th Birthday From the Unwritten Series Ink, Acrylic, Gold & Silver leaf on canvas 150 x 300 cm, 2013 © Artist & Shirin Gallery
Mehmet Kahraman
CI Pick
26
GİZLİ GÜNLÜKLER Işık ve gölge ilişkisini soyut formlarla tellere geren sanatçı Gülay Semercioğlu ile Pi Artworks Londra’daki “The Woman On The Wire” sergisi için bir araya geldik. Sergi kadın kimliğinin toplum içerisindeki yerinin travmatik bir hikâyesi.
SECRET DIARIES Mehmet Kahraman: Pi Artworks’ün Londra’daki galerisinde açtığınız kişisel serginiz “The Woman On The Wire”ın ön gösterimini geçtiğimiz Eylül ayı içerisinde Sofa Otel de yaptınız. Böyle bir karar almanızdaki neden neydi? Gülay Semercioğlu: Bir arkadaşım ile Temmuz ayında sergim üzerine sohbet ederken İstanbul’da bir ön gösterim yapma önerisiyle düşünmeye başladım. Bir yandan İstanbul Bienali ve paralel sergilerle mekânların programlarının dolu olduğunu gördüm. Bir yandan da işlerin Londra’ya gideceklerini düşünüyordum. Bu esnada Sofa Otel ön gösterim için 5 Eylül’ün uygun olabileceğini söyleyince programımızda bir aksama olmadan bir ön gösterimi yapabildik. Atölyemde işleri bir arada görme şansım olmadığı için bu ön gösterim çalışmalarımın bir mekân içerisinde yarattığı bütünlüğü görmem açısından iyi oldu. Hem de sergiyi bir günlüğüne de olsa İstanbul’da da göstermiş oldum. M. K.: “The Woman on the Wire” sergisindeki çalışmalarına baktığımızda içerik açısından soyutlamalardan uzaklaşan ve bir hikâye etrafında
toparlayan bir önerme ile karşılaşıyoruz. Kadın kimliği ve kadın olma halleri üzerine baskın bir politik bir tavır hissediliyor. Bu değişkenliği neye borçluyuz? G. S.: Bu bir anda çıkmadı. Doğduğumdan beri bir Türk kızı olarak, Müslüman bir ülkede yaşayan bir kadın olarak hep vardı. Ama neden 2015’e kadar beklediğimi soruyorsan, zaten ben örgü ve kapitonelerimi yapıyordum. Kapitoneleri ilk 2007’de Contemporary İstanbul’da sergilediğimde kimsenin ilgisini çekmedi. Hazır malzeme sanıldı ve algılanabilmesi için açıklamalar yapmak zorunda kaldım. Ben de kendimce üretmeye devam edip, zamanı geldiğinde paylaşacağıma dair bir karar aldım. Aslında örgü işlerim benim üretimimin en erken dönemlerine denk gelir. M. K.: Serginin üretim süreci nasıldı? Çalışmalarınızı oluştururken bir destek aldınız mı? G. S.: Üretim süreci uzun ve çok sancılıydı çünkü örgü telle olduğu için çok yavaş ilerliyor. Her gün en az 7 - 8 saat örüyorum. Bir de bedensel yorgunlukta işin içine girince durmak
zorunda kalıyorsun. Bir metre eninde iki santimetre yükseklikte bir şeyi bir günde örebildiğimi baz alırsan aslında tek başıma yapsaydım ne kadar zaman alacağını daha iyi görebilirsin. Bundan dolayı yapacağım motifleri örecek kişileri aramaya başladım. Yaptığım görüşmelerden olumlu sonuçlar çıkmayınca motivasyonum düştü. Yardımcı olacak insan bulmakta o kadar zorluklar yaşadım ki, sergiyi bu seneye erteledim. Belki de daha iyi oldu bilemiyorum. Bu sergideki işlerde aslında benim gibi düşünen bir sürü kadının emeği, hayalleri, acıları da var. Çünkü örgüler insanların gizli günlükleri gibidir, duygular içine geçer. M. K.: “The Woman On The Wire” sergisini oluşturan motifler sizin daha önce yaptığınız soyut minimal çalışmalar ile nasıl bir dil bütünlüğü yakaladı? G. S.: Tel ile üç farklı teknik kullanıyorum, vidalara gererek, tığ ile örerek ve kilim dokuyarak. Gererek yaptığım işler daha soyut; modern diyebileceğim duvara asılabilir boyuttakiler ise daha resimsel dili olan
ve figüratif olmayan işler. Örgü başka, kilim başka olanaklar sunuyor. Bende her tekniğin kendi ruhuna göre kullanıyorum. Kilimde soyut bir şey kullanmıyorum, ya da şimdilik kullanmıyorum, beni daha figüratif işler yapmaya yöneltiyor. Örgü hem soyut hem figüratif arasında bir olanak sunuyor. Ama telleri gererek duvarda sergilediğim işlerde tamamen soyut şeyler yapmaya yöneliyorum. Onda da figür yapmak bana sanki olmazmış gibi geliyor, malzeme değil de teknik ona el vermiyor sanki. Yurtdışında Gülay isminin kadın ismi olduğunu bilmiyorlar. İşimi görüp benimle tanışmak isteyenlerin çoğunun söylediği şuydu; ‘Bir kadın bunu nasıl yapabilir?’. Çünkü matkap kullanmavidalama gibi erkeksi bir teknik var alt yapısında. Bu beni çok mutlu ediyordu, demek ki kimliğimi saklayabiliyor, insanların işe sadece sanat nesnesi olarak bakabilmelerini başarıyorum demiştim. Son yıllarda tam tersine bu artık umurumda değil. Ben hep kendi hayatımın hikâyesini yapıyorum. Son sergim ise Ayşe ile Ali’nin kara hikâyesi. M. K.: Ali ile Ayşe bize ne anlatıyor ? G. S.: Örgü örmek çocukluğumdan
beri en sevdiğim şey. Annem çok anlatır küçükken nasıl meraklı olduğumu. Bu sergi birden çıkmadı sadece benim bu sergiyi yapmaya hazır olmam gerekiyordu. Hep şöyle bir korkum oldu; kadın sanatçı kimliğim üzerine bir iş üretmek. Daha önceki işlerimde kimliksiz olmamdaki çabam da bunun üzerineydi. Hiçbir erkek ‘erkek sanatı’ diye bir şey yapmazken biz kadınlar ‘kadın sanatı’ yaparak kendi kendimizi ikinci sınıf yapıyoruz diye otuzlu yaşlarda düşünürdüm. O yüzden bu sergiyi yapmak için benim olgunlaşmış olmam gerekiyordu. Hikâye ortaokul yıllarımda yazar olmak istememle başladı. Bir gün öğretmenimiz ödev verdi; ‘hayal ürünü olmayan bir hikâye yazın’. Annemle konuştum, o da bana Hatice’nin hikâyesini anlattı. Annem küçükken köylerinde Hatice diye bir kız tecavüze uğruyor. Ailesi bunu öğreniyor ve Hatice’yi öldürüyorlar. Tecavüz edeni değil, Hatice’yi öldürüyorlar! Hatice’yi kuyuya atıyorlar ama Hatice ölmüyor, günlerce inliyor, kimse de gidip onu çıkarmıyor. Ben Hatice’yi hiç unutmadım, hikâyesini yazdım, sınıfta okudum ve
herkes beni ağlayarak dinledi, ben de ondan sonra yazı yazmayı bıraktım. Örgü örüyor, dantel yapıyor ama bir yandan Rus edebiyatı batı edebiyatı okuyordum. Bizim coğrafyanın doğubatı söylemlerinden yoruldum. Artık nereye ait olduğumu bilmek istiyorum. Geleneksel bir ailem var. Ben ne kadar özgür yaşayan bir kadın gibi görünsem de yine de bazı şeylerde abim ne der, babam ne düşünür diyorum, çünkü bu bana kazınmış bir şey. Ben kimim, modern büyütülmüş, İstanbul’da doğmuş büyümüş biri olabilirim ama hala Antep’te akrabalarımızın kızları 16 yaşında evlendiriliyorlar, hala töre cinayetleri var. Töre cinayetlerinde öldürülen kadınlar için sayaç bile var, kimse hapse girmesin diye intihar ettirilen kızlar var. Bende iki kız çocuk annesi olarak daha mı duygusallaştım bilmiyorum, bu empati hep vardı, şimdi su yüzüne çıktı. M. K.: Kadının özgürleşmesi erkeği de özgürleştirir mi? G. S.: Asıl sorunun temeli bu. Anneler daha eğitimli olsa daha hümanist erkek evlatlar yetiştirse zaten bu sorun
çözülecek. Ama kadının özgürleşmesine izin verilmiyor bu coğrafyada. Ben Ali’yi hiç yok saymıyorum o da bu durumdan payına düşeni alıyor. Ali benim için tüm erkekleri, Ayşe tüm kadınları temsil ediyor. Bir İngiliz yazar röportaj sırasında bana neden Ali ile Ayşe diye sordu; konuyu çok yerelleştirmiyor musun? Evet bu evrensel bir sorun ama yanılıyorsun dedim. Ali ve Ayşe sadece Türk değil Müslüman ismidir. Hz. Ali ve Hz. Ayşe var. www.piartworks.com
28
CI Pick
1 Woman on the Wire Sergi Yerleştirme görüntüsü, detay, Pi Artworks izniyle / Woman on the Wire, detail from Installation, Courtesy of Pi Artworks
We met with Gülay Semercioğlu to talk about her exhibition “The Woman On The Wire” in Pi Artworks, London where she seeks to show the relationship between light and shadow by way of abstract forms knitted on wires. This exhibition is a traumatic story of women’s identity in society. Mehmet Kahraman: You have realized a preview of your solo show “The Woman On The Wire”, now on show at Pi Artworks, London, at the Sofa Hotel last September. What was the motive behind this?
My quilting works were first exhibited in Contemporary Istanbul 2007 and nobody was interested. Everybody thought they were ready-made and I had to make explanations for them to be understood. It was after that that I decided to go on doing those works but sharing them when time came. In other words, those knitting works are part of my earliest production. M. K.: Can you tell us about the production process? Did you get any help in creating your works? G.S.: Production was lengthy and painstaking, because knitting with
possibilities and I use each technique to achieve a different result fitting the technique’s spirit. For rugs, I do not use abstract forms, at least for now; I prefer more figurative forms for rugs. As for knitting, I can do something between abstract and figurative. The works on the walls, on the other hand, encourage me to experiment with the abstract. It feels more preferable to figurative; it’s more about the technique rather than the material, which makes me think so. People abroad do not know Gülay is a feminine name and most of them who
story. When my mother was a little girl, Hatice, a girl in their village, gets raped and, after discovering this, her family kills her. Not the rapist, but Hatice! They throw her in a pit, but she does not die instantly; she moans there for days and nobody gives her a helping hand. I never forgot Hatice. I wrote a story about her and read it in the class, which left everyone crying. That was when I stopped writing. I knit, do lacework and read Russian literature. I am tired of this geography’s mumblings about the east and the west. I want to know where I belong. I have a traditional family and
Gülay Semercioğlu: The idea came to my mind while having a chat with a friend in July. Most of the venues were not available due to the Istanbul Biennial and its parallel events. On the other hand, the works were travelling to London. When Sofa Hotel confirmed September 5th for a preview, we had the opportunity to realize it without any interruption of our determined schedule. It was also good for me to see the works altogether in a space, as I didn’t have the chance to see them together in my studio. It was also an opportunity to present the exhibition in Istanbul, even for one day. M.K.: The works in “The Woman on the Wire”, as we can see, steer away from abstraction and gather around a storyline. Women’s identity and conditions of being a woman are felt through a dominant political perspective. What is the reason for this change? G.S.: It did not happen overnight. I felt it ever since I was born... as a Turkish girl... and as a woman living in a Muslim country. However, if you are asking why I waited until 2015, let me tell you that I had already been doing this knitting and quilting works.
wires takes a long time. I do my wireknitting work 7-8 hours everyday and fatigue puts a stop at one point. Let’s put it this way, it takes a whole day to knit something one meter wide and two centimeters high. You guess how long it would take to do all the work in the exhibition by myself. Therefore I started searching people to help me with knitting, but ended up with no results and became demotivated. It was so difficult to find some help that I had to postpone the show one year, which might have actually been good, I don’t know. This show also reflects the labor, dreams and pains of many women who think like I do, because knit works are like secret diaries of people; feelings are woven into them. M.K.: How could you ensure a unity of visual language between the motifs in “The Woman On The Wire” and your previous abstract minimal works? G.S.: I use three different techniques with wire: stretching them on screws, knitting by needle and weaving rugs. The first technique allows me to do more abstract works. Those you can hang on the walls are more picturesque, but not figurative. Knitting and weaving offer different
saw my works and wanted to meet me surprisingly asked: “How can a woman do this?” It is because drilling and using screws is widely accepted as a masculine job. That made me happy due to the fact that I could hide my identity and let people view my works only as objects of art. However, I have grown indifferent to this, I do not care any more. I am telling my life’s story. And this last show is the dark story of Ayşe and Ali. M.K.: What do Ali and Ayşe tell us? G.S.: Knitting has been my favorite hobby since childhood, even my mother tells my how curious I was about it. So this show has not “just” happened, I just had to be ready for it. I have always feared making art focusing on my identity as a woman. That is why I have tried to avoid my identity in my previous works. In my thirties, I was quite preoccupied with us, women, making “women’s art” while men had no concerns about making “men’s art”. Therefore, I had to mature to do this show. Its story goes back to my high school days when I wanted by a writer. One day, our teacher gave us an assignment to write a non-fiction story. I asked my mom about it and she told me Hatice’s
however free I live my life, I still think about what my brothers, my father would say about certain things, because it is in my blood. Who am I? I may be a person born in Istanbul and raised in a modern way, but my relatives’ daughters in Antep are still married at the age of 16. There are still honor killings. There is even a counter for women dying as a result of honor crimes. There are those girls forced to commit suicide so that no one gets in jail. I do not know if I have become more emotional as a mother of two daughters, but I have always felt that empathy and now it surfaced. M.K.: Does the liberation of women liberate men? G.S.: That is the real question. If mothers were more educated and raised more humanist sons, this problem would be solved. However, women are not allowed to liberate themselves in this geography. I do not ignore Ali; he gets his share of this. For me, Ali represents all men and Ayşe, all women. An English author asked me if I was over-localizing this matter with the names Ali and Ayşe. I told him that I agree about the universal nature of the problem, but Ali and Ayşe were not only Turkish names, but Muslim ones, too. There is Hazrat Ali, Hazrat Ayşe...
Yzbnnmm
10 Yzbnnmm
30
FOLLOWING NUMBER
we picked events in the city
sayısı üzerinden şehirde etkinlik seçtik
YENİ MINI CLUBMAN. OCAK 2016’DA TÜRKİYE’DE. www.mini.com.tr/Clubman 27.7x40 MINI CLUBMAN ILAN.indd 1
10/23/15 4:38 PM
Elvin Vural
Side Events
32
33
Side Events
KOYAANİSQATSİ ÇINAR ESLEK’İN ‘-MIŞ GİBİ YAPAN’ DOĞASI VE DİĞERLERİ ÇINAR ESLEK'S "PRETEND" NATURE AND OTHERS Çınar Eslek’in “Koyaanisqatsi” adını taşıyan son kişisel sergisi 20 Kasım’a kadar PG Art Gallery’de izleyiciyle buluşacak. Sanatçının kendine yabancı bir malzeme veya disiplini önce keşfedip sonra başarılı bir şekilde sanatsal ifadesinin bir parçası haline getirişi, önceki sergilerde olduğu gibi bu sergiye de hakim. Reçineden kompozisyonlar ve tuvallerin ağırlıkta olduğu sergide, birkaç desen çalışmasıyla birlikte bir de video işi bulunuyor. Eslek’in yeni sergisi kimi semiyotik bağlantılar, kimi ise malzemenin diliyle ortaya çıkan ‘doğal ve üretim’, ‘gerçek ve efsane’ gibi ikilikleri konu ediniyor. Bu ikiliklere kendince bir cevap arayan
dahi, bu parçalar naçizane varoluşlarını sürdürdükleri yerlerden koparılmış ve Eslek’in eliyle şu an bulundukları yere mıhlanmış durumdalar. Son birkaç yüzyılın hikâyesidir aslında doğaya söz geçirebilmiş olan insanın hakimiyeti. Eslek, yarattığı bu doğa gibi olan, ama aslında doğal olmayan küçük dünyalarla, doğa ve insan arasındaki hiyerarşik konumlandırmayı önce ortaya çıkarmak, sonra da bu hiyerarşiyi yıkmak istiyor. Onun yarattığı bu dünyalarda doğa, doğal olma zorunluluğundan kurtuluyor ve insanın karşısına bu haliyle dikiliyor. İşte tüm sergideki en tatlı, en iç gıcıklayıcı nokta da burası: Sanatçı
sanatçının, arayış sürecinde kendisini de görünür ve eyleyen kılması ve bunun üzerinden ikilikler arasındaki sınırları bulanıklaştırması, serginin en öne çıkan özelliklerinden biri. Serginin ana akislerinden biri olan ‘doğal olan ve üretilmiş olan’ ikilemi, reçineye yatırılmış kompozisyonlarda gizli. Eslek bu kompozisyonlarda buluntu bitki ve taş parçalarını küçük, plastik hayvan heykelcikleriyle birlikte, kat kat reçinenin içine hapsetmiş. Reçinenin buradaki kullanımı özellikle önemli, çünkü kompozisyonun bileşenlerini hapsetmenin yanında, şeffaf olduğu için, izleyiciye katmanların altındakilere dair de soru işaretleri aşılayan bir ekran gibi işlev görüyor. Reçinenin altında ve etrafında mikro bir dünya, buna paralel olarak da mikro bir gerçeklik var. Peki bu küçük bütünlük, aynı zamanda doğanın bir parçası, hiç değilse bir doğa temsili mi? Eslek’in reçinenin içine yatırdığı parçalar, yukarıdaki paragraftaki algıyı güçlendirecek şekilde, doğadan birer parça gibi görünen nesneler. Halbuki hepsi öyle değil; aralarında sentetik, elle yapılmış, imal edilmiş, insan ürünü ‘şeyler’ de var. Yani aslında bir bakıma gerçek olmayan, ‘-mış gibi yapan’ nesneler bunlardan bazıları. Hepsinin doğal parçalar olduğunu farz etsek
insanın doğa üzerindeki tahakkümünü, biçim vermeyi öğrendiği doğal bir malzeme olan reçineyi kullanarak kırmaya çalışıyor. Bunun bilinçli bir ironinin sonucu mu yoksa alternatif bir okuma biçimi mi olduğu, sorulmaya değer bir soru. Çünkü Eslek, doğa ve insan arasındaki güç dengesini doğanın lehine çevirmeye çalışırken, yine de reçinenin üzerinde hakimiyet kurmaktan da çekinmiyor. Sergide yer alan video çalışmasından da muhakkak bahsetmek gerek. Doğal ve yaratılmış olan arasındaki tansiyonun görünürlük kazandığı ve yaratıcının kim olduğu sorusu videoya da hakim. Dal parçalarını rastgele bir biçimde bir araya getiren ve hareketlendiren Eslek, bu videoya minimal düzeyde müdahalede bulunmuş. Dijital ortamda hızlandırılmış olan ve dalların hışırtısının üzerinde oynanmış halinin eşlik ettiği video, her ne kadar doğallığından bir şey kaybetmemişse de, izleyicide son derece sentetik bir tat bırakıyor. Sergideki reçine kompozisyonların dışında tuvaller de baskın. Bu tuvallerde yine malzeme kullanımına dayalı olarak, doğal bir minerale bakıyor olma hissi yaratılmış. Eslek tuvallerindeki dokulu hissi kahve telvesi gibi başka bir organik malzemeyle vermiş. “Bizon” adlı eser bu tuvaller arasında
Sanatçı insanın doğa üzerindeki tahakkümünü, biçim vermeyi öğrendiği doğal bir malzeme olan reçineyi kullanarak kırmaya çalışıyor. Bunun bilinçli bir ironinin sonucu mu yoksa alternatif bir okuma biçimi mi olduğu, sorulmaya değer bir soru.
1
34
Side Events
LUXURY HOUSES & APARTMENTS
1 ‘Müdahale 9’, 16x23x6 cm, Mixed media 2015 ‘Intervention 9’, 16X23X6 cm, Karışık Teknik, 2015 2 ‘Müdahale 5’, 20x29x8 cm, Mixed media 2015 ‘Intervention 5’, 20X29X8 cm, Karışık Teknik, 2015 3 İsimsiz180x160 cm, Acrylic on canvas, 2015 Untitled, 180X160 cm, Tuval üzerine akrilik 2
3
önemli. Eslek bu bizon ‘portresini’ Lascaux ve Altamira mağaralarındaki duvar resimlerinden esinlenerek yapmış. Portresi yapılanlar insanlardır ve ‘şeyler’ kategorisinde değerlendirilen hayvanlar, sanat tarihinin portreleri arasında kendilerine yer bulamazlar. Doğaya ve insana dair olan arasındaki ayrılığı ve hiyerarşik konumlandırmayı, Eslek, bir hayvanın portresini çizerek tersine çevirmeyi hedeflemiş. Bizonun tam karşısındaki duvarda bir portre daha var. Bu sefer bir insan portresi. Eslek bu portreyi gözlerini çizmeyerek kimliksizleştirmeye ve ‘şeyleştirmeye’ çalışmış. Birbirinin karşısında duran bu bizon ve insan portrelerinin iki eşit olarak aynı düzlem üzerinde yer almasıyla, doğa ve insan da eşitlenmiş. Tuvaller ‘gerçeklik ve efsane’ ikilemi üzerine de kafa yorduruyor. Serginin
Çınar Eslek’s latest solo show titled “Koyaanisqatsi” can be seen at PG Art Gallery until November 20. As she had done in her previous shows, Eslek again discovers a material or discipline not familiar to her and successfully integrates it into her artistic statement. Compositions made using resin, paintings dominate the exhibition where there are also a few drawings and a video work. Eslek’s new show focuses on dichotomies such as “natural and produced”, “real and myth” which result in due to either semiotic connections or the language of the medium. Seeking an answer to these dichotomies, the artist makes herself both visible and the agent during this quest, and blurs the lines between these dichotomies, which altogether
It is a matter of the last few centuries that humankind started to control the nature. In her micro-worlds, which look like nature, but are not natural, Eslek, first, attempts to show and then destroy the hierarchical position between nature and human beings. In her micro-worlds, nature denies the obligation of being natural and faces human beings as it is. This is the sweetest and most seductive part of the show: The artist attempts to break humankind’s dominance on the nature by using the natural material of resin, which she learned to shape. It’s worth pondering whether this is the result of a conscious irony or an alternative interpretation, because Eslek does not hesitate to exert dominance on resin while trying to shift the balance
as “things”, do not hold a place as subjects of portraits in the history of art. Therefore, Eslek tries to overturn the hierarchical positioning of nature and humankind by making a portrait of an animal. There hangs another portrait on the opposing wall; that of a human this time. Eslek intentionally did not paint the subject’s eye to rip its identity of. By placing these two portraits of an animal and a human facing each other, the artist renders them, nature and humankind equal. The paintings also deal with the dichotomy of “real and myth”. Despite the resin works’ dominance in the show in respect of content and form, the key work of the exhibition is a painting depicting a structure resembling the Tower of Babel. Did the Tower of Babel really exist? If it did, what did it look
anahtar imgesi, her ne kadar reçine işler hem içerik hem de form olarak sergide yer alan işler arasında öne çıksalar da, Babil Kulesi’ne benzeyen bir yapıyı gösteren bir tuval. Burada resmedilen Babil Kulesi gerçekten var mıydı, vardıysa neye benziyordu; bu sorulara tarihin verdiği cevaplar kesin değil. Bir belirsizlik bulutu içerisinde, kendine popüler kültürde de yer edinmiş olan bir kule imgesi var. Kulenin imgesinden çok, böyle bir kule olduğuna dair fikrin baskın olması durumuna referans veren Eslek, kendi Babil Kulesi’nin gökyüzüne karışan tepelerini bulanık bırakmış. Bu haliyle Babil Kulesi hem tamamlanmamış gibi görünüyor, hem de bacalarından dumanlar çıkan bir fabrikaya benziyor. İmgenin çoğaltılması ve çoğaltıldıkça özünden uzaklaşması, yani fabrikasyon sürecine girmesi durumunun da böylece altı çizilmiş oluyor. Çınar Eslek’in eserleri üretim sürecinde dinlediği Philip Glass imzalı müziklerin ait olduğu, yönetmenliğini Godfrey Reggio’nun yaptığı “Koyaanisqatsi” adlı film sergiye de adını vermiş. Hopi Kızılderililerinin dilinde ‘dengesiz hayat’ anlamına gelen bu söz grubu, Eslek’in sergi aracılığıyla sorduğu hem sanat hem doğa tarihine yönelik ve birbirleriyle ilintili sorular için de kapsayıcı bir kavram olmuş gibi duruyor
become the most striking aspect of the show. The dichotomy of “natural and produced”, which forms one of the axes of this show, is hidden in the compositions immersed in resin. Eslek imprisons pieces of plants and stones she found with small plastic animal figurines into layers of resin, the use of which is quite significant here, because in addition to being the prison of the composition’s elements, the resin also acts as a display posing questions to the viewer concerning what exists beneath the layers. There is a micro-world and a parallel microreality beneath and around the resin. Then, is this also a part of nature, or at least a representation of it? The small things Eslek immersed in the resin, almost in confirmation of the paragraph above, seem like they are part of nature, whereas not all are; there are synthetic, handmade “things” produced by humankind. In a way, some of these are unreal, “pretend” objects. Even if we assume that they are natural, they had been ripped of from their place of existence and nailed down to their current location by Eslek.
in favor of nature on a balance scale between humankind and nature. The video work in the show is also worth noting. The tension between the natural and the produced becomes all the more visible and the question of who the maker is dominates the work. Bringing together pieces of tree branches randomly and moving them, Eslek says her manipulation was at the minimum level. The video is digitally made faster and is accompanied by a manipulated version of the branches’ swishes. Even though it did not lose much from its natural character, still the viewer is left with a synthetic taste in the end. The show also features many paintings in addition to the compositions made by using resin. One again gets the feeling of seeing something natural as far as materials are concerned. Eslek used another organic material, coffee grounds, to give texture to her paintings. Among these paintings, Bizon (Bison) is particularly important. Eslek made this “portrait” with inspiration from the wall drawings in the Lascaux and Altamira caves. It is the human beings whose portraits are made, and animals, which are categorized
like? History does not provide definitive answers to these questions. There is only an image of a tower which made a place for itself in popular culture in a mist of obscurity. Eslek is more concerned with the fact that people believe the existence of such a tower, rather than its image. So she made her own tower and left the upper part of it unfinished, which also makes it look like a factory building with smoke coming out of its chimneys. The artist thereby stresses the loss of essence when an image is over-reproduced, a process of fabrication in other words... The exhibition takes its title from Godfrey Reggio’s movie Koyaanisqatsithe soundtrack of which belongs to Philip Glass, whose works Eslek listened during the creation of these works. Meaning “imbalanced life” in the language of Hopi Native Americans, this word seems to work as a coherent and inclusive concept for an exhibition where the artist poses interrelated questions on art and natural history.
www.pgartgallery.com
.
BEBEK, KA A A
SPACE, A A
, , , ,
SPACE BEBEK
SPACE BEBEK SPACE BEBEK Cevdet Pasa . Cad. Germencik Sok. Bebek Palas Apt. No:1 Bebek Tel: + 90 (212) 263 47 97 Fax: + 90 (212) 263 48 20
. . . SPACE KANDILLI SPACE NISANTASI SPACE BODRUM . . . . SPACE KANDILLI . Kandilli Iskele Cad. No:3 D:5 Kandilli Üsküdar Tel: +90 (216) 331 99 70 Fax: +90 (216) 332 99 71
. SPACE NISANTASI . . Mim Kemal Öke Cad. Lal Apt. No:23 K:1 D:4 Nisantas . . Tel: +90 (212) 234 73 80
spaceistanbul spaceistanbul.com
Ümmühan Kazanç
Side Events
36
SONSUZA DEK ÇOCUK A BOY FOREVER
Berlinli sanatçı Dieter Mammel ile 5 Kasım-12 Aralık 2015 tarihleri arasında C.A.M. Galeri’de yer alan yeni sergisi “BOYS” (“OGLANLAR”) hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik. Ümmühan Kazanç: C.A.M. Galeri bir kez daha kişisel serginize ev sahipliği yapıyor. Bize “Boys” (“Oğlanlar”) başlıklı serginizin kavramsal arka planı hakkında bilgi verebilir misiniz? Bize ne anlatıyorlar? Ben sanki sizin 2010 yılında Pera Müzesi’nde ve C.A.M. Galeri’de gösterilen “Under Deep Water” (“Derin Sular Altında”) film projenizin izlerini görüyorum. Aslında filmin teması resimlerinize çok yakın. Dieter Mammel: Resimlerim de video eserlerim gibi çok kişisel, aile ile ilgili bir arka plana sahip. “Ben nereden geliyorum?” sorusu bugüne dek benim işlerimi belirlemeye devam etti. Bu nedenle, aile ile ilgili bazı erken dönem eserlerine de yer veren “BOYS” (“OĞLANLAR”) sergisi, aynı zamanda benim figüratif resme başladığım ilk aşamaları da gösteriyor. OĞLANLAR tekrar tekrar benim resimlerimde ortaya çıkıyor. Onlar kendi dünyalarında ve genellikle tamamıyla kendileriyle ilgileniyorlar. Ben de öyle. Ü. K.: Su temasını seviyorsunuz. Bütün figürleriniz suya batırılmış. Su ile betimlenen bir dünya bu. Suyu sizin için bu kadar özel kılan nedir? Ya da, bu çocukluğu ve anıları hayal etmenin yolu mu? D. M.: Yüzdüğüm zaman su beni taşır ve resim yaptığımda da su resimlerimi taşır. O benim bütün anılarımı ve fantezilerimi taşıyan mecra. Ama su bazen kendi yoluna gider ve tehlikeli olabilir. Her zaman akacağını sandığınız şekilde akmaz. Tuval üzerindeki figürler
1
ÖZER TORAMAN YOU LIVED INSIDE MY WORLD SO SOFTLY USULCA DÜNYAMDA YAȘADIN 5 Kasım - 12 Aralık 2015 Sadi Konuralp Caddesi Nejat Eczacıbașı Binası No: 5B 34433 Șișhane Istanbul T: 0212 225 63 26 art@artnivo.com Ziyaret Saatleri Salı - Cuma 11:00 - 19:00 Cumartesi 12:00 - 18:00
Destekçilerimiz
38
Side Events 2 CDA
1 Lutz, ink, acrylic on canvas, 260x150cm, 2015 Lutz, Tuval üzerine mürekkep ve akrilik, 260X150cm, 2015 2 Memory, ink, acrylic on canvas, 200x140 cm, 2015 Hafıza, tuval üzerine mürekkep ve akrilik, 200X140 cm, 2015
suya karışır. Bazen sadece şans eseri olağanüstü şeyler gerçekleşir, bazen ise korkunç kazalar olabilir. Bu, su ile resim yapmayı büyük bir maceraya dönüştürüyor. Ü. K.: Islak tuval üzerinde kullandığınız, kendine mahsus mürekkep ve suluboya tekniğiniz hakkında konuşalım. Genellikle bir resimde çok renk sevmiyorsunuz. Çoğunlukla okyanus mavileri ve mosmorlar görüyoruz resimlerinizde. Ve “Sarı” adını verdiğiniz bir seri var. Ama resimler hep iki temel renge indirgeniyor. Bu renk seçimini nasıl açıklıyorsunuz? D. M.: Bir kişiyi resmederken benim için her zaman önemli olan onun ifadesi, duruşu, nereye baktığı ve ne yaptığı. Işık nereden geliyor ve gölgeler nereye düşüyor? Genellikle, tuval ışık, renk ise gölge oluyor. Başlangıçta renk siyahtı ve bu fazlasıyla deseni anımsatıyordu, renk ile birlikte resim de geldi. Bütün resmi tek bir tona daldırdığım zaman artık bu rengin sembolik bir değeri oluyor. Morumsu kırmızı sevgi, aşk demek; mavi özlem, sarı ise umut, ışık demek. Turuncu… turuncu nedir? Her durumda, bu benim yeni rengim. Ü. K.: Bu sefer çok büyük formatta resimler sergileyeceksiniz, tekniğinizden ötürü tuvalleri yere yatırıyorsunuz ve orta kısımları boyamak için salıncak kullanıyorsunuz. Fikrinize bayıldım ama bu gene de oldukça garip. Bu tarzı siz mi icat ettiniz? Midenizde ağrı hissediyor musunuz? D. M.: Sırtım hakkında endişelendiğiniz
için teşekkür ederim! Sırtım bana gayet iyi olduğunu söylüyor! Özellikle de çok hareket ettiğim için. Ben hareket etmeyi seven biriyim. Ben asla bütün gün sadece oturamam. Ben resmin etrafında yürümeyi ve her taraftan boyamayı seviyorum. Ü. K.: Türkiye ve aslında İstanbul’a birçok kez geldiniz. Çağdaş Türk Sanatı hakkında ne düşünüyorsunuz. Sanat dünyasından arkadaşlarınız var mı? D. M.: C.A.M. Galeri sahibi Sevil Binat ve kocası Levend sayesinde, büyük bir hayranlık duyduğum bazı sanatçılarla tanıştım. Nihal Martlı, Burcu Perçin, Mehmet Güleryüz ve aynı zamanda birlikte de resim yaptığım Mahmut Celayir gibi harikulade ressamlar. Güncel moda ya da sanat piyasasını dikkate almayan eşsiz şahsiyetler. İçlerinden geleni başkalarına aldırış etmeden yapıyorlar, tıpkı benim gibi. İşin özü kendine sadık kalmak. Aynı zamanda, sanatçılar arasında alışveriş de olmalı. Yani ben her zaman İstanbul’a geri dönmekten ve arkadaşlarımı görmekten mutluyum. Ve her seferinde bazı galerilere gidiyorum, Arter, Salt, Pera Müzesi. Orada her zaman keşfedilecek yeni bir şey var. Ü. K.: İstanbul altı taraftan denizle çevrili bir şehir. Ve su sevginiz için doğal bir sahne oluşturuyor. Hiç İstanbul veya İstanbul anıları ile ilişkili bir resim serisi yapmayı düşündünüz mü? D. M.: Eğer İstanbul’u resmetseydim, bana hitap eden ve kendimi çok yakın hissettiğim, şehrin bu insanlarını resmederdim.
Ümmühan Kazanç: C.A.M. Gallery is going to host your personal exhibition once again. Could you tell us about conceptual background of your exhibition titled as “Boys”? What are they telling us? As if I have seen traces of your film Project “Under Deep Water” which was displayed at Pera Museum and C.A.M. Gallery in 2010. Actually theme of the film was very close to your paintings. Dieter Mammel: My painting, just like my video works, has a very personal, family-related background. The question “where do I come from?” has continued to determine the development of my work up to the present time. For this reason, the exhibit ‘BOYS’, which contains some early family works is also supposed to show the beginnings of my figurative painting. BOYS come up again and again in my painting. They are in their own world, and usually quite concerned with themselves. I am too. Ü. K.: You love water theme. All your figures are immerged in the water. It is a world depicted with water. What is so special about the water for you? Or is this the way of dreaming childhood and memories? D. M.: Water carries me when I swim and carries my pictures when I paint. It’s the medium that carries all my memories and fantasies. But water sometimes goes its own way and can be dangerous. It doesn’t always flow the way you think it’s going to. The figures on the canvas dissolve into the water. Sometimes extraordinary things happen just by luck, sometimes there can be awful accidents. This makes painting with water a great adventure. Ü. K.: Let’s talk about your unique ink and watercolor technique on ungrounded wet canvas. Usually you don’t like a lot of colors in a painting. Mostly we see oceanic blues and deep purples. And you have serie called “Yellow”. But paintings are always reduced to two basic colors. How do you explain this color choice? D. M.: When I’m painting a person, what is important to me is always their expression, their postures, where they are looking, what they are doing. From where is the light coming, where do the shadows fall? Usually, the ungrounded canvas is
the light, and the color is the shadow. In the beginning, the color was black and was very much reminiscent of drawing. Along with the color, came the painting. When I immerse the whole painting in one tone, then this color has symbolic value. Magenta is love, blue is yearning, yellow is hope, light. Orange is…well, what is orange? In any case, it’s my new color. Ü. K.: You are going to display very large format paintings this time and because of your technique you lay dawn canvas on floor and you use swing to paint middle areas. I loved your idea but still quite strange. Did you invent this style? Do you feel pain on your stomach? D. M.: Thanks for being concerned about my back! My back tells me it’s doing fine! Especially because I move a lot. I’m someone who likes to be moving. I could never just sit around all day. I like walking around the picture, and painting from all sides. Ü. K.: You have been to Turkey, actually Istanbul for many times. What do you think about contemporary Turkish Art. Do you have friends from art World? D. M.: Through Sevil Binat, the C.A.M. Gallery owner and her husband Levend, I have met some artists for whom I have great admiration. Marvelous painters like Nihal Martli, Burcu Percin, Mehmet Güleryüz, and Mahmut Celayir, with whom I have also painted together. Unique personalities, who don't take into consideration the current fashions or the art market. They do their own thing, just as I do. The core is to stay true to yourself. At the same time, exchange is necessary between artists. So I am always happy to come back to Istanbul and see my friends. And every time I go to some galleries, to Arter, to Salt, and to the Pera Museum. There s always something new to discover there. Ü. K.: Istanbul is a city surrounded by the Sea from six sides. And it is a natural stage for your love of water. Have you ever think of a painting series associated with Istanbul or Istanbul memories? D. M.: If I would paint Istanbul, I would paint these people of the city who are very close to my heart.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
k .pdf
1
10 1
15
4:07
M
Hazal Gencay
Side Events
40
41
GÜZELLİĞİN TUHAF FENOMENİ
STRANGE PHENOMENON OF BEAUTY
Side Events
2014 yılında rh+artmagazine dergisi tarafından düzenlenen ve uluslararası boyut kazanan ‘’Yılın Genç Ressamı’’ yarışmasında Ermenistan’dan yarışmaya katılan Mary Moon birinci seçildi. Kısa süre sonra gerçekleşen 2015 Mamut Art Project’te oldukça dikkat çeken bir isim oldu. Şimdi ise Beyoğlu’nda iki farklı mekanda eş zamanlı gerçekleşecek bir proje ile izleyici karşısında. ‘’Reality is Beautiful’’ sergisi 6 Kasım DEPO, 10 Kasım G-Art Galeri’de izleyici ile buluşacak. Hazal Gencay: Biz faniler gerçekliğin dikenlerinden kaçmaya çalışırken sen gerçeklikte güzel olan neyi görüyorsun? Mary Moon: Bu bizim gerçek olarak neyi kabul ettiğimize göre değişir: Ne gördüğümüz mü? Etrafımızda neler olduğu mu? Bize ne dikte ettikleri mi? Peki ama ya bizim özümüz? Bu proje, çeşitli yönleriyle, benim hayatın olası farklı boyutlarını aynı zamanda görmemi sağlayarak, hayata bakışımı değiştirdi ve değiştiriyor. Gerçek olduğuna emin olduğumuz şey başka bir “ışık kaynağı”nda bir yanılsamaya dönüşüyor. H. G.: Sokak aralarına dahil olmadan şehre kuşbakışı bir perspektifle bakmak senin için özgürlükle mi, yalnızlıkla mı ilişkili? Bu perspektif bir kaçışın temsilidir diyebilir miyiz? M. M.: Kuşbakışı perspektif gösteren resimler salt tesadüfen ortaya çıktı. Bazı arkadaşlarıma Erivan’ın tanıdık yerlerinin kuşbakışı fotoğraflarını gösterdiğimde, kimsenin şehri bu bakış açısından tanıyamıyor olmasına çok şaşırdım. Aynısını burada İstanbul’da ve tüm dünyada denedim. Sonuç her yerde aynı oldu: perspektifteki değişiklikler nedeniyle tanıdık yerler tanınmayan yerlere dönüştü. Bu durumda görüntüler, bizim alışkanlıklarımızdan, bariz ve kabul görmüş normlardan kaçısın bir tasviri; diğer bir deyişle, yanılsamadan, Maya’dan kaçışın bir tasviri. H. G.: Geleneksel heykel biçiminden beklediğimiz üç boyut yerine iki boyutlu bir heykel yapıp üçüncü boyutu ışık ve gölgesi ile sağlıyorsun. Bu boyut algısını karıştırma eylemine ışık ile beraber dördüncü boyut olarak zamanı da ekleyebilir miyiz, zaman boyutunu bu karışıma hangi anlamlarda dahil ediyorsun? M. M.: Yervand Kochar, Paris’te bir grup sanatçı ile 1936 yılında, Dimensionism Manifestosunu (Boyutculuk Bildirisini) imzaladı. 1927 yılında, yaptığı FIRST SIN (ILK GUNAH) resmini uzamda sergilemişti. Sanat tarihinde uzamsal resimlerin çok parlak örnekleri vardır. 60’lı yıllarda Picasso da birkaç tane uzamsal resim yaptı. Benim yarattığım nesneler, hakkında konuşmak istediğim fikirlerin bir parçası ve fiziksel anlamda klasik bir üç boyutlu
heykel olmaktan çok uzaktalar. İki boyutlu bedenlere sahip olmanın yanı sıra, nesneler boşluklara da sahiptirler. Benim nesnelerim, imgelerin iki boyutluluğunu
because of changes in perspective. In this case, the images are a depiction of escape from our habits, avowed and accepted norms and
perspectives of an object. So what we see and what we accept as true, as real, in the presence of the additional light source(s), changes: illustrating
tekrarlayarak, iki boyutlu resimlerden meydana gelirler. Orijinal halleriyle, ayrı nesneler olarak, iki boyutlu özelliklerini devam ettirmelerinin nedeni budur. Işık kaynağı (kaynakları) aynı nesneye bakmak için farklı fırsatlar sunar. Öncelikle onu uzamsal görmek için ve ayrıca onu, eşzamanlı olarak, 2, 3 4 farklı perspektiften görmek için. İşte güzelliğin garip bir fenomeni bu. 2 tane ışık veren cisme (güneşlere) sahip olduğumuzu düşün... Gördüğümüz gerçeklik, tek bir ışık kaynağının görüntüsü. Bilincimiz yalnızca üç boyutlu uzamı algılıyor. Ek ışık kaynakları ile bir nesnenin farklı perspektiflerini ortaya çıkarmamın nedeni bu. Yani bizim hakiki, gerçek olarak kabul ettiğimiz şey ek bir ışık kaynağı (kaynakları) eşliğinde değişiyor: illüzyon kavramını daha net bir biçimde göstererek. H. G.: Resminde dikkatimi çeken, bir ufuk çizgisinin olmayışı. Ufuk aslında teknik anlamda baktığımızda bir espas dolayısıyla bir ferahlık etkisi yaratır. Senin resminde bir ufuk çizgisinin olmayışını, ilk akla gelen; ‘geleceğe dair pesimist bir ruh hali’ şeklinde yorumlamak istemiyorum. Bununla ilgili sıra dışı ne söyleyebilirsin? M. M.: Benim resimlerimde sadece ufuk çizgisi eksik değil, aynı zamanda perspektifler de korunmamıştır. Ayrıca, tüm renk gamı da benim resimlerimde eksiktir; sadece ışık, gölge gibi tonlar ve orta tonlar mevcuttur. Bazen armonik renk gamasının etkisi altında gözlemcilerin dikkatleri dağılır. Renk,
opinions; in other words an escape from the illusion, from Maya. H. G.: In order to fulfill the expectation of a traditional threedimensional sculptural form, you make a two-dimensional sculpture and use the shadow, therefore light, to make it three-dimensional. Considering the usage of light, can we add the 4th dimension (time) to this act of mixing the dimensional perception? If so, in what meanings do you use it. M. M.: Yervand Kochar with a group of artists in Paris, 1936, signed the Manifesto of Dimensionism. In 1927, he had exhibited his FIRST SIN painting in space. In art history there are vivid examples of spatial paintings. In the 60’s Picasso also created several pieces of spatial paintings. The objects I have created are a part of the ideas I want to talk about, and in their physical sense, they are far from being a classical three-dimensional sculpture. Besides having two-dimensional bodies, the objects also have empty spaces. My objects are brought out from the two-dimensional paintings, repeating the two-dimensionality of the image. That is why in their original state, as separate objects, they keep on the two-dimensional features. The source(s) of light provides other opportunities to look at the same object. At first to see it spatially, and furthermore to see it
the concept of illusion more clearly. H. G.: I noticed on your paintings that there isn’t any skyline. Technically speaking, skyline gives an effect of relief, thus ‘’hope’’, as it gives space. Considering this, the ordinary comment would be towards your pessimistic view to the future, which I don’t want to do. In order to make an extraordinary comment, what would you tell us about the absentness of the skylines? M. M.: In my paintings not only skylines don’t exist, but the perspectives also are not maintained. Also missing from my paintings is the entire color gamut; only tones as light, shadow, and mid-tones exist. Observers are sometimes distracted when under the influence of harmonic color gamma. The lack of color, perspective, and skyline guides the viewer into the essence of the idea. The three main tones have symbolic meaning to express threedimensional spatiality. The three tones are distributed on the surface of the paintings, each equally indicating their importance. H. G.: In contrast with the solid structural contours in the sculpture, we see the fluid, structureless effect of their shadows. How do you use the same contrast effect against the dominant structures of your paintings? M. M.: The same material can appear in its different chemical states.
in 2, 3, and 4 different perspectives simultaneously. This is a strange phenomenon of beauty. Imagine if we had the existence of 2 luminaries (suns)… The reality we see is the image of the only one light source. Our consciousness perceives only three- dimensional space. That is why through the additional light sources I am bringing out different
The simplest example is water. We recognize it as a liquid, a gas and a solid crystal. But it does not stop having the same structure.
1
exhibitions, at two different galleries in Galata, Beyoglu simultaneously. The exhibitions will start on 6th November at DEPO Tophane followed by 10th November opening at the neighboring Gallery G-Art on Kumbaraci Yokusu.
perspektif ve ufuk çizgisinin eksikliği, izleyiciyi fikrin özüne yönlendirir. Üç ana ton üç boyutlu uzamsallığı ifade eden sembolik bir anlama sahiptir. Üç ton, her biri eşit şekilde önemlerini belirterek, resimlerin yüzeyine dağıtılır. H. G.: Heykellerindeki sağlam strüktürel konturlara tezat olarak strüktürel yapıdan yoksun uçucu gölgelerini görüyoruz. Bu zıtlığı resimlerindeki strüktürel baskınlığın karşısında ne olarak veriyorsun? Aynı malzeme farklı kimyasal halleriyle ortaya çıkabilir. En basit örnek su. Onu bir sıvı, bir gaz ve katı bir kristal olarak tanırız. Ancak aynı yapıya sahip olmayı bırakmaz. www.depoistanbul.net www.g-artgaleri.com
Joining from Armenia, young Armenian artist Mary Moon was qualified to be the winner of the “Young Artist of the Year” selections held by the internationally reputable rh+ art magazine in 2014. She became one of the focuses of attention at the 2015 Mamut Art Projects in Istanbul held shortly afterwards. Now she is taking place with her latest project: “Reality is Beautiful”
Hazal Gencay: When we, as mortal beings, usually try to escape from the ugliness of the real life; what do you see as beautiful in reality? Mary Moon: It depends on what we consider reality: What we see? What is happening around us? What they dictate to us? But what about our essence? This project, in its various aspects, has changed and is changing my outlook towards life, by seeing the potential different dimensions simultaneously. What we are assured is real, through another ‘’source of light’’ becomes an illusion. H. G.: In the paintings, is your bird’seye perspective looks to the city (without getting down to the streets) related with freedom or loneliness? Can I say this bird’s-eye perspective is a representation of escape? M. M.: The paintings showing the bird’s-eye perspective came about by pure coincidence. When I showed photos of familiar places in Yerevan to some friends from this perspective, I was surprised when no one could recognize the city from this perspective. I tried the same here in Istanbul, and all over the world. The result is the same everywhere: familiar places become unfamiliar 2
1 CITY Serisi’nden, İstanbul, 2014 (DEPO’nun İzniyle) from the CITY series, Istanbul, 2014 (courtesy of DEPO) 2 dimensional structure 160x280x50 cm, metal, 2011 (Courtesy of DEPO) İki boyutlu strüktür 160X280X50 cm, metal, 2011 (DEPO’nun izniyle)
Ghaith Mofeed
Side Events
BİR HÜCRENİN KIYMETİ*
THE VALUE OF A CELL*
Proto5533, küratör/sanatçı Ghaith Mofeed’in yeni çalışmalarından oluşan Bir Hücrenin Kıymeti adlı sergiyi 31 Ekim – 28 Kasım tarihleri arasında İstanbul
aynı değildi. Sahip olduğumuz değerlerimiz sağa sola, kumların üzerine dağıtılmıştı; bize rüzgarlı bir günde, bunları çıplak ayaklarla toplamamız söylendi”. (1)
Manifaturacılar Çarşısının içinde bulunan mekânında gösterecek. 2012 yılından beri İstanbul’da yaşayan Suriye vatandaşı Mofeed sergisinde değer ve kıymet ilişkisini, başka bir deyişle değerin değerini fark edişimizi veya elimizdekinin gerçek değerini kazandıklarımız ve kaybettiklerimizi kıyaslayarak anladığımız anı sorguluyor. Sanatçının atalarının altı kuşak boyunca takip ettiği yolculuk hakkında bir senedir yürüttüğü araştırma sürecinin sonucunda ortaya çıkan sergi üç ayrı işten oluyor. Kıymetin Değeri (2015) adlı ilk iş, bir tür geleneksel hat çalışması, aslında el yapımı olan ve tek ya da iki renkten oluşan hat çalışması burada birçok renk kullanılarak bilgisayarda yapıldı. Hatta yazan metin şu anlama geliyor: kıymetli olan kaybolursa, -gösterişli olan- değersizi de gittiğinde pişmanlık olmasın. İstanbul Beyoğlu’ndan topladığı toprak ile dolu bir saksının içindeki Trabzon’un Of bölgesinden aldığı tohumlardan oluşan ikinci işin adı Beyoflu (2015). “Bir bitki almak için gitmiştim, tohumlar aldım. Oradaki akrabalarımın sözlerinin bana ne kadar çok bilgi ektiğini fark ettim. Suriyeli olarak doğmuştuk ama bakış açımız artık
Serginin merkezindeki Bir Hücrenin Yolculuğu (2015) adlı iş ise, biri Osmanlı Sultan Abdülhamit’in Müşaviri, diğeri onun oğlu olan iki adamın yolculuğunu takip eden bir duvar yerleştirmesi. İki bölümden oluşan hikâyede, seyirci bu insanların (ve onun hücreleriyle birlikte) yaptığı yolu takip ederek ve anavatanının olduğu yere, yani yolculuğun başına döndüklerinde şahit olacak. “İnsanlar Afrika’dan ilk defa 60.000 yıl önce çıkmış ve bırakmış oldukları genetik ayak izleri bugün hala görünür. Modern insanın genetik izlerinin görünümünü ve sıklığını haritalandırarak, eski insanların dünyanın neresinde yerleşip gezdiklerine dair bir resim oluşturabiliyoruz. Bu büyük göç yolları sonunda küçük bir grup Afrikalının dünyanın en zor ulaşılır uzak yerlerine yerleşmesine sebep oldu”. (2) Bir Hücrenin Yolculuğu sadece bu belirli iki adamın izlediği yolun önemi hakkında değildir, insanın takip ettiği, ve hatta, günümüzde halen takip ettiğimiz yolculuk hakkında.
Mofeed, değer ve kıymet ilişkisini, başka bir deyişle değerin değerini fark edişimizi veya elimizdekinin gerçek değerini kazandıklarımız ve kaybettiklerimizi kıyaslayarak anladığımız anı sorguluyor.
Necmettin Soylu ile oğlu Mehmet 1962 Necmettin Soylu and his son Mehmet, 1962
42
Proto5533 is showing The Value of a Cell, an exhibition of new works by Syrian artist and curator Ghaith Mofeed (lives in Istanbul since 2012), between October 31st and November 28th, at its space within Istanbul Manufacturers’ Market (İMÇ). The exhibition looks at the value of value, meaning the moment when we come to understand the real value of what we have, in relationship to what we’re gaining and what we’re losing. The Value of a Cell exhibition is made of three works, which are the culmination of one year of research following Mofeed’s ancestors’ journey across six generations. The first work, The Value of Value (2015) is a version of traditional calligraphy, which is normally hand made, in one or two colors, but in this case computer generated in many colors. The text translates as “If the precious is lost, let there be no regret if the meretricious has vanished too”.
www.protocinema.org * Bu metin sanatçının sergi tanıtımı için yazdığı metindir ve daha önce yayınlanmıştır.
The second work, Beyoflu (2015) consists of a pot filled with soil from the Istanbul neighborhood Beyoğlu, and seeds from another place, Of, Trabzon in the Black Sea region. “I went to get a plant, got seeds. The words of my relatives there made me realize how many plants I am already seeding. Syrians we were born. Our view is not the same anymore, it has been scattered here and there, along with our value, scattered on the sand, and we’ve been told to collect it with bear feet on a windy day.” (1) The central work, The Journey of a Cell (2015) is a wall installation charting the journey of two men, the son of a counselor to the Ottoman Sultan Abdulhamit, and his son. A tale of two parts, the viewer witnesses these people (including their cells), returning full circle to the place of origin. “Humans first ventured out of Africa some 60,000 years ago, they left genetic footprints still visible today. By mapping the appearance and frequency of genetic markers in modern peoples, we create a picture of when and where ancient humans moved around the world. These great migrations eventually led the descendants of a small group of Africans to occupy the farthest reaches of the Earth.” (2) The Journey of a Cell, is not only about the significance of these specific men’s journeys, it is about the human journey, and in particular, the journey that is still going on today. * This text is written by the artist for his exhibition and it has published before.
Quddus Mirza
Side Events
44
VE BAŞKA BİR YERDE
1
AND ELSEWHERE* Pakistan’da ve Hindistan’ın bazı kesimlerinde konuşulan Urduca ve birkaç bölgesel lehçede zina ve öldürme için tek bir sözcük kullanılır. Bu dilbilimsel kısıtlama ve bir hükümdarın bir kadınla, çoğu zaman akıl almaz pozisyonlarda, sevişirken aynı anda oku, mızrağı veya kılıcını bir hayvana doğru tuttuğu erotik Hint minyatür resimlerinin büyük bir kısmı arasında bir paralellikten söz etmek mümkün. Görsel ve işitsel alana ait bu iki ifadenin aynılığını, çiftleşme ve bir silah ile öldürme eylemlerinin her ikisinde de doğrusal bir yabancı şeyin öznenin/ hedefin/kurbanın bedenine girmesinde arayabiliriz. Bugün yalnız sevişme değil, soluk almayı da (hem fiili hem sanal olanda) kapsayan diğer eylemlerde belli bir haz aranır. Bir erkek ve bir kadının (ancak ataerkil toplumlarda hemen hep erkeğin) özel bir alanda ulaştığı tatmin, bir grup militanın kendi doktrinleri ve inançlarını dayatırken ve onlara direnen ya da başka tarikat veya inançlara mensup olanları katlederken yaşadıkları büyülenme ile karşılaştırılabilir. Toplu seksin, tıpkı toplu katliamlarda olduğu gibi, ortalığa dökülmesi vahşetin yarattığı heyecanın bir göstergesi olarak düşünülebilir. Günümüz dünyasında medyanın (tıpkı klasik tanrı konsepti gibi) her yerde ve her daim gözler durumda olmasıyla, seks ve şiddet birer pazarlama malzemesine dönüştü. Bugünün röntgencisi, artık odasında pornografik fotoğraflara bakıp şehvetini doyuran kişiden, televizyondaki haber kanallarının başına geçip bitmek tükenmek bilmez bombalamalar, yangınlar, kamusal alandaki cinayetler veya büyük kazaları seyreden kişiye dönüştü. Durmadan çıplak bedenleri seyretmenin bir insanı çıplaklığa kayıtsız hale getirmesi gibi, vahşet görüntülerinin kesintisiz yayımlanması da seyircisini olan bitenin gerçekliğine kayıtsız hale getiriyor. Tekrar tekrar gösterilen trajediler, biri bunu yeniden seyretmeye hâlâ meyilli ve
hazır ise, adeta birer farsa dönüşüyor. Hamra Abbas, kaynağını geleneksel Hint minyatürlerinden almakla beraber günümüzün metaforuna dönüşme potansiyeli taşıyan bu şiddet ilişkisi ve şiddetin cazibesine bir göndermede bulunuyor. Bu zamanlar ölüm ve yıkımın getirdiği acımasızlıkla mahvolmuş (veya süslenmiş) zamanlar... Yakın dönem terör tarihinin en korkunç aşaması kuşkusuz Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırılardı. Ancak üzerinden geçen on beş yıl sonrasında 9/11 olarak hatırlanan bu olay, iki kuleden çıkan dumanların sembolik veya “güzel” imgelerine dönüştü. Benzer şekilde, diğer şiddet örnekleri de resimsi görseller olarak insanlığın önüne bir tepside sunulmaya veya büyük birer edebiyat şaheseri gibi hayranlık uyandırmaya mahkûmlar. Abbas’ın Lessons of Love adlı heykel serisinin devamı olan son işlerinde duyumsallıkla vahşet iç içe geçiyor. Sanatçı, geleneksel Hint minyatür estetiğinin söylemine bağlı kalmakla beraber, arkaplan renkleri ve kompozisyondaki sadeleştirmeyle bu imgelerin günümüzde oluşturulduğunu gösteriyor. Abbas’ın dijital portreleri, kusursuz şekilde gerçekleştirdiği küçük boyutlu işlerinden çok da farklı değil. Bu işlerinde de, yüz hatlarını çözmek için kili oyuncu bir şekilde kullanarak gerçek birinin sanat nesnesine dönüştürülmesine işaret ediyor. Marcel Duchamp’dan sonra tüm dünya, ya da en azından sanat dünyası, sanatçının sanat eserinden daha önemli olduğunu ve kişiliğinin üretimi üzerindeki hâkimiyetini kabul etti. Abbas’ın Beuys, Bourgeois, Abramovic ve Close gibi isimlerin de aralarında bulunduğu sanatçı portreleri dizisinde, sanatı yapanın yaratılan üzerindeki gücünü görmek mümkün hale geliyor. Bu sanatçıların portreleri, tıpkı günümüzdeki gibi, insanda antik dönem putlarındakine yakın bir saygı, hayranlık ve hayranlık uyandırıyor. Diğer iktidar arayışlarıyla kıyaslandığında,
sanat yapmanın getirdiği iktidar Abbas’ın gerçek boyutlu insan desenleri dizisinde görünür hale geliyor. Cinsiyet, yaş, etnik köken ve cinsel yönelimi itibariyle birbirinden farklı olan bu insanlar, sanatçının önüne geçip çırılçıplak bedenlerini klasik dönem heykellerindeki gibi sunuyorlar. Bu bir yandan insan anatomisini yorumlama egzersizi olarak düşünülebilirken, diğer yandan da yaşayan bir varlığın bir sanat nesnesine dönüştürülmesi üzerine bir yorum olarak okunabilir. Bir atölyede hayli cüretkâr bir pozla varoluşları önemli, çünkü herhangi bir bağlam veya çağrışımdan azade bedenleri, bir kişinin başka bir bedenle nasıl bir karşılaşma yaşayacağını gösteriyor ve insanların kökenleri itibariyle birbirinden farklı olsa da, “öteki” ile başa çıkmanın varoluşsal çıkmazını sahneye getirerek bir sorun teşkil edebiliyorlar. Gerçek boyutta ve öylece izleyiciye dönük olmaları, bir yandan akademik sanat çalışmalarının ritüelini belgelerken, günümüz dünyasında bir benliğe sahip olmanın problematiğini de ortaya koyuyorlar. Öteki kimin sülalesinden, eğitim yaşamından, çevresinden veya imgeleminden olursa olsun...
Günümüz dünyasında medyanın (tıpkı klasik tanrı konsepti gibi) her yerde ve her daim gözler durumda olmasıyla, seks ve şiddet birer pazarlama malzemesine dönüştü.
45
In Urdu and a few regional languages spoken in Pakistan (and some parts of India) single word is used both for fornicating and killing. Perhaps a parallel can be drawn between this linguistic limit and several erotic Indian miniature paintings in which a ruler is making love to a woman (often in an unimaginable position) and simultaneously pointing his arrow, lance or sword towards an animal. Uniformity of two expressions – from visual and vocal domains – may be understood in the fact that both in the mating and in killing with a weapon, a linear foreign entity enters the body of its subject/target/prey. Today not only in the act of lovemaking but in other activities which include inhalation (both the actual and virtual), a certain kind of pleasure is sought. Satisfaction a man and woman (but primarily man – in patriarchal societies!) attain in a private space now can be matched with fascination a group of militants aspires to while imposing their doctrine/version of a faith and slaughtering humans who resist or belong to other sects or sets of beliefs. Public display of orgy like mass murders is a sign of what type of thrill the acts of brutalities can provide. In present age, with media (like the conventional concept of God) being everywhere and attentive all the times, both the sex and violence have become materials for marketing purposes. So today a voyeur is not the one who gazes and lusts after pictures of porn in his room, but a person who sits in front of news channels and watches continuous reportage of bomb explosions, fire sights, public shootings or accidents on huge scale. Like the perpetual
viewing of naked bodies ends up making a person oblivious to the charm of nudity, similarly perpetual broadcasting of images of violence turns a spectator indifferent from the reality of that incident. As the repeated telecast of tragedy will become a farce (if someone is still inclined or interesting in watching it again!). Hamra Abbas alludes to that connection of violence and the attraction of violence that stems from traditional Indian miniature painting, but have the potential of becoming the metaphor of our times. Times, which are marred (or adorned) with the cruelty of death and destruction. The most horrible phase in the recent history of terrorism is undoubtedly the attacks on Word Trade Centre, but after fifteen years to that event, now the 9/11 has been reduced to ‘archetypical’ or beautiful image of smoke coming out of two towers. Likewise other examples of violence are destined to be enjoyed as picturesque visuals, or admired as great pieces of literature. In Abbas’s recent works (which are in continuity of her Lessons of love sculpture series) sensuousness and savagery intermingle. She relies on the diction of conventional aesthetics of Indian miniature painting, yet the introduction of background colours, and simplification of composition suggest the presence of present day sensitivity in image making. Abbas’s portraits in digital medium are not much different from her immaculately rendered works on smaller scale, because in these too, the artist indicates an act of transformation of a real person to an art objects, through a playfulness of putting moulding clay to formulate facial features. After Marcel Duchamp the world – or the art world realized that it is the artist who is more important than the artwork, hence his personality dominates his production. In the set of portraits of
artists (including Beuys, Bourgeois, Abramovic and Close) one comes to know the power of art makers in comparison to what is created. Their portraits, like the statues of modern day deities, command a respect, adoration and admiration that can be equated with the ancient idols. The power of making art, in comparison to other pursuits of power is visible in Abbas’s series of life size drawings of human beings. These people – varying in terms of gender, age, ethnicity and sexual preference stand in front of the artist, stark nude and offering their bodies like classical sculptures; if on the one hand can be comprehended as exercises in rendering human anatomy, at the same instance can be read being a comment upon transforming a living being into an art object. Their presence in a studio standing in a confronting posture is significant, because their bodies, without any context or association determine how a person encounters another body and realizes that humans can be separate in terms of their origin, yet they may pose a problem as they present a basic existential dilemma of dealing with the Other. The fact of these being life size drawings, facing the audience in a simple manner, in one way documents the ritual of academic studies of art, but it also includes the problem of possessing a self in contemporary world, no matter if that other is from one’s heritage, training, surroundings or imagination. *This text is also published in Hamra Abbas’ exhibition e-catalogue.
1. Aşk üzerine dersler 1 / Lessons on love 1; Fotoğraf / Photography by Serkan Taycan 2. Bütün hakları saklıdır / All rights reserved; Pilot Galeri'nin izniyle 3. Aşk üzerine dersler 2 / Lessons on love 2; Fotoğraf / Photography by Serkan Taycan
2
3
Fırat Arapoğlu
Side Events
46
UMUDUN RESMİ:
THE PAINTING OF HOPE 20. yüzyılda hızlı teknolojik gelişmeler ve toplumun modernizasyonu ile birlikte mimari tasarımın unsurlarını değiştiren ve dönüştüren modern mimarlık, arkasında hemen hemen hiç bitirilmemiş taslaklar ve çizimler bırakan ama modern mimariyi etkileyen fütürist Antonio Sant’Elia’dan Nazi Almanyası’nın modernist mimarı Albert Speer’e ve oradan 1970’lere kadar uzanan ideolojik ve biçimsel yönelimli bir mimarı çizgiye sahip. Günümüzde ise, tarihin devreden kalktığı bir süreçte, bir tür “gerçekçi” üslubun aşama aşama ortadan kalktığı “ütopik” temsilden bahsedebilmek olası gibi görünüyor. Ama kanımca çıkış nedenleri farklı da olsa, çıkış noktaları hep aynı: Artık Bitti! demek
gibi. Bu da sanatçıyı – belki şimdi onun için söylenmesi, yaşıyla beraber olarak, daha mümkün olan – post-modern zaman sanatının bir üyesi haline getirmektedir. Ama böyle kodlayarak devam etmeden, daha da açımlamaya çalışalım. Zira böyle bakarsak, günümüz mimarlığına ve kentine bakışa gelebiliriz. Çünkü artık şehir planlamasından değil de, bir tür kent tasarımından bahsedebiliyorsak – ve hatta bu kavramı Tasarım Bienali’nin “manifestoları” bir tür harman haline getiren absürd “gelecek tasarımı” önerisine iliştirirsek -, bunu postmodernizme borçluyuz. Peki eğer bir “gizleme” mevcutsa, Emin Mete Erdoğan’ın çizimlerinde üstü
yenilerine geçiş arasındaki süreç, belki de Emin Mete Erdoğan’ın gösterdiği gibi soğuk, belirsiz, karışık ve yanlışlarla dolu olacak. Amaçlanan sanırım bir de Ali Şimşek’in “katalog-sergi tanıtımıdeneme” karışımı olan yazısında belirttiği şekilde: “..mekânın bilinçaltını göstermek”. Kitle üretimi konusu da sanatçının bariz biçimde ele aldığı olgular arasında, zira kitle üretimi aynı zamanda kitle tüketimine uzanır ve böylece aynı günlük yaşamdaki kullanım nesnelerinin – hatta sanatın – standartlaşması gibi, mimari yapılar da standart hale gelirler. Sanatçı bir yandan da izleyiciye mimari ve estetiğin standartlaştığı bir anı işaret etmektedir.
hesaplandığı ve çizimlerin müthiş simetrisiyle kendisini belli eden “üretim zamanın” mükemmelliği, bize estetik kapitalizmin farklı bir görünümünü sunmakta. Umut nerede diye sorulursa, bence umudun varlığını renklerde aramak gerekiyor. Yeşil, mavi renklerin kullanımı kapitalist hegemonya koşullarında çiçek açan toplumsal muhalefetin mekân, zaman ve kapitale karış duruşunun dokuları olarak okunamaz mı? Gezi Parkı Direnişini anımsayın!
ve bu değişmeli diye haykırmak. Peki bu geçiş evrelerinde, toplumun içinde bulunduğu travma nasıl gösterilebilir? Bence bu minvalde Emin Mete Erdoğan’ın 15 Ekim’de x-ist’de açılan “Entroforming” sergisini değerlendirmek gerekiyor. Genel bir ifadeyle Emin Mete Erdoğan’ın teknik resim ve klasik resim arasındaki çizgiyi flulaştran bir yönteme sahip olduğu söylenebilir. Son sergisindeyse Entroforming başlığı altında topladığı geneli alüminyum üzerine akrilik malzemeyle olan çalışmalarında, ütopik ve hatta distopik, kolay tanımlanamayan mekânlar inşa ediyor. Böyle dedim zira sanatçının çizimlerinde gözlemlenen yüzeyler konusundaki özen, kanımca belli oranda modernist bir duyarlılığı taşıyor. Gelgelelim çizimlerdeki zamanın yokluğu ile beraber o an’ın varlığı, çalışmaların modernizm ve post-modernizm arasındaki bir çizgide asılı durmasına neden oluyor. Zamanın yitirilmesi ve anlık olanın etkisini arayış, çizimlerde “derinliğin” ortadan kaybolmasını getirmiş. Böylece yüzeylere, yan yana getirilmiş doğa-kent manzaralarına ve bir tür çöken zaman ve mekân algısına dair veriler, bize cesur yeni dünyanın (Brave New World) neye benzeyeceğini sunar
örtülen anlamlar nelerdir? İzleyende fetişist bir tür ilgi uyandırarak, gözü resimlerdeki yüzlerce detaydaki işçiliğe çeken ihtişamın altında yatanlar nelerdir? Buna pek çok cevap üretilebilir yuvarlak sözcüklerle, ama ben o kadar başarılı olamadım. Karşımda yeni bir dünya var; kabul. Peki, bu yeni dünya “teknolojik ilerlemenin” bir sonucu mudur? “Kubbenin Altındaki Entroforming” ya da “Kürenin Üzerindeki Entroforming”ler gayet dinamik ‘an’ları gösteriyor izleyiciye; peki bu dinamik dünya yenilikçi bir girişimin sonucu mudur yoksa kapitalist ekonominin dayattığı rekabet ortamından dolayı mı ortaya çıkmaktadır? Cevap ikincisi ise, o zaman izleyici buna şu soruyu da ekleyecektir: E o halde sınıf mücadelesinin koşullarını nerede? Sergideki “Genesis” başlıklı işler, bize bu formasyonun çıkış noktalarına dair bazı ipuçları veriyor. Bu üretimleri ben Emin Mete Erdoğan’ın bu seriye dair “şiirleri” olarak okudum: Geleceğin ütopyasını/distopyasını kuracak olan şiirler. Bu şiir elbette imgelerini geçmişten alamazdı; en nihayetinde devrimin imgelerini de “müzelerde” görmeyeceğimizin gayet açık olması gibi. Çalışmalarda insan varlığının olmaması, bana sanki bir tür geçiş dönemine gidişi gösterdi. Eski binaların çürümesi ile
Peki, bu standart binaları inşa eden işçiler nerede? Acaba düşük ücretli ve iş güvencesiz prekaryalar olarak binaların arkasındalar mı? Tabii sadece yaşamda kalabilenleriyle… Ya da olasılıkla işten çıkarıldılar veya düşük emek ücretleri neticesinde bu sahneden çekildikleri alanlarda yaşamaya çalışıyorlar. Kanımca unutmamak lazım bir sanatçı ürettikleri kadar, üretmedikleridir de aynı zamanda. Emin Mete Erdoğan fordist üretimi izleyiciye anımsatırken, Keynesçi devlet yönetimiyle birlikte David Harvey’in ustaca belirttiği yüksek modernizmin gri suratlı fonksiyonel estetiğini de akla getiriyor. Ama sanatçının bunu bir ilerleme olarak sunduğunu düşünmek bence olası değil. Çünkü karşımızda doğayı ele geçirmiş, örgütlü kapitalizmin bölgeye hakim olduğu büyük bir sanayi kenti mevcut. Homojen yapılaşmaların bize anımsattığı ise bir tür “ulus-devletin” çirkin yüzüdür. Bu homojenleşmeye uzanan fordist üretim modelinin bazı özelliklerini düşünelim: Türdeş malların üretimi, homojenleşme ve standardizasyon, dikey bütünleşme ve merkezileşme. Mekânın Emin Mete Erdoğan tarafından bir taslak olarak sunulması, mekânın bir mitos olarak üretimini gösteriyor. Maksimum karın doğru bir biçimde
design with rapid technological developments of the 20th century and the modernization of the society, has an ideological and figural architectural trait oriented from the Futurist Antonio Sant’Elia who left behind uncompleted drafts and drawings and yet influenced modern architecture, to the modernist architect Albert Speer of the Nazi Germany, and from there on to the 1970’s. Today, in this course where history is cut out, it is possible to talk about a utopian representation where a form of “realistic” attitude has gradually disappeared. To me, even though the reasons of origin are different, the points of origins remain the same: To say “It is over now!” and to shout it must change. Then, in these transition phases, how can one demonstrate the trauma that the society suffers from? I think one should review Emin Mete Erdoğan’s exhibition called “Entroforming” opened on 15 October at x-ist, in this context. It is OK to say that, in general terms, Emin Mete Erdoğan has a methodology that blurs the line between technical drawing and classical painting. In his last
47
exhibition, Entroforming, he builds utopic, distopic, and uneasily described spaces with his aluminum
of Emin Mete Erdoğan? What are the implications under the magnificence spotlighting the craftsmanship on the
works, somehow showed me the way towards a passing period. The period of passage from old rotten buildings
to mind also the high modernism of grey-faced functional aesthetics as David Harvey deftly indicates
on acrylic material works. That’s how I described his work because the care given to the surfaces on the drawings of the artist, to me, carry a modernist susceptibility. However the absence of time in these drawings along with the presence of the moment, lead the works to be hung up somewhere between modernism and postmodernism. The missing of time, and the search for the momentary, cause the disappearance of the “depth” in the drawings. Hence the data about surfaces, juxtaposed nature-city scenes, and a perception of decayed time and space, present us with what the Brave New World will be like. This makes the artist – also given his age – a member of the post-modern art era. Before continuing to encode further, let me try to demonstrate furthermore. If we look at it this way, we can finally come back to modern-day architecture and city aspect. Because if today, we’re talking about urban design, and not anymore urban planning – and if we append this notion to the absurd “future design” suggestion blending the “manifestos” of the Design Biennial – we owe this to postmodernism. But if an “obfuscation” is present, what are the implicit meanings in the drawings
hundreds of details on the paintings awakening a fetishist interest in the viewer? One can give plenty of answers to this with round words, but I did not succeed in doing so. I accept it; there is a new world before me. Is this new world a result of “technological advancements”?The “Entroforming Under the Dome” or the “Entroforming Over the Dome” indicate rather dynamic moments to the viewer; well, does is this dynamic world a result of innovative initiative or does it emerge from the competitive atmosphere imposed by the capitalist economy? If the answer is the second one, then the viewer will add the following question: Where are, then, the conditions of class conflict? The works entitled “Genesis” in the exhibition, give us some clues about the point of origin of this formation. I read these makings as the “poems” of Emin Mete Erdoğan in respect of this series: The poems that will establish the utopia/dystopia of the future. Of course this poem could not have taken its images from the past; since it’s also clear that we cannot see the images of the revolution in the “museums”. The absence of human presence in the
to the new, will maybe be just like Emin Mete Erdoğan demonstrates: cold, ambigious, complex, and full of mistakes. The aim is, I think, just as Ali Şimşek wrote it in his mix of “catalogue-exhibit overview- trial”: “to introduce the subconscious of the space…” The subject of mass production is also amongst the facts that the artist tackles in an apparent way, for as much as mass production leads to mass consumption and therefore the architectural structures become standard just like the daily objects in life - or even art- gets standard. The artist also points out to the viewer a moment where architecture and aesthetics get standardized. Then, where are the workers building these standard buildings? Are they behind these buildings as precariat with low wage and without labor protection? Of course only those who survive… Or they have most probably been fired from their jobs or trying to survive in different areas due to low labor wages. As for me, one should not forget, an artist is what s/he creates as much as what s/he does not. Emin Mete Erdoğan while reminds the viewer of the Fordist production, he brings
with Keynesian state management. I think it is not probable that the artist presents this as advancement. Because before us is a big industrial city that confiscated the nature, and where organized capitalism reigns. What homogenous housing reminds us is like the ugly face of the “nation state”. Let us think about some features of the Fordist production model leading to this homogenous state: production of homogenous products, standardization, vertical consolidation, and centralization. The presentation of the space as a draft by Emin Mete Erdoğan, also demonstrated the production of it as a mythos. The perfection of the “production time” manifesting itself with the splendid symmetry of the drawings where maximum profit is accurately calculated, presents us with a different perspective of aesthetic capitalism. May we be asked where hope is; we shall look into the colors. Can the use of green and blue not be perceived as the fibers of the stance of the societal opposition towards space, time and capital, flowering under the conditions of capitalist hegemony? Remember the Gezi Park Resistance!
www.artxist.com
The modern architecture that changed and transformed the components of architectural
Kürenin Üzerindeki Entroforming 6 / Entroforming Upon a Globe 6, 2015 Photo by / Fotoğraf, Mesut Güvenli & Ceren Selçuk
Side Events
48
49
DANIEL CREWS-CHUBB Evvel zaman içinde, evren tek ve sonsuz bir denizden ibaretken, Bumba adında bir dev varmış. Bembeyaz tenli, sessiz ve sanki cansızmış gibi hiç değişmeden, karanlıkta süzülürmüş. Sayılamayacak kadar çok yıllar geçtikten sonra bir gün bir şey olmuş; Bumba karnında hafif bir sancı hissetmiş. Başlangıçta sadece bir kaşıntı halindeki sancı, yavaş yavaş ama insafsızca, zaman gerilip ıstırapla dolana kadar büyümüş; o kadar ki, Bumba’nın dayanma gücünün sınırlarını zorlamış ve nihayet kırmış. İşte o kırılma anında, bütün varlığı akkor haline gelmiş kör edici bir acı tarafından ele geçirilmişken, Bumba’nın zihninde berrak bir düşünce, ilk düşüncesi belirmiş ve o düşünce şuymuş: “Keşke hiç var olmasaydım.”
yukarıda saydığımız karakterlerden seçilen) bir kadın ve bir erkek. Cesur, dışavurumcu ve naif bir tarzla ele alınan figürler bütün tuvallerde hakimiyet kurmuş durumda ama Crews-Chubb’ın sergisine baktıkça, kullandığı tekrarlar etkisini göstermeye başlıyor ve izleyicinin gördüğü motifi bir araca dönüştürecek herhangi bir öykü kurgulamasını engelliyor. Dolayısıyla, sanatçının daha çok resmin soyut unsurlarıyla ilgilendiği ortaya çıkıyor. Motifin ötesinde, kendine özgü renkler, dokular ve duygularla hayat bulan her bir resim, benzersiz ve başlı başına bir eser. Crews-Chubb geleneksel anlamda figüratif bir sanatçı değil; figüratif bir motifin tekrarını, daha çok resim yapma
Once, at the beginning of time, when the universe was a single, unending sea, there was giant called Bumba. White-skinned, he floated in darkness, still, unchanging almost as if he were not alive, until, after eons uncounted, something happened; Bumba felt a tiny, twinge of pain in his stomach. No more than an irritation at first, the pain grew, slowly but inexorably, till time stretched and filled itself with an agony so intense that it tested and eventually broke the limits of the Bumba’s endurance. In that moment of his breaking, when his entire being was consumed by a white-hot, blinding, pain, a clear thought, his first, formed in his mind and it was
İşte tam bu anda Bumba varoluşun şiddetiyle kasılmaya başlamış, bükülmüş, çarpılmış ve vücudunun derinliklerinden güneşi, ayı ve evrenimizi oluşturan yıldızları kusmuş. Bumba’nın hikayesini yeniden anlatmak Orta Afrikalı Kuba kabilesinin yaradılış efsanesi, anarşist ve şakacı rastlantısallığıyla, oldukça etkili. Anlattıkları hikayeye göre dünya ve üzerindeki her şey, Bumba adında beyaz tenli ve gizemli, ilksel bir varlık tarafından kusularak meydana gelmiş. Bumba, Londralı ressam Daniel Crews-Chubb’ın (21 Kasım 2015’e kadar) Galerist’te sergilenen resimlerinde tekrar tekrar ele alınan karakterlerden biri. Sergiye adını veren diğerleri arasında (17. yüzyılda Brezilya’da kolonileşmeye karşı gelen bir devrimci olan) Zumbi ve (fırlak kalçaları belli belirsiz bir inancı çağrıştıran –insanın kendi poposunun özçekimi anlamında) Belfie var. Gerçekte bu karakterler büyük oranda yer değiştirebiliyor çünkü CrewsChubb’ın tasvirler ve soyutlamalarla birlikte kullandığı şakacılığı, resimlerinin belirleyici niteliğini oluşturuyor. Sanatçı bütün işlerinde aynı figüratif motifi tekrarlıyor; muğlak bir ilişki içine hapsolmuş görünen, uyum mu yoksa çatışma içinde mi oldukları belirsiz (ve
ediminin kendisini keşfetmek üzere bir araç olarak kullandığı ortaya çıkıyor. Sanatçının figüratif tasvir aracılığıyla yaptığı soyutlamalar, resimlerini tersyüz etmek gibi basit bir yöntemle figüratifi yarı-soyuta dönüştüren Georg Baselitz’i ve özellikle de Willem De Kooning’in çığır açan, ve üretildiği dönemde soyut ve figüratif tanımlamalarını göz ardı etmesiyle tartışmalara neden olan Kadın serisini anımsatıyor. Resimlerinde açıkça görülen mutlu dışavurum haliyle Crews-Chubb aynı zamanda, çocuksu bir yaratıcılık arayışındaki kısa ömürlü CoBRA grubundan Karel Appel ve Asger Jorn gibi ressamlarla ortak bir amaca hizmet ediyor. Ve böylece Bumba’ya dönüyoruz çünkü bu yaratılış efsanesinin anarşist ve şakacı ruhu, sabit tanımları birer illüzyon olarak gayet sağlıklı bir şekilde göz ardı edip, yaratıcı edimi karanlık bir neşeyle kutlayarak, Crews-Chubb’ın resimlerine hayat veriyor.
this: ‘I wish that I did not exist’. At that exact moment, Bumba went into a spasm of existential violence, his body twisted and contorted and he vomited out, from his depths, the sun, the moon and the stars that make up our universe. A retelling of the story of Bumba. There is something compelling about the anarchic and playful randomness of the origin myth of the Kuba people of central Africa. In their stories, the world and everything in it, was vomited into existence by Bumba, a mysterious, white-skinned, primordial, being. Bumba is one of a number of recurring characters in the paintings of London based artist, Daniel CrewsChubb on show at Galerist (Until 21, November 2015). Some of the other characters include Zumbi (a 17th century Brazilian anti-colonial revolutionary) and Belfie (whose prominent posterior subtly evokes a belief – a selfie of one’s own bum) who give their name to the show. In truth, the characters are largely interchangeable because CrewsChubb’s paintings are characterized by the playfulness with which he uses figuration and abstraction. In all his works he repeats the same figurative
www.galerist.com.tr
motif; a male and female couple, (the individuals drawn from the cast of characters above), seemingly, locked in ambiguous relationship, unclear as to whether they are in harmony or conflict. Articulated in a bold, expressionist and naïve style the figures dominate and fill each canvas, but as one looks at Crews-Chubb’s exhibition, his use of repetition takes effect, serving to smother any sense of narrative implied by the viewer and render the motif a device. Accordingly it becomes apparent that it is the non-figurative elements of painting that the artist is really interested in. Beyond the motif, each painting is unique and a distinctively a thing of its own, animated by its individual make-up of colour, texture and feeling. Not a figurative artist in the traditional sense, it becomes clear that Crews-Chubb is instead a painter who uses the repetition of a figurative motif as a vehicle for exploring the act of painting itself. In this abstractionthrough-figuration, Crews-Chubb invokes Georg Baselitz whose simple technique of inverting his paintings renders the figurative, semi-abstract and Willem De Kooning, especially in his Woman series - a seminal and at the time of its painting, controversial elision of abstract and figurative imagery. In the manifestly happy expressiveness of Crews-Chubb’s painting, meanwhile, he makes common cause with the painters Karel Appel and Asger Jorn, part of the short-lived CoBRA group whose work was celebration and exploration of child-like creativity. And so back to Bumba, because something of the anarchic and playful spirit of that origin myth animates Crews-Chubb’s paintings with their healthy disregard for the illusion of fixed definitions and their darkly joyful celebration of the creative act.
DANIEL CREWS-CHUBB ZUMBI AND BELFIE 23.10 - 21.11.2015
EXHIBITION VENUES
DESTEKÇİLER SUPPORTERS
GALERIST MEŞRUTİYET CAD. NO 67/1 TEPEBAŞI BEYOĞLU 34430 İSTANBUL TÜRKİYE T. + 90 212 252 1896 STUDIO MÜELLİF SOK. NO 7 BEYOĞLU 34430 İSTANBUL TÜRKİYE T. + 90 212 249 8983
DANIEL CREWS-CHUBB, ‘LOOKING INTO THE SUN’, 2015, INDIAN INK, ACRYLIC, SPRAY PAINT AND COLLAGE ON PAPER, 112 X 76 CM
Nick Hackworth
Merve Akar Akgün
Side Events
50
#NIRVANAPROJECT
THE BEST ADVICE YOU CAN GET
Ayşe Deniz Gökçin, Ekin Beray, Ivan Shopov
Türkiye koordinatörlüğünü Siyah Beyaz Sanat Galerisi’nin yaptığı Nirvana Project, 7 Kasım Cumartesi akşamı saat 19:30’da İstanbullu izleyicilerle Leyla Gencer Operası’nda buluşuyor. Klasik müzik, grunge, rock, elektronik müzik ve dans seven herkesi performanslarını izlemeye davet eden Ayşe Deniz Gökçin ve Ekin Beray, izleyicileri bir saatliğine 1990’ların kült karakterlerinden biri olan Kurt Cobain’in iç dünyasına götürmeyi vadediyorlar. Gökçin bir önceki
projesinde Chopin ile Pink Floyd’u buluşturarak müziğe deneysel bir boyut katmış ve son derece başarılı olmuştu. Kraliyet Müzik Akademi’sinden mezun olan Gökçin, müzik yapımcısı Shopov’un ritimleri ve dans-hareket psikoterapisti Ekin Beray’ın koreografisiyle bu sefer de ünlü grunge solist Kurt Cobain’in karmaşık dünyasını piyano ile ifade ediyor. Montage of Heck filmiyle Kurt Cobain’in hayatının Brett Morgen tarafından tekrar gündeme getirildiği bu
döneme denk gelen performans, tam da filmi izledikten sonra eksik kalacak duyguları tatmin edecek nitelikte. Kurt Cobain’in hayatının son beş senesinin anlatıldığı #NirvanaProject performansında dansçı Ekin Beray, Nirvana grubunun şarkılarındaki farklı karakterleri, Cobain’in ruhunu ve karısı Courtney Love’ı; Ivan Shopov şarkıcının karanlık düşüncelerini; Ayşe Deniz Gökçin ise müziğin Kurt Cobain’i hayatta tutma gücünü temsil ediyor. Nirvana’nın
itina ile seçilip anlamlı bir dizgiye sokulan şarkıları Gökçin’in performansının hikâyesini oluşturuyor. Bu şarkıların içinde Come as you are ve Rape Me gibi grubun namıyla bütünleşmiş şarkıları da yer alıyor. Kelimenin tek anlamıyla bilmeyeni büyüleyecek, bileni ve seveni boyut atlatacak, bileni ve sevmeyeni bile etki altında bırakacak bir performans olacak gibi görünüyor.
The ‘Nirvana Project’ coordinated in Turkey by Siyah Beyaz Art Gallery will meet with the audience. Inviting everyone who loves classical music, grunge, rock, electronic music and dance to watch their performance Ayşe Deniz Gökçin and Ekin Beray, promise an hour long journey into the inner world of 1990s cult band Kurt Cobain. Gökçin, by bringing together Pink Floyd and Chopin in her previous project had brought a breath of fresh air to music. This
time Gökçin, a graduate of the Royal Academy of Music, expresses by piano the complex world of Kurt Cobain engaging the rhythms of the music producer Shopov and the choreography of dance and motion psychotherapist Ekin Beray. This performance, which coincides with the moment that Kurt Cobain is once again a current topic brought up by Brett Morgen through the film Montage of Heck, is qualified to respond to the emotions that remain
incomplete after having watched the film. In the #NirvanaProject performance that tells the story of the last five years of Kurt Cobain, Ekin Beray represents Cobain’s soul, his wife and the characters in his songs; Ivan Shopov the dark thoughts of Cobain and Ayşe Deniz Gökçin, the power of music that keeps Cobain alive. Songs by Nirvana, carefully selected and meaningfully lined up, make up the story of Gökçin’s
performance. Among them are ‘Come as you are’ and ‘Rape Me’, songs that have reinforced the group’s success. In one word, the performance will fascinate those who are not familiar with Cobain, will make his fans shift into another dimension and will influence those who know them but didn’t appreciate.
The Guide Istanbul magazine: your trustworthy filter of Istanbul happenings. Delivering quality information for 25 years.
www.theguideistanbul.com
theguideistanbul
tgistanbul
theguideistanbul
Mehmet Kahraman
Side Events
1314
52
Mevsimsel döngü içerisinde kendi içimize yaptığımız yolculuklar sonrasında kişisel yol haritalarımızı oluştururuz. İlişki kurduğumuz kişiler, alınmış notlar, hatırlanmayan eşyalar ve benzeri bir sürü etken kişisel yolculuğumuzda bize eşlik ederler. Bu birliktelikler zihnimizde yer edinirler, varoluşumuza şekil verirler. Mehveş Demiren’in seramik çalışmalarında farklı kültürel öğeleri hikâyeleştiren bir tarzı vardır. Anadolu’nun zengin kültürel geçmişinde kaybolmaya yüz tutmuş motifleri yeniden ürettiği seramik çalışmalarında, sanatçı bizi Bizans’tan Selçuklu’ya, oradan Osmanlı’ya doğru bir geziye çıkarır. Seramik yüzeylerdeki formlar ve renkler ile şekillenen anlatım, tarihin farklı dönemlerine dair bir söylemin özgün zeminlerindeki birlikteliği olarak okunur. Yine de bu çalışmalar, farklı dönemlere
Mehveş Demiren
açılan kapılar olsalar da, sanatçının kişisel yorumlamasından bağımsız olarak tanımlanamazlar. Sanatçının son dönemde ortaya çıkardığı, 1314 adını taşıyan büyük boyutlu seramik çalışması da aslında tarihsel bağlamlardan kurtularak sanatçının aynayı kendisine çevirdiği bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Hayat arkadaşını kaybetmesi ile sonuçlanan dört yıla yakın zaman
dilimi sanatçı için belirsizliklerle geçen ve sanatsal üretim yapmadığı bir dönemdir. Sanat hayatında önemli bir kırılma yaratan bu kayıp sanatçıyı fiziksel anlamda yoran, hırpalayan bir çalışma dönemini başlatır. 1314 adlı seramik çalışma yorucu ve yeknesak bir üretim süreci sonucu karşımıza çıkar. Bedensel yorgunluk geçmişe dair hüzünleri hafifleterek ruhsal anlamda
iyileşmeye aracılık eder. Yoğun hüzün döneminin sembolik temsilcisi olan bu çalışma sanatçının yaşadığı bu zaman dilimindeki duygusal değişimi ortaya koyar. 1314 bir anlamda da Demiren’in kendi iç dünyasına yaptığı yolculuğun dökümüdür. Yolculuk boyunca kendini tekrar eden ve renklerle anlam kazanan, bedensel sınırların zorlandığı bir performans... Mehveş Demiren’in kişisel
54
Side Events
We create our personal road maps after we take inner journeys that follow seasonal cycles. Our companions, notes we have taken, objects forgotten and many similar elements accompany us during our personal journey. These elements assume their place in our minds and shape our existence. Mehveş Demiren’s style in her ceramic works narrativises different cultural elements. She reproduces motifs from Anatolia’s rich cultural past that have started to sink into oblivion and takes us on a journey from Byzantine to Seljuk culture and onto the Ottoman Empire. The narrative that takes shape through forms and colours on the ceramic surfaces emerges as the co-existence of discourses dating back to different historical periods on a unique plain. However, even when these works are regarded as gates
opening to different time periods, they cannot be defined independently of the artist’s personal interpretation. The artist’s recent large-scale work entitled 1314 represents a moment where Demiren’s turns the mirror towards herself and frees herself of historical contexts. Demiren spent a period of nearly four years of uncertainty and lack of artistic activity, which concluded with the passing of her spouse. This loss marked a major milestone in her art and triggered an artistic process that was physically exhausting and arduous. 1314 is the product of a tiring and monotonous production process. Physical exhaustion has alleviated melancholy caused by past events and has become a medium of spiritual healing. Symbolically representing a dense melancholy, this work reveals the emotional transformation of the
artist throughout this period. In a way 1314 is the logbook of Demiren’s inner journey. This is a performance that repeats itself throughout the journey, gaining meaning with colours and forcing the limits of the body. 1314, which has given its name to Mehveş Demiren’s solo exhibition, is a ceramic work comprising 41 different hues manifesting themselves on the surfaces of 1314 rosettes. The 41 colours the artist has chosen for the surfaces can be read as symbols of vital transformation. Each rosette represents one day spent, while the pieces are tied to each other with wires and make the work an abstract and complete diary. The different hues and colours of the rosettes in the work express the emotional accumulation left by the period experienced by the artist. Each day can be perceived as both
separate and unique, but also as part of a whole. Given its position in the religious and historical context of the Crimean Church, the work also appears as a memorial altar. The search for spiritual healing that underlies the work integrates with the spiritual identity of the church and turns into a tribute to the loss experienced by the artist. Can we find liberation in purpose-free artistic production in order to reclaim our mental and spiritual health? Can we attain spiritual gratification if we reach the most extreme points of our physical limits as we keep repeating the same thing in a trance-like state? The search for spiritual healing by mere physical production without focusing on consciousness forms the essence of the work while it also opens a new door for the artist’s creative style by bringing a new awareness of the essence of vital realities. Going beyond cultural motifs, Mehveş Demiren’s exhibition 1314 is a project of monumental qualities that appears as the image of a personal milestone in the artist’s life. The exhibition can be seen until November 28th at Crimea Memorial Church at Beyoğlu district. * This article was published before in Mehveş Demiren’s 1314 exhibition catalogue.
Sergiye, müzeye, galeriye, en kısa yoldan gidilen adres:
Mehveş Demiren 1314 yerleştirme görüntüsü, Mehveş Demiren 1314 Installation View Mehveş Demiren izniyle, Courtesy of Mehveş Demiren
sergisine de ismini veren 1314 adlı seramik çalışma, 41 farklı renk tonunun 1314 rozet yüzeyinde belirginleştiği bir eser. Sanatçının yüzeyler için seçtiği 41 renk yaşamsal değişimin sembolü olarak okunabilir. Her bir rozet geçirilen her bir günün temsili olarak, parçaları birbirine tellerle bağlanmış soyut ve bitirilmiş bir günlük olarak karşımızda durur. Bir araya gelen rozetlerin farklı ton ve renklerde olması, yaşanılan zaman
diliminin duygusal birikimini ifade eder. Eserde, her bir gün birbirinden ayrı ve benzersiz olarak ele alınabileceği gibi bir bütün halinde de algılanabilir. Eser, Kırım Kilisesi’nin dinsel ve tarihi yapısı içerisindeki duruşuyla, karşımızda bir anma sunağı olarak da belirir. Çalışmanın özündeki ruhsal iyileşme arayışı kilisenin ruhani kimliği ile bütünleşerek yaşanılan kayba saygı niteliği kazanır. Akıl ve ruh sağlığımızı tekrar kazanmak adına, bir
nedene bağlanmaksızın üretmek bizi özgür kılabilir mi? Kendinden geçercesine aynı şeyi tekrarlayarak fiziki sınırlarımızın uç noktalarına ulaştığımızda ruhsal bir tatmine erişebilir miyiz? Bilinci merkeze koymadan sadece fiziksel anlamda üretim ile ruhsal iyileşme arayışı, eserin özünü oluşturduğu gibi, yaşamsal gerçeklerin özünün farkındalığına dair de sanatçının üretim biçiminde yeni bir kapı açar. Mehveş Demiren, bu defa kültürel
motiflerin ötesine geçen sanatçının hayatındaki kişisel bir kırılmanın imgesi olarak ortaya çıkan anıtsal nitelikte bir çalışma gerçekleştirmiş. 1314 sergisi, 28 Kasım’a kadar Kırım Anglikan Klisesi’nde ziyaret edilebilir. www.mehvesdemiren.com *Bu yazı daha önce Mehveş Demiren’in 1314 sergi kataloğunda yayınlanmıştır.
www.no11apartments.com info@no11apartments.com +90 212 293 44 64 Asmalı Mescit, Balyoz Sk. No: 11 Beyoglu 34430 Istanbul Turkey
Nihan Bora
Side Events
56
57
Side Events
ARKA BAHÇE
Bir sanatçının kütüphanesi, onun entelektüel ilgi alanlarını yansıtmasından dolayı sanatçının eserine bir iç görü sunar.
BACKYARD Sanatçıların eserlerini üretirken nasıl bir ruhla ve ortamda yaşadıkları hep merak konusu olmuştur. Bu nedenle, onların dünyasını aralayan sergiler hep ilgi çeker. Plato Sanat, işte tam da bu merakımızı giderecek bir sergiye evsahipliği yapıyor. Plato Meslek Yüksekokulu bünyesinde bulunan Plato Sanat, uzun bir süredir iyi sanatçıların işlerini sanatseverle buluşturuyor. Küratör Marcus Graf’ın yönetimi ve Ayşegül Çinici Yazıcı’nın direktörlüğünü üstlendiği Plato Sanat, bu kez “Arka Bahçe” isimli sergiyle sanatçının dünyasına götürüyor bizi. Sergide eserleri bulunan; Ansen, Kerem Ozan Bayraktar, Selçuk Ceylan, Sinan Demirtaş, İsmet Doğan, Murat Germen, Burcu Perçin, Hale Tenger, Erdoğan Zümrütoğlu’nun arka bahçelerine konuk oluyoruz. Sanatçıların kişisel eşya ve kütüphaneleri bu serginin en dikkat çeken yanı. Sanatçıların kütüphanesi ve çalışma masası, aslında onların dünyaları bir anlamda. Okudukları, yazdıkları, düşündükleri, belki de bunaldıkları –ve muhtemelen çok daraldıkları- ama sonucunda bize iyi gelen muazzam işlerini ürettikleri nadide alanlar... Kişisel geçmişlerini bize açtıkları bu mekanlar, onların gizli kalmış anlarını da keşfetmemizi sağlıyor. Hatta bu vesileyle, onları daha yakından tanıma şansına eriştiğimiz kütüphane ve çalışma masaları, onların eserlerini daha iyi okumamızı da mümkün kılıyor. Bir eserin hiç bilmediğimiz, tasvir bile edemediğimiz, nasıl bir çabayla dünyaya geldiğini daha iyi kavrayabileceğimiz bu ortamlar izleyen için bulunmaz nimet. “Sanatçıların stüdyolarına gittiğimde iki şey gözlemlemeyi ve araştırmayı severim; eserler ve kitaplıkları” diyen Plato Sanat Daimi Küratörü Marcus Graf, neden böyle bir sergi hazırladıklarını şöyle anlatıyor: “Bir sanatçının kütüphanesi, onun entelektüel ilgi alanlarını yansıtmasından dolayı sanatçının eserine bir iç görü sunar. Sanatçının külliyatının karakterine, sayısız biçimsel ve kavramsal anlam bağlantıları sağladıklarından
kütüphaneler, sanatçının çoğunlukla gizli kalmış dünyasına gizli bir giriş gibidir”. Sergi, “Arka Bahçe” başlığı ile sanatçıların kişisel geçmişine metaforik bir gönderme yapıyor. Marcus Graf’a bu hissi de şöyle anlatıyor: “Bir evin ana girişinin hemen karşı tarafına yerleştirilen bir arka bahçe, daha çok saklı,
genelde biraz gizemli ve hatta bazen de esrarengiz bir yerdir. Ağaçlarında değerli ve nadide meyvelerin olduğu gizemli bahçe gibi bir arka bahçe de somutlaştırılmış ütopik bir rüyadır”. Eserini hayranlıkla izlediğimiz sanatçının, eserin ortaya çıkış sürecine çok da mahrem bir yerden tanık olacağımız bu
sergide sanatseveri için ilginç bir deneyim bekliyor. “Arka Bahçe” sergisi, 22 Ekim Perşembe gününden itibaren Ayvansaray’daki Plato Meslek Yüksekokulu Kampüsü’nde yer alan Plato Sanat Galerisi’nde açılacak ve sergi 13 Aralık 2015’e kadar görülebilir. www.platosanat.org
1
2
The spirit and environment in which artists create their work has always been a source of curiosity for audiences. It is only natural that exhibitions allowing a peek into their world garners much interest. Plato Sanat hosts an exhibit that presents exactly this: a look into the world of artists. Plato Sanat is part of the Plato College of Higher Education and has long been presenting the work of accomplished artists to art lovers. Curator Marcus Graf and director Aysegul Cinici Yazici take us on a ride into the world of artists for the first time with an exhibition titled “Backyard.” Artists Ansen, Kerem Ozan Bayraktar, Selçuk Ceylan, Sinan Demirtaş, İsmet Doğan, Murat Germen, Burcu Perçin, Hale Tenger and Erdoğan Zümrütoğlu host visitors in their figurative backyards for the exhibit, the most striking part of which is the personal items and book collections belonging to participating artists. Their collections and desks become their world, in a way, and constitute rare locales where the artists read, write, think, and exhaust themselves, and perhaps even feel frustrated - but where they also eventually create the works of art we so admire. They reveal their personal history in these locales, letting us discover their intimate moments. Their book collections and desks allow for a better reading of their work, making closer introductions to their personas. These environments present unique opportunities to better understand the unknown layers of their art that we would otherwise not been able to describe, or even imagine the creative efforts of. Plato Art’s permanent curator Marcus Graf says, “I like to observe
3
and search for two things when I visit the studio of an artist: their artwork and their books. He elaborates on why he and director Cinici-Yazici produced this exhibition: “The library of an artist reflects his or her intellectual interest and offers insight into the artwork. It draws infinite structural and conceptual connections of meaning between the corpus of an artist’s work and his or her character. Seeing the books in it provides a secret entrance into the artist’s world.” The exhibition’s title, “Backyard,” alludes to the personal history of artists. Marcus Graf explains this allusion by saying, “A backyard, situated opposite of the main
entrance of a house, is much more hidden, generally mysterious, and even enigmatic. Like a secret garden with precious and rare fruit on its trees, a backyard is a utopic dream that has materialized itself”. An interesting experience awaits audiences in this exhibition, as they take a look into the creation process of artwork by the artists we admire from an extremely intimate point. “Backyard” will be open from Thursday, October 22nd until December 13th at Plato Art Gallery at Plato College of Higher Education’s Ayvansaray Campus.
1 İsmet Doğan, Otoportre, Self Portrait, Ye Beni Serisi, Eat Me Series, 2011 2 Hale Tenger, World Cracker, Russian Nutcracker, Rus Fındık Kıracağı; Toy Globe / Oyuncak Dünya, 1992 3 Murat Germen, Kazı Kazan #3, Scrape #3, 2015
Kemal Can
Places
PERİLİ KÖŞK
58
Boğaz hattında Sarıyer semtinde yer alan ve 1911’de inşa edilmiş olan Yusuf Ziya Paşa Köşkü olarak da bilinmektedir. Köşk inşaat aşamasında Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndaki pozisyonu nedeniyle pek çok kez durdurulmuştur, hatta binanın bütünün bazı katları tamamlanmamış yıllar boyunca boş kalmıştır, işte bu nedenle halk arasında Perili Köşk olarak da anılır. Osmalı Veziri Yusuf Ziya Paşa’nın ailesi 1990’lı yılların başına kadar köşkün sahipleri olarak kalmıştır, 1995 – 2000 yılları arasında mimar Hakan Kıran köşkü orijinaline sadık kalarak renove etmiştir. Bina günümüzde Borusan Holding merkez binası ve Borusan Çağdaş Sanat
Whitney Museum of American Art’ım yardımcı küratörü ve New York Görsel Sanatlar okulunda doçent olarak görev yapan Christiane Paul’un üstlendiği “Görünenin Ardındaki” ve küratörlüğünü Düsseldorf’ta yaşayan bağımsız kürtör ve sanat tarihçisi olan Dr. Necmi Sönmez’in yağtığı “Tutku” sergisi izlenebilir. “Görünenin Ardındaki” sergisi, Michal Rovner, Krzysztof Wodiczko ve Zimoun’un işleriyle genellikle görünür yüzeyin altında kalan belirsizlik duygusunu ve “öteki olma” korkusunu üç adet oda boyutundaki yerleştirmede işliyor. Sergi bir bütün olarak, sistemlerin karmaşıklığını ve insanlığın yüzey altında kalmış durumlarını seyirciyle buluşturmayı amaçlıyor. Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan seçkilerin sunulduğu “Tutku” sergisinde ise şehvet ve arzu temalarıyla diyaloğa giren çalışmalar, şiir, anlatı gibi edebiyat ürünleriyle yeniden yorumlanıyor. İlk defa izleyiciyle buluşacak olan seçkide, Dominic Harris, Martin Walde, Rick Silva, Lale Delibaş, Shilpa Gupta, Zeynep Beler, Erdal İnci, Ola Kolehmainen gibi farklı kuşaklara ait olan sanatçıların çalışmalarını bir arada görmek mümkün. Sergide ayrıca, Allard van Hoorn’un koleksiyona yeni katılan 034 Urban Songline | Latitude: 41.041250° N - 41.041345° N / Longitude: 28.990245° E - 28.990331°
Yusuf Ziya Pasha Mansion was built in 1911 in the Sarıyer distrcit of the Bosphorus. It is also known as Haunted Mansion because the construction work was interrupted many times due to the Ottoman Empire’s entry into the First World War, even its construction remaining partially unfinished for decades. After the death of Yusuf Ziya Pasha, the family continued to own the mansion until the early 1990s. The building’s was restored between 1995 and 2000 by architect Hakan Kıran. Today the building is currently housing the headquarters of Borusan Holding and the Borusan Contemporary art museum. During November two exhibitons can be seen at the Haunted Mansion; “What Lies Beneath” curated by Christiane Paul, an Associate Professor in the School of Media Studies at The New School, Adjunct Curator of New Media Arts at The Whitney Museum of American Art in New York City and “Desire” curated by Dr. Necmi Sönmez, an independent curator and art historian living in Düsseldorf. “What Lies Beneath” exhibition exhibition invite the audience to ponder the complexities of systems and the human condition that remain beneath the surface with works by Michal Rovner, Krzysztof Wodiczko and Zimoun. The exhibition is about to understand
Müzesi olarak kullanılmaktadır. Kasım ayı boyunca Perili Köşk’te küratörlüğünü
E (Water Score) adlı mekana özgü çalışması yer alacak.
systems and forces. Systems and forces which creating instability and conflict, often difficult to understand in their complexities, which generate feelings of insecurity and a fear of the “other,” be it an individual, ethnic or religious group or a circumstance such as persecution or poverty. The exhibition “Desire” presents a selection from the Borusan Contemporary Art Collections recent acquisitions with new commissioned site-specific-installations. The exhibition offer the viewer an opportunity to establish links between the selections from the collection with eminent works by artists from different generations such as Dominic Harris, Martin Walde, Rick Silva, Lale Delibaş, Shilpa Gupta, Zeynep Beler, Erdal İnci and Ola Kolehmainen. In this manner, the show presents different vertical and horizontal relationships within Borusan Contemporary in a way to observe and reflect the characteristics of Perili Köşk’s architecture. The exhibition features the site-specific work 034 Urban Songline | Latitude: 41.041250° N - 41.041345° N / Longitude: 28.990245° E - 28.990331° E (Water Score) by Allard van Hoorn, reflecting the sounds of the Bosphorus, which is recently added to the collection.
HAUNTED MANSION
240 Hazır DC motoru / Zimoun 240 prepared DC-Motors, Borusan Çağdaş Sanat Müzesi'nin izniyle / Courtesy of Borusan Contemporary Art Museum
Ege Işık
Places
60
61
Places
SİNEMASKOP RÜYALAR CINEMASCOPE DREAMS Mehmet Kahraman ve Yakup Yılmaz ile, güçlerini birleştirerek oluşturdukları Rem ArtSpace Çukurcuma, hayat ve mekanının bulunduğu apartmanın geçmişi hakkında sohbet ettik.
Ege Işık: Yakup Yılmaz ile yollarınız nasıl kesişti? Rem ArtSpace’in oluşum sürecinden kısaca bahsedebilir misiniz? Mehmet Kahraman: Pi ArtWorks, Sanatorium, Mixer gibi mecralarda farklı pozisyonlarda çalıştıktan sonra Çınar Eslek, Çağrı Saray, Mike Armstrong, Uygur Yılmaz, Uygar Demoğlu, Metehan Özcan, Nermin Er, Sırma Doruk bir araya getirdiğim Zamanın Tozu sergisi kariyerime bambaşka bir yön verdi. Bu sergiyi gerçekleştirmek için Çukurcuma’da İklim Sanat’ın sahibi Yakup Yılmaz ile bu mekanın geçici olarak kullanımı üzerinden anlaşmıştık ancak sergi iyi geri dönüşler alınca Yakup Bey ile çalışmamız bir iş birliğine dönüşerek Rem ArtSpace’i oluşturdu. Bu mekanda İklim Sanat’ın hala kullanmakta olduğu klasik altın varak çerçevelerin teşhiri ve satışının yapıldığı bir kısım da var. Aslında iki farklı mekanın iş birliği üzerinden bir programlama düşünülüyor. Kısaca Çukurcuma’da yer alan İklim Sanat bambaşka bir mekana dönüşüyor. E. I.: İklim Sanat uzun süredir Çukurcuma’da yer alıyor. Neden Çukurcuma’da bir başka yer değil? Bu binanın bir geçmişi var mı? Yakup Yılmaz: Bu bina 1993’te Doktor Neviz Işıl’dan bize geçti. Onlara televizyon servisleri yapmıştık. Aramızdaki hukuktan dolayı, binayı uygun şartlarda, kolaylıkla bize devretmişlerdi. Servet Usta’yla tanıştık sonra, 1993’te bizim şu
an üretmekte olduğumuz gibi çerçeve kalıplarının olduğu söylediğinde, imalata ilk olarak burada başladık. 1950’lerde ilk Nevtron radyo imalatı da burada başladı. Daha sonraki yıllarda Topkapı’da tesis kurdular, Saba ve Siemens televizyonlarını ürettiler. 1993’te burayı tasfiye ettiler, bize devrettiler. Biz de Servet ustayla imalata başladık.1,5 sene
sanat gösteren bir galeri yok. Otellerin ya da küçük kafelerin, sahafların olduğu bir yer, Masumiyet Müzesi’nin varlığı söz konusu. Masumiyet Müzesi, çağdaş bir hikaye anlatıyor, yakın geçmişe dair şiirsel bir bellek hikayesi var. Bizim burada olmamız müzenin yalnızlığını gideriyor bizim burada olmamız ve .sokağa hareket katıyor. Boğazkesen’den sonra Tophane
We had a talk with Mehmet Kahraman and Yakup Yılmaz on Rem ArtSpace that they have cofounded by combining their powers, on Çukurcuma, on the history of the apartment where this art space is located. Ege Işık: Mehmet, how did your paths cross with Mr. Yakup? Can
a particle of computers’ operating systems, describes the collaboration in question here. It is also the part of sleep where one dreams. The moment when the body is most relaxed during sleep is called the “rem” moment. But what first comes to my mind is its being electronic; because it is a technical term. When this is
templates. E. I.: Rem SpaceArt is located in Çukurcuma, a touristic district where there are second-hand bookshops, antique stores, design shops and cafes? Is it a particular choice? M. K.: The reason for why the art space is in Çukurcuma is that, rather than the location, I was planning on
sürdü, etrafta rahatsızlık oldu, ilişkimiz kesildi. Daha sonra yeniden bir araya geldik. Tuzla’daki atölyeyi açtık. Geniş bir alanımız var. Servet usta ayrıca heykel, resim, çerçeve kalıpları çalışmalarını yaptı. E. I.: “Rem” ismi nereden geliyor? M. K.: Bu bina 1950’lerde Nevtron Radyoları’nın üretildiği bina. ‘50’lerden ‘60’lara kadar süren bir üretim sonrasında, üreticiler Topkapı’ya taşınıyorlar ve burası boş kalıyor. Ben de eski radyanlardaki “rec” duşunu, kayıt etmek fikri üstünden, rem’e ulaştım. Rem; bilgisayarların işletim sistemlerinin kullandığı bir parçacık ve buradaki iş birliğini güzel anlatıyor. Ayrıca uykunun rüya görülen kısmı vebedenin uyku sırasında en rahat olduğu ana rem anı deniyor. Ama ilk aklıma gelen elektronik olma özelliği oldu; çünkü teknik bir terim. Uykuyla da birleşince; bir bellek, bir yaratım süreci, bir anlamda da bütünün parçacıkları olarak okunabilir. E. I.: Rem ArtSpace sahafların, antikacıların, tasarım dükkanları ve kafelerin bulunduğu turistik bir bölge olan Çukurcuma’da? Özellikle mi burası? M. K.: Çukurcuma’da olmasının nedeni lokasyondan çok, aslında galeri olmayan bir yeri sergi alanı olarak planlamam. Çukurcuma Caddesi üzerinde çağdaş
ARTWALK’ı buraya taşımayı hedefliyoruz. Biz güncel olanı, güncel olan sanat pratiklerini temsil ediyoruz. E. I.: Peki burası bir galeri mi? M. K.: Burası bir proje alanı, farklı sanatçıların bir araya gelip projelerini yapabilecekleri bir alan. Projelerin içeriğinin özgünlüğü tercih edilmelerinde önemsenen bir kriter. İkincisi, farklı küratöryel ve kurumsal iş birliklerine açık bir yer. E. I.: Zamanın Tozu sergisinin ardından izleyiciyi neler bekliyor? M. K.: Maik Armstrong’ın kişisel sergisini yapıyoruz, “New Gold Dream” sergisi 6 Kasım’dan itibaren görülebilecek. Serginin üç farklı bölümü var; ütopya, distopya ve notopya (ilkellik, ilke olma hali). İlkel insanların yaşamları ütopyaya ulaşma üzerinedir. Bu kendi içinde bir distopya yaratır. Temsilin temsilinin temsiline dönüşür. Biz distopya üzerinden sergiyi kurgulayacağız. Çerçeve formlarından oluşan, kentsel dönüşüm, yabancılaşma kavramları üzerinden de heykel çalışmaları yer alacak. “New Gold Dream”de yer alan eserler, kentin kayıplarının üzerine altın tozu serpiyor. Sergi 6 Aralık’a kadar devam edecek.
you briefly tell us about the founding process of Rem ArtSpace? Mehmet Kahraman: While initially searching only for a temporary exhibition space, we received good feedback about the exhibition Zamanın Tozu (The Dust of Time) during the following process. This, transforming into a collaboration with Yakup Yılmaz, gave way to the foundation of a new contemporary art space named Rem ArtSpace. The exhibition and sale of classic gold leaf frames will continue in the section still used by İklim Sanat besides the Rem ArtSpace exhibition space. In fact, we are considering a programme on the basis of cooperation between two different spaces. I am also considering the classic frames for an exhibition. E. I.: Where does the name “Rem” come from? M. K.: This building is where the Neutron Radios were produced in the 1950s. Following a production period that lasted from the 50s up until the 60s, they moved to Topkapı and this place remained unoccupied. Referencing the “rec” button of old radios and the idea of recording, I reached REM. Rem;
combined with sleep it can be read as a memory, a creation process, in a sense as particles of a whole. E. I.: Mr. Yakup, İklim Sanat is located in Çukurcuma in its usual place since long. Why not another place in Çukurcuma? Does this building have a past? Yakup Yılmaz: We got this building from Doctor Neviz Işıl in 1993. We had provided them with television services. Thanks to the friendship between us, they handed down the building easily to us. Then I met the artisan master Servet. When he said that he had frame templates of the type which we produce today, we began production for the first time here. The first Neutron radio production also began here. In the following years they established facilities in Topkapi, they produced Saba and Siemens televisions. In 1993 they liquidated it here and handed it down to us. So we began production with Servet, it lasted 1.5 years, there began to be inconvenience and our relationship was broken. Later on we got together again. We opened up the atelier in Tuzla. We have a large space. Servet worked also on sculpture, painting and frame
a spot which is not a gallery space. Currently we are at a different stage; there is no gallery on Çukurcuma Avenue that shows contemporary art. It is a place where there are small cafes or hotels, second hand bookstores and where the Museum of Innocence is located. The Museum of Innocence tells a contemporary story, a poetic story on memory about the recent past. Our presence here keeps the Museum company; it compensates the Museum’s loneliness. Our presence here brings dynamism to the street. We are planning to move Tophane ARTWALK to Çukurcuma after Boğaz Kesen. We represent that which is contemporary, the contemporary art practices. E. I.: So is this a gallery? M. K.: It is a project space, a space where various artists can come together and realize their projects; the originality of the projects is an important criterion in selecting the participating artists. Secondly, it is an open space for different curatorial and institutional collaborations. E. I.: What is waiting for the audience after the exhibition Zamanın Tozu (The Dust of Time)? M. K.: Mike Armstrong’s solo
https://www.facebook.com/ REMartspace/info
exhibition is next. The exhibition “New Gold Dream” opens on November 6th. The exhibition has three different sections: utopia, dystopia, notopia (Notopia; primitiveness, the state of being primitive) Primitive people’s lives are on reaching utopia. This creates a dystopia in itself. It transforms into the representation of the representation of representation. We will construct the exhibition on dystopia. There will be sculptures made of frame forms on the concepts of urban transformation and alienation. The works exhibited at “New Gold Dream” sprinkles “gold dust” on the losses of the city. The exhibition can be viewed in Rem ArtSpace until December 6th.
Samya Buittonn
Places
62
63
Places
SANATI ÖNEMSEMEK CARING FOR ART
1887 yılında Singapur’da 10 bungalovluk yerleşkesi ile hizmet vermeye başlayan Raffles’ın 2014 yılının Eylül ayında İstanbul’da açtığı otel aslında upuzun bir zincirin küçücük bir parçası. Sağladığı lüks hizmetleri ve özellikle de İstanbullular için bir ilk olan iki Michelin yıldızlı şef Sergi Arola’nın restoranı Arola ile bol bol gündeme gelen otelin proje aşamasında ne kadar incelikli çalıştıklarını ancak içinde barındırdıklarını bilen bir ziyaretçi anlayabilir. İç mekân tasarımı Hirsh Bedner Associates (HBA) tarafından gerçekleştirilmiş olan otelin aslında dev bir sanat koleksiyonu var; hem de bütün işler sipariş üzerine otel için özel olarak üretilmiş. Otel için sanat danışmanlığı veren Canvas’ın kurguladığı koleksiyonda toplam 224 eser bulunuyor. Bunların 55 tanesi 18 farklı Türk sanatçıdan, 169 tanesiyse 54 farklı yabancı sanatçıdan sipariş edilmiş. Oluşturma aşamasında gözetilen detay ekseriyetle İstanbul’un dokusu ve eskilere dayanan tarihi olmuş. İşler otelin tamamına yayılmış ve her an bir yerden karşınıza çıkabiliyor. Otelin ana kapısından girildiğinde ilk karşılaşılan eser Fransız fotoğraf sanatçısı Jean François Rauzier’nin dev boyutlu “Dolmabahçe Sarayı”. İlk bakışta Dolmabahçe Sarayı’na benzemese de dikkatli bakan bir göz bunu hemen fark edebilir. Sanatçının farklı noktalara eklediği şaşırtıcı detaylar ise aslında işe eklektik yönünü kazandırıyor. Bu dev boyutlu fotoğraf yerleştirmesinin hemen yanında, adını Özdemir Asaf’ın aynı adlı şiirinden alan, Martin Dawe’in bronz “Lavinia”* heykeli. Hepimizin hatırlayacağı gibi Lavinia Türk edebiyat tarihinin en güzel ve en bilinen şiirlerinden biri.* Raffles İstanbul ayrıca, Raffles Paris Le Royal Monceau’da olduğu gibi sanat konusunda da misafirlerine özel hizmetler verecek. Keşke Royal Monceau’da ki gibi güzel bir sanat kitapçısını da İstanbul’a kazandırsalar… Örneğin Rocca restorana eğer sabah kahvaltısı için girerseniz sizi solda iki büyük Sali Turan tablosu, sağda ise üzeri gazete ve dergilerle dolu bir
1 Jean-François Rauzier, Dolmabahçe Sarayı, Dolmabahçe Palace, Fotoğrafl, Photography, Courtesy of Raffles Hotel izniyle 2 Resimler, Paintings by, Sali Turan Fotoğraflar, Photography, Courtesy of Raffles Hotel izniyle
masa karşılıyor olacak. Şahane bir karşılanma değil mi? Sadece birkaç adım ilerlediğinizde de tavana doğru ve enlemesine yerleştirilmiş, yemek yerken aynı zamanda tadını çıkarabileceğiniz bir Refik Anadol imzalı video yerleştirmesi bulunuyor. Bunun dışında Monica Stevenson, Tom Swanston, Paul Benjamin David Katz, Michele Schuff ve Pam Longobardi gibi sanatçıların birden fazla işi otelin genelinde ziyaretçinin karşısına çıkıyor. Bu arada eserlerin hiç birinde etiket yok ancak en yakınızda görüp danışacağınız bir otel görevlisinin eserler ile ilgili her detaya hakim olduğunu göreceksiniz. İncelemesi en keyifli işlerden biri ise Margaret Tolbert’in İstanbul’u gezerken edindiği izlenimleri suluboya ise resmettiği küçük çalışmaların toplamından oluşan büyük tabloları. Bir İstanbullunun belki her gün geçip görmediği detayları bir yabancının gözünden okumak çok güzel bir deneyim. İrfan Önürmen’in katmanlı tül tekniğiyle yaptığı etkileyici portreleri, Jak Baruh’un fotoğrafları, Cristopher Wilcox’un tabloları, Ardan Özmenoğlu’nun Türkiye’nin sembolleri olarak postit tekniğiyle resmettiği Atatürk, Afife Jale, Fatih Sultan Mehmet ve Ahmet Ertegün’ün portreleri ise karşımıza çıkacak sürprizlerden sadece birkaçı… Raffles started business in 1887 with only ten bungalows in Singapore and their hotel in Istanbul, which opened its doors in September 2014, is only a small ring in a long chain. The luxury services they provide and their restaurant Arola, run by two Michelin starred chef Sergi Arola, a
first in Istanbul, had been the subject of much talk. Only a visitor who knows about what it offers can understand how much effort and deliberation was exercised during the project process. The interior design is executed by Hirsh Bedner Associates and the hotel has a huge art collection, all produced specially for the hotel upon commission. The artistic consultant of the collection, Canvas, brought together 224 works, 55 of which belong to 18 artists from Turkey and 169 to 54 international artists. Focus was on the urban texture and ancient history of Istanbul while forming the collection. They are spread around the hotel and can appear in every corner at any moment. Entering the hotel, the first work you will see is French photographer Jean François Rauzier’s gigantic Dolmabahçe Palace, which does not look like the palace at first glance, but a careful eye will know what it is. Surprising details added by the artist to different parts of the work are what make it eclectic. Right next to this large photographic installation is Martin Dawe’s sculpture Lavinia which takes its name from Özdemir Asaf’s poem of the same title. After all, Asaf’s “Lavinia”* is one of the most beautiful and well-known poems of Turkish literature. Raffles Istanbul, just like Raffles Paris Le Royal Monceau, will provide special art-related services to its guests. How wonderful it would be, if they offered an art bookstore like
Royal Monceau... If you want to have a breakfast at Rocca Restaurant, you will see two large paintings of Sali Turan on the left and a table full of newspapers and magazines on the right. What a fantastic greeting, isn’t it? Take a few steps and you can watch Refik Anadol’s video installation placed widthwise towards the ceiling while enjoying delicacies. Monica Stevenson, Tom Swanston, Paul Benjamin David Katz, Michele Schuff and Pam Longobardi will appear around the hotel with more than one work. By the way, none of the works have labels but you will be surprised to see how well-informed any member of the hotel personnel is, if you ask them. One of the most pleasing works to view is Margaret Tolbert’s large installation composed of hundreds of watercolor sketches, which document her impressions while strolling through Istanbul. Looking at the small details an Istanbulite may come across everyday but not see through the eyes of a foreigner is a wonderful experience. İrfan Önürmen’s impressive portraits of layered tulle, Jak Baruh’s photographs, Christopher Wilcox’s paintings, Ardan Özmenoğlu’s portraits of Atatürk, Afife Jale, Mehmet the Conqueror and Ahmet Ertegün where she portrays symbols of Turkey using post-it technique are only a few of what await us at Raffles Istanbul.
*Sana gitme demeyeceğim. Üşüyorsun ceketimi al. Günün en güzel saatleri bunlar. Yanımda kal. Sana gitme demeyeceğim. Gene de sen bilirsin. Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim, Ama gitme, Lavinia. Adını gizleyeceğim Sen de bilme, Lavinia. Özdemir Asaf (1957)
I won’t tell you not to go. You are cold, take my jacket. These are the best times of the day. Just stay by my side. I won’t tell you not to go. Still, you know better. If you want, I can tell you lies, But you’ll get hurt. I won’t tell you not to go. But don’t go Lavinia. I will keep your name a secret. Even you won’t know Lavinia. Özdemir Asaf (1957)
Yzbnnmm
Yzbnnmm
PORT PORT RE RA LER ITS BİZ 10 KİŞİYE SORDUK, ONLAR SON 10 YILDA NELER YAPTIKLARINI ANLATTILAR, WE ASKED 10 PEOPLE, SITKI KÖSEMEN İSE THEY TOLD US WHAT FOTOĞRAFLARI ÇEKTİ. THEY DID LAST 10 YEARS AND SITKI KÖSEMEN TOOK PHOTOGRAPHS.
64
65
Son 10 yılda kâr amacı gütmeyen insiyatifler kuruldu. Bunlar daha sonra güncel sanat ortamını şekillendirdi. Banka galerileri yerini çok mekânlı kuruluşlara bıraktı. Galeriler semti Nişantaşı yerini eğlence sektörünüde içinde barındıran Karaköy ve Beyoğluna bıraktı. Güncel sanat sergileyen mekânlar arttı. 2005 sonrası bienallere olan ilginin arttığını gördük. Gezi parkı direnişi sonrasında “Direnişin kendisi bir sanat nesnesi midir” sorusu gündeme düştü. Klasik resimlere olan ilginin yerini çağdaş resimler aldı. Sanatçılar resmin yanında farklı medyumları da bir araya getiren işler ürettiler. Sanat galerileri son yıllarda lokallikten uzaklaşıp uluslararası platformlarda boy göstermeye başladı. “İstanbul Modern” ve bienal çağdaş Türk sanatının lokomotifi oldu.Güncel Sanat kendi platformunu oluştururken, ressamlar bu konuda hala bir platform arayışı içinde olup, bunun eksikliğini hissettiler. 2010’dan sonra tuval resmine olan ilgi yeniden arttı. Performans sanatı gecikmeli de olsa Türk sanatında yerini aldı. In the last ten years numerous nonprofit initiatives were set up. They went on to shape the contemporary arts scene. Art galleries owned by banks gave place to institutions with multiple venues. Nişantaşı, once known as the district of art galleries, was replaced by Karaköy and Beyoğlu which also have a vibrant entertainment scene. The number of contemporary arts venues increased. We saw a rise in public interest towards the Biennial after 2005. After the Gezi Park resistance, the question “Is resistance an object of art in itself?” topped the agenda. Interest shifted from classical painting to contemporary painting. Aside from painting, artists tried their hand at works blending different media. Arts galleries went beyond their local reach to make an appearance in the international arena. Istanbul Modern and the Biennial became driving forces of Turkish contemporary arts. Even as contemporary art has thus created its platform, painters are still in search of a platform of their own. In 2010, there was a resurgence in the interest towards canvas paintings. Performance art took its place in the Turkish arts scene, although belatedly.
CÜNEYT AKSOY 44 KÂNİ AKSOY GRAVÜR VE ÇERÇEVE ATÖLYESİ, RESSAM KANI AKSOY ENGRAVING AND FRAME WORKSHOP, PAINTER
66
Son on yıl benim için öncelikle 35 festival, 7 bienal, 3000’in üzerinde konser, onlarca konferans, rapor ve kültür-sanat etkinliğiyle geçti. İstanbul yine bu süreçte Avrupa Kültür Başkenti unvanını taşıdığı bir yılı geride bıraktı. Kent nüfusu 15 milyon civarlarında seyrederken nüfusla aynı hızda olmasa da kültür-sanat alanında çalışan kurumların sayısı da arttı, bu alandaki tartışmalar çeşitlendi. Büyük bir tecrübe birikimi gerçekleşti ama kamu katkısı sınırlı kaldı, finansal açıdan özel sektör itici güç olmaya devam etti. Yepyeni müzeler, performans mekânları İstanbul’un kültür-sanat hayatına birer birer adım attı. Öte yandan AKM gibi kentin belleğine kazınmış bazı mekânların hayatımızdan çıkışını ve şu anda içinde bulundukları durumu üzülerek izledik. Bir yandan müzikten mimarlığa, tiyatrodan güncel sanata kadar birçok farklı alanda uluslararası arenada daha belirgin bir varlık göstermeye başladık. Tabii bir de Galatasaray dördüncü yıldızı taktı, Leonard Cohen iki defa ülkemize geldi, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı deneylerine başlandı, kök hücre araştırmaları birçok tedavide çığır açtı, Mars’ta su bulundu! For me, the last ten years were full of 35 festivals, 7 biennials, over 3000 concerts, scores of conferences, reports, and culture and arts events. During that time, Istanbul was declared European Capital of Culture.
GÖRGÜN TANER 56 İKSV GENEL MÜDÜRÜ GENERAL DIRECTOR OF IKSV
As the city population approached 15 million, the number of culture and arts institutions also increased -albeit not at the same rate-, and the debates on the topic diversified. An immense know-how was accumulated; however, as public support remained limited, private sector continued to be the main driving force in financial terms. Brand new museums and performance spaces joined Istanbul’s arts and culture scene one after the other. However, certain venues such as AKM, which have been inscribed in urban memory, have become defunct and are now in a sorry state. On the other hand, Turkey’s presence in the international arena became much more prominent in fields such as music, architecture, theater and contemporary arts. By the way, Galatasaray football club became the national champion for the fourth time, Leonard Cohen came twice to Turkey for concerts, Great Hadron Collider experiments started, stem cell research became a game-changer in medicine, and water was discovered on Mars!
67
Son 10 yılda benim için en önemli olgu genç kuşağın çalışmalarımı eskilere göre çok daha iyi bir şekilde değerlendirmeleri oldu. Son 10 yılda onlarla sanatsal eylemlere katıldım. Kişisel aktivitelerim de ise kısaca 2005’te Dirimart’ta Berlin sergisinin devamı olarak “Gizli Resimler, ‘ŞEY’ler ve Allah Bullak Durumlarla İlgili Bir Sergi”yi; 2007 yılında Yasak Meyve Yayınları ile “Olabilir Olabilir” kitabını ve Frankfurt’ta “Made in Turkey” sergisini; 2009’da Karşı Sanat’ta “Yok” sergisini; 2011’de “O değilse başkasıdır” ortak adı altında Mars Galeri, Alan İstanbul, Galeri Arayüz ve Galeri Artisan ve Contemporary Istanbul’da sergiler; 2012’de Çanakkale Bienali için video ve fotoğraflardan oluşan bir yerleştirme ve Everest Yayınları ile “Momet” şiir kitabını; 2013’te Murakıp Sokak ve Külah’ta HAM marangoz atölyesini de içine alan “Zaruret” isimli video yerleştirmelerini; 2014’te Pilot Galeri’de “Mesele Mühim” sergisini yaptım. Ayrıca başta Periferi Grubu olmak üzere birçok etkinliğe katıldım. Kitaplık, Varlık, Yasak Meyve gibi eski dergilerin yanı sıra Duvar, Hacı Şair Gnossis, Japonya ve Mosmodern’de şiirlerim yayınlandı. İşte bunlar son 10 seneden aklımda kalanlar. The most significant thing to me in the 10 last years is that the young generation appreciated my works better than old audience. I participated to art events with them. My personal activities are briefly; “An Exhibition About Secret Paintings, ‘THINGS’ and Topsy-turvy Situations” at Dirimart (2005); a book from Yasak Meyve Publishers called “Mayhap Mayhap” and “Made in Turkey” exhibition in Frankfurt (2007); “Ain’t” exhibition at Karşı Sanat (2009); an exhibition series under the name “If Not That It is Another”, at Mars Gallery, Alan Istanbul, Gallery Arayüz, Gallery Artizan and Contemporary Istanbul (2011); an installation for Çanakkale Biennial and a poetry book with Everest Publishers called “Momet” (2012); video installations named “Indispensability” including HAM carpenters studio at Murakıp Sokak and Külah (2013); “A Grave Matter” exhibition at Pilot Gallery (2014). I also attended many activities primarily with Periferi Group. My poems were published in magazines such as Kitaplık, Varlık, Yasak Meyve, Duvar, Hacı Şair Gnossis, Japonya and Mosmodern. Those are what stayed in my mind from the last 10 years.
KOMET 74 RESSAM, ŞAİR PAINTER, POET
68
İLKAY BALIÇ 36 ARTER İLETIŞIM DIREKTÖRÜ, EDITÖR ARTER COMMUNICATION DIRECTOR, EDITOR
On sene önce tesadüf eseri kendimi sanat alanında çalışır buldum. Bu zaman zarfında Türkiye’de faaliyet gösteren kültür kurumlarına farklı şekillerde, çoğunlukla “editör” adı altında hizmet verdim. Adı “editörlük” olup kendisi başka pek çok şeye benzeyen bu işi kâh sanat dünyasının hiyerarşileri içindeki yerinden şikayet ederek, kâh başkalarının kötü yaptıklarını düzelttiğim için önce onlara sonra kendime öfkelenerek, kâh ne olursa olsun dille, metinle, kavramlarla uğraşıyor olmaktan haz alarak yaptım. Bazı işler için metodoloji geliştirdim, araştırma yaptım, ham malzemeyi yoğurdum, kurguladım; bazı kurumlar için kendilerini anlatacakları dili tayin ettim, perde arkasından danışmanlık/ arabuluculuk yaptım, içeriği kitleye ve mecraya göre biçip diktim; bazı
69
projelerde ise bir şey tasarlayıp gerisini sürece bırakmayı öğrendim. Bir işi emanet ettikleri kişilere güvenmeyi bilen kurumlar sayesinde akademide yaşayamayacağım bir bağımsızlık hissiyle hayal ettiklerimi hayata geçirme imkânı buldum (İKSV/ikaseve, Arter/Bahane). Başka açılardan bakmamı tetikleyen, beni daha iyi düşünmeye sevk eden, üstelik bir de çok sevdiğim insanlarla beraber çalışma lüksünü yaşadım. Yaptığım işlerin tuhaf kombinasyonu sayesinde içimdeki doymak bilmez şehirciyi, sosyal bilimciyi, yazarı ve yönetmeni pastayla olamasa da ekmekle besleyebildim. Bazen bütün bu diplomatik beceriyi ve sorun çözme eforunu toplumsal çatışmalar için sarf edebiliyor olsam (ve bir işe yarayabilse) diye hayıflandım. Yine de, en çok şikayet ettiğim anlarda bile hayatımı okuyarak/ yazarak kazanabildiğim için şükrettim. Ten years ago I found myself working in the art business, purely by chance. During this period, I served various cultural institutions in Turkey in different capacities, mostly as editor. Although I was called an ‘editor’ I was expected to carry out countless unrelated tasks. So I worked, but not without complaining of my job’s place in the hierarchy of the world of arts, getting angry at those whose texts I had to correct and then at myself for doing it. Nevertheless, I took immense pleasure in working with language, texts and concepts. For certain tasks, I developed methodologies, carried out research, processed raw material; for certain institutions, I decided on the language that they would use to express themselves, offered them consultancy and intermediation services, streamlined their content according to the audience and medium; and for certain projects, I learned that I had to design certain key aspects but leave the rest to the process. Thanks to institutions (İKSV/ ikaseve, Arter/Bahane) which know to trust those individuals to whom they assign a task, I had the chance to make my dreams come true and enjoy a freedom which cannot be found even in the academy. I had the luxury of working with people urging me to look from different angles and to think out of the box -people whom I love very much. As a result of the odd combination of the tasks I had to perform, I could satisfy the urbanist, social scientist, writer and film director within me -at least to some extent. Sometimes I did feel sorry though, thinking I could have put all these diplomatic skills and troubleshooting capacity to the service of social struggles instead. Nevertheless, I have always been very grateful for making a living by reading and writing, even when I seemed to complain the most.
LEVENT ÇALIKOĞLU 44 İSTANBUL MODERN MÜZE DIREKTÖRÜ ISTANBUL MODERN MUSEUM DIRECTOR
Son 10 yılda İstanbul Modern hayatımın merkezini oluşturdu. Sanat ortamındaki yerleşik dengelerin bozulduğunu, birkaç sanatçı kuşağının dönüşümünü ve bu sürecin yarattığı gerilimi gördüm. Istanbul sanat ortamında kimsenin bir başkasını övmediğine, taktir etmediğine ve kuşaklar arasındaki iletişimsizliğin arttığına tanık oldum. Izler kitlenin büyümesinin yarattığı memnuniyete ortak oldum. Hayalimdeki birkaç sergiyi gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşadım. Gelecek 10 yılda neler yapmak istemediğime karar verdim.
In the last ten years, Istanbul Modern has been the center of my life. I have seen the disruption of the equilibrium in the arts scene, transformations of a few generations of artists, and the tension generated by this whole process. I have witnessed, in the Istanbul arts scene, how no one praises or appreciates anyone else, and how the lack of communication among generations grows more and more. I have shared in the pleasure of seeing the arts audience expand. I have enjoyed the bliss of actualizing a few exhibitions that I always dreamed of. I have also decided what I do not want to do in the next ten years.
70
NİYAZİ KARIKSIZ 55
71
RENK YÖNETİMİ VE OFSET HAZIRLIK BÖLÜM YÖNETİCİSİ COLOR EXECUTIVE AND OFFSET PREPARATORY DIRECTOR
MERVE ELVEREN 30 SALT ARAŞTIRMA VE PROGRAMLAR SALT RESEARCH AND PROGRAMS
Tasarım eğitiminden arşiv ve araştırma alanında çalışmaya geçişim bu son 10 yıl içinde gerçekleşti. 11. İstanbul Bienali ile başlayan süreç Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi’nde Cengiz Çekil dijital arşivinin oluşmaya başlamasıyla, sonrasında ise Çekil’in İzmir’deki arşivinin İstanbul’a taşınması ile devam etti. Kutularda saklanan belgelerin tek tek gün yüzüne çıkarılması ve korunamamış işlerin yeniden üretilmesi Gülsün Karamustafa’nın SALT’ta açılan kapsamlı sergisi “Vadedilmiş bir sergi” ile daha da detaylanarak süreklilik kazandı. Sanatçı arşivleri ve son 40 yılın farklı dönemlerine bakan, tanıkların hikâyeleriyle gelişen projeler sayesinde araştırmacılar için kaynak oluşturma ve bu kaynaklar üstünden tartışma ortamları yaratma fırsatını yakaladım. My transition from design education to work on archives and research has taken place in the last ten years. It started with the 11th Istanbul Biennial, followed by the creation of Cengiz Çekil digital archive at Garanti Contemporary Arts Center and then the transportation of Çekil’s archive from İzmir to Istanbul. The documents stored in boxes were being put on display one by one and perished art works were being reproduced -and this effort continued in an even more elaborate fashion with ‘A Promised Exhibition’, a comprehensive exhibition of the works of Gülsün Karamustafa at SALT. Thanks to projects delving into artists’ archives and different periods from the last 40 years through stories narrated by witnesses, I have had the chance to create resources for researchers and to spark debates by means of these new resources.
Niyazi Karıksız, 55, Renk Yönetimi ve Ofset Hazırlık Bölüm Yöneticisi Sanat hakkında konuşmak bana göre fazla iddialı bir girişim olur, ancak sanata hizmet veren, sanatçılarla birebir çalışan biri olarak görüşlerimi aktarmak isterim elbette. Otuz üç yıldır Ofset Yapımevi’nde baskı öncesi hazırlık ve renk yönetimi yapıyorum. İşimize karşı olan titizliğimiz sayesinde MoMA/New York, Frame Publishing, Aperture, Mörel Publishing, Mack Books, RVB Books, Little Big Man gibi uluslararası yayıncılar uzun zamandır bizimle çalışıyorlar. Üç yıldan beri, Fine Art / Edition baskı alanında Türkiyeli ve yabancı sanatçılara, limited edition baskı hizmetini aynı titizlik ve kaliteyle yapıyoruz. Sanatçılarla birlikte çalışabilmek için bilgi ve deneyimin ötesinde, çok iyi algılara sahip olmak gerekiyor. Kimilerince ‘kapris’ olarak yorumlanan sanatçı isteklerinin, gerçekte mükemmeliyete ulaşma çabası olduğunu biliyorum. Yapı olarak da mükemmeliyetçi olduğumdan bu konuda hiç zorlanmıyorum. Bizden mutsuz ayrılan bir sanatçı bulamazsınız. I think it would be pretentious on my part to talk about art; however, I would gladly share my opinion as an individual who serves art and works one-on-one with artists. Since thirty three years, I have been in charge of pre-publication work and color management at Ofset Publishing House. Due to our meticulous work, such international publishers as MoMA/New York, Frame Publishing, Aperture, Mörel Publishing, Mack Books, RVB Books and Little Big Man have been working with us for a long time. Since three years, we have been providing limited edition publication services in the form of fine art editions for Turkish and foreign artists. In order to be able to collaborate with artists, one needs not only knowledge and experience, but also a strong perception. I now know that artists’ demands, which are viewed by some as ‘caprice’, in fact reflect their desire to attain perfection. As I am perfectionist by nature, this does not pose a challenge for me. Well, you cannot point to a single artist who has left our publishing house unhappy.
72
RABİA GÜRELİ 44
73
SAMI KISAOĞLU 33 MÜZIKOLOG, YAZAR MUSICOLOGIST, WRITER
CI YÖNETIM KURULU BAŞKAN YARDIMCISI CI VICE-CHAIRPERSON
Son 10 yılda Sarkis’in ne büyük bir sanatçı olduğunu birkez daha gözlemledim. 2005’ten günümüze Akbank Sanat, İstanbul Modern, Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi ve Arter’de dört önemli sergisi ve 56. Venedik Bienali’ndeki işiyle Türkiye’deki sanat üretiminin en temel sorunlarından biri olan disiplinlerarası okuma ve uygulamayı mükemmel bir şekilde birleştirdiğini deneyimledim. Sanat yazarı, yayıncısı gibi entellektüel anlamda içerik üreten kişilerin sayısındaki artışın aksine söz konusu yayınların okuyucularında güçlü bir değişiklik olmadığını gözlemledim. Oslo’dan
ALİ GÜRELİ 63 Cİ YÖNETIM KURULU BAŞKANI CONTEMPORARY ISTANBUL CHAIRMAN
10 yıl önce sanat ortamı çok farklıydı. Şu an ile kıyaslamamız imkânsız. Bizim hayatımızın odağında son 10 yıl içinde hep çağdaş sanat oldu ve bu vesile ile Contemporary İstanbul da çok büyük yer kapladı diyebiliriz. Fuarın, sonuçta, bu ortamda çok şey değiştirdiğine ve geliştirdiğine inanıyoruz. Tüm bu kapsamda, hiçbir zaman sanatı tek taraflı düşünmedik, sanat okuyan öğrencilerin ya da sanat yazarlarının da gelişen sanat ortamının bir parçası olmasını istedik. Bu nedenle her zaman yeni projeler yapmak istedik. Diğer yandan, Türkiye’deki çağdaş sanat ortamının gelişimine katkı sağlayan bir fuarın parçası olmak bizim önceliğimiz oldu. The art scene was different 10 years ago. It is impossible to compare with today. In the past decade our focal point has been essentially contemporary art and within this context it is possible to say that Contemporary Istanbul has played a significant role. All in all, in the current climate we believe the fair has changed and improved many things. Within this scope we have never thought of art as a unilateral concept and wanted art students and art writers to be a part of the developing art scene. This is why we have always pursued new projects. On the other hand it was a priority for us to be a part of a fair that contributes to the development of contemporary art scene in Turkey.
In the last 10 years, I have witnessed once again what a great artist Sarkis is. From 2005 until date, I have seen Sarkis perfectly merge interdisciplinary reading with practice -a key issue for artistic production in Turkey- through his four prominent exhibitions at Akbank Sanat, Istanbul Modern, Yapı Kredi Culture and Arts Center, and Arter, as well as his work for the 56th Venice Biennial. Despite an increase in the number of arts critics, publishers, and other producers of intellectual content, I have observed no radical change in the readership of such publications. In my visits to cities such as Oslo and Rotterdam, I have listened to great music, met with remarkable artists, and penned numerous writings on their work. In a country whose arts history has yet to be properly written, I saw publications such as artists monographs by Yapı Kredi Publications, the book “Memory and Infinity” by Norgunk Publishers, and the book on Turkish contemporary art from 1975 to 2015 sponsored by SAHA create modest sparks. On the one hand, there were large exhibitions such as those on the three great Catalan masters (Picasso, Dali, Miró) as well as Marc Quinn or Chagall, while on the other, there were exhibitions with much more modest budgets that nevertheless contributed immensely to the local arts scene -for instance Murat Akagündüz’s “Hell-Heaven”. I have witnessed how Gezi Park Incidents influenced the music and contemporary arts scenes, yet also observed that the art of photography is still not deemed to be important by neither collectors nor arts institutions. In Ankara, which has turned into a wasteland in artistic terms in the last decade, I visited the hope-inspiring exhibition of the works of Erwin Olaf at Cer Modern.
Roterdam’a yaptığım yolculuklarda çok iyi müzikler dinledim, ilginç sanatçılar tanıdım, onlara dair birçok portre yazısı kaleme aldım. Sanat tarihinin tam anlamıyla yazılmadığı bir ülkede çağdaş sanatımıza dair yapılan YKY’nin sanatçı monografileri, Norgunk Yayınları’nın “Bellek ve Sonsuz” kitabı, SAHA’nın desteğiyle 1975-2015 arası çağdaş sanatımızı ele alan kitap gibi yayınların küçükte olsa bir ateş yaktığını gördüm. Bir yanda Katalan Üçlemesi (Picasso, Dali, Miró) öte yandan Marc Quinn, Chagall, gibi büyük sergiler
olurken bir tarafta bütçesel anlamda çok daha mütevazi ama yerel sanat ortamının seviyesini yukarı çeken Murat Akagündüz’ün “Cehennem-Cennet”i gibi çok iyi solo sergiler gördüm. Gezi Olayları’nın müzikten güncel sanata olan yansımalarına tanıklık ederken bir yandan fotoğrafın Türkiye’de halen ne koleksiyonerler ne de kurumlar bağlamında sahiplenilmediğine şahit oldum. Son 10 yılda sanatsal anlamda bir çöle dönen Ankara’da, Cer Modern’de Erwin Olaf gibi umut verici bir sergi gördüm.
74
VAHIT TUNA 44 GRAFIK TASARIM, SANATÇI GRAPHIC DESIGNER, ARTIST
2005-2015 yılları arasında sayısız galeri, onlarca insiyatif, bir kaç müze/kurum ve yine bir kaç fuar İstanbul sahnesinde yer aldı. Ve tabi belki de bunların hepsinden fazlaca genç sanatçılar. Her aşamasında motivasyon odaklı İstanbul sanat ortamı, kimi zaman yurtdışı fuarlarıyla, kimi zaman Sotheby’s satışlarıyla, çokca Bienalleri ve yeni sanat fuarlarıyla motive olmaya, daha da doğrusu günü kurtarmaya odaklı sanat üretimlerine yöneldi. Genç sanatçıların konsantrasyonu da bu 10 yıl öncesindekilere nazaran; bir an önce bir galeriye anlaşma, başka galeriye transfer olma ya da sadece fuarlarda tek gecelik ilişki yaşamaya odaklandı. Yapıtların satış rakamları büyüdü, spekülasyonlar çoğaldı hatta boş çerçeveler ya da hamiline yazılmış çekler bile sanat yapıtı olabildi ve yüksek meblağlara satıldı, sonradan bunların etraflarına kavramsal çerçeveler yazıldı çizildi. Artık bu ortam sanki bir mutenalaştırma ya da kentsel dönüşüm projesi gibi. Ortamın yeni sahipleri kapıya dayanmış görünüyor. Sanatçıların işi her zamankinden daha zor. Çünkü mücadele etmeleri gereken alanlar çoğaldı. From 2005 to 2015 numerous galleries, dozens of initiatives, a couple museums/institutions and again a couple fairs took place in Istanbul. And of course maybe even more young artists. The Istanbul art scene can be described as “motivationfocused” in every step. Sometimes international fairs, sometimes Sotheby’s sales, mostly the Biennials, and new art fairs have been the main motivation: it had tendency to produce art that is focused on saving the day. The concentration of young artists, compared to the
16 YEARS
16-17 DECEMBER 2015 HILTON ISTANBUL BOMONTI
concentration of those ten years ago, was focused on making an agreement with a gallery as soon as possible, being transferred to another one, or just having a one-night stand during fairs. The sales prices of the works of art have boomed, speculations increased, or even empty frameworks or checks to bearer were considered as works of art, and sold for good round sums. We then put these in conceptual frameworks. It feels to me like this environment has become almost like an exclusivity or urban regeneration project. The new owners are pounding at the door. The artists have their work cut out for them because there is an increase in the number of fields they must battle.
For other speakers
Main Sponsor for 14 years
Sponsors
Wellness Sponsor
yürekli training conference consulting: Cevdet Pa a Cad Media Sponsor:
al
t
e ek
stan ul el:
a :
76
TO BREAK THE RULES, YOU MUST FIRST MASTER THEM. KURALLARI YIKMAK İÇİN, ONLARA HÜKMETMELİSİNİZ. JOUX VADİSİ YÜZYILLAR BOYUNCA
ZORLU VE
ACIMASIZ BİR ORTAM OLUŞTURDU VE 1875 YILINDAN BU YANA LE BRASSUS KASABASINDA AUDEMARS PIGUET’E EV SAHİPLİĞİ YAPTI. İLK SAATÇİLER BURADA DOĞANIN GÜCÜNE DUYDUKLARI HAYRANLIKLA USTALIKLARINI GELİŞTİRDİLER VE SUNDUKLARI KOMPLİKE MEKANİZMALAR İLE ONUN GİZEMİNİ ÇÖZME YOLUNDA EMİN ADIMARLA İLERLEDİLER. İŞTE BU ÖNCÜ RUH, BUGÜN HALA YÜKSEK SAATÇİLİĞİN GELENEKLERİNE SADIK, SAĞLAM ADIMLARLA İLERLEMEMİZ KONUSUNDA BİZE İLHAM KAYNAĞI OLUYOR.
ROYAL OAK OFFSHORE KRONOGRAPH PEMBE ALTIN/SERAMIK.
iSTANBUL BOUTIQUE
Eytam Caddesi No: 35/1 Nişantaşı - istanbul TEL. 0212 230 70 71 / apist@tektas.info
PROUD PARTNER OF