Haziran 2012 / Sayı 4
AŞİYAN
Boğaziçi Üniversitesi Aylık Edebiyat Dergisi
-Murat Gülsoy Röportajı
-Ömer Erdem İle Poetikası Üzerine...
Dosya
Kötülenen Kadın Karakterler
www.asiyandergisi.com www.facebook.com/bounasiyan www.twitter.com/asiyandergisi
HECE DERGİSİ
ÖZEL SAYILARI
2
AŞİYAN
Konur Sokak No: 39 / 1 - 2 Kızılay / Ankara Yazışma: P.K. 79 Yenişehir / Ankara Tel: 0312-419 69 13 Faks: 0312-419 69 14 www.hece.com.tr
hece@hece.com.tr
“Burası Aşiyan; benim değil, gerçek yolda ilerleyen temiz, cesur, yiğit gençlerindir...” Tevfik Fikret
İçindekiler
AŞİYAN
Boğaziçi Üniversitesi Aylık Edebiyat Dergisi
Haberler....................................................................................................1 Gözümüze Çarpanlar..........................................................................7 Şiir-CİHAN TEZEL-Orhan Veli’ye.................................................8 Şiir-MEHMET EMİN BİNİCİ-Çünkü...........................................8 Öykü-FİRDEVS EV-Kapanış............................................................9 Deneme-ESMA DALP-Sanmalar Dünyası...............................10 Öykü-ÖVGÜ KAFADAR-Anlaşılmayan Şeyler.......................11 Şiir-DERYA ONARAN-Madam Sulhet II..................................11 Şiir-SEMUHİ SİNANOĞLU-Havva............................................12 Şiir-LEYLA ES-Uzak Zaman Konuşmaları..............................12 Öykü-LEYLA ES-Sonsuz Çelişki...................................................14 Deneme-ECEM BAYAR-Eller, Zamanlar, Silüetler................15 Şiir-HÂKÂN ÖZÇELİK-Tehditkâr Tahdit................................16 Şiir-FATMA KAHRAMAN-Kap, Kacak, Kahve.....................16 Dosya-FIRAT DEMİRStella-En Büyük Umut Bir Kurban..............................................17 Dosya-PELİN SAVTAKCeza Olmasa Kaçmanın Ne Tadı Kalırdı...................................19 Şiir-MERVE ŞEN-Yol Üzerinde Bir Yerlerde...........................21 Şiir-MURAT ÖZDEMİR-Bir Çocuğun Rüyalarından..........21 Deneme-İSLÂM DALP-Ewraka...................................................22 Öykü-ECEM BAYAR-Deniz, Kum, Gece..................................23 Tanıtım-SEZAİ AYDINDördüncü Tekil Şahıs veya Kendini Red...................................24 Deneme-SEMUHİ SİNANOĞLU-Aşkın Veba Hâli.............25 Öykü-MÜMTAZ AYAZ-Zaman’la Akşam Yemeğim..........26 Röportaj-Murat Gülsoy Röportajı..............................................29 Öykü-UĞUR UFUK ÇALIŞKANGuernica Kazan Ben Kepçe............................................................32 Öykü-HALİL İBRAHİM ÖZTÜRKGeceye Şahit Son Sigara...................................................................33 Poetika-İSLÂM DALPÖmer Erdem ile Poetikası Üzerine..............................................34 Öykü-FATMA KAHRAMAN-Kara Dere..................................36 “Polisiye Okuma Grubu”nun Ardından- YUNUS EMRE AÇIL-Mavi......................................37 *Maddi problemler yüzünden yaşanan gecikmeden dolayı siz saygıdeğer okuyucularımızdan özür diliyoruz. *Bu dergide yer alan yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aittir.
Boğaziçi Üniversitesi Adına Sahibi Fırat Demir
Genel Yayın Yönetmeni Fırat Demir
Yayın Kurulu
Ayşe Gül Cevahir İslâm Dalp Firdevs Ev Merve Şen M. Berkan Şimşek
Reklam İşleri Sorumluları M. Safa Yaşar
Redaksiyon Çağrı Mutaf
Grafik/Tasarım Yunus Emre Açıl
Haber Kurulu
Muazzez Karacan Merve Şen
Fotoğraflar
Firdevs Ev Deniz Lefkeli
Matbaa
İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi Baskı Tesisleri Çobançeşme M. Sanayi C. Altay Sk. No: 8 PK: 34196 Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul Matbaa Sertifika No: 10614
Yazı Göndermek İçin yazi.asiyan@gmail.com
İnternet Adresleri
www.asiyandergisi.com www.facebook.com/bounasiyan www.twitter.com/asiyandergisi
İletişim
iletisim@asiyandergisi.com
AŞİYAN
3
Haberler Orhan Kemal Armağanı Bener’e
41. Orhan Kemal Roman Armağanı; Tahsin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral, Özdemir İnce, Erol Erdinç, Turhan Günay ve Nazım Öğütçü’den oluşan bir kurul tarafından “Heyulanın Dönüşü” romanıyla Yiğit Bener’e verildi. Ödül töreni, 1 Haziran günü Orhan Kemal Kütüphanesi Konferans Salonu’nda gerçekleştirilecek olan Orhan Kemal’i anma etkinliğinde yapıldı.
Kadın Kütüphanesi’̇ni̇n Akıbeti̇ Ne Olacak? Avrupa’daki en eski, en kapsamlı kadın tarihi arşivine sahip olan ve 1926 yılında kurulan Londra Kadın Kütüphanesi’nin varlığını sürdürebilmek için yeni bir alıcıya, mekân ya da sponsora ihtiyacı var. Planlara göre normal olarak haftanın beş günü hizmet veren kütüphane 2012’nin sonuna kadar haftada yalnızca bir gün açık kalacak. Londra Metropolitan Üniversitesi’nin parçası olan, 60.000’in üzerinde kitaba ev sahipliği yapan ve feminizm ile kadın tarihi hakkında pek çok kapsamlı çalışmaları barındıran kütüphanedeki koleksiyonun “ulusal değer” taşıdığını söyleyen üniversitenin Başkan Yardımcısı Malcolm Giles, sponsor ya da yeni alıcı bulunamazsa masrafların karşılanamayacağını sözlerine ekliyor.
Kaynak: Sabit Fikir
Kaynak: Cnntürk
Yere Düşen Dualar İsveç’te Sema Kaygusuz’un Fransa’dan aldığı iki ödülün yanı sıra Balkanika Edebiyat Ödülü’ne de değer görülen ilk romanı Yere Düşen Dualar, İsveç’te yayımlandı. İsveçli okurların ilgiyle karşıladığı roman, eleştirmenler tarafından da beğenildi. Eleştirmen Karl Johan Nilsson, Kaygusuz için “William Blake’in çağdaş bir yazar olarak geri döndüğünü düşündürüyor” derken; Jens Christian Brandt, “Bir yanıyla şair, bir yanıyla ateşli bir muhabir, doğuştan yetenekli bir anlatıcı” diyerek yazarı övdü. Jan Arnald ise kitap için şunları söyledi: “Uzun yıllardır ilk kez çok önemli ve derinlikli bir okuma deneyimine sürükledi beni.”
4
AŞİYAN
Kaynak: Sabah
Haberler 58. Sait Faik Hikâye Armağanı Yalçın Tosun’un Sait Faik Abasıyanık anısına her yıl bir öykücüye verilen ve Darüşşafaka Cemiyeti ile İş Bankası Kültür Yayınları işbirliğiyle düzenlenen 58. Sait Faik Hikâye Armağanı’nın bu yılki sahibi Peruk Gibi Hüzünlü isimli kitabıyla ödülü kazanan Yalçın Tosun oldu. 1955’te yazarın annesi Makbule Abasıyanık tarafından kurulan, 1964’ten itibaren Darüşşafaka Cemiyeti tarafından ve 2003-2011 yılları arasında da Darüşşafaka Cemiyeti ve Yapı Kredi Yayınları işbirliğiyle verilen armağan, bu yılla birlikte Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları işbirliğiyle verilmeye başlandı. Kaynak: Ajandatv
Yazarların Bi̇ldi̇risi
Rowling Taki̇pçi̇lerine
İthaki Yayınları’nın editörü Ahmet Öz son zamanlarda edebiyata ve yazarlara uygulanan baskılara tepki olarak bir bildiri hazırladı. Pek çok yazar, şair, çevirmen ve akademisyenin altına imza attığı bildiri şöyle: “Sanat yapıtını, içinden birkaç cümle ya da kelime ‘cımbızlayarak’ hakikatinden, bağlamından soyutlayarak hedef tahtasına koymak, artık vaka-i adiyeden oldu. Sanatın, edebiyatın, geleneğin bekçisi olduğunu düşünenler, o dillerinden düşürmedikleri ahlakın sadece kendilerine has, kendi tarifleriyle belirlenmiş bir mülk olduğunu sanıyorlarsa yanılıyorlar. Düşünmeye, yazmaya, sanata, kitaba ve tüm değerleri mümkün kılan farklılığa düşmanca tutumları kınıyoruz. Düşünce ancak düşünceyle çürütülebilir, ahlakın sınandığı yerse insanlar arası ilişkiler, yani hayattır. Yaşama hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü ile inanç özgürlüğü evrensel değerlerdir, şu ya da bu grubun tekelindeki değerler değil. Bu evrensel hakları kendi tanımları içine hapsederek başkalarına karşı saldırı aracı haline getirmeye dönük tüm girişimleri kınıyoruz.”
J. K. Rowling’in yeni bir kitapla okuyucularla buluşacağını geçen sayımızda haber vermiştik. Artık kitabın içeriği ile ilgili de bilgi sahibiyiz. Rowling’in “The Casual Vacancy” ismini verdiği ve 27 Eylül’de dünya genelinde satışa çıkması beklenen kitap, yazar tarafından bir kara komedi olarak tanımlanıyor. “Yeni şeyleri keşfetmek, Harry Potter’ın sağladığı başarının bana verdiği bir armağandır” diyen Rowling, hikâyesini küçük bir kasaba olan Pagford’un mahalle heyetinde yer alan gözü pek üye “Barry Fairweather’’ın Kaynak: Fil Uçuşu beklenmeyen ölümünün semt sakinleri üzerindeki etkisi üzerine kurmuş. Kaynak: Guardian, Ajanda.tv
AŞİYAN
5
Haberler Görsel Bir Finnegans Wake Paris’te yaşayan animatör, tasarımcı ve illüstratör Stephen Crowe, 2010 yılında giriştiği bir projeyle kendisiyle arasında bir aşk ve nefret ilişkisi olduğunu söylediği James Joyce’un İngiliz dilinin en zor romanı olarak kabul edilen, kimilerine göre de okumanın tamamıyla imkânsız olduğu yapıtı Finnegans Wake’in hem derin okumasını yapma hem de kitabı kendi çizimleriyle görselleştirme kararı aldı. Meraklılarının da internetten takip edebileceği “Wake in Progress” adlı proje hâlâ devam ediyor .
IMPAC Dublin Jon McGregor’un
Britanyalı romancı Jon McGregor, “Köpekler Bile” (Even the Dogs) romanıyla dünya edebiyatının en saygın ödüllerinden IMPAC Dublin’e değer görüldü. Toplumun kıyısında yaşayan alkolikler, uyuşturucu bağımlıları ve evsizler üzerine bir roman olan “Köpekler Bile”yle 100 bin avro tutarındaki para ödülünün sahibi olan McGregor, 2002’de yayımlanan ilk romanı “Önemli Şeylerden Kimse Söz Etmezse”yle prestijli Man Booker ödülüne aday gösterilen en genç yazar olmuştu.
Kaynak: Egoistokur
Yazarın üç kitabı da Türkiye’de Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmıştı. 2003 yılından bu yana verilen IMPAC Dublin ödülünün ilkini “Benim Adım Kırmızı”yla Orhan Pamuk kazanmıştı. Kaynak: Ntvmsnbc
Masumiyet Müzesi Kapılarını Açtı Orhan Pamuk’un 2008 tarihli aynı adlı romanından esinlenerek meydana getirdiği “Masumiyet Müzesi”, bir edebiyat eserinden yola çıkarak hazırlanan ilk müze olma özelliği taşıyor. Restorasyonunun Mimar İhsan Bilgin’e ait olduğu bina Pamuk’un romanı yazmaya başlamadan önce satın aldığı “Brukner Apartmanı” idi. Masumiyet Müzesi, romanın ana karakterleri Kemal ile Füsun’un arasında geçen aşktan ilham alınarak hazırlandı. Çukurcuma’daki Firuzağa Mahallesi’nde yer alan “Masumiyet Müzesi’nin halka açılışı, 28 Nisan Cumartesi günü gerçekleşti.
6
AŞİYAN
Kaynak: CnnTürk
Gözümüze Çarpanlar Mezarcı “Affet beni, Peder, günah işledim!” Romanları bazı yönleriyle Stephen King ve Edgar Allan Poe’ya benzetilen polisiye yazarı Paul Cleave’in Türkçeye çevrilen ikinci romanı Mezarcı, gerilim öğeleriyle beslenen bir polisiye. Christchurch’ün sorunlu dedektifi Tate, öldürüldüğüne inanılan bir adamın eski dosyasını tekrar kurcalamaya başlar. Şehrin hiç durmayan yağmuru altında adamın mezarını açmaya giden Tate, kendini çok daha karmaşık bir meselenin ortasında bulur. Tate için mezarlığın yanındaki gölde birdenbire su yüzüne çıkan cesetlerden kaçış yoktur artık. Cinayetleri yağmur ortaya çıkarsa da çözmek elbette Tate’e düşecektir. Adli tabibin, cesetlerin öldürüldüklerine dair hiçbir iz olmadığını ve göle atılmadan önce zaten ölü olduklarını söylemesi ise bu olayı hem Tate hem de tüm Christchurch için daha da ilginç hale getirir. Mezarcı’da, kurguya odaklanırken başkarakterinin üzerine eğilmeyi de ihmal etmeyen Paul Cleave, karşımıza nev’i şahsına münhasır dedektif Theodore Tate’i çıkarıyor. Böylece okuyucu olarak bizler hem olayın nasıl sonuçlanacağını hem de Tate’in başına neler geleceğini merak etmekten, yeri geldiğinde Tate adına üzülüp sevinmekten kendimizi alamıyoruz. Olay örgüsünün yanında karakter tahlillerinin de göz ardı edilmediği polisiyeleri okumaktan hoşlananlar için Mezarcı harikulade bir deneyim olacaktır.
Özgün Adı: Cemetery Lake Yazarı: Paul Cleave Çeviren: Zeliha Babayiğit Pegasus Yayınevi, 2011 432 sayfa
Hazırlayan: DENİZ ÖZLEM ÇEVİK
Hafiyenin El Kitabı O karanlık şehre zamanın birinde ve yağmurlu bir günde giderseniz, tekinsiz bir hikâyenin ortasında düşten düşe atlayabilir, merakınıza yenilip ekose mantolu kadını görmek için uydurma bir sebeple Merkez İstasyonu’na uğrayabilirsiniz. Olur da yolunuz şehrin en tehlikeli gayri resmi buluşma mekânına düşerse de Artık Gezmeyen Panayır’ın birkaç sakiniyle poker oynarsınız belki, kim bilir? Aslına bakarsanız siz bu satırları okurken o günler ve aylar çoktan kasvetli şehri terk etti. Tüm hayal ve gerçekler, tuhaflık ile sırlarla uğraşmaksa çoktan eskinin dosya kâtibi, şimdininse teşkilat dedektifi Charles Unwin’e düşmüştü bile. Unwin’in macerası bilinmeyen bir zamanda geçen hikâyesinde, Berry kalemini fantastik ve gerçeküstücülükle biliyor ve onu otoriteye sıkıca sarılmış kurumları eleştirerek akıtmayı da ihmal etmiyor.
Hazırlayan: MERVE ŞEN Yazarı: Jedediah Berry Çeviren: Algan Sezgintüredi Siren Yayınları 2012, 296 sayfa.
AŞİYAN
7
Şiir
Orhan Veli̇’ye CİHAN TEZEL
Beni bu kötü havalar mahvetti Ah Orhan Veli! Bu soğuk, bu ıslak yollar. O yollara düşmüş Garip suratlı, kırmızı burunlu... İnsanlar. Ve o insanların Damlaları şapırtadan ayak sesleri. Fakir şemsiyelerin altında. Ben de bu havalarda başladım yazmaya Senin şiir dediğini. Kovulacak bir memuriyetim de Yok henüz. Beni bu kötü havalar mahvetti, Garibim, Orhan Veli!
Çünkü MEHMET EMİN BİNİCİ entelektüel yalnızlıklar doğur sevgilim bu aşkın ideolojisi bizi taşımaz! ağla beti benzi küf tutmuş bu sevdaya ihanetin gözyaşları olmaz! ve gün gelir yıkılır bedenlerimiz korkunç palavralarla. tanımı mümkün yalnızlıklar icat edilir yahut, en çok intihar yakışır ellerimiz ayrılırken elbet seri katil gözlerin, acımakla tükenmişlik arasındaki o esrarengiz kinle bakar. aşağılıksa nihayetinde bütün bakışmalar, acı bize sevgilim! bu ayrılığın ismi hüzün dahi konmaz!
8
AŞİYAN
Öykü
Kapanış* FİRDEVS EV Simsiyah bir ormanın bitmeyen nefes nefese kalışında damlamayı sadece beyhude bir ümitle hayal edebiliyordu beyaz bir su damlası. Boğucu sessizliğin ağaçların arkasına saklanmış gövdeleri fırsat vermediler. Bir kez daha. Yerlerde ağaç kovukları ve dallarda kozalaklar korkunun nöbetinin yaklaştığını kat’iyen belli etmeden, soğukkanlılıkla ve usulca bekliyorlardı. Çıplak ayaklara göre değildi bu toprak. Yağmur kokusu isteyenlere göre değildi. Doymak bilmeyen tuzlu toprağa sırtüstü yapışmış, şu durumda su damlalarına sevinç yüklemenin ne kadar saçma, ne kadar boş olduğunu düşünüyordu. Derin bir nefes alabilse deniz kenarında bir kumsala da uzanmış olabilirdi şu an; her şey hayal etmeye bakardı, öyle değil mi? Bir karış daha aşağı aldı toprak onu bu naif hayal üzerine. Karanlık bir korku bastı göğsüne ormanın açık yeşil olmakla en vahşi yalanını söyleyen sivri dişli yaprakları. Mutluluğa her ümit yükleyiş hiç geciktirmeden bir karış daha batırıyordu bedenini toprağın içine. Bir karış daha… Elini uzattığı her şey kırılır, erir, buharlaşır, uzaklaşabilirdi. Kırpmazdı çimleri, uzarlardı; bir çocuk daha doğuramazdı, büyürlerdi; bir çift gözün içine bakamazdı, kapanırlardı ve ilk sözcüklerini söyleye-mezdi, sonuncusu olabilirdi; dokunursa eriyecekti, uyursa uyanacaktı, zıplarsa çarpacaktı, bağırırsa kesilecekti, durursa ölecekti, koşarsa tükenecekti bu dünya. Büyürse ölecekti, erirse ölecekti, uyanırsa ölecekti, çarparsa ölecekti, tükenirse ölecekti, ölürse ölecekti! Bu ormanın içinde özgürlüğe saldığı her kuş, göç ederken vurulma korkusundansa kafeslenmek için geri dönecekti. Ka-fese sığınacaktı. Kafese sığacaktı. Kafes sıcaktı. Kafes sığınaktı. Kafes sığınaktı. Kafes sığınaktı. Kalbindeki kuş kanatlarına o sakin olmalarını söyledikçe daha da heyecanlanıyordu onlar. Gözleri telaşla dönüyor, göğsünde bir şey boşluğa doğru düşüyor, elleri ve ayakları hareketsizliğin dışına kaçmamak için olağanüstü bir çaba gösterirken derisinin altında her hücre delirmişçesine hareket ediyordu. Aklından anıları geçti: Boğaz, ev, aşk, dostlar, bisiklet, mum, kep… Hepsini geri istiyordu! Toprak bir karış aşağı çekti. En azından kısacık bir süre yâd etseydi… Toprak
içeri çekti. Ne yaparsa yapsın içinde bulunduğu bu durumdan kaçamayacaktı. Kolları, bacakları ve boğazı çok yakında tepesinde gördüğü şu uçsuz bucaksız ağaçların köklerine bağlanacaktı. Mazeret kabul etmiyordu, bir kereliğine izin vermiyordu, en ufak mutluluk ışığını hiç zaman geçirmeden söndürüyordu toprak. Sadece tuzlu gözyaşlarına olur veriyordu. Sadıktı evet, en azından yapacağı şeylerin belli olduğu konusunda sözüne güvenilirdi. Onunla acımasızca ve üstünlük kurarak sevişen yâriydi. Karaydı. Topraktı. “Düşüneceğim” diye fısıldadı gizli bir düşmana perde arkasından söylenir gibi. Ve göz açıp kapayana kadar kararını verdi. Kapanışı parmağını gökyüzüne uzatarak yaptı. Zorlanarak küçük bir köşesini görebildiği güneşin resmine uzattı işaret parmağını. Ve karanlık… Uzaklarda bir yerde bir güneşin daha doğduğunu anlatmıştı birileri ama bu dönülmez akşamın ufkunda son fasıl yaklaştığında, köşeyi dönersen karanlıkların artık ip gibi çözülemeyeceği bu sükûnlu gecede, korktuğumuz şeyin ne olduğunu bilememekten için için korktuğumuz için dönecek yerimiz olmayan bu dünyaya dönmemeye karar verdiğimizde, kızıl bir ölüm anında, o geniş kapıdan geçecek güneş de, çığlıklarla, açık yeşil yaprakların canını yakarak eriyecek ve açlık, susuzluk ve tuzsuzluk arası o tuhaf acıya battıkça daha da sevinmeyi öğreneceğiz biz ya da şevk içinde harap olmaya gideceğiz hep birlikte.
* Bu yazı Merve ve Berkan’ın uzun cümle sevdasına ithafen kaleme alınmıştır.
AŞİYAN
9
Deneme
Sanmalar Dünyası ESMA DALP
Herkes farkında olsun ya da olmasın kendini bir şey sanmakta dünyada. Sandığı yetmiyormuş gibi hareketlerine yansıtmakta ve dolayısıyla da başkalarınca da öyle sanılmakta. Beceri mi tesadüf mü bu durum bilinmez, bazıları da hayat felsefesi ya da kader diye de adlandırmakta. Neler mi sanmaktalar kendilerini, mesela: Kimi kendini dünyanın en şanslı insanı hissetmekte ve inanılmaz bir şekilde talihi de hep yaver gitmekte... Kimi kendini güzel hissedip, belki de kendisine daha bir zaman ayırdığı için daha bir güzel ve hoş görünmekte... Sakar olduğunu düşünen kimse; her an tehlikenin var olduğuna kendisini inandırdığı ve nereden geleceğini tahmin etmekle uğraştığı için tahminen, elbet her gittiği yerde bir sorun çıkarmakta... Kimsenin hiçbir zaman kendisini anlayamayacağını sanan biri; anlaşılmaya mahal vermeden anlaşılamaz bir pozisyon almakta... Yalnız olduğunu sanan; etrafı kendisini seven milyonlarca insanla çevrili olsa bile; yine de kendisini bunların kuruntu, normalde gerçek olamayacak bir durum olduğuna inandırıp yalnız insan lakabıyla ün salmakta... Özel olduğunu düşünen bir kimse; kendisini her zaman başkalarından soyutlamasıyla davranışları ve konuşmasıyla erişilmez ve farklı görülmekte... Hayatın kendi etrafında döndüğünü ve gözünü kapayınca dünyanın durduğunu sanan bir kimse; kendisini temel alıp, diğerlerini yok sanarak başkalarının kendi dünyasına müdahalesine mahal vermeden bir hayat sürdürerek ken-dine denk insanlar bulamayıp zamanla içine çekilmekte... İyimser olduğunu sanan bir kimse; yaşamı her zaman bardağın dolu tarafını görmeye çalışma oyununu oynayıp, yaşamın keyfini sürmekte ve başkalarınca da Polyanna diye bilinmekte... Her daim kusur arayan bir kimse; başkalarının yüz milyon tane güzel hasletinin arasından ufak bir kusurunu bile bulmayı başarıp, lezzet nedir bilmeden hayatı kendisine ve başkalarına zehrederek bu dünyadan göçmekte... Ve daha nice sıfatlar var bu yazıya konu olmamış, siz sanıyorsanız farkındasınızdır... Farkında olmak ne hissettiğinin, öyle yaşayacağımız manasına gelir mi bir de? Hissettiğinin farkında olmak da ne demek? Duygularımıza biz karar veririz sanmaktayım; farkında olsak da olmasak da. Karar verir, uygulamaya başlar, son-
10
AŞİYAN
ra da hissettiklerimizde bir anda kayboluveririz sanki... Acil durum çağrısıdır bu her insanda ve ardından ya derin düşüncelere dalmalar ya da ağlamalar gelir. Ağlamaların nedeni duygu yoğunluğudur, genelde nadir yaşarız bu durumu, tabii kendimizi ne sandığımıza göre de değişebilir bu durum. Ya çok kızgınsak, ya çok üzgünsek, ya çok özlemişsek birilerini ya da çok aşırı mutluluğun ardından onu kaybetme korkusuyla ağlayıveririz sanki... Ağlamak; kendine dönmektir, dünya meşgalelerinden unuttuğumuz kendimizle vakit geçirmektir. Peki; kendimiz bu kadar değersiz miyiz gerçekten “ken-dimiz” için? Ağlamalar eşliğinde kim biriyle hoş vakit geçirebilir ve ardından ilgilenildiği hissiyle ayrılabilir ki? Tuhaf, demek o kadar ilgisiz bırakmakta ve yalnız hissettirmekteyiz ki “kendimizi”, “kendimiz” buna bile razı olmakta. Hiç “kendinizi” yanınıza alıp beraber bir şeyler içmeye gittiniz mi? Ya da deniz kıyısına dalgaların dinlendirici sesini dinlemeye götürdünüz mü? Veya kumsalda birlikte uzanıp da yıldızlara bakıp beraber sonsuzluğa akmayı hayal ettiniz mi? Ya da her gün “kendinizin” halini, hatırını sormakta mısınız? “Kendinizi” nasıl sanmaktasınız o gün biliyor musunuz? Dünya içinde dünya, âlem içinde âlem olan siz, “kendiniz”in farkında mısınız? Gerçekten yalnız olduğunuza inanmakta mısınız, kendiniz halihazırda patlamaya hazır, ilginize, laf atmanıza muhtaç, muhabbetinize hasret otururken her daim sizinle? Sanacak kadar tanımakta mısınız kendinizi? Sanmalar dünyası burası, çoğunluğun kendisiyleyken yalnızlaştırabildiği, kendisinden uzaklığıyla sanma üzerine hayat boyu bir yaşam kurabildiği...
Öykü
Anlaşılmayan Şeyler
Madam Sulhet II
ÖVGÜ KAFADAR
DERYA ONARAN
“Dinleyin beni, size soruyorum Acılarıyla baş başa yaşayan Çöplüğe atılmış o yalnız kadına Gerçek sevgiyi hangimiz verecek” - Parada mı anlaşamadın? Güldüler. İçerde dört polis vardı. Birisi hiç konuşmuyordu ama o da gülmüştü. Konuşmamasından beni güzel bulduğunu düşünmüştüm, saflık işte. Küçücük odada bu arkada duran adama bağlanmışken komiserin bu sözünden sonra o da katılarak gülmüştü. - Efendim? Beni tanırlardı, devletin bizler için çıkardığı kimlik kartını aldığım şubenin polislerine gitmiştim. - Bırak şimdi, sen ne yüzsüz kadınsın be, bir de utanmadan şikâyete mi geliyorsun, ahlaksız, sorduğum sorunun cevabını ver, utanmadan şikâyete mi geliyorsun? Birden tam kulağımın arkasına sert bir tokat yedim. Cevap vermeyeceğim. Bu adamlar yetersiz olduklarını ve yetkinliklerini konuşarak ispat edemediklerini düşündükleri her zaman bu yola başvururlardı. Bilmezlerdi ki, Victoria döneminde de ki ahlakın tavan yaptığı iddia edilirken, bizim meslek en yaygın ikinci meslekti. Çok okuduğum sanılmasın, bir gün samimi birkaç laf arayışında ağlıyordum Üsküdar’da. Yanıma bir turist geldi, onunla kıyıda sonlanan iki dakikalık konuşmamızda bana bunları söylemişti. Hep hayal etmiştim, bir gün bunları bize küçümseyerek bakan insanlara söyleyeceğim günleri. Onlar gündüzleri işlerine dönüp saygı görürken, bizim böyle sokaklarda kokuşmamız gurur yapmazdı da hayata karşı soğuturdu işte bizi. Oysa Thomas, adı Thomas’tı, dediğine göre, o zamanlar toplumda bir papazlar vardı bir de bizler. Şimdi yüzüme aşağılayıcı olarak bakan bu insanlar, karanlık sokaklarda başka bakarlar. Şimdilerde kimsenin olmadığı, Galata’dan yukarı çıkan, köşedeki büyük Ziraat Bankası’nın arkasındaki arka sokakta… O zaman böyle ahlak timsali hal takınmazlar, edepsizlikte yarışmaktan zevk alırlar bunların hepsi. - Bakın Polis Abiler, dediğim gibi ben istemedim, zorla bana saldırdı, yolda adam akıllı gidiyordum. Uyandığımda köprünün altında buldum kendimi. Bana yardım edin Allah rızası için! İkinci tokatı yedim, yine aynı soru: - Parada mı anlaşamadın?
Şiir
Mütevazı olmayacağım şimdi ne de sonra Olmadım olamam olamayacağım Gülüyor Madam Sulhet geçmiş karşıma Sanki karanlık örtmüş gözlerini de Kirpikleri benim kalbime batıyor Rimeli ağır ağır akıyor gözlerinden Kalbimde bir deniz oluşturdu simsiyah Oraya koymuş habersiz boğuluyor aşkı Ses seda yok ölüm simidini tutmuş Yatmadan önce intihar haplarını yutmuş Kaçacak yeri yok şimdi ne de sonra Kaçtı kaldı kaçamayacak
Yakıyor Madam Sulhet nefesiyle beni Karanlık sızıyor mahreminden biraz Aydınlatıyor cümlelerimi geceleri Bir gün o da göklerde yıldız olacak Işığım olacak da ışığımı çalacak Yalnızlığa terkedilen bir can olmuş Dokuz canı birden ölümle dolmuş O affetmeyecek beni şimdi ne de sonra Affetmedi etmiyor etmeyecek
Madal Sulhet’in ölümü hala meçhul Onun kurşunu benim kalbimden çıktı İstemez miydim onunla bir an da Sokaklarda sevişseydik çırılçıplak İncinmeseydi keşke ölümüyle gururu Soksaydı beni hücelerine aşkının Müebbet olmak için onu yine vururdum.
AŞİYAN
11
Şiir
Havva
Uzak Zaman Konuşmaları
SEMUHİ SİNANOĞLU
LEYLA ES
kar bile kirlenir.
Bu daha çok kumsalda yürüyememekle alakalıydı, Ki sen en çok susuzluğu severdin çocuk. Yağmurlu akşamlarda korkunu yok etmek için Kucağına koştukların bilmezler uyduyu. Sen tek tuşla yıllar ötesine geçilebilen bir günde doğdun; hava artık gün içinde güneşi bırakıp karlı olabiliyorken.
düşünce kirlendiğinden mi sanırsın, kirlenenin düşeceğini? tanrım seni düşünmemi istediler benden. --adem pişman olsa düşmekten, koşar mıydı aşka düştüğünün peşinden? tanrım seni bulmamı istediler benden. --seni gördüğümü sandım tanrım havva’yı görmüşüm meğer. çünkü bir havva varmış düşmelere değer. bir havva kalmış düştüğünde kirlenmeyen. --ve bir varmış bir yokmuş gökten düşmüş üç elma: biri havva’nın biri adem’in biri benim boğazımda. tadı hala damağımda tanrım hala damağımda.
12
AŞİYAN
Portakalı komşuda; çikolatayı bayramda arayan masumiyeti bilmezsin sen, Senin zamanın fabrikadan portakal aromalı çikolata beklemek zamanıdır. Aaaah eli öpülesi fabrikalar. Üstelik sevgi aradığında milyonluk yalnızlığın içinde, asgari sevgi sıvazlamalarını esirgemez sırtından. Hazmı da kolay değil bu devirde ödünç bir alâkanın; ama olsun.
AŞİYAN
13
Öykü
S’onsuz Çelişki LEYLA ES Onunla konuşmamıza nereden baksan on yedi saat var. Bana şarkı söyleme ihtimali, şu anda, tam da şu anda gezegenimize bir meteor çarpacağına katiyetle inanmam kadar düşük. Özledim, çok özledim onu. Özlemden anlamıyor, o da özlüyormuş; sorunca öyle diyor. Haziran’ı beklemek zor; bekleyecek mi acaba? Öpüşünün, özlemini anlamam için en büyük kanıt olduğunu söyleyip dudaklarımı mest etmesine ne yaparsam yapayım beş ay var. Bana “Haydi gidelim!” deme ihtimali hiç yok. “Aynı şehirdeyiz sevgilim, aynı ülkede-yiz ve iyimserliği kendinden bıktıran bu tavrımız. Evet, aynı gezegendeyiz; varlığını tartıştığımız uzaylılardan biri değilim ben ya da sen Mars’ta yaşayan bir varlık değilsin. Yollar var bak, mesafeleri birbirine yaklaştıran; taşlı, çamurlu, çukurlu yollar… Hem sonra şiirler var, bana söz verip de okumadıkların ve daha niceleri. Sen okuduktan sonra bir fabrikayı bile anlatsa romantik olacağını düşündüğüm şiirler vardı bir zamanlar, hâlâ var; ama ben artık romantik bulur muyum karar vermek zor.” Şimdi böyle yazsam ona, yollasam, yazdıklarımdan başka ne anlayacak ki… Ötesi yok bu yazma meselesinin, hele bir de sevgiliye yazılanı başa bela kardeşim. Sen özlem dersin, o sevişir. Sen kırgınlık dersin, bakmışsın ki çoktan ayrılmışsınız. Sevgiliye yazılmaz, sevgiliye anlatılır her ne ise dert. İşin içinde gözden ırak olma meselesi de oldu mu geçmiş olsun usta, sizin gazel maktaya yaklaşmış demektir, güzel bir mahlas bulma vaktidir şimdi. Ya ayrılırsak? İnsan dayanır, dayanır alışkanlıklarından vazgeçmeye de ya ansızın olursa ayrılık? Daha evvelsi gece koyun koyuna uyurken sabah ayrılığa uyanırsak; sonra terk etmenin sorumluluğunu üzerine alan kim olur? Sırf bu yüzden tüm acılara katlanır mı insan? Yıllar sonra bir gün rastlarsam, ardımda kalan birinin acıyla işlenmiş nefret dolu bakışlarına maruz kalmamak için bütün bu ihmal edilişler, hatırına sevmeler,unutuluşlara katlanmak da kendime eziyet değil mi? Şu anda, şu anda tam da şimdi “Aşk vefa borcu değildir sevgilim, hatırıma sevme beni. Ayrılık için güzü bekleme. Dizeleri mevsimlere mahkûm etme; susmak vazgeçmek değildir sevgilim, inadına yok sayma beni.” desem ve yazıp yollasam, acımı anlar mı? Hayır, vazgeçmeliyim; sevgiliye yazılmaz bunu kendim söyledim. En iyisi dışarı çıkıp biraz hava alayım. Hayır, olmaz. Birbirlerinin kulaklarına sevda sözleri fısıldayan âşıkları görmeyi kaldırmaz yüreğim, açgözlüyüm kavuşmak hususunda. En güzeli iyi bir film bulup izlemeliyim. Acı
14
AŞİYAN
olmalı içinde, aşk olmalı ve yasak. Vardı böyle bir film hay Allah nereye koydum ki! Onu her gece uyurken izlemek için bir gençlik feda etmem gerek. Söyledim, hazırım buna; ama o asla vazgeçemez. Onun hayatında birden fazla gençlik var, emanetler var; terk edemez. Beni sımsıkı sarmasına nerden baksan beş ay var; katlanılmaz. Tek başına olmak varmış dünyada, sırasıyla yaşamalıymış herkes hakkını. Biri acısını çekerken diğeri kahkahasıyla çamurlandırmamalıymış. Tanrım gücüne gitmesin; ama dört bir yanı çelişik bir önerme yaratmışsın. “Dünya’nın bütün dillerinde küsüyorum sana, Bütün cümleleri nefrete şifreliyorum, Sesler sana sessiz; sana durgun sadece İnadına sus kalıyorum varlığına… ” İlk ayrılığımızın şiiri… Ayrılığın ilki, ikincisi mi olurmuş; oldu. O yaz ikimiz de vazgeçip birbirimizden tatile gittik, ayrı yerler, ayrı zamanlar ve apayrı insanlarla. Bavula azcık eşya gönlüme kocaman umutlar doldurup gittiğim tatilin dönüşü çok yorgun oldu. Dönmek değiştirmedi bir şeyleri, ne sevgim azaldı ne de o çoğaldı anılarımda. Her gün o gelecek umuduyla uyanıp yoklukla kapatmak gözlerimi hiç iyi gelmedi. Şöyle, sesini duymak bile alırdı tüm yol yorgunluğumu, yol arkadaşım neredeydin? Ben en büyük nefret suçunu onu hayalimde aldatmaya meylederek işledim; zirvede bıraktım vicdanım elvermedi; vazgeçtim. O beni her yaz aldattı. Ne zamanki güneş ebedi dostumuzmuşçasına davranmaktan vazgeçip soğuk vaziyetli havalarla ortaklığa girişti o zaman döndük birbirimize. Bir kış daha oldu. Beraberdik yine ama ben yalnızdım. Kendi kendine kalmak ve içinden yine kendini bin bir sohbetin muhatabı edip ruhunu milyon kere idama mahkûm ettikten sonra, seyircilerden birinin seyirlik sevdasıyla affetme konusunda çürütülemeyecek tezlerim var. Ara sıra dokunabildiğim güzel bir melodiydi benim için. Bu kadar yeter, artık hayatımın diğer güzelliklerini düşünmeliyim. Sahi, ona dair yaşadıklarım güzelliği mi hayatımın? Hayır, tekrar tartışmayacağım. Anlam veremediğim bir istekle bütün emellerimi onun varlığına bağlamaya başladığım günden beri rüyalarımdan çıkmıyor. Çocukluk boşluklarımı özledim ki hayatımın nefes alırken oksijenin ciğerime ciğerime değdiği ve benim bundan haz duyduğum nadir yıllardı. Yağmur ben onu özlerken yağınca hiç güzel şeyler hissetmiyorum bunu anladım. Tanrım! Her zaman eleştirdiğim noktadayım. Özgürlük çoktan katledilmiş içimde. İnanmak ne zor! On yedi yaşımı ona verdim diye ömrümün geri kalanında nefeslerimi ona alıştırmak zorunda mıyım? Evet, bu bir alışkanlık meselesi. Sevmek bir hadden sonra bu kadar acı verici olmasaydı, alışmak bu kadar basit bir olgu olarak algılanmazdı. O yüzden ruhum, sen kafadan sıyrık hallerime aldırma! Öyle boş vermişçilik oynamasaydım bir akıl hastanesinin bahçesinde araba sürüyor olabilirdim.
Deneme
Eller, Zamanlar, Siluetler ECEM BAYAR
Düşün ki sen, bugüne kadar hiç sen olmadın. Bir düşün… Bugüne kadar yaptığın hiçbir şeyin sorumlusu sen değilsin. O sözler senin değil, o bakışlar, o duruş, o yürüyüş hatta… Sen, seni hiç tanımadın bugüne kadar. Tesadüfen aynı sokaktan bile yürümediniz ya da otobüste karşılaşmadınız. Bir kitapçıda aynı rafa eliniz uzanmadı, ya da bir dükkânın kapısından içeri daldığında gözüne ilişen ilk kişi hiç sen olmadın. Aldattı seni geçirdiğin yıllar, öyle de namussuzca oyalayıp durdu ki seni hiç fark etmedin. Küstahça alay etti seninle zamanlar, mekânlar, insanlar. Sana nasıl sen olduğunu anlatıp durdu hepsi bir ağızdan masal gibi, sen de kendini öyle zannettin. Sen zannettin kendini. Düşün ki bir an geldi ve sen, sen olmadığını anladın, büyüdün ve insanlar çok gerilerde kaldı, o masal kitaplarının yaldızlı kalın kapağını kapattın. Uyku tutmuyor artık geceleri. Pencere kenarına sinmiş ağustos böceklerinin o çığırtkan sesleriyle beraber ellerine sinmiş sigara kokuları duruyor her gece başucundaki kırmızı abajurun hemen altında. Bir topuk sesi duyuyorsun iki sokak ötedeki kaldırım taşlarına çarpan hemen bakıyorsun sokak lambasının altındaki gölgeye. Hayır, o uzun düz saçlı, ince belli, vahşi kadın sen değilsin ya da ceketi sırtındaki meyhane efesi. Etrafı kolaçan ediyorsun, çalılar hışırdıyor rüzgârdan, onlar bile sen olamıyor bu hayatta. Soluduğun hava kıkırdıyor arkandan. Duymuyor musun kahkahalarını? Düşün. Düşün ki birden başını sağa çevirip öylece baktın havadaki zerreciklere, orada, o hengâmenin içinde, birinin seni izlediğini yeni fark etmişsin gibi. Kim var yanında? Kim o sesini çıkarmadan sana bakan? Öylece bakıyorsun dakikalarca, ne diyeceksin şimdi kendine? Düşün ki, sen, seni hiç tanımıyorsun, ne yemeyi ne içmeyi seversin, günde kaç saat uyursun, ne kadar sıklıkta sinemaya gidersin, ne tür müzikler dinlersin, kitap okur musun, arkadaşların kim, yüreğinde biri var mı hiçbirini bilmiyorsun. Süratle sualler dolaşıyor kafanın içinde. Sanki seni bir çemberin ortasında kıstırmışlar etrafında durmadan dönüyorlar. Onlar dönüyor, sen dönüyorsun; onlar dönüyor, kendine dönüyorsun. Onlar dönüyor, başın dönüyor, düşüyor ve yine kayboluyorsun derinlerde bir yerlerde. Tanımadığın bir el uzanıyor, çamurlu parmakları uzanıp kayıyor parmaklarından. Nasıl tutunacaksın şimdi kendine? Ne kadar güvenebilirsin sana? Ya çıkaramazsa seni o kuyudan? Yukarı bak, gözlerinin tam ortasındaki
o küçük karanlığa. Ne diyeceksin şimdi kendine? Gözlerine iyi bak. Oturup yalvaracak mısın seni kurtarması için? Bu devirde kim bir yabancıya yardım etmiş de sen kendine edeceksin. Nafile. Ayakların kayıyor. Yerden göğe düşüyor, düşüyor, düşüyorsun... Düşmek hiç bitmiyor. Çok sonra pat diye bir ses. Düşmek aniden kesiliyor. Hayret! Düşmenin de bir sonu olabiliyor. Bir durakta iki beden buradasınız. Düştüğünüz yerde bomboş sokaklar var. O sıcak asfaltlar buz tutmuş kimsesizlikten, yürünmüyor. Düşün ki sen hiç tanımıyorsun kendini, bir gün yalnızlık durağında karşılaştınız gece saat 3:45. Onu alıp nereye götüreceksin şimdi kolundan tutup? Nereye vardığınızı biliyor musun? Düşün ki sen bir yabancısın, yabansın, körsün, sağırsın, topalsın. Yürüyemeyeli, görmeyeli, duymayalı çok oldu. Farkına varmamışsın. Unutmuşsun kuş seslerini, deniz manzaralarını, gül bahçelerini. Asırlar geçmiş sen kollarını, bacaklarını, kulaklarını, gözlerini kaybedeli. Unutmuşsun kaybettiklerini. Takma bedenler iliştirmişler kaybettiklerinin yerine. Sırf kangren olma diye. Onlar da ya kavga edip boşanmışlar ya da oralı bile olmamışlar, birbirlerine sırtlarını dönüp yatmışlar tek kişilik yataklarında günlerce. Düşün ki tüm eller eridi, zamanlar bitti, siluetler silindi. Bir toplu iğne ucu kadar kaldın, rakı şişesinin dibindeki son damlasın akmaya mecali olmayan, tabancadaki son mermisin terleri bileklerinden yere şıpırdayan bir elin tuttuğu, son sigarası son kibritisin sokaktaki toy serserinin, son soğan ekmeğisin mazbut bir fabrika işçisinin. Artık sona geldin, milyarlarca insanın arasında kendini bulamadın hatta benzerini bile. Aramaktan pes ettiğin yerdesin, yorgun ve hastalıklısın, ince ve narinsin, belki biraz da umarsız ve tembelsin. Ne fark eder? Sen kendin olmadığın müddetçe istediğin sıfatı takabilirsin suratına. Peki, şimdi ne yapacaksın? Düşün ki sen bir ağacın dalında tek başına baş aşağı sallanan son yapraksın. Düşecek misin yoksa kalacak mısın? Düşün ki sen bir damla yağmursun pırıltılı bir günde, yağacak mısın, kuruyacak mısın? Hadi diyelim güneş oldun gecenin bir yarısı, doğacak mısın, yoksa batacak mısın? Kim verecek bunun kararını? Bir düşün; sen, sen olmadığını anladıktan sonra kim yaşayacak bu hayatı? Şimdi kim sahip çıkacak bu öksüze? Sokakta mı kalacak zavallı? Düşün, istediğin kadar düşün. Kimse seni sıkboğaz etmiyor. Kim seni boğuyor? O boynuna dolanan eller de kimin? Dur! Yapma! O eller de senin değil! Katil yapma başkalarını. Katili olma başkalarının.
AŞİYAN
15
Şiir
Tehditkâr Tahdit
Kap, Kacak, Kahve
HÂKÂN ÖZÇELİK
FATMA KAHRAMAN
Her saniye her saniye merak içindeyim hayatımın bir sonraki bölümü Ne vezne sığdırabildim bütün hüzünlerimi, Ne körpe kalbime âh... Öyle büsbüyük ki kimi; toprak rengi sayfalar gibi müphem, çöl sarısı İçimde kızgın alevler misâli yükseliyor, Ne çâre, hüznüme veznin de zırhı dar geliyor! uçsuz bucaksız tek bir cümle noktasız . Camlar leş gibi toz,toprak. Yağmur gri gri yağıyor sanki. Boru çatlamış, yağmur suyu foşur foşur fışkırıyor. Yaptırmak lazım. Kahve bardağımdan tüten duman camı buğulandırdı. Elimle sildim, cam buz gibi. Porselen kahve kupasını avuçlarımın arasına geri aldım. Yudumladım. Plastik çerçeveli, dar pencerelerin yağmurda tadı yok. resimler parçalı bulutlu, tek bir karakalemden çıkan eskizler bütünlüksüz, asılır aydınlık bir dakika için şimşek ve gökgürültüleriyle gelen, işkence, sonrası uzun zift yağdırır zifiri karanlık . Metal yağıyor sanki. Kap kacak yağmuru. Gözlerim bir su birikintisine daldı. Git gide derinleşiyor.Boğuluyorum, boğuluyorum. İki minik çamurlu el yüzeyde. Burnu akmış gitmiş. Üstünde minik bir süveter. Koşuyor, koşuyor, üstü başı ıslak, çamur içinde. Gülüyor, zorla değil. Sahici sahici... korkuyorum, dallanıp budaklanıp kıvrılan sessizlikteki kıpırdayışlarımdan çocuk gibi titrek titrek,yazılar toprak rengi kağıtlarda kara kalemlerle uçları kırık, “gerçek bir hayattan uyarlanmıştır” uçsuz bucaksız . Perdeyi çekeleştirdim. Kısa geliyor, önemli değil. Arkaya bakıyor nasılsa pencere. Telefon zırlıyor yine. Yağmurda en iyi, durulur. Durdum ben de, öylece. Yağmur suyuna karıştı: çamurlar, griler, zırıltılar, tesadüfler, ihtimaller, umutlar, okyanuslar, çöller, dağlar ve zaman karıştı suya. zaman tuzla buz oldu Duruldum.
16
AŞİYAN
Dosya
Stella - En Büyük Umut Bir Kurban FIRAT DEMİR
Victoria Devri, edebiyatın ve sosyal yaşantının norm ve gerçekliği açısından İngiltere tarihinde yaşanmış en çalkantılı ve en tezatlı dönemlerden biri olarak tasvir edilir tarih kitaplarında. Yeni ve çağına göre çağdaş bir kraliçe tahtındaki yerinde oturuyorken toplumdaki sorunlar üzerine gidildikçe daha da kötüleşiyor, toplumun tabu olarak nitelendirdiği –fahişelik gibi- aktiveler gittikçe yaygınlaşıyordu.1 Böyle bir bunalım ve geçiş döneminde ise edebiyatçılar ise normları ve sorunları irdelemeye devam ediyor, ideali ve çözümleri, Thomas More ve Alexander Pope’un mirasını devralarak bulmaya çalışıyorlardı ki ideal kadının nasıl olması gerektiği sorusu da tam da bu sorgulama edebiyatının tam ortasında yer alıyordu. Dönemin konformist diye nitelendirebileceğimiz yazarları bu konuyu zaman zaman enikonu zaman zamansa yüzeysel olarak yorumlarken, Charles Dickens gibi çok yönlü yazarlar ise toplumun sosyolojik boyutlarını incelerken bu konuyu da es geçmiyor, bazen açıkça bazen ise metin altı verdiği mesajlarla safını belli ediyordu. Dickens’ın “olgunluk”2 döneminde yazdığı ve G. Bernard Shaw gibi yazarların kurgu açısından en kusursuz bulduğu3 romanı “Büyük Umutlar”da sınıf bunalımını ve dönemin burjuvazisini eleştirdiği halde dokunduğu bu yan tema dönemin edebiyat tezatlarını yansıtır derecede karmaşık ve kapalıdır. Yine de, Dickens’ın ana-yan biçiminde kurduğu karakterlerden olan - romanın başkahramanı Pip’in en büyük umudu - Stella’nın dönem itibariyle ele alındığında “normatif” açıdan ortalama “kadın” resmine ters düşen ve bu açıdan kötülenmeye çalışılmış bir karakter izlenimi veren bir karakter olduğu düşünülse de romanın alt okuması ve karakter analizi derinlemesine yapıldığında onun aslında daha çok üzerinden dönemin idealize edilen kadınının eleştirisinin yapıldığı kukla ve kurban bir karakter olduğu görülebiliyor. Victoria Dönemi’ne genel olarak bakıldığında görülen, toplumun zihnindeki hâkim görüşün insanın olması gerektiği gibi4 olduğudur. Toplumdaki genel yargıya göre ise Tanrı’nın mükemmel olarak yarattığı insan kalıbının dışına çıkmak da çoğu zaman ahlak ve din dışı olarak nitelendiriliyordu. Toplumun ve insanın tümünü kapsayan
bu yargı elbette ki kadına da uygulanıyor ve başta edebiyat olmak üzere çeşitli mecralarda “kalıp” kadının nasıl olması gerektiği konuşulup belirleniyordu. “Victoria Dönemi edebiyatının en dikkat çekici özelliklerinden birisi de adını Coventry Patmore’un en ünlü şiiri “Evdeki Melek”ten alan ideal kadınlık anlayışı üzerindeki meşguliyetidir. Patmore’un başlığından anlaşıldığı üzere “melek”, eşinin onun dini hassasiyetleri olduğunu düşünmesini sağlayan kendi yarattığı ve kutsallaştırdığı eve fani taharetten daha fazlasını getirir.” 5 Alıntıdan, Victoria kadınının ideal şekli ve görevleri hakkında çıkarımlar yapmak hiç de zor değil. Bilindiği üzere “Evdeki Melek”ten, Victoria dönemi koşulları göz önüne alındığında beklenen, evde, yani zamanın normlarına göre olması gereken yerde, ev işlerini yapması ve sosyal hayata bulaşmayan bir görüntü çizmeyerek eşini davranışlarının saflığı ve pasifliğiyle onurlandırmasıydı. Zaten dönem edebiyatına baktığımızda daha sonradan değineceğimiz Dickens’ın Stella’sı hariç hemen hemen her yazar kadını bu çerçevede tasvir etmiş; kurtuluş ve onur yolunu evlilikten, dine bağlılıktan ve eşe saygıdan geçirmiştir. Dönemin önemli yazarlarından olan Charlotte Brontë’nin Jane Eyre adlı roman ve karakterinde de karakterin psikolojik karmaşıklığını göz ardı edersek bu kalıba uyan bir tasvirle karşı karşıya kalıyoruz.
İçinde bulunduğu dönemin kendisinin hoşuna gitmeyen yönlerini çekinmeden yazdığı bilinen ve bunu neredeyse didaktik diye nitelendirilebilecek bir teknikle yapabildiğini “Büyük Umutlar” ve “Oliver Twist” gibi romanlarıyla kanıtlamış olan Charles Dickens da dönemin kadın anlayışına kendi bakış açısını getirmiştir. “Büyük Umutlar” romanında başkarakterin saplantılı denebi-
AŞİYAN
17
Dosya lecek bir sevgiyle bağlandığı Stella’nın günümüzde bile davranışlarıyla eleştirildiği düşünüldüğünde, kadının kalıplaştırıldığı Victoria döneminde acımasızca ayıplanması gayet doğaldır. Roman boyunca ana karakterin ağzından okuyucuya servis edilen Stella, ana karakterin duygularına karşılık vermeyen, bununla beraber onun acı çekmesi için en sevmediği insanlardan biriyle evlenen bir karakterdir. Hayatı boyunca zevk içinde yaşamış ve kimseye bağlanmadan kendi gönlünce yaşamış ne ev işi yapmış ne de sosyal hayattan kendisini soyutlamıştır. Fakat ana karakterin ağzından okuyucuya aktarılan bu karakterin bu “kötü” tasvirlerinin çözümlemesinde ana karakterin psikolojik durumunu göz önüne almamak Dickens’ın amacını iyi anlamadan karakteri bir eleştiri olarak yazdığını söyleyerek onu ve yeteneğini basite indirgemek olabilir. Çünkü Stella’nın kendi ağzından alıntılanan cümlelerinde kendisinin “kötü” tasvirinin farkında olduğunu ve özgür iradesi dışında bu duruma düşürüldüğünü savunduğunu görüyoruz. “Siz daha iyi bilirsiniz” dedi. “Siz nasıl yaptıysanız ben oyum. Övünürseniz övünün, yerinirseniz yerinin. Başarı varsa sizindir, yanlış varsa o da sizin. Kısacası ben sizin eserinizim.” 6 Romanın sonlarına doğru kendisini tek yönlü bir sanat eseri gibi yaratan ablasına karşı söylediği bu cümlelerle Stella, bir anlamda Dickens’ın vermek istediği “kötü” karakter imajının üzerine yapıştığını kabullenir. “İngiliz Edebiyatı Tarihi III” adlı kitabında bu konuya değinen Mina Urgan da Stella’nın davranışlarının ve karakterinin onu büyüten ablasının eseri olduğundan bahseder. […] Stella adlı kız çocuğunu evlat edinmiş; herkesi, özellikle erkekleri horgörmeyi, onlara acı çektirmeyi, katı yürekli ve acımasız olmayı öğretmişti bu güzel çocuğa. Övünerek dediği gibi onun yüreğini çalmış ve bir buz koymuştur yerine.” 7 Mina Urgan’ın da bahsettiği konunun romandan çıkarılması o kadar zor olmasa da, roman boyunca kötülenen bu karakterin mesajının aslında dönem romanlarına bir gönderme olduğu söylenebilir. Bir kukladan farksız olduğunu anlayan -belki de her zaman bilen- Stella bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmaz ve yaşamına önceden olduğu gibi umursamaz ve “soğuk” bir şekilde devam eder. İşte karakterinin bu durumunu bilerek onu
18
AŞİYAN
değiştirmeye gerek duymayan Charles Dickens -bu defa onu toplum gözünde kurbanlaştırarak da olsa- dönemin kadın anlayışına, edebiyatına ve kadının kurtuluş arama yöntemine eleştirisini getirir. Çünkü yaşama biçimini değiştirmeyen, toplum normlarına uymayan ve “Evdeki Melek” imajını benimsemeyen Stella, kitabın sonradan yazılan alternatif sonunda ana karakter Pip ile beraber mutluluğa erer. Stella’nın romanın sonunda bulduğu bu mutluluğun Dickens’ın Victoria kadınına ve hayatı boyunca evliliği tek kurtuluş yolu olarak gören Jane Eyre gibi karakterlere getirdiği bir eleştiri olarak görebilir ve mutluluğun “tek-tiplilikten” geçmediğini göstermeye çalıştığını söyleyebiliriz. “Estella ayrılmaktan söz ediyordu, ama ortalığı saran durgun ışığa bundan sonra hiçbir ayrılık gölgesinin düşmeyeceğinden emindim.” 8 Sonuç olarak dünya edebiyatının -Daisy Buchanan gibi- dönemine aykırı karakterlerinden birini Victoria döneminde tasvir eden Dickens, kendi kaleminde ve toplumun gözünde, kurbanlaştırarak da olsa okuyucunun sempatisini -kendi dönemi de dahil olmak üzere- kazanmayı başaramadığı kadın karakterini, aynı dönemin kalıplaşmış kadınlarını ve kalıbı döken edebiyatçılarını eleştirmek için yarattığını söyleyebiliriz. KAYNAKÇA Urgan, Mina. İngiliz Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Altın Kitaplar, 1991. s. 193 2 A.g.e. s. 251 3 A.g.e. s. 269 4 Pope, Alexander. (haz.:Mack, Maynard). An Essay On Man. Moral Essays and Satires. Cassell & Co., 1986. s. 22 5 Vicinus, Matha. (haz.: Christ, Carol). “Victorian Masculinity and the Angel in the House”, A Widening Sphere: Changing Roles of Victorian Women, Indiana University Press, 1977. s. 146 6 Dickens, Charles. Büyük Umutlar. İstanbul: Antik Dünya Klasikleri, 2010. 7 Urgan, Mina. İngiliz Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Altın Kitaplar, 1991. s. 270 8 Dickens, Charles. Büyük Umutlar. İstanbul: Antik Dünya Klasikleri, 2010. s. 528 1
Dosya
Ceza Olmasa Kaçmanın Ne Tadı Kalırdı? PELİN SAVTAK
Kadim zamandan beri insanoğluna yasaklar ve günahlar ilgi çekici gelmiştir. Bu gruba dahil olanların kimileri iradesine çılgınca hükmetmeyi seçip günahlardan arınarak saf bir hayat yaşamayı seçer. Fakat yaratı dünyasının gizemlerinde kulağımıza bir ses çalınır bir gün. Bu ses kamu ahlakına aykırı şiirler yazdığından hakkında dava açılan Baudelaire’in sıkıntılı sesidir: “Kendini mâhkum etmeyen insan kendini sonuna kadar sevemez de.” Fakat Baudelaire “Kötülük Çiçekleri”ni yazdığı için kendisiyle kayda değer bir iç hesaplaşma yaşamış ve kazanmıştır. Öyleyse kötülük kavramını tanımlamaya kalktığımızda öznel kalmamız, sanatın gelişimi açısından değerlendirildiğinde bizi varlığına yeni kuramlar ilişkilendireceğimiz somut tanımlamalar arayışına sürer. Örneğin gerçeküstücülükle beslenmiş Georges Bataille’in, Kumların Kadını’nda yerini bulacak, tanımından bahsedelim: “Edebiyat ya her şeyin özüdür ya da hiçbir şey. Edebiyatla ifadesini bulan Kötülük - kötülüğün en sivri biçimi- bizler için, inanıyorum ki egemen bir değer taşıyor. Kötülük kavramı ahlak yoksunluğunu öngörmediği gibi, tam tersine ‘yüksek ahlak’ı şart koşar.” Bu kötülük tanımındaki gizemcilik bizi ahlak dediğimizin ne olduğu konusunda sorgulamaya itiyor. Bir toplumun yüksek ahlak diye benimsediği dünyanın başka bir yerinde, aynı anda, aslında hiçbir şey ifade etmiyor. Gelelim gerçeküstücü bir Japon savaş sonrası yazarına: Kobo Abe. Ve işte karşımızda çarpıcı Kumların Kadını: yeni, hayranlık uyandıran betimlemeler, okuyucuyu hikâyenin orta yerinde kum tepelerinin arasına çeken büyüleyici bir kadın ve dinmeyen rüzgâr. Hikâye en başta, böcek koleksiyoncusu Cumpei Niki’nin bir böceğin
peşinden saplanacağı çıkmaz yolu anlatmakta gibidir. Halbuki, vakit ilerledikçe bir varoluş mücadelesine dönüşecektir. Adam, ender bulunan böceğin peşinde koşarken uykuyla uyanıklık arasındaki saplantılı sürece kaptırıverir kendini. Vardığı yer, alışılmadık insanlar ve yavaş yavaş iç sorgulayışına başlayacağı, meselesi yalnızca ümitsiz bir bekleyiş ve kum temizlemek olan kadının yanıbaşıdır. Yazar, bizi yalnızca bir gece kalmayı ümit ettiği kadının evindeki gerçekliğe inandırmak için bütün ayrıntıları tamamlar. Örneğin, adam kayboluşunun fark edilmiş olmasını ümit ederek her gün gazeteleri kontrol eder. Fakat bu çabası sonuçsuz kalacak ve yedi yıl sonra hâlâ bulunamadığı için ölmüş sayılacaktır. Bölgedeki halkın giderek onları kum temizlemeye zorlamasından başka bir derdi daha vardır adamın. Evet, kumlar yeterince can sıkıcı ve gizemliler, fakat birlikte yaşamaya başladığı kadının kendisi için yetersiz cevapları... “Adam, kadının hareketlerinden dolayı silahsız kalmıştı,” diyordu romanın anlatıcısı. Kadın, soruların cevaplarını veriyordu çoğunlukla. Kalan zamanlarda ise evin arka tarafında rüzgârla biriken kumları temizlemeye çalışıyordu. Adamı bu içinde merak ettiği tüm böceklerin olmasından endişelendiği yerde belki de ilk rahatsız eden şeylerden biri, kadının sonu gelmesi mümkün olmayan temizliğiydi. “Sen ne kadar çalışırsan çalış, bu bitmeyecek” diyordu fakat kadın onun yardım taleplerini “İlk günden bu kadar çalışman uygun olmaz” diye reddediyordu. “İlk gün? Zaten sadece bir gece buradayım.” İlk gün adamın öfkesi sık sık yer değiştiriyordu, kadını aralıksız kum temizlemeye iten şeylere ve kendine biçilenleri bir mahkum edasıyla kabullenen kadına öfke... İçinde bulunduğu açmazın bir sebebi kayıp ilanlarında adını görmemesinde şaşkınlığıysa diğer sebebi de bu kadındır. Gözlerini, dönüp durduğu rahatsız bir geceden sonra, açtığında kadının uyku seslerine yönelir. Gördüğü şey, havluyla kapatılan bir yüze ait pürüzsüz çıplaklıktır. Fakat kadına karşı duyduğu anlık istek dün gece yerinde duran merdivenin yok olmasıyla birlikte bir çılgınlığa dönüşür. Uyanan kadının sessizliği ve iki yana hafifçe salladığı başı korkunç bir anlama gelmektedir: “Çıkış yok” Daha sonra adamın kadınla amansız mücadelesi başlar. Kadın yaşadığı hayatın yalnız bir kadın için uygun
AŞİYAN
19
Dosya olmadığını, hele bir süre sonra gelmesini umdukları fırtınalarla kumların iyice çekilmez bir hal alacağını söyledikçe adam bütün bu olanların içinde kendi yerini sorgulamaya başlar. Benimle ne ilgisi var bu kadının zor hayatının? İlk gece evi çekilir hale getirenler kadının sıcak karşılaması ve anlık bir dalgınlıkla eski tulumunun içindeki bedenken şimdi her an alev çıkmaya hazır gözleri kadının gözlerini delercesine ilerliyordur. Nefret baştan aşağı sarmışken “Kesinlikle bir tür böceğe benziyor,” diye düşünür adam. “Böyle yaşamaya devam etmeyi düşünüyor mu acaba?” Dışarısıyla tek iletişimi onların gelip bıraktıkları birkaç parça şeydir. Zaten kadın da o monoton, çekingen sesiyle dışarıya çıkmanın gerekli olmadığını söyler.
Kaçmayı düşünmek o hazzı yaşatabilir mi bir insana? Günler, geceler boyu kaçmayı düşünür, kaçmayı dener adam. Bu başarısız denemeler ve giderek kaybetttiği zaman algısı onu güçten düşürmektedir. Kadını istediği zamanlarda, ona sahip olursa kadının onu ele geçirip buraya sonuna kadar hapsedeceğini düşünür. Zaten kadın hakkında var olan şüpheleri, bu düşünmek ve kum temizlemekten başka yapacak bir şeyin olmadığı ortamda her sabah kendini tazelemektedir. Gün boyunca onu suçlayarak ve vicdan hesapları yaptırarak bir kurtuluş yolu ararken bu, kendi mücadelesine dönüşür. Gün içinde kadına karşı içinde şehvet, acıma ve onu buraya bağlayabilecek herhangi bir duygu belirdikçe kaçma planlarını yeniler. Zihninin bir yanında kocasını geçen yıl kaybetmiş zavallı, yalnız, çekici kadın, bir yanında ise artık bir saplantıya dönüşen çıkış yolu ümidi vardır. Peki, acaba oradan kurtulacak mıdır? Ya da önemli olan gerçekten de varış yeri değil, yolculuk mudur? Oradan çıkmayı başarsa da, kaldığı süre boyunca rüzgârın savurduğu kumla birlikte kendisi de değişmiş ve kumların içindeki kadın adama yepyeni bir kimlik kazandırmıştır.
20
AŞİYAN
KAYNAKÇA Abe, Kobo, The Woman in the Dunes, Martin Secker & Warburg Limited Yay., 1965. Bataille, Georges, Türkçesi: Ayşegül Sönmezay, Edebiyat ve Kötülük, 2. basım, Ayrıntı Yay., 2004, s. 208.
Şiir
Yol Üzerinde Bir Yerlerde MERVE ŞEN
Yaz bitiyor ve ben hâlâ yürüyorum, sıcak salep kokusu yükselirken dükkanlardan. “Sıcak mı nereden biliyorsun?” diyor bir karga, bense “Git işine be densiz hayta! “ “Bağcıkların çözülmüş…” diyor diğer yandan bir balıkçı ağlarını kıvıra kıvıra, bense; “Derin bir rüyanın gölgesinde uyanmışım ey denizin efendisi, harekete mecal var mı?. Sonraysa bir tik, bir tak ve bir tik daha, Sorulardan bir soru daha kıvrılmış aklıma: “Evet sen su birikintisinin tepesine konmuş açelya, Kulakların tıkalıyken de zaman donar mı?” Yoksa kız mıdır bisikletin tepesindeki yengeçi kavrayan Ya da parktaki peltek ayaklar mı bir yandan akrebi bağlayıp Rakamları bebeğinin oyun odasına öylece dizip bırakan?”. Bir adım ve sonra bir adım daha, Sonra sola ama hayır, sağdaki ikinci yola ardından soruyorum kendime bu seferki son defa: “Harap evdeki basma etekli Benim botları da asar mı avuçlarım düşerken MURAT ÖZDEMİR Dönerim diye karanlıktan bir kez daha… “
Bir Çocuğun Rüyalarından
Bundan çok önce ben bir körpeyken Sesler gelirdi evin her odasının eşiğinden Evin tam ortasında ben heceleri sayarken Sesler benden uzaklaşırdı En son göçüp giderdi sesler benden Karanlık aydınlanırken Sonra annemin koynunda uyanırdım Ağlardım hıçkırıklarla hersimden Ardından Kur’an ilişirdi gözüme Göğsüme firketelenirken Rüyalara dalardım tekrar Bir kibrit çöpü olurdum Düşerdim aşağı en tepeden Boşluğun eline tutulurdum sımsıkı Boyutlar bir büyüyüp bir küçülürken…
Bundan çok sonra bir gün hastayken Unuttuğum bu rüya yakaladı yine ensemden Bu defa bir çilingir oldum önceden Ardından söktüm bu kapıyı dilinden Elimde silah kendimi bir vurup bir öldürürken Uyandım bir elimde ruhum bir elimde korkum…
AŞİYAN
21
Deneme
Ewraka İSLÂM DALP
tüm zaman ikiye bölünüyor [insanın bölünmüşlüğü ayrı bir konu oluyor]. Elinde kalemi sallıyor bu sefer “Her şeyi yükselten, kaldıran gücü buldum!” diye sokak sokak koşturuyor çırçıplak. Ve cevabî bir kelâm düşüyor tüm zamanlara; şairler, yazarlar yeni bir şey bulduğunda sessizce not düşüyorlar kağıtlara: Buldum! [Heyecan gönlün ilk haykırışında…]
Ellerinde tüm emeği ile yaptığı kâğıttan bir gemi. Belki de bir şapkaydı bu. Güneşten korunmak için yapılmıştı fi tarihinde Diyojen tarafından veya senin Diyojen’e armağanın olacaktı. Ve tüm gölgeleri reddeden adam seni de reddetti… Aslında hiçbir şey önemli değil şimdi. Harika bir keşfin ortasındayız. Her şey yeniden keşfediliyor anlıyor musun dostum? Yepyeni şekiller buluyor nesneler zihinlerde. Kavramlar takas yapıyorlar aralarında, anlamları paylaşıyorlar ve haykırıyorlar… Ne diye? Bulmak için aramak gerek. O zaman anlar insan ancak keşif gerçekleştirdiğini. İstediğin kadar haykır göklere, istediğin kadar kelime dilen dillerden. Harfler keşfediliyor bir bir, lisân buluyor hâlleri. Birbirlerini görüyorlar suret aynasında; kimi şefkatle bakıyor, kimi kibirle çeviriyor yüzünü… Gittikçe çarpıklaşıyor şekiller. Yol vermesin diye elini kesiyor dilenci. Kavalıyla bekliyor kavşakta güzel ve gülümsüyor yüzlere. Bildiğin yönden bahsediyor ama şair eli çoktan değmiş taşlara. Öyleyse ata binip uzaklara çırpmalı kanatlarını kaçık. Anlam yeni giysiler geçiriyor üstüne ve hiç olmadığı kadar bir başkası oluyor. Olmayan bir geleceğin sözü düşüyor masaya ve asırları aşarak geliyor şövalye. Hangi asrın savaşçısı kimse bilmiyor ama Bilge çenesini kaşıyıp: “Varolmayan bir şövalye bu. İlk örneğine Kuzey İtalya bölgesinde rastlanmıştı ve sonra Calvino köyünden geçerken. Her çağın savaşçısı olduğuna göre, evet evet, kesinlikle Varolmayan Şövalye bu.” “Bu kadar varolma savaşı veren şeye; bedensizlik, bir hiçlik gerekir” diyor kılıcını sallayarak şövalye ve tüy gibi konuyor yere. Anlam, miğferin ardından dişlerini gösteriyor… İşte yeni bir kostümle selamlıyor bizi, aynı andan bin kostümle. Her şey bulunuyor! “Buldum!” diye haykırıyor bir adam asırlar ötesinden. Sesi yankılanıyor,
22
AŞİYAN
Öykü
Deniz, Kum, Gece
ECEM BAYAR
Altımdaki kum tanelerine tutunmaya çalıştım. Bana doğru tedirgin yaklaşıyordu, kalçalarının hareketinden anlıyordum. O kadar huzursuzlardı ki, bir yanı kalmak istiyordu bir yanı gitmek. Muhtemelen beni nasıl öpeceğini, benim ne kadar ona teslim olacağımı hesaplamaya çalışıyordu. Beni istediğini görebiliyordum karanlık bile olsa her yer. Birkaç adamın adım seslerini duyuyordum arkamızda bir nokta kadar kalmış sokak lambalarının altında dolanan. Annemi geçirdim aklımdan. O burada olmamı ister miydi? Muhtemelen, hayır. Bir an içimdeki çocuğun yere düştüğünü hissettim, canı yanmış olsa gerek ben de dizlerimi ovuşturuyordum. Dilimi sayfa sayfa çevirerek çarçabuk söyleyebilecek birkaç kelime aradım, bu sessizlik çok canımı sıkıyordu. Kafamı bir saniyeliğine öbür yana çevirip bana doğru akan denize baktım o an buz gibi bir el boynumu yalayarak enseme kadar geldi ve orda durdu. Kafamı çevirip derin bir nefes aldım, onun nefesini çektim içime istemeyerek de olsa. Boğazımı yaktı nane şekerli sakız tadında nefesi. Parmaklarını saçlarıma doladığını hissediyordum, o kadar yavaştı ki yaptıkları, hiçbir karşılık veremiyordum. Giderek yaklaştı, gözleri kapalıydı. Ben de kapadım; ama bir aralık kadar. Sonra bir et parçası kaydı dudaklarımın arasına. Islak, kalın, tatsız, tuzsuz bir şey… Dilim sıyrıldı aradan, uzun uzun gezindi onun dişlerinin arasında. Hiç acelesi yoktu, tanımak için. Vücudumun bitkinleştiğini hissettim, sanki üzerime çullanan tüm tutkular beni parmaklarının nazik hareketleriyle serin kumların üstüne doğru itiyorlardı. Açık kumral saçlarımın arasına karışıyordu kumlar, o kadar küçük ve renksizdiler ki… Sadece nefes alıp verişlerimiz ve dudaklarımızın çıkardığı o yapışkan sesler vardı etrafta. Ne bir dalga sesi, ne bir rüzgâr… Aklımdan bana az önce söylediği şarkı geçti, içimden onu söylemeye başladım. Zihnimi oyalamam gerekiyordu, yoksa kaçacaktım. Gülümsüyor muydu bana mı öyle gelmişti? Tepemizde duran aya baktım, ne kadar da emindi kendinden, ne diye bakıyordu bize öyle dik dik? Sonra hemen altında duran o adama baktım, dudakları kıpkırmızı, teni
lacivert olmuştu ay ışığının altında. Saçından birkaç damla ter aktı göğüslerimin arasına, inip çıkan kalbimin üstünden usulca süzüldü göbeğime doğru. Hafif uzun saçlarına götürdüm ellerimi, hışımla çektim kendime o düzgün kafatasını. Üzerime bastırdım bedenini, ellerini, dudaklarını. Beni rahat kavrasın diye kalçalarımı yukarı doğru kaldırdım. Hemen elleriyle okşadı, diken diken olmuş tüylerimi. Bel kıvrımıma kıstırdım bu geceyi, bu tek gecelik sevişmeleri. Gitsinler istemedim aslında hiç, ama gitmeleri gerekirdi hep adetten bilirdim. Ne vardı kül olup uçuşacak, kirletecek kızıl mavilikleri sabahın ilk saatlerinde? Sabah demişken, saat kaçtı acaba? Sabah olmasına daha var mıydı? İniltilerden duyamıyordum hiçbir cevabını kafamın içinde dörtnala koşan sorularımın. Birkaç dakika geçti, hâlâ gözleri kapalıydı ve hiç durmadan inliyordu kulağımın dibinde. Kasıklarımın arası sırılsıklamdı, dudaklarım sırılsıklamdı, rutubetli bir beden gibi. Gözlerim sırılsıklamdı. Terime karıştı yaşlarım. Canım yanıyor, midem bulanıyordu artık, karnıma doğru bir itme yüreğime kadar çıkıyor, kalbim ağrıyordu. Giderek daha kesik ve kısa avuçlarının arasında sıkar oldu göğüslerimi, bacaklarımı yavaşça bıraktı belinden aşağı, yuvarlanıp oraya yığıldılar rastgele, biçimsiz, çelimsiz. Elleri sabah sürdüğüm vanilyalı krem kokuyordu. Bana “kadınım” deyişi çalındı kulağıma, zangırdayan bedenini yanıma bırakıverirken. Sadece gülümsedim ama arkamı dönmüş vaziyette. Bitmişti. Sanırım uyukluyordu arkamda. Dönüp bakmaya cesaret edemedim. Gitmesi için uyanmasını mı bekleyecektim? Ne kadar onurlu, ne sadık bir bekleyiş (!) O uyanana kadar eften püften ne varsa düşündüm, düşündüm, düşündüm. Bir an olsun hiç susmadı kafamın içi. Son bir cesaretle sabah ayazından tutulmuş belimin ağrısına inat dönüp baktım o adama. Aklımdan o uyanmadan yaklaşık kırk saniye önce geçenler şunlardı:
AŞİYAN
23
Öykü
Sana gitme demeye hakkım olacak kadar sevecek misin beni bilmem. Bilmem kalır mısın ben söylemeden. Gerçek misin yalan mısın bilmem. Bilmem gözlerin ne kadar derin, dudakların ne kadar pembe, ellerin ne kadar düzgün. Bilmeye hakkım olacak kadar uzun yaşayacak mıyız ayrı gayrı bilmem. Kendimi senin ıslak dudaklarında hayal ediyorum her gece, nefesin nefesime karışmış, kan ter içinde birkaç kısa kesik gülümseme. Bilmem neden hep aynı düşü görüyorum yatağa yattığımda, neden dolunay benim seni düşlediğim geceler tepemde dikiliyor. Neredesin şimdi, sahi uyuyor musun? Nasıl bir yatakta boylu boyunca uzanıyor o kaba saba vücudun? Bilmem her sabah saçların kırış kırış baktığın o aynada gözleri hafif mahçup bir vaziyette senin o cesur beline dolanan kadın ben olabilecek miyim? Bilmem o seçtiğin yolda giderken o eski krem rengi arabanın yan koltuğunda oturup sana yol boyu şarkılar söylemeye hakkım olacak mı? Gitarını eline alıp saçlarıma o ezgili papatyalardan takacak mısın denizin yosun kokusu burnumuzda, beyaz köpükleri sevişen ayak parmaklarımızın arasında sönüp giderken bilmem. Bilmem daha kaç soru, daha kaç korku yoklayacak kapımızı ve ben sana en sevdiğin keki pişirme telaşına kapılmış kırmızı mutfakta unutacağım kapıya bakmayı. Belki benim yerime sen açarsın kapıyı diye daha kaç kere kafamı uzatıp bakacağım kapının eşiğinden sana bilmem. Bilmem bir gün o kapıyı açıp onları içeri alıp kendin çıkıp gider misin? Ve o an sana gitme demeye hakkım olacak kadar sevecek misin beni bilmem.
Tanıtım
Dördüncü Tekil Şahıs veya Kendini Red SEZAİ AYDIN
Dördüncü Tekil Şahıs Güray Süngü’nün ilk baskısı 2006 yılında yapılan ilk romanı. Bu yıl Okur Kitaplığı tarafından yeni baskısıyla okurlara sunulan roman bir giriş yazısıyla başlıyor. Bir nevi okura hitap denebilecek bu yazıda anlatıcının her şeyi bütün ayrıntılarına kadar hatırlayabilmesinin gerekçesi olarak ölü oluşu ifade edilerek okura soruluyor; “Ama bu durumda soracaksınız; ölüysen nasıl anlatıyorsun?” cevap anlatıcı tarafından şöyle veriliyor; “Ben, bir sağ elin, kağıt üzerine kaplumbağa Uyandı. Bana herkese baktığı gibi baktı, kısa ve resmi yapan üç parmağıyım. Benim de tıpkı kağıda çizdiğim tesadüf gibi, gözüme sokar gibi herkesten biri olduğumu. kaplumbağa gibi bir resim olduğumu kabul edecekseniz, size Sonra çatal sesiyle dönüp sordu, kısa ve bilmiş: bu konuda açıklama yapmaya tenezzül etmeyeceğim. Ama benim canlı bir üç parmak olduğuma inanacaksanız, zaten “Gidelim mi?” bu soruyu sormayacaksınız.” Bu girişten de anlaşıldığı üzere farklı bir romanla karşı karşıyayız. “Nereye” diye sormadım, “Beraber mi?” diye Güray Süngü, anlatmak istediğini yaptığı karmaşık sormadım, “Yine gelir miyiz? diye sormadım. Hiçbir şey kurgularla belirginleştiren bir yazar. Öyle ki gerek 2010 sormadım. Az önce düşündüklerim bir kez daha geçti yılında Oğuz Atay Roman Ödülünü alan Düş Kesiği, gerek aklımdan. Neden bilmem hızla ayağa fırladım. Birkaç 2011 TYB Roman Ödülü’ne değer görülen Kış Bahçesi, adım attım ve hiç arkama bakmadan şunları söyledim incelikle kurulmuş yapılarıyla dikkat çekmişti. Postmodern onun gibi çatallaşmış ses tonumla: sanatın, hikâyenin kendisi kadar hatta ondan daha çok, onun anlatımına (metne) önem vermesi, Süngü’nün romanlarında “Sen git, ben biraz daha kalacağım” ifade etmek istediği bir hayat gerçeğine kurgunun da hizmet etmesi biçiminde zuhur ediyor denebilir. Düş Kesiği’nde Çantamı mideme bastırmış vaziyette tüm sahil boyu sorgulanan “gerçek”, Kış Bahçesi’nin ana izleği olan “eser yürüdüm o sabah, o sabahın akşamında ve daha sonraki ile ölümsüzlük” temaları, romanların sahip olduğu biçim akşamlarda. O “biraz” hiç bitmedi. ve kurmaca yapısıyla destekleniyor. Dördüncü Tekil Şahıs yazarın yirmi iki yaşında yazdığı ilk roman olması nedeniyle önemli çünkü bu roman yazarın sonraki romanlarında talip olduğu tarzın ilk adımıdır.
24
AŞİYAN
Deneme
Aşkın Veba Hâli
SEMUHİ SİNANOĞLU
aşkın en seferberlik hâliydi, şehirlerarası trenlerde köpürürdü kelimeler. sordu: kaç arnavut kaldırımı geçirmiştir tarifeler? gel, hasbihâl edelim. ben bir ortaçağ günahkârı, sokak lambasındaki ışıkta teyemmüm ettim. lamekân bir tarihçe işledim parşömene. ve senin için en kanlı vebayı saldım şehirlere. artık ne ölüm korkusu var, ne süngüsü boğdurulmuş şehzadelerin. en köhne yerinde yıkık bir cezaevinin, dönüşü olmayan bir aşkı yaşıyorum. aşkın en olağanüstü halindeyim. bu seneki bağbozumunu kaçırdım. veba heykellerimi dikmişler. meleği öyle donuk ve öyle bedensiz düşünemedim. zamansız ve mekânsız ben yarattım tarihi yeniden. ben bir ortaçağ günahkârı, haddimi aşıp tanrıya özendim. en tevradi cürümlerin ortasında kendime secde ettim. beni bu hücrede unutacaklar mı? bu yol, yol değil çünkü hiç arnavut kaldırımı görmedim. niyetsiz bir ibadet bu, bırak tanrıyı gel, hasbihâl edelim. trenler ben çocukken de sarsılırdı. şehir, ışıklarını söndürüp yatarken, gece lambası diye tren rayları yanındaki sokak lambalarını açık bırakırdı. yataklı vagonlarda kâbus görmezdim ben. yol hâli bu, belli olmaz. sen aşkın yol hâlini bilir misin?
imamın seccadesinde tünekleyeyim. ölür müyüm ki? bir bölük deli tokatlar belki beni. birinci sınıfta tanrı gibi konuşmayı öğrendim. en burjuva akımıydı gençliğimin. üstüne, üzüm bağlarını bozdular o sene ve hücreler diktiler. dokundu. tüm şehzadeleri boğdular ve biri kan tükürdü yanlışlıkla. felaket bu, dedi bir evliya. deniz üstünde yürür ve çok konuşmazdı. lamekân derlerdi onun için, aynı anda bir üsküdar’da bir sirkeci’de görünürdü. dedim, gel, tanrıyla hasbihâl edelim. bir trene bindirdi beni, gönderdi. trenler, neden hep bu yıkık cezaevine gelirdi? soracağım, dedim, ilk dostumu neden öldürdüğünü. vaadimdir ilk iş intiharı suç olmaktan çıkartacağım. tanrım ilk seçim ne zaman? adımı pusulaya yazdıracağım. yönümü kaybettim sandım, hep aynı yerde dönüp dururmuşum meğer, metale değen bir pusula gibi. bu hücrede bu demir parmaklıklar neden sahi? söz, bir yere gitmem. aşkın her hâlini gördüm, bir senin yüzün kaldı tanrım. aynaya bakamayışım işkenceden değil bundandır. ya bir şey bulamazsam uğruna yaşayacağım? aynanın sırrı budur, derdi evliya. çocukken bunun için kaç ayna kırdım. elma dedim, elma dedim; çıkmadın. umarım adem’i benim yüzümden kovmadın. meleklerin bedenlerini alabilirsin, ama ruhlarını asla! gördün mü bak, kardeşimi katlettim, babamı tahttan indirmeye geliyorum. ne yazık, isyancıları hapislerde çürütmek en burjuva akımıydı gençliğimin. ve sonra ne ölüm korkusu, ne düşmüş süngüsü boğdurulmuş şehzadelerin… şimdi ben, aşkın en veba halindeyim.
bana şirk koştun şehzadem. bırak gel hurafelerini. en büyük azabımdır, yıkık bir cezaevinde kara ölümlere terk ederim. ben tanrıların unutmayan cinsindenim. önce orucunu tut tarihin, putlarını yıkarsan üç gün üç gece yağmalayabilirsin bu harabeyi, izin veririm. köpürt kelimeleri, bir kutsal kitap tükür. sen ikonalar oy tahtadan, pembe panjurlu evimizin numarası melek olsun, bense bir yerine sunak köşesi inşa edeyim. yıktırayım veba heykellerini de. tanrıyı inkâr ederim belki ama meleğe imanım tam. ben bir ortaçağ günahkârı, ondan nasıl vazgeçeyim? bir yanımda tanrı, bir yanımda ben; aşkın en sufi halindeyim. bunun adı isyan olmalı; dur nurettin, şu bayrağı ters çevireyim. iman et deme bana, nerenin kahvesini hangi yeminle içeyim? kafeini bol bir din çalkala bana ki kendimi unutayım bu hücrede. en ön safta,
AŞİYAN
25
Öykü
Zaman’la Akşam Yemeğim MÜMTAZ AYAZ
Son zamanlarda unutma konusunda problem çekiyordu, çünkü bizzat tecrübe etmiş biri olarak biliyordu ki her türlü duygu unutulabilir, ancak haksızlığa uğradığınızı düşünüyorsanız bu his asla peşinizi bırakmaz. Recep, Muharrem’e unutmanın aslında hafızayla ilgili değil beynin zaman algısıyla ilgili olduğunu söylemişti bir seferinde. Eğer daha kuvvetli bir hafızaya sahip olmak istiyorsan, beynini zamanın geçmediğine inandırmalıydın; ya da bir şeyi unutmak istiyorsan aradan yıllar geçtiğine. Gerçi bunun nasıl yapılabileceğine dair bir fikri yoktu Recep’in. “Tamam, dedi Muharrem. O halde bize saatlerce sürmüş gibi gelen anlık olaylar da bununla mı alakalı? Beynimizi kandırıp çok kısa zamanda olmuş bir şeyi çok uzun sürmüş gibi gösteriyoruz yani.” “Örnek ver.” Recep’le birlikte oturdukları masanın üzerine Eylül’ün sözleri yağmaya başladı. Sağanak değil, şu ahmak ıslatan yağmurlardan. Hani çok yağmadığını düşünüp şemsiye kullanmazsınız, sonunda ise hiç fark etmeden sırılsıklam olursunuz ya. Aynı öyle fısıldıyordu Eylül de. “Artık birbirimize katlanmamızın bir manası yok Muharrem. Senin kalbini kırmamak için elimden geleni yaptım, elimden geldiği kadar sabrettim. İşleri bu noktaya getiren de sensin, biliyorsun.” Basitçe açıklamak gerekirse, Eylül üçüncü cümlesine geldiğinde Muharrem aniden konuşmaya başlamalarının üzerinden bir haftaya yakın bir süre geçtiğini fark etmişti. Bu sırada acıkmış, yorulmuş, uykusu gelmiş, yetiştirmesi gereken işlerin süresi geçmiş ve görünüşe göre sipariş ettiği çay da epey gecikmişti. Neler olduğunu kavrayamadan önündeki boş çay bardağına uzandı, bardak hâlâ sıcaktı. Oturdukları masanın karşı duvarına asılmış saate baktı, masaya oturalı daha on dakika bile olmamıştı. Kısa bir şok anı, daha çok uykudan uyandıktan sonra yaşanan kafa karışıklığına benzer bir şaşkınlık. Muharrem gözlerini yumdu bir an, tekrar açtı. Sonra bunu üç kere tekrarladı. Faydasız. Eylül hâlâ konuşuyordu. “Bir budala olmaktan ileriye gidemedin! Seni sevdiğim için değil aptallığın ne kadar ileri gidebilir, onu görmek için seninle birlikte oldum!” Neyse ki çok hakaret etmiyor. Kalbim kırılabilirdi
26
AŞİYAN
yoksa. “Sen bana iç sıkıntısı ve huzursuzluk dışında hiçbir şey vermedin!” Bu çay bardaklarını nasıl temiz tutabilirler ki? Yüzlerce kişi aynı bardaktan çay içiyor. Bunun hastalıklısı var, psikopatı var. Bir keresinde Eylül’le gittiğimiz bir lokantada çay içerken ağzımıza bulaşık deterjanı tadı gelmişti, biz de yeterince hijyenik bir yerde yemek yediğimizden emin olmuştuk. Bu çayın tadı da gayet normal, acaba yıkamıyorlar mı bardakları? Karnım da acıktı. Buradan çıkıp bir şeyler mi yemeye gitsek? Ah, ama Eylül bir haftadır bu masada benle ayrılık konuşması yapıyor, doğru! “Senin umursamazlığın ve tembelliğinle daha fazla uğraşacak gücüm kalmadı artık.” Ne de güzel geliyor sesi beni azarlarken! “Şuna bak. Beni dinlemiyorsun bile!” “Dinliyorum ama ne söyleyeceğimi bilemiyorum.” Bir kadına asla güvenme. Seni severken de senden nefret ederlerken de, fısıltıyla konuşurlar seninle; hiçbir zaman onun duygularından emin olama diye. Hiçbir kızdan farkın yok senin de, kafanı dolduran budala fikirlerinle. Mutsuzlukla başa çıkabiliyor insan ama, hiçbir şeyle telafi edilmiyor getirdiğin şüphe. Nasıl da korkutuyor beni, bir zamanlar hayran olduğum o ışık gözlerindeki. İşte korkuyla titrediğini görebiliyorum kendi gölgenin bile. “İyice saçma bir insan oldun sen Muharrem.” Eylül’ün acımasız sözleri ve malum günün anısı, Recep’in alaycı sözlerinin açtığı mazgalda yitip gitti. Muharrem, fazla abarttığının farkına vardığından olacak, asıl konuya dönmeye çalıştı hemen. “Cidden diyorum, anca yirmi dakika oturduk o masada ama kalktığımızda en az bir hafta geçmiş gibi geldi.” “İyi de bu benim öne sürdüğüm teoriyi desteklemez. Eğer her şey sana normalden daha hızlı yaşanmış gibi gelseydi o zaman kabul edebilirdim. Daha kısa bir zaman dilimine hapsolan anılar, daha net hatırlanır. Sen kısacık bir anıyı geniş bir zaman dilimine yaymışsın.” “Bence yanlış düşünüyorsun. Sonuçta herkes bir sene boyunca neler olduğunu şöyle böyle hatırlar ama belli bir günde ne yaptığını sorsan bilemez. Ya da dün ne yediğini…” “Öyle değil. Benim teorime göre zihnini tek bir anda sabitlersen, anı daha yoğun şekilde hatırlanır. Zihnini sabitlediğin an da ne kadar kısa olursa o kadar başarılı olursun.” “Acaba bu yaşadığım olay, çok kısa bir anın çok uzunmuş gibi gelmesi, zaman mefhumunu yitirmemle mi ilgili?” “Hayır, bir budala olmanla ilgili. Herkesin zaman zaman yaşadığı bir durum bu, özel bir tarafı yok. Zaman kavramını yitirmek bambaşka bir mevzu. Necati’yi hatırlamıyor musun?” Necati onlarla aynı mahallede yaşayan, otuzlu
Öykü yaşlarında, işsiz güçsüz bir adamdı. İşsiz olmasının sebebi ise talihsizlikten ziyade Necati’de bir alışkanlık halini almış olan zamansızlık durumuydu; nitekim Necati gerçek anlamda zamanın bağlarından tamamen kurtulmuştu. Birçok insanın acımasızca varsaydığı üzere kasti değil, içgüdüsel bir durumdu onunki. Sezaryenle dünyaya gelen Necati ömrü boyunca hiçbir yere zamanında yetişememişti. Ya çok erken gelir, vakit geçsin diye oyalanırken yine geç kalır veya yanlış yere geldiğini anlar, veyahut da çok geç gelir, öyle ki buluşması gereken insanlar beklemekten sıkılıp gitmiş olurlardı. Bu sebepten dolayı Necati’nin hayatı bütünüyle bir kâbustu. Bugüne kadar yüzlerce sınav, sayısız otobüs kaçırmış, birçok dost kaybetmiş, onlarca imkân elinden kayıp gitmişti. Necati’nin problemi sadece belli bir zamana odaklanamamak da değildi. Süreçleri anlamak da onun için büyük bir sıkıntıydı. Neyin ne kadar süreceğini bir türlü hesaplayamazdı. Epey vakit alacağını düşündüğü bir otobüs yolculuğunun başında, uzun zamandır başlamak istediği kalınca bir kitaba başlar, üçüncü sayfaya geldiğinde yolculuğun sona erdiğini görürdü; eğer gerçeği bilmese çok yavaş okuduğu için üzülebilirdi bile! Ancak belli bir noktada Necati zamansızlığın getirdiği felaketlerin o kadar da kötü olmadığının, aksine onu birçok can sıkıcı vaziyetten kurtardığının şuuruna varmıştı; başarısız olacağı sınavlar, sıkıcı otobüs yolculukları, sinir bozucu insanlar, hatırı sayılır bir heyecanla başlayıp en iyi ihtimalle ihmalle sonuçlanacak arkadaşlıklar… Zamanı yitirince, zamanın getirdiği her türlü musibetten onu muhafaza eden büyülü, göz alıcı, fakat yine de pek az insanın fark edebileceği sihirli bir zırha sahip olmuştu. Necati, zamanla bu alışılmadık durumu öyle benimsemişti ki zamana karşı elde ettiği bu bağımsızlık ondan taşarak çevresindeki insanları da bir hastalık gibi ele geçirmeye başlamıştı. Normalde birine karşı hissettiklerimiz, zaman içinde onun bize karşı olan davranışlarıyla şekillenir. Söz gelimi biriyle üçüncü karşılaşmamızda, onun daha önceki iki buluşmada yaptıklarını temel alır, şimdiki hareketlerini o malum temel üzerine kurarız. Böylece onunla ilgili izlenimlerimizin oluşturduğu bina, onun hakkında neler hissetmemiz gerektiğini söyler bize. Sizi sevmeyen birine kendinizi sevdirmeniz de bu yüzden zordur;
binayı yıkıp yeniden inşa etmeniz gerekir çünkü. Necati ise temelden yukarı çıkmanıza izin vermezdi, nitekim onunla olan karşılaşmalarınız birbirinin üzerine konan taşlardan ziyade düz bir alanda hudutlarını dilediğince genişleten bir su birikintisine benzerdi. Onu en son ne zaman gördüğünüzü anımsayamaz, o her konuştuğunda saati kontrol etmek zorundaymışsınız gibi hissederdiniz. İçten içe bilirdiniz ki konuşma bittiğinde tıpkı kapalı bir alanda meşguliyetiniz bittikten sonra dışarı çıktığınızda havanın karardığını görüp saatin kaç olduğunu, ne kadar zaman geçtiğini anlamaya çalışmanız gibi tüm zaman duygunuzu yitirecek ve pek az şey anımsayacaktınız. Recep belki de haklıydı, anımsamak beyinle değil zamanla ilgiliydi. “Yine birbirinize tuhaf hikayeler mi anlatıyorsunuz? Çünkü eğer öyleyse size, söylenen her şeyin tam olarak anlaşıldığı kusursuz bir dil geliştiren bir tanıdığımın hikâyesini anlatabilirim.” Necati’yle ilgili kafalarında beliren anlık düşünceler kayboldu ve masalarına oturmakta olan Ramazan’ı gördüler. “Yok yok. Muharrem terk edildiği zaman zamanın yavaşladığını anlattı da, ben de ona bunun özel bir şey olmadığını söylüyordum.” “Vay! Necati’den bahsettin mi?” Bazı insanlar vardır ki hayatları boyunca üzerlerine yapışan tek bir özellikleriyle anılırlar. “Bahsettik tabii. Sanki bir tek sen tanıyorsun adamı!” Ramazan biraz duraksadı. “Yahu, dedi. Aslında geçenlerde biri bana benzer bir olay anlattı da fazla abartılı geldi bana.” Burada dramatik bir ara verdi konuşmasına. “Birkaç hafta önce bir konferansa katıldım.” Oturdukları masanın üzeri, şık bir kokteyl masasının önünde birbiriyle sohbet eden takım elbiseli, ciddi görünüşlü adamlarla doldu. “Şu iş yerlerinin katılımı zorunlu tuttuğu konferanslar var ya hani.” Oturdukları masanın üzeri, küçük bir salona doluşmuş, neden oraya geldiklerini bile bilmeyen ve bu faaliyet her neyse bir an önce bitmesini dileyen adamlarla doldu. “Konferansın sonunda herkes konferansın içeriğinden çok sıkıcılığını konuşuyordu. Biz de birkaç arkadaş şakalaşıp gülerken aramızdan biri “Bir an hakikaten hiç bitmeyecek sandım!” deyince bizim arkamızda duran
AŞİYAN
27
Öykü aydınlanmak için...
ihtiyar bir adam küçümsermiş gibi bir ses çıkardı.” Masalarının üzerindeki konferans salonunda, Ramazan’ı ve çoğunluğunu orta yaşlarda ve göbekli insanların oluşturduğu arkadaş grubunu buldular. Yaşlı adam, Ramazan’ın yanına yaklaşıp aniden konuşmaya başladı. “Kırk yıl önce,” dedi, “Üniversitede tarih okuyordum. Kanımız da kaynıyor tabi, ukalayız, kimsenin bilmediği şeyleri öğrenip bir şeyleri değiştireceğimizi düşünüyoruz. Bölümün ilk dersine girdik. Hafif kilolu, tıknaz bir hoca vardı, o veriyordu dersi. Tanışma faslını geçip direkt derse başladı. O an zaman durdu işte. Size yemin ediyorum, ders normalde kırk dakika ama o ders yıllar sürdü. O kadar alışılmadık bir durumdu ki birbirimizin yüzüne bile bakamıyorduk, ya delirmişsek diye. Ders bittiğinde açlıktan bayılanlar oldu. Birkaç kişinin yaşlandığını gördük; gözleri küçülmüş, omuzları çökmüştü. Ayağa kalkanlar zorlukla ayakta duruyordu, sanki uzun zamandır yürümediklerinden bunu unutmuş gibiydiler. Okul binasından çıktık sonra, gözlerimiz resmen alevler içinde kaldı, kimse açık tutamıyordu onları; ben güneşin, kimsenin canını daha fazla yaktığını sanmıyorum. Seneler süren mahkumiyetten kurtulmuş gibiydik.” “Biraz olsun kendimize gelince saatlerimizi tekrar tekrar kontrol ettik, sahiden kırk dakika sürmüştü ders. Hocanın marifeti mi bilmiyorum, ancak zaman öyle bir genişlemişti ki o kırk dakika seneler sürmüştü. Bir daha o derse gitmedim, başkasının da gittiğini sanmıyorum. Şimdi siz bu konferansa sıkıcı dediniz, kabulümdür. Ancak bir daha bir şeyin sıkıcılığını zamanı temel alarak ölçmeye kalktığınızda daha dikkatli davranın, çabuk karar vermeyin.” Ramazan’ın hikâyesi, masalarının üzerindeki görüntünün kaybolmasıyla hemen hemen aynı anda sona erdi. Ramazan, üzerinde dolaşan ikna olmamış gözleri hissedebiliyordu. “Vallahi adam öyle dedi. Artık ne kadar doğru ne kadar yanlış, bilemem.” Bir süre sustular. Sonra Recep saatine baktıktan sonra aniden doğruldu. “Yuh, saat ne kadar geç olmuş yahu! Hadi kalkalım.” Hesabı ödeyip çıktılar.
28
AŞİYAN
Romanın seçkin örnekleri Okur Kitaplığı’nda
Suçsuzluğumu Affet Zafer Acar ROMAN, MART 2012, 424 SAYFA
Musa ve Yol Arkadaşı
Âdem
Ümit Aktaş
Ümit Aktaş
Dördüncü Tekil Şahıs Güray Süngü
ROMAN, MART 2012, 192 SAYFA
ROMAN, ŞUBAT 2012, 160 SAYFA
ROMAN, ŞUBAT 2012, 512 SAYFA
Kendi İçine Düşenler Anzelha ile İbrahim Ali Haydar Haksal Ansiklopedisi Selman Bayer
ROMAN, OCAK 2012, 172 SAYFA
Yeşil Vadi Ümit Aktaş ROMAN, ARALIK 2011, 230 SAYFA
ROMAN, OCAK 2012, 320 SAYFA
Türkiye Yazarlar Birliği 2011 Roman Ödülü
Kış Bahçesi
Mutsuzluk Fotoğrafları
Rüya
Güray Süngü
Hakkı Özdemir
Ümit Aktaş
ROMAN, EYLÜL 2011, 320 SAYFA
ROMAN, MAYIS 2010, 112 SAYFA
ROMAN, ŞUBAT 2010, 200 SAYFA
Dağıtımcılarımız: Ana Dağıtım (0212) 526 99 41 Alfa Dağıtım (0212) 511 53 03 Gökkuşağı Dağıtım (0212) 410 50 60 Adım Dağıtım (0212) 521 90 78 Prefix (0212) 503 86 86
www.okurkitapligi.com www.facebook.com/okurkitapligi
www.twitter.com/okurkitapligi
Metamorfoz Yayıncılık Mercan Mah. Fuatpaşa Cad. Semaver Sok. Selçuklu İşhanı K:3 No:52 Beyazıt / Fatih / İSTANBUL Tel&Fax: (212) 522 45 05 dagitim@okurkitapligi.com
Röportaj
Murat Gülsoy Röportajı
FIRAT DEMİR, PELİN SAVTAK, MERVE ŞEN
Baba, Oğul ve Kutsal Roman ile başlayalım. Bize biraz romandan bahseder misiniz? Romanlar öykülerden farklı olarak birden fazla konu, tema ve kanaldan oluşur. Bu romanın kanallarından bir tanesi de zaman mesela, zamanın farklı açılardan ele alınması. Kahramanı bana oldukça yakın bir karakter, benim yaşlarımda bir yazar ama ben olmadığı da aşikâr. Demek ki karşımızda orta yaşlı bir karakter var ve bu öyle bir durum ki hem geçmişe, gençliğe çok uzak değilsiniz hem de ölüme hiç olmadığınız kadar yakınsınız, zaman da böyle bir açıdan ele alınıyor işte. Tabii romanda geçmiş deyince, geçmişteki aşklar depreşiyor; gelecek deyince gelecekte olmayacak aşktan bahsediliyor. Böylelikle de bir ikinci kanal çıkıyor ortaya: aşk meselesi, kadın erkek ilişkileri. Üçüncü bir kanal da kuşkusuz babalık meselesi. Çünkü orada hem bir oğul olma durumuyla, hem de baba olma ya da olamama kuşkusuyla ilerleyen bir hikâye var. Bu kavram da önemli tabii çünkü babalık meselesi aynı zamanda kurucu ilke demek, dünya üstünde bir şey yaparak bir taşı bir taşın üstüne koymak. Üremekten ya da üretmekten de başka bir şey bu, doğal değil, iradeyle olan... Kurmakla ilgili simgesel bir tarafı var, yolunu seçmekle de. Romanda kayıp bir karakter var aslında. Evet edebiyatı kutsallaştırıyor ama başlıkta olduğu gibi bunu ironik bir şekilde yapıyor. Bu da bir yol değil, bu da bir çıkış değil aslında. Zaman ve tutunamamak. Bu iki kavram Baba, Oğul ve Kutsal Roman’ı tekrar tekrar sarmalayan ipler gibiler. Keza bu öğelerle sırasıyla özdeşleşmiş iki isim Tanpınar ve Atay da öyle. Bizce hikâyeye oldukça sinmiş bu kavramlar ve kişilerin kitaptaki yerini bir de sizden öğrenebilir miyiz? Aslında kitap epeyce kendi kendini açıklıyor. Yani saklayan değil her şeyi sürekli açıklayan bir yapısı var. Evet, Tanpınar kanallardan birisi. Tanpınar’ın taşıdığı geçmiş
duygusu var hikâyede, tabii sadece geçmiş duygusu da değil, özellikle referans verdiğim, oradaki yazarın zihninin içindeki Saatleri Ayarlama Enstitüsü var ki o roman sadece zamanı değil birçok psikolojik ve sosyolojik meseleyi barındırır. Öyle nostaljik bir roman değildir, geçmişten bahseder ama asıl hicivdir önemli olan, kara mizahtır, ironidir. O yüzden de romanın atmosferine çok uygundu. Tanpınar sadece romanıyla değil mezarıyla da girdi kitaba, daha doğrusu mezar taşında yazan cümleyle. Kitapta oluşan bir üçgenin, üniversite-HisarBebek, tam ortasında bulunduğu söylenebilir mezar taşının. Atay da ayrı bir biçimde katılıyor romana. O Olric-Gollum karışımı bir iç ses olarak ortaya çıkıyor. Özellikle mektuplar bölümünde, iç ses olmaktan çıkıp yazarın neredeyse kendi sesi gibi devam ediyor. Atay çok sevdiğim bir yazar. Onu sevmemin en büyük nedeni ondaki bu kural tanımaz tavırdır. Her şeyi sorgular, her konuyu katman katman soyar, bu yüzden de insanı huzursuz eder, kuşkulandırır, uyandırır. Bu tabii belirli bir yere bağlanmamak, bir anlamda tutunamamak anlamına geliyor. İnsanı huzursuz eden bir tarafı var ama bu huzursuzluk moderniteden kaynaklanan bir huzursuzluk ya da modernitenin içindeyken deneyimlediğimiz bir durum. Zaten modern romanın klasik romandan farklarından biri de bu değil midir? Kendini güvende hissettirmeyen bir tarafı vardır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve bu kitaptaki karakterler kendine yer buluyor kitabınızda. Bu kurgu aşamasında aldığınız bir karar mıydı, yoksa anlatıda başından beri bu karakterleri kullanmak istediğiniz için mi bu bölümler ortaya çıktı? Hangi sahneyi önce düşündünüz hangisi yolda gelişti onu söylemek güç. Zaten roman yazma garip bir süreçtir. Hazırlık devresi, bir yıl belki de daha fazla sürer. Bir fikir mayalanıyor, onunla ilgili notlar alıyor, hayaller kuruyorsunuz, defterler doluyor. Bir gün geliyor artık ben başlıyorum, diyorsunuz. O başladığın gün aklında şu var aslında, tamam ben Ankara’ya gideceğim, örneğin trenle, bunu biliyorsun ama yolda başına neler geleceğini bilmiyorsun. Sonunda Ankara’ya varıyorsun tabii ama o aradaki sekiz on saatte ne olur belli değil, işte roman yazmak da böyle bir süreç. Evet Tanpınar olacaktı biliyordum, belki Atay yolda kendini daha fazla hissettirdi, bunu söyleyebilirim. Aslında eskiden yazdıklarımda kara mizah daha ön plandaydı, bu romanla o dönemlere döneyim istedim. Daha ironik, daha sivri dilli, daha acımasız olmak istedim. O yüzden o karakterler çıktı ortaya ama Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün romanda bu kadar çok yer alacağını en başından planlamamıştım. Rüyalar olacağı, karakterin Kıtmir adında bir köpeği olacağı gibi birtakım şeyler belliydi ama Tanpınar’ın gitgide daha
AŞİYAN
29
Röportaj
fazla önem kazanıp romanın kritik sahnelerinden birinde benimkiyle çakışacak olması belli değildi. Ben bu türden sapmalara olabildiğince izin veriyor, peşlerinden gidiyorum. Bu şekilde yazarak romanı bir yere doğru ilerletirken roman da bu tür “kendiliğinden” ortaya çıkan unsurlarla dünyasını bana açıyor. Bu unsurların bana önemli bir içgörü kazandırdığını düşünüyorum. Kahramanınız romanda “Edebiyatın en heyecan verici özelliği de insanların zihinlerinin içinden geçenlere tanık olma hissi yaratması” diyor. Bu sözün Gülsoy edebiyatının bir özelliği olduğunu söyleyebilir miyiz? Evet bu inandığım bir düşünce, edebiyatın önemsediğim taraflarında biri. İnsan zihninin nasıl çalıştığını, gerçekliği nasıl deneyimlediğini ve kurduğunu göstermesi açısından çok önemli. Sizi kişisel deneyime daha fazla ortak edebiliyor ama toplumsal olanı da gösteriyor aslında, dünya hakkında da konuşuyor, tarih hakkında da söz alıyor. Ama benim sevdiğim edebiyat tarzı, izlediğim ve varmaya çalıştığım edebiyat yaklaşımında aklın, dilin dünyayı nasıl kurduğunun araştırması ön planda. Sadece yazdıklarımda değil, okuduklarımda da bu izleği arıyorum. Sevdiğim yazarların, o karakterlerin deneyimlerine beni en çok yaklaştıranlar olduğunu fark ediyorum ama bu farklı da olabilir, mesela Borges. Borges’in edebiyatını daha çok bir düşünce deneyi olduğu için, daha felsefi bir deneyi bana yaşattığı için seviyorum. Başkasının zihninden ne geçtiğini öğrendiğim için değil… Atay’ın edebiyatında da bu çok farklı bir boyuttadır, dolayısıyla edebiyatı buna indirgemek zor ama önemli bileşenlerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Biraz da yazılarınızda kullandığınız metakurmacadan bahseder misiniz okuyucular için? Metakurmaca, Türkçede üstkurmaca olarak geçiyor ama ben bu üst takısının yetmediğini düşünüyorum bu ifadeyi anlatmak için. Çünkü metakurmacada sadece üstündelik yok, yani metafizik nasıl Türkçeye üstfizik diye çevrilmiyorsa, oradaki takıyı da çevirmemekte bence fayda var. Peki nedir metakurmaca? Kurmacanın kendi üzerine de konuşabilmesi, kendini mesele haline getirmesi, kendisinin konusu olmasıdır. Neden meta yapıyor bunu? Çünkü bir bitmemişlik durumunu, metnin evrilmekte olduğunu anlatıyor ve aynı zamanda yapısını da gösteri-
30
AŞİYAN
yor, yani nasıl kurulduğunu da anlatıyor. Yani bir yandan kuruluyor bir yandan nasıl kurulduğunu gösteriyor. Tabii bu her eserde olan bir şey değil, klasik bir anlatının içinde size kurmaca olduğunu unutturma amacı vardır, gerçeğin ta kendisi hissini vermesi. Film seyrederken de, onun bir film olduğunu hatırlamak istemeyiz, gördüklerimizin dekor ve o insanların da oyuncu olduğunu, bu oyuncunun biraz sonra makyajını silip çıkıp gideceğini düşünmeyiz. Meryl Streep mesela. İyi bir film ne yaptırır, onun Meryl Streep olduğunu, daha önce oynadığı tüm rolleri unutturur. Kurmacanın büyüsü de bu. Metakurmaca ise farklı bir şey yapar. Bunun bir kurmaca olduğunu bize hatırlatır ve yabancılaşma duygusu yaratan bir mesefe doğurur, üzerine düşünmemizi sağlar. Romanın yazım sürecini mesele haline getirir. Oyun ve temsil, edebiyatınızı anlatırken kullandığınız iki sözcük. Bu kavramlardan faydalanmanızın nedeni okuyucuyu dolayısıyla hayatı edebiyata daha çok yaklaştırmak mı? Edebiyat hayattan kopuk değildir, yani hayattan en kopuk olduğunu düşündüğünüz eser bile edebiyatın içindedir, hayatın başka bir yönünü temsil eder. Ben zaten o tip görüşlere katılmıyorum bir yazarı hayattan, sokaktaki hayattan kopuk, muğlak, bu hayatı anlatmıyor diye eleştirmek… Edebiyat eserlerinin hepsi hayatla, insanla ilgilidir. Mesela Atay Tutunamayanlar’ı yazdıktan sonra aldığı en büyük eleştiri bu: insansız edebiyat. İnsansız edebiyat kavramı da yeni değil aslında, José Ortega y Gasset‘den alınan bir kavram. Düşünün Atay’ın bütün derdi insan aslında. Romanında anlattığı insanın neden bu durumda olduğu, ne hissettiği, hayatla alıp veremediği. Ama eleştirmen insansız buluyor. İnsandan kasıt Fransız romanındaki gibi sosyal gerçekliğin altını çizen, Rus romanlarında olduğu gibi daha psikolojik boyutları işleyen bir edebiyat sanırım. Bunların dışında bir şey gördüklerinde bu insansız, hayatı anlatmıyor diyorlar. Oysa Atay İngiliz edebiyatında daha çok rastladığımız zekâya dayalı, kara mizaha dayalı farklı bir yaklaşım. Aslında oyun ve temsil genel sanat felsefesinde kullanılan kavramlar. Zaten 602. Gece isimli inceleme kitabımın başında bu kavramları ele alıyor ve neden bunlara ihtiyaç olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Oyun şöyle bir şey, bütün yapıtların altında var olan ana temalar daha doğrusu anayapılar. İnsan zihni patern kovalıyor sürekli, bir örüntü bulmaya çalışıyor,
Röportaj tekrar eden olaylar, tekrar eden motiflerden bir bütün çıkarmaya çalışıyor bunu bulduğu zaman da mutlu oluyor. Eserlerinizde resim ve edebiyatın iç içe geçtiğini görüyoruz. Kitap kapaklarınız dahi temel işlevlerinden sıyrılarak hikâyelerinizin önemli birer parçası haline geliyorlar. Bu etkileşimin sebebi nedir? Resim sevdiğim bir sanat ama benim kişisel sevgimin ötesinde gerçekliği temsil konusunu en çok dert edinen ve örnekleriyle bunu en erişilebilir kılan bir ortam bir yandan da. Klasik resim, modern resim, farklı kültürlerin resim anlayışları, hepsi bize farklı bakış açılarının olanaklarını gösterir. Edebiyatla resim birbiriyle zengin bir alışveriş içinde bulunan sanatlar. Resim de dünyayı temsil etme iddiasında edebiyat da. Her ikisi de bunun krizlerini yaşadılar, farklı anlatma, temsil etme biçimlerini ortaya koydular. Resim sanatının zenginliği beni her zaman hayran bırakmıştır. Zaman zaman iyi bir ressam olsaydım asla, tek kelime yazmazdım dediğim oluyor. Sonra bunun sadece bana özgü olmadığını, birçok yazarın resimle ilişkilerini okuduğumda fark ettim. Bu dünyayı temsil eden bir dünya yaratma arzusundan kaynaklanıyor ve sanırım resim ve hikâye birbirine çok yakın. O yüzden ben ikisinin etkileşim içinde olduğu deneyleri özellikle seviyorum. Biraz da Hayalet Gemi yıllarından söz edelim isterseniz. Bu dönemin edebiyatınızdaki yeri nedir? Çok önemlidir. 1992’de başladık ve 2002’ye dek düzenli çıkardık Hayalet Gemi dergisini. Benim için bir okul oldu. Ben dergide yazar oldum diyebilirim. Önceleri dergi yazarıydım sonradan kitaplı bir yazar oldum. Bu ayrım bugün belki internet üzerinde yaşanıyor. Çok ciddi üretim var internet üzerinde kişisel bloglarda örneğin. Birçoğu kitap çıkarma zahmetine katlanmıyor artık. Kitap ayrı bir sektör oldu. Hayalet Gemi’nin üzerimdeki etkiye dönecek olursak, her şeyden önce disipline ediyordu yazmamı. Motive ediyordu. İki ayda bir belirli bir konuya temas eden hiç değilse çağrıştıran bir öykü yazıyordum. Bu tema sınırlamasının yaratıcılıkla ilişkisini o zamanlar keşfetmiştim. Ayrıca editörlük, sayfa tasarımı, yayıncılık tecrübesi edindim. Ama en önemlisi kolektif iş yapma terbiyesi, bu gerçekten de çok geliştirdi beni.
çalıştığı, kendi üzerine düşünen bir edebiyat yaratma amacında olan hareket, popüler olarak nitelenen başka bir edebiyatla karşı karşıya geliyor sık sık. Sizce bu türlerin ortak noktalar bulması, benzer okuyucuları yakalaması mümkün mü, yoksa biraraya gelemeyecek kadar kalın çizgilerle mi ayrılıyorlar birbirlerinden? Bu söylediğiniz iki farklı yaklaşımın, yani sektörü sırtlanıp götüren popüler edebiyat ile postmodern edebiyatın kesiştiği yer zaman zaman, o da her zaman değil, belirli ölçüde akıcılıktır. Popüler edebiyatın temel iddiası akıcılığıdır. Okuruna zamanı mekanı unutturacak denli heyecanlı bir büyü yaratmak ister. Bunu hepsi becerebilir mi? Hiç sanmıyorum. Ayrıca her okurda da aynı etkiyi bırakmaz. Ben popüler edebiyat ürünlerinin çoğunda sıkıntıdan patlarım, hiç okuyamam. Fakat iyi örnekleri Da Vinci Şifresi gibi, Ejderha Dövmeli Kız gibi, Stephen King’in kimi kitapları gibi gerçekten de akıcılıkta son derece başarılıdırlar. Şimdi bunların karşısına koyacağınız kendi üzerine düşünen edebiyat yani John Fowles, Paul Auster ya da Coetzee ayarında olduğunda ortak bir okura hitap edebilir. O da yüzde yüz bir kesişme değildir. Bazen Murakami gibi sıra dışı postmodern örnekler kafamızı karıştırıyor tabii. Bir açıdan bakıldığında “Popüler edebiyattan bir farkı yok ki” diyoruz, ama başka bir açıdan bakıldığında orada farklı bir deneyin yapıldığını, belirli bir içgörü kazandırdığını görüyoruz. Evet sorunuzda söz ettiğiniz gibi gerçeklik alt üst oldu. Bunu modernistler temsilin krizi diye nitelemişlerdi. Kulağa sanat felsefesi içinde sınırlı kalacak bir tartışmanın terimi gibi geliyordu eskiden. Oysa bu kriz daha sonra tüm kültüre yayılacak, değerlerin ve kültürlerin krizi ve bunalımı haline gelecekti. Ben günümüzde edebiyatın bu krizle mücadele edecek çok önemli bir alan olduğunu düşünüyorum.
20.yy’da edebiyatta modernizm ve postmodernizmin ortaya çıkışıyla bir kırılma noktası yaşandı. Gerçeklik altüst oldu, temel kalıplar yıkıldı.Bugünse sizin de içinde bulunduğunuz grubun üzerinde
AŞİYAN
31
Öykü
Guernica Kazan Ben Kepçe
UĞUR UFUK ÇALIŞKAN
Sana özel olsun istedim. Bazen anlatamamak istedim, sadece anla ve geç istedim. Takılma diyecektim ki... Takıldın! Anlatmaya başladım o zaman ve sonra hiç susmadım. Susamadım. “Değer” dedikleri tarihi yazıtları görmezden gelmemeye dikkat ederek yaşamaya çalışmıyordum, bunu yaparken değersiz de kılmıyordum bazı şeyleri. Aklımda değer gören bazı zamanlar vardı, onları sayacak olursam, belki burada yazmayı bırakmam gerekir. Kulağıma çalınan bir şarkıdan bahsetsem, Kadıköy’de yürürken omuzlarıma çarpan insanlardan bahsetsem, yolda yürüyen köpeğin serkeşliğini kendime benzettiğimi söylesem, yürüyüşümü köpeğin ritmine uydurduğumdan bahsetsem, öyle zamanlarda kendimi kaybedip görme engellilere çarptığımı, köşede bir yerde susayıp onun yerine bir bara oturduğumu, barmenden bir kadeh sek votka istediğimi, ardına bir ellilik götürdüğümü, üstüne paramın çıkışmadığını, sonrasına barmene tiksinti dolu bir ifadeyle baktığımı, barmenin bu seferlik benden olsun dediğini, güzel bir neşeye gark eylediğimi, eyvallah deyip tekrar bahariyeden Moda’ya kaydığımı, Moda’da herhangi bir banka oturup saatlerimi geçirdiğimi, aslında yan tarafımda içen demirbaş Moda müdavimlerine için için katılmak, iki lafın belini kırmak, ama kendimden tiksinti duyup hiç yeltenmeden geri daha daha geri giderek Beşiktaş iskelesine doğru gitmeyi, saatin yarımı geçtiği vakit asayişin yeniçerileri tarafından yolumun kesildiğini, kafa kağıdımı verip temize çıkmanın kırıklığını yaşadığımı, aslında içten içe paramparça bir psikopat olduğumu anlamadıklarına içerlediğimi, öylece Beşiktaş iskelesine sokulup bir köpek gibi dilimi dışarı sarkıtıp rüzgârın kuruyan boğazımdan ciğerlerime doluşunu, aslında bir evimin olduğunu, evimin o yeşil duvarlı odasını, odanın içindeki cenin kokusunu, onun ta kendisi olduğumu hatırlayıp ağırlaşan omuzlarımın altında kalışımı, sonra omuzlarımı yüklenip
32
AŞİYAN
tepetaklak son otobüse binişimi, kafamı cama dayayıp bugünden ne anladığımı sorgularken, yarına da yaşadığım bugünün bineceği gerçeğini ruhuma takıp 14-15 durak sonra evime getirdiğim zaman tek istediğim, tek istediğim yanımda olması diye sayıklayarak günün gerçeğinden kaotik bir şekilde çıkıp uyku bölünmesine geçtiğim zamanları sana nasıl anlatabilirim ki?.. Dedim ya, anla isterdim sadece. Bazen 4-5 bira götürür diye düşünüp uzunca kalırdım bir başıma, öyle de olsa bir mide bulantısı ardına kusma isteği. Gereksiz olanın ruhum olduğu bilincini taşırken, neyi arzulasam yüreğime derin katranlar bırakıyordu. Verdiğim bir şey yoktu, sahibi olduğum bir şey yokken. Olabileceğin en kötüsü de buydu, taşıdığıma inandığım ruhum bana patlıyordu, kaçıp gitmek gibiydi, kaçıp gitmenin ne olduğunu bilirdim, kaçışın öncesini derin bir körleşme dönemi olarak tarif ederim, kaçışın ise özgürlüğe nispet daha şık bir sonsuz maneviyat olduğunu bilirim, bunu bana yapan en yakınım, ruhumdu. Kaçmak istiyordu, ona karşı koyamıyordum, lakin ben her defasında onu 4-5 biraya tav edip uyuşturuyor ve gidişini erteliyordum. sonra alıştık buna, birlikte sızmaya, birlikte sıkılıp daralmaya, içip uyuşmaya. Sonra aklımıza bir şarkı gelirdi, mesela, şimdi hatırlayamıyorum, bilindik, bizim şarkılardan, seviştikten sonraları, sevişmeden önceleri, bize sevişmeyi öğretenlerden, sevişmek gibi olanlardan mırıldanırdık. Bazen sigaramız biter ama istemeye çekinirdik, yan taraftan ya da yoldan geçenden, o zaman da düşünürdük içermiş gibi olurduk. Ne kadar da -mış yaşarmışız. Seni tanısaydık keşke dedim bugün kendime. Biz yine birlikteyiz ve seni anıyoruz. Sana anlatmayı istemedim, sevdiğin bir şarkı gibi gelmek, öylece aklında kalmak, dudaklarında ansızın mırıldanır olmak isterdim. Belki efkârdan, belki sevinçten belki de aşktan gelseydim yüreğine, yüreğinden sesine. Dilinde olsaydım, sadece kalmasaydık bu ruhla baş başa, sen, ben, ruhum, birlikte üçlü olsak, aramıza girsen, ruhumdan ayrı, bedenimden ayrı çeksen nefesimi, aramıza katılıp.
Öykü
Geceye Şahit Son Sigara
HALİL İBRAHİM ÖZTÜRK
Her sabah baş belası birbirini tetikleyen ağrılarla uyanıyorum. Artık çoğu gecenin sabaha kavuşmasından imtina ediyorum. Ağrılarla uyandığım sabahlar, uykuya direndiğim geceler… Seçim yapmak bu kadar zor ve dayanılmaz. Çünkü her seçim bir diğerinin pişmanlığıyla son buluyor her tekrarında. Seçimimin dayanılmazlığı, diğerinin de bir bu kadar zor olacağını unutturuyor bir anlık. Uzun geceler, “Her karanlık gecenin bir aydınlık sabahı vardır.” aldatmacasına kanıp tercih ettiğim uykusuz geceler, hatırlamak istemediğim kadar unutamadığım hatıraları; dayanıksız göz kapaklarım, görmek istemediğim kadar puslu gören gözlerim, güneşin yeryüzünü aydınlatacak olan o büyük parıltısı öncesinde gök kubbenin büründüğü mavi rengi… Her şey kalan son sigaramı hatırlatıyor bana. Çiçek Pasajı’ndan daha akşamında aldığım ama kalan son filtresiz sigaram, dört yüz doksan yedi adım mesafedeki, gece boyunca açık ve tek sigara bulabileceğim benzinliğin bünyesindeki büfeye gitmeyip sabrımın son damlasına kadar direndiğim son sigaram, uykuya direnip tüm geceyi ayakta geçirdiğim gecenin tek şahidi. Her gidişimde dört yüz doksan yedi adımı teyit ediyorum. Nasıl bir ruh haliyle geceleri büfenin yegâne bekleyicisi İhsan Abi’ye “Biliyor musun abi, benim ev buraya dört yüz doksan yedi adım mesafede.” dedimse, onun da bu abes soruma cevabı haşmetli kahkahasıyla geldi haliyle. Hay Allah, hatırladım da şimdi, ne gülmüştü o gün. Bazen böyle yersiz cümleler sarf ediyorum ya… Sinir oluyorum. Sinirlenince de sigarama sarılıyorum ama şimdi yaksam son sigaramı, gecenin ayazına sürükleyecek beni nikotin sevdası ve yine başlayacağım bir, iki, üç... Kalkıp kahve yapayım kendime. Yalnızlığıma eşlik edecek bir fincan kahve, son sigarama yoldaş bir fincan kahve, geceye şahit bir üçüncü... Cezveyle hazırlayayım, keyiflensin sigaram, sanırım cezvenin de hoşuna gitti bu. Kahve makineleri çıktığından beri yüzüne bakılmaz oldu cezvelerin. Bozdoğan Kemeri’ne ahbaplık eden Kalaycı Yakup Usta’nın işini de bitirdi makineciler. Bir de şikâyetçi olmamışlar mı, kalaycı tarihi yapıyı yok ediyor diye. Kemerin tarihi dokusuna zarar veriyormuş. Peh! Zannederim hepsinin evinde kahvesini makineleri hazırlıyor. Zira bakır cezvelerini kim kalaylayacak Yakup
Usta olmadığında? Hem Yakup Usta’yı tanısalar, her gün kara isin gözlerinde yer ettiği şefkati görseler, sırtındaki kararmış ama bir zamanlar kahverengi olan keçe yeleğin hikâyesini dinleseler, elini omuzlarına atıp “evlat” diyerek öğüt verse onlara, o vakit şikâyet edebilirler miydi onu? Zannetmem. Ama makinenin yaptığı kahveyi içen adam, hiç Yakup Usta’yı görebilir miydi ki? Sanmam. Yanı başından geçerken, bakıra her bir temasıyla çıkan çekiç sesine şaşıp da dönerdi ve o her zamanki acıyan bakışını atardı belki. Hiç olmadı “Bu çağda kaldı mı hâlâ kalaycı ya?” derdi kim bilir. Belki de Yakup Usta’nın telaffuz edemeyip de bir yerlerden ona çağrışım yapan “Sıtrazburg” dediği Starbucks’tan aldığı en afili ismiyle müsemma kahvesini yudumlarken yaşardı tüm bunları, o adam. Ya da hiç düşünmezdi bunları, her zamanki gibi görmezden gelirdi, hem neden bunlarla kafasını yorsun ki? Keşke uyusaydım. Nikotinsizlik başımı ağrıtıyor. Yine köpürmedi bu. Sırf köpürsün diye en köpürteninden şeker atacağım bir gün cezveye. Köpüklü kahve içmek için şekerli mi içmem gerekiyor illâ? Çorlulu Ali Paşa’da nasıl köpüklü şekersiz kahve yapıyorlar acaba? Sırf bunu öğrenmek için orada bir müddet çalışsam mı, ne yapsam? Lisansımı Çorlulu Ali Paşa’da, yüksek lisansımı da Kurukahveci Mehmet Efendi Mahdumları’nda yaparım artık. Kabul, kötü espriydi bu. Cezve bile küçümseyerek kıkırdadı buna. Espri kötü olsa da fikir fena değildi ama, sen de bunu kabul et cezve. Peki tamam, fazla oldun sen, yüz verdik astarını istiyorsun, daha fazla samimi olmadan masama ve son sigarama döneyim müsaadenle. Pakette kalan son sigarayı çıkarmak da âdeta zulüm… Havalı olmasının yanında şu işlemeli sigara kutularının kolayca sigaraya ulaşılma gibi faydaları da var sanırım. Kahvenin kokusu da sardı tüm evi. Çıkarabileceğim en yüksek sesle höpürdeteceğim seni kahvem, bekle… Bi’ dakika. Olamaz. Paketin derinliklerinde bir dal daha sigara mı varmış, inanmıyorum.
AŞİYAN
33
Poetika
Ömer Erdem ile Poetikası Üzerine İSLÂM DALP
Okurlar sevdiği yazarların özel hayatlarını da fazlasıyla merak ederler. Sizin takipçilerinizse bu bakımdan oldukça şansızlar. Bu duruşunuzdan şairin tek varoluşu şiirdir ve yalnızca şiir olmalıdır anlamını mı çıkartmalıyız? Şairin ne zaman şiiri tam anlamıyla okunur o zaman özel hayata ilişkin bazı meraklar söz konusu olabilir. Özel hayattan şiire değil şiirden özel hayata giden bazı sorular doğabilir. Bana sorarsanız bu soruların bir kıymeti de yoktur ancak mademki böyle bir soru ister istemez doğmaktadır o halde önce şiirin hakkı olan eylemi gerçekleştirmek gerekir. O da ilkin o şiirin saf bir okuru olmaktır. Benim özel hayatımın ayrıca soru veya meraka değecek bir zenginliği de yok. Ne de altını çizmeye değer gördüğüm kimi parlak psikolojik hallere de sahip değilim. Yalın ve nispeten zor bir hayatım var. Çalışmak, hayatımı kazanmak, hayat konusunda bana yazma verimi olarak geri döneceğini düşündüğüm hayat alanlarını diri tutmak durumundayım. Maceracı, sorumsuz, bohem, çok karmaşık, cevaplanamayacak sorulara açık bir yanım da yok ayrıca. Bütün bunlara rağmen belki şiirlerimin çoğul dünyasından beslenen soruları da anlayışla karşılayabilirim, sanırım. “Dünyada ne saçmalıklar oluyor! Bazen her şey gerçek dışındaymış gibi geliyor insana” diyor Gogol Burun’da. Peki ya “Ben görmedim ben duymadım ben bilmiyorum bunlar / bunlar var mıdırlar bunlar yok mudurlar bunlar mıdırlar bunlar” diyen Çember şairi, o da hikâyenin anlatıcısıyla aynı fikri mi taşır?
34
AŞİYAN
Şiirin duyuş katı var, bir de söylem biçimi. İçerik bu ikisinin aralığından sızıyor şiire. Şairin söylemin ya da söyleyenin aynısı olma hali bambaşka bir durum. Bana göre, kimi özdeşleşme anları olsa bile, hepten özdeşleşme veya özdeşleştirme şiirin getirdiği özgürlüğe aykırı. Şair, muhtemel ve sürekli okura kapalı değil her zaman açık duran bir anlatıcı ağız armağan eder. Bu ağız da farklı farklı zamanlarda, farklı farklı dillerle, ama mutlaka o bitmeyen şiiri konuşur, dillendirir. Sanırım biz biraz kolay olsun diye, şiirle şairi bir görmek isteriz. Kimi şairler de buna zemin hazırlar. Ben O. Paz’ın “kaplamlı şiir” görüşünden hareketle, ortada bir kaplamın olduğunu fakat sınırlarının olmadığını söyleyebilirim. “Öylesine” şiirinde şiirinizin sözcüsü, insanoğlunun önemsiz çırpınışlarından bıkmış gibi “yaşamak gibi bir şey gelmiyor içimden” diyor, onun nezdinde hayatı hayat yapanın dikkat ve istek olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir şeyin sonuna gelmezsek en az bir kere bile yaşadıklarımızın neliği hakkında sağlıklı bir fikre de ulaşamayız. Nefessiz kalmadıkça durmadan nefes alıp vermek önemsiz gibi gözükebilir. Yaşamak, insanın fiziksel olarak varlığını sürdürüyor olmasından öte idrakinin sürüyor olmasıdır daha çok. Yaşama karşı bir anlık da olsa duyulan isteksizlik başka bir açıdan güçlü ve gerekli yaşama isteğinin dışavurumu diye de okunmalıdır. Şiir duygularına seslensin diye bekler okuyucu, bir sonraki mısrada ne beklediğini kestiremeden atılır bir diğerine. Belki de saklambaç oynar okuyucu şiirle. Peki şairin ruhu neler atlatır kalemi kağıda değdirirken ? Şair de bilemez neler yaşadığını yaşayacağını. Çünkü şiirden hareket edildiğinde elde somut veriler vardır. Kelimeler, müzik, vs. Okuyarak, okudukça, okuma yöntemimizi değiştirdikçe şiirin gücüne göre gördüklerimiz, duyduklarımız ve elbette bulduklarımız da farklılaştırır. Şairin ruhu ise, ruhunda yaşadıkları ise öyle kolaylıkla anlatılacak cinsten değildir. Veriler farklıdır. Zaman farklıdır. Bir defa tekrar sorunu
Poetika vardır. Bir şiir tekrar tekrar okunabilir ancak tekrar tekrar yazılamaz. Poetik bağlam ile yaşantı bağlamı da birbirinden farklıdır. Yer yer yakınlıklar, akrabalıklar ve iç içe geçmeler bulunsa bile doğaları ayrışıktır. Neler atlatıp atlatmadığının macerası kolay da anlatılamaz. “Sana göstereceğim gözlerin görmeye hazır olduğunda / sesleneceğim sana kulakların duymaya hazır olduğunda”. “Kuş Bakışı” şiirinin girişindeki bu sözler acaba şiirin ta kendisine mi ait? Onu özümsemek için belli bir hazırlık süreci gerekli midir? Şimdi şairin, şiirin nasıl okunacağına ve nereye işaret ettiğine dair konuşmasının gereksizliği söz konusu. Şair de şiirinin bir okuru olmakla, sadece okurun duyup söyleyebileceği bilgilerden ötesine sahip değildir bana göre. Çünkü şiir şairin değil dilin mülküdür ve o mülkün sahibi dilden öte kimse olamayacağı gibi, dili de kimse eline geçiremez. Güneş gibidir. Orada durur. Isı ve ışık yayar. Kimseye ait olamaz. Düşünsenize birilerinin güneşi ele geçirdiğini. Güneşin ışık ışık saat saat satıldığını. Sözü de getirip niye şaire versinler. O dilindir artık. Ve şiir şairden değil, kâğıttan değil, kitaptan değil tam da dilden okunur. Mutluluk bile iklim işi diyorsunuz. Aslında yaşamın kendisi bir iklim işi değil mi ? Şairin şiirde sorduğu sorunun yönüyle okurun şiirde bulduğu sorunun yönü bir değildir. Şair sorarken gösterebilir, gösterirken sorabilir. Önemli olan okurun hangi çoğul yön içinde şiiri aradığıdır. Yaşamın kendisi elbette iklim hatta iklimlerle örülmüş haldedir. Fakat, mutluluk, ne kadar hayata dahildir onu düşünmek gerekir. Mutluluğa inandığı için mi insan hayata katlanır yoksa mutluluğu yitirdiğinden dolayı mı peşine düşer bunları da düşünmek gerekir. Hayat ile mutluluk eş değer şeyler değil. Mutluluk yaşamın içinde ama yaşamak her zaman mutluluk değil. Savaş yıkıcıdır ve dondurucu, düğümler dilleri salt bir keyifle bir daha açılmamacasına ve silahların susturduğu bedenler değildir yalnızca. Biz Bağdat’ı okurken bunları düşündük peki siz? Yeni bir biçim denemesinden fazlası olmalı bizce perdenin arkasında. Savaş insanın icat ettiği bir şeydir ve her icat gibi saçmalığa çıkar. Çünkü insan icatlara hayret duygusunu teslim eder. Biçim… Biçim diye bir şey yok aslında. Sonsuz uzaylar var. Ben bu Bağdat hakkında konuşmuyorum zaten. Açık olan şeyi daha da karmaşıklaştırmayalım.
kalkmalarımız sonucu çok geçmeden görürüz ki bir sözcük ne kadar eskiyse o kadar çok bir yaşam, bir büyü gücü içerir.” Bu sözler şiirlerinize eski kelimeleri, deyimleri damıtma amacınızla bağdaşıyor mu? Benim yönüm damıtmaya değil yaşamaya ve yaşatmaya dönüktür. Hiçbir şey kaybolmaz. Her şeyin sonsuz yaşama hakkı vardır ki bu yaşama hakkı asıl dil ve kelimeler vasıtasıyla ortaya çıkar. Söyledim yeniden söyleyeyim ben arkeolog değilim, ben yaşamadığım ve duymadığım hiçbir şeyi getirip şiirime sokmam. Yaşamak sürekliliktir çünkü. “Hiçbir etken bir şairin gelişini engelleyemez tıpkı şiirin sürüşünü engelleyemediği gibi.” diyorsunuz bir yazınızda. Bu sözler içinde şairlik ruhu taşıyanlar için kalem tutmaya bir çağrı gibi. Peki ya şiirin metodu olabileceğini düşünüyor musunuz? Şiir okumanın, şiiri öğrenmenin hatta şiiri düşünmenin metotları olabilir, dahası olmalıdır da. Yazmaya gelince o hem daha karmaşık hem de daha öznel bir şey. Eğer sorunuzdan kastınız buysa tabii ki. Şu bir cevap mı bilemem, şair zaten o metodu bulan kişi olduğu için de şairdir. Yazmadan, çalışmadan, savaşmadan, kader ona yardımcı olmadan da gerçekleşmiyor sanırım. “Söylence” şiiri bıraksanız onlarca mürekkep tüketecek gibi sanki. Peki bu şiirin hayal gücüne yer bırakan doğasından mıdır yoksa şiire de hâkim olan efsane anlayışının şairin kalemiyle bir anlaşması mı? Doğrudan şiire bağlı kalarak konuşmanın sakıncaları var. Şairin kendi yazdığı şiir üzerine ayrıca bir okuma yapması çok gerekli değil. Güçlü terk ediş ve ölüm imgeleri mevcut şiirlerinizde. Sizce şiiri derinleştirenler daha çok bu tip metaforlar mı? Şiir bütün toplamıyla derinleşir. Metaforlar tek başına yeterli değildirler Bu sorumuz daha çok şiir ve şair arasındaki ilişki üzerinden. Kavramları biraz tersine döndürerek soralım istedik. Belki farklı noktalara da değinmiş oluruz böylelikle bu sorgulamada: Şiir kimdir? Şair nedir? Şair yoktur şiir de hiçbir şeydir….
“Öldürmeyeceksin” ile ilgili yazınızda Hesse’den şu alıntıya yer veriyorsunuz “Dilin temeli ve başta gelen öğeleri sözcüklerdir kuşkusuz .Sözcüklerle düşüp
AŞİYAN
35
Öykü
Kara Dere FATMA KAHRAMAN
“Bu derenin suyu ağır akar. Lağımı, çamuru, leşi suyunu boğar.” *** Yazın sarı sıcağı dere kenarındaki sazları çatır çatır ediyor, yatağın çevresindeki balçığı çorak bir toprak gibi damar damar bölüp un ufak yapıyordu. “Ne duruyon kız, doldursana bakırları! Ne bakarsın aval aval!” Kız, rengi solmuş çiçekli basmadan şalvarını dizlerine kadar sıvayıp çömeldi. Kara, arapsaçına dönmüş saçlarını bir eliyle geriye doğru savurdu. Esmer alnından boncuk boncuk terler süzülüyordu. Öteki eliyle de bakır kovayı buz gibi suya daldırdı. Daldırmasıyla çekmesi bir oldu. “Te şindi çıkarıyom sana kızılcık sopasını. Ne patlatırsın gözlerini mefta görmüş gibi be?” Kadın omuzladığı iki ucunda bakır kova asılı su ağacını at arabasına yükledi. Arkasından kara saçlı genç kız çığlığını nefes gibi salıverdi. İrkilen uyuşuk yaşlı at var gücüyle kişnedi. *** “Bakır bakır su taşınır, çeşit çeşit balıklar oynaşırdı öncesi. Yazları yüzenlerin, yıkananaların şapırtıları, gürültüleri, kahkahaları cırcırböceklerinin sesini bastırırdı.” “Şimdi?” “Cırcırböcekleri yok şimdi, balıklar da...” “... Hep, hep o günden beri...” *** “Öksüzüz, yoksuluz diye namuzsuz mu olmak lazımdır!” “Çok para veririm. Karnını doyurursun, üst baş alırsın kendine.” “Savul git yolumdan. Allah’ından kork be!” “Olmadı çek edersin buralardan. Hepin topun ne ki? Bir kör ağabeyinle, bir deli kardeşin.” “Yetti dedik, tepemin tasını attırma, gözüm karadır benim. Günaha sokturma!”
36
AŞİYAN
Adam kızın cılız tehtidine göbeği sarsıla sarsıla çıkan gür kahkahalarıyla yanıt verdi. Tombul parmaklarıyla kızın hasta, esmer kolunu kavradı: “Yarın, gece yarısı, tam burada, tam köprüde...” *** Yaşlı kadın suya eğildi usulca. Yüzeyde titreyen görüntüsü mosmor oldu. Tepesini yakan güneşin tüm sıcağı kafasını delip içeri, beynine, ordan da parmak uçlarına değin her noktasına kor gibi yayıldı, yüreğini kavurdu. Kızını kolundan tuttuğu gibi can havliyle, yangın yerinden kaçar gibi, sürükleyerek bindirdi at arabasına. “Deh, deeh” diyerek kırbacı şakırdattı. *** “Tanır mıydın maktülleri?” “Katili tanırdım.” “İyi tanır mıydın?” “Pek konuşmazdı. Su içmezdi de anasıyla su taşırdı.” “Sen de içer miydin o sudan?” “İçerdim!” Genç adam derenin lağımı tükürüğüne bulaşmış gibi yüzünü buruşturdu.Yutkundu adam. *** Adam kolunu boğum gibi bölen saatine baktı. Yaktığı ikinci sigaranın izmaritini köprüden aşağı atarken bir küfür savurdu. Saat gece yarısını yirmi dakika geçmişti. Arkasını dönüp gitmek üzereydi ki ürkek kalp atışları gibi yaklaşan topuk seslerini işitti. Gözleri gecede vahşi bir kurdun gözleriydi. “Biliyordum geleceğini. Akıllı kızsındır sen. Bütün çingeneler gibi akıllısın, uyanıksın... güzelsin, çok çok güzelsin.” İnsanın kanını donduran, kulaklarını tırmalayan o kahkahasını atacakken vazgeçip dudaklarını çarpıtarak güldü. Belki bu gülüş olmasaydı... Kız kıpırdamadan dimdik, kurun gibi gözlerle adama bakıyor, yüzünde ufacık bir kas dahi hareket etmiyordu. Adam yaklaşarak tombul parmaklarını kızın beline dökülen saçları arasında yavaşça gezdirmeye başladı. Sonra, aniden geri sıçradı. Küçük gözleri dehşetle, kocaman açılmıştı. Elini kalbinin üstünde asılı duran bıçağa ulaştıracak kadar bile zamanı kalmamıştı artık. Köprünün
teneke zeminine küflü bir mıknatıs gibi ağır ağır düştü. *** “Dere durmaz akar, temizler kendini.” “Gebermiş de pekâlâ olmuş, domuz!” “Hem jandarma bilse sizi koğuşa atmayacaklarını nerden gene bilirsiniz?” “Ekmek demek su demek bizim için su, su!” Kocası sofranın üstündeki sürahiyi ağzına dikip midesine boşalttı. Boğazından geçen o “lıkır lıkır” sesi duydukça kızı, sanki kendi damarlarındaki kanın içildiğini hissediyor, beti benzi atıyordu. O mosmor, şişmiş suratı yine de tanımıştı. Üç yıl evvel, su satmaya annesi olmadan tek başına çıkarkendi. Adam o zamanlar kendisiyle kıyaslanınca kırk-kırk beş yaş büyük belki altmışında vardı. Su ağacını körpecik omuzlarına yükletip evine değin taşıttırmıştı. Eve girince de kapıyı kilitleyip hiç unutmadığı o çarpık gülüşüyle; “İçir şimdi!” demişti. O günden sonra -cesedi bulduğu günden sonra- su satamaz -su içemezolmuştu. İnsanlardan kaçıyor, köprüye gidip aşağı, derenin kudurmuş gibi köpüren sularına bakıyordu. Bir gece bırakıverdi kendini dereye. Ne kadar deli ne kadar akıllı bilemedi kimse. *** “Cesetleri jandarma bulmuştu. Yağmurlar başlayınca ölü balıklarla kıyıya vurmuştu bedenlerinden arda kalanlar.” “Adam sapık mıymış?” “Küçük kızlara düşkün derlerdi. En çok da çingenelere musallat olurmuş.” “Ondan mı öldürmüş adamı sucunun kızı?” “Ondan dediler. Bıçağı göğsüne, tam kalbinin üstüne saplamış. Konuşmazdı pek, akıldan tarafı da zayıftı benim bildiğim. Adamı öldürünce tanıdık bildik yere, köyün deresine yuvarlayıvermiş cesedi. Vicdan ne de olsa, o da atlamış adamın arkasından dereye. Olaydan sonra anası da kızı gibi konuşmaz oldu. O kış yağmurlar çok yağdı. İki sefer taştı dere yatağından. Suyu geri çekilince de böyle pislik kaynayan bir yere döndü.” “Dere durmaz akar, temizler kendini.” “Bu derenin suyu ağır akar. Lağımı, çamuru, leşi suyunu boğar.”
“Polisiye Okuma Grubu”nun Ardından
Mavi
YUNUS EMRE AÇIL
Binayı görür görmez tanıdı. Aynı tarif ettikleri gibiydi. Geniş ve dikenliklerle dolu bir bahçenin ortasında, çatısının yarısı göçmüş, zemin katının bir tarafının duvarı tamamen yıkılmış, pencereleri kırık, duvarları varoş gençlerinin aşk sözleriyle dolu dubleks bir ev. Ön kapı moloz yığınlarıyla engellenmiş olduğu için yıkılmış duvarın boşluğundan içeri girdi. El fenerini yaktı, yarısı yıkılmış eviyeyi görünce girdiği yerin mutfak olduğunu anladı. Merdivenleri bulmak için ilerledi. Yıkıntıların arasında arkadaşlarının açtığı yolu buldu. Sonra da merdivenleri. Merdivenleri çıkarken ayak sesleri duydu. Yukarıya baktı. Merdivenlerin tepesinde arkadaşlarından birini gördü. Yüzünde onu gördüğünü sevinmiş gibi bir ifade vardı. Selamlaştılar ve arkadaşı ona içerideki bir odayı işaret etti. Odaya girdiğinde diğer arkadaşını odanın ortasında çömelmiş durumda buldu. Yanına gidip elini arkadaşının omzuna attı ve çömeldi. Yerdeki cesede bakmaya başladılar. “ Yine mi?” diye sordu arkadaşına. Arkadaşı başıyla onayladı. Arkadaşını rahatlatmak için “Merak etme bu işi de hallederiz.” dedi ve işe koyuldular. Cesedin gözleri oyulmuştu. Dört yıl içinde gözleri oyulmuş olarak bulunan yedinci cesetti. Her zaman ki gibi önce olay yerinin fotoğraflarını çekerek başladılar. Fotoğraflar çekildikten sonra yakın bir incelemenin sırası gelmişti. Ceset kaldırılarak adli tıpa gönderildi. Olay yerinde kan, kıl veya DNA örneği çıkarabilecekleri herhangi bir şey aradılar. Yine bulamadılar. Bu katil sadece kurbanının gözlerini oymasıyla değil, temizliğiyle de ünlüydü. Yoksa dört yıl boyunca cinayet işleyebilmek kolay değildir. Kurbanın çantasından kimliğini buldular. İlk olarak resmine baktılar. Mavi gözlüydü. Artık aynı katil olduğundan emindiler. Katil kurbanlarını mavi gözlü insanlar arasından seçiyordu. En azından polisin elindeki tek kriter buydu. Cinsiyet fark etmiyor gibiydi.
Kurbanlar erkek, kadın ya da travesti olabiliyordu. En yaşlı kurban 68 yaşındayken, en genci daha 3 yaşında, yürümeyi bile doğru düzgün beceremeyen suçsuz bir bebekti. Yaş da fark etmiyordu. Katilin belli bir öldürme stili de yoktu. Bazı kurbanlar boğularak, bazıları bıçakla, bazıları silahla öldürülmüştü. Tek ortak yön gözlerin oyulmasıydı. Peki neden? Katil gözleri çıkarıp almıyordu. Yani bir koleksiyoncu değildi. Mavi gözlere karşı bir kini mi vardı? Kıskanıyor muydu? Nazardan mı korkuyordu? Olay yerindeki işleri çabuk bitti. Ama her şey yeni başlıyordu. Her şey yeniden başlıyordu. Her şey kendini yine tekrar edecekti. Her şey başlamadan önce tek bir şey istiyordu. Her şeyini, kızını, görmek. Arkadaşlarıyla vedalaşıp arabasına atladı. Yol üzerinde kızına çikolata aldı. Sabahtan beri gördüğü iğrençlikleri, kötülükleri unuttu kızını görünce. Karısı onu terk edip gittiğinden beri kızıyla baş başa kalmıştı. O günden beri kızı hayatta önem verdiği tek şeydi. Bir gün onun da çekip gitmesinden korktuğu için onu mutlu etmek için her şeyi yapıyordu. O yorgun adam, üzerindeki iş yorgunluğuna aldırmadan saatlerce kızıyla oyunlar oynadı. Yorulan kızını yatırdı ve onu uyutana kadar başında masallar okudu. Sonra da yorgun ama mutlu bir şekilde kendi yatağına girdi. Ertesi sabah erkenden uyanıp güzel bir kahvaltı hazırladı. Kızını kaldırdı. Kahvaltıdan sonra onu okula, kendisini de işe bıraktı. Soruşturmalar başlıyordu. Dün cesedi bulunan genç kızın tüm yakınları, arkadaşları tek tek bulunup sorgulanmalıydı. Tek tek bulundular. Sorgulandılar. Pek bir sonuç çıkmadı. Cana yakın kızın bir düşmanı bile yoktu. Ne kızın yakınları ile daha önceki kurbanlar arasında, ne de daha önceki kurbanlar ile bu kız arasında bir bağlantı vardı. Katil yine temiz iş çıkarmıştı. Katilin skor tabelasına bir cinayet daha eklenmiş, polis hâlâ sıfırdı. Ofiste herkesin morali bozuktu. Arkadaşının yanına gitti. Önceki geceki hali aklından çıkmamıştı. Ona teselli vermek istedi ama ne dediyse kâr etmedi. Arkadaşının sözleri arasından şunlar dikkatini çekti. “Sen de mavi gözlüsün! Bir sonraki kurban sen olursan kızın ne yapar? Kızın da mavi gözlü! Tıpkı diğer kurbanlar gibi.” Ne diyeceğini bilemedi. Biraz kekeledikten sonra “Benim kızım eşsizdir!” diyebildi. Kızı her şeyiydi. Ya kızına bir şey olsaydı? Bu düşünce onu çok etkilediği için izin aldı ve işten erken çıktı. Eve doğru o kadar hızlı yol aldı ki çikolata almayı unuttu. Kapının önünde kızının çikolata almadığını öğrenince üzüleceğini düşündü. Kızının üzgün
AŞİYAN
37
“Polisiye Okuma Grubu”nun Ardından yüzü gözünün önüne geldi. En yakın bakkala koşarak çikolata almaya gitti. Döndüğünde kapı açıktı. Koşarak içeri girdi. Kızına seslendi. Cevap gelmedi. Hızlıca odaları aradı. Kızını odasında kulağında kulaklıkla müzik dinlerken buldu. Yıllardır görüşmemişler gibi ağlayarak sarıldı kızına. O sırada telefonu çaldı. Arayan arkadaşıydı, telefonda “Bir cinayet daha, mavi gözlü kurban, gözleri oyulmuş. Acele işe şeytan karışır demişler. Bu sefer bir görgü tanığı var” dedi. Görgü tanığı parkta güneşten korunmak için çalıların arasında uyuklayan bir dilenciydi. Dediğine göre sesler duyup uyanmıştı. Parkta bir adamı bir kadını boğarken görmüştü. Katil kadını öldürdükten sonra elleriyle gözlerini oyup uzaklaşmıştı. Adamın yüzünü tarif etti. Robot resim çıkardılar. Resmi kadının ailesine gösterdiklerinde kadının nişanlısı olduğu ortaya çıktı. Adamın iş adresini öğrendiler ve arkadaşıyla yola çıktılar. Adam polisleri görünce hemen kaçmaya başladı. Peşinden koştular. Arkadaşı adamın önünü kesmek için başka bir sokağa saparken o adamın peşinden gitti. Adamı bir çıkmaz sokakta sıkıştırdı. Bıçak çeken adama sakin olmasını ve teslim olmasını söyledi. Adam ağlayarak bıçağını attı. Diz çöktü. “Nişanlım beni terk etmek istedi. Bir anlık sinirle öldürdüm” dedi ve “Sonra da gözlerini oydum ki…” cümlesini tamamlayamadan kafasına gelen bir kurşunla öldü. Arkasına baktı. Arkadaşını gördü. “Bunun için sana ceza verecekler” dedi. “Değer” dedi arkadaşı ve “Sana ne anlatıyordu?” diye sordu. “Her zamanki saçmalıklar işte. Masummuş da falanmış da filanmış…” dedi arkadaşına. Merkeze haber verdiler. İş arkadaşları sevince boğulmuştu. Merkezde o ve arkadaşı kahraman ilan edilmişti. Ama onun umurunda değildi. Tek isteği kızının yanına gidebilmekti. Yola çıktı. Yol üzerinde kızına bir çikolata aldı. Eve vardı. Kapı açıktı. “Yine kapıyı açık unutmuş sevimli yaratık,” diye düşündü. İçeri girdi. Kapıyı kapadı. Kızının odasına baktı. Orada değildi. Telaşlanmamaya çalışarak evin diğer odalarını aradı. En sonunda kızını salonda kanepenin yanında yüzüstü yatarken buldu. Beyaz halıda, kızının kafasının yanında, kırmızı bir leke vardı.
38
AŞİYAN
Koşarak kızını yerden kaldırdı. Kız korkarak çığlık attı. “Ne yapıyorsun yerde böyle!” diye bağırdı kızına. Kızı ağlamaya başlayarak “Güzel Yazı ödevimi yaparken mürekkep şişesini düşürdüm. Kapağı kayboldu. Kanepenin altına gitti galiba. Onu arıyordum” dedi. Kızına sarıldı. Ağlamaya başladı. Çok korkmuştu. Kanepeye oturdu ve kızını kucağına aldı. O mavi gözlere uzun uzun baktı. Kızı her şeyiydi. Kızı eşsizdi. Kızının dünyada bir benzeri daha olmamalıydı. Bu yüzden zamanı gelince kendi gözlerini bile oyacaktı.
B O Ğ A Z İ Ç İ Ü N İ V E R S İ T E S İ YAY I N E V İ Ruh ve Beden, Löic Wacquant’n Chicago’nun siyahi gettolarndan Woodlawn’da yer alan bir boks salonu üzerine aldığı notlar ve değerlendirmelerden oluşan bir etnografi çalışmasıdır. Wacquant’ın araştırmasını ilginç kılan ise kendisinin de bizzat bu kulüpte boks yaparak üzerinde çalıştığı konuyu bedensel olarak da deneyimlemesidir. Kitabın temel amacı toplumsal faili toplumsal pratik ve bedenin kesiştiği noktada resmetmek; bir toplumsal grubun yatkınlıklar sistematiğinin nasıl şekillendiğini anlamaya çalışmak. Bu kitapta, Wacquant, bir boksörün yetişmesine dahil olarak, onu günden güne şekillendiren ve harekete geçiren şu üç unsuru: bedenin, bireysel bilincin ve ortaklaşalığın eşgüdümünü aydınlatarak hayatı ve insan toplumunu keşfe çıkıyor.
Kent Paryalar, Amerikan “Kara Kuşağ”nn n n günümüzdeki dokusu ile Fransa’da “Kızıl Kuşak”taki, ki, yani işçi sınıfı kenar mahallelerindeki mülksüzleşme me sürecinin yapısını, dinamiklerini ve yaşanmış olayları en ince noktasına kadar karşılaştırmalı olarak incelemektedir. dir. Wacquant’ın buradaki esas amacı, Birleşik Devletler’dee ırk tahakkümünü, 1960’larda Afrikalı-Amerikalı gettosunun nun geçirdiği kurumsal dönüşümü tanımlamak ve açıklamaktır. aktır. iLETİŞİM
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ YAYINEVİ bupress@boun.edu.tr Telefon/Faks: 0212 257 87 27 www.bupress.org
SİPARİŞ
www.pandora.com.tr Telefon/Faks: 0212 230 09 62-63 www.bupress.org www.idex.com www.prex.com.tr
AŞİYAN
39