AŞİYAN

Page 1

Aralık 2011 / Sayı 1

AŞİYAN

Boğaziçi Üniversitesi Aylık Edebiyat Dergisi

• Bir İhtimal Daha Var... Venedik’te Ölüm • “Varolmayanlar”ın Yazarı Doğu Yücel ile Röportaj • 21. Yüzyılda Sanat ve Aktivizm

Dosya:

TEVFİK FİKRET


2

AŞİYAN


“Burası Aşiyan; benim değil, gerçek yolda ilerleyen temiz, cesur, yiğit gençlerindir...” Tevfik Fikret

İçindekiler

ÂŞİYAN

Boğaziçi Üniversitesi Aylık Edebiyat Dergisi

Haberler 4 Şiir- 19 9 Şiir- Ölü 9 Deneme- Aferdersiniz, Hangi Dünya 10 Öykü- Kırmızı 11 Eleştiri- Albert Long Hall Yeni Sezon 14 Şiir- Somon 15 Şiir- Yağmurun Ağıdı 15 Öykü- Gül ve Bülbül, Bin Asırlık Bir Masal, Peki ya Rüzgar? 16 Yanlı Görüş- Bu Beat Kuşağıdır 17 Şiir- İyi Bilirdi(k) 19 Şiir- Babamın Ceketi 19 Dosya- Âşiyan’dan Bakan Şair: Tevfik Fikret 20 Dosya- Tevfik Fikret’in İdeolojisi 21 Dosya- Şerminler İçin Tevfik Fikret 22 Dosya- Tevfik Fikret - Mehmet Âkif Tartışması 24 Şiir- Yanık Yağ 26 Öykü- Virgül 26 Röportaj- ‘Varolmayanlar’ Üzerine 28 Makale- Bir İhtimal Daha Var, O da... Venedik’te Ölüm 32 Öykü- Onun Adı ‘O’ 34 Kampüs’te Bu Ay- 21. Yüzyılda Sanat ve Aktivizm 37

Boğaziçi Üniversitesi Adına Sahibi Fırat Demir

Genel Yayın Yönetmeni Fırat Demir

Yayın Kurulu

Ayşe Gül Cevahir İslâm Dalp Firdevs Ev Fatma Kahraman

Reklam İşleri Sorumluları Övgü Kafadar M. Safa Yaşar

Redaksiyon Çağrı Mutaf

Grafik/Tasarım Yunus Emre Açıl

Haber Kurulu

Muazzez Karacan Merve Şen İrem Torlak

Fotoğraflar

Firdevs Ev Deniz Lefkeli

Matbaa

İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi Baskı Tesisleri Çobançeşme M. Sanayi C. Altay Sk. No: 8 PK: 34196 Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul Matbaa Sertifika No: 10614

Katkıda Bulunanlar

Yusuf Başder (Çınar Sahaf) Funda Demir Esra Dicle Selver Kılıçaslan Ömer Kökçok B. Sema Uras

Yazılar İçin

yazi.asiyan@gmail.com

AŞİYAN

3


Haberler Nobel Edebiyat Ödülü İsveç’te Kaldı Edebiyat ödüllerinin en prestijlisi sayılan Nobel edebiyat ödülü İsveçli şair Tomas Tranströmer’e verildi. Karar açıklanmandan birkaç gün öncesine kadar, Arap baharındaki gelişmelerin de etkisiyle ödülün en büyük adayının İranlı şair Adonis olduğu söylentisi edebiyat kulislerinde kulaktan kulağa dolaşıyordu. Ancak Nobel jürinsin “gerçekliğe taze bir bakış sağlayan yoğun şeffaf imgelemi”nden övgüyle söz ettiği şair ödülün bu yılki sahibi olmaya hak kazandı. Şairin İzmir üzerine yazdığı bir şiir de bulunuyor.

Nazım Hikmet Şiirleriyle Bir Kez Daha Farsça’da

İranlı yazar, şair ve çevirmen Ahmet Puri 1978 yılında İngiltere’deki Türk bir arkadaşı sayesinde tanıştığı Nazım Hikmet şiirlerini Farsçaya çevirmeye devam ediyor. Puri, şairin ilk şiir kitabını ‘Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi’ başlığıyla 1989’da,ikinci şiir kitabını ise ‘Dünyayı sensiz gezdim’ başlığıyla 2006’da Farsça’ya kazandırmıştı. Çevirmen yeni çalışmasında şairin 300 kadar şiiri,yaşamı ve hayat felsefesini bir araya getirerek İranlılara Nazım Hikmet’i yakından tanıma imkanı sunacağını belirtiyor. KAYNAK:Radikal

4

Unutulan Skeçin Yeniden Keşfi İngiliz oyun yazarı, senarist, şair, tiyatro yönetmeni, aktör Harold Pinter’ın 29 yaşındayken yazdığı 1960 yılında sergilenen You, Me and the Gatepost adlı revünün parçası olan ‘Umbrellas’ adındaki oyun tek bir gece sergilenmiş ve daha sonra unutulmuştu, ta ki 51 yıl sonra British Library’den Ian Greaves tarafından tekrar keşfedilene kadar. Absürd tiyatro yazarı ve Umbrellas’ın da içinde bulunduğu revünün yazarı olan NF Simpson’nın arşiv kayıtları içinde bulunan oyun bir otel terasında güneşlenen iki adamın hava durumuyla ilgili diyaloglarından oluşuyor. KAYNAK:Radikal

Plath İlham Kaynaklarıyla Mayor Gallery’de Amerikalı şair ve yazar Sylvia Plath daha önce yayımlanmamış çizimleriyle 2 Kasım-16 Aralık tarihleri arasında Londra’daki Mayor Gallery’deydi. Sergide yazarın eserlerinde yer alan Parisyen sokaklar,İspanyol sayfiyeleri,Louvre’un yanında yer alan reklam standı gibi mekanlar mürekkep sayesinde kağıtlara taşınmış . Kızı Frieda Hughes,’un “Annem hep kendi çizimlerinin hikâyeler ve makaleleriyle yayımlanmasını isterdi” diyerek serginin önemini vurgulyor. 30 yaşındayken evinde başını fırının içine sokup, gazı açarak intihar eden Plath, 1982 yılında ölümünden sonra Pulitzer Ödülü’nü ilk kez kazanan şair unvanını aldı. KAYNAK:Radikal-flavorwire.com

AŞİYAN


Haberler ‘Kalan’a Bir Bakış PEN Yazarlar Derneği tarafından 2002 yılında, Nobel Edebiyat Ödülü’ne Türkiye’den aday olarak gösterilen ilk kadın yazar olan Leyla Erbil’in son eseri “Kalan” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıktı. Bir şiir-roman olan eser içindekiler sayfasıyla başlıyor: önsözce, birinci bölüm, ikinci bölüm ve kişi adları listesi ile bitiyor. Kalan”ın önsöz bölümünde, hikayenin 1940 ve 1950’li yılların İstanbul’unda, masalsı bir evde başladığı, toprağın altındakilerle üstündekilerin arasında olduğu, zamanın okul duvarlarında asılı duran tarih cetvelleri gibi aktığı ve hikayeyi öfkeli bir kız çocuğunun anlattığı belirtiliyor.

“Aşk” Dublin Yolcusu Elif Şafak’ın ‘Aşk’ isimli romanı IMPAC Edebiyat Ödülü’ne aday gösterildi. Merkezi İrlanda-Dublin’de bulunan IMPAC Edebiyat Ödülü, çağdaş dünya edebiyatının en prestijli ödüllerinden biri olarak kabul ediliyor. Ödülün en çarpıcı özelliği adayların dünyanın farklı şehirlerinde bulunan kütüphaneciler tarafından belirlenmesi. Böylece dünya edebiyatını iyi tanıyan ve her yeni çıkan eseri takip eden kütüphaneciler, ödülün kime verileceğinin seçiminde büyük rol oynuyor. Ödülün 2012 yılındaki sahibi nisan ayında açıklanacak. KAYNAK: Zaman

Alay Köşkü, Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi ve Kütüphanesi

KAYNAK: Ntvmsnbc

Favori Polisiye Yazarına Büyük Armağan

İskoçya’daki Dundee Üniversitesi, Anatomi ve İnsan Tanımlama Merkezinin bir parçası olarak kurulacak olan morg için ‘Morg için Bir Milyon’ adlı bir kampanya başlattı.Üniversitenin internet sitesindeki oylamaya katılarak en çok sevdikleri polisiye yazarını seçenler, kampanyaya 1 İngiliz sterlini bağışlayacak. En çok oy olan yazarın adı, üniversitenin yeni morguna verilecek. Yarışmaya, ünlü polisiye yazarları Tess Gerritsen, Kathy Reichs, Lee Child, Harlan Coben, Mark Billingham, Jeffrey Deaver, Jeff Lindsay, Stuart MacBride, Peter James ve Val McDermid katılıyor. KAYNAK:Ntvmsnbc

Kültür ve Turizm Bakanlığınca yurt genelinde başlatılan “Edebiyat Müzeleri” projesi kapsamında, Topkapı Sarayı surlarına inşa edilen tarihi Alay Köşkü, Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi ve Kütüphanesi olarak düzenlendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü Prof. Dr. Onur Bilge Kula, Aa muhabirine yaptığı açıklamada, bakanlıkça yurt genelinde başlatılan “Edebiyat Müzeleri” projesi kapsamında, Diyarbakır’da “Ahmet Arif Edebiyat Müze Kütüphanesi”, Adana’da “Karacaoğlan Edebiyat Müze Kütüphanesi” açıldığını, Ankara’daki “Mehmet Akif Ersoy Müze Kütüphanesi’nin içeriğinin genişletilerek, yeniden düzenlendiğini, Kütahya’da “Evliya Çelebi Müze Kütüphane” ve Erzurum’da “Erzurumlu Emrah Müze Kütüphane” açma çalışmalarının sürdürüldüğünü, İzmir’de de Attila İlhan adına bir müze kütüphane açmak için de uygun yer aradıklarını bildirerek kütüphanenin aralarında Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Nedim, Orhan Pamuk, Nazım Hikmet’in büstleri ve özgeçmişlerini anlatan köşelere 7 binden fazla kitap, yüzden fazla süreli edebiyat ve estetik konulu dergiye ev sahipliği yapacağını kaydetti. KAYNAK: AA

AŞİYAN

5


Haberler The Hobbit İçin İyi Haberler Fantastik edebiyatın öncülerinden J.R.R Tolkien’in “The Hobbit” için oluşturduğu gün yüzüne çıkmamış pek çok illüstrasyon eserin 75. Yıl kutlamaları kapsamında yayımlanıyor. , 1937 yılında yayımlandığında 10 adet siyah beyaz resim ve iki haritanın yanı sıra Tolkien’e ait cilt ve kitap kılıfı tasarımları ile sunulan esere ait mürekkep baskılı taslaklar ile resimlerden oluşan çizimler ve haritalar, kısa süre önce Oxford‘taki Bodleian Kütüphanesi’nde bulundu. Yayımcıların açıklamaları kütüphanedeki 110 Hobbit çiziminden iki düzinesinin daha önce hiçbir yerde yayımlanmadığı yönünde. Ayrıca Tolkien-Hobbit-fantastik edebiyat meraklıları için Yüzüklerin Efendisi üçlemesini sinemaya uyarlayan Peter Jackson’ın The Hobbit için Yeni Zellanda dolaylarında olduğunu bildirmekte fayda var. İki parçadan oluşacak filmin ilk bölümü “The Hobbit: An Unexpected Journey” Aralık 2012’de vizyonda olacak. KAYNAK:Radikal-guardian.co.uk

Bu Şehir Güzelse Senin Yüzünden

Dündar’dan İnönü Kitabı

Nazım Hikmet’in daha sonra eşi olacak Vera Tulyakova’ya 1955- Ocak 1960 arasında seyahat ettiği şehirlerden gönderdiği telgraflar ve posta kartlar kitap haline getirildi.. Vera Tulyakova ,Hikmet’in arşivinde ilk çalışmaları başlatan, Nâzım Hikmet’in edebî asistanı Antonina Sverçevskaya’nın dikkatini çeken ve “Rusça yazım hataları nedeniyle daha da sevimlileştiğini” belirttiği kartpostallara, kurşunkalemle bile olsa üzerlerine birşey yazmama dikkatini göstermiş ve tarihleri ayrı bir kağıt parçasında kartpostallara iliştirmiş.Ayrıca kartpostallarda Nâzım Hikmet’in kitaplarına girmemiş bir şiiri de bulunmakta. KAYNAK:Cumhuriyet

Murakami’nin Serisi Türkçe’de Japonya’nın 20. yüzyıldaki en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen Haruki Murakami’nin, her gün biraz daha gerçekliğini yitiren bir dünyada yaşayan kiralık katil Aomame ve romancı Tengo’nun hikâyesini anlattığı “1Q84” adlı üçlemesi 2012 yılından itibaren Doğan Kitap tarafından Türkçeye kazandırılacak. Gerek okuyucular gerekse edebi çevrelerden oldukça iyi eleştiriler alan kitap, Japonya’da 2009 yılında yayımlandıktan sonra iki ayda 1 milyon adet satmıştı. Youtube’da da dünyanın yeni edebiyat fenomenlerinden biri haline gelen kitabın tanıtım filmini görmek mümkün.

6

KAYNAK:Milliyet

AŞİYAN

Can Dündar, yeni kitabı ‘Canım Erdalım Sevgili Babacığım’da İnönü ailesinin mektuplarını gözler önüne seriyor. Can Yayınları’ndan yayımlanan kitap 1947’de Erdal İnönü’nün Amerika’ya fizik okumaya gitmek üzere bindiği uçakta babası İsmet İnönü’ye yazdığı mektupla başlayıp 1952’de dönüş yolunda yazdığı mektupla son buluyor. Baba-oğulun bugüne dek özenle gizledikleri özel hayatlarına tanıklık imkânı sağlayan bu mektuplar aynı zamanda Türkiye tarihinin kaderinin değiştiği beş yılını, tek parti iktidarının devriliş sürecini izleme fırsatı sunuyor. İsmet İnönü’nün mektupları daha önce Bilgi Yayınları’ndan çıkmıştı. KAYNAK:Radikal


Haberler Wilde’ı Bir Kez Daha Öpmek Mi? Hayır! Oscar Wilde’ın modernist heykeltıraş Jacob Epstein tarafından tasarlanan ve Fransa’daki Pere Lachaise Mezarlığı’nda bulunan lahiti yeniden ziyarete açıldı.Wilde’ın torunu Merlin Holland, ünlü şairle ilgili bir senaryo kaleme alan İngiliz oyuncu Rupert Everett ile Fransız ve İrlandalı yetkililerin katıldığı bir törenle ziyarete açılan mezar, 1985 yılına kadar neredeyse hiç zarar görmemiş lakin 1990’lı yıllardan itibaren ruj lekeleri ve grafitilerin kurbanı olmuştu.1900 yılında Paris’te bir otel odasında yoksulluk içinde hayata veda eden Wilde’ın kabri etrafına yerleştirilen cam kaplama, ziyaretçilerin mezar taşına dokunmasını engellese de Wilde’ın hayranları mezarın yanı başındaki ağacı öpücük ritüellerinin bir parçası haline getirdiler bile. Pere Lachaise Mezarlığı’nda Edith Piaf, Marcel Proust ve Jim Morrison gibi pek çok ünlü ismin de mezarı yer alıyor.

Dünya Kitap Ödülü Hakan Günday’ın Dünya Kitap Dergisi’nin geleneksel Dünya Kitap Ödülleri’nin 2011 yılı sonuçları geçtiğimiz günlerde açıklandı. Osman Saffet Arolat, Refik Durbaş, Semih Gümüş, Doğan Hızlan, Selim İleri, Deniz Kavukçuoğlu, İlknur Özdemir ve Faruk Şüyün’dan oluşan jüri oy çokluğuyla Hakan Günday’ı ‘Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü’ne değer gördü.

KAYNAK:Radikal

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri Sahiplerini Buldu Her yıl, Türk kültür ve sanat hayatına önemli katkılarda bulunan, Türk vatandaşı ve yabancı uyruklu kişilere veya kurumlara verilen Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nde bu yıl şair Sezai Karakoç Edebiyat alanında ödüle değer görülürken, eleştiri alanında Doğan Hızlan bu ödülün sahibi oldu. Doğan Hızlan’ın ödülünü “Çok mutlu olduğumu ve çok sevindiğimi; ödüllendirmenin insan maneviyatına ve çalışmalarına çok yararlı bir doping olduğunu söyleyebilirim” diyerek değerlendirdi. Bu yılki değerlendirme kurulunda ; Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen, Genel Sekreter Yardımcısı Emin Kuz, Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever, Başdanışman Zeynep Damla Gürel, Danışman Yusuf Müftüoğlu, halkbilimci Prof. Dr. Öcal Oğuz ve sanatçı Bayram Bilge Tokel yer aldı. KAYNAK:Radikal

AŞİYAN

7


Haberler Nesin ve Hikmet Tiyatro Sahnesinde

1969’dan beri tiyatroseverlere kapılarını açan ve Genco Erkal tarafından kurulan Dostlar tiyatrosu yeni sezonunda vefatının 15. yılı nedeniyle Aziz Nesin’in öykü, şiir, masal ve taşlamalarından uyarladığı “Nereye Gidiyoruz?” ve 35 yıllık Nâzım Hikmet serüvenini, belgesel, tiyatro ve şiirle sahnelediği “Kerem Gibi” ile izleyiciyle buluşacak. Kaynak:Milliyet

Concourt Biyoloji Öğretmenine Fransa’daki en büyük edebiyat ödülü olarak kabul edilen Prix Goncourt ödülünü, Fransa’nın Lyon kentindeki bir lisede biyoloji öğretmeni olarak görev yapan Alexis Jenni kazandı. Jenni’nin, ‘’L’Art français de la Guerre’’ (Fransız Savaş Sanatı) adlı romanıyla kazandığı ödül, sadece 13 dolar değerindeki bir çantayla gelmesine karşın sahibine büyük övgünün yanı sıra önemli ölçüde kitap satışı imkanı getiriyor. Daha önceki yıllarda bu ödülü alanlar arasında Marcel Proust, Simone de Beauvoir ve Marguerite Duras gibi isimler bulunuyor. Yaptığı açıklamada, Jenni’nin romanının açık favori olduğunu belirten ödül jürisinde yer alan Didier Decoin, romanın ödül komitesinde yapılan oylamada birinci turda 3’e karşı 5 alarak seçildiğini kaydetti.

Yaşar Kemal’e Fahri Doktora

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Yaşar Kemal’i fahri doktorayla onurlandırma kararı verdi. Türk edebiyatının önemli yazarlarından olan Kemal’e doktora cüppesini aralık ayında yapılması planlanan törende giyecek. Üniversite doktoraya paralel olarak Yaşar Kemal Sempozyumu düzenleme kararı aldı. 60 yılı aşan yazarlık kariyeri boyunca sayısız ödüle değer görülen Yaşar Kemal, 1997’de Frankfurt Kitap Fuarı kapsamında Alman Yayıncılar Birliği Ödülü’nü, 2002’de Bilkent, 2009’da ise Boğaziçi ve Çukurova üniversitelerinden fahri doktora unvanını almıştı. Emektar sanatçıya 2008 yılında da Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verilmişti. Kaynak:Radikal

8

AŞİYAN


Şiir

19 ECEM BAYAR Hangi kadının nefesini içiyorsun bu gece Doğru söyle Kim bu gece öpüşürken tükürüğünü yuttuğun kadın Benim kadar hiç mi sevdin onu da Benimkiler kadar çirkin miydi ayakları? Gözlerin lazım bana, gözlerin Onlarla uyumalıyım, yoksa yazamam Samanyolu bile bizim şerefimize Daha çok yıldız sallandırıyor bu gece balkon saksılarımıza Seni diliyorum tekrar tekrar Bazen siliniyor dudakların tavana çizilmiş simandan Sonra yavaşça burnun, ellerin, alnın Siyah bir beyazlık oluyorsun yalnız ve yalnız Kan ter içinde uyanıyorum bir gece yarısı Çapak bir sevda gözümde kurumuş kalmış Sana gel demiyorum ama bir gün gelirsen eğer yine Hoş geldin diyeceğim sana Pürneşe bir hal akacak sırtımdan ılık Hoş geldin diyeceğim sana, hoş geldin Gel korkma, otur yanıma, bıraktığın yer sıcacık hâlâ

Ölü ELVAN ÇEVİK Öldürüldüm, uzak zamanlardan biriydi. bi taburenin üzerinde bıçağını biliyordu adalet. vuruldum önce ve bekletilmeden gömüldüm yüzüme düşen ilk toprakla irkildim sıcaktı ellerim hala ,yüzüm hala sıcaktı. ince bir tel geriyordu başucuma yalnızlık; keskin ve kırmızı dokunduğum an ellerim yok oldu. ilkin tuttuğum her şey elimde kaldı sonra elim tuttuğumda toprak gömülü gözlerim toprağa gömülü dudaklarım iki uçurum arasında asılmış bir akrebin zehri karışıyor kanıma ihanet! Ve bıçağını biledi artık adalet ellerim hala sıcak,yüzüm hala sıcaktı diri diri yok edildim. yok yok... yok bile edilmedim ne rezalet!

AŞİYAN

9


Deneme

Afedersiniz, hangi dünya? İSLÂM DALP

“Zordur temrin ve azdır gece

ziynetlendirmek için günü... Tecrübesizlik, kaçan fırsatlar...” Henüzlerde tecrübe konuşmak olmamalı işim aslında ama şartlar ve fırsatlar öylesine dikiliyorlar ki karşıma, elini uzatma da dur hadi! Hepsinin bir lâhza olduğunu bilsem de bu zerreler kuruyor denizi ve derya dillere pelesenk... Nasıl olduğunu bilmeden hayret perdesinde bir telaş... Silik anılar ve toz kokusu... Astımım da hep böyle başladı hani. Can evinden taş bekçiler ve uzun yolda daim fırsatları sunan onlar aslında... Hâller ve gam çilesiyle; ıstıraplı bir yokuşun adımında, seyrek bir gömlek düğmesi: umut. Heyecanlar sunuyor ya hani çocuksu pencerelere bakan, ondandır ki bağlanmak telaş merdivenine, saltanatsız bir kalemde... Bir sal gerekiyor, bu fırsatlar denizinde seyahat yolcusu. Kağıtlar var ya! Şu isten mürekkepli deryalar. Ondandır ki deryalar deryayı yutar... Tenha bir beyin ile mümkün mü uçmak sinesine bu emellerin? Hep bir gerek lazım işleyen kalemler sahnesine. Saatler yaklaşacak ve sayfalar bir bir artacak ömür kitabında. Biz yalnızca sarnıç... Ve yaşamın gücünü akıllara duyurma vakti şimdi. Her delilik peşinden koşarak, bir yaprak sarrafı oldum. Yetmedi, tuz kokusuna hasta oldum ben, yani kelimelerden nar çıkaran adam... Kumullarda yaşayıp fındık gölgesinde nasiplendiğim de cabası. Yaşı boyunca hep bir kalabalık zihin taşıdı minik boynuna aykırı. Dostu ne yapsa çoğalan sayılardan başka bir şey olmadı ama bir hassasiyet vardı yüreğinde, izleri bir türlü silinemeyen... Onu buldum mu diye akıyor sorular dimağıma ya, hemen şöyle demek gerek; ben yalnızca bir seyyah şu yaralı iklimimde... Hepimiz toplansak ve dirensek kemiklerimizi çatlatırcasına, şu ufkun getirdiklerini alabilir miyiz acaba? Şimdi saklanan bir heceyi daha yarınlara topladım... Leylâk kokulu sabunlarla düşlerimi yıkayıp daha dilencil bir gayret ile selamlıyorum

10

AŞİYAN

dünyayı: Merhaba Kedi... Dur, hemen hücum etme öyle şehrin unsurlarına, önce cümleyi deşifre etmeliyiz bir şiirin saflığında... Katıksızlık cinnetlerinden buldum mu kendimi, yoksa hâlâ aforizmalar diyarında mıyım? Kırık bir tebessüm ve güller dikenlere karışmış şu geçen istasyon durağında... Işığın oğlu diyordun ya hani bana üstad nam-ı diğer. Fark etmedin ki koridorları karanlıktır ülkemin, duvarları nâr! Yeşeren bir fidan olurum belki ama henüz uçuk lâleler. Renkler yine bulur gözlerimi, şu kulağımda damlayan nağmeler... Her biri parlarken güneşin tokmağıyla şarkısını renk renk ve duyanlara bir senfoni sunarlar silik bir tebessümle... Dönüp dönüp baktığımda gördüğüm keşke karaltılardan başka olsa ve anadilimin bayrağıyla salınsam şu bahçede. Zordur temrin ve azdır gece ziynetlendirmek için günü... Tecrübesizlik, kaçan fırsatlar... Yaşam budur işte, enerjisini adımlara saklayan bir şiir. Nağmelerinde ölüm haykırsa da sözlerinde derman... Ve yaşamın yıkık talebeleri satırlar şu merdiveni....


Kırmızı DORUKHAN AÇIL Sirkeci Garı’ndan trene bindi. Bu sabahı diğer günlerden ayıran bir korku vardı üzerinde. Vagonda evden kaçtıkları her hallerinden belli iki çocuktan başkası yoktu. Kapının sürgülerini tutmuş, trenden aşağı sarkıyorlardı. Onun ifadesiz yüzüne inat, çocuklar şendi. Bu gülen yüzlerden kendi çocukluğuna geçiş yapması zor olmadı. Hayatı boyunca yaşadığı güzel ne varsa, çocukluğuna aitti. O da trenlere binmiş, gülmüş, hayaller kurmuştu. Şüphesiz ki o hayallerle şimdi arasında dipsiz bir uçurum vardı. Çok güçlü, mutlu bir adam olacağını hayal eder ve zorluklara her koşulda göğüs gerebileceğine inanırdı. Ta ki hayat ona göğüs gerene kadar. Gülmekten usanmayan çocukları izlemeye devam etti. Dün gece, zihninde uyuyan, uyanması an meselesi bir düşünce gibiydi. Son bir rüya görmek, yani uzaklaşmak istiyordu. Bazı zamanlar yaptığı gibi, şu an bir film karesi olsa nasıl anlatılırdı acaba diye aklından geçirdi. Mutlak, güzel iki çocuk seçilirdi trenin kapılarının sürgülerini tutmak için. Onun rolü içinse hayatını yüzünde taşıyan, alnı açık, uzun çeneli bir herif… Yönetmen, mutlak kameranın sağına bu yüzü yerleştirir; solda da sırasıyla kadraja girip çıkan sarı ağaçlar, tuğladan bir ev, kalabalık, kahvehaneler, yine kalabalık, ve gökyüzü olurdu. Hayalinde kalabalıktan gökyüzüne geçiş onda garip hisler uyandırdı. Kalabalık ne kadar bir aradaysa gökyüzü o kadar yalnızdı. Arada bir ziyaretine gelen kuşları ve bulutları saymazsak boşluğu doldurulamayacak kadar büyüktü. İnsanlara hayaller kurduran, yazarlara mürekkep, şairlere ilham olan gökyüzüyle ortak bir noktasını yakalayabilmesi, bu soğuk günde, kendi soğukluğuna nispet edercesine ilk defa gülebilmesine vesile oldu. Çocuklara bir kez daha baktı. Arkaları dönük oturuyorlardı. Kendileri gibi kısacık saçları vardı. Çocuğun siyah kazağı üzerindeki renkli işlemelere gözü ilişti. Yaşamın köşelerde kalmış ayrıntılarını fark edebilmenin kutsallığını duyardı içinde böyle zamanlarda fakat bu sefer aynısı olmadı. Yağmur, camlara daha şiddetli vurmaya başladı. Gece, uykusundan uyandı. Hüzün, yüreğine bir daha gitmemek üzere son kez uğradı. Sonra gözlerini kapadı, sadece dinledi. Trenin teker gıcırtıları yankılandı önce kulaklarında. Tren ilerliyordu. Onu sa-

Öykü bahki konumundan fiziksel olarak uzaklaştırdığı aşikârdı. Peki ya manen? Kendini silindir üzerinde yürüyen bir fare gibi hissetti. İçi şiddetle kasıldı. Gözlerini daha sıkı kapadı. Korna sesleri geliyordu uzaklarda bir yerlerden. Hayat akıyor olmalıydı onu kıyıda bırakıp. Ne yazık! O iki çocuğun sevinçli yüzleri de olmasa kendini trenden aşağı salıvermeyi yeğleyebilirdi. Trenin yavaşlaması açtırdı ona gözlerini ve son durağa vardığını, görevliler inmesini söylediğinde anladı. Ağır ağır kalktı. Ağır adımlarla dışarı çıktı. Rüzgâr, yağmurla beraber, ona kızmışçasına yüzünü dövüyordu. Ama ne yağmur, ne de rüzgâr umurundaydı. Ağır ağır yürüyerek başka bir trene bindi. O farkında olmasa da tren, onu tekrar Sirkeci’ye götürüyordu. Gerçeklerden ne kadar kaçmaya çalışsa da dün gece olanlar, yüreğinde, zihninde, ruhunda öyle derin yaralar açmıştı ki bir ömür boyu bu azapla yaşayacağını sandı. Oysaki, en büyük acıların sürekliliği, bir kelebeğin kanat çırpışından uzun değildi. Gelip geçmeyen tek bir duygu, tek bir his, tek bir düşünce yoktu henüz; var olamazdı da. Ama o bunların farkında değildi, bu azabın onu terk etmeyeceğini sanırken. İnsanı bir gün terk etmeyen ne vardı ki? Trenin geri dönüş rotasında olduğunu anladığında karar verdi evine dönmeye. Tırnakları, istemsizce saplandı etlerine. Ruhundaki yarayı tüm vücudunda hissetti. Derisine bir yarasa asılmış gibi derin bir acı duydu bedeninde. Hayatı boyunca yapamadığını, bugün yapacaktı. Yani cesur olacaktı, yani kaçmayacaktı, yani koşarak çıktığı o eve gidecekti. Bunları düşünmek ellerini, gözlerini, yüreğini daha da delirtti. Elleri bitkin suratını hiddetle sıkıyor, gözyaşları dert dolu akmaya başlıyor ve yüreği kendine nefret kusuyordu. Duraklar birer birer tükendikçe kendini de tüketiyordu. İnmesi gereken durak geldiğinde, ilk defa korkuyu tüm vücudunda hissetti. Korkunun hapsetmediği tek bir hücresi bile olsa bunu bilirdi. Ayağa kalktı. İstemeye istemeye üç adım attı. Trenin dışındaydı. Arka sokaktaki evinde onu ürküten bir gerçeğin bulunması, onda geri adım atma isteği uyandırdı ama geri adım atmadı. Vücudu fazlasıyla sıkışmış bir yay gibi ileri doğru fırladı. Durursa daha adım atamayacağını bildiğinden evine hızlıca gitmeye niyetliydi; yine de bacakları onu yanlış sokaklara sürüklemekten geri durmadı. Her gün yürüdüğü bu yollar gittikçe daralıyor gibiydi. Terk edilmişe benzeyen bu sokaklarda dönüp dururken evinin sokağına girdi. Adımları bu sefer yavaşladı, daha da yavaşladı. Adım atamaz hale geldiğinde evin dış kapısına erişmişti bile. Çevresine bakındı. Kafasını

AŞİYAN

11


Öykü koyup ağlayacak bir omuz, öfkesini dökebileceği bir beden, estetik zevk duyduracak güzel bir yüz aradı. Hisleri birbirine karışıyordu. Kimsecikler yoktu. Dünyaya atılmış, yalnız başına bırakılmıştı. Dünya, ona kendini çok önceden kapatmıştı. Yaşamadığını hissettiği ne ilk, ne son seferdi bu. Böyle düşünmeyi kesti. Bu dayanılmaz ağrıyı dindirmek namına, artık kapıyı açmak için gerçek bir istek duyuyordu. Korkuya hapsolmuş bedeni söz dinleyecek gibi değildi. Tüm gücünü topladı, kuvvetlice irkildi ve sağ kolu, bedeninin sağ tarafından hafifçe ayrıldı. Parmaklarını hiç oynatmadan apartmanın kapısını araladı. Apartman, buz gibi yalnızlık kokuyordu. Işığı açmak aklına bile gelmedi. Basamakları çıkarken tökezledi bir an. Durdu, geri kaçmayı düşündü. Nereye kaçabilirdi ki? Ruh ve beden bir kere ayrıldıysa birbirinden ve ruh kalmaya niyetliyse, beden Fizan’a da gitse aynı acıyı duyacaktı. Bir basamak daha çıktı, bir tane daha. Bu hallere düşecek adam değildi. Yine de düşmüştü işte. Dairenin kapısına vardığında, kalbi göğüs kafesini aşıp dışarı fırlamak istiyor gibiydi ve şiddetli baş ağrısı bugün üçüncü kez uğruyordu. Anahtarlarını aradı. Zor da olsa buldu. Kapıyı açtı. Bu sefer, korkusunun kokusunu duydu. Cesur bir hareket daha yaparak girişin hemen karşısındaki salonun kapısını açtı. Onu karşısında görmesiyle bayılması aynı ana denk geldi. Dün gece, yine nedensiz bir şekilde kendini dünyaya yabancı hissetmişti. Her zaman bastırmaya çalıştığı, hayatını boşa ve yalnız geçirdiği düşüncesi böyle zamanlarda canlanıyordu. O gece de her şeyin dışında ve bir başınaydı. Eğer o an, telefon bir kez olsun çalsa, kapısı bir kez olsun vurulsa bugün başka türlü yaşanırdı. Koca dünya için fazlasıyla küçüktü. Yıllardır biriktirdiği para geçiciydi. Yüreğindeki son sevgi kırıntılarını süpüreli epey olmuştu. Hayattan bir beklentisi olmadığını tekrarladı kafasının içinde. Onu buraya bağlayan bir şey yoktu. Dün gece anladı, insanların neden birbirlerine ihtiyaç duyduğunu. Aklını böyle düşüncelere teslim ettiği ilk sefer değildi bu ama bu seferki hiçbirine benzemiyordu. Çocukluğundan beri, geminin dümenine hiç geçememişti. Yakın olduğu için mahalle okuluna, sonrasında eli iş tutsun diye meslek lisesine gönderilmişti. Mecburiyetle gittiği bu okulları, para kazanmak zorunda olduğu için başladığı iş takip etti. Ufacık gülümsemelere sebebiyet veren olayları saymazsak, çocukluğundan sonraki hayatından hiçbir zaman memnun olamadı. Reenkarnasyona inanmak istiyordu. Bir aslan ya da bir kaplan olabilirdi. Güçlü ve özgür… Yahut, ufacık bir ağustos böceği bile olmayı yeğleyebilirdi. Yazın gezinen, kışı kendi vurdumduymazlığı yüzünden aç geçiren bir ağustos böceği… Ama kendi vurdumduymazlığı! Yani kendi kararı yüzünden. İyi ya da kötü fark etmezdi. Kendi kararlarını alabilmeyi ve sorumluluğu üstlenebilmeyi dilerdi. Ama ömrü boyunca bunu başaramadı. Kendini nerede olursa olsun, yalnız hissetti. Ona göre, dışarıda dönmekte olan bir Dünya ve Dünya ile dönen, samimiyetten uzak dünyalılar vardı. Bazıları da Dünya’nın dışında kalıyordu işte. Kendi gibileri… Şehrin en

12

AŞİYAN

kalabalık caddesinde yürürken dahi, hücresinde yatan bir mahkumdan daha yalnızlardı bunlar. Bazen sizi yalnız yapan, çevrenizde kimse olmaması değil, hayallerinizin olmamasıydı. Bunların her zaman farkındaydı. İçinde uyuyan bir volkan vardı. O gece, volkan hareketlenmeye ve önce kendi üzerindekileri yakmaya başladı.

Bir ağlamak geldi gözlerine. Kendini bıraktı. Gözyaşları, bir diğeriyle yarışırcasına yanaklarından süzülmeye başladı. Ağlaması gerekip de içine attığı tüm zamanlar için ağladı. Eski günler için, özellikle çocukluğu için, özlediği saflık, nefret ettiği yalanlar için ağladı. Anlamsız bir zevk alıyordu gözyaşlarının masaya damlayışını duymaktan. Ayağa kalktı. Evin içinde birkaç kez volta attı. Bir sandalyeye çömeldi. Derin bir iç çekmeyle ağlamayı birden kesti. Ağlamak tükendiğinde, her şey tükenmişti. İçinde tarifsiz bir boşluk, dehşet bir yalnızlık duydu. Onun dünyası olan küçük evinde yalnız başınaydı. Bir elmayı kesse, kendinden başka kimsenin haberi olmazdı. Ya da bir sineğe kıysaydı. Kendini öldürseydi, haftalarca kimse anlamazdı veya birini öldürseydi! Bu düşünce, o an hastalıklı bir virüs gibi yayıldı vücuduna. Renksiz ömrünün, en renkli işini yapacaktı. Zaten kimsenin haberi olmaz, kimse ondan şüphelenmezdi. Fazla düşünmedi, kapısını çalan ilk kişiyi öldürecekti. Döndü durdu evin içinde. Bütün gece cinayeti planladı. Cılız birinin gelmesi işini kolaylaştırırdı. Adamın kafasına şiddetle vurduktan sonra kendinden geçeceğini hesapladı. Onu, evde sessizce öldürür, sabah da cesetten bir şekilde kurtulurdu. Sabah olana değin hiçbir şey yapmadı dişe dokunur. Sadece düşünmeye devam etti, duvardaki isleri,


ışığın pencereden yansıyışını izleyerek. Zengin biri gelecekse eğer, yazık olacaktı o serveti biriktirmek için verdiği emeklere. Kanlı yaralarını paralarla kapatamazdı çünkü. Bir fikir adamı gelecekse eğer, yazık olacak şey onun düşünceleriydi bu sefer. Fikirleri ne kadar doğru olursa olsun, çekip alamazlardı onu ölümün elinden. Âşık bir kimse gelecekse eğer, bu vakit onun sevgisine, hayallerine yazık olacaktı. Ormana atılan bedenini çürümekten kurtaramazdı bir güzel kadına duyduğu sevgi. Kim gelirse gelsin, yarın onun için var olmayacaktı. Karısına son bir elveda diyemeyecek, yıllar yılı zihninde debelenenler açığa çıkmadan karanlığa gömülecekti. Kapıyı kendi ölümlerine çaldıklarını bilemeyeceklerdi. Bu kadar ani bir ölümden hiçbir şey kurtaramayacaksa eğer insanı, son nefesle beraber her şey tükenecekse neden yaşardı ki insan? Sevgi, ihtiras, sıcacık yuvalar veya şöhret… Hiçbiri, onunla beraber gelmeyecekti. Kapıyı çalışı, hayatında düşünerek yapacağı son eylem olacaktı belki de. Bu düşünceler daha da delirtti onu. Gün ağaralı epey olmuştu. Otomobil seslerine, okullu çocukların bağrışmalarına bakılırsa da gün dışarıdakiler için çoktan başlamıştı. Artık kapıyı birinin vurmasını bekleyebilirdi. Onu bir çiçek misali, köklerinden koparmak için tanımlanamaz bir istek duyuyordu. Kapının çalmadan geçtiği her saniye, öfkesini biraz daha artırıyordu. Bir an durup düşünseydi, ben ne yapıyorum diye, muhtemelen bugün başka türlü yaşanırdı. Fakat, bir an bile durmadı öfkesinden. Kapı çaldı. Dışarıdaki mi bu kadar acı çalmıştı kapıyı, yoksa kapı mıydı bu acı sesi çıkaran? Ömrü boyunca hiç teklemeden, aynı hızla akan saatin o an durduğuna emindi. Yavaşça kapıyı açtı. Bir kuryeydi karşısındaki. Genç yüzünün sıska vücuduyla birleştiği yerde, boynunda bir çanta asılıydı. Ne zengin ne de âşık görünüşlüydü. Lakin, umutları vardı elbet ve onu umutlarından koparacaktı. Her şey planladığı gibi gitti. Katil olacak adam değildi ama olmuştu işte. Soğuk suda duş aldıktan sonra, cesedi orada öylece bırakıp evden kaçarcasına çıktı. Sirkeci Garı’na gidip gördüğü ilk trene bindi. Ayılmak üzereyken, dün geceyi şöyle bir aklından geçirdi. Bulantı, nefret, korku, pişmanlık, hepsi içerisindeydi. Kim olduğunu bile bilmediği bir adama yaptıkları için kendinden tiksiniyordu. Öldürdükten sonra ne yapacağını hiç düşünmemişti. Üzerinde kan kokusu, evin her yerinde kan lekesi olması; sinirden gözyaşlarının akmamasını olanaksız kılıyordu. Geceden beri kafasında bir şeylerle meşgul olmaktan sıkılmıştı artık. Bu korku dolu, pişmanlık dolu ıstırap bitsin istiyordu. Telefona dokunduğunda ellerinin buz kestiğini fark etti. Rakamları hızlıca tuşladı ve dudaklarından şu kelimeler döküldü: “X, bir cinayet işlendi.” Telefonu kapattı. Oturup mavi üniformalıların gelmesini bekledi. Ağlıyordu hâlâ. Başını ellerinin arasına aldı. Sürekli hayatına bir renk katmak istediğini hatırladı. Bunu başarmış, ömür boyu çıkmayacak bir renk katmıştı: Kırmızı.

AŞİYAN

13


Eleştiri

Albert Long Hall Klasik Müzik Konserleri’nin Yeni Sezonunda Göze Çarpan İki Konserden Hatıralar DENİZ ÖZLEM ÇEVİK On beş yıl öncesine dönüp bakıyorum. Aralık 1996... Daha haftalık zaman dilimine oturtmamışız konserleri. İlk konser İdil Biret’ten bir Pazar akşamı. Aralık sonunda ikinci konser Fazıl Say’dan. Sonra Ayşegül Sarıca, Ayhan Baran gibi nazımızın geçtiği sanatçılarla dolu bir mevsim… Ne sponsor bulmuşuz, ne basılı bültenlerimiz ya da afişlerimiz var. Ama yola çıkmışız bir kez. Birkaç konser sonrasında Albert Long Hall onarıma alınıyor. Ertesi mevsim rektör Üstün Ergüder ile buluşuyoruz. “Hadi bakalım, sana aynen orijinali gibi yenilenmiş bir bina ve onarılmış bir org... Şimdi başla konserlerine.” diyor. Böyle anlatıyor Albert Long Hall Klasik Müzik Konserleri’nin başlangıç serüvenini konserlerin koordinatörü Evin İlyasoğlu. Bir zamanlar haftalık zaman dilimine oturtulamayan o konserler, şimdilerde efsaneleşerek yalnızca Boğaziçi Üniversitesi mensuplarının değil; üniversite dışından pek çok müzikseverin de dikkatini cezp etmekte. Konserler bu haklı ününü yalnızca organizasyonun güzelliğine ve düzenliliğine değil aynı zamanda konuk ettiği sanatçılara da borçlu. Biz elbette İdil Biret’in Albert Long Hall’de verdiği ilk konseri kaçırdık; fakat bu, okullarında böyle bir etkinlik düzenlenen bizler için için bir şanssızlık olmadı çünkü Albert Long Hall o büyük piyanisti bu sene Mart ayında tekrar konuk etti ve üstelik Borusan Kuvartet ile birlikte. Toros Can, Emre Elivar, Muhiddin Dürrüoğlu, Ayla Erduran ve Cihat Aşkın gibi pek çok sanatçıyı yine

14

AŞİYAN

bu salonda dinledik. Yerli sanatçıların yanı sıra belki başka yerde dinleyemeyeceğimiz yabancı sanatçıları da dinleme şansı bulduk bu konserlerde. 2009 sonbaharında gelen Alfred Brendel için salonda yer kalmamış ve Güney Meydan’dan da konser pek çok kişi tarafından izlenmişti. Bu sene Ocak ayında ise bir piyano efsanesini daha konuk etti konser salonu: Martha Algerich. Türkiye’ye ilk kez gelen bu büyük sanatçıyı dinleme şansına erişmek müthiş bir deneyimdi kuşkusuz. Albert Long Hall konserlerinin bu yıl sonbahar programının teması ‘Şarkıların Kanatlarında’. Bu yazıda, bu sezonun göze çarpan iki konseri hakkında kısa izlenimler aktaracağım. Sezonun üçüncü konseri için geçen yıl yine okulda dinlediğimiz Gürcü piyanist Khatia Buniatishvili bu yıl ablası Gvantsa Buniatishvili ile birlikte geldi. 1987 doğumlu ve pek çok prestijli ödülün sahibi bu genç piyanist, konserin ilk bölümünde solo sahne aldı. Özellikle, bölümün sonunda çaldığı Prokofiyef sonatı hayli etkileyiciydi (Prokofiyef: Sonat, No.7, Op.83). Bu müthiş bitirişin ardından birlikte dört el için sahneye gelen Gvantsa ve Khatia kardeşler, Sihirli Flüt Uvertürü ile salonu ısıttıktan sonra Brahms’ın altı Macar Dansı’nı arka arkaya çaldılar. Brahms’ın Türk kulağına yakın folklorik ezgileriyle salon epey hareketlenmişken piyanistler, Liszt’in o ünlü 2 numaralı Macar Rapsodisi ile öldüren darbeyi vurdular. Etkisi uzun süre hatırlardan silinmeyecek bu konserin ardından Gürer Aykal şefliğinde ve Suna Kan solistliğinde İstanbul Sinfonietta’yı ağırladı Albert Long Hall. Bu konser, tahminimce, bu sezonun en beklenen konseriydi ki salonun koridorlarına yerleştirilmiş ek sandalyeler bunu ispatlıyordu. Gürer Aykal ve Suna Kan’ın gelişinin yarattığı heyecanın yanı sıra, konser programı da dikkatleri çekiyordu. Tıklım tıklım salon karşısında Çaykovski ile başlayan orkestra, aranın ardından bu kez Suna Kan’ın da katılımıyla Vivaldi’nin Dört Mevsim’ini çalmak üzere tekrar sahneye geldi. Başlamadan önce Gürer Aykal’ın dinleyicilere aktardığı bazı anıları hayli dikkat çekiciydi. Dört Mevsim’i Anadolu’nun pek çok yerinde yüzlerce kez çaldıklarından bahsetti. “Bu konserlerden birinin sonunda televizyoncular halka sorular sordular” diye devam etti Gürer Aykal. “Ne anladın?” diye sormuşlar bir köylüye, o da “Vallahi, bu sesler çok sesler, huzur buldum” demiş kameraya. Bir yaşlı kadına dönmüş kameralar ve aynısını sormuşlar ona da. “Vallahi” diye başlamış o da. “Vallahi, ben bir


Eleştiri şey anlamadım ama torunlarım bunu bilsin”. Bu anılarla bir kez daha kanıtlanmış oldu o gece Vivaldi’nin Dört Mevsim’inin evrenselliği. Gürer Aykal bu anının ardından pek çok kez Türk Beşleri’nin eserlerini de icra ettiklerini belirtti ve “Türk Beşleri, Türk leşleri değil” dedi. “Türk leşleri” söylemini tekrar hatırlayarak buz kesti salon adeta. Derken orkestranın Dört Mevsim’e başlamasıyla dinleyiciler eserin dört bölümünün belki de dördüne de aşina oldukları bu konçerto ile hareketlendiler. Kış bölümünün sonlarına doğru omzumda bir ağırlık hissettim. Yanımda oturan beş altı yaşlarında kız çocuğu başını omzuma yaslamış uyuyordu. Konser ona hitap etmemişti besbelli ama bildiğim tek bir şey vardı ki o da o gece dünyanın en huzurlu uykusunu uyuyanın o olduğuydu. Albert Long Hall konserleri, her zaman olduğu gibi önümüzdeki haftalarda da devam edecek. Konser programına internet sitesinden ulaşılabileceği gibi konserin broşürlerini edinmek de mümkün. Rezervasyonların BÜMED’ten

Somon AYŞE GÜL CEVAHİR Umutlar, Hayaller, Yıkımlar, Umutlar, Hayaller ve yine yıkımlar. . . Hayat böyle akıp gider diye boşa dememişler En güzeli boşveeeeerr be! Herrr.şeyi boş.veeeeeer. Geçmişi, geleceği, Sevmeyi, sevilmeyi Beklemeyi, yitirdiklerini, Yenilikleri boşveeeeer. Tüm bu hayat akıp gider, Gittiği yerde de önemini yitirir, Değişir, gelişir evrimleşir. Elinden ne gelir ki aktığın yere gitmekten başka Somon balığı değilsen o başka. Boşver o zaman akarken hayat, Karşı koymak boşa. Yaşa gitsin önünde ne varsa. Yaşa Korkma Ağlama Boş.veeeeeeer. Somon balığı olmaya çalışma. Boşa...

yapıldığı konserlere, eğer yer kalır ise girişte bilet almak da mümkün. Ayrıca hiçbir konseri kaçırmak istemeyenler için her sezon başlangıcında kombine olanakları da mümkün kılınıyor. Boğaziçi Üniversitesi mensubu olsun olmasın her müzikseverin Albert Long Hall’de bir konser deneyimi yaşaması dileğiyle...

Şiir

Yağmurun Ağıdı FATMA KAHRAMAN Islak bir karanlıkta kaçıyorum gölgemden, Yağmur damlaları mermi gibi keskin ölüm kadar soğuk düşüyor vücuduma. Sokak lambalarının bembeyaz alevleri, hep rutubetlendirmiş yürüdüğüm yolu. Geçerken bu yoldan duyuyorum, ağaçların yaprakları tıslar gibi fısıldıyorlar ardımdan. Adımlarımı hızlandırıyorum, gölgem de hızlandırıyor... Ben alışmışım yalnızlığa, yalnızlık hala alışamamış bana, Peşime bir gölge takıyor, bombacı gibi. Ürküyorum... Gökyüzünden geceye düşen yağmur damlalarının yalnızlığını kıskanıyorum... Adımlarımı hızlandırıyorum...

Adım başı bir cinayetle karşılaşıyorum. Katilleri gözyaşı döküyor cesetlerinin başlarında. Ben geçerken yanlarından Ne beni ne gölgemi fark ediyorlar. Bir saniyede ölüp bir saniyede diriliyorlar. Ruhum bedenimden fazla titriyor. Ellerimi cebime atacakken fark ediyorum ilk kez ellerimin yokluğunu! İçim burkuluyor ıstırapla. Gözlerim iyice kararıyor gözyaşlarımı tutamayacak kadar gevşek artık gözkapaklarım. Gözlerimdeki fer kısılarak sönüyor ıslanınca. Şimdi vakit, uyku vaktidir...

AŞİYAN

15


Öykü

Gül ve Bülbül, Bin Asırlık Bir Masal, Peki ya Rüzgar? AYŞE GÜL CEVAHİR

...Rüzgardan önce

Çok güzel çok masum aşkla dolu kıpkrmızı bir gül varmış çiçekler aleminde herkes ona hayranmış. Çok güzel salınır, çok güzel kokular yayarmış. Zavallı bir bülbül aşık olmuş bu afet-i devran güle, etrafında uçuşmuş, ona şarkılar söylemiş. Sonra da bir dalına konup gülün yanına yerleşmiş, ebediyete kadar seninim demiş. Gül bülbülün aşkından çok mutluymuş onu çok seviyormuş, her şey fazla güzelmiş.

Rüzgar esince...

Bir gün asi deli ama baştan çıkarıcı bir rüzgar esip gelmiş ansızın. Gül başta rüzgardan çok etkilenmiş, yanaklarına dokunuşu, yapraklarını tatlı tatlı titretip hafifçe savuruşu kendinden geçirirmiş gülü. Aşık olmuş gül rüzgarın asi umursamaz özgür haline, rüzgar hep gelip gidermiş, istediği yerleri özgürce dolaşıp aşkın kokusunu saçarmış etrafına, Her şey herkes aşıkmış ona. Gül de onun gibi olup onunla olmak istermiş ama onun kökleri varmış gitmesini engelleyen, bir de onu çok seven bir bülbül yanı başında. Gül kopup gitmek rüzgarla birlikte uçmak, savrulmak istermiş ama bilirmiş kökleri olmazsa nefes alamayacağını. O giderse rüzgarla birlikte bülbülün göz yaşlarıyla acı içinde şakıyacağını, eski neşesini kaybedeceğini. Gül rüzgarı çok cezbetmiş, Rüzgar da onu çok sevmiş aslında ama sıkılmış aynı yerde dolanıp durmaktan, başka yerlere gitmek istermiş, gül de onunla gelse ne güzel olur diye düşünürmüş hep ama bilmezmiş o sevdiği gülün köklerinden ayrılınca uzun süre onunla birlikte kalamayacağını.

Fırtına...

Güllerin yapraklarını dökme mevsimi gelip çatmış ansızın. Rüzgar başlamış gülü bir o yana bir bu yana savurmaya, son kez şansını denemek istemiş, bu sefer belki gül onunla gelir diye. Ama olmamış Gül çok istese de toprağından ayrılamamış. Gülün o çok sevdiği rüzgar, ona hiç acımadan gülün kıpkırmızı yapraklarını savurmuş etrafa, sallamış onu bir o yana bir bu yana uğraşmış uğraşmış, koparamamış gülü köklerinden. Bakmış gül toprağından ayrılamıyor, bu sefer onun çok sevdiği kokusunu, gülün bütün özünü de alıp yanına gitmiş. Geriye yalnızca acı içindeki gülün kalbi ve dikenli dalları kalmış... Gül neye uğradığını şaşırmış, artık bülbülün şarkıları da iyileştiremiyormuş onu. Rüzgarı

16

AŞİYAN

özlemiş beklemiş tekrar gelmesini ama bu sefer de rüzgar kapkara yağmur bulutlarını getirmiş, acı içindeki gülü sele boğmuş ve yine gitmiş.

Rüzgarın özü...

Gül rüzgarın bir kere her şeyi savurup gitti mi dönüp de hiç arkasına bakmadığını bilmezmiş. Geri gelse de bu sefer o bir zamanlar aşık olduğu güzel kokulu, kırmızı yapraklı gülü hatırlamazmış. Artık etrafta başka yeni güzel rengarenk güller varmış, şansını onlarda denemek istermiş rüzgar, belki biri onunla gelir diye. Fakat rüzgar da bilmezmiş ki yer yüzünde ki hiç kimse, hiç birşey onunla gelip te hayatta kalamazmış, bu rüzgarın kaderi imiş. Özünde rüzgar, ona meydan okuyabildikleri için onları kıskansa da, aslında kuşlara hayranmış. Çünkü onlar istedikleri zaman rüzgara karşı koyup istedikleri gülün dallarına konabiliyorlarmış, rüzgar hep kuşlar gibi olmak istermiş, onlar gibi sevdiğiyle birlikte bir ömür birlikte olabilmeyi dilermiş en derinden. Bülbüllerin güllerle yaşadıkları aşkı kıskanırmış hep ve ne zaman bir bülbül bir güle aşık olsa ona şarkılar söylese onu mutlu etse, rüzgar gelip herşeyi karıştırıp savurup o gülü almaya çalışırmış bülbülün elinden, olan da hep zavallı güllere olurmuş, iki aşk arasında ömürleri geçip gider, yaprakları dökülüp iki sevdiğine de kavuşamadan solup giderlermiş.

Aşkın özü.

En sonunda ortada ne gül kalırmış, ne bülbül ne de rüzgar. Bu arayış ve bekleyiş hep böyle sürüp böyle gidermiş, Adem ile Havvadan beri böyleymiş, 2000yıl önce de böyleymiş, 600 yıl önce de bugün de hala böyle. Gül-bülbül ve rüzgarın hikayesi her dilde, her şiirde, her yaşta, her kültürde her aşkta yaşar gidermiş.


Bu, Beat Kuşağıdır* (This is the Beat Generation)

PELİN SAVTAK Günümüze kadar ortaya çıkmış edebiyat akımlarını birbirinden bağımsız incelemek oldukça zordur. Bir edebiyat akımını incelemeye başlarken öncelikle, ortaya çıktığı ülkenin tarihi arka planı ve bu arka plandan gerek aynı doğrultuda gerekse ona karşı yönde beslenen insanlarını ele almak esastır. Daha sonra kendiliğinden gözlemleyeceğimiz şey birbirini besleyen akımların giderek farklılaşarak bir başkasını oluşturduğu, fakat bununla beraber bu oluşumlara karşı duran bireylerin bu sırada alternatif fikirler oluşturduğudur. 1950’lerin Amerika’sına baktığımızda gördüğümüz İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış manevi gücü tek yönde ilerleyen bir ülkedir. Bir yandan bilimin çağıran sesi, teknoloji gibi sempatik görünen gelişmelerin nükleer silahların kötüye kullanımıyla yarattığı sorular, bir yandansa ülkenin sanayileşmeyle birlikte ayağa kalkan ekonomisi… Adeta bir buhranı gözlemliyoruz 1950’lerin Amerika’sında. Kilit nokta şu; sosyal yapısını dikkatle incelediğimiz Amerika’da gençler orta sınıf değerlerine bağlı, kendileri için beklenenden fazlasını yapamayacak kadar rahatı yerinde hayatlar yaşıyorlardı. İşte tam da bu ortamda bir arada olan bir grup arkadaş geri kalanın rahatını kaçırma potansiyeli yüksek şeyler düşünüyor ve yazıyorlardı. Bireyselliklerini, özgürlüklerini yeniden toparlamaya çalışan bu grup, yaşadıkları uygarlığa sinsice göz kırparak başladıkları işlerine geleneksellikten tamamen sıyrılmak düşüncesiyle derinden devam ettiler. Bu grubun temel taşları Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William Burroughs idi. Bunlarla birlikte Gary Snyder, Neal Cassady gibi isimler de bu kuşaktan sayılır. Kuşağa öncülük eden kitaplar ise Kerouac’ın ‘On The Road’u (Yolda) , Ginsberg’in Howl’u (Uluma) ve Burroughs’un ‘Naked Lunch’ıdır. (Çıplak Şölen) Kitaplar okuyucuya alternatif bir dünyada oldukları hissini vermeyi çok iyi başaran ve yıllardır et-

Yanlı Görüş kilerini koruyarak bugüne gelen, bazıları içinse geceyi aydınlatıp zihnin derinliklerinden sorgulayıcı her türlü malzemeyi o aydınlığa çıkartan kitaplar. Grup üyeleri özellikle Uluma’nın okunması ve giderek yaptıklarının duyulmasıyla birlikte müstehcenlik, eşcinsellik, uyuşturucu madde kullanımı gibi gerekçelerle tutuklanmaya giden tartışmalı bir yola giriyorlardı. Amerikan edebiyatının da tıpkı Türk edebiyatındaki gibi birbirinden beslenerek ilerleme dediğimiz etkileşimleri olmuştur. Okudukları arasında Amerikan Romantik Çağının en önemli yazarları arasında gösterilen William Blake vardı. Daha sonraları ‘bir tımarhane kaçkını’ şeklinde tanımlanmasına sebep olacak bir dobralıkla yazılar yazan ve yazılarında seksi yücelten Walt Whitman ve entelektüalizme bir protesto şeklinde ortaya çıkmış transandantalizm akımının önemli yazarlarından Henry David Thoreau okudular. Giderek istedikleri, orta sınıfın tekdüze değerlerinden arınmış, yepyeni ve özgürlük barındıran bir hayat olmuştu fakat yazılarına ve hayatlarına karşı tepkilerin hiç de onlar için ilham verici olduğu söylenemez. Birçok eleştirmen onların kanun ihlalleri yapan bir grup boşta gezen olduğunda hemfikirdi. Elbette ki onlara destek verenler de yok değildi. Ginsberg’in Uluma adlı şiiri okunduğunda bazı eleştirmenler ve yayıncılar onun edebi değerini savunacak ve yargıç şairin düşüncelerini özgürce dile getirme hakkının olduğuna karar verecekti. Bununla beraber onların yaptığı da günlük hayatın sıradanlığından çekilip kendi özgürlükleriyle birlikte yaşamaktı. Belki yalnızdılar ve desteklenmiyorlardı ama o sessizlikte önemli işler ortaya çıkardılar. Giderek kendi içlerine çekilmelerinin sonucu olarak içinde aile, toplum, iş-güç gibi kavramları barındırmayan dünya gezileri başladı. Bazılarının ‘serseri’ hayat diye tabir ettikleri şekilde yaşıyorlardı. Kerouac ‘Yolda’ adlı romanında kural tanımayan, hayatın güzelliklerine odaklanan, uyuşturucuyu, cazı, macerayı ve seksi seven bu gençlerin hikayelerini anlatıyordu. Amerika yollarında hayatlarını sürdüren bu gençler için yolculuk ve caz

AŞİYAN

17


Yanlı Görüş müziği yaşamakla aynı anlama geliyordu. Beatler sadece yozlaşmış değerlere değil hükümet politikalarına da tepkiliydiler. Ginsberg, Amerika adlı şiirinde der ki: ‘Amerika, ne zaman melek gibi olacaksın sen? Ne zaman çıkaracaksın o elbiseleri? Mezarından doğrulup ne zaman bakacaksın kendi yüzüne? Saçma sapan isteklerinden bıktım usandım.’ Şiirde aynı zamanda makineleşmenin insan ruhundan götürdüklerine ve savaş tutkusunun insanlığı tükettiği gerçeklerine de gönderme yapar. Gelenekselliğe ve ortodoksiye olan bu karşı tavırla birlikte toplumun da onları onaylamaması onları içsel bir yönelişe çoktan davet etmişti. Daha sonraları birçok Beat yazarın hayatında meditasyon ve Budist felsefe unsurları büyük yer kapladı. Böylece hem istedikleri özgürlüğün tadına biraz da olsa varıyorlar ve onları çıldırasıya sinirlendiren yargılardan ve yozlaşmalardan uzaklaşıyorlardı. Öyle ki Jack Kerouac o yıllarda kendi Sutra’sını yazmıştır: ‘Dışarda meditasyon yapın. Geceleri karanlık ağaçlar yoktur, yalnızca Altın Varlık vardır.’ (The Scripture of Golden Eternity, 40) Bununla beraber modern dünyaya tepkilerini unutmaz ve gerçeklikten kopmazlar. Onlarınki insanı bunaltan her şeyin yıkımı ve ruhlarını doyuracak arayışlardır. Peki ya Beat’lerin izi yok oldu mu? 60’ların Amerika’sında bazı yönlerden onlara benzeyen tanıdığımız bir grup ortaya çıktı: ‘Çiçek Çocuklar.’ Tıpkı beatler gibi özgürlükçü, çizgileri reddeden ama apolitik yanlarıyla onlardan ayrılan bir gruptu hippiler. 60’ların Amerika’sına damgasını vuran bu grup komün yaşamı desteklemiş ve beatler gibi hayatlarına yapılacak müdahaleleri kabul etmemişlerdi. Günümüzde ise onların başlattığı hareketi sürdüren yayımcılar, yazarlar, müzisyenler ve birçok düşünen insan var. Umut veren düşünceler ortaya atılmıyor değil aslında, ama ürkek çoğunlukla. Ve belki de her birimiz okurkenki tek başınalığımızda uygarlığın açtığı yaraları kapatmaya çalışıyoruz.

Şarkı Sımsıcak gövdeler birlikte ışıldılar karanlığın içinde, El uzanır bedenin tam ortasına, Ten ürperir mutlulukla Ve can sevinçle belirir GözeEvet, evet İşte buydu Beni istediğim, Hep isterdim bunu, Hep istedim bunu, Dönmek istedim İçinde doğduğum Bedene. ALLEN GINSBERG

Kerouac, Jack. “The Scripture of the Golden Eternity by Jack Kerouac.” Prahlad Chandra Brahmachari. Web. 22 Aralık 2010.

Allen Ginsberg sigara içerken.

18

AŞİYAN


Şiir

İyi Bilirdi(k) NÂİF İDAM

Babamın Ceketi SİDAR KURT

Bir uyurgezerdi benim sevdam Karanlıkları seçerdi Yalnızca benim için Korkutmak için, beni Bilirdi çünkü Bilirdi nasıl hasret kaldığımı O doyumsuz aydınlıklara Tam ortasındayken çiğ Ve dumanlı karanlıkların

florasan icad oldu sonra hepimizi koleje verdiler ellerimiz vardı sonra ellerimizi pek dinlemediler dinleselerdi ellerimizin saçlarımızdan hızlı yaşlandığını bileceklerdi

Ağlayan bir gözdü benim sevdam Duygusal gözleri seçerdi Yalnızca benim için Korkutmak için, beni Bilirdi çünkü Bilirdi nasıl sızladığını gözlerimin Ağlayan birine bakarken Ve nasıl korktuğumu İyi bilirdi Cenaze arkasındakilerin bildiği gibi

florasan icad oldu sonra hepimizi astılar ellerimiz kimsenin ellerine benzemezdi ondan astılar benzemezdi sonra biz onlarla hiç kravat bağlayamazdık

Bir ölümdü benim sevdam Sessiz sokakları seçerdi Yalnızca benim için Korkutmak için, beni Bilirdi çünkü Bilirdi nasıl ağladığını insanların Kalkan bir cenaze için Ama bu sefer yanıldı benim sevdam Bu sefer cahil, Bu sefer kör kaldı duygularıma Oysa bilirdi, İyi bilirdi sessiz sokakları sevdiğimi Bilirdi ölüme koşma isteklerimi

florasan icad oldu sonra hepimiz kel kaldık ellerimizle kuş avlardık ama onlara görünmezdik sonra görünseydik böyle bir şey yaptığımız için bizi lanetlerlerdi

florasan icad oldu sonra gömlekleri de yasakladılar ellerimizi bilmiyorlardı da ondan mı acaba? çünkü gömleklerimiz vardı sonra ütülemezdik onları sonra ütüleseydik sigara içirtmezlerdi ellerimiz ellerimiz ellerimiz hep esmerdi florasan icad oldu en sonra tesla yenildi ama bir yanlışlık mı oldu tesla yenilmezdi? ellerimizi severdik ellerimiz vardı onlarla sana dokunuyorduk

Bu sefer yanıldı Belki de isteyerek. Çünkü bilirdi, Hem de iyi bilirdi vazgeçeceğimi Yanıldığında benim hakkımda. Gittim, Sevdam bensiz kaldı Ya da ben onsuz Ama gittim Çünkü bilirdi ağlayarak, Karanlıktan korkarak Ve ölüme koşarak döneceğimi İyi bilirdi Herkes gibi bir ölü ardından…

AŞİYAN

19


Dosya

Aşiyan’dan Bakan Şair: Tevfik Fikret ÖVGÜ KAFADAR Kimseden ümmîdi feyz etmem, dilenmem perr ü bâl; Kendi cevvîm, kendi eflâkimde kendim tâirim, İnhina tavkı esâretten girandır boynuma; Fikri hür, irfânı hür, vicdanı hür bir şâirim.1 Bir şairin biyografisi şiirleridir. Şairleri anlatmak bize düşmez, şairlerin dizeleri hayatlarının hikâyesidir zaten. Tevfik Fikret’in şiirlerinde sadece edebiyata bakışını, üslubunu değil aynı zamanda yaşam tarzını ve düşünsel arka planını buluruz. Tevfik Fikret’i tam da şiirlerinde bulabildiğimiz için, O Aşiyan’la özdeşleşmiştir. 1867 yılında doğan şair, öğrenimini Galatasaray Lisesinde tamamlamıştır. Fransızca ve Fransız edebiyatı ile yakından ilgilenmiştir.1894 yılında Galatasaray Lisesinde Türkçe öğretmeni olurken, 1896 yılında “Servet-i Fünûn” dergisinin yazı işleri müdürlüğüne atanmıştır. “Servet-i Fünûn” dergisinin kapatılmasının ardından “Aşiyan” adını verdiği evinde tabiri caizse inzivaya çekilmiştir. Şimdilerde Boğaziçi Üniversitesi’nin bahçesinde(o yıllarda Robert Kolej) bulunan evine, Aşiyan adını veren Fikret, geleneksel toplumdan adeta sıyrılarak içsel yolculuğunun en sancılı, aynı zamanda edebiyat hayatının en verimli dönemlerini bu evde yaşamıştır. Geleneksel kültür’ün egemen olduğu toplumsal ortamda modernleşmeye çalışan Tevfik Fikret’in, yaşadığı düş kırıklıkları karşısında, kendisini korumaya çalıştığı trajik bir özgürlük barınağı olarak, bugün bile bizleri derinden etkilemektedir.2 Aşiyan’da, başka türlü bir deyişle, Fikret’in tüm yaşamı hüzün, huzursuzluk, kaygı ve ölüm özlemiyle dolu varoluşsal sorgulamalar içinde geçmiştir.3 “…lakin anlamamak, bilmemek azab; İnsan azaba katlanamaz bi-sebep sorar, Elbet sorar bu köhne muammaya bir cevab..” Orhan Pamuk, nasıl ki İstanbul’a hüzün şehridir der, Tevfik Fikret de bu hüzün şehrinin şairlerindendir. Şiirlerindeki huzursuzluğunun, sorgulamalarının, hırçınlığının arkasında bu hüznü ve şairlere özgü melankolik tavrını hissederiz. “Şu tasvir ettiğim hılkat benim mantûk-ı hâlimdir;

20

AŞİYAN

Bu bir şi’r-i perîşandır ki ma’nâsı meâlimdir.” 1897 yılında yayınlanan “İnanmak İhtiyacı” şiiri Fikret’teki ruhi buhranın 1900’den önce başladığını gösterir. Fikret burada kendi ben’ini, duygu ve düşüncesini bir tablo veya sembol arkasına gizlemeden konuşur. Şiirde tekrarlanan kelimeler “boşluk”, “yalnızlık”, “karanlık”, “inanmak” şairin içinde bulunduğu ruh halini kuvvetle belirtir. 5 Bütün boşluk: Yer boş, gök boş, yürek ve vicdan boş: Tutunmak isterim, bir dal bile yok, tutunacak önümde; Bütün boşluk: Döner bir vahşi hiçlik civarımda; Döner beynimle birlikte; iradem sanki sarhoş, Ayağım sürçüp düşer her umut yolunda bir kere... Bu yalnızlık, bir gurbet ki benzer mezar yalnızlığına; İnanmak...İşte ruhsal bir kucak o gurbette.6 1909 yılında Galatasaray Lisesine müdür olur, buradan istifa ettikten sonra 1915’e yani ömrünün sonuna kadar Robert Kolej’de öğretmenliğini sürdürür. Edebi açıdan şiirlerinde aruzu ustalıkla kullanan şair, Türk şiirini nesre yaklaştırmış ve doğal bir söyleyiş kazandırmıştır. Bireysel ve toplumsal konuları hayatının farklı dönemlerinde farklı yoğunluklarda işlemiş olsa da Fikret, yazdığı şiirlerinde sorgulayıcı ve eleştirel bakışını korumuştur. Şiirlerinde genel itibariyle, vatan, millet, insan sevgisi ve döneminin siyasi meselelerini konu edinen Fikret’in şiirleri ve yaşam tarzı döneminde yankı bulduğu kadar günümüzde de etkisini kaybetmemiştir. Şairin şiirlerini topladığı en önemli eserleri, Rübab-ı Şikeste(1900), Haluk’un Defteri(1911), Rübab’ın Cevabı(1912), Şermin(1914)’dir.

Kimseden feyz ummam,kol kanad dilenmem; kendi gök boşluğumda, kendi göklerimde kendim uçarım. Eğiliş,boynuma esirlik halkasından ağır gelir; fikri hür, irfanı hür,vicdanı hür bir şairim. Varlık Yayınevi, Yaşar Nabi, Tevfik Fikret Hayatı Sanatı Şiirleri, 1954, s.21 2 Serol Teber, Aşiyan’daki Kahin, Okyanus Yayınları, 2002, s. 17 3 A.g.e. s.21 4 Şu anlattığım yaratık benim durumumdur/bu bir perişan şiirdir ki anlamı sonumdur.”Şiir-i Perişan,1895 5 Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986, s.24 6 Sadeleştirilmiştir.

1


Dosya

Tevfik Fikret’in İdeolojisi UMUT TEZOĞLU

“Hak bildiğin bir yola yalnız

gideceksin.”

Edebi ilhamını “Aydınlanmacı” dinamiklerden alan Tevfik Fikret, çağının ve coğrafyasının en ilerici düşünce adamlarından biri olarak karşımıza çıkar. Onun ideolojisini kavramak için yaşadığı dönemin devrimci durumunu irdelemek gerekir. Kaldı ki Fikret, imparatorluktan cumhuriyete giden toplumsal evrim sürecinden soyutlanamaz. Aksine bu sürecin tam merkezindedir ve eserleri aracılığıyla onun kültürel zemininin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Bir diğer deyişle Fikret’in düşünsel varlığı özgün bir anlatıma dökülerek döneminin bütün köşelerine sinmiştir. Özellikle de “Aklın büyüleyen mûcizeleri önünde, Bâtıl geçecek yerlere hüsranla, inandım.” sözündeki öngörüsü birçok köklü değişimin esin kaynağı ve itici gücü olmuştur. Büyük resme bakıldığında 18. yüzyıl süresince Avrupa ekseninde gelişen ve Fransız Devrimi ile iktidara gelen aydınlanma zihniyeti, Osmanlı Devleti’ne bir yüzyıl kadar gecikerek kısmen yansımıştır. Bu yansıma elbette ki genç ve aydın bir zümrenin, bir tür beyin takımının, süzgecinden geçerek şekillenecek ve dillendirilmeye başlanacaktır. Örnek olarak Mekteb-i Sultani öğrencisi Fikret, bir yandan “Batı”daki sosyal kazanımlara yönelip eşitlikçi ve özgürlükçü değerleri talep ederken bir yandan Osmanlı Devleti’nin gerici yönetimince baskılanan genç zümrenin edebiyattaki öncüsüdür. Öte yandan başkent İstanbul’da cereyan eden söz konusu çatışma ve ikilik, sancılı bir dönüşüm evresine ortam hazırlamıştır. Yıldız’ın otoritesine karşı bir dip dalgası halinde gün geçtikçe büyüyen isyan Fikret’in: “Devletse de, kanunsa da, artık yeter olsun; Artık yeter olsun bu denî (alçakça) zulm-ü cehâlet” dizeleriyle tarihe geçer. Eski rejimin açmazlarının aydın bilinçlerde kesinlik kazanması Fikret ve kuşağını bir devrim önderliğine soyunmaya itmiştir. 1908 Hürriyet Devrimi’ne kadar İttihat ve Terakki hareketinin destekçisi olan Tevfik Fikret, 1906’da Abdülhamit’e düzenlenen bombalı suikast girişimini: “Ey şânlı avcı, dâmını (tuzağını) bîhûde (boş yere) kurmadın! Atdın… Fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!” dizeleriyle yüceltecek kadar radikal bir saltanat karşıtıdır. Ayrıca etkileyici üslubuyla en azından okuma-yazma bilen

kitlelere hitap ederek onları ihtilalci bir yapılanmaya ikna etmeye çabalamıştır. Üstelik “Dünyada şereftir yaşatan milleti, ferdi; Silkin şu mezellet (düşkünlük) tozu uçsun üzerinden.” diye seslendiği Millet Şarkısı adlı şiiri, devrimin marşı olur. Ne var ki 1908’den itibaren -Fransa’daki burjuva devriminde olduğu gibi- yönetimi ele geçiren kadro devinimi frenlemiş, dahası sarayla işbirliği yaparak topluma sırt çevirmiştir. 31 Mart olayıyla törpülenen, saltanata ve derebeyliğe karşı ciddi bir itirazı olmayan, sömürü kavramını gündeme dahi getirmeyen bir siyasal oluşum Fikret gibi “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şairi”, bir dehayı, kaybedecektir. Umudunu yitiren ve Hân-ı Yağma adlı ünlü şiirindeki “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha (iştah sofrası) sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” ifadeleriyle İttihatçıları hedef alan T. Fikret, 1915’teki ölümüne kadar inzivaya çekildiği Aşiyan’dan eleştirel şiirlerine devam edecektir. Rüzgâr nereden eserse essin muhalif kimliğinden ödün vermeyen, elde edebileceği “yüksek” makamları elinin tersiyle iten, yaşamını gençlere ve onların eğitimine adayan Tevfik Fikret’in düşünceleri dönemsel ve bölgesel kısıtlara sıkışmayacak kadar derin; bir o kadar da canlıdır. Onu tek başına en iyi tanımlayacak sözcük “hümanist”tir. O kadar ki “Toprak vatanım, nev-i beşer (insan soyu) milletim.” dizesini ulusal çatışmaların amaçlı olarak pompalandığı bir dönem olan I. Dünya Savaşı öncesinde kaleme alabilmiştir. Bunun yanında

Tevfik Fikret’in “Kayalık ve Deniz” adlı tablosu

AŞİYAN

21


Dosya Fikret’in öne çıkan bir diğer özelliği ise pozitivist ve önemli ölçüde materyalist bakış açısıdır. “Beşerin böyle dalâletleri var; putunu kendi yapar, kendi tapar.” dizeleri, Fikret’in dogmatizmin her türlüsüne karşı taşıdığı devrimci ruhu simgelemesi açısından önemlidir. O, her ne kadar tam anlamıyla bir ideolojik sınıflandırmaya ait olmasa da “Ütopist Sosyalizm” akımının izlerini taşımaktadır. (Hatta bir dönem birtakım arkadaşlarıyla birlikte Yeni Zelanda’ya giderek orada küçük bir kolektif tarım topluluğu halinde yaşamayı planlamışlarsa da, Osmanlı’da yurtdışına seyahat Abdülhamit tarafından yasaklandığı için vazgeçmek durumunda kalmışlardır.) Yalnız ve bağımsız olarak verdiği mücadelesinin meyvelerini toplayamayan T. Fikret’in düşünceleri, Atatürk’ün liderliğiyle eyleme dönüşür. (Bu bağlamda Fikret-Atatürk ilişkisi Rousseau-Robespierre ilişkisiyle benzerlik gösterir.) Öyle ki Atatürk’ün “…Ben inkılâp ruhunu Fikret’ten aldım.”, “Tevfik Fikret’i tanıyanlar, benim ne yapmak istediğimi kavrayacak kimselerdir”, “Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim’i (şiiri) yok mu; işte o, dünyada yapılması gereken bütün inkılâpların kaynağıdır.” gibi sözleri birinci ağızdan bu bağlantıyı ortaya koyar. Düz bir mantıkla, “Gençler, bütün ümid-i vatan şimdi sizdedir.” diyen Tevfik Fikret’in yeni TürTevfik Fikret’in “Türbe” Tablosu kiye Cumhuriyeti yapılanmasında “gençler” üzerinden dolaylı bir etkisi olmuştur. Bu bağlamda, Tevfik Fikret sadece bir edebi şahsiyet olarak değil, aynı zamanda siyasi bir referans olarak da ele alınmalıdır. “Asrın, unutma, bârikalar asr-ı feyzidir 1: Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir, Bir ufk-ı i’tilâ 2 açılır, yükselir hayât; Yükselmeyen düşer: ya terakki3, ya inhitat4!”

Şimşeklerle aydınlanan ilerleme asrı Yükseliş ufku 3 İlerleme 4 Çöküş 1 2

22

AŞİYAN

Şerminler için Tevfik Fikret FİRDEVS EV

Tevfik Fikret Şermin’i yazmadan önce yaşanan dönem, yani 19. yüzyıl çocuk edebiyatında ciddi gelişmelerin görüldüğü, edebiyat için büyük önem taşıyan bir yüzyıldır. Grimm Kardeşlerin “Pamuk Prenses”i, “Hansel ve Gretel”i; hepimizin bildiği “Alice Harikalar Diyarında”, “Heidi”, “Pinokyo” gibi klasikler bu dönemin ürünüdür. Tam 1900 yılında ise “Oz Büyücüsü”nün ve 1911’de de çocuklara yüklediği masalsı “büyümeme” fikriyle çocuk edebiyatında çok önemli yer tutan “Peter Pan”ın yayımlandığını görürüz. Fikret bütün bu masalları okumuş mudur bilinmez ama ölmeden bir yıl önce, 1914’te, kaleme aldığı “Şermin” hiç şüphesiz ki yaşadığı bölge ve dönemin klasik edebiyat ve eğitim anlayışından farklı bir etkinin ürünüdür. Tevfik Fikret hayatında bir dönüm oluşturacak Galatasaray Sultanisi’nde öğrenim gördü ve daha sonra bu okulda öğretmenlik de yaptı. Bu süre içerisinde Anglo-Sakson eğitim ve öğretim tarzını incelemek ve tanımak imkânına kavuşan Fikret, bu kuramsal olmaktan çok pratiğe dayalı eğitim tarzının o zamana kadar taklit edilerek uygulanmakta olan Fransız usulünden daha iyi olduğunu savunmaktaydı.1 Şermin’de de bu yaşama dönük şiir anlayışını, kuramsal bilginin beceriye dönüştürülmesi ve okulun üretime dönük olmasını savunduğunu görürüz2 (“Marangoz” şiirinden): “Marangozum ben beş gündür… Çalışan her işi görür...” “…Ooh sevgili aletlerim! Ben sizi her gün bilerim. Tezgahımın bir yanında Hepsi durur sıra sıra.” Şermin’deki şiirler gördüğümüz kadarıyla çocuk deneyimlerine, günlük hayatına ve onların çevresiyle ilişkilerine dayalıdır. Aslında Tevfik’in yeğeni olup bu kitabın konusu haline gelen Şermin’in ablası ile ağabeyiyle kavgaları, dadısına olan sevgisi, umacıdan korkmamayı öğrenme süreci ve öksüz bir çocuk görünce hissettikleri şiirlerde işlenen konulardan birkaçıdır. İlk başta bu somut ve gerçek olaylara dayalı olan şiir anlayışının öğreticilikten uzak oluşu, bize yeni bir çocuk iletişimi tarzının ilk ışıklarını vermektedir. Kitabın adının “Şermin” olması ve şiirlerin birçoğunun bir kız çocuğun deneyimleri olması bile yepyeni bir anlayışın ipuçlarını


Dosya verir. Tevfik Fikret bir kız çocuğunu hakkında bir şeyler yazmaya değer bulmaktadır (!) . Gel gör ki Umut Tezoğlu’nun Fikret’in ideolojisini anlattığı yazısında3 da belirttiği gibi Sultani öğrencisi Fikret, bir yandan Batı’daki sosyal kazanımlara yönelip eşitlikçi ve özgürlükçü değerleri talep ediyor olsa bile aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin gerici yönetimince baskılanan gençlerden biri. Bu yüzden bugün baktığımızda Fikret’in yaşadığı döneme bağlı olarak iki yönlü incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla kendi çağına göre büyük bir yenilik olsa da bu çocuk şiiri anlayışının tamamen çocuk odaklı olduğunu veya edebi zevki çocuğun gelişiminin bir parçası olarak görse bile sadece bu zevki vermeyi amaçladığını söyleyemeyiz. Bu noktada “Şermin”in “Yeni Mektep” anlayışının bir ürünü olduğunu belirtme ve bu konuyu biraz açma gereği duyuyorum. Cavit Kacvar’ın makalesinde belirttiği gibi Yeni Mektep, şair-öğretmen Tevfik Fikret’in kendi deneyimlediği öğretim sistemlerinden de beslenerek milli eğitim için yararlı ve gerekli gördüğü kısımları daha da geliştirip uygulamaya sokma girişimidir. İstibdat Dönemi’nde bu mümkün görünmese de meşrutiyetin ilanından sonra Tevfik Fikret 8-12 yaş arası çocukların gitmesinin düşünüldüğü bu okul tasarısına yoğunlaşır. “Akıl ve ahlak”a dayalı olarak iki koldan ilerleyecek bu eğitim anlayışını ve Yeni Mektep’i yurdunun gençliğini uyuşukluk, acizlik ve cehaletten kurtarmak; ülkesini yükseltmek için bir araç olarak görür. Yani Fikret’in de dönemin yeni eğitim anlayışına dayanarak söylediği gibi “Tahsil bir gaye değil, bir vasıtadır”. Sermaye eksikliğinden gerçekleşemeyen bu tasarıyı Tevfik Fikret kısa süre de olsa Galatasaray Lisesi’nde uygular. Tasarı gerçekleşmeyince arkadaşı eğitimci Satı Bey, Şişli’de bir okul ve çocuk yuvası açarak Fikret’ten bu yuva için şiir yazmasını ister. Yani Şermin bir anlamda bu dileğin ürünüdür ve aynı zamanda edebiyatımızın ilk “eğitsel çocuk kitabı” olarak da geçer. Şermin’deki genel hava direkt bir eğiticilik kıvamında olmasa da ilk sayfadaki “İthaf” şiirinde Tevfik Fikret’in çocuklara seslenişinde bir eğiticilik ve öğüt verme amacı gözümüze çarpıyor: “Yuva şefkat yuvasıdır, Ninelerdir onu yapan; Fakat, yavrum, senin yuvan Bir marifet yuvasıdır; Bunu ancak irfan yapar Bunun ayrı değeri var. Sev yuvanı; orada sen Kardeşlerinle koşarak Ötüşerek, oynaşarak, Öğrenirsin-öğrenmeden Nedir zahmet, nedir keder,Faideli birçok şeyler.

Haydi yuvana, yavrucak; O marifet yuvasıdır, Ve fazilet yuvasıdır. Orda fikrin uyanacak; Orda kanat açacaksın, Yükseklere uçacaksın!” Tevfik Fikret çocuklar için yazdığı bu kitapta mümkün olduğunca çocukların gözünden dünyaya bakmayı ve onların duygularını hissettirmeyi amaçlamıştır. Şermin’in “Rengin” şiiriyle bize seslenişini vererek de yazıyı bitirelim: “Beyaz kedim, Siyah kedim Sarı kedim; Adı ‘Rengin’ olsun, dedim. Rengin ablamın adıdır; O şimdi kızacak bana. Fakat hocam söyledi ya? Rengin demek renkli demek; Bunda ne var gücenecek? Lakin ablam Rengin ablam Hain ablam, Sofra başında dün akşam Astı bana çehresini. Belki biraz hakkı vardı Çünkü Rengin onun adı. Ne var fakat gücenecek; Rengin demek renkli demek; Benim kedim de üç renkli, Hem de benekli benekli. Sarı kedim, Siyah kedim, Beyaz kedim; Adı rengin olsun, dedim.”...

Kavcar, Cahit, Tevfik Fikret’in Eğitimciliği ve “Yeni Mektep” 2 Sever, Sedat, Tevfik Fikret ve Çocuk Şiirleri 3 Bu dergide “Tevfik Fikret’in İdeolojisi” makalesinden 1

AŞİYAN

23


Dosya

Tevfik Fikret – Mehmet Âkif Tartışması

çok yakından olmasa da Tevfik Fikret’i tanıma fırsatı bulan Mehmet Âkif’in, onun bazı özelliklerinden hoşlanmadığını aktarıyor bizlere Mithat Cemal. Bu özelliğin ne olduğunu Mehmet Âkif’in şu cümlesinden anlayabiliyoruz: “Benim gibi ilk görüştüğü adama yirmi senelik arkadaşlarını çekiştirdi.” 2

DENİZ ÖZLEM ÇEVİK

“Hak bildiğin bir yola yalnız

gideceksin.”

Tevfik Fikret

“ ..şudur cihanda benim en .

beğendiğim meslek sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”

Mehmet Âkif’in bu tepkisinden, en başlarda, Mehmet Âkif soğukluğun fikrî olmaktan ziyade henüz kişisel boyutlarda olduğunu görüyoruz. Karakter uyuşmazlığından Edebiyat geleneği boyunca edebî münakaşaları kaynaklanan bu soğukluğu daha iyi anlayabilmek için olan sanatçılara rastlansa bile, genellikle, tarihin tanıklık Tevfik Fikret’in mizacından da bahsetmek gerekiyor. ettiği münakaşaların en şiddetlileri, sanatçıların fikrî Yaşantısından ve şiirlerinden bildiğimiz üzere son derece meseleleri ile ilgili olmuştur. Türk edebiyatı tarihinde karamsar ve bir şehre dahi küsebilecek ölçüde kırılgan en önemli tartışmalardan biri olarak kabul edilen Tevfik bir yapıya sahipti Tevfik Fikret. Aynı zamanda şairin, Fikret - Mehmet Âkif tartışması da fikrî yönü ağır basan duygularını –olumlu ya da olumsuz- coşkulu bir biçimde tartışmalar arasında sayılabilir. ‘Hak ve hakikatten yana anlatmayı sevdiğini bu yönüyle de her an kabarmaya olmak’ gibi çok önemli bir ortak noktaları olmasına hazır bir deniz gibi olduğunu görüyoruz. Sis şiirinde II. rağmen, Türk edebiyatının bu iki usta şairi, çok önemli Abdülhamit dönemi İstanbul’una nefretini ilan ederken ve kimi zaman yaşadığımız çağda bile tartışma götüren de, II. Meşrutiyet’in ilanından bir gün sonra yazdığı bir atışmanın kahramanları olmuşlardır. Evet, ikisi Rücû şiirinde bu olaydan duyduğu mutluluğu anlatırken de Fikret’in dediği gibi, hak belledikleri yolda yalnız de benzer bir duygularına hâkim olamama durumu sezikalsalar dahi ilerlemişlerdir, fakat bu süreçte seçtikleri yoruz. O yüzden, bunu Tevfik Fikret’in bir mizaç özelliği yolların ve uğradıkları durakların ayrı olması onları olarak değerlendirerek, Âkif’in rahatsız olduğu davranışı böylesine şiddetli bir tartışmanın içerisine sürüklemiştir. Zaman zaman pişmanlıkları da barındıran bu tartışma, iki da bir parça anlamlandırabiliyoruz. Bu soğukluğun, ikili arasında bir münakaşaya şairin de hayatından bahsedilirken atlanmaması gereken dönüşmesine sebep olan hadise, Tevfik Fikret tarafından bir detay oluşturur. 28 Nisan 1905 tarihinde kaleme alınıp, 1910 yılında İkili arasında, içlerinden biri öldükten sonra dağıtılan meşhur Tarih-i Kadim şiirine Mehmet Âkif’in dahi devam eden bu tartışmayı derinlemesine anlatabir cevap kaleme alışıdır. İstibdat döneminin3 karanlık bilmek için gerilimi başlatan, Tevfik Fikret’in o meşhur ortamının anlatıldığı ve pek doğaldır ki o dönemde Tarih-i Kadim1 şiiri dağıtılmazdan öncesine, ikilinin basılamayan bu destansı şiir özellikle tarih, din ve Dârülfünun’da beraber hocalık yaptıkları döneme dönşeref gibi konularda ağır eleştiriler barındırır. Tarih-i mek gerekiyor. Bu noktada da Mehmet Âkif’in yakın Kadim’de Tevfik Fikret’e göre, insanoğlunun yüzyıllar dostu Mithat Cemal’e başvuruyoruz çünkü Mithat boyu tarih diye anlattığı şey, savaşlardan, kandan, yıkım Cemal’e göre ikili arasındaki soğukluk bu dönemde ve acıdan ibarettir. Bu tarihsel karmaşanın kökeninde başlamıştı. Dârülfünun’da hocalık yaptıkları dönemde

24

AŞİYAN


Dosya dinin olduğundan yola çıkarak, şiirin bazı bölümlerinde din üzerine yürür şair. Muhtemelen, Mehmet Âkif’i en çok kızdıran ve onu cevap yazmaya iten bölümler de ağır din eleştirilerinin bulunduğu bölümler ile Tanrı’nın varlığından ‘kuşku’ duyulan bölümler olmuştur. … Din şehit ister, göklerse kurban, Her zaman, her tarafta kan, kan, kan! … Yırtılır ey köhne kitap yarın Fikirlere mezar olan sayfaların. 4 Şiirin bu bölümlerinin Mehmet Âkif’in zihnini epey meşgul ettiğini Mithat Cemal’in aktardığı, kendi cümlesinden anlıyoruz: -yukarıda sadeleştirilmiş şekli bulunan Yırtılır ey kitab-ı köhne, yarın Mahtel-i fikr olan sahifelerin beytini kastederek- “Bu beyit beynimde aylarca öttü.” Netice olarak, Mehmet Âkif beyninde ötüp duran bu dizeye ve kişisel olarak da Tevfik Fikret’e, münakaşayı başlatacak olan cevabı kaleme alır. Berlin Hâtıraları’nda yer alan bu cevapta Tevfik Fikret açısından sıkıntı verici olan ve zamanla bu münakaşanın simgesi haline gelen dikkat çekici bir bölüm vardır: ... Şimdi Allah’a söver, sonra biraz bol para ver Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder.

şiirinin başına da, Mehmet Âkif’in eleştirilerinden en çok içerlediği, ‘zangoç’ ifadesinin yer aldığı bölümü koyar ve şiiri de doğrudan ‘Molla Sırat’ diyerek seslendiği Mehmet Âkif’e ithaf eder. Tevfik Fikret bu şiirinde, Mehmet Âkif’e, dine bakış açısının Tarih-i Kadim şiirindeki hale gelişini anlatarak cevap verir. “... Doğruluk, sevgi ve vefa ve tevazu / Merhamet. iyilik ve yurtseverlik, hakkaniyet / Sonra bir şaire zangoç dememek...” dizeleriyle ise doğrudan Mehmet Akif’in ‘zangoç’ nitelemesini eleştirir ünlü şair. Tarih-i Kadim’e Zeyl’in yayımlanmasından sonra Mehmet Âkif’in buna cevap vermeyişi ile birlikte tartışma bitti sanılsa da, Tevfik Fikret’in 1915’teki ölümünden sonra Mehmet Âkif içinde yine ‘zangoç’ ifadesi geçen bir şiir kalem alır. Mehmet Âkif’in bu kez tüm Servet-i Fünun üyelerini kapsayan eleştirileri öncekilerden çok daha ağır olur.5 Nihayetinde, Tevfik Fikret cevap verecek durumda olmadığından ikili arasındaki münakaşa son bulur. Kimi zaman çeşitli ideolojilerin markajı altına giren bu tartışma günümüzde bile gündeme getirilmektedir. İki şairin birbirlerine seslenişleri olan ‘zangoç’ ve ‘molla’ ifadeleri ile tartışmanın sembolik olarak Batılıcılık-İslamcılık yönü belirlenmiş olsa da, bugünlerde tartışmanın bu iki kutuplu yönüne, dönemin şartları göz önüne alınmaksızın, daha fazla vurgu yapılmaktadır. Fakat her ne olursa olsun şunu da unutmamak lazımdır ki bunca tartışma sürmüş ve hala sürüyor olsa da ele alınan iki şairin de ortak özelliği olan hakkaniyet duygusu, ne taraftan bakılırsa bakılsın, ne şekilde anlaşılırsa anlaşılsın hakkaniyettir. İster Âkif’çe olsun, ister Fikret’çe…

Eski Çağlar Tarihi Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Âkif – Hayatı, Seciyesi, Sanatı 3 Devr-i İstibdâd : Baskı dönemi. II. Abdülhamid’in I. Meşrutiyet’e son verişinin ardından İttihad ve Terakki partisi tarafından devre verilen ad. 4 Bu bölümlerin sadeleştirilmiş biçimleri Orhan Karaveli’nin Tevfik Fikret ve Halûk Gerçeği isimli kitabından alınmıştır. 5 Abdullah Uçman, Bir Muhalif Kimlik Tevfik Fikret, Tevfik Fikret – Mehmet Âkif Münakaşası. 1 2

Mehmet Âkif’in Tevfik Fikret için ‘zangoç’ sıfatını kullanması, şairin o dönemde bir Protestan okulu olan Robert Kolej’de öğretmen olmasından ileri geliyor. Bu ifadelere sinirlenen Tevfik Fikret, Tarih-i Kadim’e bir ek ve aynı zamanda da Mehmet Âkif’e cevap olması açısından Tarih-i Kadim’e Zeyl şiirini kaleme alır. Bu

AŞİYAN

25


Şiir

Öykü

Yanık Yağ FURKAN SARIKAYA

Virgül FATMA KAHRAMAN

-yol geçmez kasabasında on iki buçuk kasvet treni-

Tam kapıyı kapatmışken telefon, tekrar çaldı:

fren sesine boğulmuş, yanık yağ kokusuna bindirdim şiirlerimi

“Hoşgeldiniz.” “...” “Yanlış numara, kaybettiniz. ”

acı ıslık tıkırtısında yürüyen adamların vurulmuş topukları kanıyor derin derin izlerin geldiği o felaket mahallinin, yorgun tüccarlarıymış bunlar fakir kepenklerinde bir vadesiz slogan çizili birinin ceketinin iç cebinden sevdası düşünce anladım -kırk ikindi fırtınalarında uçurdum şiirlerimi, ıslatmadan velhasılİki adamdılar Yandılar Yağdılar Sanki kafa taslarını yutmuşlardı Dut dalından düşmüştü gözbebekleri İnceden yağdılar Zifiri yağdılar Yandılar Diğeri düşen sevdayı cebine götürdüğünde anladım

Hemen perdeleri aşağı çektim, televizyonu kapattım. Televizyonun karşısında yumuşacık geniş bir koltuk bulup kendimi oraya atıversem de saatimi kurmadan uyuyabilseydim. Hayal. Fırında kek kokusu kaldı, kendisi, yok. Meyve de, yok, evin önündeki dut ağacına dün gece yıldırım düştü, bütün sokak, yandı. Dutlar yerleye, düştü, atlı karıncalar ayakları altında, ezdiler, hepsini. Ayak sesleri kulağımda, yankılandı. Saniyelerce. Bir örümcek süzüldü, zerafetle. Bu örümceği ne zaman görsem aklıma annemin anlattığı örümcekli, masal geliyor. Nasıldı? Hatırlamıyorum. Çoraplar vardı, bir de örümcekler, iki örgü falan. Örümcek bir sağa bir sola geçiyor. Gözkapaklarımın, bir birini bir birini, açıp kapatıyorum. Göz egzersizi. Kaç yıldır uyumamanın verdiği bir tik, keyifli. Benim çok “tik tak”ım var. Duvarlar saatlerle dolu. Aile portremize bile yer, yok. Git gide de çoğalmaya devam, ediyorlar. Beni sıkıştırdılar, bol bol zamanım var ama mekanımı, daraltıyorlar. Bunaldım. Ayrılamıyorum ki, sokak numaralarını, bilmiyorum, geri dönemem. On iki sokak var, yuvarlak yollardan, geçemem, başım dönüyor. Sabahları dışarı el arabasıyla, fazla gelen eşyalarımı atıyorum. Patlayacağım yoksa, sıkıntıdan. Bu sabah el arabasına yükledim, koltuklardan sonuncusunu, attım, ferahladım. Ben atar atmaz koltuk havaya uçtu, içinde saatli bombalardan varmış. Kapıyı usulca, kapattım. Komşular, duymasın. Yerdeki gazeteyi aldım, yirmi dört sene öncesinin gazetesi. Gözlerimi kıstım, yazılar, karınca gibi, ben büyük harfleri okuyabiliyorum. Gözlüğüm de yok, balkonda bir teleskop vardı, dün gece yıldırımdan kaçarken, düştü, kurtaramadım. Kapımı sabah bir adam çaldı, teleskopu tutan elindeki, altın saati gözümü kamaştırdı. Dün gece teleskop onun kafasına, düşmüş. Kafası karışmış, şapka takıyor. Görünmüyor. Bıyıkları güldü, teleskop kalsın, diyince. Teleskopu elime tutuşturdu, arkasına bakmadan koşarak, uzaklaştı. Baktım kaldım arkasından. Yuvarlak yolda, yuvarlak topuklu ayakkabıları, takur tukur, tokuşuyordu. Usulca kapıyı, kapattım. Telefon bir kez daha çaldı: “Hoşgeldiniz.” “...” “Yanlış numara, kaybettiniz.”

26

AŞİYAN



Röportaj

“Varolmayanlar” Üzerine Fantastik Edebiyatın Öncülerinden Senarist Doğu Yücel ile Son Kitabı “Varolmayanlar” Üzerine Açık Yürekli Bir Röportaj ECEM BAYAR, FIRAT DEMİR “Varolmayanlar”ı okuyanların gözüne çarpan ilk özellik betimleme ve detayların fazlalığı. Yazınızın bu kadar sinematografik olmasında senarist olmanızın ne kadar etkisi olduğu düşünüyorsunuz? Senarist olmadan önce yazdığım hikâyelerde hep sinematografikti zaten. Ben ilkokulda okuma-yazmayı öğrenir öğrenmez hikâyeler yazmaya başlamıştım fakat tabii ki o dönemde yazdıklarım çok çocuksu ve çizgi romanlardan etkilenen basit ve ilkel yazılardı. O yazılarımda da yine tasvirler, betimlemeler çok fazlaydı ve sinematografik bir anlatım vardı. Bunun bence asıl nedeni benim senarist olmamdan daha çok benim sinemadan çok fazla etkilenmiş olmamdır. Özellikle de yazmaya başladığım dönemde kitap kurdu değildim ki zaten ilkokulda başladım ve o dönemde çoğu insan zannedersem roman okumaz. “Star Wars”, “E.T.”, “Back To the Future” gibi filmlerden etkilenerek hikâyeler yazmaya başlamıştım. Sinemadan çok etkilendiğim için dilim sinematografik bir anlatıma yatkın oluyor. Gündelik dil, argo hatta zaman zaman küfürlerle bezenmiş diliniz göze çarpan ikinci özellik gibi görünüyor. Dilin bu kullanımı kitabı daha gerçekçi yapmak adına mı? Bu anlamda sizin fantastik bir gerçekçi olduğunuz söylenebilir mi? Ben de o terimi kullanıyorum. Öyle bir terim var mı yok mu bilmiyorum; ama ben de kendi türüme fantastik gerçekçi diyorum; çünkü doğrudan fantastik edebiyat dediğimiz zaman insanların aklına ilk gelenler “Yüzüklerin Efendisi” gibi bambaşka bir dünyada,

28

AŞİYAN

diyarda geçen ve farklı ırkların maceralarının olduğu fantastik kurgu kitapları oluyor. Ama mesela ben “büyülü gerçekçilik” lafını da çok seviyorum. O da Italo Calvino, Marquez gibi isimlere söylenen türdür; fakat Türkiye’de pek fazla bilinmiyor. “Büyülü gerçekçilik” dediğiniz zaman insanların aklına “Harry Potter” türü romanlar geliyor. O nedenle bu terimi kullanmak bana uymadığından ben kendime fantastik gerçekçi demeyi tercih ediyorum. Ben gerçek dünyada bir hikâyenin başlayıp hikâyenin bir yerinde bir kırılma noktası yaratıp o gerçekliği bozmayı seviyorum. Bir edebiyat dergisinin forum sayfasında kitapta sıkça kullandığınız yabancı kelimelerin cümleye serpiştirilmesi ciddi derecede eleştiri aldı. Siz de bu konuyla ilgili bir savunmada bulunmadınız. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Türk edebiyat camiasındaki eleştirmenler ve kanaat liderleri maalesef fantastik edebiyatı bilmiyorlar ve kabul etmiyorlar ama beri yandan bu türde yazılan kitapları eski temel taşlarını bilmeden özellikle olumsuz yönde eleştirmeyi çok seviyorlar. Stephen King’in bile kitaplarını okumayan, okusa da eleştiren, tepeden bakan ve sevmeyen şahıslar tabii ki benim kitaplarımı sevmez çünkü Stephen King bu türün en büyük eserleri oluyor ve benim onları aşmama imkân yok. Bu durumu bir yandan pek fazla önemsemesem de bir yandan üzülüyorum çünkü Türk kültürü bence fantastik edebiyattan beslenen bir kültür. Halkımız oldukça hayalperest ve Türk Edebiyatı eskiden Nasreddin Hocalardan “Binbir Gece Masalları”na kadar fantastik unsurları bol olan bir edebiyattı. Neden bunu yadsıdıklarını anlamıyorum. Yabancı kelime mevzusuna gelecek olursak ben onun için özellikle çalıştım. Kitap aslında beyaz yakalı bir adamın günlükleriyle başlıyor. Bu adam finans sektöründe çok üst noktalara gelmiş, güzel kız arkadaşıyla, mobilyalarıyla, arabasıyla, servetiyle övünen bir tip. Bu tip, kitaptaki olaylar neticesinde bir şeyler öğrenmeye başlıyor ve öğrendikçe karakteri daha çok lise yıllarındaki gibi daha hayalperest ve isyankâr oluyor. Bu değişimi anlatırken adamın dilini de kullanmam gerekiyordu ve böyle bir değişimin sonucunda doğal olarak adamın dili de değişiyor. Kitabın başlarında “slow motion” diyen adam kitabın sonlarına doğru bu tarz yabancı kelimeleri kullanmamaya başlıyor. Başlangıçta o tarz bir adam tabi ki “slow motion” kullanıyor, biz bile sonuçta teknolojik terimleri önce İngilizce ile geldiği için o dilde kullanıyoruz ve onlar o haliyle bizim dilimize yapışıp kalıyor. Eleştirmenler benim o cümleyi yazarken düşünmediğimi mi zannediyor? Her kelimenin, her


Röportaj cümlenin, her noktalama işaretinin üzerinde saatlerce düşünüyorsunuz. Mesela “Hayalet Kitap”ta ben markaları oradaki tüketim toplumunu eleştirmek amaçlı kullanmıştım, daha sonra da bana markaların reklamını yapıyor diye eleştiriler gelmişti. Türkiye’de maalesef bir kitap çıkıyor, adam akıllı 1-2 defa eleştirilse kârdır diye bakıyorsunuz. Bu kitabı yedi senede tamamladığınızı biliyoruz. Yedi sene bir roman için uzun bir süreç gibi görünüyor. Bu süreyi kitap üzerinde daha fazla çalışabilmek için özellikle mi uzattınız? Tabi ki işlerim olması da bir etkendi ama asıl neden kitabın kurgusunun çok karmaşık olmasıydı. Labirentli ve hikâyenin içinde hikâyeler olan karmaşık bir yapısı var bu romanın ve o yapıyı bir bilinçaltı yapısı şeklinde değil gerçekten herkesin anlayabileceği bir şekilde anlatmaya çalıştım. Bütün taşlar yerine otursun istedim. Bu kitapta yaklaşık on tane yan hikâye var, o hikâyelerin her biri bir süreci gerektiriyor. O hikâyeleri ana hikâyeye bağlamak da ayrı bir uğraştı. O on tane hikâyeden üçü çok uzun hikâyeler ve onlardan bir tanesini ben komple değiştirdim. “Dişi Korsanın Esrarengiz Hikâyesi” diye bir hikâye var, aslında onun yerinde başka bir hikâye vardı. İlk taslağı okuyanlar beğenmişti; ama bir türlü benim içime sinmiyordu. Yayınevi ve editör kabul etti kitabı, çok beğendiler; ama ben hala şüpheliydim ve daha iyisi olabileceğini düşünüyordum. Aklıma bir gece bu hikâye geldi, tabi bu şekilde bütün roman da değişmek zorunda kaldı. Bu yaptığım son değişiklikti ama onun dışında onlarca değişiklik yaptım hepsi bir süreci gerektirdiği için yaklaşık altı-yedi sene sürdü. Kitabın okuyucuya aktarmak istediği temel fikirlerini kitabın ana karakterinden çok İrfan Kudret Akay karakterinden duyuyoruz. Bu karakterde sizden izler olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence her yazarın yazdığı her karakterde o yazardan bir parça olur. En kötü, en psikopat, en sapık karakterde bile o yazarın karakterinden az ya çok parçası oluyor. O yüzden bu kitapta da yazdığım birçok karakterde, hatta eleştirdiğim ve zıttım gördüğüm birçok karakterde bile benden izler var. Ama en çok benden iz olan karakter

romanın asıl, isimsiz, karakteridir. Baba karakteri benden çok şey taşıyor. Kitapta yer yer Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar”ındaki gibi insanın makineleştirildiğini betimleyen bölümler görüyoruz. Bu bağlamda kitapta eleştirdiğiniz asıl olgunun kapitalizm olduğunu söyleyebilir miyiz? Aslında eleştirdiğim şey, şu anda sistemin dayandığı her şey. En başlıca kapitalizm, içinde bulunduğumuz sistem. Artık bütün insanların vicdanını zorlayan, insanların sorgulamaya başladığı bir sistem haline geldi. Yıllardır kapitalizmi savunanlar bile bunu sorgulamaya başladı. Onun dışında aslında şu anki varoluşumuzun dayandığı her şeyi, zaman zaman abartarak eleştirdim. Yönetim şekillerinden inanç sistemlerine kadar kurcalanmadık şey bırakmamaya çalıştım. Cinsiyet kodları, banka sistemi gibi her şeyi kapsıyor. Kitabın bir noktasında ilk insanların uyum içinde yaşadığını söyleyen yerler var. Bu anlama J.J. Rousseau gibi insanların doğası gereği saf, temiz ve uyum içinde yaşayan varlıklar olduğuna mı inanıyorsunuz ya da en azından kitapta vermeye çalıştığınız ana fikir insanların uyum içinde yaşamaları için bir sisteme gerek olmadığı mıdır? Bu fikrin günümüzdeki uygulanabilirliği sizce nedir? Ben öncelikle romanların çok birebir net mesajlar vermemesinden yanayım ama beri yandan bu romanda da tıpkı eski kült bilim-kurgu romanları gibi, “V for Vendetta”, “Dövüş Kulübü” gibi alttan alttan önerilen bir şey var o da bugüne kadar yürüyen sistemin yanlış olduğu ve değiştirilmesi gerektiğidir. İnsanlara “Dünyayı değiştirebilirsiniz!” mesajı veriyor. Felsefi ve politik anlamda bu kadar derin konuları neden fantastik bir hikâyede anlatma gereği duydunuz? Bu tip derin konular daha önce de fantastik edebiyatta kullanıldı. Sistemi eleştirmeye daha elverişli bir tür olduğu kanısındayım. Örneğin Kafka’nın “Dava”sı gerçekçi bir yapıttır ve bürokrasiyi eleştirir ama “Dönüşüm” daha fantastiktir ve varoluşu eleştirir. Sanki işin içinde

AŞİYAN

29


Röportaj

Edgar Allan Poe en çok etkilendiğiniz yazarlardan biri. Onun sizin yazarlığınıza katkısı, yansıması ne şekilde oldu? Bu tarzda ilk şairane, edebi ve ağdalı yazan isimdir. Önceleri daha az sanatsal yazarların işi gibi gözükürken Poe ile beraber bu fikir değişti. Gotik edebiyatı da o başlattı. En büyük üstatlardan biri ve yaşadığı dönem itibariyle çok gerçekçi eserlerin kabul gördüğü bir dönemde yaşadı. Buna rağmen kitaplarının başına “Hayallerin tek gerçeklik olduğuna inanan insanlara adıyorum.” şeklinde bütün hayalperestleri coşturan ve bir çatı altında toplayan, teşvik eden büyük laflara imza attı o nedenle en büyüklerin başında gelir. Bir çatı altında toplamaktan bahsetmişken sizin de böyle bir projeniz var sanırım. Biraz bu projenizden bize bahseder misiniz? Uzun zamandır düşündüğümüz; ama bir türlü hayata geçiremediğimiz bir projeydi ve adı FABİSAD(Fantezi bilim kurgu sanatları derneği). Dernek olarak geçiyor ama biz bir kulüp havasında olmasını, yeni yazarların ve okurların da katılmasını istiyoruz. Şu an derneğimizde Yiğit Değer Bengi, Barış Müctecaplıoğlu, Yıldıray Çınar, Kenan Yarar gibi fantastik tarzlarda hem çizer olarak, hem yazar olarak, hem araştırmacı olarak, hem yönetmen olarak yer alan birçok isim var. En kısa zamanda faaliyetlerimize başlayacağız. “Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı”nı sizin için özel yapan nedir ve nasıl oluştu? İlk öykü kitabımda yer alan bir öykü ve aynı zamanda internet sitemde de yer alıyor. O öykünün benim için önemi ödül almamı sağlayan öyküdür. Ben de tüm yazarlar ya da yazar adayları gibi ilk başta özgün olmayı ve dünya edebiyatına yeni ve akılda kalıcı bir hikâye kazandırmayı amaçlamıştım. O açıdan baktığımda hem özgün, hem dilini sağlam olarak gördüğüm hikâyemdir. Yazdığımda da hoşuma gitmişti, ismi de hoşuma gidiyor. Takip ettiğiniz yazarlar kimlerdir?

30

AŞİYAN

Stephen King, Shakespeare, Douglas Adams, Calvino, Marquez, Milan Kundera gibi yazarların dışında Türk yazarlardan Orhan Pamuk, Müfit Özdeş var. Müfit Özdeş’in çok etkilendiğim kitabı “Son Tiryaki”dir. Barış Müstecaplıoğlu, İzzet Yasar da takip ettiğim yazarlardandır. O da gizemli bir yazardır. İlk başta aklıma gelen isimler bunlar. Orhan Pamuk’un da bizim eleştirmen tayfası tarafından haksızlığa uğrayan bir yazar olduğunu düşünüyorum. “Varolmayanlar” başlığını koyarken de Calvino’nun Varolmayan Şovalye’sinden etkilendiğimi söyleyebilirim. Yazar olmak isteyen gençlere ya da yazmak isteyenlere yazma konusunda ne gibi tavsiyeler verebilirsiniz? Stephen King’in “Yazma Sanatı”, Milan Kundera’nın “Roman Sanatı” da çok iyiydi. Marquez’in yine yazmak üzerine bir kitabı var. Ben bunları okumanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Bunları birebir takip etmekle okumak arasında fark var ben birebir takip etmek olmamalı amaç diye düşünüyorum. Kendi yöntemini bulmalı herkes. Benim yazarlık serüvenimde Muzaffer İzgü’nün bana katkısı çok olmuştur. Kendisi ben lisedeyken bir panele gelmişti ve şöyle demişti: “ Ben bir hikâyemi kâğıt kalemle en az beş kere baştan sona yazıyorum. Bu hikâyeleri yetiştirmek için de günde sadece beş saat uyuyordum.” Bu beni çok etkiledi ve o an hikayelerimdeki memnuniyetsizliğimin nedenini çözmüştüm. Şu an günümüz gençlerinin hatası da bu. Marquez de aynı şeyi söyler hatta yazmak üzerine olan kitabında. Çok yazmaları çok okumaları gerekiyor ve kâğıt kalemle yazmaları çok daha faydalı olabilir. Bütün eski yazarlar da dolma kalemle ya da daktiloyla yazıyorlardı. Ben o nedenle kendimi şanslı görüyorum çünkü ben yazmaya başladığımda bilgisayarla daha gelişmemişti ve ben daktiloyla yazıyordum. Çok zor ve uzun zaman isteyen bir uğraş. O size bir cümleye başlarken o cümlenin hakkını vermeniz gerektiğini öğretiyor.

Fotoğraflar: Firdevs Ev

fantastik bir doz olunca daha büyük bir resmi daha isabetli bir şekilde resmedebiliyorsunuz. Fantastik edebiyat adı üstünde gerçek hayata bir alternatif sunma sanatıdır. Zaten ben her şeyin başında edebiyatı fantastik-gerçekçi diye ayırmak ne derece doğru diye sorguluyorum çünkü en başta roman dediğimiz şey fantastik bir yapı, uydurma karakterler uydurma olaylar içeriyor en nihayetinde. İşin için sadece doğaüstü işler girince fantastik diye algılanıyor. İnsanlar fantastik edebiyatı hep ayırır ama mesela “Don Kişot”ta da fantastik kurgular var.



Makale

Bir İhtimal Daha Var, O da... Venedik’te Ölüm DENİZ ÖZLEM ÇEVİK 20. yüzyıl Alman edebiyatının en önemli isimlerinden Thomas Mann, ilk romanı Buddenbrooklar: Bir Ailenin Çöküşü’nü tıpkı hayranı olduğu Goethe gibi genç yaşta yayımlamıştı. Bir ailenin burjuvazinin getirdiği çalışkanlık, disiplin gibi değerlerinin zamanla yok oluşunun anlatıldığı bu romanla büyük bir başarıya ulaşan Mann, aynı zamanda gelecek roman ve öykülerinin de temel meselesini belirlemiş oldu: erdem ve duygu çatışması. Buddenbrooklar romanında bir aile üzerinden anlatılan bu çatışma, 1912’de yayımladığı uzun öyküsü Venedik’te Ölüm’de şair Gustav von Aschenbach’ta vücut buluyor. “Sanat ve sanatçının anlamı” teması üzerinde sıkça duran Mann, Aschenbach üzerinden burjuva ahlakına sahip bir sanatçının estetikle imtihanını anlatıyor. ‘Venedik’te Ölüm’, önlenemez bir kaçış arzusuyla başlıyor. Bir ikindiüstü, Münih’teki evinden çıkıp dolaşmaya başlayan şair Gustav von Aschenbach’ın ruhu, kendine oralı olmayan, başka diyarlardan gelmiş, bir seyyah izlenimi veren hasır şapkalı bir adamı görmesiyle birlikte bir kaçma arzusuna teslim oluyor. Aschenbach’ın iştahını kabartan bu gezme isteği, Venedik’te onu bekleyen yazgısına ulaşması için bir aracı oluyor. Kitabın ikinci bölümünde Mann, Gustav von Aschenbach’ı ve onun üzerinden burjuva sanatçısını tanıtmaya başlıyor okura. Aschenbach için çalışmak, didinmek ve disiplin gibi kavramların kutsallığına bu sayfalarda tanık oluyoruz. Avarelik nedir bilmeyen Aschenbach’ı başka birinin gözünden şöyle anlatıyor Mann: Otuz beş yaşlarındayken, Viyana’da hastalandığı bir sıra, dikkatli bir gözlemci, bir topluluk karşısında Aschenbach hakkında, “Bakınız, Aschenbach öteden beri hep böyle yaşamıştır!” demiş, bunu söylerken de sol elinin parmaklarını sıkarak bir yumruk yapmıştı. “Böyle değil!” Bu sefer de açtığı elini koltuğun arkalığından serbestçe sarkıtmıştı.1

32

AŞİYAN

Aschenbach’ın hayatta didinerek, mücadele ederek var olduğunu; zayıf yaradılışına karşı gelerek kendini mecbur ettiği bu mücadelenin, zaten bir varoluş biçimi olarak gördüğü sanatının oluşumunda temel bir nokta teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Öyle ki, Aschenbach, sanat yaşamı boyunca duygularını geri plana iterek bir nevi nefis terbiyesi yapmıştır, tıpkı içinde yaşadığı burjuva kültürünün diğer fertleri gibi.2 Fakat kitabın başında ruhunu etkisi altına alan kaçma arzusuyla Venedik’e gitmeye karar veren Aschenbach’ın bu şehirde on üç yaşındaki bir erkek çocuğu olan Tadzio’yu görmesiyle bütün burjuva ahlakını yerle bir eden bir imtihan başlar: Sanatçının estetikle imtihanı. Eşsiz bir güzelliğe sahip Tadzio’yu görmesinden itibaren, Aschenbach’ın ruhi dünyasında bitmek tükenmek bilmeyen; onu Venedik’te ölüme mahkum eden bir savaş başlar. Tadzio’nun Antik Yunan heykellerini andıran ve ilahlaşan güzelliği karşısında Aschenbach ahlak ve estetik, iyi ve güzel arasında sıkışıp kalır.3 Mann, bu sıkışmayı Carl Maria Weber’e yazdığı bir mektupta şöyle anlatır: [O sanatsal neden] dionistik, sorumsuz-bireyci çağlayan şiir ruhu ile apollonic tarzı, nesnel bağımlı, ahlak-toplum sorumluluğu olan nesir arasında farkta yatar. Duyusallıkla ahlaklılık arasında bir denge hedeflendi orada; aynı Venedik’te Ölüm üzerinde çalışırken, hatırladığıma göre beş kez okuduğum [Goethe’nin] Wahlverwandtschaften4 ideal bir şekilde gerçekleşmiş bulduğum gibi.5 Bu mektupta bahsedilen fark aynı zamanda geçmiş ve bugün arasında bir farkı da anlatır bize. Zira Tadzio’dan sonra erdem ve ahlak, Aschenbach’ın geçmişi olur; estetik ve güzellik ise bugünü. Aschenbach’ın dünü burjuva kaynaklı bir ahlaki sorumluluk ve disiplin ekseninde sürüp giderken, bugünü ise Tadzio’da vücut bularak Venedik’te karşısına çıkan ilahi güzelliğin esiri olur. Mektuptaki Nietzsche6 göndermesini de düşünerek tekrar ele alırsak, Aschenbach’ın dünü, düzenin ve kontrolün simgelendiği Apollon’a; bugünü ise coşkunun ve duyguların simgelendiği Dionysus’a benzer. Böylece, Mann’ın7 belirttiği gibi zaten tabiatı gereği ahlakça kararsız olan sanatçı, estetik karşısında boyun eğişiyle bu savaşta safını belli etmiş olur. Tıpkı Robert L. Stevenson’ın ünlü roman kahramanı Dr. Jekyll’ın Mr. Hyde’a dönüşümünde olduğu gibi, Aschenbach’ın yeni bir Aschenbach’a dönüşümünde de fiziksel değişiklikler olacaktır. Tadzio karşısındaki zafiyeti gittikçe artan Aschenbach kendini karşı koyamadığı bir isteğin pençesinde bulur: kendini beğendirme. Olduğundan daha estetik görünmenin en makul yolu ise gençleşmektir. Bu uğurda Aschenbach, bir berberde fiziksel görünümünü değiştirir ve biz


Makale okuyucular da apaçık gerçekle karşı karşıya kalırız: Artık Aschenbach’ın, Akdeniz’e giden vapurda görüp dehşete düştüğü ve eserde grotesk bir çirkinlikle tasvir edilen ihtiyar adamdan hiçbir farkı yoktur. Şairin vapurda o ihtiyar adamı gördüğü bölüm kitapta şöyle anlatılıyor: (...) Aschenbach ona dikkatle bakar bakmaz, bir dehşet duygusuyla, bu delikanlılığın sahte olduğunu anladı. (...) Aschenbach ona ve arkadaşlarıyla olan yakınlığına ürpertiyle baktı. Bu adamın ihtiyar olduğunu; onların züppe, alacalı giyinişini hakkı olmadan taklit ettiğini, hakkı olmadan onlara benzeme yeltendiğini bunlar bilmiyor, görmüyorlar mıydı?(...) Nasıl oluyordu bu iş?8 O ihtiyarın, bütün erdemli davranışları bir kenara iterek yanındaki gençlere benzemek istemesini sorgulayan Aschenbach’ın, erdem ve estetiğe Tadzio’yu görmeden önceki bakış açısının nasıl olduğunu anlayabiliyoruz bu bölümden. Gerçekten de Tadzio’ya rastlamadan önceki Aschenbach’ın, sembolik olarak Apollo’nun veyahut Dr. Jekyll’ın “bu işin nasıl olduğunu” anlaması çok güç. Fakat ne zaman geliyor ki Aschenbach, kendini Tadzio’ya beğendirme arzusuna yenik düşüyor; işte o zaman, eskiden dehşetle seyrettiklerinin bir parçası oluveriyor.

1971 yapımlı “Death in Venice” filminden bir kare

güzelliğinden kopamaz ve salgın günlerinde dahi Venedik’i terk etmez. Böylece Aschenbach, Venedik’te Tadzio için değil, onun bedeninde vücut bulan ilahi ve hiçbir kelimenin tarife yanaşmayacağı güzellik uğruna ölür; tıpkı Semele’nin Zeus karşısında eriyip, kül olması gibi. Aschenbach’ı ünlü Alman besteci -Mann ile de mektuplaştığı bilinen- Gustav Mahler’e benzeten eleştirmenler olduğu gibi, Thomas Mann’ın yaşamı boyunca en fazla etkilendiği yazarlardan olan Goethe ile ilişkilendirenler de bulunuyor.9 Venedik’te Ölüm’de bu ilişkilendirmeye yardımcı olacak pek çok ayrıntı göze çarpıyor. Aschenbach’ın genç yaşta üne kavuştuğunun anlatıldığı bölümleri okurken Genç Werther’in Acıları’nı yazdığında henüz yirmi beş yaşında olan ve o yaşta büyük bir üne kavuşan Goethe’yi düşünmemek elde değil. Bir başka benzerlik olarak, Hüseyin Arak’ın makalesinde belirttiği, kitapta Aschenbach’ın da tıpkı Goethe gibi “von” soyluluk unvanını taşıdığının vurgulanışını da söylemek mümkün. Gustav Mahler benzetmesi ise özellikle 1971’de Luchino Visconzi tarafından çekilen Venedik’te Ölüm filminde karşımıza çıkıyor. Visconzi, şair Aschenbach’ı besteci ve şef Aschenbach’a dönüştürüyor. Filmin çeşitli yerlerinde duyulan Mahler senfonileri de bu benzerliği akılda kalır kılıyor. Kimilerine göre Goethe kimilerine göre Mahler ile olan bu benzerlikler, eser boyunca başkarakterini kullanarak kendi görüşlerini anlatıyormuş gibi görünen Mann ile Aschenbach arasına da bir mesafe koymuş oluyor. Sonuç olarak, 20. yüzyıl Alman edebiyatını evrenselleştiren ve bunu da 1929 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü ile kanıtlayan Mann, Venedik’te Ölüm eserinde sanatçının erdem ve duygu arasındaki sıkışmışlığını şair Gustav von Aschenbach üzerinden anlatıyor okura. Behçet Necatigil’in çevirisiyle okuduğumuz bu eseri, kitaplığımızda Thomas Mann’ın diğer ünlü eserlerinin yanına koyuyoruz. Thomas Mann, Venedik’te Ölüm, s.21 Georg Lucacs, Essays on Thomas Mann, London Merlin Press, s.22-23 3 Gürsel Aytaç, Thomas Mann’ın Edebiyat Dünyası, Phoenix Yay., s.138 4 Goethe, Elective Affinities 5 Gürsel Aytaç, Thomas Mann’ın Edebiyat Dünyası 6 W. F. Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu: Bu eserinde filozof, iki ayrı ve çatışan uçları; kontrolü ve taşkınlığı Apollon ve Dionysus ile somutlaştırır. Eserde, Apollon kontrolü; Dionysus ise bastırılmış duyguları sembolize eder. 7 Thomas Mann, Gessammelte Werke, X. cilt, s.67 ve Gürsel Aytaç, Thomas Mann’ın Edebiyat Dünyası, s.121 8 Venedik’te Ölüm, s.31 9 Yard. Doç. Dr. Hüseyin Arak, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm Başlıklı Eserinde Sanatçı İmajı, s.2 1 2

Aschenbach’ın Venedik’teki ruhi çalkantılar içinde geçen günleri, şehirdeki hastalık salgının öğrendiği halde Tadzio için kalmaya karar verişinden sonra başka bir boyut alır. Bu karardan sonra artık Aschenbach, bir nevi metamorfoza uğramış gibidir. Feragatli hayatını yavaş yavaş bir kenara bırakıp Venedik’teki günlerini duygularına teslim olmuş bir şekilde hayal kurmakla geçirir. Adeta hissedebilme yetisini yeni kazanmışçasına saldırır duygularına. Kendi kendini bile hayrete düşüren bir Aschenbach vardır artık. Zaman zaman aklı başına geldiğinde geçmişi ve bugünü ile ilgili sorgulamalara girişir Aschenbach. Eski benliğiyle öylesine bir çelişki noktasına gelir ki kendine tarihsel kahramanlardan bir destek, kendi gibi değişime uğramış bir örnek aramaya başlar. Fakat aklının başına geldiği bu sorgulama zamanlarında bile Aschenbach, Tadzio’nun eşsiz

AŞİYAN

33


Öykü

Onun Adı “O” ECEM BAYAR Başkasına ait birini sevmek hiç kolay olmadı benim için. Yazması hemen sökülüverecek bir ilmek gibi hafif ve tedirgin, yaşaması bir kuyu gibi derin ve kimsesizdi benim kavgam. Bir kadını paylaşabilmek ne kadar mertçe bir hareket çok sordum kendime, o sabah morluğunun hiç gelmemesi için yaşlarla dolu dualarıma sığındığım gecelerde. Gitmesini istemediğim çok oldu; ama yetinmeyi bilmezsem O’nu büsbütün kaybederdim. Küçüklüğümden beri annemin bana öğütlediği ve benim aklımda kalan tek şey buydu: yetinmeyi bilmek. Ne kadar haklıydı annem. Yasemin kokulu annem… Babamla ayrıldıklarında beş, annem kendinden yaşça küçük evli bir adamla yaşama kararı aldığında on yaşındaydım ve ne tuhaftır ki beni babama teslim ederken hiç ağlamamıştı. Anneme öyle âşıktım ki onu mutlu edecek en ayıp şeye bile sesimi çıkarmazdım, hâlâ da çıkarmam. Babam da üstünde durmamıştı bu gidişin. Kapının eşiğinde dururken üçümüz -son defa bir arada- içeriden bir kadının babama seslenişini duyduk. O an anneme son kez bakmaya bile fırsat bulamadım. Apar topar kapıyı kapadı babam annemin ardından. Bir kapı değil, bir ev değil, bir şehir değildi aramıza giren annemle artık tamamen bambaşka hayatlarımız vardı. Ona hiç kızmadım ne gitti diye ne de beni aramadı diye. Onun mutluluğunda bana yer yoktu besbelli, olsa gelir bulurdu beni ve alıp götürürdü uçkuruna düşkün babamın yanından. Ben hiçbir zaman kıskanç bir adam olmadım ve de bencil, ne annemi severken ne de O’nu. Kıskanç bir adam olsaydım ne annemin gitmesine müsaade ederdim ne de O’nun gelmesine. Yıllar önce annem ne yaşadıysa ben de başka bir kadına yaşatıyordum onları hiçbir şeyi değiştirmeden kendimde. Bugün de ne O’na kızabiliyorum ne de kendime. Sadece cesur olmaktan yana oldum, sevdiğim kadınları başka adamlarla paylaşabilecek kadar cesur. Annemi bilmem ama O bunu hiç anlayamadı. O’nu kendime saklamak istediğim için canım yanıyor sandı hep. Oysa yanılıyordu başkasını sevmesi değildi canımı yakan, ben sadece o adamı sevdiği kadar beni de sevsin istedim, o kadar.

34

AŞİYAN

Bir kurşun kanıyor midemin içinde. Zift gibi bir acı bu, bir lokma ekmek gibi boğazımda, taze, fırından yeni çıkmış. Dumanı tütüyor ağzımın hâlâ. Dilim yanıyor, damağım yanıyor, içime akıyor yanık kokularım. Yavaş yavaş ilerliyor acılarım içimde. Öyle karanlık ki bu acılar, öyle siyah, gece bile kaçıyor onların yanından. Bir türlü uyuyamıyoruz geceyle ikimiz yan yana. O gidince daha da siyah oluyor beyaz tavanlar, beyaz duvarlar, beyaz perdeler, beyaz sokak lambaları hatta. Siyahtan daha siyah oluyor tüm renkler, tüm gölgeler. Tüm siyahları kıskandıracak bir siyah. Siyah bile sırıtıyor onun üstünde adeta. Yatağın ucuna ilişmiş, yılgın hislerim ateşi çıkmış bir hastanın başında bekler gibiler. Hislerim, herkes gittikten sonra benimle kalan, rakısı bol suyu az mert ahbaplarım nerede kalmıştık? En son kim çıkıp gitti bu kapıdan? Ah, durun hatırladım. Bir yalan, bir fahişe, bir esinti geldi geçti. O’ndan önceleri gibi… O’ndan önceleri, O’ndan sonraları gibi... Ne tuhaf, hepsinin adı aynıydı, O’nunkiyle aynı. Sırf sabahları yanımda O’nun gün batımından çaldığı bulutlardan yapma kızıl saçlarıyla uyanacağım diye hiçbir kadının kokusunu bırakmasına izin vermedim çarşafın sinsi kıvrımlarının içinde bir yerlere. Hiçbirinin simasını bilmiyorum. Ne bir bütün olarak ne parça parça... O’nun sarı ve etli dudaklarını, yağmura yakalanmış bir deniz gibi biraz gri biraz mavi biraz yeşil gözlerini, ince papatya burnunu hiçbir kadına yakıştırmıyorum. Abisinin kazağını giyen çocuklardaki gibi bol ve eski geliyor O’nun mevsimsiz hatları başkalarına. Biraz olsun ona benzeseler, kızarıp bozarıyorum hemen. Küfürler savuruyorum yüksek sesle. Bazen tokatladıklarım bile oluyor zalimce, hiç tereddüt etmeden. “Yine O’na benzemeye cüret etseler, bu sefer eşek sudan gelene kadar…” diyorum içimden. Soluk beyaz tenleri kim bilir nasıl pembeleşiyor karanlıkta; ama ben hiç görmek istemiyorum. Sadece ter içinde kalan sesleri var kulaklarımda. Birkaç dakika hiç susmayan nefes alıp verişleri, bedenime değen ürkek cılız… Ve sonra uykuya dalmak üzere bir beden yığılıp kalıyor yanıma. Sessizlik, dipdiri bir sessizlik yanında da onun cansız ve cılız bedeni… Toprağa karışmamış cesetler gibi sevişmelerim bir bir kokuşmaya başlıyor. Artık ne şarkılar söylüyor bana tutkularım, ne dans ediyorlar kırıtarak. Dudakları bile siyah benim arzularımın. Öptüğü kadınlara bulaşıyor içtiği sigaranın küf tadı, yapışıp


Öykü kalıyor bazılarına istemeyerek de olsa. Neden bilmem o kadınlar beni seviyor, hele onlara kızdığım zaman. Neden bilmem o kadınlar beni istiyor, hele ben onları istemediğim zaman. Bir parça muhtacım onlara, bir avuç kadar; ama bir gün O gelirse geri, hepsini def edeceğim bu rutubet kokulu odadan, çiğ süt emmiş beni bile. Ben bunları bir binanın en üst katındaki karşı binanın siyah duvarına bakan siyah bir odada yazıyorum. Bu odada hiç ışık yok. Söktüm tavandan sarkan o parlamaya üşenen tembel ampulü. Hangi semtteyim, hangi şehirdeyim, hangi ülkedeyim bilmiyorum, hatırlamıyorum. Günlerce yürüdüğümü hatırlıyorum odanın içinde, nereye gittiğimi, nerede olduğumu bilmeden. Sırtımda ince bir gömlek, cebimde bir paket sigara... Başımı hiç semaya doğru kaldırmadım, geceleri bile. Kaç gün, kaç ay geçti bilmiyorum O gideli. Dışarı hiç çıkmadım. Burada tüm kadınlar benim. Getirdikleri yemekler oluyor her gün, hem de lezzetliler oldukça en çok da aç susuz bedenleri. Bu odada hiç şımarık sevgiler yok, aciz ve kötürüm umutlar da. O gidince onları da bir kutuya koyup yolladım arkasından gittiği yerde lazım olur diye. Bu odada sarhoş hayallere de yer yok artık, her yer ıslak nereye oturacaklar zaten? Ayaklarım üşüyor, yerler soğuk. Çıplak bacaklarımı sallıyorum sinirden, beklemeyi hiç sevmem. Ne zaman geri dönecek? Ben bunları bir binanın en üst katındaki karşı binanın siyah duvarına bakan siyah bir odada yazıyorum. Bu odada hiç ışık yok. Saat kaç bilmiyorum. Bir kadın yüzüstü uyuyor az önce kalktığım yatakta. Sadece horlamasını duyuyorum. Saçları kısa, parmakları uzun ve biraz göbeği var. Ellerim bunları konuşuyor şimdi fısır fısır, duyuyorum az biraz. Ara sıra dönüp bakıyorum orada yatan kadına, görmüyorum hiçbir şey. Sadece varlığını hissediyorum. Bu kadına dokunmayı sevdim, hakkı var, çok şımarttı beni. Bir kereliğine gelmedi buraya birkaç gündür hep yanımda, içimde; ama O’nun kadar değil. O’nun teni bir gül yaprağı, ince ve kenarları sakit. Sonbaharlar, kışlar bile bozamazdı O’nun güzelliğini. O hep kırmızı, O hep pembe, O hep beyazdı. Kalın bilekleri, iri kemikleri vardı. Boylu poslu kadın derlerdi O’nun için; fakat ruhu incecikti, hastalıklı gibi. Ne tuhaf kadındı, hep rahatsız, hep sıkışıp kalmıştı kendi kazdığı gizli yolda. Bedeniyle ruhu

arasında hep bir boşluk kalırdı sanki kapanmayan bir ara. İkisinden biri bir şey istese öbürü muhakkak karşı çıkardı. Asla anlaşamazlar bütün gün itişip kakışırlardı. O’na “seni seviyorum” dememe hiç izin vermedi. İçi altınlarla, yakutlarla dolu bir sandık gibi yastığının altında her gece sakladı o iki kelimeyi. Bazı geceler açıp yoklardı orada mı diye, sonra bana arkamdan sarılıp buz kesmiş tenini sırtıma bastırırdı. Daima soğuktu; fakat O’nunla iken üşüdüğümü hiç bilmezdim. Hiçbir zaman aynı yaşta olmadı. Bazen on sekiz, bazen yirmi beş, bazen kırk bazense altmış. Ne tuhaf kadındı, en mert erkekten bile mert, benden bile mertti. Birkaç gece geldi bana, orada yanımda ne kadar ucuz ve pasaklıydı kadınlığı, ne kadar yıpranmış. Etrafa saçılmış kırıntılarını topladım O’nun. Işıl ışıl sesini, kıkırdayışlarını taktım saçlarının arasına. O’nu çok uzun uzun sevdim; ama O’na hiç uzun uzun bakamadım. Daha fazla arzulamaya hakkım yoktu bu güzelliği; çünkü sevilmedim o adam kadar, kocası kadar. “Nasıl bir adamdı, ne kadar aynıydık, ne kadar farklıydık?” diye çok sordum kendime. Hayır, o adamı hiç kıskanmadım; O zaten benim yanımdaydı. Koyu kahve tonlarındaki sivri göğüs uçları sırtımdaki kemiğe başını yaslayıp uyurken O’nu yaşamış olmanın verdiği hazın tadı damağımda, az önce ısırdığım dudaklarındaki kan tadı dişlerimin arasındaydı ve ben bu kadarıyla yetinebilmeyi biliyordum, en azından öğrenmeye çalışıyordum. O’nu bu kadar istemesem beni yine ister miydi bilmem, bildiğim bir şey varsa O’nun bedeniyle benim ruhum arasında da hep bir boşluk vardı hiç kapanmayan giderek daha da açılan bir boşluk. Çok sık gelemezdi; ama yine de gelirdi. Sokak lambasının O’nu takip ettiğini görürdüm pencereden, O giderken sabahın ilk saatlerinde. Bir günahı yüz üstü bırakmak ister gibi. O’na da acımıyor değildim,

AŞİYAN

35


Öykü sadece kendim kadar değil. Bir gün gelmezse bana ölürdüm, bir gün gelmezse bana, kalırsa o adamla çeker giderdim bir ağıt gibi, önce yıkar devirir tüm mahalleyi, sonra çıt çıkarmadan kaybolurdum gözlerden. Bir gün giderse bir halattı O’nun nefesi, boynumu sarmalayan ama öldürmeyen sadece can çekiştiren. Bir kırbaçtı parmakları, göğüs kafesimi kıran, parçalayan. Gittiğini hiç söylemedi bana, zamanla anladım. Yerini yalnızlık doldurmaya başlayınca, zamanla başka kadınlar doluştukça bu odaya. Acıydı O’nun gidişi hem de ne acı... Sert bir içki gibi tek yudumda yırtan boğazımı… O’na hiç “kal” dememe izin vermedi, biliyorduk ikimiz de bu kozalağın da bir gün çatlayacağını ve tüm imkânsızlığını bir zehir gibi akıtacağını. Durgun bir göldü O’nun yüreği, ne bir yaprak düşerdi üstüne, ne bir yağmur damlası. Öylece suskun, ürkek ve derin… Sonra benim yılmaz sevdam düştü tam ortasına. Sesi denizlerden, okyanuslardan duyuldu. Ama bu kadarmış benim yaşlarım, o gölle beraber biz de aktık, kuruduk ve yok olduk. Büsbütün salıverdik. Şimdi hâlâ o adamla mı diye düşünüyorum da ne fark eder? O dudaklar mosmor benim hayallerimde, o eller kırış kırış, o gözler oyuk, içleri boş, saçları dökülmüş yok, o kadın bir harabe, o kadın bir darbe, o kadın bir kadın sadece gözümde. Tuttuğum kalem kâğıt kadar vefalı değilmiş benim sevdam, affedemedi gidişini, affedebildiği kadar eksiksiz gelmeyişini. Savaşamadı tutkularıyla, göremedi düşmanının bir sel gibi usul usul çoğalarak ve arkadan nasıl sinsice ona yaklaştığını. Bir başka kadını sevebilir miyim bir daha böyle hiç üşümeden, yorgun düşmeden, pes etmeden, karşılık beklemeden? Bir kadını sevebilir miyim böylesine ekşi limon tadında, suratım buruş buruşken. Kaç şehir geçerse geçsin bu siyah odadan, kaç kadın değerse değsin onun ıslaklığını yalayıp durduğum dudaklarıma yine de sevebilir miyim bir başkasını? Koyu yeşil bir yosun olsa da saçları birbirine karışmış arasında denizanaları, yine de hep kızıl okşayacak gözlerim, kızıl yazacak ellerim bundan sonraları. Bir başka kadının daha bedenini özleyebilir miyim böyle? Görsem de görmesem de aynı hınçla, damarlarım titreyene ve kemiklerim bir enkaz olup yere paldır küldür yığılana kadar isteyebilir miyim? Yataktaki kadın kımıldadı. Bana bakıp gülümsediğini hissettim. Hayır, O’nunki gibi bir gülümseme değil. Ama belki de çok yakın, bir milim kala O olmasına. Yine de kaç kadın geçerse geçsin o değil hiçbiri biliyorum. Kendimi bile inandıramadığım şey de bu: Ben deniyorum, belki yine ona rastlarım başka kadınlarda diye. Kimisinin eli, kimisinin kahkahası, kimisinin çene kemiği benziyor ona. Başta ne kadar kızsam da O’na benziyorlar diye sonra bir çocuk gibi teslim oluyorum. Karanlıktayken

36

AŞİYAN

O’ymuş gibi hissediyor, düşünüyor, öyle sevişiyorum. Her şeyiyle tadına varamasam da O’nun her gece başka bir cazibesinin tadı kalıyor dudaklarımda. Kadınlar, güzel kadınlar… Bir gün giderlerse çok ağlayacağım hepsinin arkasından. Sırf beni O’nun hayallerini kurmaya mecbur bıraktıkları, O’nun gelmeyeceğini hatırlattıkları için. Yok, yok durun bir dakika. Kapı aralık kalmış, bakın bir umut daha giriyor içeri. O da gelir mi ki arkasından geri? Yataktaki kadın kımıldanıyor. Tiz sesi yırtıyor sessizliği. “Bari bu gece gel de uyu, söz sarılmadan, seni sarmadan duracağım bu tek kişilik yatakta. Ve sen hayalindeki kadınla sevişirken gözlerimi kapayıp susacağım. Hele bir etraf biraz aydınlansın çeker giderim zaten bu karanlıktan.” Kalkıp gidiyorum yanına. Bacaklarım çıplak, ayaklarım üşüyor. Ha düştü ha düşecek yere yüreğim, bedenim, hayallerim. Yetinemedim, başaramadım annem gibi, babam gibi ben de yenildim tutkal zaaflarıma.

Titriyorum. Son kez şunlar geçiyor aklımdan, ama dökülmüyor masanın üstünde bıraktığım kâğıda: Ne var üstümde geceleri? Neyin yalnızlığı bu? Çok şey mi istiyorum? Gözlerimi kapasam yeter oysaki yapamıyorum. Seni yumamıyorum, yapamıyorum. Sen gittiğin uzakları kendine yakıştırıyorsun, bu sokak çocuğunu değil, bu yüzü gözü is içinde sevdayı değil. Bana da yer açın o sofrada çok değil, biraz daha, belki birkaç gün, birkaç hafta. Ne var üstünde geceleri? Hangi şehrin gün batımı bu giydiğin? Dur kal öyle, o beyaz teninin kahve kokusunu alıyorum. Bir orkestra yürüyor senin kokunun zerreciklerinde, bütün sesler kafamın içinde yankılanıyor, melun bir tat kulaklarımda, kimyona benziyor. Çarpık ayaklarıma tünemiş zift gibi bir yükle sana doğru koşmaya çalışıyorum. Koşuyorum, koşuyorum sana hiç ulaşamayarak... Yol boyu hiç ışık yok. Neyin karanlığı bu? Neyin siyahlığı? Sen söyle bana, gittiğin yer bıraktığın yerden daha mı aydınlık? Gittiğin yeri aydınlatan sen misin yoksa?


21. Yüzyılda Sanat ve Aktivizm FİRDEVS EV 2007 yılında “Barış Bireyde Başlar” sloganıyla çalışmalarına başlayan Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin düzenlediği “21. Yüzyılda Sanat ve Aktivizm” semineri 17 Kasım 2011 tarihinde Saatli Bina’da gerçekleşti. Katılamayanlar için sanat ve aktivizmin iç içe geçmişliğinin düşünsel temelinin, geçmiş, bugün ve geleceğinin konuşulduğu ve George Emilio Sanchez’in konuşmacı olduğu bu ilham verici seminerden bahsetmek istiyorum. G. E. Sanchez konuşmasına, kendi hayat amacından ve kendisini bu amaçtan farklı yerlere sürükleyen “mutlu kazalar”dan bahsederek başladı. Çocukken okulda hep ihmal edilerek büyüdüğünü hisseden Sanchez o dönemlerde, sahip olamadığı ideal öğretmen olmanın hayalini kurarmış. Bir büyük hayali de tiyatrocu olmak olan Sanchez, buna rağmen, oyuncuğa ilk başladığı dönemi “sıkıntılı” olarak nitelendiriyor. “Bir katil, bir tecavüzcü olmaktan bıkmıştım.” diyor basitçe. Kendisine bu şekilde uygulayınca sıkıntı veren tiyatroyu yaratıcı zekâsıyla adım adım eviriyor ve sonunda Sanchez’in sanat hayatına kendi oyunlarını yazarak devam ettiğini görüyoruz. “Benim amacım politikti, onu yazmak istedim.” diyen Sanchez’in en ünlü oyunu kendisinin oynadığı bir monolog olan “Boğazıma Kadar Gömülüyken Alışılmışın Dışında Bakmaya Çalışmak (Buried up to my Neck While Thinking Outside the Box)”.

Kampüste Bu Ay güç demektir” sözüyle, o dönemde geniş yer kaplamış bir akım olan Feminizmin “Kişisel olan politiktir” söylemi birleştirilerek bir düşünsel temel sağlanıyor. Bundan yola çıkarak farklı geçmişlerden, bölgelerden, farklı etnik ve cinsel kimliklerden gelen birçok insanın kendi hayatını yazdığını, bestelerle anlattığını, resmettiğini ve sanatın o dönemde hem bir kimlik ifade etme yöntemi hem de kimlik üretme hareketi haline geldiğini görüyoruz. Tam da bu noktada Sanchez 1920-30’ların “Harlem Rönesansı”nın bu tarz bir ortamın oluşmasında ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu ekliyor. Konuşmayı dinlemeye devam ederken Sanchez’in hayatının bu ortamlar içerisinde nasıl geliştiğine ve “Ezilenlerin Tiyatrosu”na kadar gittiğine şahit oluyoruz. “O dönemde Amerika’nın kuruluşunun yıldönümü kutlamalarına Kızılderili kökenlilerle birlikte ve tiyatro gösterilerimizle karşı çıkıyorduk ve buna rağmen yerel yönetim bizi parasal olarak destekliyordu. Tuhaf değil mi?” diyor. 1995’lerden itibaren artık böyle bir özgürlük ortamı olmadığını, federal yönetimin el değiştirmesiyle verilen parasal desteğin azaldığını anlatıyor. “Ezilenlerin Tiyatrosu”yla paraya ihtiyacı olup nerede sahneye çıkacağını bilemeyen sanatçıların kendilerine yer bulduğunu ve bu oluşumun nasıl da hem sanatçıların kendi ihtiyacına hitap ettiğinin hem de izleyiciyi zihinsel olarak doyurduğunun altını çiziyor.

Augusto Boal

G. Emilio Sanchez’in “Buried Up To My Neck While Thinking Outside The Box” oyunundan

G. E. Sanchez konuşmasına 1980’lerde kendisinin de yer aldığı çokkültürlülük akımından bahsederek devam etti. Bu çeşitlilik ortamında Edward Said’in “Anlatımcı

Şu anda College of Staten Island’da Yaratıcı Sanatlar ve Sahne Sanatları bölümünün başkanı olup drama dersleri vermeye devam eden, yani aynı zamanda öğretmenlik hayaline de ulaşmış görünen G. E. Sanchez, eğitim kuramlarının gelişerek nasıl tiyatroya uyarlandığından da bahsetti. Bahsettiği üç isimden John Dewey (1859 - 1952) öğretmen-öğrenci ilişkisini baştan tanımlayan, öğretmenin sınıftaki klasik rolünü tamamen yıkıp onu “kolaylaştırıcı” diye nitelendiren ve iki tarafın karşılıklı bir öğrenme süreci içerisinde olduğunu savunan bir eğitimci. Yine aynı şekilde eğitimci olan Paulo Freire (1921 – 1997) “Ezilenlerin Pedagoji”si kuramının yaratıcısı, aynı isimli kitabın yazarı, öğrencilerin adeta “boş bir kap” gibi öğretmenin önüne konduğu ve bilgilerle “doldurulması” gerektiği inancına karşı çıkıp eğitimin

AŞİYAN

37


Kampüste Bu Ay ancak öğretmen-öğrenci ilişkisinde iki tarafın aynı anda anlamına gelen İngilizce “spectator” kelimesiyle “bir rolü hem öğretmen hem öğrenci olmasıyla başlayabileceğini oynamak” anlamındaki “act” kelimelerinin birleşiminden öne süren ve yaşadığı dönem için oldukça radikal olarak “spect-actor” sözcüğünü türetmiş Boal. Pratikte bunu bilinen bir isim. Son olarak Augusto Boal (1931 – 2009), nasıl sağladığını da yukarıda bahsettiğim yöntemlerden egitimde demokratiklesme ve diyalog ile farkindalik görüyoruz. Mesela Görünmez Tiyatro’ya Sanchez’in yaratma goruslerini tiyatroya uyarlayan, seyirciye aktif verdiği örnek kendisinin de katıldığı bir zam tepkisi roller yükleyen ve “Ezilenlerin Tiyatrosu” kuramının oyunu. Oyuncular önceden anlaşıyorlar ve %25 zam yaratıcısı olan tiyatro insanı. yapmış olan bir hamburgercide fiyat söylendiğinde ayrı Emilio Sanchez’in geniş vakit ayırarak anlattığı Augusto ayrı ve yüksek sesle “Nasıl yani? Bu kadar çok mu? Boal, Aristoteles’in baslattigi tiyatro tarzının izleyiciye Ben bu parayı ödemem.” şeklinde tepki veriyorlar. kendini ifade etme yöntemi vermediği için baskıcı Olay o anda olanlara göre şekilleniyor ve olduğunu savunuyor. O, seyirciye oyuna aktif bazen oyundan haberi olmayanların katılım imkânı veren bir tiyatro da katıldığı ya da en azından kuramının yaratıcısı olarak katılmayarak rahatsız hissettiği bu konuda üniversitelerde bir protestoya ve çeşitli ülkelerde açtığı dönüşüyor. Ezilenlerin Tiyatrosu Sempozyumun Merkezleri’nde sonunda, “Ezilendersler vermiş ve ler diyoruz. Peki oyunlar yönetmiş bugün, kim bu ezilenolan bir sanatçı. ler?” diye bir soru 2008’de bu akıma sorulmasının üzerine dâhil tiyatrocuların Sanchez öncelikle ders yer aldığı geniş verdiği sınıftaki otistik çaplı bir festivalin öğrencisinin başarısından, de düzenleyicisi. Bu disleksi hastası çocukkuramda amaç her lardan ve daha otuz zaman tiyatrocuyla yıl önce sınıflarda seyirci arasındaki böyle öğrencilere mesafeyi kapatrastlanılamayacağı mak ve seyircileri gerçeğinden bahsediaktorlerle sahnede yor. Hapishanelerde bu ayni duzlemde tiyatro uygulamalarını bulusturarak beraber yaptıklarını dusunup harekete gecmeve başkalarının lerini saglamak. Sanatla akbeklemeyeceği ama tivizmin birleştiği alanı bulup mahkûmların güvenme duygusunu oraya odaklanmak da en önemli hissedebildiği elle tutulur sonuçlar noktalardan biri Boal’in yaklasiminda. aldıklarını anlatıyor. Ayrıca günümüzde, Sanchez’e göre Ezilenlerin TiyaThe Tree of the Theatre of the Opressed geçmişteki herhangi bir tarihe oranla trosu Merkezleri hiç sanat yapmamış çok daha fazla köle var Sanchez’e aktivistlerle hiç aktivist olmamış sanatçıların birleştiği göre; bu düşüncesini ucuz iş gücünden ve çalıştırılan yerler olmaları açısından çok önemli. Kuramın üç farklı çocuklardan bahsederek açıklıyor. “Etrafımızda artık pratiğinden bahsediyor. “Forum Tiyatrosu”, ortaya atılan ezilenler yok demek yerine, bunları düşünüyoruz ve hem probleme -bazen civarda yaşayan bir vatandaşın gerkendi hayatımızı değiştirmek hem de başkalarına, her çek bir problemine- izleyicilerin sahneye çıkarak ve bireyin kendi kendini dönüştürme yolunun yine kendtartışarak çözüm önerdiği bir pratik. “Görünmez Tiyatro”, inde olduğunu göstermek adına bunları yapıyoruz.” diye oyuncuların kendi aralarında daha önceden anlaşmasıyla sonlandırıyor sözlerini. ve genelde kamusal alanda gerçekleştiriliyor. Bu praAugusto Boal’a göre tiyatro hayatın bir provası tik belli bir soruna dikkat çekmeyi amaçlarken aynı ve bu yüzden sahnede yaşadığımız her şeyi hayata anda yapılanın bir “oyun” olduğunun farkında olmataşıyabiliriz. Kendi hayatının Ezilenlerin Tiyatrosu’yla yan izleyiciye dâhil olma ve aynı şekilde tepki verme değiştiğini söylüyor ve bu hareketin büyümesinin artık olanağı da veriyor. “İmge Tiyatrosu”nda ise seyircilerin durmayacağını kabul etmiş durumda. Bu hareketle kafalarındaki bir imgeyi sergilediklerini ve gerçekle ideal başka hayatların da değişeceğine olan inancının ise olan arasında bir geçiş önerildiğini görüyoruz. tam olduğunu konuşma boyunca söylediği her şeyden Bahsederken “seyirci” diye bahsediyorum ama aslında çıkarabiliyoruz. Boal’ın kuramında öyle bir kavram yok. “Seyirci”

38

AŞİYAN


HECE DERGİSİ

ÖZEL SAYILAR

Konur Sokak No: 39 / 1 - 2 Kızılay / Ankara Yazışma: P.K. 79 Yenişehir / Ankara Tel: 0312-419 69 13 Faks: 0312-419 69 14 www.hece.com.tr

hece@hece.com.tr



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.