Ocak 2012 / Sayı 2
AŞİYAN
Boğaziçi Üniversitesi Aylık Edebiyat Dergisi
•Ekmek ve Zeytin Üzerine
•Ayşe Sarısayın Röportajı Konsept: İsmin Hâlleri
Dosya: Abdullah Efendinin Rüyaları
AŞİYAN
1
HECE DERGİSİ
ÖZEL SAYILARI
Konur Sokak No: 39 / 1 - 2 Kızılay / Ankara Yazışma: P.K. 79 Yenişehir / Ankara Tel: 0312-419 69 13 Faks: 0312-419 69 14 www.hece.com.tr
hece@hece.com.tr
“Burası Aşiyan; benim değil, gerçek yolda ilerleyen temiz, cesur, yiğit gençlerindir...” Tevfik Fikret
İçindekiler
AŞİYAN
Boğaziçi Üniversitesi Aylık Edebiyat Dergisi
Haberler 4 Şiir- Radyo Frekansları 10 Şiir- Uykum 10 Şiir- Az Biraz Kendimden 10 Deneme- Bir Mecidiye ile Neler Alırdık 11 Öykü- Oyun Hamuru 11 Öykü- Ehliyet 12 Şiir- Babamın Ceketi 14 Eleştiri- Ahmet Büke - Ekmek ve Zeytin Üzerine 15 Öykü- Kimsesiz Kal 16 Öykü- Travma 16 Deneme- 2011’i De Toprağa Gömerken 18 Konsept- Kum Bakışı Yaşamak 19 Konsept- Nardan Adam 20 Konsept- Dalış 21 Konsept- Kırmızı Pabuçlar 22 Dosya- Rüyalar, Sanrılar ve Buhranlar 23 Dosya- Şehrin Hikayesi 25 Dosya- Tanpınar’ın Anlatılarında Hayatın Acil Çıkış Yollarına Ulaşamayan, Mahsur Kalmış Karakterler 26 Şiir- Merdivene Koşar Adım 27 Röportaj- Ayşe Sarısayın Röportajı 29 Öykü- Tetik 32 Deneme- Uzun Kıvrık Bıyıklıydı Hem de 34 *Saygıdeğer “Aşiyan” takipçileri, ilk saymızda redaksiyona girmemiş yazılarda bulunan yazım ve imlâ hataları için sizlerden ve yazıların sahiplerinden özür dilemeyi bir borç biliyoruz. Kapak resmi: “Le Sommeil” Salvador Dali
Boğaziçi Üniversitesi Adına Sahibi Fırat Demir
Genel Yayın Yönetmeni Fırat Demir
Yayın Kurulu
Ayşe Gül Cevahir İslâm Dalp Firdevs Ev Fatma Kahraman Berkan Şimşek
Reklam İşleri Sorumluları Övgü Kafadar M. Safa Yaşar
Redaksiyon Çağrı Mutaf
Grafik/Tasarım Yunus Emre Açıl
Haber Kurulu
Muazzez Karacan Merve Şen
Fotoğraflar
Firdevs Ev Deniz Lefkeli
Matbaa
İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi Baskı Tesisleri Çobançeşme M. Sanayi C. Altay Sk. No: 8 PK: 34196 Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul Matbaa Sertifika No: 10614
Yazı Göndermek İçin yazi.asiyan@gmail.com
Website
www.asiyandergisi.com www.facebook.com/bounasiyan www.twitter.com/asiyandergisi
İletişim
iletisim@asiyandergisi.com
AŞİYAN
3
Haberler “22 Yıldır Aşk Yok Memlekette” Cemal Süreya’nın ölümünün üzerinden 22 yıl geçti.
9 Ocak, İkinci Yenicilerin önemli ismi Cemal Süreya’nın ölümünün 22. yıldönümüydü. Can Yücel’i dinlersek “22 yıldır aşk yok memlekette”. Genç şairlerin şapkasını şiirlerle dolduran Cemal Süreya “Sizin Hiç Babanız Öldü mü?” şiiriyle kim bilir kaç babası ölmüşe deva oldu. Kim bilir kaç genç şairin şapkasına doldurduğu çiçekleri şiire çevirdi. Şair dediğine zordur yaşamak, şiirle katlanılır. Cemal Süreya şiirleriyle katlanılır kılar hayatı. Aşkın vitrinlerde yaşandığı bir devirde aşkı hatırlatır. Cemal Süreya’yı bilene vapur sadece vapur değildir, sigara sadece sigara, rakı sade rakı değildir. Cemal Süreya şiir yazmaz sadece, şiirin kendisidir. Bu
yüzden de aslında ölmemiştir. 9 Ocak 1990, şairin ölüm yılı değil, şiirin ölmeyeceğinin ispatıdır bir kez daha. Bu ispatı şiirin değerini bilenler 9 Ocak’ta Caddebostan Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenle bir kez daha paylaştılar şairin sevenleriyle.
Joyce Artık Özgür
James Joyce’un 1941’deki ölümünün ardından Dublinliler, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, Sürgünler, Finnegans Wake ve “dünya edebiyatının en zor okunan ve en çok tartışılan romanlarından biri” olarak nitelendirilen Ulysses’in telif hakları, İngiltere ve İrlanda’da 50 yıllığına koruma kapsamına alınmış, bu süre daha sonra AB Telif Hakları Hukuku çerçevesinde 70 yıla uzatılmıştı. Yazarın torunu Stephen Joyce’un “aşırı korumacı ve kısıtlayıcı” tavrı nedeniyle Birleşik Krallık’ta dahi kısıtlanan Joyce’a dair çalışmalar, 1 Ocak 2012 tarihiyle dolan koruma süresiyle birlikte rahatça devam edebilecek. Artık Avrupa’da yayımlanması, sahneye konulması, bu eserlerden alıntı ve uyarlamalar yapılması kolaylaşacak; Joyce’a dair sanatsal ve akademik çalışmaların önü açılmış olacak. Kaynak: ntvmsnbc.com
4
AŞİYAN
Kaynak: Radikal
Usta Edebiyatçının Kaleminden Kendi Hayatı
Çağdaş Amerikan edebiyatının usta isimlerinden Paul Auster’ın yaşam öyküsünü içeren “ Kış Günlüğü “ ABD’den önce Türkiye’de. Kış Günlüğü, Paul Auster’ın usta anlatımı ve akıcı dilinin yanı sıra içtenlikle aktardığı yaşam öyküsünü içeriyor. Çağdaş Amerikan edebiyatının sevilen yazarı, hemen hemen bütün yapıtlarında otobiyografik öğeler ve kurgunun iç içe geçtiği büyüleyici bir atmosfer yaratıyordu. Bu kez bütünüyle kendi hayatına odaklanan yazarın yaşadığı yirmi bir farklı adreste dünyayı onun gözlerinden görüyoruz. Kaynak: Ajanda Tv
Haberler Brontë’nin Çocukluk Uğraşı 19. yüzyılın klasiklerinden sayılan Jane Eyre’ın yazarı Charlotte Bronte’un 14 yaşındayken yazdığı 35x61 milimetre ebadında, 19 sayfa ve 4 bin sözcükten oluşan minyatür dergisi Sotheby’s Müzayede Evi’nde yapılan açık artırmada 1,1 milyon dolara (yaklaşık 2 milyon TL) Paris’teki Mektuplar ve El Yazmaları Müzesi’ne satıldı. Ayrıca yazar, kız kardeşleri ve ağabeyiyle birlikte “Young Men’s Magazine” adında 6 el yazmasından oluşan ve kardeşlerin düşlerinde yarattıkları Cam Kule’de geçen öyküleri içeren bir dergi de hazırlamıştı. Kaynak: ntvmsnbc
Dostoyevski’yi Dinliyorum Gözlerim Kapalı
Divan Şiirine Farklı Bir Bakış Hüseyin Cöntürk’ün divan şiiri metinlerine farklı bir gözle bakarak kaleme aldığı “Divan Şiiri Üstüne Denemeler” adlı kitabı yayımlandı. Yapı Kredi Yayınları’ndan yapılan açıklamaya göre, divan şiirini sevenlerin bazılarının derleyip toparladıkları divan şiiri metinlerine az çok farklı bir gözle bakılarak, metinleri başka bir yolla anlamlandırmaya çalışan kitapta, şairler üzerinde odaklanılmıyor, tersine şiir merkez alınıyor. Kitabın tanıtım yazısında şöyle deniliyor: “Divan şiiri nedir sorusu bugüne kadar genellikle genel sözlerle yanıtlanmış, örneklerden genellemeye gidilerek değerlendirmeler yapılmıştır. Genelden farklı (ona karşı duran) örnekler neredeyse ilgili alanın dışında bırakılmıştır.” Kitabın yazarı Hüseyin Cöntürk’e göre bu çalışmayı yapmasındaki amaç, ne divan şiirini sevdirmek ne de ondan soğutmaktır. Divan şiirinin bir bölümünü bugünkü bir bakışla tanıtmak, onun nasıl bir şey olduğunu göstermektir. Kaynak: cnnturk.com
Boğaziçi Üniversitesi’nin Türk Telekom’un desteğiyle kurduğu sesli kütüphane, görme engellilerin sabit hatlardan arayarak yüzlerce kitap arasından istediklerini dinlemelerini sağlıyor. 2011 yılının sonlarında uygulamaya konulan hizmetle beraber kırk bin kadar görme engelli tek numarayla yüzlerce edebi esere ulaşabilecek. Tamamen gönüllülerin okuduğu kitapların arasında Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” sı gibi dünya klasiklerinin yanı sıra birçok Türk klasiği de bulunuyor.
Yaşar Kemal’e en üst düzey Fransız nişanı Fransa Genel Kurmay eski başkanı ve Legion d’Honneur Büyük Şansölyesi Orgeneral JeanLouis Georgelin, Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi Laurent Bili’nin de hazır bulundukları bir törenle Yaşar Kemal’e Grand Officier dans l’Ordre National de la LÈgion d’Honneur nişanını takdim etti. Böylece 1983 yılında bu nişanın ‘Commandeur’ rütbesiyle ödüllendirilen Yaşar Kemal, ‘Grand Officier’ye değer bulunan ender sayıda isimden biri olmaya hak kazandı.
AŞİYAN
5
Haberler Ahmet Mithat Efendi’nin Mektupları Kitap Oldu Hace – i Evvel yani ilk öğretmen olarak anılan Ahmet Midhat Efendi’nin yaklaşık yetmiş yıldır hiç el sürülmeyen mektupları iki genç araştırıcı tarafından tasnif edilerek, kitap haline getirildi. “ Fazıl ve Feylesof Kızım – Fatma Aliye’ye Mektuplar “ adlı kitap, 245 tanesi Ahmed Midhat Efendi’ye ait 250 mektubun kronolojik olarak sıraya konulup latinize edilmesinden oluştu. İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü’nde master öğrencisi olan F. Samime İnceoğlu ile Zeynep Süslü Berktaş’ın kitabı Klasik Yayınları’ndan çıktı. Kaynak: Ajanda Tv
Dünya Fantezi Edebiyat Ödülü Nnedi Okorafor’un
Nobelli Yazar Kitaplarını Zarakolu ve Erbey İçin İmzaladı
Ödül, “Who Fears Death” adlı kitabıyla Nnedi Okorafor’un oldu. Kitap, savaş sırasında tecavüze uğrayan bir kadının çocuğu olan, mistik güçlere sahip, Onyesonwu adlı bir kadının hikâyesini konu alıyor. Okorafor ödüle uzanırken, Güney Afrikalı romancı Lauren Beukes, Guy Gavriel Kay ve birçok kez bu ödülü kazanan Graham Joyce gibi isimleri geride bıraktı.
2011 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan İsveçli ünlü şair Tomas Tranströmer “ New Collected Poem “ adlı kitabının İngilizce baskısını Kandıra cezaevinde tutuklu bulunan yayıncı ve insan hakları savunucusu Ragıp Zarakolu ve Hüzün Gondolu adlı şiir kitabının Türkçe baskısını Diyarbakır Cezaevinde yatmakta olan Avukat-Yazar Muharrem Erbey’e imzalayarak gönderdi.
Anne ve babasının kökeni, Nijerya’nın güneydoğusunda yaşayan kabile Igbo’lara uzanan ve ABD’de doğup büyüyen yazar Okorafor, konuşmasında ‘beyaz’ların kazandığı ödülü ‘siyah’ biri olarak aldığına dikkat çekti. Okorafor, kadınları merkeze alan romanının erkek egemen toplumda ödül kazanmasının çok önemli olduğunu vurguladı. Kaynak: Milliyet
6
AŞİYAN
Stockholm’un Södermalm semtindeki evinde kitaplarını imzalayan Tranströmer, şunları söyledi: “Cezaevlerinde güç koşullarda yaşayan yeni dostlarımın durumlarının en kısa sürede sonuçlanarak çözüme kavuşturulmasını diliyorum. Eskiden olduğu gibi yaşamlarını sürdürmelerini umut ediyorum. En kısa sürede onlarla İsveç’te buluşmak ve görüşmek istiyorum. Ziyaretlerinin beni çok sevindireceğini ve mutlu edeceğini bilmelerini isterim.” Kaynak: Ajanda Tv
Haberler Gizemli Ziyaretçi “Hiçbir Zaman” Dönmeyek Mi?
En Değerli Kuşlar
Dünyanın en pahalı kitabı ünvanına sahip olan ve Amerikalı ornitolog, doğa bilimci ve ressam John James Audubon tarafından hazırlanan The Birds of America’nın nadir bulunan baskılarından biri daha satışa çıkarılıyor.120 adet kopyası olduğu düşünülen ve 90×60 cm boyutlarındaki devasa kâğıtlardaki elle boyanmış siyah-beyaz gravürlerden oluşan eser 19. yüzyılda abonelere tefrika olarak dağıtılmış.Kitabın değerinden ötürü, daha önce müzyedede satılan 24 nüshanın on dördü sayfa sayfa satılmıştı.Kitabın küçük boyutlardaki bir baskısına Nadir Kitap’tan ulaşmak mümkün. KAYNAK: http://koltukname.wordpress.com,Sabah
Kısacık hayatına (1809-1849) gizemli bir ölümlü veda eden Edgar Allen Poe’nun 19 Ocak’taki 162. ölüm yıldönümüyle beraber bir gelenek de son buldu. 1940’lardan beri sabaha karşı elinde üç gül(Poe’nun kendisi,eşi ve teyzesi adına) ve yarım şişe konyakla mezarlıkta beliren siyah şapkalı ,siyah paltolu ve beyaz atkılı bir ziyaretçi, modern dedektiflik hikâyelerinin öncüsü sayılan yazarı her 19 Ocak günü ziyaret ediyordu.Fakat 2009 yılından beri esrarengiz ziyaretçiyi gören olmadı. Edgar Allan Poe House and Museum ‘ın müdürü Jeff Jerome ziyaretçinin bu yılki yokluğuyla birlikte ritüelin de sona erdiğini açıkladı. Bu merak uyandırıcı kişi hakkında bilgi sahibi olunmasa da asıl ziyaretçinin 1998’de hayatını kaybettiği ve geleneği sürdürme görevini oğullarına teslim ettiği sanılıyor. KAYNAK:ntvmsnbc, blog.zap2it.com
İnsanlar Konuşa Konuşa Nesin Yaza Yaza Aziz Nesin’in kendi adını taşıyan vakfındaki arşivde yer alan çalışmalarından bazıları yayımlanma hazırlığında. 50’lerden 70’li yıllara kadar aralıklarla çalıştığı ve Yusuf Ziya Ortaç ile Orhan Seyfi Orhan tarafından kurulan Akbaba dergisinde yer alan beş çizgi romanı “Baba Mirası”, “Deniz Aslanı”, “Bilmemne Adası”, “Berber Nonoş” ve “Bayan Aynur ile Bay Buyur” geçmişin tozlarından arınarak basıma hazır hale getirildi. Projelerden bir diğeri de Nesin’in futbol ve güreş yazılarını günümüz okuyucularıyla buluşturmak. Ayrıca arşivde, Aziz Nesin’in günceleri, 1965 yılından itibaren yurtdışı gezilerinde tuttuğu defterler, buralardan getirdiği anı - belgeler, mektuplaşmaları, yayımlanmış kitaplarının taslakları ve ilk nüshalar, kitap kapaklarının orijinalleri, hatta Nesin’in kapaklar için kendi yaptığı kolajlar da bulunuyor. Yazarın hayranlarını oldukça heyecanlandıran arşiv, aynı zamanda henüz yayımlanmamış öykü, roman ve yazılar ile Nesin’in kaleme almayı düşündüğü eserlere dair notlara da ev sahipliği yapıyor.
Kaynak: habertürk,ntvmsnbc.com
AŞİYAN
7
Haberler Çizgilerden Bir Cam Kent Son olarak Kış Günlüğü ile okurlarının karşısına çıkan Paul Auster ‘ın 1985-1986 yılları arasında yayımlanan New York Üçlemesi’nin ilk kitabı olan Cam Kent artık çizgi roman olarak da Türk hayranlarıyla buluşuyor . Çizgi romanlara ciddiyet kazandırmak ve edebi eserleri çizgilere taşıyarak çizgi roman türüne gereken değerin verilmesini sağlamak isteyen Amerikalı çizgi roman yazarı Art Spiegelman,Auster’a çizgi roman olması için yeni bir eser yazmasını teklif etmiş lakin Auster bilhassa Cam Kent’in uyarlanmasını istemiş.Daha sonra ise David Mazzucchelli ve Paul Karasik tarafından 1994 yılında çizgi romana aktarılan roman oldukça beğenilmiş, 1999’da da The Comics Journal tarafından ‘Yüzyılın En İyi 100 Edebiyat Uyarlaması Çizgi Roman’ından biri olarak seçilmişti. KAYNAK:Sabah
Fransa’da Türk Edebiyatı Tarihi
“Son Deha” Frankfurt Okulu ya da Eleştirel Kuram olarak bilinen düşünce hareketlerinin ilk akla gelen isimlerinden olan Theodor W. Adorno’nun somut belgelere dayandırılıp anlatılan hayat hikayesi “Son Deha Theodor W. Adorno” kitabı raflardaki yerini aldı. Kitabın yazarı Detlev Claussen düşünürün biyografi türüne olan güvensizliğinden dolayı kitapta kişisel gözlemlerden çok ağırlıklı olarak mektup, aforizma, eleştiri gibi, kitapları kadar iyi bilinmeyen “metinlerini konuşturmaya ve onları sonsuza uzayıp giden ikincil kaynaklar yığınının ardından özgün halleriyle öne çıkarmaya”ya odaklanıyor.
Özellikle son yıllarda yapılan çevirilerin ve uluslararası alanda kazanılan ödüllerin etkisiyle Türk yazarlarının dünyada daha fazla bilinirlik kazandığı bir gerçek. Türk Edebiyat tarihini yabancı okurlara sunmak adına ise Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın TEDA Projesi ve Fransa Ulusal Kitap Merkezi’nin desteğiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ”19. Yüzyıl Türk Edebiyat Tarihi”başlıklı eseri, Fransızcaya çevrildi. Türk ve Fransız akademisyen ve çevirmenlerden oluşan beş kişilik bir grup Doğu Dil ve Kültürleri Ulusal Enstitütüsü Türk Dili ve Kültürü Bölüm Başkanı Prof. Faruk Bilici’nin eşgüdümünde özenli bir çalışmaya imza attı. Kitap daha önce Yaz Yağmuru ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü de yayımlayan ”Actes Sud” yayınlarından çıktı. KAYNAK: Doğan Hızlan‘ın Hürriyet’teki 20 Ocak 2012 tarihli köşe yazısı
8
AŞİYAN
Haberler Kitap Fuarında Türkiye Avrupa Lideri İstanbul’da 30. yılında 400 bin ziyaretçi sayısına ulaşan kitap fuarının Avrupa’nın en büyüğü olduğu, Türkiye’nin kitap fuarlarına ilgi bakımından Avrupa ülkelerinin önünde yer aldığı belirtildi. Konu ile ilgili açıklama yapan Tüyap Kültür ve Sanat Fuarları Genel Koordinatörü Deniz Kavukçuoğlu katılımda lider olunan fuarlarda özellikle çocuk kitaplarına ilginin yüksek olduğunu, Türkiye’de en hızlı gelişen yayın dalının çocuk kitapları olduğunu belirterek, ‘’Her yıl 1-2 yeni çocuk kitapları yayın evi ortaya çıkıyor. Bugün çoğu çocuk yayınevi batıdaki benzerleriyle karşılaştırıldığında yer yer onları geride bırakabilecek düzeyde. Bunda da kitap fuarlarının büyük etkisi var’’ dedi.
Nazım Hikmet Doğum Yıl Dönümünde Anıldı Nazım Hikmet’in 110’uncu doğum yıl dönümünde Beşiktaş Belediyesi ile Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfınca düzenlenen etkinlikler kapsamında, ünlü şairin Türkiye’den ayrıldığı son noktadan denize çiçekler atıldı. Emekli işçi Ramazan Geçenoğlu’nun, şairin bir şiirini okumasının ardından, etkinliğe katılanlar dağıtılan karanfilleri denize attı. Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç, sanatçı Tarık Akan ile birlikte Nazım Hikmet’in sevenlerinin katıldığı etkinliğin ardından, katılımcılara çay ve simit ikram edildi.
Kaynak: Sabah
Bir Orman Hikayesi
Daha önce Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet’in isimleriyle iki ormana hayat veren İdefix, bu yıl kuracağı ormanı 21 Aralık’ta sona eren 9. İdefix Sanal Kitap Fuar’ı süresince gerçekleşen anket sonuçlarına göre Sabahattin Ali’ye ithaf edeceklerini açıkladı. Ortalama büyüklükteki her 200 kitap için yetişkin bir ağacın kesildiği bilgisiyle yola çıkan İdefix’in hedefi o sene içinde satılan kitapları doğaya geri kazandırmak. Öğretmen, şair, yazar ve çevirmen olan Sabahattin Ali, 1948’de yasal yollardan yurtdışına çıkamadığından Bulgaristan’a kaçmak istemiş, bu plan için anlaştığı Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından katledilen yazarın cesedi aylar sonra Bulgar hududuna yakın bir ormanlık alanda bulunmuştu. Kaynak: ntvmsnbc
AŞİYAN
9
Şiir
Radyo Frekansları FATMA KAHRAMAN Seviyor sevmiyor diyerek Yıldız kaydırdım gündüz vakti. Kulaklarımda bir çift kulaklık Dilime iki gündür dolanan o şarkıyı arıyorum, Radyo frekanslarında. Bir çocuğunkiler gibi çıplak ayaklarım Bir sana bir bana yapıyor karıncalar Yere attığım çekirdek kabuklarını Umurumda değil o an Ne gerçekler, ne yalanlar Ne kastedilenler... Hangi kelebek kanat çırpmış da Bilmem nerde kasırga olmuş Umurumda değil... Bulutlar köpük gibi yüzüyor Sonsuz maviliğinde gökyüzünün.. Neydi o şarkı? Cızırtı, cızırtı Sadece cızırtı geliyor radyodan... Ayaklarımı üşüten, Ürperti gibi beni saran rüzgârın Ne tanıdık kokular sinmiş üzerine O şarkı kadar tanıdık... Bulutlar yuvarlanmaya başladı tuhaf... Kar gibi düşecekler birazdan Kanatsız melekler gibi çaresiz konacaklar Tozlu asfaltlara yazık... O asfaltlarda kimler dolaşır el ele Kimlere yatak, döşek Kimlere mezar olur... Bir kelebek kanat çırptı Bir fırtına koptu bende... Eski sayılmayan bir dostun selamını aradım Yazılıp söylenmemiş bir şarkıyı aramak gibi Radyo frekanslarında…
10
AŞİYAN
Uykum CİHAN TEZEL Yeni bir sabaha doğru akıyor zaman Uyku mu? Sattım satırlara O da karşılığında Bir parça daha zaman verdi O da akıp gitti sabaha E ne kaldı? Ne uyku ne de zaman...
Az Biraz Kendimden YUNUS EMRE AÇIL Sana bahsedeyim mi biraz kendimden? Hayatımda ve hakkımda her şey, Ne helaklık ne de harika. Ortaların adamıyım, Daima. Koskoca Dünya, evim benim, Penceremse, ozon delikleri. Açın da ışık girsin içeri. Korkarım ışıktan, Hele sesten ödüm patlar. İnsanlardan da tiksinsem de biraz, Kimseden korkmam korktuğum kadar karanlıktan. Bazı bazan derim, bazı bazen. Bazı hiç demem, bazı gevezeyim. Bakarsın bir varım, belki hiç yokum… Her şey bir yana, severim gezip tozmayı… Bana her yer tek adımdır. Herkes, aynı bilir beni, Değişen, tek adımdır. Söylemesi ayıp, çok da kral adamımdır. Sana bahşedeyim mi biraz kendimden?
Deneme Öykü
Bir Mecidiye ile Neler Alırdık
Oyun Hamuru FATMA KAHRAMAN
ELVAN ÇEVİK Sesimi duyuyor musun? Sesini duyuyor muyum? Susamları dökülürse üzülür mü tablası başından düşmeyen çocuk? Elleri ıslanır mı esmer esmer karanfille gülü yan yana koymaya çalışırken o köşedeki roman delikanlının? Belinin altına gizlediği beş lira düşüverirse damla damla birikmiş suyun yokluk kasesine, ağlar mı çiçekçi kız damla damla? Duman duman sigara kokan elleri cebinde üşümüş işportacı, ben de üşüyorum. Aynı şeyleri hissedebiliyor mu yüzü sarı buklelerde boğulmuş genç kızla şu köşedeki delikanlı onu düşünüyorum. İlerde atkısından seçebildiğim kadarıyla yaşlıca bir yüz midye satıyor, hem de pilavlı. Her pirinç tanesi bir inciyi anımsatıyor. Bukleli kız fark etmiyor hiçbir inciyi, elinde bir teknoloji harikası... Merak ediyorum sıcacık kestanelerde bir anıyı bulmak kadar mutlu ediyor mu “dürt”mek bir insanı teknolojinin o vazgeçilmez ekranında? Kafamızı kaldırsak nice gözlere değecek gözlerimiz fark etmiyor muyuz? Kestaneler yanıyor, aklı bir yerlerde kalmış olmalı kestanecinin! Kim bilir aklı aynı yerdedir belki, bankta oturan şu yaşlı teyzenin. Var olmak için ne kadar uğraşıyor insan. Fırçalar gidip geliyor bir ayakkabının üzerinde, öfkesi bilendikçe bileniyor boyacının. Ayakkabı parlıyor, öfke bileniyor durmaksızın. Kafasını kaldıracak olsa bıçak gibi kesecek gözleri gözlerini ayakkabının üzerinde duran “sözde düşünen insan”ın. Ne kadar az düşünüyoruz!
Hiç içtenlikli değil, dişler ve kırışıklıklardan ibaret. Adet yerini bulsun diye bir de arkasından “özür dilerim”i eklemeli. Gözlerini masa örtüsünün üzerine yayılıp kurumuş kahve lekesinden ayırıp bana baktı sert bir kahverengilikle. Kirpikleri uzamış gibi geldi o an. Anladım, kahve lekesine gözlerini dikme sırası bana gelmişti. Razı oldum... Başımı eğmeye lüzum görmeden, gözlerimi usulca indirdim. “Hemen temizlenecek, tek bir leke kalmayacak!”… İncecik bir ses... Sanki kaderimizi masanın üstündeki kahve lekensinden okumaya çalışıyor, başaramıyor, ona kızıyor hıncını birbirimizden alıyorduk. Sert kahverengilik bana bulaşmıştı bu kez. “Gece yarısı oluyor!” “Bitir artık şu işi!” Kıpkırmızı kesildik ikimiz birden. Avuçlarım terliyor, onun alnında damlacıklar birikmiş... Cam açık, dışarısı berrak. Yaprak kımıldamıyor... Gözüme hiç bu kadar yapay görünmemişti, duvardan sarkan papatyalar... “Hesabını verebilecek misin?” ...Üstleri iki kalın parmak toz toplamış. “...” Çatılmış kalın kaşları ve şaşkın ifadesi suratına komik bir endişe havası veriyor. “Gülüyorsun!” “Evet!” “Geç kalıyorsun, geç!” “Sessizlik!” Yerimizi ve konumumuzu hatırlatan sessizlik... Sessizlik, ihtiyacımız olan... “Dünyadan bir kişiyi yok edebilsen kim olurdu?” Gözlerindeki kinden bozma dehşeti gördüm. Az önce bir cinayet işlenmişti. Pişmandı. “Özür dilerim...” Sandalyeyi itti, kalktı, yürüdü. Pantolonundaki çizgileri takip ettim giderken. Bir karga kanat çırparak camın pervazından uçtu...
AŞİYAN
11
Öykü
Ehliyet DENİZ ÖZLEM ÇEVİK Mülkiyet fikrinin en büyük panzehiri şemsiyedir. İstesen de sahip olamazsın şemsiyeye; tam bir ortak kullanım aracıdır. Yağmur yağacak diye evden çıkarken alırsın veya yolda başlar yağmur sokaktan alırsın, girersin bir yere ve mutlak suretle unutursun. Hele de yağmur dinmişse sen çıktığında, asla fark etmezsin unuttuğunu dışarı çıkacağın bir sonraki yağmurlu güne kadar. Malum artık şemsiyesizsin ya, çıkarsın dışarı bir yere girersin, sen de başkasının unuttuğu bir şemsiyeye rast gelir, onu alırsın, sonra onu da unutursun başka bir yerde. O senin unuttuğun şemsiyeyi de bir başkası alır, yağmurda açar kullanır sonra başka bir yere girer, unutur. Belki bir zaman gelir, günler önce unuttuğun şemsiyeyi bulursun bir yerlerde, farkına bile varmazsın. Belki de senin bir yerlerde unuttuğun şemsiye, başka bir adamın elinde usulca geçiverir yanından; görürsün bu sefer, tanırsın, gözlerin dolar, ağlarsın. Diyeceğim o ki kolektiftir şemsiyenin kullanımı; hayatın en önemli sırlarından biridir bu, bilmek gerekir. Ben, yağmurlu bir günde Eminönü’ne bizim kahveye yeni çay tabakları almaya gittiğimde, çay bahanesiyle girip unutulmuş şemsiye aradığım kahvehanelerin hiçbirinde aradığımı bulamadım. Kafam bozuldu. Şemsiyenin ortak kullanım zincirini kırmamak için yolda bana seslenen “şemsiye beş lira”cılara hiç itibar etmiyordum. Çünkü kural böyleydi; illa ki rast gelecektim bir tanesine, alıp götürecektim. Olmadı. Üstümde kapşonsuz montum, ayağımda sahte konverslerim, kollarımda iki torba gıcır çay tabağı ile donumun dikişlerine kadar ıslanmıştım. Bizim mahalleye giden ‘91 model körüklü kırmızı otobüslerden birine atladım. Otobüsün kapısı tıslayarak açıldı bir kaç durak sonra. Bir bismillahirrahmanirrahim duyuldu; hemen cama yaslamalı başı. Teyze bana bakarak “Gençler uçuruma yuvarlanıyor,” dedi. Ne kadar da edebisin teyze. İleride bize de yer vermeyecekler, biz de küfür edeceğiz içimizden. Bu düzen böyle teyze, bunu anlaman gerek. Başka düşüncelere uğramalı
12
AŞİYAN
şimdi. Mahalleden Eminönü yirmi dakika desek, çay tabaklarını satan toptancıyla el sıkışma beş-on dakika (hep aynı yerden, aynı çeşit alırız zaten), kahve kahve gezip şemsiye aramak yarım saat... Geçen zamana hayıflanmak kafamı iyiden iyiye bozdu. Birileri şemsiye zincirini kırmış diye düşündüm bozuk kafayla. Birileri benim bugün bulmam gereken şemsiyeyi unutmamış olacak ki ben bulamadım. Ben bulamadığıma göre daha sonra bir yerde unutma ihtimalim de ortadan kalkmış oluyor. Demek ki benden sonraki kişi de etkilenecek bundan. Belki benden önceki kişi de şemsiye bulamadığı için unutamamıştır benim bulmam gerekeni. O halde unutulması gereken şemsiyeyi unutmayan ve domino etkisi yaratan o ilk kişiyi bulup ona sövmek gerek. Başka türlü rahatlamayacağım. Bizim kahvenin “Çekiniz” yazan ama itilerek açılan kapısını açıp içeri girdim. Kasvetli bir havası var buranın; emeklilerin okey çevirdikleri nezih bir yer olmaktan çok itin kopuğun batak çevirdiği; penceresiz, duman altı, demli çaylı berbat bir kahve işte. İçerideki yasadışı kokuyu almanız için narkotik büroya yıllarınızı vermiş olmanız gerekmez, iki adi polisiye izleseniz çakarsınız. Lakin yanılırsınız. Öyle değil. Mahallenin bütün tasmasızlarına bir mesken olduğu ve hiç olmazsa onları bir arada tutup sokağa salmadığı için tüm ahali bizim kahveye minnettardır aslında. Minnettar kelimesini ilk ne zaman duydum, hafızama aldım hatırlayamadım. Paçalarımı kıvırdım. Poşetleri çırağa yükleyip kumaş kaplı sandalyelerden birine çöktüm. Biri bir havlu atıverdi enseme arkadan. “N’oldu lan?” Kendimi bildim bileli aynı tepki, hiç şaşmaz. “Acelesi var gibi bu yağmurda bardak altlığı almaya gönderdin, o oldu!” “Doğru konuş lan babanla, senin ıstırabını... Şemsiyen yok mu senin, vermedi mi anan evden?” Babam normalde küfretmez; ortama uyar. “Annem komşuda, ben de unuttum almayı,” dedim. Büyük yalandı. “Hem ne bileyim böyle bastıracağını.” Şefkat beklediğim en son kişiden şefkat bekliyormuş gibi yaptım. “Bak oğlum,” dedi. Yanda duran, her kahvede en az bir
Öykü tane bulunan döşemesi yırtık sandalyeyi karşıma çekip oturdu. “Sana elli kere ehliyet al, efendi gibi şu arabayı kullan, yollarda rezil olma dedik.” Sözünü kestim. “Ne gereği var baba, kullanıyorum ya işte arabayı böyle de. Annemi sağlık ocağına, eczaneye hep ben götürüyorum.” “Nah kullanıyorsun,” dedi kulaklarından taşan gereksiz bir öfkeyle. “Lan eczane dediğin evin dibi zaten.” Çay dağıtan çırağı gösterdi. “Aha şu Samet bile götürür ananı eczaneye.” Ben diyecek bir şey bulamadım. Babam, konuştuğu kişi diyecek bir şey bulamayınca hafiften panikler, vitesi geriye takar. Bazen sırf bu yüzden aklıma söyleyecek bir şey gelse dahi susarım. Mandalı kaldır, önce sağa sonra geriye. Hah şöyle baba! “Zaten üniversiteyi açıktan okuyorsun. İnternet kafelerde boş boş itlik edeceğine yazdıralım seni Hilmi’nin kursuna orada yap n’apıyosan,” Biraz durdu ve daha “yasal” yollar denemeye girişti ikna için. “Arabayı da efendi gibi, polisimize, kanunumuza karşı gelmeden kullanırsın. Anlaştık mı?” “Anlaştık baba,” dedim. Lakin yelkenleri öyle kolay indirecek değildim suya. “Yalnız beraber gidelim Hilmi Abi’nin oraya, ben de bakarım bir şartlar neymiş.” “Siktirtme şartını!” Babam kalkınca Samet çay tepsisinde son kalan, artık dumanı bile tütmeyen soğuk bir çayı önüme koydu. “Çay vereyim mi Selçuk Abi?” “Verdin ya lan daha ne soruyon!” Kahveden çıkarken yağmurdu, şemsiyeydi derken hayatımın en boş ve en güzel günlerini sürücü kursuna giderek geçirecek olmanın kederi çöktü üstüme. Hayatımdaki en büyük korkum üniversiteyi kazanmaktı. Neyse ki o korkuyu ÖSS’de barajın altında kalarak atlatmıştım. Öyle, üniversite eğitimine inanmıyorum gibisinden felsefelerim yoktur. Bir gün bizim küçük kuzen geldi yanıma, “Abi,” dedi, “Hiç göstermiyon ama senden büyük anarşist de görmedim ha.” “Ne diyon lan sen anarşist manarşist.” dedim. O zamanlar açık öğretim barajını düşürmüşlerdi. Babam “İşletme’ye verelim,” dedi. Sonra dalga geçti aklı sıra. “Kahveyi işletmeyi öğrenir.” Eskiden ankesörlü telefondan hocaları pek güzel işletirdim; şimdi neyi işletmeyi öğrendiğimi bilmiyorum. Bizim kahveninkilerden de koyu çaylarımızı içerken Hilmi Abi şartları sıraladı. “Haftada bir iki gün kursa gelse yeter. Şöyle bir görünsün hocalara.” Babam
masanın altından bacağına tekmeyi sallayınca ağız değiştirdi. “Yani tanıdık falanız ama bütün derslere gel yiğenim sen.” Sonra babama ödenecek paraları anlattı uzun uzun; bilmem ne harcı 200 lira, direksiyon bilmem nesi için 70 lira, bilmem nenin bilmem nesini de unutmayalım 150 lira... Babam miktarları kafasında topluyordu çıkarken. Ben de haftada kaç gün gitsem fırçadan kurtulurum diye hesaplarken, yarım ağız “Eyvallah.” dedim Hilmi Abi’ye. Babam bir yerden çıkarken hiçbir şey demez, herkes de bilir bunu. İkimizin de hesapları tutmamıştı. Ben haftada iki gün gidip her gün fırça yedim ve sınavı üçüncüde ancak geçebildim. Babam 400 lira civarı bir miktar toplamıştı kafasında ama üçüncü sınavdan sonra 800 lira civarı para çıkmıştı cebinden. Neyse ki bizim evde haticeler önemsenmez. Cebime bir miktar para koyularak emniyete yollandım bir gün. Apansız ve şemsiyesiz. Arabayı mümkün olan en uzak yere park edip ilçe emniyetine doğru yürümeye başladım. Annem defalarca “Ehliyeti almaya bari arabayla gitme kör olası,” dese de eczaneden daha uzağa gidebildiğimi ve Samet’e açık ara fark attığımı kanıtlamak için arabayla gelmiştim. Sağanak yağmuru anlatmak için bardaktan boşanırcasına veyahut abartmak için kovadan boşanırcasına derler, ben emniyete doğru yürürken boyutunu tahmin dahi edemediğim bir şeyden boşanırcasına yağıyordu yağmur. Aksi gibi bu sefer de arabayı aldım diye şemsiye almamıştım. Emniyetin kapısından içeri girdiğimde aramadan geçmeme gerek bile yoktu; sırılsıklam olan gömleğimden bütün içim görünüyordu. Zaten emniyete girince de şeffaf vatandaş olmak gerekir. “Sürücü işlemleri” bölümüne doğru yöneldi şeffaf vatandaş. Kafasını kapının kenarından tereddütle uzatıp “29 numarayım ben, randevum vardı,” dedi. O anda orada randevu kelimesi kadar anlamsız başka bir kelime daha yoktu herhalde. Sürücü işlemleri odasındaki polis de biliyordu bunu. Başını hiç kaldırmadan konuştu. “Belgeler tamam mı senin, parmak izi alındı mı karşıdan?” “Belgeler tamam da parmak izini bilmiyodum.” “Dön arkanı, parmak izi yazan yere gir arkadaşlar yardımcı olurlar.” “Eyvallah.” dedim. Arkamı döner dönmez önce kuyruğu, sonra da duvardaki parmak izi yazısını gördüm. Algıda seçicilik. Hemen tekrar döndüm bulunduğum odadaki polise. “Benim parmak izim var. Pasaport için almışlardı.” “Ha o zaman ver pasaportu halledelim.”
AŞİYAN
13
Öykü “Yani var da yanımda yok ki benim şimdi.” “E o zaman niye var diyon!” “Ben sizin bilgisayarınızda kayıtlıdır diye düşündüm izler. Bir daha alınmasın, zahmet olmasın diye dedim abi.” “İyi git getir o zaman zahmet olmasın.” O anda beynim çok hızlı çalıştı. Tekrar arabaya yürümek, oradan trafiğe –araç trafiği değil tabi trafik polisini kastediyorum- yakalanmadan eve gitmek, anneme pasaportu aratmak, tekrar arabaya atlayıp trafiğe yakalanmadan gelmek ve tekrar park ettiğim yerden emniyete yürümek… Zihnim en büyük vurguyu da arabadan emniyete yürümek kısımlarına yapmıştı. Daha donumun dikişleri kurumamıştı be. Kaderime razı olup odadan çıkıyordum ki hemen toparlandım. “Abi ben eve gideceğime burda sıraya gireyim vereyim parmak izi herkes gibi, daha kolay olur.” “Var olan izi bir daha niye alalım kardeşim!” “Ama abi size demeseydim…” Arkadan odanın asayişini her daim kontrol eden yaşça büyük bir polis memuru bilgisayarından başını kaldırınca cümlemi tamamlayamadım. “Bilmeyecektiniz.” diyemedim ki zaten o memur noktayı koydu. “Git getir LAN!” O sondaki “lan”ın her bir harfi birer kroşe olup suratımda patladı. Aynen de zihnimde geliştiği gibi oldu her şey. Bu sefer yine şeffaf ama pasaportlu bir vatandaş olarak girdim içeriye. “Bir babam bir siz, iliğimi ıslattınız ulan!” diyecektim neredeyse. Demedim tabii. Pasaportu verdim, bir iki işlemden ve “Pazartesi gel, ehliyetini al.” dendikten sonra kapıya doğru yollandım. O sırada oda kapısının kenarında memurların şemsiyelerini koydukları kova gözüme çarptı. İçinde bir tane baston şemsiye öylece duruyordu. İşte o gün bulamadığım şemsiye! Kroşelerin hesabını sorma vakti geldi! Yaşça büyük olan polis masasında yoktu, öteki zaten sıradakilerle ilgileniyordu. Şemsiyeyi usulca aldım, “Kolay gelsin memur bey.” deyip çıktım. Pazartesi ehliyeti almaya gittiğimde “Öğlen tatiline rast gelmişsin.” dediler. Karşıdaki kahveye oturdum. Yirmi dakika çaycı gelsin diye bekledim, gelmedi. Çaycı yokmuş. Orası da kafeymiş, self-servismiş filan diye anlatan kız, kafamı bozdu; palas pandıras çıktım dışarı. Bu sefer ıslak değildim, girişte aradılar. Yine kısa da olsa bir kuyrukta bekledikten sonra “Hayırlı olsun” dilekleri eşliğinde ehliyetimi alıp cebime attım. Çiseleyen yağmur dün aldığım baston şemsiyeyi açmamı emretti bana. Lakin iki elim de cebimde olduğuna göre şemsiye neredeydi? Bizim kahvenin “Çekiniz” yazan ama itilerek açılan kapısını açıp, içeri girdim. İlk Samet gördü beni, yanıma geldi. “Ehliyeti ne zaman ıslatıyoruz Selçuk Abi?” Cebimden sırılsıklam olmuş ehliyetimi çıkardım.
14
AŞİYAN
Şiir
Babamın Ceketi SİDAR KURT florasan icad oldu sonra hepimizi koleje verdiler ellerimiz vardı sonra ellerimizi pek dinlemediler dinleselerdi ellerimizin saçlarımızdan hızlı yaşlandığını bileceklerdi florasan icad oldu sonra hepimiz kel kaldık ellerimizle kuş avlardık ama onlara görünmezdik sonra görünseydik böyle bir şey yaptığımız için bizi lanetlerlerdi florasan icad oldu sonra hepimizi astılar ellerimiz kimsenin ellerine benzemezdi ondan astılar benzemezdi sonra biz onlarla hiç kravat bağlayamazdık florasan icad oldu sonra gömlekleri de yasakladılar ellerimizi bilmiyorlardı da ondan mı acaba? çünkü gömleklerimiz vardı sonra ütülemezdik onları sonra ütüleseydik sigara içirtmezlerdi ellerimiz ellerimiz ellerimiz hep esmerdi florasan icad oldu en sonra tesla yenildi ama bir yanlışlık mı oldu tesla yenilmezdi? ellerimizi severdik ellerimiz vardı onlarla sana dokunuyorduk florasan icad oldu sonra hepimizi yediler sevgilim, sen de ellerimizi en az benim kadar sevmiyor musun?
İnceleme
Ahmet Büke - Ekmek ve Zeytin Üzerine ÖVGÜ KAFADAR “Dünya yarıklar içinde; sis yükseliyor yoksul sokaklardan ve kimsenin bilmediği - artık unuttuğu - bir orman patikasında arka ayağı hafif aksayan geyik, karanfil saplarını yiyerek dolaşıyor. Çocuklar var sonra; onlar dünyayı büyüklerin unuttuğu bir bakış açısından izliyor. Aşağıdan yukarıya bakınca bütün duvarlar daha yüksek, bütün acılar daha küçük görünüyor.” 1 Kitabın son sayfasındaki bu paragrafı okuduğumda kitabı anlatan bir cümle seç deselerdi, bunu yazardım, diye düşündüm. Hani alışmışız ya her okuduğumuzun, her düşündüğümüzün nerede kullanılacağını sorgulamaya. İlla kullanıma hazır hale getirmeye. Bu kitabı da çizdim fosforlu pembe kalemle. Çizdiklerime yakışan bir renk değil pembe, onu söylemeliyim. Musul’da Bir Göl, Sakallı Pazartesiler, Dua, Yara ve Kabuk öyküleri biraz duraksamama sebep oldu. Öykü okurken duraksıyorsam, o öykünün de altını çizerim. Böyle kurallar koyuyorum ki kendime, çok kafayı bozmadan kendimi tanımış olayım. Okuma eylemini böyle bir kalıba sokmama da ayrıca kızarım. Her eylem gibi, anlatma eyleminin de göze dürtülmeden yapılmasını isterim. Olması gerektiği gibi demeyeyim de, sadelikle ve usulca. Doğasına göre. Sahnede iğreti duran bir oyuncu gibidir bazı öyküler. Mina Urgan, Bir Dinozor’un Anıları kitabında “Kavun ham çıktıysa niye yemeye devam edeyim?” der. İşte öyküler de eylemler gibi ikiye ayrılır: Olanlar ve ham olanlar. Çünkü göze dürtülmeyen insanlar bir öyküdür. Öyküyle insan aynı kavramdır. Her otobüs yolculuğunda muhakkak rast gelir; kıyıda köşede kalmış bir insanın hikâyesini dinlemiş olurum. Sadelikle ve usulca anlatırlar. Anlaşılmak kaygısı yoktur, dert vardır. Umutla umutsuzluk arası yaşanan hüzün bir de… Avucumu açtım, son simit lokmam duruyor. Henüz yemedim onu. İnsan hiç son umudunu yer mi? 2 “İnsan kendi kendine iyi gelir.”3 diyen kahramanlar var Ekmek ve Zeytin’de. İnsan yaşam mücadelesinde bir buldu mu kendini, sıkıntısından medet umar hale geliyor. “Adalet yoksa barış da olmayacak!” 4 Umut, mücadeledir bu kez. Biraz da “mavi”dir :
“Mavi inatçıdır, aynı bahar gibi. İkisi de dövüşerek gelir ve gider…” 5 Bu toprakların insanları, ağlarken ağzını eliyle sımsıkı kapatır. Yanık türküler söyler. İnişli çıkışlı haller pek münasip görülmez. “Öyle aniden yüzü kızaran, ne diyeceğini şaşıran koca adamdan çocuklar gibi baktı bana. Çıkardığı sesten, uzamış sakallarından ya da bu hayatta tamamen yapayalnız kalmasından mı utanmıştı?”6 Yalnızlık en iyisi olmalı, dedim. Öyküleri okurken konuşma huyuma da kızarım. “Lafa bir karışma da, adam bari sayfalarda derdini anlatsın!” derim. Ama yaralıysanız, yara yaraya benzedikçe kabuk tutar. O zaman insan insana iyi gelir.” 7 Yalnızlık, bir kör kuyu… İçine bir umut damlasa da kuyunun suyu yalnızlıktan geliyor. Sevgili, umut yalnızlığa... “Eğer insansam bir sevgilim olmalı benim. Yalnız uyanmak ağır bir lanet olmalı.” 8 Toplumda güdük rollere mahkûm edilen insanların dertleri ve mücadelelerinin yanından geçerken anlatılan hikâyenin altında ezilme tehlikeniz vardır. Otobüs yolculuklarından bu yüzden korkuyorum. İçten içe yanımdaki yolcuyla konuşmak istiyor, ama sonradan geri çekiliyorum. Mücadelesiz geçirdiğim bir hayat omuzlarıma ağırlık verir, utanırım. Utanmalıyım! “Sevgili Dünya, Lütfen anlaşalım seninle. Bu satırları büyük bir uzlaşı beklentisiyle yazıyorum. Bu işin sonu yok biliyorsun. Milyarlarca insan ve daha az kedi dururken sadece beni düşünmek ve benimle ilgili planlar yapmaktan vazgeçmelisin. Bir an için yere düşmekte olan bir kar tanesi gibi düşünebilirsin beni. Aniden asfalta düşecek ve kimse farkına varamadan eriyip kaybolacak birisi. Senden istediğim beni öyle bir an için unutman. Göz yumman. Başını öbür tarafa çevirmen ve yokmuşum gibi davranman. Bugüne dek saydırdığım kötü sözler için özür dilerim. Ama dediklerimi bir tarafına saymayacaksan geri almıyorum hiçbir şeyi. Eğer hastanede ölecek olursam sen de soğuyan bir yıldıza toslarsın umarım.” 9 Ahmet Büke, Ekmek ve Zeytin, İstanbul: 2011, Can Yayınları, s. 134, 2 A.g.e., s. 61 3 A.g.e., s. 43 4 A.g.e., s. 50 5 A.g.e., s. 53 6 A.g.e., s. 97 7 A.g.e., s. 125 8 A.g.e., s. 118 9 A.g.e., s. 118 1
AŞİYAN
15
Öykü
Kimsesiz Kal ECEM BAYAR Bensiz kaldığın kadar kimsesiz kal isterdim sadece. Bencil deme bana, unutma ki âşık bir kadın her zaman tehlikelidir. Bense sadece bunu umut edecek kadar… Makyajım akmış, çatlamış dudaklarım, eteği kırışmış geceliğimin, içkim süzülüyor bacaklarımdan. Çok içtim bu gece ama sarhoş deme bana, unutma ki âşık bir insanın tek dert ortağı içkisidir. Bense sadece seni düşündüğümde canım yanmayacak kadar içtim bu gece. Çok zaman olmuş duvarda asılı takvim yapraklarını yırtıp atmayalı. Kim bilir belki de zaman bizim yaşadığımız kadardır, yaşamak zorunda olduğumuz kadar değil. Öyle akıp gitmiyordur başına buyruk, bizi bekliyordur bir yerlerde. Biz sadece unutuyoruzdur onu özgür bırakmayı. Sık sık düşünüyorum bu aralar gitmeyi. Kuzeye gitmek isterdim mesela, gündüzlerin bol olduğu ülkelerden çok uzaklara. Otururdum dünyanın tepesine, orada tüm geceler benim olurdu. Güneş batmaya yakın bir telaş başlıyor göz pınarlarımda. Bütün gün biriken o topak topak acıları akıtmaya hevesli… Gözlerimi kapıyorum, kuzeydeyim şimdi. Bu ev aynı, içkim aynı, geceliğim aynı, acılar aynı, aşk aynı, o adam bile aynı hatta. Gözlerimi kapıyorum, kuzeydeyim. Üstümde gece buz tutmuş, yeni doğmuş yıldızlarını emziriyor. Alıyorum elime aşkımı, oturuyorum yalnız koltuğuma. Kırmızı kadifeleri eskimiş iyiden iyiye kahverengiye çalıyor. İki kişilik ama hep bir yanı boş kalan koltuğum, baş başa kaldık ikimiz. Minderleri ufalmış, içine kapanmış o da benim gibi. Gözlerimi aralıyorum, hâlâ kuzeydeyim. Etrafta kimse yok, rüzgâr bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyor. Duymuyorum onu bile. Öylesine bir yalnızlık istemekte direttiğim. Ama sen yine de yalnız deme bana, unutma ki âşık bir kadın en çok yalnızlığında affedicidir. Bense sadece en olur zamanlarımda bile seni affedemeyecek kadar… Şimdi dönüş vakti. Saat 6.30, güneş doğmaya başlıyor. Yanaklarımdan boynuma inmeden kurudu kaldı yaşlarım. Elimin tersiyle itiyorum onları, patır patır dökülüyorlar yere kabuk bağlamış yaralar gibi. Arkamı dönüp güneşe, güneye doğru yola çıkıyorum. Yürüyorum, yürüyorum, çıplak omuzlarım üşüyor. Yanaklarım üşüyor. Bedenim nerede? Üstümü niye örtmüyor? Sen yine de üşüyor musun diye sorma bana, unutma ki acılı bir kadın da yüreğinde sıcak ve müşfiktir. Bense sadece bu yüreği seninle beraber kuzey karlarının altına gömüp terk edecek kadar…
16
AŞİYAN
Travma YUNUS EMRE AÇIL Kararsızdı. Seçemiyordu bir türlü. Üzerinde bir baskı, alnında da bir damla ter hissetti. İlk kararsız kalışı değildi bu. Aslına bakarsan, hayatı boyunca kararsızdı. Çocukluğunda yaşadığı o işkence gibi olaydan beri. Bu yüzden amcasından nefret ediyordu. Onu hayatı boyunca yaralayan bu olay, amcasının başının altından çıkmıştı. Dün gibi hatırlıyordu. Amcası, güleç bir tavırla “Anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı?” diye sormuştu. Seçememişti. Babası Güneş’ti, annesi Dünya. Nasıl seçebilirdi birini? Saatlerce ağlamıştı. O günden beri hiçbir seçim yapamamıştı. Onun için her şey bir “fark etmez”di. Alnındaki ter damlası, aşağı süzülmüş, kaşından gözünün önüne sarkıyordu. Onu daha genç damlalar izliyordu. Bir seçim yapması gerekiyordu. Onun için imkânsız gibiydi. Gençliğini düşündü. İsteklerinin zirvede olduğu o gençlik yıllarında, karar veremediği için kaçırdığı fırsatlar, bir bir gözünün önünden geçti. Yirmi iki yaşındaydı, işsizdi, okumuyordu. Buna sebep olan tek şey kararsızlığıydı. Kararsızlığı yüzünden her zaman kolaya kaçmış ve ne zaman bir seçim yapması gerekse tek bir cevap vermişti: “Fark etmez.” İki kelime bir insana bu kadar mı zarar verebilirdi. Artık seçimlerinin fark ettiğini fark ediyordu. Bu sefer “fark etmez” dememeliydi. Bu sefer kolayı seçmemeliydi. Sandalyesinde doğruldu, omuzlarını ve kafasını kaldırdı. Karşısındaki insanın gözlerinin içine bakarak, kendinden emin bir ses tonuyla “Ayran!” dedi. Öyle ya, dönerle birlikte ayran giderdi. Ama aklı hâlâ koladaydı.
AŞİYAN
17
Deneme
2011’i De Toprağa Gömerken.. ÖMER KÖKÇOK Bazen birinin ölüm haberini duyduğumda sevinirim; çünkü o kişi insanlığın kötü bir örneğidir ve ölümü bu kötü örneği ortadan kaldırmıştır. Acımasız bir bakış açısı olduğunu kabul ediyorum; ama o yaşarken değişmesi için çok dua etmişimdir, bunun yanında değişmeyip de öldüğünde yapabileceğim tek şey vardır: sevinmek. Attığım başlık da bu mantıktan dolayı bende böyle bir his uyandırdı. Belki güzelliklerini de içinde barındıran bu 2011 yılı öldüğünde sabırsızca onu toprağa gömmeyi bekledim. Güzel bir cenaze törenini hak etmediğini her bir önceki yıl gibi o da ispat etmişti zaten. Hoş, bu kanıtlama olayında çok da uğraştığı söylenemez zaten: “ağabeylerinin ona verdiği mirasa sahip çıktı ve bir sonraki nesle kat kat artırarak aktardı” o kadar. Bu aktardığı miras onu 2 metre derine gömmem için gayet yeterli – bilimsel araştırmalar toprağın yaklaşık olarak iki metreden sonra müthiş bir hastalık yok etme yeteneğinin olduğunu ispat etmiştir. Evdeyken vaktimi öldürmek istediğimde yaptığım etkinliklerden biri de televizyona bakmak ve geçen gün de aynen öyle yapıyordum. Bir haber programında spiker yoldaki insanlara tek bir soru soruyordu: ‘’2011 bitmek üzere, peki hatırınızda neler bıraktı?’’ Aldığı cevaplardaki anahtar kelimeler şaşırtıcı olmayacak biçimde aynıydı: “Kaddafi, ölüm, deprem, Norveç, ölüm, çatışma, Suriye, terörist, ölüm, İran, şehit, mayın, ölüm, nükleer bomba, ölüm…” Şaşırtıcı değil gerçekten ama çarpıcı - belki alternatif akım kadar değil fakat Zeus’un şimşekleri kadar. Sıkıntı bastı, kapattım televizyonu. Odama giderken koridorda duraksadım, daha da ilerleyemiyordum, anlaşılan fena çarpıldım - kelimeler kafamda dönerken ev de etrafımda dönüyordu, Dünya kendi ekseninde dönerken bir yandan da Güneş’in etrafında, Güneş ve sistemi de başka bir şeyin etrafında… Fark ettim ki her şey hareket halinde aslında ve bu yeknesak hareket bir yandan yerinde saymayı bir yandan da değişimi çağrıştırıyor. İnsanlığın her geçen saatte ilerleme kaydettiğini gönül rahatlığıyla söylüyoruz. İlk zamanlarda dilden dile daha sonra da yazıyla aktarılan bir ortak miras olduğunu, üstelik bu birikimin doğaya hükmetmemizi kolaylaştırdığını, insan hayatını kolay ve uzun süre sürdürülebilir kıldığını söylüyoruz. Milada bakıyoruz, dünyaya kimler kimler gelmiş o zamana kadar aslında ve neler neler olmuş; ilerliyoruz çok değil ufak bir milenyum geçiyor aradan, hâlâ gelişmeler gösteriyoruz, bıkmadan gelişiyoruz; sonra bir milenyum daha geliyor arkasından ve üstüne 11 devasa
18
AŞİYAN
yıl daha geçiyor. Şu insanlık mirası dediğimiz sandıklar dağları alacak kadar genişliyor fakat ne hikmetse içindeki o “insanlık-dışılık” da bu büyüyen mirasla büyümüş ve ne hikmetse kimse buna engel olamamış. Söz ettiğimiz, nutuklarda bolca bahsettiğimiz, en iyi kalkanımız olan erdemlerin de bir ya da birkaçını anca bulabilmekteyiz ki onu da uzun uzun aradıktan sonra anca. 2011 de bu mirasa öyle güzel sahip çıkıyor ki onu tebrik etmemek elde değil(!). Hoş, uğraşıyoruz, çabalıyoruz, araştırıyoruz, koşturuyoruz; yorulmadan, bıkmadan ilerliyoruz ama bu sene de Şubat 29’u görmeyecek miyiz?
Konsept/ Yalın Hâli
Kumbakışı Yaşamak1 İSLÂM DALP
“Tane tane dökülüyor zaman
yukarıdan aşağı. Kızgın göz çöle bakıyor. Her an gidip geliyor nazarlar...” Kavurucu bir sessizliği solukluyor kum taneleri. Rüzgar, tepeleri bir o yana bir bu yana taşıyıp duruyor. Bukalemun kaşla göz arasında diğer iki ayağını alıyor sıcağa. Burada insan yalnızca kendiyle olur... Demek çöle düştü insan da. O halde boş geçmemek lazım kumdan kaleleri. Ateşten zerreler üzerinde yalın ayaklarla yürüyor insan. Her adımında eklerini saçıyor ceplerinden ve hafifledikçe inceltiyor ruhunu. Aynalar yok bu sefer karşısında arz-ı endam edecek. Bakışlar yok çevresinde, okları şirazesinden çıkartacak. Yürüyor ve eriyor..
— eteklerinde çöl, çöl ve bir yığın yaprak... Üzerine vardıkça saçılacak kumlar ve belki de çöl açılacak biz gayb-olduğumuzda. Ne mutluluk! Çiçekler kendi renklerinde açacak... Şimdi bir bıçak değiyor tenine ve yarılıyor çöl yolculuğu.
— çöl kırıldı, kum dağılır, müjdeler olsun! çöl kırıldı, kum usanır, müjdeler olsun!
Bu yazıda italik yazılan bütün dizeler Hilmi Yavuz’un “Çöl Şiirleri”nden alınmıştır... 2 Rabbim! Eşyayı bana aslıyla göster... 3 Haydar Ergülen’den ödünç... 1
— beni onunla sağalt ve onunla dirilt. Yalınkat yalnızlıklardan bir kule şeklinde çölün bakışları. Oldurmak için çabalıyor adeta. Ama öyle bir olmak ki, “ben” deyip var olmaktansa, bir gayb-oluş. Cesaret istiyor çöle tutunmak, kumlar kayıyor durmadan. Direndikçe “kendilik” mayası çalınıyor ruhunuza. Baş başa kaldıkça aynadaki suret netleşiyor. Aynanın sırrı çöldür aslında, camı sen kılan. Uzaklaştıkça daha iyi görünüyor her şey içiyle2. Çölü giyinme zamanı belki. — bu çöl nedenimdir benim, ona ilişme! Kimin ağzından çıktı bu dizeler, sahibi kim çölün? “Ben Rab’bim” diyenin kulları çöldeler şimdi. Her peygamberin yolu çöle düşüyor, ne garip, çölün sözü köz. Gerilmiş yaylarını gevşetip, kalemlerini yere bırakıyor şairler... Herkes geçiyor şuna bak, çöl saydamdır belki de. İçini görüyor Mecnun da kumbakışı izliyor adımlarını, dökülüyor arzuları eteklerinden... Çölün sonunda otuz kuş bekliyor seni. Geç bir an önce çölünden ve “bizi (..) senden karşıya geçir.”3 Tane tane dökülüyor zaman yukarıdan aşağı. Kızgın göz çöle bakıyor. Her an gidip geliyor nazarlar... Ne plak çalıyor ne teybin sesi açık. Tek ses var, rüzgar kumlarla ıslık çalıyor... Gözümü kapatsam oradayım, diyecek kadar var etmeli bizi çöl. Bir sığınak... Her kervan kalkışta bir avuç kum ve yıllar sonra:
AŞİYAN
19
Konsept/ -İ Hâli
Nardan Adam ELVAN ÇEVİK 1956’nın Eskişehir’inde başlar nardan adamın hikâyesi.Kurtuluş Mahallesi’nde beş kardeşiyle büyür Haydar Ergülen. İlkokulu bitirinceye kadar abla diye seslendiği Gül annesi ve adını Mavi Hasan koyduğu “(...) çocukluğu sanayi çarşısından/ gençliği Ankara’nın Altındağ’ından(...)” babası Hasan Usta’dır. İlkokulunun resmi şairi, Ankara Aydınlıkevler Lisesi’nin sürgünle gelen öğrencisidir. ODTÜ’de sosyoloji okur. Eşi İdil Hanım ve özgeçmişi: Nar’ın babası... Kelimelerin anlam sınırlarını zorlar o yazılarında. Mavi yalnız renk değildir onun için mesela, zarf beyaz bir kâğıt parçasından ibaret değildir. Üzerinde konuşulacak nice kelimesi varken ben nar’ı seçtim. Çünkü, bir kırmızı kapalı kutu nar. Tek bıçakta kan kırmızı dökülecek sırları yere ama o saklamakta kararlı. “(...) açılmak için anlaşılmayı bekliyor.” diyor şair, öyle kolay kolay içini açmıyor nar. Gizli kalması gereken nasıl saçılıveriyorsa nar da öyle koyuveriyor kendini ateşten sır topları gibi, şayet açılırsa. Üzümün sırları zâhirdir, kirazın yoktur bir kabzası ama “Nar güzel bir nesnedir, portakal da öyledir.” Ergülence .Erişilmesi zor oldukça kıymeti artıyor her şeyin, narın da öyle. Haydar Ergülen birbirinden farklı ama bir o kadar da aynı anlamlara sarıyor “nar”ı. Öyle ki nâr hem ateş oluyor hem serinlik, azlıkta çokluk oluyor, samimiyet oluyor, aşk oluyor... Anlamlar denizinde yüzen bu “ateş” “biliyor bir nesne olarak gözümüzde, bir duygu olarak gönlümüzde yangınlar çıkardığını” ve bizi bırakıyor, aşkın narına yanalım diye. Klasik edebiyatımızda ateş, âşığın içinde bulunduğu aşkın ıstırabıdır. Öyle bir ateştir ki bu, âşığı yakar kavurur ama âşık şikayet etmez. Çünkü bu ıstırabın içinde bir serinlik vardır âşık yanarken. Sözün k/özü Fuzûlî’nin ateşidir Ergülen’in “nar”a yakıştırdığı. Açığa vurulan aşk yakmaz insanı. İçten içten alevi harlanan bir sır olmalıdır “narına yandığımız.” Sayıklamanın sonu olmamalı, içinden çıkamamalı insan, o kadar kolay sönmemeli bu ateş şaire göre, o kadar kolay ayılmamalı ‘’şarab’’ın sarhoşluğundan. Sakînin ellerinde âşık olana sunulur şarap. İçtikçe “içlensin”
20
AŞİYAN
âşık diyedir. Şaraba da içlidir diyor Ergülen nar’a da. Çünkü her ikisi de aşkı temsil eder onun sözlüğünde, her ikisi de ateşte sarhoşluktur. Granada’nın güzelliği de bu yüzdendir; aşkı temsil edişindendir şarap gibi, adını “nar ağacı”ndan alışındandır. Granada! Ergülen’in gölgesinde uyumak istediği şehir. Granada: ateşte serinliktir, âşığın ulaştığı son nokta! Oraya ulaşmak değil kavuşmak ister bunun için. “Nar kentinde kendi gölgesini bulur “ kendi deyimiyle. Dört makamdan hakikatin simgesi topraktır ama “hakikat nardadır” Ergülen’e göre ve bu cümleyle değişir özgeçmişi; Nar’ın babası olur. Hakikat narda. Şair, Nar’ın babası... “Hem insan aşktan başka ne için gelir ki dünyaya” şairin tüm sözleri bir bütünün parçaları ve hepsi narda tamamlıyor kendini. O kırmızı tanelerinin, kabuğunun altında el ele tutuşması gibi... Nar soyutluğuyla çelişmeyen bir surete bürünmüş ve “nâr” olmak için nar olmuş. Bereket olmuş, birliktelik olmuş, hiç kopmayacak bir bağ olmuş, aile olmuş şairin gözünde: “ nar ın bir evi var pek kalabalık keşke biz de otursaydık orada.” Bütünlüğe, berekete, çokken “bir” oluşa, hakikate, ateşe ve Granada’nın gölgesine kavuşmaya çağırıyor Ergülen bizi. “kış büyük geliyor ,nara gidelim.” “narın elinden kopardık şu aşkı diyelim.” “aşk olursa nar olur” O zaman kendi dizeleriyle kendini anlattırdığı için “ aşk olsun” Ergülen’e. Gökten üç nar düşsün bu kez; narı arayanlara, narın kendisi olanlara ve aşkın narına yananlara...
Konsept/ -E Hâli
Dalış FİRDEVS EV Yokluktan esen temiz bir yel ile başlıyor hikâye. Nereden geldiğini daha kimse sormadan soluk olarak yeni doğanın burnuna, titreme olarak âşığın paltosuna, bir tutam duman olarak da çiçekçi kadının ciğerlerine giriyor. Esen yelin yanından geçen kimse boşa harcamıyor onu. Çünkü rüzgârın hiçbir yerde kalıcı olmadığını hepsi biliyor. Titremezse sevdası söner âşığın, burnundan hava girmek zorundadır prematüre bebeğin, dumanını sömürürcesine çekmezse içine, boşa gider sigarası çiçekçi kadının. Aynaların arkasında ne olur? Sır mı vardır gerçekten? Dört köşeli tuhaf bir şey ve tam ortasında gördüğünün arkasındaki sırrı merak eden, bıyıkları yeni yeni düzene oturmuş bir genç. Paltosunu yere bırakmış, gözlerini aynadaki gözlerine sabitlemiş, düşünüyordu. Omuzları çökmüştü yorgunluktan ve sabahtan akşama kadar alnında aynı hafifletici yükle dolaşmıştı. Aynaya bakarken de onu görüyordu. Renkler uçuşuyordu gözlerinin önünde farkında olmasa bile. Açık renkler, toz gibi hafif ama gözlerinin önündeki hayal bittiği ve artık kendi gözlerini görmeye başladığı an boğucu bir karanlık olup yüreğine inecek olan renkler… Derin bir nefes… Ondan sonra gerçekler, sivilceler, sivri burun, gözlük ve büyük kulaklar gibi yükler hafifledi, yavaş yavaş yerine oturdu asıl doku. Şimdi bu karşısında gördüğü kimdi? Ne yer ne içer, ne işe yarardı? Kırsa aynayı ani bir yumrukla kendisine kavuşacak mıydı, dolacak mıydı beynindeki boşluk? Uzun uzun bakıyor ama anlam veremiyordu ayna gibi bir aletin varlığına. Bu tuhaf nesneye bakınca aklına korkunç sorular geliyordu. Başka kimsenin sormadığı büyük, cevaplanamaz sorular… Kendine bakmak istemiyordu. Bazen başkasını görüp benliğinden sıyrılmayı başarıyordu bir anlığına da olsa. Umdukları ve korktukları oluyordu bazen gördüğü ama farkına varmayıp “kafayı sıyırdım” zannediyordu. Düşünmekten her yorulduğunda ise aynada aynı pembe renkler, aynı titreme, aynı tatlı yüz, 5 dakikada tek nota ilerleyen aynı müzik… Bebeği kucağına aldığı ilk saniye en kuvvetli türküler geçmişti kulağının arkasından. En kuvvetli türkünün akışı kadar güçlü akmıştı yanağından o an birkaç gözyaşı. Şimdi kendisine bakan çocuğunun gözlerinde duydu tekrar o türküyü. Kıvrımlarıyla, kirpikleriyle alnına düşen saçlarıyla, her şeyiyle onu doğurmadan önceki hayatını hatırlatıyordu anneye. Deliler gibi merak ettiği sorunun cevabını beklerkenki sabrı annenin on yıl önceki heyecanıydı. Çocuk küstüğü zaman başarısızlıkla sonuçlanan kendi iş deneyimlerini, başka insanların yaşattığı zorlukları hatırlar, sanki aynı
şeyleri o hissedecekmiş zannedip hiç kıyamaz hemen gönlünü alırdı. Yürüyüşü ise korkutucu derecede babaya benziyordu. Anne, babayı düşündü. Önceden onun gözlerine bakınca doğmamış çocuğunu görürdü, şimdiyse baba olmaya varamadan kaçıp giden bir sevgilinin anısını görüyordu çocuğunun gözlerinde. Bu üzüm tanesi gözler aynı muzırlıkla bakan başka bir çift gözü getiriyordu hatırına. Hiçbir şeyle azalmayan ümit dolu, bembeyaz bir aşkı, sonra acı veren “baba”yı… Ama baktıkça çocuk babayı unutturdu. Kıpkırmızı ve her şeye değen bir sevgi aktı çocuğuna doğru kadının kalbinden. Ufaklığın böyle uzun uzun anneye bakmasına sebep olan soruyu ise unutmuştu bile. Elini minik ele doğru uzattı, minik el de bir yandan soruyu tekrarlayarak ona yöneldi hemen. Çiçekçi kadın çiçeklerini sırtlayıp otobüse atladı. “Otobüste de alan olur mutlaka birkaç tane” diye etrafına bakındı biraz ama çok geçmeden boş bulduğu bir koltuğa çöktü. Eve dönüyordu. Burnunda tüten sigara kokusundan çiçek kokularını bile alamayarak bitkinlik içinde cama dayadı kafasını. Yorgundu. Çok geçmeden içi geçmeye başladı. Göz kapaklarını düştükçe tekrar açmaya çabalıyor, uyumamak için büyük uğraşlar veriyordu. Evine giden yolda neler olup bittiğini izlemek her günkü eğlencesiydi çünkü. Gözleri görmek istiyordu yarım da olsa olan biteni, manavın bugün ne kadar sattığını, aşağı mahallede bugün hangi çocukların oyuna katılmadığını, parktan geçerken üniformaları içindeki liseli çiftin yine bankta oturup oturmadığını, kıraathanede kişileri sabit masaya eklenen beşincinin kim olduğunu… Uyumak istemiyordu. Görmek istiyordu ama görmek istediklerini düşünürken bile uykusu geldi. “Neyse, gözümü kapatıp hayallerini kurarım” diye kandırdı kendini ve yelkenlerini uykuya bıraktı.
Michael Putnam’ın ‘Sleep’ portfolyosundan
Dünya üzerindeki her insanın daldığı gibi uykuya daldı, göreceklerinden vazgeçmeyi engelleyemeyerek. Üşüdü, belki rüzgârdan belki de uykuya yaklaştığından. Aynı esnada bir yerlerde bir evde ya da bir gökdelende birisi camdan atlayarak ölüme, bir anne çocuğunun gözlerinde duran geçmişe, aynadan ürke ürke bir ergen kendine ve başka bir yerlerde birkaç insan güçlü bir aşka dalıyordu. Bir yerlere akan yollarında titriyordu hepsi de. Belki korkudan, belki uykudan, belki heyecandan...
AŞİYAN
21
Konsept/ -Den Hâli
Kırmızı Pabuçlar NÂİF İDAM Duyuyor musun? Bir çocuk hıçkırığı yankılandı. Boş sokaklar cenaze evi. Ay bile izin vermiyor aydınlığa Yolunu şaşırmış bir bedevi Davranıyor çaydanlığa Boş sokaklar cenaze evi, Ev sahibi bedevi Ben buradayım Kırmızı pabuçlarıyla kızımız, O da burada. Ama değil. Bizim kızımız bu değil Hıçkırık değil kaderimiz Kırmızı pabuçlarıyla kızımız Gözü dolu, yüzü temiz. Nasıl anladı? Kim anlattı yalnızlığı? Terkedilmeyi Issızlığı kim söyledi? Yemin ederim ben değilim. Sevilmeyi Sevmeyi derseniz Ben çok iyi bilirim… Nasıl anladı? Daha ben anlamadan Nasıl ağladı Gözyaşı damlamadan. Bir an oldu önce Adı terkedilmek Adı ayrılıktı Bir an oldu sonra Kalp sıcak Gözler ıslaktı Bir an oldu Ölüm gibi Kırmızı kurdele Pabuçların yanına düştü Ve ben düştüm Gözyaşları düştü Tarifsiz nice anlar geçti Yaşadı bir gün Tüm insan hallerini Eksiksiz, ağlayarak
22
AŞİYAN
Anlar geçti Bir gün geçti Kızımız kocaman oldu Dağ gibi sağlam yürekli Asil ve mağrur durdu Sen gittin Pabuçlar siyah oldu Yatağımız yalnız kaldı, Sensiz kaldı. Sen benden gittin Açmadı o aldığımız Kırmızı laleler Ama açacak Ama siyah Ama ölüm gibi Elbet bir gün açacak Üç yaşında daha Ağlamak öylesine, İstekleri içindi henüz Bir gülerdi yüzümüze Görürdüm, Bin gülerdi gözünüz Ama ağladı Boğuluyordu sanki gözyaşlarında Seni aradı gözüm Yardım et diye kızımıza Göremedim Sustum çaresizce Ağladım Utanmadan ağladım İzbe bir sokak arasında Kızımız hıçkırdı Çocuk gibi değildi Otuz yaş yaşları akıyordu Çenesinden pabuçlarına Titredi ağlamaktan Başından ayakuçlarına Gitme diyecek vakit yoktu. Sen de sormadın. Beklemeden gittin Kızımızdan, Benden gittin. Acı bir şarkı bırakarak dilime Hiç arkana bakmadan Gittin, sana kucak açmış ölüme…
Dosya
Rüyalar, Sanrılar ve Buhranlar Abdullah Efendinin Nezdinde Birey-Toplum İkilemi MERVE ŞEN
“…insan varlığının gerçeklerinde gizlenen kinayeli ihtiyaçlardan birinin tatmin edilişi…”
Joseph Conrad - Karanlığın Yüreği Şiir dilini rüya nizamının hâkim olmasını istediği bir estetikte arayan1 Tanpınar 1941 yılında kaleme aldığı Abdullah Efendinin Rüyaları öyküsünde, gerçek ve ideal benliği arasından sıkışan bir adamın buhranlarıyla tam da bu estetiği yakalamıştır. Kendi içinde yaşamaya alışmış bir adam olan Abdullah Efendi, Tanpınar’ın zihninden kalemin ucuna akmayı beklemiş benzer karakterlerden olan illüzyonlar altında bunalan, algıları sürekli olarak kendi dar çevresinde açılıp kapanan, yaşarken tempolu düşler gören, sinir ve ruh bunalımları içinde yuvarlanıp giden hep aynı ruh hastası2 insanın tezahürüdür aslında. Arkadaşlarıyla geçireceği geceye safi bir eğlence arzusuyla adım atan Abdullah Efendi, gece ilerledikçe bu hesapsız eğlencesini hatta hayatının tümünü “tıpkı alt katta geçen tüm şeyleri merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli, mütecessis, gayrimemnun ve zalim ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü, inkâr ve istihfaftan hoşlanan gururunu ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeye davet edişini”3 duyumsar tüm benliğiyle. Aslında Abdullah kendini büyük bir baskı altında tutan sosyal değerlerinin ve ideallerinin kıskacından kurtarmak, rahat bir nefes almak ve öteki benliğini keşfetmek istemektedir. Dileği, evin asıl sahibi olduğunu düşündüğü idin arzu ve isteklerini baskı altında tutmaya çalışırken ahlak kurallarını devreye sokan süperegosunun4 hâkimiyetini kırmak, tutkularını ve isteklerini suçluluk hissetmeden yerine getirebilmektir. Hegel’in “kendi kendinin çifte bilinç olduğunu bilen” mutsuz bilincidir o. Abdullah Efendi arka arkaya devrilen kadehlerle birlikte toplumun çerçevesinden ayrılarak ikinci adamın varlığından sıyrılırken gece de gerçeküstü bir çizgiye doğru kayar. Öyle ki otomaton benzeri hareketler ser-
gileyen adam, sevgilinin öpücüğüyle sahipsiz kalan giysiler görmeye başlayan Abdullah Efendi, “insan talihinin zalim imkânları karşısında” düştüğü dehşetten arkadaşlarının seslenişiyle çıkar ve onların ardından uyur halde bıraktığı gölgesini terk edip gecenin bilinmezliğine karışır. Bu terk ediş kuvvetli bir ayrımı da gözler önüne serer. Düşsel bir imge olarak ruhla ilintili olan gölge çoğu zaman benliği, varlığı5 karşılar. Toplumun dayatmalarını, giderek derinleşen ve derinleştikçe daralan kalıplarını mutlak bir kabulle yaşayan Abdullah Efendi bulunduğu ortamın ve içkinin de etkisiyle girdiği sosyal yapıdan ve o yapının oluşturduğu ideal benliğinden kurtulur. Şaşkın bir haldeki Abdullah Efendi arkadaşlarıyla gittiği evlerde ancak bir rüyada meydana gelecek manzaralarla karşılaşır; lakin bunların hakiki rüyanın tesadüfleri ve tuhaflıkları ile ilgisi yoktur6 . Abdullah Efendinin tecrübeleri psikiyatride halüsinasyon olarak kabul edilir ki bu durum Jung tarafından “içerdiği bu gerilim ya da enerji yüküyle bir kompleksin kendi başına küçük bir kişilik oluşturma eğilimi” olarak tanımlanır. Aynı zamanda bahsedilen kompleksler “kendilerini bilinç denetiminden o denli kurtarırlar ki, gözle görülüp kulakla işitilebilir bir nitelik kazanır, vizyon kılığında kendilerini açığa vurur, belli kişilerin sesleriymiş izlenimi uyandıran seslerle konuşurlar.” Diğer yandan gece karanlık duygularla kafa kafaya vermiş gibidir. Giderek genişleyen sürrealist bir tablonun içinde ilerlemektedir Abdullah Efendi artık karanlığın yüreğine. Öyle bir haldedir ki şimdi, onun için asırları devirmiş bir ihtiyarın yüzüdür şehvet, sedirdeki bebeğin uykusuna eşlik ediyordur utanç, ”hiçbir sırrı olmayan hiçbir hakikatle birleşmeyen“ bir raksı sarmalamıştır iğrenme. Bu bir dizi tuhaf rastlantının ardından pusulasını kaybetmiş bir beden, bilinçaltının yarattığı sisle kaplı sokakları büyük bir ürküntüyle arşınlar. Eve dönme isteğiyle yanıp tutuşan Abdullah Efendi, ideal kimliğini bıraktığı ve zihninde boğuşan kaygıların bu denli gürültülü olmadığı lokantaya geri dönmek ister. Ancak dokunun varlığını bilinçdışından bilince kavuşturmanın önemini vurgulayan gölge7 , riyakâr bir terk edişin ardından alevlerin arasına karışmıştır. Abdullah Efendi ideallerini ve inancını kurtarmaya çalışır, yalvarır. ”Bırakın beni gideyim, bırakın, orada benim olan, sadece benim olan çok aziz bir şey, çok mühim bir şey var…8” Abdullah’ın kaybettiği benliğine ulaşma çabası, bir yetişkinin kaybettiği çocukluğunu geri döndürme çabasına benzer. Olanaksızlığa karşı yarı umut dolu yarı bitap bir arayıştadır o. Bu çırpınış içinde öldüğünü gördüğü ev sahibinin cenazesine katılmayı düşünür, hatta onun için bir nutuk hazırlamaya bile kalkar. Yürümeye devam ederken ise kendini telkin etmeye başlamıştı artık. ”Evet, diyordu, evet, belli ki bunlar, içkinin ve sinir bozukluğunun verdiği bir vehimdi. Artık geçti. Şimdi herkes gibi ben de kendimi geceye, bütün etrafın içinde yüzdüğü bu sakin uykuya emanet
AŞİYAN
23
Dosya edebilirim.”9 Fakat hissettiği bu sükut, öyleydi ki elle tutulur değildi, ancak gecenin acımasız dakikalarının aldatıcılığıyla şekillenmiş olabilirdi. Sosyal benliğinden kurtularak yaptığı bu dalışta, insanın yüreğindeki derinlikte çok ama çok kuytu bir köşede yatan tabiatı gözleriyle tecrübe ediyordu artık. Derisi soyulmuş, tamamıyla kötülüğün çıplaklığıyla hareket eden insanlar vardır artık çevresinde. Gece boyunca karşılaştığı ya da karşılaşmadığı kişiler önünde lanetli bir dansın parçası haline geliyorlardı teker teker. Bu uğursuzluklarla dolu ürpertici gösterinin sergilendiği boğucu fanustan kaçması imkânsızdı Abdullah Efendinin. İnsan ruhu denilen vahşi ormanın bu yabani sesinden nasıl kurtulabilirdi ki zaten? Yola devam etti. Düşünmemeye çalışsa da ümidini hâlâ yitirmemekte, kurtuluşunu güneşin doğuşuna bağlamaktaydı. ”Kim bilir belki güneş doğunca bu işkence biter.”10. Tüm akıl dışı deneyimlerin ardından gelen bu gün doğumu düşü de aslında Tanpınar’ın iki alametifarikasından biri olan zamana işaret ediyor. Aslında zaman imgesi Huzur’daki kadar belirgin değil ama Tanpınar’a göre bir bütün olamayıp, yalnızca bilinçle bilinçaltının çatışması olan zaman11 Abdullah Efendinin hikâyesinde karanlığın lehine bir sınır oluşturarak ona kurtulmak istediği iplerin aslında o kadar da boğucu olmadığını gösteriyor. Ardından bir kapı eşiğinde beklemeye karar verirken içeriye giren Abdullah Efendinin tılsımlı addettiği odaları dolaşırken gördüğü aynalar, hayatına girip çıkan ve bir zamanlar gereksiz yere ne kadar hürmet gösterdiğini düşündüğü insanların çehreleriyle dolar. Bu olay tüm yaşadıklarından sonra geride bıraktığı hayatıyla bir yüzleşme olarak kabul edilebilir. Geçmişi hatırlaması yani ışığı içinde bulunduğu karanlıkta değerlendirmesi Abdullah Efendiyi gelecekte yaşayacağı çatışmaları olgunlukla ele alacak bir konuma doğru götürmektedir. İkinci kez sakinliğe bürünen Abdullah Efendi kavrulduğu susuzluğunu gidermek ister ki su evrensel anlamda bir arınma, verimlilik ve yeniden doğuş sembolüdür12 . Güneş ve su imgelerinin hikâye içinde birkaç kez kullanılması, Abdullah Efendinin içinde bulunduğu kapkara geceyi terk edip eski aydınlık günlerine geri dönme isteğini öncekilerden çok daha güçlü bir biçimde ortaya koyar. Gördüğü sıra dışı bir sürahinin onu oyuncak diye sahiplenen hasta bir çocuk tarafından cam şangırtısı eşliğinde sokağa atılmasıyla Abdullah Efendi de kendi macerasının sonuna gelir. Tanpınar, hikâyeyi keskin bir sonla noktalamazken, gecenin gardiyanlığında bulunan Abdullah Efendinin kendi bedenini görmesini sağlayarak insanın önündeki alaca yolu gözler önüne serer: İnsan ne mutlak bir ışık huzmesinde yer alabilir ne de nefessiz bir karanlığa karışabilir. O ruhundaki bütünlüğü sağlamalı, karanlığın çevrelediği güçleri aydınlatacak itikada sahip olmalıdır. Derinlik psikolojisiyle açıklanacak fantezilerle dolu13 bu hikâye, dışavurumcu sembollerle süslenmiş bir buhran hikâyesi olarak nitelendirebilir ki bu ifade önceki
24
AŞİYAN
satırlarda açıklanan birey-toplum ikileminin yanında Tanpınar’ın pek çok kez değindiği medeniyetler ya da
Rene Passeron “Sürrealizm, Sanat Ansiklopedisi” adlı kitabında Abdullah Efendinin ruh halini Joan Miró’nun “Sürülmüş Toprak”(1923-1924) tablosuna benzetmişti
kavram çatışmasını da akla getirebilir. Rüya ahlakı olarak değerlendirilen, görünen ve görünmeyen tüm gerçekliğin ifade olanakları aradığı gerçeküstücülük de eserin kalbi konumundadır 14. Bu sebeple öyküyü sürrealist bir eleştiri olarak okumak da mümkün. Sözün özü, toplum ve zihni arasında sıkışan bir adamın rüyası Abdullah Efendi, Abdullah Efendinin rüyasıysa insan karakterindeki çatışmanın uzak bir hayali. Ahmet Hamdi Tanpınar 1959 tarihli “Türk Edebiyatında Cereyanlar” adlı denemesinde kendinden bu şekilde bahsetmiştir. 2 Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, Asaf Erttekin Yay., İstanbul, 1965, c. 3, s. 585 3 Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Dergâh Yayınları, 1943, s. 12 4 http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/kisilik.htm 5 Emil A. Gutheil, The Handbook of Dream Analysis, New York Liversight Publishing, 1951, s. 131-132 6 Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, Dergâh Yay. İstanbul, 1963 7 http://www.asanat.com.tr/makalegoster.asp?id=90 8 Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Dergâh Yayınları, 1943, s. 32 9 A.g.e., s. 37 10 A.g.e., s. 42 11 Selim İleri, “Türk Öykücülüğünün Genel Çizgileri”, Türk Dili, 1975, Sayı: 286, Cilt: 32, s. 2-29. 12 Sevim Kantarcıoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar: Yapıbozumcu ve Semiotik Yaklaşımlar Işığında Tanpınar Hikâyeleri, Ankara: Akçağ, 2004. 13 Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, İstanbul, Dergâh Yay., 1978, s. 136. 14 Rene Passeron, “Sürrealizm”, Sanat Ansiklopedisi, İstanbul: Remzi Kitapevi, Çev.: Sezer Tansu, 1990 1
Dosya
Şehrin Hikâyesi BERKAN ŞİMŞEK Peyami Safa, “Canan” isimli kitabında son derece ilgi çekici bir sahne hazırlar. Başkarakter olan Lami ve arkadaşı Selim bir cinayete şahit olmak üzeredir. Lami telaşlanmış, soğukkanlılığını yitirmişken Selim onu kolundan tutar ve şöyle der: “Beni dinle! Telaşı bırak! Yak bir sigara. Kendine gel! Bütün hayatın boyunca unutamayacağın bir sahneyi şuursuz geçirme.”1 Bu basit tavsiye bir anlamda hayranlıkla okuduğumuz yazarların özüdür aslında. Türk hikâyeciliğinde önemli bir yere sahip olan Abdullah Efendinin Rüyaları kitabında yer alan “Erzurumlu Tahsin” de yine buna benzer bir sahnenin üzerine kurulmuştur; nitekim “Erzurumlu Tahsin” adının önerdiğinin aksine tek bir bireyin değil, korkunç bir vaka karşısında tüm endişelerden sıyrılıp şuura kavuşmanın hikâyesidir. Erzurumlu Tahsin temel olarak iki bölümden oluşan bir hikâye olarak nitelendirilebilir. İlk bölümde, Erzurum’da epeyce tanındığı söylenen bir meczup, Erzurumlu Tahsin, hikâye edilir. Yakın zamana kadar İstanbul’da da neredeyse her mahallede karşılaşabileceğimiz, dedikoduları ağızdan ağza dolaşan meczuplardan çok da farklı değildir Tahsin. Hayatı hakkında onlarca söylenti vardır, hangisinin doğru olduğunu kimse bilmez. Günün birinde Tahsin, kahramanımızın bulunduğu kahvehaneden içeri girer, böylece biz de Tahsin’in gerek haşmetli görüntüsü gerekse karakteriyle bir meczuptan da öte, Tanpınar’ı hatırı sayılır derecede etkilediği aşikâr olan Erzurum şehri ve halkının tek bir karakterde toplanmış hali olduğunu anlarız. Birdenbire kahvenin kapısı şiddetle açıldı ve içeriye rüzgârla, karla beraber ortadan biraz uzun boylu, hafif tıknazca, adeta çıplak denecek derecede sefil kıyafetli bir adam girdi. Sırtında siyah ve çok eski bir palto vardı. (…) Olduğum yerde büyülenmiş gibi ona bakıyordum. 2 Burada belirtmek gerekir ki Tanpınar 1923’te Erzurum’a ikinci kez geldiğinde savaşlar, işgaller, göçler ve salgın hastalıkların kırıp geçirdiği bir şehirle karşılaşmıştır. Bunun yanında şehir canlanmakta, “tıpkı uzun süren bir kışın örttüğü karın altından hayatın yeniden yeşermesi, bitkilerin filizlenmesi gibi” kalkınmaktadır.3 Erzurumlu Tahsin de, Tanpınar’ın bu gözlemiyle, sefil bir görüntünün ardında tüm canlılığı ve düşünceleriyle Erzurum’u temsil etmektedir. Yani Erzurumlu Tahsin bile tek başına, bağımsız olarak var olamamış, hikâyenin devamında asıl mesele olduğu
daha da belli olacak olan “aydınlanma”nın aracı olan Erzurum’un bir parçası haline getirilmiştir. Hikâyenin ikinci bölümünde ise -ana karakterin Tahsin’le ikinci karşılaşmasından önce- 1924’teki Erzurum depremi anlatılır ki bu deprem anıları, aynı zamanda hikâyenin en etkileyici bölümlerini oluşturur. Çünkü bu satırlar sadece hikâyeyi bir noktadan diğerine taşıyan bir köprü görevi görmekten çıkmış, çok az yazarda rastlanabilecek bir üslupla, bir afeti temel alarak bütün bir şehri anlatmıştır. Bu noktada Tanpınar, depremin korkusundan kendini sıyırıp bir afetzededen ziyade bir yazar şuuruyla gözlemlediği Erzurum’u arka plan olarak kullanarak hikâyesinin başkarakterini o “aydınlanma anı”na hazırlamıştır. Erzurumlu Tahsin, başkarakterin deprem ve ölüm korkusunu alaya alır. Ölüm kaçınılmazdır. Çok az şeye etki edebildiğimiz hayatımızda, yine çok az şey önem taşır. Hikâyenin iki ayrı bölüme ayrılmış olması da biçim ve içerik arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından incelenmeye değerdir. Açıklamak gerekirse, Erzurumlu Tahsin’in hayatı hakkındaki bilgiler, hikâyedeki asıl rolünün ortaya çıktığı ve depremden sonra başkahramanla konuştuğu kısımda değil, hikâyenin başında verilmiştir. Anlatımdaki bu belirgin özellik zaman zaman “vakanın akışını durduran, okuyucunun merakını başka istikametlere çeken bir aksaklık”4 olarak nitelendirilmiş olsa da, bu anlatım tarzı düşüncesiz bir hatadan ziyade başkarakterin nihai “aydınlanma anı”na ulaşmasında etkili bir öğe olarak kabul ettiğimiz Tahsin’i ne idüğü belirsiz bir meczup görüntüsünden kurtarmak ve bunu yaparken hikâye akışını bozmaktansa konuyu iki ayrı bölüme yaymak amacıyla kullanılmıştır. Erzurumlu Tahsin hikâyesi sadece içinde barındırdığı karakterlerle değil, arka plan olarak aldığı şehirle ilgili dile getirdiği ve bir romanda bile tamamen ifade edilmesi zor gözlemlerle de neden Tanpınar’ın en seçkin Türk yazarlar arasında yer aldığını ispatlamaktadır.
Peyami Safa, Canan Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendinin Rüyaları 3 Orhan Okay, Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar 4 Kenan Akyüz, Bir Gül Gibi Karanlıklarda (Haz: Abdullah Uçman, Handan İnci) 1 2
AŞİYAN
25
Dosya
Tanpınar’ın Anlatılarında Hayatın Acil Çıkış Yollarına Ulaşamayan, Mahsur Kalmış Karakterler AYŞE GÜL CEVAHİR Ahmet Hamdi Tanpınar her ne kadar şiire daha çok önem vermişse de onun aradığı, peşinde koştuğu şiirin en iyilerini vermiş biri vardı önünde. Yahya Kemal’in gölgesinde kaldı şiirleri hep. Şiir yazmak konuşmaktı onun için, kendi tabiri ile sustuğu sıralarda yazdığı öyküleri ve romanları, şiirlerinden daha çok ilgi gördü bu sebeple. Tanpınar tam tabiri ile kişiliği ile, düşündükleri ve yazdıkları ile “zamanının dışında” kalmış bir yazardır. Ona bugünkü değerini veren de bu zaman dışılıktır aslında. Tanpınar’a göre zaman yekparedir ve parçalanamaz. Öykülerde “zamanın ne içinde ne büsbütün dışında” yer alan kahramanlar tam bir çıkmaz içindedirler. Tanpınar zamanda “devam”, “süreklilik” düşüncesinden yanadır; Proust, Hegel, Bergson gibi düşünürlerin felsefelerinden oldukça etkilenmiştir. Zaman kaymaları yaşayan, zamanı yerli yerine oturtamayan kahramanlar bir rüyada yaşarlar sanki. Mazi insanın hep peşindedir, geçmiş hep şimdinin içindedir Tanpınar’a göre. Pek çok kahraman geçmişinde yaşar ya da geçmişleri onlarla birlikte yaşar da diyebiliriz. İçinde bulunulan anı bir türlü kabullenemezler, geçmiş şimdiye taşar ve anı boğar. Zaman geçişlerine, parçalanmalarına olan ilgisi onu rüya estetiği arayışına sürüklemiştir. Uyumak Tanpınar için bulunduğu zamana dışarıdan bakmak demekti; neyin içinde olduğunu anlamaya çalışan, kafası karışmış karakterleri bu yüzden hep bir rüya halindedir. Uyanıkken
26
AŞİYAN
de uyurken de bir arayış yoludur rüyalar ve hayaller onlar için. Yaşadığı dönem itibari ile bir medeniyet ve kültür değişimine maruz kalmış olan Tanpınar, eserlerinde bu değişim sancılarını, arada kalmışlığı ve bunların bireydeki sarsıcı etkisini işler. Batı ve Doğu çatışması toplum düzeyinde görüldüğü gibi birey düzeyinde de büyük etkiler yaratmıştır. O yeniyi kabullenmekle birlikte, sonuna kadar geçmişe sadıktır. Bu kırılma, arada kalmışlık öykülerinde ve romanlarında da vücut bulmuştur. Çünkü yeniyle birlikte zaman ve bütünlük parçalanmış, bireyin bilinci yaralanmıştır; yarattığı karakterler de hep bu yöndedir. Bu karmaşada birey sentezci olmak zorunda olduğu için kahramanları hep parçalanmış, hatta sanki yamalanmış bir ruha sahiptirler ve buhranlarının kaynakları ikilik, neyi sentezleyeceğini seçememek ya da seçtiklerinden pişman olmaktır. Genelde kahramanları hayatlarının gidişatından memnun olmayan, kendilerini bir boşlukta gibi hisseden insanlardır. Bu insanlar, uyku ile uyanıklık arasında gördükleri hayaller ve rüyalar ile içinde hapsoldukları bu zaman ve mekândan çıkış yolu bulmaya çalışırlar. Onların ruhları zamansız ve mekânsız olmak ister adeta. Bu anlamda rüyalar onlar için kendilerinden kaçma, kapandan kurtulma, gerçek - Neye göre! - hayatlarında ulaşamadıkları amaçlarına ulaşma girişimleridir. Belki de gerçeklik o rüyalardadır ve bu yaşadıkları rüyadır diye düşünürler çoğu zaman. Zaman ve mekân algıları gerçeklik algılarının da bozulmasına yol açmıştır. Bir yol arayışı demişken, saydığım bu özellikleri tüm eserlerinde görebilmemize rağmen “Bir Yol” kısa öyküsüne göz atarak örneklemekte fayda görüyorum. Bu öykü aslında bir durum öyküsüdür. Anlatıcı karakter, içinde bulunduğu ruh halini aktarmak için bu anlatıya başvurur, amacı ölen çocuğunun nasıl öldüğünü ya da hayatının nasıl geçtiğini anlatmak değildir. Hayatı akıp giden bir yol olarak düşünürsek, bu yolda yolculuk ederken gözüne ilişen, bir nevi acil çıkış kapısı diyebileceğimiz, bir yol arayışı içindedir karakterimiz. Bir gün yaşadığı “rüya”dan uyanmıştır ve aslında olmaması gereken bir zaman ve mekânda bulmuştur kendini. Kendine ve hayatına bir anda yabancılaşmıştır ya
Dosya da aslında her şey bir anda olmamıştır; onu bu yol buraya getirmiştir sonuçta, daha uzun bir süreç olmalı bu kendinden uzaklaşma. Küçük kapalı hayatında, camekânda sergilenen kusursuz bir elbise gibi manasız ve cansız hissediyor kendini ana karakterimiz. Vitrin camından bakılınca imrenilecek bir hayat; ama o “hayat”, cansız bir mankenin üzerinde, varoluş amacını henüz gerçekleştirememiş, kendini bulamamış, üzerine dikildiği “hayatı” bulamamış sanki henüz. Bulunduğu vitrinden, hani hareketli bir aracın içindeyken camdan dışarı baktığınızda sanki siz duruyormuşsunuz da yol akıyormuş gibi görünür ya, işte öyle o akıp giden hayatı seyrederken, çıkış yolunu, üzerine oturacağı “insanı” görür her gün fakat o insan ona gelmeden ona ulaşma ihtimali olmadığını da bilir aynı zamanda. Yolun kalkıp bir insanın ayağına gelmesi kadar imkânsızdır bu. Bunu bilir ama yine de bunun hayali ile bir rüyada, yabancı olduğu bir mekânda, tanımadığı bir bedende, her gün gördüğü ama aslında kimin eşi ya da çocuğu olduğunu bilmediği insanlarla yaşamaya devam eder. O insanları bilir, onlar birinin eşi ve çocuğudur ama kimin olduğunu bilemez, kendinin gibi görünür ama aslında kendini bilemez bu karakter. İşte hep bu sanki o çıkış yoluna adım atabilecekmiş gibi ama atamayacağının farkında olduğu o eşikte geçer bundan sonra hayatı. Çünkü bir kere gözünü camdan dışarı çevirmiştir, başını kaldırıp bulunduğu zamandan ve mekândan daha ötesinin olduğunu, gitmekte olduğu yoldan daha başka, daha güzel bir yol olabileceğini farketmiştir. Trene bir kez binince yol aldığı durağa kadar inilemeyeceğinin farkında olmak, işte budur onu aciz, kendinden uzak hissettiren. Tanpınar çevresinde bulunan tüm politik ve kültürel sorunlardan arınmış bir şekilde işte bu gündelik hayatın etkisine maruz kalan bireyleri işler hep. Sade, basit, hiçbir özelliği olmayan bireyi işler. Realist ve toplumcu akımların tercih edildiği bir dönemde o, bu rüya gibi gerçekliği ve bireyleri ile modernist edebiyata daha “modern zamanlar” gelmeden erişmiştir. Tanpınar, bu yüzden o inandığı yekpare zamanın dışında kalmıştır; çünkü aslında o, vücudunun bulunduğu o zamanda daha doğmamıştır. Gerçek Tanpınar 70’ler den sonra özüne ulaşmış, kendini ve değerini bulmuştur. Tam da istediği gibi zamansız ve mekânsız var olmayı başarabilmiştir.
Merdivene Koşar Adım İSLÂM DALP Ve bir gün daha geçer Ömür yarılanır birden. Hayat denilen yaprak okunmaya değer mi ki?
Çakarsın her bir hatırayı yeşil mendil kutusuna... Unutursun sonra Yarın da bir kapı mı?
Ardından bakakalırsın Bir dost adımlarken ömür merdivenini Telaşla...
Ayrılamazsın, kopamazsın Her şey unutulmaz...
Ve çaresizlik... Eller karışık, Parmaklar düğüm... Melâl kördüğüm...
AŞİYAN
27
Röportaj
Ayşe Sarısayın Röportajı ECEM BAYAR, DENİZ ÖZLEM ÇEVİK, FIRAT DEMİR, MERVE ŞEN “Hepimiz bir anlamda hayata tutunmaya çalışıyoruz.” diyorsunuz bir röportajınızda. Öykülerin sizin hayata tutunma biçiminiz olduğunu söyleyebilir miyiz? Sizi yazmaya iten, babanız dışında, ne gibi etkenler var? Yazmanın da hayata tutunmanın bir yolu olduğunu düşünüyorum. Kimileri spor yaparak, kimileri sinemaya merak duyarak tutunuyor hayata. Babamın asıl etkisi yazmamda değil de, iyi bir edebiyat okuru olmamda sanırım. Gözümü açtığım anda kocaman bir kütüphane gördüm, her yanı kitaplarla dolu bir evde büyüdüm. Yazar bir baba modeli, annem edebiyat öğretmeni. Çocuğa model olmak önemli, çünkü ne görürseniz öyle devam ediyorsunuz. Bizim çocukluğumuz da farklıydı tabii, görsellik ve iletişim, bugünkü kadar ön planda değildi. Televizyon yoktu örneğin, hayal gücünü geliştirmenin tek yolu okumaktı. Masallarla başlayan okuma yolculuğu vazgeçilmez oldu zamanla, hep çoğalarak sürüp gitti. Necatigil “Bende şairlik çocukluğumun hastalık ve yalnızlıklarına bir taviz olarak belirdi.”diyor. Sizdeki öykücülüğün de çocukluğunuzdan izler taşıdığını söyleyebilir miyiz? Evet, öykülerimde çocukluğun izleri çok fazla, ama çocukluğum, babamın çocukluğunun aksine güzel, huzurlu ve güvenli geçti. Sokaklarda değil de, evlerin korumasında büyüyen, annesinin yanında başka evlere giden, kek kurabiye yapan, örgü örüp dikiş diken kadınların arasında yetişen, babasından masallar, annesinden ninniler dinleyen bir çocuktum. Necatigil’in, acılı ve sancılı bir çocukluğu var, şiirini hep o damardan beslemiş. Benim kapanmayan yaralarım, mutsuzluklarım yok, hırpalanmadım, kendimi yalnız hissetmedim. Çevremi iyi gözlemlemiş olmalıyım ki, geçmişe ait ufacık bir kıvılcımdan esinlenebiliyorum. Küçük bir kesit canlanıyor zihnimde, farklı çağrışımlarla bir öyküye dönüşebiliyor. Çocukluk, çok zengin bir kaynak benim için.
Öykülerinizde bir farkındalık hali var. Necatigil’in şiirlerinde ise buna ek olarak yaşanmışlık. Bu iki unsurun hayatınızdaki yeri nedir? Size göre, yazar olmak için, başarılı olmak için hangisi daha ağır basmalı? Yaşamak mı, gözlemek mi? İkisinin de önemi olduğunu düşünüyorum. Yaşanmışlık, doğrudan yaşananı yazmak anlamına gelmiyor kuşkusuz. Farkındalık ya da farkında olarak yaşamak, yani gözlemlemek, durup bakmak, görünenle yetinmeyip arka planı didiklemek. Bunlar birbirlerine bağlı kavramlar. Yazılanlar anı olmasa da, yazardan izler taşıyor mutlaka. Hayata bakış açısı, birikimi, hatta katıldığı bir sohbet, izlediği bir film bile yansıyor yazılara bir şekilde. Benim yazdıklarımın çoğu da belki bir cümle, tek bir kelimeyle de olsa hayatımdan izler taşıyor. Hayata dair gerçek bir kesit, farklı bir kurgunun içinde yer alıyor sonuçta. “Çok Şey Yarım Hâlâ”da “Belki de şiirler yardımcı oluyor bazı resimlerin eskimemesine.” diyorsunuz. Acaba babanızın yaşantısını ve yaşantınızı eserlerine taşımanız onları canlı ve kalıcı tutma isteğinden mi kaynaklanıyor? Amaç öğretmek mi yoksa yaşatmak mı? “Çok Şey Yarım Hâlâ”, babamın dostları ve annemin teşvikiyle giriştiğim bir çalışmaydı, yazı maceram da bu kitapla başlıyor zaten. Yola çıkış şuydu: Necatigil “evler şairi” olarak bilinir, onu tanıyan, onunla aynı evde yaşayan biri onu yazdığında şiirleri, hayata bakışı, edebiyata ilişkin görüşleri daha rahat anlaşılır diye düşündük. Eli kalem tutan, okumaya tutkun biri olarak bu işi ben üstlendim, devamında da öyküler geldi. Onun ev hallerini anlatmaya çalıştığım bu kitap, güzel bir teşvik unsuru, bir başlangıç oldu benim için farkında olmadan. Şiirlerinin arka planına yaklaşmak, yaşanmışlıklarla ilişkisine biraz ışık tutmak istedim elimden geldiğince. Amaç ne öğretmek, ne de yaşatmak, olsa olsa bir yaklaşım sağlama çabası belki. Bir babanın çocuklarına mektup yazması pek de alışıldık bir durum değildir, özellikle de mizahi bir dille. Siz onları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu mektuplar sizin yazarlık serüveninizi etkiledi mi, gerek kendinizi geliştirmenizde gerek hikâyelerin olay örgülerini oluşturma sürecinde? Küçük bir çocuk, çok sevdiği babasından mektup aldığında nasıl sevinirse, ben de öyle karşılardım bu mektuplara. Beş-altı yaşlarımda bana yazılan o sevimli mektuplara çok sevindiğimi hatırlıyorum yalnızca, ama bugün dönüp onlara baktığımda onun sevgisini ifade etme
AŞİYAN
29
Röportaj biçimini, satır aralarında gizli mizahı algılayabiliyorum. Bir baba kız arasındaki hoşluk olarak görüyorum, ancak yazarlığımı etkilediğini düşünmüyorum. Şiirlerinden, yazılarından ve dostlarına, anneme yazdığı mektuplardan çok daha fazla etkilenmişimdir. Evin babanız için yaşama dışında bir çalışma alanı da olduğunu biliyoruz, bize orayı anlatır mısınız? Ne kadar sıklıkta oraya gider, ne kadar zaman orada kalırdı? Yazmak için ne ile beslenirdi, nasıl bir çalışma düzeni vardı? Babam hem çok “evcil”, hem de çok disiplinli bir insandı. Çalışmak için dışarıda geçirdiği zorunlu zamanların dışında hep evdeydi. Son altı-yedi yıl, sabah yedide kalkıp o saatten itibaren kısa kahve ya da yemek molaları dışında hep masa başında olduğunu hatırlıyorum. Bu zamanın tümünü şiir yazmak için kullanmıyordu tabii, genelde çeviri, sözlük, antoloji vb çalışmaları oluyordu. Şiirlerini herhangi bir yerde otururken, otobüste, hatta yolda bir iki satır not aldıktan sonra üstünde belki aylarca çalışarak ortaya çıkarırdı. Çok titiz çalışırdı, hiçbir taslağı atmazdı. Ufak notlar aldığı, tek tük satırlar yazdığı kâğıtları vardı, ilk taslakları, müsveddeleri biriktirir, onları ataşla birbirine tuttururdu. Tek bir şiir için bir araya gelmiş sayfalarca kağıt görebilirdiniz. Ben bunları arşivcilik olarak nitelendiriyorum, muhteşem bir arşivciydi babam. Bu özellik, “biriktirme”, “toplama” biraz hayata da bakış açısı. Bu notlar, benim de çok işime yaradı “Çok Şey Yarım Hâlâ”yı yazarken. Kendi hakkında yazılanları da düzenli bir şekilde dosyalamıştı, hâlâ eski bir kitabı elime aldığımda, kesip arasına koyduğu bazı gazete, dergi yazılarına rastladığım oluyor. Yazmak için neyle beslendiğine dair kesin bir şey söyleyemem, ancak şiirlerine, radyo oyunlarına baktığımda acılardan, hüzünlerden diyebilirim bir ölçüde. Kendisini o zamanın edebiyat dünyasında nerede görüyor, kendini ne nedenle farklı buluyordu şayet buluyorsa? Onun en büyük sitemi ve en büyük teşvikçisi ne idi? Onu kaybettiğimde yirmi bir yaşındaydım, edebiyat ilişkisinden çok, birbirini seven bir baba- kız ilişkisiydi. Okuma açısından beni yönlendirdiği oldu,
30
AŞİYAN
ancak onun edebiyatı ve şiiri konusunda pek konuşma fırsatı bulamadık. Benim dışarıya, sokağa açıldığım yaşlar, onun eve kapandığı yıllar... Öncesinde ise, ben henüz on üç-on dört yaşlarımdayken böyle bir paylaşım olamazdı zaten. Ama “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü” adlı antolojisinde şu yorumu yapmıştır kendisi için: “Şiirde kırk yılını, doğumundan ölümüne, orta halli bir vatandaşın, birey olarak başından geçecek durumları hatırlatmaya; ev-aile-yakın çevre üçgeninde, gerçek ve hayal yaşantılarını iletmeye, duyurmaya harcadı. Arada biçim yenileştirmelerinden ötürü yadırgandığı da oldu, ama genellikle, eleştirmenler, onun için, tutarlı ve özel bir dünyası olan bir şair dediler.” Sanırım yaptıklarından hoşnuttu ki, böyle yazdı. Hoşnut olmadığı bir şeyi başkalarına sunamazdı zaten. En büyük sitemi neydi, tam olarak bilemem, ancak haksızlık ve adaletsizlik olabilir diye düşünüyorum. En büyük teşvikçisi ise içe dönük kişiliği, kalabalıklar içinde de yaşadığı yalnızlıktı belki. “Anlatınca bir şeyler ölüyor.” diyor şair. Yıllar boyunca onu çalışır ve konuşurken izlediğinizde mürekkebe akıttıklarından çok daha fazlasını hissettiğini düşündünüz mü? Necatigil’in yayınlanmış eserlerini bir kenara koyarsak, peki yayınlanmamışlar veya kaleme aktarılmamışlar için siz neler söyleyebilirsiniz? Hayli erken ve beklenmedik bir ölümdü –her ölüm erkendir gerçi... Ancak o güne kadar yapmak istediklerini koşullar el verdiğince yaptığına inanıyorum. Aktaramadıkları, duygu olarak kalıp yazıya dökemedikleri de olmuştur elbette. Erken yaşta emekli oldu ve izleyen altı-yedi yıl boyunca inanılmaz verimli çalıştı. Bu dönem kısa sürdü ne yazık ki, bir on yıl daha yaşasaydı bu üretkenlik devam ederdi herhalde. Ancak neyi, nereye kadar aktarabildi, onu bilmeye imkân yok. Örneğin kimi şiirlerin üzerinde bir süre çalıştıktan sonra üzerine “terk” yazıp bırakmış, yani şiiri terk etmiş! Onun terk ettiği şiirlerin yayımlanması uygun olmaz diye düşündük. Yazarlığa adım atarken hiç babanızdan kaynaklı bir çekingenlik yaşadınız mı? İster istemez ona benzeme ve taklitçi bir yazar olarak anılma ve sönüp gitme korkusu oldu mu?
Röportaj Bu alandaki ilk çalışmam doğrudan babamla ilgili olduğundan, çok kaygılıydım. Onun doğru anlaşılmasına yardımcı olabilecek miyim, adına yakışır bir kitap çıkarabilecek miyim ortaya, vesaire... Sonrasında böylesine büyük kaygılar duymadım. Önemli olan, benim elimden gelenin en iyisini yapmaya çabalamamdı. Babam benim için Türk edebiyatının en sevdiğim, en değerli isimlerinden biri, bu alanda önemli bir isim. Yıllar sonra bir dizi rastlantı sonucu girdiğim bu yolda, Necatigil’in gölgesinde kalmak gibi bir kaygım olamaz, çünkü bunu çok doğal karşılıyorum, bu yüzden de bu durum hiçbir zaman rahatsız etmedi beni. Ben “iyi bir şair”le aynı evde yaşadım, aynı havayı soludum, paylaştığımız ortamın, çok erken kaybetmeme rağmen bana çok şey kazandırdığını düşünüyorum. Babanızdan çok farklı bir tarzınız var. Hem onunla iç içe olup hem bu özgünlüğü nasıl sağladınız? Ondan ayrışmak için nasıl bir yol izlediniz? Ondan ayrışmak için özellikle bir yol izlemedim. Hem çok sevdiğim bir şair-baba kimliğiyle, hem de hayata karşı duruşuyla takdir ettiğim birisi Necatigil. İnsan olarak, insani değerler açısından etkilenmişimdir mutlaka. Ancak çok takdir ettiğim, hayranlık duyduğum başka insanlar, yazarlar ya da şairler de var. Bu duygular ayrı, izinden gitmek ayrı bence. Yazmaya çok daha genç yaşlarda başlasaydım, bu etkiler daha belirgin çıkabilirdi ortaya. Geç başlamanın avantajı belki! Sonuçta Necatigil’le aynı evde yaşadım, ama onlarca, yüzlerce başka şairin, yazarın kurduğu dünyaları da onları okuyarak yaşadım bir bakıma. “Yorgun Anılar Zamanı”nda kadınların iç ve dış dünyasındaki çalkantılardan ve boşluklardan bahsediyorsunuz. Bir kadın yazar olarak, bir evli kadın olarak, bir anne olarak siz kendinizi bu kadınlara ne kadar yakın hissediyorsunuz? Doğrudan beni anlattıklarını söyleyemesem de, kimi öykülerde çocukluğumdan izler olduğunu da inkar edemem. Örneğin Maçka Palas, Gökyüzü Masalları, Atları da Vururlar… Özellikle Gökyüzü Masalları’nda anlattığım yaşantı, sokak, o insanlar babamın bir şiirinde dile getirdiği havadır. Beşiktaş’ta bir arka sokak, ahşap evler, kimi yoksul insanlar… O sokaktan taşındığımızda yedi yaşındaydım. Eski Sokak şiiri olmasaydı, bu anılar canlanmayacak, bir öyküye dönüşmeyecekti belki. Dikiş diken, yorgun bir kadın var gözlerimin önünde, o resmin çevresine bir hikâye
örmeye çalışıyorum. Anlattığım kişi ben değilim, hele bazı öykülerde –Yalnızlık Çeşitlemesi başlıklı bölümdeki öyküler- kesinlikle ben değilim; ama yazabiliyorsam, yazmayı deniyorsam kendimi bir an için de olsa onların yerine koyabiliyorum, duygularına uzanabiliyorum demektir. Duygu olarak uzaksa eğer, yazmayı denemiyorum. Ölüme giden bir canlı bombayı yazamam örneğin, çünkü bilmiyorum, tanımıyorum. Gözlediğim bir durum değil, anlamaya çalışıyorum yalnızca. Sonuçta bu öykülerdeki hayatlar daha tanıdık bana, bu kadınlara daha rahat ulaşabiliyorum galiba... Ülkemizin toplumsal sorunlarından birine değinmek miydi bu kitabı yazarkenki amacınız yoksa daha yakından alakadar olduğunuz, bildiğiniz bir şeyi yazmak daha içten ve samimi olacağından daha büyük bir başarıyı yakalayacağınızı mı düşündüğünüz için yazıldı bu kitap? Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın pek çok yerinde de benzer sorunlar var aslında. Bizdeki ataerkil yapı da önemli bir etken kuşkusuz. Başarı yakalamak diye bir hedefim yoktu, daha önce de dediğim gibi elimden gelenin en iyisini yapmaya çabalıyorum genelde. Yazarken bunları düşünmüyorsunuz, sonuç –adı üstünde- sonradan gelen bir şey, başkalarının, okurun değerlendirmesi başarı olarak algılanabileceği gibi, başarısızlık da olabilir. Farkına vardığım, içselleştirebildiğim bazı durumları yazdım, başkalarıyla da paylaşmak, onların da farkına varmasını sağlamak istedim belki, hepsi bu. Sizce bu kadınları bir roman haline getirseydiniz daha etkili ve büyük bir başarı elde etmiş olur muydunuz? Neden öykü yazarlığını tercih ettiniz? Bu konuya daha önce de değinenler oldu. Neden öyküyü seçtim? Çok etkilendiğim bir durum oluyor, herhangi bir çağrışım beni eski bir yaşanmışlığa götürüyor, bunu yeni bir kurgu içinde yazıyorum, başka bir hikâyeye dönüştürüyorum. Sonra başka bir duygu, başka bir durum, yine yazıyorum, böylece sürüp gidiyor bu serüven. Anlık çağrışımlardan yola çıktığım sürece, öykü ortamı bana yeterli imkan sağlıyor. Ancak bu kitabın Yalnızlık Çeşitlemesi bölümündeki öyküler, biraz farklı gelişti. Yazdığım öykü, anlatmak istediğim kadını anlatmaya yetmedi, dar geldi sanki. Biraz açmak istedim, başka bir öykü çıktı, biraz daha açmam gerektiğini düşündüm, bir öykü daha oluştu. Belki baştan düşünseydim, roman da olabilirdi.
AŞİYAN
31
Öykü
Tetik ÇAĞRI MUTAF “Korkak,” dedi gülerek. Gülmek de her şey gibi birden fazla anlama gelebilir. Alay edebilirsin de eğleniyor da olabilirsin. Eğleniyordu ve aslında karşısındakinin ne böceklerden ne başka şeylerden korkması onun gözünde değerini düşürüyordu. Karşısındakine erkek demesi doğal. Seviştiğin birine eğer kadın ve heteroysan erkek dersin zaten. Ama her tanımın peşinden sürüklediği başka anlamlar vardır. Sözcükler böyledir, sadece kendilerini söylemezler; peşlerine pek çok çağrışım pek çok hatıra takarlar. Bir çemberin merkezi gibidirler. Bazı tanımların/sözcüklerin söylediğiyse çağlarca insanlar tarafından şekillendirilmiştir. “Erkek” kuyruğunda “korkak” diye bir şey taşımamalı bu yüzden. Ne kadar karşı da olsa – ister kadın ister erkek – bu tanımların ve çağrışımların kölesidir. Hasbelkader başka etkenler devre dışı kaldıysa genellikle buna göre seçerler partnerlerini. O yüzden erkek bu sıfatı istiyorsa ve kuyruğundakilerden şüpheliyse kendini bu tanımlamaya layık olmadığı için suçlar. Bunu gösteren herhangi bir işaret belirdiğinde kızar. O da kızdı. “Yanlış anlama aşkım, seni kırmak istemedim, öyle olduğunu düşünmüyorum zaten.” Erkeklik kırıldığında onarılabilen bir şey değildir. Kırılamaz olması gerekendir. Zaten tüm olay da bu. Bu kırılamazlığı ya çevrendekileri tehdit ederek – ki bu bir araçla, bir silahla olurdu – ya da insanların algısında onu sağlamlaştırarak, saldırılamaz hale getirerek sağlarsın. Bu yüzden düşündü ki: elinde bir altıpatlar olsa kavgalar da daha kolay olurdu sevişmeler de. Hep düşünürdü bunu aslında. Bir fetiş objesi, bir kutsal taş gibi görmüştü hep. İçinde altıpatlar olan bir film mi? Severdi. İçinde altıpatlar olan bir kitap mı? Severdi. İçinde altıpatlar olan bir şiir yazmıştı. En sevdiği şiiri oydu. Takıntı da değil aslında ama eksik olan bir şeydi, bir arzu nesnesiydi ve yaşadığı süre boyunca onu her gördüğünde tamamlanmaya bir adım daha yaklaşıyordu. Sanki gördüğü her altıpatlar, son durağa yaklaştıkça gördüğü bir işaret levhası gibi, sürekli azalan kilometreleri gösteriyordu. Lakin öyle yollar vardır ki hiç bitmezler. Bazı anılar vardır sanki suçluluğu, utancı gizlemek için kendileri gizlenmiştir. 6 yaşındaydı. Kirli sarı Toros’un içindeyken yaşadığı şehrin havasının ne kadar o arabanın rengine benzediğini düşünmüştü.
32
AŞİYAN
Yine geç bir saatti tüm gizli işlerin yapıldığı. O ise 6 yaşından beri geceleri kolay kolay uyumamıştı. Büyükler kendi işlerinin peşindeyken onun arka koltukta uyuması gerekiyordu. Uyumamıştı. İçinde bulunduğu araç öyle külüstürdü ki – o altı yaşındayken bile – sanki her yeri delikti, yamalıktı ve her yerinden şehrin pis, kömür kokulu havasını içine alıyordu. Soğuk yetmezmiş gibi o pis hava hem arabanın içini grileştiriyor hem de dışarının sarısını koyulaştırıyordu. Dışarısı sarıydı çünkü o saatlerde şehrin aydınlatması sarıydı ve soğuktan buğulanan camlar bu atmosferi bütüncül bir havaya sokuyordu. Babası şoför koltuğunun kapısını açtı, arabaya bindi, binerken kendi soğuğunu ve kirli havasını içeri soktu, oturdu, bir sigara yaktı. Şimdi hatırlayamadığı bir şey konuştular annesiyle ve öndeki iki koltuğun arasına bir altıpatlar bıraktı. Yaz tatillerinde gelen abisi kendi oyuncaklarıyla onların oyuncak olmadığı gerekçesiyle oynatmazdı. Büyüklere göre şeylerdi bunlar ve kolunu uzatmak kadar bir mesafede o büyüklerin ulaşılmaz dünyasına ulaşabilecekti. Ulaştı. Tek hamlede ve kimseye belli etmeden. Ama oyuncak sandığından ağırdı. Tetiği çekmek neredeyse imkânsızdı, tetik ağırdı. Namlu yere doğru bakarken incecik kollarının tüm kuvvetiyle yüklendi tetiğe. BAM. Korkutucu ve yaptığı yaramazlığı insanın gözüne sokan bir gürültü çıktı. Silahtan bir şey çıkmadı. Sadece biraz duman. Ve arkaya dönen iki büyük baş. O zamandan beri yaramazlığa gizlice olsa bile yanaşmadı. Hayatında sadece bir defa büyüklerin dünyasına eriştiğini hissetmişti ve belki de tedirgin olmadan yaptığı tek hareket buydu. Yaptığı şeyden dolayı ne kadar utandırıldı ve ayıplandıysa o kadar da korkmuştu tetiği çektikten sonra. Hâlâ erkekti ama hâlâ büyümemişti. Erkek kuyruğunda ne gözyaşı ne de hayal kırıklığı taşır. O çok ağladı ama daha çok hayal kırıklığı yaşadı hayatı boyunca. Hayal kırıklığı yaşamamak için adımlarını bilmediği yerlere atmamaya başladı ve o zamandan beri cesur olamasa da korkak da sayılamaz. İnsan ruhu zamanla öyle iç içe geçmiştir ki içinde mi dışında mı belli değildir ve zaman öyle mükemmel bir düz çizgi üzerinde ilerler ki… Zamanın hiçbir bölümünde “bir an” öncesini ve sonrasını bir tetiğin çekilmesi kadar etkileyememiştir. Bir tetiğin çekilmesi hem insan ruhunda hem de zamanda kırılma yaratabilen yegâne andır.
AŞİYAN
33
Deneme-Öykü
Uzun Kıvrık Bıyıklıydı Hem De... İSLÂM DALP
Zira ne kimseyi kabul ediyor ne de konuşuyor... Kendini çizdiği gibi çiziyor evini: içinden, katıksız... Kendi çizgilerinde yürümek, bir zerafet edası! Bembeyaz, güvercin kanatlı. Ama o Aşiyan diyecek, yuva, bir kuşun yuvası. ‘Kırgın Kanat’ şaire düşülmüş uzun bir dizeydi belki... Taş üzerinde ahşap desenler. Kökü sağlam ve doğallığıyla kucaklıyor gökyüzünü. Sizce de şair değil mi evi de? Şairde oturan binlercesini unutacak mıyız peki?
“Yıllar geçtikçe yokuş daha bir dikleşiyor. Artık bir gece kuşu, pencere bekçisi şair.”
Yokuşu sırtına vurmuş bu havasıyla ona hiç de bir ressam diyemezdik aslında -sahi ressamların elleri var mıdır, onlar da dokunurlar mı şiirin yüreğine?- Ressamdan çok bir şair belki de ‘Tarih-i Kadim’ kadar uzun bir şiir. Yürü-yor-(ul)uyor.. Zihin bohçası kim bilir neler ile dolu, elinde fırça varmış gibi farazi şekiller çiziktiriyor o yokuşun tüm taşlarına. Yıllar sonra oraya onun yerine çıkanlarda sadece bir soluk soluğa kalma havası olacak, ne çizilen nakışları görecekler ne de rengarenk ebemkuşağı boyaları... [Taşlardan zaman akıyor...] Adı şair olsun kahramanımızın, hüzün ise göbek adı olsun ki her şair deyişimizde beraberinde duyalım bu kederi1. İlk önce genç bir sima ile gülsün aynalara2, gözlerinin içi umuttan ışıl ışıl... Her yaşında boğazını okşayan bir aksesuar var, bu yıllar papyon. Saçlarının bukleli havası heyecandan köpük köpük yükselen bir dağ... Belki bilmiyorsunuzdur, gittikçe haşinleşecek bakışlar. Kaçış peşinde olan, kalıplardan sıkılan kalem ehli olarak sahnededir şimdi, onun gibi bir dergi ehli. Ahşap evlerin bir bir kaybolduğu gibi yerini canlılığın almadığı zamanlar... Her şey yapılmamışa doğru meylediyor. Tozlu lügatler masaya iniyor ve musiki kulesi yükseliyor şiirde boydan boya... Mürekkebi akışkan, her yere sıçrıyor olur olmaz. Ve ard arda kapanışlar... Bir de gözünün nurunun haberi: artık kimseye ne bağlı ne ilintili! Bana hayal kırıklıklarından büyük bir uçurtma yapabilir misin güzel ressam? Tuval üzerine yağlı boya çalış onu da. O kadar da özenmen gerekmez hem. Sadece seni tutup ellerinden uçurtmamla götüreyim göklereو... Yıllar sonra, uzakta bir ev silueti olarak çizecek başka bir ressam seni. Ama sen şimdi her şeyin üstünü çiziyorsun şair. Her yer kapkaranlık ve sis gönüllere çökmüş. Kasvet boğum boğum... Yine yokuşun uçurumunda bir tablo ve altında o dizeler: “O beddua...” Artık taşlar deniz tarafına taşımıyor şairi. Yalnızca yukarı ve yuvasına ardından. O, bu kadar gömülmüşken evine; bahçesinde soluklanalım o halde.
34
AŞİYAN
Yıllar geçtikçe yokuş daha bir dikleşiyor. Artık bir gece kuşu, pencere bekçisi şair. Yaprakları dinliyor ama denize kusuyor kinini. Kustukça köpükleri birikiyor ağzında ve sonunda dilinde yavaş yavaş dinmeler... Bu tepeden, yani fethin başladığı kaleden, kucaklıyor şehri yeniden. Özür diliyor... Ama hâlâ dik yokuş alabildiğine... İniş yok ama çıknaların seferleri durmuyor. Fırçalar durmadan yüzleri boyuyor ve bir elde kalem bir diğerinde fırça, yokuş Kayboluyor...
/şairsin hüznünden belli…/” (Harfler ve Hölderlin), Hilmi Yavuz’un ışıldağıyla... 2 İleri zamanlarda herkes Borges olup küsüyor belki aynalara. O hâlde marifet gül kalmak aynalarda... 3 Esma Sultan’dan ödünç 1