Aşiyan Dergisi 5. Sayı

Page 1

“Burası Aşiyan; benim değil, gerçek yolda ilerleyen temiz, cesur, yiğit gençlerindir...” Tevfik Fikret

2

6

6

7

9

Haberler

Şiir Madam Sulhet III derya onaran

Şiir Denize cihan tezel

Öykü Hamur Adam dorukhan açıl

İnceleme Tanrılar Kimin İçin Pişiriyor fatma kahraman

12

14

15

16

18

Dosya Bunu Okumaya Niyetliyseniz Vazgeçin filiz kahraman

Dosya Pazarlama ve Yazın: Elif Şafak fırat demir

Dosya Kıskaçlar Arasında Yazar fatma kahraman

24

Öykü Mamo saadet becerikli

Dosya Yazarların Gölgesinde Romanlar deniz özlem çevik

20

21

21

22

Öykü Guernica Kazan Ben Kepçe uğur ufuk çalışkan

Şiir Gece ve Şehir burak bulkan

Şiir Kiralık Katilime Vasiyetimdir mert öztürk

Öykü Sergi merve şen

Öykü Mihen fatma kahraman

26

29

30

31

32

Söyleşi Atilla Birkiye

Şiir Çardak elvan çevik

Öykü Hayat Sövünce Güzel yunus emre açıl

Şiir Melek semuhi sinanoğlu

Öykü Kırmızı Kurşun Kalem aslı pasinli

32 Şiir Zamanla Zamansız hande çelikağ

Boğaziçi Üniversitesi Adına Sahibi: Fırat Demir Genel Yayın Yönetmeni: Fırat Demir Yayın Kurulu: Deniz Özlem Çevik, Elvan Çevik, Fatma Kahraman Reklam İşleri Sorumlusu: M. Safa Yaşar Redaksiyon: Çağrı Mutaf Haber Kurulu: Hande Güngör, Muazzez Karacan, Merve Şen Matbaa: İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi Baskı Tesisleri Çobançeşme M. Sanayi C. Altay Sk. No: 8 PK: 34196 Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul Matbaa Sertifika No: 10614 İnternet Adresleri: www.asiyandergisi.com, www.facebook.com/bounasiyan, www.twitter.com/asiyandergisi Yazı Göndermek İçin: yazi.asiyan@gmail.com İletişim: iletisim@asiyandergisi.com Katkıda Bulunanlar: Ömer Kökçok, Ozan Şenol *Dergideki yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.


Haberler Orhan Pamuk’a Çin’den Ödül Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk Çin’de “en etkili uluslararası yazar” ödülüne layık görüldü. Pamuk, Çin’in en prestijli medya gruplarından Nanfang Daily Media Group tarafından düzenlenen “2012 Güney Çin Uluslararası Edebiyat Haftası” etkinliğinde “Çin’deki En Etkili Uluslararası Yazar” ödülünün sahibi oldu. Ödülle birlikte, Pamuk’un yazı yazmanın ve romancılığın sırlarını paylaştığı “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı eserinin de Çince olarak ilk defa yayımlanacağı açıklandı. Pamuk “Masumiyet Müzesi” ve “Benim Adım Kırmızı” kitaplarıyla da Çinli edebiyatseverlerden büyük ilgi görmekte.

Doyle’un Güncesi Yayımlanıyor

Türk Edebiyatının Efsanesi Bulundu

Ünlü sanat eleştirmeni ve Hürriyet gazetesi yazarı Doğan Hızlan köşesinde yaptığı “Türk edebiyatının ‘efsane’ ismi kimdir?” anketinin sonuçlarını açıkladı. 6 binin üzerinde kişinin katıldığı ankete göre 1.500’ün üzerinde oy alan Nâzım Hikmet listeyi zirvede tamamladı ve Türk edebiyatının “efsane” ismi olarak belirlendi. Onu sırasıyla Recaizade Mahmut Ekrem ve Necip Fazıl Kısakürek izledi. Köşesinde anket sonuçlarını değerlendiren Hızlan “Popüler olanlar, sözü çok edilenler, haklarında sempozyum yapılanlar, hep gündemde kalanlar ya da gündeme getirilenler bu listede çok oy almışlar. Kamuoyu, toplumda yaşayan okurların çoğu demek ki gündemi izliyor, popülerlik onların da zihnini çeliyor, oylamada yönlendiriyor.” diyerek anketin sonuçlarının dönem dönem değişebileceğini belirtti. Ankette Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal gibi isimlerin olmaması ise edebiyatseverlerin tepkisini çekti.

Panda “Chu’nun Günü” Yaklaşıyor Dünyaca ünlü çizgi roman, bilim kurgu ve fantezi yazarı Gaiman yeni bir çocuk kitabı çıkaracağını duyurdu. Publishers Weekly kitabın kahramanının kafasında uçuş şapkası olan ve devler gibi hapşıran sevimli bir panda olacağını açıkladı. Bugüne kadar 10’dan fazla çocuk kitabı yayımlanan, fantastik edebiyatın önemli isimlerinden Neil Gaiman’ın “Chu’s Day”(Chu’nun Günü) adlı kitabı 8 Ocak 2013’te raflardaki yerini alacak. Kitapta sevimli panda Chu’nun maceraları resimlerle anlatılıyor. Publishers Weekly’nin haberine göre Gaiman’ın üç roman ve iki resimli kitabı daha Harpers Collins tarafından yayına hazırlanıyor.

2

AŞİYAN

British Library, Sir Arthur Conan Doyle’un 1880 yılında doktorluk yaptığı Hope adlı bir balina avı gemisinde tuttuğu resimli günlüğü yayımlamaya hazırlanıyor. “Dangerous Work: Diary Of An Arctic Adventure”(Tehlikeli İş: Bir Kutup Macerasının Günlüğü) ismi ile yayımlanacak olan güncede 22 yaşında olan İskoç yazar bu gemideki deneyimlerinden daha sonra büyük ün kazanacağı, suç hikâyelerinde çığır açtığı, Sherlock Holmes adlı eserinde yararlanacaktır. Doyle’un gemideki görevi çoğunlukla denize düşen, gemide bir sakatlık yaşayan gemicilere tıbbi müdahale uygulamak olsa da, mürettebatın en yaşlı üyesinin kollarında can vermesi gibi sarsıcı olaylarla da karşılaşmıştır. Yazmış olduğu bilim kurgu, tarihi kitaplar, oyunlar, şiirlerin yanı sıra kurgu dışı düzyazılarıyla da okuyucuyla buluşacak olan Doyle’un “Kutup Bölgesi Maceraları” ilgiyle bekleniyor.


Haberler Sahnede Engel Yok Kürt Efsaneleri İngilizce Konuşuyor

Bedensel engelli oyuncuların tiyatro gösterilerinde faaliyet göstermek için hizmette olan Tiyatro Besat, bizlere sahnelerde engele yer olmadığını sergilenmiş ve sergilenmekte olan oyunlarıyla gösteriyor. Engelleri aşmak için sahneye çıkan bedensel engelli oyuncular yine bedensel engellilerin tekerlekli sandalye, koltuk değneği ve protez gibi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla gösteriler yapıyorlar. 25 Eylül Salı günü “Deli Doktorlar” adlı oyunlarını Tim Maslak Show Center’da tiyatro severlerin beğenisine sunan tiyatro, çalışmalarına gelecekte de devam edecek. Geliri bedensel engelli insanların ihtiyaçlarına aktarılan oyunlar hakkında daha fazla bilgiye tiyatronun internet sitesinden ulaşabilirsiniz.

Bir Ada Hikâyesi Dörtledi Hakkari Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu okutmanları tarafından “The East Whispers” isimli, 9 Kürt efsanesinin İngilizce tercümelerinin bulunduğu kitap hazırlanıp basımı gerçekleştirildi. Editör Şirin Cengiz tarafından çevrilen hikâyelerin Kürt edebiyatının dünyada tanınması için önemli bir kaynak olduğunu belirtirken, kitabın ezberci yabancı dil anlayışının değişimine katkı sağlayacağını söyledi: ”Bölge insanına göre İngilizce 3. dil konumunda. İngilizce ders kitaplarının özgün ve yöreden motifler içermesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu düşüncelerden hareketle bu çalışmayı gerçekleştirdik. Hakkari Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Belekli ile Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi Kurmanci Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr İbrahim Seydo Aydoğan bize kitabı hazırlamamızda destek verdi. Bu yönde hazırlamayı düşündüğümüz benzer çalışmalarımız var.” Aydoğan ise kitabın bölge halkı çocuklarına İngilizce öğrenimini sevdireceğinin yanı sıra, yabancıların da Kürt hikâyelerini tanımasına olanak sağlayacağını vurguladı.

Türk edebiyatının en köklü yazarlarından Yaşar Kemal’in üçleme olarak tasarladığı “Bir Ada Hikâyesi” serisine 4. kitabı “Çıplak Deniz Çıplak Ada” da katıldı. Mübadele yıllarında geçen pek çok hikâyenin bulunduğu serinin 4. kitabı ekim ayının başında okuyucusuyla buluştu. Serinin diğer kitapları sırasıyla “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, “Karıncanın Su İçtiği” ve “Tan Yeri Horozları” savaşların, yıkımların, felaketlerin ardından insanların tekrar nasıl yeni hayatlarına kavuşabildiğine dair hikâyeler içeriyor. Romanın editörlüğünü üstlenen yazar ve şair Güven Turan, Notos dergisine yaptığı açıklamalarda “Bir Ada Hikâyesi” dörtlemesinin bir Yaşar Kemal klasiği olduğunu ve gerek diliyle gerek yarattığı kişilerle, doğayla Yaşar Kemal romancılığında önemli bir yeniliği işaret ettiğini belirtti.

Fitzgerald’ın Yeni Hikâyesi Bulundu The New Yorker dergisi, İrlanda asıllı ABD’li yazar Scott Fitzgerald’ın bundan 76 yıl önce yayımlamayı reddettikleri bir öyküsünü yayımlama kararı aldı.”Thank You For The Light” isimli bugüne kadar hiç yayımlanmamış hikâye Fitzgerald’ın torunları tarafından kasada keşfedilmiş. Modernizm akımında başarılı roman, hikâye ve şiir örnekleri veren yazar bu hikâyesinde, sert ve lastikli korseler satan, güzelliği solmuş kırklarındaki Mrs. Hanson’ın yeni satış bölgesindeki insanlarla olan ilişkilerini, onun sigara içmesinden dolayı duydukları memnuniyetsizliği ve hikâyenin kahramanı olan bu kadının çaresizliğini anlatıyor. Öyküde, sigaranın çok fazla yaygın olduğu bir dönemde eleştirilmesi, tepki görmesi şaşırtıcı bir konuyken, Los Angeles Times bu konuyu Fitzgerald ve alkol ilişkisinin metaforu olarak görüyor.

AŞİYAN

3


Haberler Shakespeare Dijital Ortamda Shakespeare’in 1623 yılında yayımlanan ilk kitabının orijinali Oxford Üniversitesi tarafından dijital ortama yükleniyor. 1923 yılından itibaren Oxford Üniversitesi’ne bağlı Bodleian Kütüphanesi tarafından muhafaza edilmeye çalışılan kitabın ilk kopyasının bütün çabalara rağmen sayfalarının yırtılmasının önüne geçilemedi. Kitabın ilk kopyası kütüphane tarafından başlatılan 20 bin poundluk fon yardımı ile dijital ortama geçirilmeye hazırlanıyor. 1616 yılında hayatını kaybeden Shakespeare’in arkadaşları tarafından 1623 yılında yayımlanan kitapta “Fırtına”, “On İkinci Gece”, “Macbeth”, “Julius Ceaser” gibi Shakespeare’in dünyaca ünlü 18 oyunu yer alıyorken okurlar bu kitapları artık dijital ortamda orijinal kopyasından okuyabilecekler.

“Yedinci Gün” Okuyucuyla Buluştu Türk edebiyatında post-modernizm akımının en önemli temsilcilerinden biri olarak görülen İhsan Oktay Anar “Suskunlar”dan sonraki 5 yıllık sessizliğini “Yedinci Gün” ile bozdu. Anar, her kitabında olduğu gibi Yedinci Gün’de de insanın en ilkel ve en asil yanını incelikle ele alıyor ve düşle gerçeğin birbirine girdiği bir hikâyeyle kendi zamanını ustalıkla yaratmayı başarıyor. Okurlar, “Yedinci Gün”de bilinen zamanların bilinmeyen anlarına İhsan Oktay Anar’ın zengin kalemi ve eşsiz düş gücüyle yolculuk edecek.

Kaynak: edebiyathaber.net

Hemingway’in 47 Vedası Okuyucuyla Buluşuyor ABD’li yazar Ernest Hemingway’in en önemli eserlerinden biri olan, birinci dünya savaşını anlatan yarı otobiyografik romanı “Silahlara Veda” 47 farklı sonla birlikte okuyucularla buluşuyor. Hemingway daha önce Paris Review’e verdiği bir röportajında kitaptan emin oluncaya kadar 39 farklı son yazdığını söylemişti. Yazarın torunu Sean Hemingway John F. Kennedy Presidential Library and Museum’da yaptığı araştırmalardan sonra toplam 47 son olduğunu ortaya çıkardı. Bunun yanı sıra kitabın alternatif isimleri de gün yüzüne çıkmış vaziyette. Orijinal isimden önce (A Farefell to Arms ) “Love In War”, “World Enough And Time”, “Every Night And All”, “Of Wounds And Other Causes”, “The Enchantment” gibi isimler yazar tarafından kitabı için düşünülmüş. Kitaba ismini ise 16. yy. şairlerinden George Peele’in Kraliçe Elizabeth’e yazdığı şiir vermişti.

4

AŞİYAN

Nobel Bahisleri Açılmıştır: Favori Murakami

2012 Nobel Edebiyat ödülü için geri sayım başladı! Japon Murakami bahislerde 1’e 10 verirken Çinli Mo Yan ve Hollandalı Cees Nooteboom 1’e 12 veriyorlar. Yanlış anlamayın, saygın edebiyatçılarla dalga geçtiğimiz yok! Guardian’ın haberine göre bahis sitesi Ladbrokes Nobel adayı yazarların kazanma oranlarını açıklamış. “Sahilde Kafka”, “İmkânsızın Şarkısı” ve son olarak da “1Q84” romanlarıyla tanınan Japon yazar Murakami şu anda 2012 Nobel Edebiyat Ödülü’nün favorisi olarak gözüküyor. Geçen senenin kazananı İsveçli şair Tomas Tranströmer, ünlü bahis sitesinin geçen yıl için yaptığı sıralamada Suriyeli şair Adonis’in ardından 2. sıradaydı. Geçen se��� nenin favorisi Adonis bu seneki listede kendine üst sıralarda yer bulamıyor ve 4. sırayı Koreli şair Ko Un ve Arnavut yazar Ismail Kadare ile paylaşıyor. Bu seneki listeye 1’e 12 gibi kuvvetli bir oranla giren iki yeni isim var: Çinli yazar Mo Yan ve Hollandalı Cees Nooteboom. İsveç Akademisi Başkanı Peter Englund bu seneki adaylarla ilgili önemli bir gerçeği de açığa vuruyor: 210 aday yazardan 46 tanesi bu ödüle ilk kez aday gösteriliyor. Nobel’e kimin aday gösterileceği İsveç Akademisi üyeleri ve uluslararası edebiyat otoritelerince belirleniyor. Favori Murakami, Nobel Edebiyat Ödülü’ne erişebilecek mi bunu 10 Aralık tarihinde hep birlikte göreceğiz.


Gözümüze Çarpanlar

Kafka’nın Bebeği

“Bu kız hayatı boyunca mutsuz olmamalı, diye diledi. Ona kimseler haddini bildirmeye kalkmasın, dünyayı keşfederken çok katı sınırlarla karşılaşmasın, diye geçirdi içinden.” 1923 yılının Berlin’ininde bir küçük Lena ve onun kaybolan bebeğinden gelen mektuplar… “Kafka’nın imzasız mektupları” … Kafka tüberküloz hastalığının etkisiyle içine düştüğü durumdan yalnızca umutla kurtulacağını biliyordu ve Steglitz Parkı’nda bebeğinin ardından ağlayan Lena’ya ondan haberler getiriyordu umuda hizmet etmek istercesine. Lena için yazdığı her söz aslında Franz’ın kendisineydi ve bebek Mira bir ip cambazı olarak canlanmıştı gerçeklik hayale kucak açarken. Kafka’dan yıllar sonra bile devam etti bu ip cambazının dansı. Yazar Gerd Schneider’in ağzından Franz’ın yakılmamış günlüklerini dinlemek gibi ‘’Kafka’nın Bebeği’’.

Kafka’nın Bebeği Orijinal isim: Kafkas Puppe Gerd Schneider Çeviri: Regaip Minareci Kırmızı Kedi Kitap

Sanat Uzun, Hayat Kısa

Sanat Uzun Hayat Kısa Zülfü Livaneli Remzi Kitabevi

“ ’Sanat uzun, hayat kısa’ dedi ve devam etti yazmaya. Nefes alsa bir şeyler eksik kalacaktı.” mıdır hikâyesi Livaneli’nin yoksa bitirmediği söylenmemişleri midir “yaşamın kısalığıyla, sanatın sona ermezliğini” aynı anda ona hissettiren? Belki de cevap kitabın içinde gizliydi, belki de her ikisiydi... Aynı cümleyle başlayıp aynı cümleyle bitirilen bir hikâyeydi onunki, belki... Biz bu belki’ler denizine düşmemiştik henüz. “Ah benim şair telaşım...” deyişi, hakikat yumağı olmuş bu Livaneli defterinden çok zaman önceydi. Telaş da “defter gibi bir kitap” da samimiyetin neticesidir, biraz da “hayatın kısalığının” ama mühim kimselerce dillendirilip değer bulmayı bekleyen cümleleri bekletmemek arzusu da olabilir bu kitabı ona yazdıran Montaigne’in bekletmediği Denemeler’i gibi. Şiirin, siyasetin, aşkın, tarihin, toplumun, kültürün, sanatın Livanelicesi. Birinci basımı Haziran 2010’da gerçekleştirilen bu kitap hiç eskimeyecek gibi duruyor. Ama siz yine de çok ertelemeyin okumayı; malum “sanat uzun, hayat kısa”. Hazırlayan: Elvan Çevik

AŞİYAN

5


Şiir

Madam Sulhet III

derya onaran

Onun sözleri bana mıydı benim miydi sözleri İstemiyor muydu söylemek en güzel şarkılarını

Madam Sulhet bir bar köşesinde yaşlanıyor Köhne ve loş sevdalara saplanmış gemisi Karayı gördüğü ilk anda intihar edecek Akıntılarla boğuşup da sevdaya yenilip

Madam Sulhet şarkılar biliyor biliyor da söylemiyor Gülse bir opera okunacak da gülmüyor gülemiyor

Ellerimi tutuyor bazen Madam Sulhet ansızın Ben tutamıyorum hiç onun ellerini ah yazık Epeydendir Azrail’e borcumdur yarınım Ağlarım ben Azrail’e yem olacak aşkımız Beni hala arıyorlar cinayetten suçsuzum biliyor Düğünü sandı cenazesini balladlar çığırıyor Madam Sulhet seviyor en içten geleni O kurşun ikimizden de çıkamayacak elbet En derin çukuru buldum onu gömecek Madam Sulhet bir gün oradan dirilecek

6

AŞİYAN

Denize

Boğulurum, Kenarında deniz yoksa, gönüllerin. Şaşarım şu Denizlerde boğulanlara Rüzgârlara kapılsam da Yol alırken gemisiz. Alır götürür, Sevdiğim limanlara beni, Deniz

cihan tezel


Öykü

Hamur Adam

dorukhan açıl

Henüz yaratıldım. Üzerimdeki izlere bakılırsa, ince parmaklı bir kızın ve sevdalı bir yüreğin epey emeği olmalı bende. Gözlerimi koyarak pek iyi etmişler. Çevremi gözlemleyebiliyorum bu sayede. Belki suratımı değil ama ellerimi ve karnımı görebiliyorum. Yüksek bir kayanın üzerindeyiz sanırım. Sol tarafımda açık mavi bir deniz, sağ tarafımda ormanlık bir alan ve tepesinde de bir lokanta var. Lokantada insanlar oturmuş, beni ve yanımdaki iki genci izliyor olmalılar. Zira onlardan daha güzel bir şey göremiyorum etrafımda. Hava biraz soğuk galiba. İnsanların yüzünden anlıyorum bunu. Bense hiçbir şey hissetmiyorum. Deri ve kemikten değil, kilden ibaretim çünkü. Gökyüzü de rengini verdiği deniz gibi açık mavi renkte. Çok seyrek bulutlar var üzerinde. Zaman zaman kuşlar geçiyorlar altından. Sonra, bazı kuşlar denize iniyor. Uzakta iki ada çarpıyor gözüme. Bizim de bir adada olduğumuzu o anda anlıyorum. Sağım hariç, her yanım deniz. Deniz, çok haşin; kıyıdaki taşları dövüyor. Bizim kayaya göre daha küçük bir kaya daha var yan tarafta. Deniz, ona da haşin. Tepesinde bir köpek oturuyor. Etrafında uçan, zaman zaman pek yakınına konan kuşlara ve az önce hemen önünden geçen kediye aldırmıyor bile. Oturmuş, öylece uzakları seyrediyor. Sanki bir derdi var. Ben daha kendimi tanıtmadım, sanırım. Oyun hamuruyla yapılan bir adamım ben. Niteliklerimin hepsini karşımda oturan iki insana borçluyum. Gören gözlerim, biri diğerinden uzun iki kolum, diğer çifti yere düşen tek kulağım, şişkin karnım ve dizden aşağısı bir saksıyı andıran bacaklarım, hepsi onların eseri. Yalnız, umuyorum ki beni yarattıkları için üzerimde pek çok hakka sahip olduklarını düşünmüyorlardır. Onlara ne kadar şükran duysam da burada yalnız başıma kalmayı, ellerinde veya ceplerinde bozulmaya yeğ tutarım. Dedim ya, hamurdan yapılmış bir adamım ben. Doğrusu, adam olduğumu gösteren bir iz yok üzerimde. Sadece ben öyle hissediyorum. Belki yaratılma sürecimde öyle niyetlendiklerinden, belki de rüzgârda savrulan sarı saçlarıyla bu kızın, şimdiden ilgimi çekmeye başlamasındandır. Gözlerimi epey sevdim. Yalnızca, cisimlerin dünyasını görmekle kalmıyor, düşünceleri ve kalptekileri bir nebze olsun hissedebiliyorum. Karşımdaki iki insan daha çok ilgimi çekmeye başladı şimdi. Bulunduğumuz yüksek kayanın en yüksek taşına oturmuşlar. Yaratıcılara has bir yerdeler yani. Kimi zaman uzağa, denize bakıyorlar; kimi zaman da daha uzağa, yani gözlerinin tam içine. Oğlanın seyrek sakalları, rüzgârla gökyüzüne doğru şaha kalkan saçları, bir burnu, bir ağzı, iki de gözü var. Normal bir adam işte. Yalnız, normal olmayan bir şeyi var. Si-

yah ceketinin altına sakladığı kalbi, düz değil de yanındaki kıza doğru çarpıyor. Bıraksalar göğüs kafesini yarıp fırlayacak sanki. İlginç doğrusu. Kız ise bir başka güzel. Onu gören her varlık, ya dişi olmadığına şükreder; ya dişi olduğuna lanet. Sadece şu oğlanın değil, tüm kâinatın kalbi ona doğru çarpıyor sanki. Üzerimdeki izleri daha çok seviyorum, o ince parmaklardan çıktığını anlayınca. Kollarımın bedenimden katlarca uzun olmasını ve rüzgârla adeta sevişen saçlarını okşayabilmeyi diliyorum o an. Güldüğü anlarda, denizin sahile daha sert vurduğunu görebiliyorum. Kuşlar da daha çok dönmeye başladı etrafımızda. Dilber uzanıp oğlanı öptüğünde, yalnızca bir hamur adam olduğumu hatırladım. Benim yürüyüp yanına gitmek, ellerine dokunmak gibi bir şansım yok. Sanırım, ömrümün sonuna değin ayaklarım bu kayaya yapıştığı gibi kalacak. Ona sahip olmayı dilememeli kişi, onu uzaktan seyretmek bile böylesine müthişken. Bu oğlana da kanım ısınmaya başladı zaten. Dilbere olan sevdam, yaratıcımdan geliyor olmalı. O vakit, onun sevdasıyla yaratıcıma ihanet etmemeliyim. Zaten onun gibi büyütemezdim bu sevdayı. Şimdi kalbi daha şiddetle çarpıyor dilbere doğru. Bir kâğıt çıkarıyor cebinden. Bir şiir okuyor, “Denizlerden esen bu ince hava saçlarınla eğlensin” diyen. Kız, pek mesut duyduklarından. Şiir bittiğinde uzanıp bir kez daha öpüyor onu. Bu sefer, ben de seviniyorum. Neden sonra, onları daha yakından dinleme ihtiyacı hissediyorum. Şairlerden, politikacılardan, iyiliklerden ve fesatlıklardan bahsediyorlar. Bir de sanırım, şimdilerde beraber değillermiş. Ayrılmışlar evvelden. Ancak hâlâ geçen günler üzerine konuşuyorlar. Sanki eski bir şarkıyı hatırlamak isterlermiş gibi. Pek güzel bir şarkıymış bu ama her şarkı yeniden çalınamıyormuş ve şu kısa ömrümde öğrendiğim üzere bazı şarkıları özel yapan da buymuş. Biraz daha dinliyorum. Dilin damağa değişiyle çıkan her ses, aklımı bulandırıyor. Hisleri, bir yapbozun yan yana olan iki parçası gibi uyarken birbirine, duyguların aynası olması gereken kelimelere akıl bulaşmış. Bir türlü gerçeği söyleyemiyor, duyamıyorlar. Deniz beğenisini dalgalarıyla, kuşlar kanatlarıyla; karşı kıyıdaki köpek derdini ufka bakışıyla anlatırken, iki ağız birbirine gerçeği söyleyemiyor. Eski şarkıyı düşünüyorlar. Hâlâ eski şarkıyı… Oysa orkestranın tam ortasındayken dahi, rüzgârın çalıp ormanın söylediği bu güzel şarkıyı duyamıyorlar. İnsanlar sandığım kadar akıllı değillermiş, doğrusu. Hâlâ bir bulanık halin merkezindeler iken karar veriyorlar kalkmaya. Birbirlerini anlamış olmalarını ne çok isterdim hâlbuki. Vapurdan bahsediyorlar. Demek ki bu adada yaşamıyorlar. Kim bilir, bir daha ne zaman gelirler. Konuştuklarından, beni burada bırakmaya karar verdiklerini anlıyorum. Anlayışlılarmış. Kısa ömrümü, onların elinde sonlandırıp çöpe atılmak çok gücüme giderdi. Lakin onlara da pek bir alışmıştım. Gözlerimi açtığımdan beri yanımdalar. Yalnızlık, azıcık ürkütmeye başladı beni. Birbirlerine tutunarak ayağa kalkıyorlar. Dilberin sırtına saklanan güneş, şimdi karşıma geçince gözlerim kamaşıyor. Kayadan inmek için sırtlarını dönüyorlar. Dilber, son kez bana bakıyor ve gülümsüyoruz birbirimize. O gülüşü görünce, oğlanın onu neden sevdiğini daha iyi anlıyorum. Böyle gülen, söz gelimi, bir duvar, bir toz zerresi bile sevilebilirdi. Kayadan aşağı indiklerinde, yerden iki taş alıyorlar. Denize fırlatıyorlar ve arkalarını dönüp gidiyorlar. Yanımda oldukları kadar yakın değiller birbirlerine, yürürken. Sanki hiç konuşmuyorlar bile.

AŞİYAN

7


Öykü Denize attıkları taşlara bakıyorum, aynı anda dibe vuruyorlar. Karşı kayadaki köpek ayaklanıyor. Kuşlar da çoktan gitmişler bile. Akşam olmak üzere. Güneş giderken hüzün geliyor buraya. Onlara bakıyorum son kez. Gözden kaybolmak üzereler. Yolun en uzağında birbirlerine gülümsediklerini görebiliyorum. İçim ısınıyor bir an. İki adım daha atıyorlar ve onları yitiriyorum. Önce yaratılmış, sonra sevilmiş ve en sonunda terk edilmiş bir hamur adamım şimdi. Güneş, ufka değdi değecek. Az önceki martıların yerini, kocaman leylekler aldı şimdi. Aşağıda, taşların arasında ince bir yılan kıvrılıyor denize doğru. Denizde küçük balıklar, bir yılan ve iki taş… Taşlar birbirinden hem ayrı, hem yan yana. Ormanda iki sincabın seviştiğini, böceklerin ağır hareketlerini, tepedeki lokantada insanların tokuşturdukları kadehleri görebiliyorum. Burada yalnız değilim yani. Pek çok hamurdan yapılmışa göre de şanslı olduğumu söyleyebilirim. Defalarca yapılıp bozulmak yerine, bir defa yapıldım ve küçük bir oda yerine, tabiatın tam ortasına, denize ve ormana hâkim bir kayanın üzerine bırakıldım. Benim gibiler içinse azımsanmayacak kadar güzeldi gördüklerim. Rüzgârla dans eden sarı saçlar, sevdasından yana doğru atan bir kalp, sincaplar, kuşlar, o gülüş ve niceleri… Güneş, ufka değdiği sırada nem yüklü bulutların buraya doğru geldiğini fark ediyorum. Yanılmıyorsam, solumdaki adaya yağmurunu çoktan bırakmış bile. Şu an üzerinde olduğu denizin ardından, sıra bu adaya, bu kayaya gelecekti. Korkarım, bu yağmur karşısında kayaya yapışan ayaklarım çaresiz kalacaklar. Bedenim, bir oluk şeklini alan her hangi bir delikten yağmur suyuyla akıp denize karışacak. Bulutları seyrediyorum. Epey yaklaştılar. Rüzgâr, ufak bir damlayı az öteme düşürdü bile. Kısa ömrümü, oğlanı ve kızı düşünüyorum. Bunların olmayacağını bilsem de, el ele tutuştuklarını, sarıldıklarını ve en nihayetinde bir sevgiyi paylaştıklarını hayal ediyorum. Nedense, bir yağmur damlası bedenimin sol tarafını eritmeye başladığında, bunları düşünmek pek hoşuma gidiyor.

8

AŞİYAN


İnceleme

Tanrılar Kimin İçin Pişiriyor

fatma kahraman

“Çünkü

ben pişiririm, kaynatırım, kavururum, kızartırım / Ama bence tarttır en iyisi” Mark Crick dünyaca ünlü, hatta bazıları Nobel ödülü almış olan on dört yazarı zihnindeki mutfağa alıyor. Bir parça et uğruna tartışan Homeros’un tanrılarından, Borges’in komplocularına kadar herkes bu mutfakta! Hem üsluplarının hem de bazı belirli eserlerinin parodisini yapıyor. Hikâyelerin sonuna kendine ait çizimler de ekliyor. Böylece, Crick, hem dünya edebiyatına oldukça hâkim hem de zeki bir mizah ustası olduğunu kanıtlıyor. “Kafka’nın Çorbası” okuyucuya da okunması zor zannedilen bu yazarların üsluplarına göz atmaları için harika bir fırsat veriyor. Tariflere gelince, hikâyeler kurmaca olsa da tariflerin hepsi gerçek ve denenmiş. Kısaca, hepsi ruhunuzu da karnınızı da doyuracak tarifler. Kafka’yı akşam yemeğine arkadaşlarını davet etmiş olarak hayal edebiliyor musunuz? Nasıl olurdu dersiniz? Muhtemelen stresli! Bir taraftan kıvamı tutturma endişesi diğer taraftan misafirlerce yadırganma tedirginliği… Bu çorba şimdiye dek var olan çorbaların en yoğunu. Sebebiyse Kafka’nın “Çabuk Miso Çorbası” nın “varlığından” ziyade kendisinin varlığı ve güçsüzlüğünü dert edinmiş tavırları… Tam masaya oturmuşlarken Kafka’nın aniden dev bir örümceğe dönüşeceğini bekliyorsunuz. Kafka, eserlerindeki roman kahramanları gibi sonunun ne olacağı konusunda çok endişeli. Bu yemeğin nereye varacağını ve kendisinden neler isteneceğini bilmediğini söyleyerek “Kafkavari” tatta olayı noktalıyor. “Sert viskimi yudumladım. Sigarımı kesme tahtasında söndürdüm… Ve eviyeden tırmanmaya çalışan böceği izledim… Elimdekiler bir kuzu budu ve olmayan ipuçlarıydı…” İpuçlarını bulmada rastgele gözlemlerden yola çıkan tek bir Chandler karakteri biliyorum: Dedektif Marlow! Chandler’ın Dedektif Marlow’u anlatırken kullandığı sert ve keskin üslup Crick’in Chandler’ı ifade etmedeki üslubuyla birebir aynı. Chandler, bir an bile ne dereotlarını ne de havuçları gözden kaçırıyor. Kıpırdamadıklarından emin olmak istiyor. Hiç birine güveni yok, biliyor ki “Bu kasabada yağlar hep su yüzüne çıkar.” Yakın okuma yaparsanız çok ilginç detaylar bulabilirsiniz. Örneğin Chandler’ın yemeği hazırlarken söz ettiği sarışın detayı yazarın “Göldeki Kadın” romanına gönderme gibi duruyor.

Tarifin hemen ardından olayı resmeden karikatür “cuk” diye oturmuş. Chandler’ın “Dere Otlu Kuzu” tarifi tam da polisiye tadında, afiyet olsun! “Herkesin bildiği bir gerçektir ki, çok uzun süre bekletilen yumurtalar bozulur.” Crick, daha giriş cümlesiyle okuyucuya Jane Austen’ın o bilge ses tonunu duyurmayı başarıyor. Austen’ın parodisinde, Bayan B. kasabanın yeni gelenlerine yemek verecektir. Bu sayede mutfağındaki yumurtaların en azından yarım düzinesine eş bulmak niyetindedir. Yumurtaların sunuluşu ve misafirler arasındaki ilişkiler tanıdık bir romanı akla getiriyor: “Gurur ve Önyargı”. Bayan B. açık bir Bayan Bennet göndermesi. Üslupta aynı dolaysız ve sade anlatım… Görselindeki “Bayan Yumurta ve Bay Tarhun’un kusursuz beraberliği” gülümsetiyor. “…Şişe çok geçmeden bitiyor. Yarısını ben içiyorum, yarısı da şu kahrolası açgözlü keke gidiyor.” Irwin Welsh usulü fiil fırlatan makineli tüfek hızında cümleler… Crick’in keskin mizahıyla ve Welsh’in argosunun yoğrulmuş Çikolatalı Kek! Welsh usulü bir kekten söz ediyorsak elbette ki adım adım tarifi uygulanmış ve ardı sıra fırınlanmış bir kek beklemek hata olur. Zira çizgisellik Welsh’in çok hoşlandığı bir yöntem değil. Bu yüzden, yumurta kırarken birdenbire Kings Cross treninden konu açmasını yadırgamamak lazım. Bu kekin kaç kişilik bir tarif olduğu önemli değil! Welsh kapısnı çalanın kim olduğunu umursamadan lanet ediyor. Arsız misafirlerinse onun lanetleri umurlarında bile değil! Kısaca, bildiğiniz birbirlerine karşı daima düşmanca tavır takınan Welsh karakterleri ve Welsh’ten sizin için birinci sınıf bir zıkkımlanma! “İçeceğimi yudumlarken birdenbire bir anı belirdi. Cappicinomun üzerine serpiştirilmiş çikolata tozu, ilk kez bir akşam, kızıyla birlikte mahallesine geri dönen eski Roma elçisinin onuruna babamın Combray’deki bahçede verdiği davette tattığım tiramisunun üstündeki kakao oluverdi.” Konu Proust’sa, tiramisuyu tatmadan sakın gerçek olup olmadığına inanmayın. Gerçekten kopmuş bir zihnin duyularla dünyayı algılama çabası ve karakterlerin bu amaçla kokulara, mekânlara dört elle sarılışı Proust’un eserlerinden aşina olduğumuz bir üslup. Hal böyle olunca, bu çok özel tiramisu tarifi de karakterin hayalindeki bir kızın ağzından geliyor. Bu hayaller, rüyalar ve karakterin “anıların sonsuza dek yitmedikleri ve ruhların ölümden sonraya da kaldıkları” ifadesi özelde bana Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” romanındaki özel şeyleri hatırlama vurgusunu hatırlattı. Ölüm mahkûmu olan Santiago’nun son arzusu “Coq au Vin”dir ve karısı hazırlamayı reddettiğinden bu işi peder üstlenmiştir. Peder, kendisine hediye edilen horozlardan birini pişirecektir. Bu uyarlamayı okurken Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanındaki masum olduğu halde piskopos tarafından iftiraya uğrayarak öldürülen karakteri Santiago’yu anmamak elde değil. Crick’in Coq au Vin yani horoz yemeğini seçmesi çok zekice kurgulanmış bir parodi olmuş. “Kırmızı Pazartesi”ndeki piskoposa da öğrencileri tarafından sürekli kafesleri içinde horozlar armağan ediliyordu ve piskoposun en sevdiği yemek horoz ibiğiyle pişirilen çorbaydı. İşte size yalnızlığın ve bekleyişin lezzetli bir yemek gibi sunulduğu Coq au Vin! “Karışımı özenle çatlak kâselere paylaştırıp, kalan parmesan peynirini üstlerine serpti. Et ve patates değildi ama en azından bu akşam ailesi bir şeyler yiyecekti.”

AŞİYAN

9


İnceleme Sanırım hiç kimse Steinbeck’in mutfağından çıkacak “Mantarlı Risotto”nun matah bir şey olmasını beklemiyordur. Bu yemeği pişiren eller elbette nasırlı. Steinbeck’in, Crick’in ve okuyucunun emeğinin karşılığı midenize sıcak bir şey girsin, yeter. “…Agamemnon soğanları doğrarken (…) döktü gözyaşlarını. Ancak öfkeyle doğramayı bıraktı sonra, bunun bir krala yakışmadığını söyleyip…” Homeros’un İlyada ve Odessa destanını bu şekilde okumak çok eğlenceli. Epik yapı ve destansı anlatım tarzı korunuyor. Ancak, Crick’in Yunan tanrılarıyla bu şekilde eğlenmesi beni çok güldürdü. Özellikle Agamemnon ve Akhilleus arasında geçen kimin daha büyük porsiyon et yiyeceği tartışması ve sonucun kurayla belirlenmesi takdire şayan. II. Dünya savaşı yıllarında Alman istihbaratının en üst düzeydeki ajanı Sir Henry uyuyakalır ve kendini kocaman bir labirentte bulur. Askerler, haydutlar, birbirine alçaklık edenler, komplocular… Borges’in üslubuyla kurgulanmış labirent evren; Borges’in usulüyle pişirilmiş Dieppe Dil Balığı… Olayın başında anlatıcının “Tahmin edileceği gibi bir iki ayrıntıyı değiştireceğim” demesi; kesin tarihler ve kesin mekânları belirten makaleleri referans göstermesi özelde “Alçaklığın Evrensel Tarihi” eserindeki hikâyelere yapılmış bir gönderme gibi duruyor. Nihayetinde, II. Dünya Savaşı’nda Sir Henry’nin ölümüne sebep olan balığın tarifi bu hikâyede… İngiliz edebiyatının büyük şairi Chaucher da mutfakta! Sofistike bir “Soğanlı Tart” tarifini şiirsellikle anlatıyor. “Çünkü ben pişiririm, kaynatırım, kavururum, kızartırım/ Ama bence tarttır en iyisi” Dizeler şairin “A Cook” adlı baladından tanıdık geliyor. Bu tarif, okurken en çok eğlendiren tariflerden biri… Bir şiirin yabancı dilden aktarılmasının zorluğu bir yana, yemek tarifini Chaucher’ın şiirine aktarmak tam cesaret işi! Son söz olarak, Crick’in üslupları taklit etme konusundaki yeteneğine hayran kaldıktan sonra şu sorunun yanıtını düşünmeden edemedim: Eğer Mark Crick’in kendisine ait bir yemek tarifi dinlesek üslubu nasıl olurdu?

10

AŞİYAN



Öykü

Mamo

saadet becerikli

Sabah gün ışımaya başlarken köyünden yola çıktı. Kaç saatti yürüdüğünü, bilmiyordu. Yol uzadıkça uzadı. Saatine baktı. Saat’i durmuştu. Sıkıntıyla başını salladı. Kasketini başından çıkardı. Terleyen başını sildi mendiliyle. Başına yapışan beyaz saçlarını havalandırdı. Başını kaşıdı. Elini gözüne siper yaparak güneşe baktı, saati tahmin edemedi, “Hım mm,” etti sıkıntıyla. Patika yolun kenarındaki su arkını gördü. Suyun akış yönüne yürüdü. Patikadan ayrılan ark bir tarlayı ikiye bölmüştü. Hasat zamanı bitmiş, sarı, sarı artıkları kalmış buğday tarlaları... Tarlanın içinde yüz metre kadar gitti. Kocaman kayaları arkasına almış, yan yatan badem ağacının dibindeki küçük kaynağı gördü. Sanki kaynak kurumak üzereydi. Ağır ağır, yorgun yorgun bulunduğu yerden sızıyordu. Öyle olsa bile suyun değdiği toprak yemyeşildi. İnce narin taze otlar ve yazın kavurucu sıcağından kurtulabilen cılız papatyalar bir de mor, sarı kır çiçekleri vardı suyun kenarlarında. Yorgunluktan bitap düşmüştü. Ceketini çıkardı. Kayanın üzerine bıraktı. “Uuuyyyyyy” diye inleye inleye suya doğru eğildi. Ellerini, kollarını, yüzünü, başını iyice ıslattı. Boğazı yanıyordu susuzluktan. İki avucunu bitiştirip daldırdı pınara, ayalarına dolan suyu içti. Karnı guruldadı. Acıkmıştı. Onun için suyu kana kana içemedi. Yere oturdu. Kayalara yaslandı. “Uy, uuyyy” diyerek bacaklarını uzattı. Eskiden olsa nasıl da hızlı yürürdü. Gitmek istediği yere çoktan varırdı ya. Ah ah işte, eskiden olsaydı! Elleriyle dizlerine bastı, masaj yaptı. Biraz rahatladı. Uzun burunlu – tozdan rengi, parlaklığı gözükmeyen - siyah rugan ayakkabılarını çıkardı. Çorapları terli ayaklarına yapışmıştı. Açık havada bile genzi tıkayan ağır bir koku yayıldı ayaklarından. Bir sigara çıkardı cebinden. Çakmak yanmakta direndi. Sinirlendi küfretti çakmağa, çalışmayan saate ve Saide’ye… Bütün gece düşünmüştü. Yine düşündü. “Ne söylemeliyim. Nasıl davranmalıyım?” Sonra sıkıntıyla düşüncelerini kovar gibi elini salladı. Hakkı vardı her şeyi söylemeye! Nasıl olurdu böyle bir şey. Tabii ki olmazdı. Ne yani bunca seneden sonra. “Tövbe tövbe tövbe,” diye söylendi. “Çık çık” diyerek düşündüklerini destekledi. Başında uçuşan sinekleri bir iki kovaladı. Sonra kasketi yüzüne indirdi. İçi geçti uyudu. Bir yusufçuk kondu kulağına. Hisseti, gülümsedi uykusunda, “Saide, dur yapma”. Kendi sesine yerinden doğruldu. Saide’ye bakındı. Uzaktan önüne ineği katmış yanına doğru gelen birini gördü. Hızla kalktı yerinden. Görünmek istemedi. Sabahtan beri kimseyle karşılaşmamak için iki köy arasındaki uzun olan patika yolu seçmişti ya... Dinlenmişti az da olsa. Hızlandı. Sabahtan arkasına aldığı güneş tepesindeydi.

12

AŞİYAN

O da bir tepeye vardı. Tepeyi tırmanırken Saide’yi düşündü. Kaşları çatıldı. “Ne demeliyim, nasıl başlamalıyım?” Günlerdir kuruyordu söyleyeceklerini. Ama kendini tatmin edecek sözcükleri bulamıyordu. Tepenin başına vardı. Nefes nefeseydi. Çömeldi. Daha iyi görebilmek için elini her zaman ki gibi gözüne siper yaptı, gözlerini kıstı. Tepenin bitiminde köylülere ait bahçeler vardı. Etrafları çalılarla birbirlerinden ayrılmış küçük küçük bahçeler. Ve sonrasında yer yer dağınık yer yer iç içe toprak damlı evler. Çömeldiği yerden köyü izledi bir süre. Güneş tepeyi çoktan aştı. Biliyordu, köyde akşamları erken çöker! Akşamüzeri telaşı da erken başlar. Gün kararmadan tandırda pişirilen ekmekler. Kümeslere alınan kazlar, tavuklar... Meradan dönen sürülerin ayrıştırılması. Köy yeri kalabalık olur akşam öncesi. Acele etmeliydi, kalabalıklaşmadan köy yeri. Tepeden aşağı bıraktı kendini. Koşar gibi hızlandı. Tepenin dibine vardığında kendini tutamadı. Zayıf bedeni savruldu. Yüzüstü yere kapaklandı. Bir küfür etti tepeye, köye ve Saide’ye. Kalktı yerden “Uyyy, uuyyy,” diye. Beline doladığı kuşağı kontrol etti… Kuşağına yerleştirdiği emanete(!) dokundu… Siyah şalvarına bulaşan tozları temizledi. Başından fırlayan kasketini buldu, sıkı sıkıya başına oturttu. Bahçeleri birbirinden ayıran çalıların ara boşluklarından geçti. Köyü dolanarak, yoluna çıkan ağaçları siper alarak köyün bitimde, en aşağıda kalan kerpiç duvarlara beyaz badana çekilmiş olan eve yöneldi. Heyecanlandı. Kalbi küt küt atıyordu. Sağ koluyla bir dut ağacını destek alarak dinlendi. Eve yaklaştıkça heyecanı arttı. Yine durdu. Yürüdü sonra, bacaklarının titrememesi, kalbinin durmaması için dua etti. Nasıl düştü bu duruma? Neydi başına gelenler? Bir türlü inanamıyordu. Bu yaştan sonra ha, bu yaştan sonra. Böyle rezil olmak da varmış. “Ben bu hale düşecek adam mıydım?” diye düşündü. Bütün gücünü topladı dualarla cenge gider gibi eve doğru yürüdü. Kendince kararlı! Kendince haklı! Kapıyı çaldı. İçeriden ses yoktu. Bir daha çaldı. Bir daha. Bir daha. “Eyvah! Evde kimse yok mu acaba?” diye geçirdi içinden. Dirseğini dayadı duvara, başını da koluna. “ Çıııkk” diye bir ses ve demir kapı açıldı aniden. Bir çocuk açtı kapıyı. Bir şey demedi çocuk. Bir eliyle tutuğu yarı açık kapıdan bakıyordu adama. Rahatı bozulmuş gibi sıkkın duruyordu. Kaşlarını gözlerinin üzerine iyice indirmişti. Gözleri kısık. Yinede kapkara yüzünde siyah gözleri parlıyordu. Süzüyordu adamı merakla. Adamın kalbi hâlâ küt küt atıyordu. Sesi boğazında takılmış kalmıştı. Çıt yoktu adamda. Birden demir kapı açıldı sona kadar “gııırççç” diye sessizliği bozdu. Saide, işte Saide. Bütün heybetiyle gözüktü. Kapının eşiğinde duruyordu. Başındaki boncuklu tülbendi başının iki yanından aşağı sarkmış. Kınalı saçlar gözüküyor. Elinde büyük tahta kaşık, pişirdiği yemek bulaşmış. Kırmızı bluzun kollarını dirseğe kadar kıvırmış. Bembeyaz kalın kolları ve bembeyaz kalın boynu dışarıda. Geniş beyaz tombul yüzünde ucu yuvarlak iri bir burun. Simsiyah yuvarlak parlak gözler. Uzun kıvrık kirpikler. Dolgun kırmızı dudaklarında bir gülümseme. Adamı görünce gülümseme yüzünde donuyor. Ağzı açık, göğüs kafesi vücudundan taşan kocaman memelere rağmen inip kalkıyor heyecandan. Çocuk sessizce yok oluyor. Bakıyorlar bir birbirlerine Saide ile Adam sessizce. Çoktan ayrılan yaşamlarını kapı eşiği destekliyor keskin bir hat gibi. İçeriden taşan yemek kokuları


Öykü adamın burnuna değiyor. Midesi kazınıyor, mide boşluğu beline yapışmış açlıktan. Saide’den gözünü alamıyor. Unutuyor açlığını adam. Çok eskiden, çok çok eskiden, beyaz tombul bedende gezen ellerini anımsıyor. Başını aralarına gömdüğü kocaman memeleri. Saide’nin mutlu kahkahalarını! Kadına duyduğu özlemi öfkesi bastırıyor. Her haliyle genç Saide’nin yanında daha da yaşlı duruyor adam. Saide adama bakarken tütün kokan nefesini hissediyor suratında. Sonra horlamasını, her horlamada suratına üflenen ağır nefesi. Sonra adamın sırtını dönüp yatmasını geceler boyu. Sonra adamın başarısız olduğu her gecenin hıncını beyaz bedenden çıkarırcasına,”Hep senin suçun, senin” diye bağırarak attığı dayakları. Kendi suçunun ne olduğunu anlamakta zorlandığı ağlayarak geçen geceler. Dayaktan sızlayan bedeni... Nihayet adamın boğazında takılıp kalan sesi çıkıyor, “Bana bunu nasıl yaparsın?” Kadının ağzı hâlâ açık, şaşkın bakıyor. “Sen beni boşayamazsın. Beni boşayarak el âleme rezil mi edeceksin? Bana yapamazsın böyle bir şeyi. Seni yaşatmam. Beni boşa…” Durakladı, söylemek istediklerinde zorlandı, “Sonra… Belki de… Git başka adam al ha... Başka bir adam… Onun koynuna gir. Olmaz öyle şey.” Kadın “Niye geldin, ne istiyorsun benden?” diye sormak istiyor. Ama soramıyor. Gözü, adamın kuşağından çıkardığı kendine doğrulmuş tabancaya (emanete) takılmış. Silahı dayıyor anlına kadının. Silahı tutan el titriyor. Ve basıyor tetiğe. Yalnızca mekanik bir “tıık” sesi. Ateş almıyor silah. Saide’nin gözleri kocaman açılıyor ve dizleri üzerine düşüyor. Sonra adamın önünde secdeye varır gibi eğiliyor. Yığılıp kalıyor eşikte öylece. Kocaman memeler göğsünü sıkıştırıyor. Nefes alamıyor... Adam eve yaklaşan traktörü fark ediyor. Saide’nin ağabeyleri ve yeğenleri tarladan eve dönüyorlar. Evin arkasına dolanarak hızla kaçıyor oradan. Geldiği yöne doğru koşuyor arkasına bakmadan. Nefes nefese kalmış bir halde tepeye varıyor. Traktör kapıya varınca Saide’yi fark ediyorlar. Tandırdan dönen yengeleri, ağabeyleri ve yeğenleri bir anda kapıda toplanıyorlar. Altında kalan bacakları düzeltiliyor ilk önce, “Saide, Saide” yüzüne inen küçük şaplaklar, sarsmalar, yüzüne su serpmeler, kolonya fayda etmiyor. Saide’nin dolgun kırmızı dudakları morarmış, ağzı köpürüyor. Telaşlı seslere korku karışıyor… Ne yapacaklarını bilmeden bir birlerine bağırmalar, telaşla birbirlerine ve sağa sola çarpmalar. İçeriden dibi tutan ağır yanık yemek kokuları taşıyor dışarıya. Ama kimin umurunda! Kazları önüne katmış eve doğru gelen Saide’nin annesi yetişiyor. Kızını görüyor kapının eşiğinde yatıyor boylu boyunca. Bağıra bağıra, dizlerine vuruyor ana, “Ne oldu ona, ne yaptınız kızıma?” Kimseden cevap yok, bilmiyor kimse. Kaşlarını gözlerine üzerine iyice indirmiş, kara yüzlü, kara parlak gözlü yeğeni sakin sakin “Mamo, gelmişti” diyor. Ortalık suspus oluyor, çocuğa dönüyorlar hep birlikte “Ne zaman?” çocuk umursamaz bir halde omuz silkerek cevap veriyor, “Bilmem”. Güneş kızıllığını toplayarak köyü terk etmeye hazırlanırken, Mamo da tepeyi aşıyor nefes nefese. Göğsü daralıyor. Dizleri titriyor. Gidemiyor daha fazla çöküyor oracığa. Hırıltıyla küfrediyor ateş almayan tabancaya, tıkanan nefesine ve Saide’ye.

Etkinlik

Deneme Yazma Semineri Başlıyor

Edebiyatımızın önemli denemecilerinden Feridun Andaç’ın moderatörlüğünde gerçekleştirilecek olan seminerler İstanbul’da başlıyor. İki ay boyunca haftada iki saat verilecek seminerlerde “Deneme nedir”, “Denemenin Tarihsel Süreci” gibi konular irdelenerek katılımcılara deneme yazma teknikleri anlatılacak. 8 Kasım 2012’de başlayacak etkinlikte Feridun Andaç’a Tahsin Yücel, Doğan Hızlan, Adnan Binyazar gibi isimler eşlik edecek. Derslerin bir kısmının uygulama odaklı olacağı seminerde ortaya konan eserlerden göze çarpanlar e-dergi Ceres Edebiyat’ta yayımlanacak. Seminere katılmak isteyenler Ceres Yeyıncılık’ın internet sitesinden ayrıntılı bilgiye ulaşabilirler.

AŞİYAN

13


Do sya

Edebiyat ve Pazarlama

Yazarların Gölgesinde Romanlar

deniz özlem çevik

Şimdilerde yazarın ne anlattığı veya nasıl anlattığından çok kişiliği, yaşamı ve söyledikleri cezp ediyor okuru. Artık eserden yazara değil, yazardan esere gidilen bir dönemdeyiz.

Edebiyatla ilgilenen, kitapla haşır neşir olmayı seven pek çokları gibi ben de hiçbir şey almayacak olsam dahi sahaflara girip çıkmayı, ne var ne yok bakmayı seven biriyim. Sahaflarda kitapların arasında gezinirken dikkatimi çeken bir şey olmuştu. Bilmiyorum sizin de dikkatinizi çekmiş midir, eski basım kitapların pek azının arkasında yazarının fotoğrafı vardır. Özellikle yerli kitapların çoğunda kapak fotoğrafına bile rastlamak hayli güçtür. Kitap tasarımı okura lazım olan bilgileri ihtiva edecek şekilde yapılmıştır: eserin adı, yazarın adı, yayınevi. Yazarın fotoğrafını bir kenara koyun, yazar veya eser hakkında kısa bilgiye bile yer verme gereği duymamıştır yayınevi. O kitabı alan okurun, esere odaklanmak dışında yapabileceği hiçbir şey yoktur. Gelgelelim son yıllarda basılan kitaplarda bu durumun tam tersi ile karşı karşıya geliyoruz. Şimdilerde kitaplarda yazarın arka kapağı süsleyen karizmatik bir fotoğrafına ve genellikle de hemen onun altında başka yazarların veya önemli edebi kritik dergilerinin kitabı övücü sözlerine sıkça rastlıyoruz. Peki bu basit ve bir o kadar da önemsiz arka kapak fotoğrafı tespiti bize nereye götürür? Böylesine ufak bir değişimden yola çıkarak Türkiye’de değişen yazar ve eser algısına yönelik bir şeyler söylemek mümkün müdür, onu göreceğiz bu yazıda, lafı çok da uzatmadan. “Bu Bir Aşk Romanıdır” Günümüzde artık satın aldığımız malın cinsi ve kalitesinden ziyade markasına bakıyoruz. Başka bir deyişle markasına bakarak malın kalitesinden emin oluyor, kafamızda garanti altına alıyoruz. Böylelikle markasını duymadığımız bir ürüne kaliteli olma şansı tanımıyoruz. Artık satın alınacak malı değil satıcının kimliğini önemsiyoruz. Edebiyat da pazara açıldıkça, daha doğrusu edebiyatın da bir piyasası oluşmaya başladıkça yaşananlar yukarıda anlattıklarıma benzemeye başladı. Edebiyat ticarileştikçe yayınevleri şirketleşiyor, yazarlar ise yavaş yavaş markalaşıyor.

14

AŞİYAN

Reklam çalışmaları, tanıtımlar, fotoğraf çekimleri, afişler, imza günleri derken yeni çıkan bir kitap bir sanat eseri değilmiş de piyasaya sürülen yeni model bir cep telefonu gibi pazarlanıyor yayınevi ve yazar işbirliği ile. Masumiyet Müzesi gibi harikulade bir romanın nasıl taktiklerle pazarlandığını hatırlayalım. Zaten Nobel Edebiyat Ödülü gibi saygın bir ödül sahibi bir yazarın diğer eserleri kadar olmasa da harikulade olan yeni eserinin “Bu bir aşk romanıdır” şeklindeki pembe afişlerde pazarlanması neyi ifade ediyordu? Kibarca diyebiliriz ki bir zorunluluğu anlatıyor bu durum bize. Ülkesinde ve dünyada hayli meşhur olan Nobel Ödülü sahibi bir yazarın dahi oyunu kuralına göre oynaması icap ediyordu. Öyle de oldu. “Bir aşk romanı” denmeseydi, Masumiyet Müzesi de Benim Adım Kırmızı gibi Yeni Hayat gibi yalnızca belli bir kitlenin alıp okuduğu bir eser olacaktı. Bugün herhangi bir okura sorsanız belki Orhan Pamuk’u yaratan eser Cevdet Bey ve Oğulları’nı bilmeyecektir fakat emin olunuz ki Masumiyet Müzesi’ni bir yerlerden duymuşluğu vardır. Yazarlarının Gölgesinde Kalan Metinler Şunu netleştirelim ve cesurca dillendirelim artık: bugün edebiyat mecrasında eserler yazarlarının gölgesindedirler artık. Yazar, okuru yazdıkları ile tavlama misyonunu rafa kaldırmaya başlamıştır. Şimdilerde yazarın ne anlattığı veya nasıl anlattığından çok kişiliği, yaşamı ve söyledikleri cezp ediyor okuru. Artık eserden yazara değil, yazardan esere gidilen bir dönemdeyiz. Önce yazarı tanıyor, gazetelerde fotoğraflarını görüyor, söyleşilerini okuyor; sonra –elbette ki oralardan edindiği ön yargıyla- eserini almaya veya almamaya karar veriyor okur. Yazar ne kadar göz önündeyse, ne kadar fazla röportaj verip, ne kadar fazla fotoğraf çektirirse eserine olan ilgi de o kadar artıyor. Hatta yazarlığa en büyük ihanet olarak gördüğüm “eserini anlatma” günahını da işlerse yazar televizyonlarda veya söyleşilerde, ilgi katbekat artıyor. Böylelikle bu tür tanıtım çalışmalarına itibar etmekten uzak duran okur bile popüler olana yenik düşüyor ve popüler kültürün “Aa sen hâlâ bilmem kimin son romanını almadın mı?”gibi laflarla gelen görünmez baskısına direnemiyor. Toplu taşıma araçlarında, plajlarda, bekleme salonlarında, parklardaki banklarda popüler edebiyatın mahalle baskısına maruz kalıyor okur. Baskı bununla da kalmıyor, otobüste Şemspare kitabını okurken sıkılıp kafasını pencereden dışarı çevirirse Elif Şafak’ın bir bina boyundaki dev fotoğrafıyla karşı karşıya gelebiliyor. Tam bir kıskaç! Şunu vurgulamak lazım ki artık okurun büyük çoğunluğu kitabı yazarının hatırına alıyor. Artık ne okuyorsun sorusunun cevabı “Masumiyet Müzesi” değil, “Orhan Pamuk okuyorum” oluyor. Ne okuduğu değil artık önemli olan, kimi okuduğu. Okur, tıpkı bir markadan giyinmek gibi bir yazarı okuyor, eserin edebi değerini hesaba katmadan. Zaten eserin başarısıyla ilgilenmesine gerek yok çünkü rüştünü ispat etmiş bir yazarı okuyor olmanın bilincini taşıyor. Böylelikle okur gözünde yazarlar eserlerin garantisi oluyorlar, tam tersi olması gerekirken. İstiklâl’de, “Şiir okumayı sever misiniz?” diyerek kendi kitabını satan şaire denk gelmişsinizdir. Belki gülüp ayıplamış bile olabilirsiniz. Fakat çerçeveyi biraz daha genişletince insan o şairin kıymetini daha iyi anlıyor, emin olabilirsiniz.


Edebiyat ve Pazarlama

sya Do

Bunu Okumaya Niyetliyseniz Vazgeçin*

damgasını yemesine sebep olabilir. Yeraltı edebiyati raflarda kolayca bulunmayan, nefes alan bir oluşum ve birkaç Bukowski kitabı okuyarak anlaşılamaz. Bukowski de işi ticarete vurunca, 70 yaşından sonra, artık yeraltı edebiyatına dahil olmamıştır diyenler de var. Aynı zamanda müzik sektörünü de etkilemiş olan yeraltı edebiyatının plak satışlarından sanatçıların elde ettiği gelirin ticari amaç kategorisine ne kadar uyduğu ise tartışmalı. Yeraltı edebiyatı sanatçılarını belli bir kıstasa sokmak sadece tanımlarla olacak iş değil ancak bu edebiyatın “hissedildiğini” söyleyebiliriz. Çünkü yeraltı edebiyatı yazarı olarak tanımladığımız Chuck Palahniuk’ın, Dövüş Kulubü’nün neden sinemaya uyarlamasına razı olduğu sorusuna verdiği cevabı bu edebiyatın amacına uygun olmaması bağlamında kendi içinde ciddi bir tezatlık oluşturabilir. Bununla kalmayıp filmde Brad Pitt gibi çok kazanan bir Hollywood aktörün oynaması ise bu senaryonun dikkat çekmemesinin imkânsız olmasının bir kilit noktasıdır. Başarısı büyük ses getiren nitelikli bir yazarı, kitabı sinemaya uyarlandı ve filmden büyük paralar kazandı diyerek bu edebiyatın dışında tutmak ne kadar doğrudur? Şu da bir gerçektir ki yazarın amacı Brad Pitt’i oynatacak bir film yapmaktı diyemeyiz. Buradan çıkarmamız gereken, yeraltı edebiyatına ait kılanın eserin tavrı olduğudur. Herhangi bir ideolojinin ya da patronajın etkisi altında yazan yazarlar olduğu gibi ürettiği eserleri fanzin olarak dağıtmaya çalışan insanlar da var. İkisinin arasındaki farkı bu edebiyatın hepsini olmasa da kırmızı çizgilerini bilmeyen insanlar için sadece kitapların popülerliğinin önemli olması büyük bir kayıp. Bu farkın türünün örneklerinin sıkça verilmesine karşın insanlarca bilinmeyen en önemli eserler belki de Türkiye’de. Kâr gütme amacı o kadar had safhalara ulaşmış ki sosyal hayat eleştirisinin içinde bulunmadığı küfür dolu eserler bulmaktan korkuluyor. Ülkemizde yeraltı edebiyatı tarzına en çok yaklaşanlar ise Afilifilintalar yazarları ve Hakan Günday, Alican Ökmen gibi isimler. Mesela altı kırk beş yayınevi dilimize daha önce çevrilmemiş eserleri çeviriyor ve yeraltı edebiyatına büyük katkıda bulunuyor. Tavırları ise diğer yayınevlerinden farklı; öyle ki Şenol Erdoğan isteyenin gidip orada sohbet edebileceğini bile söylüyormuş! Yine Afilifilintalardan Emrah Serbes aslında Behzar Ç.’nin yazarı olarak karşımıza çıkıyor. Bununla birlikte bugün Türkiye’de yeraltı edebiyatı kategorisine giren yazılardan çoğu gençler üzerinde prim yapmak amacıyla yazılmış izlenimi veriyor. Farkı anlayamamak buruk bir hüzünle beklenen bir sonuçtur çünkü Amerika yeraltı edebiyatını besler iken Türkiye darbe dönemleri yaşıyordu. Ve yeraltı edebiyatının popülerliğinden bahsetmek şimdilik liseye giden öğrencilerin bilindik cümleleri sosyal paylaşım sitelerinde yayımlamasından başka bir şey değildir. Has yeraltı edebiyatı yazarlarının az okuyan bilgisiz insan kitlesinden umutlu olması tabii ki bunca sebepten sonra pek beklenemiyor. Ne yazık ki.

filiz kahraman

Yayıncılık sektörü ve değişen edebiyat kültürü ile beraber yeraltı edebiyatı dahi yeryüzüne çımaya başladı. Peki gün ışığıyla yeni yeni tanışan bu edebiyat rengini solmadan koruyabildi mi? 18.yüzyılda sadizmini dışarı vurarak ilgi toplayan Marquis de Sade bir anlamda yeraltı edebiyatının oluşmasını sağladı. Marquis de Sade Tanrı’ya açıkça inanmadığını haykırıyor, sapıklık düzeyinde cinselliğe vurgu yapıyor ve toplumun tepkisinden korkmayarak bunları yapmaya devam ederken bir yandan da deliler hastanesine giriyor, tutuklanıyor ve yanında çalışan insanlar tarafından cinsel suçlardan dolayı şikâyet ediliyordu. Hakaret etmenin suç olduğu zamanlarda o, hizmetçi diye işe aldığı kızları evine hapsediyor ve onları canice cinsel amaçlarına alet ediyordu. Yazılarında kullandığı ifadeler pornografik tarzının dışında aslında anlaşılıp anlaşılmamak gibi bir derdinin olmadığını sadece içindekini utanmadan dışa vurmak amacında olduğunu gösteriyor. Resmen ahlaki öğelere baş kaldırıyor ve toplumun değer verdiği ve koruduğu değerleri hiçe sayıyor. Yeraltı edebiyatı da tam olarak bu noktada başlıyor zaten. Yeraltı Edebiyatı Nerede Başlar Nerede Biter? “Yeraltı” adına sahip olması da derin sularımızda barındırıp her geçen gün beslediğimiz asıl bizi temsil ediyor belki de. Bu tarzın tam geçişi ise Bukowski sayesinde oluyor. Alkol, bir türlü kalıcı bir işe sahip olamama, kadınlarla hatta herkesle olan iletişim bozukluğu kitaplarındaki en önemli öğelerden biri haline geliyor. Topluluktan ne kadar nefret ettiğini, ona göre en iğrenç insanların hipodramlarda bulunabileceklerini, işsiz olan babasının gençliğinde ona yaptığı baskıyı, küçüklüğünde ona eteğini açıp iç çamaşırını gösteren kızı, postanede çalışırkenki tutumunu ve bu tarz anıları ile Bukowski’nin neden Bukowski olduğunu daha iyi anlıyoruz. Bu edebiyatın üslubu doğallık içerdiği için kullanılan sözcükler, yani küfürler, tüm sokak dili kullanan yazarlar için yeraltı edebiyatına ait olduğu söylemine sebep olabiliyor fakat bu doğru değil. Yeraltı edebiyatını diğerlerinden ayıran sadece küfürler değil elbette. Yeraltı edebiyatı, yazarları sürekli çok satanlar listesine giren, popüler olan bir edebiyat değil. Aksine herkesin bilmediği, geleneksel kavramlara ciddi eleştiriler getiren ve ne yazık ki kökleri Türkiye’de bulunmayan bir tarz. Para hırsı asıl yeraltı edebiyatçılarında görülmez. Ticari amacı olan tek bir paragraf bile yazarı “Yeraltı edebiyatı değil!”

* Chuck Palahniuk/ Tıkanma

AŞİYAN

15


Do sya

Edebiyat ve Pazarlama

Pazarlama ve fırat Yazın: demir Elif Şafak

Edebiyat ve pazarlamanın ilişkisini konu edinmiş bir derginin Elif Şafak’ı es geçmesi çok da olası değildi. Ancak magazin bir yana, Elif Şafak’ın yazınının kalitesi ünüyle ters orantılı olarak değişti. Edebiyatın ve reklam sektörünün hangi noktaya kadar iç içe geçmesi gerektiği sorusu yayıncılık bir sanayi hâline dönüştüğünden –ki bu, şu tarihtir diyemeyiz ancak matbaanın icadına kadar bile gidebiliriz - beri karşıt birçok görüş tarafından tartışılagelmiştir. Kimileri edebiyatın ve edebiyatçıların çok göz önünde olmaması gerektiğini savunurken, kimileri ise popüler edebiyatı savunup daha çok insana ulaşmaktan dem vurmuştur. Zamanında Ernest Hemingway’in dergilere pozlar vermesi, bira reklamlarına imzalar atması ile iyice alevlenen bu tartışmalar uzun zamandır ülkemizde de Elif Şafak üzerinden sürmekte. Elif Şafak’ın yaptıklarını gerçekten eleştirmek ya da sırf Elif Şafak üzerine bir eleştiri yazısı yazıp kendi ismini internet aramalarında üstlere atmak isteyen - ki bunların sayısı çok fazla değildir - hemen hemen herkesin Elif Şafak’a ithafen yazdığı bir yazısı, söylediği bir sözü vardır. Elif Şafak’ın yaptıklarını zerre kadar onaylamayan biri olarak bu yazılardan bir tane de benim yazmak istediğimi beni tanıyan ve artık tanımayan herkes bilir. Ancak böyle bir yazı yazmakla zaten yığınla bulunan anti-Şafak yazılarına bir tane daha ekleyeceğimi, böyle bir yazının diğerlerinden farkı olmayacağımı anlamamı sağlayanların da yardımıyla yazımın içeriğini biraz olsun değiştirmeye karar verdim ve yaptıklarını eleştirmenin yanında bu eleştirilerin neden haklı olduğunu göstermeye, bunu da Elif Şafak’ın yazınının bütün bunlardan nasıl etkilendiğini göstererek yapmaya karar verdim. Yıllar önceydi - üç yıl kadar. Herkesin elinde ve dilinde aynı kitap. Pespembe kapağı üzerine kalpli bir figür, ismi ise “Aşk”. İşte o zamanlar reddettim ismi ve kapağı bana göre reklam kokan bu kitabı okumayı. Yanlış anlaşılmasın kitabın kapağının pembe olmasıyla hiçbir problemim yoktu. Zaten olsaydı, sonradan pembe rengi elinde taşımaya utanan “erkek” okuyucular için basılan

16

AŞİYAN

gri kapaklısını alır okurdum. Problemim bu kitabın ticaret malı gibi pazarlanması ve bahsedilmesindeydi. Velhasılıkelam “Aşk” romanını okumadım ancak Elif Şafak’la ilk o zamanlar tanıştım. Ben onunla tanışır tanışmaz bir Elif Şafak furyası aldı başını gitti. Elif Şafak önceki kitaplarından - okuyucularının seçebilecek kapasitede olmadığını düşündüğü için - kendi seçtiği alıntıları koyduğu bir kitabı yayımlandı. Elif Şafak’ın bir gazetenin köşe yazısında yazdıklarını - okuyucularını internete girme zahmetinden kurtarmak için - derlediği deneme kitabı yayımlandı. Elif Şafak’ın kapağında - okuyucularının hayal güçlerini kullanıp yorulmasını istemediğinden - erkek kılığına girdiği bir romanı yayımlandı. Elif Şafak’ın bir gazetenin köşe yazısında - yine okuyucularını internete girme zahmetinden kurtarmak için - derlediği bir başka deneme kitabı yayımlandı. Elif Şafak’ın hayatını yazarak idame ettirdiğini düşünüp neredeyse senede iki kitap yayımlamasını haklı görebilenler olabilir. Zaten herkes yazarların üretken olması gerektiği konusunda hemfikirdir. Ancak Elif Şafak da işte bu noktada eleştiri oklarının hedefi oluyor bir anlamda. Elif Şafak yeni kitaplar yayımlatmaya başladıkça yeni bir şeyler asla üretmiyor. Yukarıda da bahsettiğim üzere yalnızca iki senede bir orijinal - ki bu kitaplardan bazılarının intihal olduğunu iddia edenlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazladır - bir işe imzasını atan Elif Şafak’ın edebiyattan kastının yalnızca “para” ve “ün” olduğu görüşü oldukça benimsenmiştir. Bilemeyiz, yalnızca çıkarımda bulunabiliriz ki Elif Şafak son yıllarda yaptıklarıyla bu görüşü oldukça haklı çıkarmaktadır. Ancak bu konuyu daha da uzatıp Elif Şafak’ın bir kredi kartı reklamında oynamasından, bir sabah programına çıkıp kitabını tanıtmasından, bir gazeteciye - garip - çarpıcı pozlar vermesinden, kitaplarını telefon alanlara hediye olarak verdirmesinden bahsetmeyeceğim. Benim amacım Elif Şafak’ın edebiyatını incelemekti. Diyelim ki insanlar paraya (güce) ve üne doğuştan düşkündür ve Elif Şafak’ın yaptıkları bir edebiyatçı için bile normaldir! Diyelim ki Elif Şafak’ın da dediği gibi edebiyat sırça bir köşk değildir ve edebiyatçılar da göz önünde olup istediklerini yapabilir, onları safça duygularla takip eden ve kendisini rol model olarak gören gençleri istediği gibi yönlendirebilir! Ancak bütün bunlar bile Elif Şafak’ın ekmek yiyip ün kazandığı edebiyata yaptıklarıyla olmasa bile yazınıyla ihanet ettiği gerçeğini değiştirmeye yetmiyor. Çünkü Elif Şafak’ın üzerine yapılan bütün bu tartışmalar başlamadan, kendisi bu kadar popüler olmadan önce yazdığı ve sonrasında yayımladığı romanları incelendiğinde kalemindeki mürekkebinin nasıl seyreldiği, nasıl belki de şeffaf bir suya döndüğü açıkça görülebilir. Bu yazıyı yazmayı aklıma koyana kadar Elif Şafak kitabı okumayacağıma dair kendi kendime bir karar almıştım - popüler olanı okumama alışkanlığım ve kitaplarının pazarlanış biçimini sevmememden ötürü. Ancak hiçbir romanını okumamasına rağmen Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü Ermeni soykırımı ile ilgili söylediklerinden ve muhalifliğinden dolayı aldığını savunanlardan bir farkım olması gerektiğinden Bit Palas ve İskender adlı iki adet Elif Şafak kitabı aldım ve Elif Şafak’ın ilk dönem romanlarından olduğu için önce Bit Palas’ı okumaya koyuldum. Tüm ön yargılarıma ve gözüme ilişen birkaç nokta dışında dilini ve anlatım gücünü oldukça güçlü buldum bu romanın. Baştan sağma cümle yok denecek kadar az, detaylar canlı ve yaratıcı, benzetmeler oldukça çeşitli. Kitaptaki ana mekân olan Bonbon Palas’ın dış cephesinin bir tasvirinin yapıldığı şu kısım


Edebiyat ve Pazarlama yapay ve eğreti duruyor. “ ‘Ne bu tantana?’ diye seslenmiş Naze. […] ‘Nereden çıktı bu şimdi’ ”(Şafak) “Hmmm, demek bunun için her gün onca yol yürüyüp kafalarını dolduruyorlar, ha? Doğdukları evde kalsınlar diye he mi?” (Şafak) Bir yerde “he mi” ile ağız yapan Naze, sinirlendiğinde “nereden çıktı bu şimdi” diyerek bir de zaman zarfı eklemeyi ihmal etmiyor cümlelerine. Ağız yapma derdi tüm kitapta kendini hissettirseydi roman inandırıcılık açısından da dil açısından da daha kuvvetli olurdu. Lakin kitabın İngilizce versiyonu olan Honour’da bu hatalara düşmüyor Şafak; orada ağız yapmak gibi bir dert zaten mümkün olamıyor. Sonuç olarak zaten Bit Palas kadar üstün olmayan İskender, bu hataları onun gibi gizleyemiyor ve iyiden iyiye zayıflıyor. Dil şöyle dursun, bir buçuk senede yazılan bu romanın konusunun da yeterince yedirilmediğini düşünüyorum. Kitap okunduğunda - konu açısından - hissedilen ilk şey yüzeysellik oluyor. Şafak, konulara bir değinip sonra onları terk ediyor. Mesela üzerine gidilebilecekken Kürtlerin dil problemine birkaç cümle ile değiniliyor. Öyle ki bu kitap bu aile Kürt kökenli olmasa bile yazılırmış gibi geliyor. Uzak olduğu bir konuyu hem de iyice araştırmadan - ki bir buçuk sene bence bunun için yetersiz bir süre - yüzeysel bir biçimde anlatıp bir an önce romanı yayımlayarak adından söz ettirmek gafletine düşmek zaten bir sürü mecradan para kazanmış ve kazanıyorken neden? Gelgelelim İskender adlı kitabın işlediği konuları özümseyemediğini düşünürken yalnız da değilim. Edebiyat eleştirmeni Ömer Türkeş de söyleşi yaptığı Elif Şafak’a romanda işlediği şiddet konusunun yüzeysel kaldığını ve atmosferi yansıtmakta eksik olduğunu söylemiş. Sonuç olarak Elif Şafak’ın ilk dönem romanları ile son dönem romanları arasında konu seçimi, tavır ve dil açısından dağlar kadar fark var. Her iki dönemden birer kitap seçip okuyanlar ne demek istediğimi kolayca anlayacaktır. Elif Şafak’ı konu alarak onu olumsuz yönde eleştirmek konusunda Bit Palas’ı okuduktan sonra tereddüt yaşamadım değil. Ancak İskender adlı kitaba geldiğimde onun neden bu kadar eleştirildiğini ön yargılarımı doğru çıkarırcasına anladım. Benim canımı asıl sıkan konu Elif Şafak’ın daha iyisini yapabilecekken neden bu tarz hamleler yaptığını kavrayamamamdır. Bit Palas’ta Türkçe yazınının neler üretebileceğini göstermişten, “Aşk” adlı kitabı inanılmaz derecede popüler olduktan sonra pazarlama adına yaptıklarını aklım hayalim almıyor. Yaptıklarının magazinsel boyutu bir yana, romanlarını çiftdillilik kisvesi altında küçülten Şafak, böyle giderse edebiyat tarihinde edebiyatlar arasında sıkışıp kalmış bir yazar olarak yerini alacak gibi görünüyor. Elif Şafak’ın bu görüntüyü değiştirmek için yapması gereken ise bana göre eleştirileri elit kesimin paranoyasına vurmak yerine onların gerçekten ne söylediğini anlamaya çalışmaktır.

sya Do

romanın genel havası ve anlatım gücü hakkında bir fikir verebilir gibi görünüyor. “Dış duvarlar baştan aşağı külrengine, pencere çerçeveleri ve balkon demirleri de, ondan daha koyu ve daha açık olmak üzere grinin iki ayrı tonuna boyanıp, yabani bir sarmaşık gibi çift kanatlı giriş kapısını çevreleyen ince süslemeler de tamamlandığında, apartman göz kamaştırıcı güzelliği ve el değmemişliğiyle çıkıverdi ortaya.” (Şafak) Yukarıdaki cümleler dünyanın en detaylı tasviri olmasa da tüm kitabın tamamının bu tarz tasvirlerle bezenmiş olduğu düşünüldüğünde görsel açıdan ne kadar güçlü olduğu tahmin edilebilir. Kitabın benim açımdan eleştirilecek yanı Elif Şafak’ın anlatıcının diline eklediği ve kullanıldığı cümlede oldukça eğreti duran “kalenderâne” gibi Osmanlıca kelimeleri. Tabii ki bir kitapta Osmanlıca kelimelerin kullanılıp kullanılmayacağı yazarın kendi tercihidir ancak aynı kitapta aynı ağızdan “sallapati” gibi konuşma ağzından seçilme kelimeler de çıkarsa metin inandırıcılığından kaybeder. Ancak yine de bu kullanımın meşruluğu birkaç açıklama ile kolayca savunulabilir. Bana göre zayıflık olan başkasına göre bir güçlülük simgesi olabilir. Kaldı ki bu bir zayıflık dahi olsa tasvirlerdeki kendinden emin duruş bunu gölgelemeyi başarıyor. Kafada yarattığı imgeleri, resimleri ve fotoğraf karelerini beğendiğim Bit Palas’tan sonra kitap kapağı çok hoşuma gitmeyen İskender’i okumaya başladım - gerçi Bit Palas’ın yeni baskılarının iç kapağında da Elif Şafak fotoğrafı var ama güzel bir ex-librisle kolayca yok edilebilir-. Daha ikinci yaprağı çevirmemle şoke olmam bir oldu. Sayfanın ortasında kitabın çevirmeninin Omca A. Korugan olduğu yazılıydı. Elif Şafak’ın kitaplarından bazılarını İngilizce yazdığını zaten biliyordum ancak sonra elindeki romanı kendisinin Türkçeleştirdiğini sanıyordum. Öyle değilmiş. Elif Şafak yalnızca çeviri yapıldıktan sonra üzerinden geçiyormuş romanın. Üstüne üstlük bir de kitabın kapağında Elif Şafak’ın itici erkek pozlarının yanında ise “Türk Edebiyatı” yazıyor. Ne zamandan beridir çeviri kitapları yayımlandığı ülkelerin edebiyat külliyatına sokuluyor? Eğer durum böyleyse benim Türk edebiyatında okumaktan en çok zevk aldığım yazar Orhan Pamuk ya da Oğuz Atay değil, Fyodor Dostoyevski’dir. Onun da eserleri Türkçeye çevriliyor öyle değil mi? Lingua franca olduğundan kitaplarını İngilizce yazması bir noktaya kadar anlaşılabilen Elif Şafak’ın daha sonra bu kitapları çevirmemesinin sebebi “para kazanmanın acelesi” olarak görülebilir. Çeviri bir kitabın dil bakımından analiz edilip yazarının eleştirilemeyeceği aşikâr; böyle kitapların yazara geri dönüşü sadece olay örgüsü, teması, fikirleri açısından mümkündür. Ancak çeviriye kendisinin de göz attığını belirtip kitaplarını Türk edebiyatına sokan Elif Şafak gelecek tüm eleştirileri de baştan kabul etmiş oluyor. İskender romanına gelirsek, romanın dilinin Bit Palas’la uzaktan yakından alakası olmadığını belirtmeliyim. Bit Palas’tan farklı olarak bu kitapta detaylı tasvirler çok az. Cümleler olabildiğince kısa ve çelimsiz, çeviri kitaplarda olduğu gibi mekanik. Bu noktada kitaptan söylediklerimi destekleyecek yüzlerce alıntı yapabilirim ancak çeviri bir kitap için bu zahmete bile girmeyeceğim çünkü kitaptan okuyacağınız herhangi bir cümle bana kolayca referans olacaktır zaten. Dil zayıflığının yanında teknik açıdan da zaaflar içeriyor. Kitaptaki karakterlerden Türkçe bilmeyen Naze’nin çoğu zaman İstanbul Türkçesiyle aktarılan cümleleri yer yer ise ağız yapılarak sunuluyor ki bu ağız inanılmaz derecede

Miles & Smiles Sultan-ı Beyaz Seda Sayan 3 Ayşe Arman 4 KVK’dan 5 ntvmsnbc. 19 Ağustos 2011. 21 08 2012. <http://www.ntvmsnbc.com/ id/25242971/>. 1 2

Şafak, Elif. Bit Palas. İstanbul: Doğan Kitap, 2012. s.60. Şafak, Elif. İskender. Çev.: Omca A. Korugan(Yazarla Birlikte). İstanbul: Doğan Kitap, 2011. s.61.

AŞİYAN

17


Do sya

Edebiyat ve Pazarlama

Kıskaçlar Arasında Yazar

fatma kahraman

Edebiyat dev bir piyasa haline dönüştüğünden beri yazarlar bu sektörün neresinde durmaları gerektiği konusunda ikilemde kalabiliyorlar. Kitapların kimler için ve nasıl pazarlanacağına karar vermek ise sanıldığı kadar kolay olmuyor.

Edebiyatın yayınevlerini, okuru ve doğrudan doğruya yazarı içine alan dev bir sektör haline gelmesini ve metalaşmasını eleştirirken; bu şartları doğuran tarihsel süreci ve bugün yaratılan “okur-yazar-yayıncı” ve buna sonradan dâhil olan “yapımcı”nın beklentilerini de göz önüne almak gerekir. “Kitap” üzerinden “okur”un alıcıya, “yazar”ın da metayı sunan satıcıya dönüşmesi Marx’ın “Das Kapital”de sözünü ettiği “meta fetişizmi” kavramı ile edebiyata uyarlanabilir. Yazarların bu sistemde emeği “değişim değeri”ne eşdeğer hale geliyor. Bu da şu demek ki, “nitelik” arka planda kalıyor; öne çıkan “nicelik” oluveriyor. Kitapların sağ ucuna düşülen “İlk baskı 10.000 adet” dipnotu “alıcıya” şu mesajı iletiyor: “Bu kitap okunmaya değer.” “Alıcı” “malın” fiyatına bakıyor bu kez, uygunsa satın alıyor. “Okur-yayıncı-yazar” üçgeninde ilk olarak yayıncının yazardan beklentisi en üstünkörü tabirle “az zaman, çok kitap” olacaktır. Bugün, bir kitap yayımlatmak için bir “Hemingway” olmaya gerek yok. Basım ve dağıtım masraflarını ödediğinde kitabını yayımlayan yayınevleri var. Bu belki genç yazarlar için bir fırsat gibi değerlendirilebilir ancak; bu kitapların ne yazık ki çoğunun ilk baskısı bile tükenmiyor. Çünkü bu kitaplar genellikle, hem yazarın hem de yayınevinin kâr kaygısı yüzünden aceleyle yazılıp editör elinden aceleyle geçmiş ve piyasaya rastgele sürülmüş kitaplar oluyor. Piyasada bu kadar özensiz kitap dolaşmasının en kötü tarafı, aralarından iyi olan ve gerçekten genç yazarlar için “fırsat” olabilecek iyi kitapların da arada gözden kaçması.

18

AŞİYAN

İyi kitap, popüler kitap Şu da var ki, “iyi” kelimesinin yayıncılık dünyasında karşılığı her zaman “iyi yazılmış, edebi” değildir. “iyi” kitaplar, yayınevleri için daha geniş bir tanımlama içinde yer alır. Yayıncılık terimleriyle “iyi” kitap demek müstakbel okuyucusuna yani muhatabına hitap edebilen hatta mümkünse onu aşıp daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşabilen kitaptır. İncelendiğinde bu kitleyi yaratan iki temel unsur var. İlki, kitabın “marka”sı; yani hangi yazara ait olduğu ve hangi yayınevinden çıktığı. Bu konuda Stephen King “Market alışverişi listemi gönderecek olsam, onu bile yayımlarlardı.” der. Benzer şekilde, hevesle kurulan pek çok yayınevi bir süre sonra, çok “iyi” kitaplar da yayımlasalar isimleri bilinmediği ve bastığı kitaplar bu yüzden satılamadığı için iflas edebiliyor. İkinci unsur, kitabın kurgusu. Ortalama okur, kitabı alt metnini, göndermelerini, edebi değerini dikkate alarak okumuyor. Önemli olan şey, çoğu zaman kitabın hoşça vakit geçirtmesi ve eğlendirmesi, sonunda okuru soru işaretlerine yer vermeden belli bir yere bağlanması oluyor. Çok satan romanlara bakıldığında kalbi kırık kadınlara hitap eden neredeyse “iç dökmesi” şeklinde yazılmış, yazmayı “terapi” olarak gören yazarların kaleminden çıkmış romanların ve daha çok lise düzeyindeki gençliği hedef alan anlaşılması kolay, heyecanlı, vampir ya da dedektif romanlarının sayısı azımsanamayacak kadar çok. Ancak, bu çok satan romanlar “moda” gibi değişken olduklarından kısa bir zaman sonra “market romanı” haline geliyorlar. Market kasasında sıra beklerken canı sıkılan müşteriler için kenardaki raflara dizilen ve neredeyse bedava verilen romanlar oluveriyorlar. Bu durumun farkında olan yazarlar ve yayıncılar, edebi değeri yüksek olan romanları bile ortalama okura hitap edebilecek düzeye getirmeye çalışıyorlar. Örneğin Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanı sıradan okur tarafından sadece bir dedektif romanıymış gibi okunmaya müsaittir. Yahut “Masumiyet Müzesi” ortalama okura “aşk romanı” diye pazarlanmıştır. Bu piyasaya dâhil olan ve para kazanmak isteyen yazarlara iki seçenek kalıyor. Ya sıradan okura hitap edecek şekilde modayı takip ederek bir yazı makinesi gibi durmadan çok satan kitaplar hazırlayacaklar ya da ek iş yapacaklar. Dünyanın en çok kazanan yazarı James Patterson aynı zamanda 33 yılda 71 kitap yazmış ve çok satan olma konusunda Guiness rekorlar kitabına da adını yazdırmış bir yazardır. Hatta seri üretim konusunda hızını alamamış olan yazar kitaplarını kendi yazmayı bırakıp, bir yazarlar grubuna yazdırmaya başlamış. Bunu itiraf ederken de zerre kadar gocunmuyor ve kitapları kendi ismiyle çıkıp çok satan olmaya devam ediyor! Eğer çok satan olamıyorsan ve kitapların çok fazla satmıyorsa ek iş yapmak zorundasın. Çünkü geçmişte Sait Faik’in yaptığı gibi sadece hikâye yazarak para kazanmak artık mümkün değil. Yalnızca “yazar” olmak Amerika’da dahi, klasik bir yayınevinin satılan her bir kitap için ödediği maksimum ücret sadece 1.25 dolar. Bu demek oluyor ki, yılda 10,000 kitap satabilen bir yazar bile rahat yaşamaya yetecek kadar para kazanmıyor. Bu ücret Türkiye’de daha da düşük. Yani yazarlar bir bakıma ek iş yapmaya mecburlar. Bu işin “basın-yayın” sektörü içinde bir iş olmasında sakınca yok. Ancak, “medya” söz konusu olduğunda kitabın kendisi sahne


sya Do

ışıklarının arkasında kalabiliyor. Şöhret basamaklarının yolu kitap yazmaktan mı geçiyor acaba günümüzde? Banka reklamlarında oynamaktan çok daha ötesine de geçerek kimi yazarlar kitap yazarken aynı anda hızlı bir şekilde Hollywood’a film senaryosu yetiştiriyorlar! Bunun da en bilindik örneği “Alacakaranlık” serisi belki. Bir gün kitabının filme aktarılacağını düşünerek kitabını kurgulayan yazarlar da yok değil. Özellikle çok satan romanları okurken buram buram “Hollywood sineması” kokusu geliyor. Hollywood filmi mi izliyorsun roman mı okuyorsun anlayamıyorsun. Yazarlar için böylelikle, “yayıncı” beklentisinden doğan kaygıya “yapımcı” beklentisinden doğan kaygı da ekleniyor. Tabii ki filme uyarlanan tüm kitaplar bu kaygıyla yazıldı demek haksızlık olur. Yaşarken o kadar “şöhret” olamayıp kitapları diziye aktarıldığında birdenbire akla gelen yazarlar da var. Örneğin, Orhan Kemal’in Yüz Karası adlı romanı, yazarın ölümünden 51 yıl sonra ilk kez kitaplaştı. Bunun olması için, zavallı Orhan Kemal’in mezarında, aynı anda iki ayrı televizyon kanalında kitaplarından uyarlanmış dizilerin çekilmesini beklemesi gerekiyormuş meğer. Diğer yandan Orhan Kemal kadar şanslı olmayan yazarlar da var. ‘50’li yıllarda resmi ideolojinin inşasına katkıda bulunmadığı için bugün bile hak ettiği ilgiyi göremeyen Vüsat O. Bener ya da ‘70’li yıllardaki Adalet Ağaoğlu gibi… Sonuç olarak, para kazanma ve şöhret olma kaygısıyla hem okurun, hem yayıncının hem de son zamanlarda “yapımcının” beklentilerine göre hareket eden yazarlar kendi eserlerine yabancılaşıyorlar ve git gide beklentiler ve kurgu konusunda “iyi” ancak roman kalitesi ve edebi değer bakımından “kötü” romanlar ortaya koyuyorlar. Şu an “100 Temel Eser”in yazarlarının çoğu zamanında milletvekilliği yapmış yazarlar. Bundan elli yıl sonraki “100 Temel Eser”de yer alacak olanlar da acaba zamanında şöhret ve çok satanlık basamaklarını tırmanmış yazarlar mı olacak, kim bilir? Sıranın ne zaman sıra bekleyenlere geleceği ise muamma.

AŞİYAN

19


Öykü

Guernica Kazan Ben Kepçe

uğur ufuk çalışkan

Sana özel olsun istedim. Bazen anlatamamak istedim, sadece anla ve geç istedim. Takılma diyecektim ki... Takıldın! Anlatmaya başladım o zaman ve sonra hiç susmadım. Susamadım. “Değer” dedikleri tarihi yazıtları görmezden gelmemeye dikkat ederek yaşamaya çalışmıyordum, bunu yaparken değersiz de kılmıyordum bazı şeyleri. Aklımda değer gören bazı zamanlar vardı, onları sayacak olursam, belki burada yazmayı bırakmam gerekir. Kulağıma çalınan bir şarkıdan bahsetsem, Kadıköy’de yürürken omuzlarıma çarpan insanlardan bahsetsem, yolda yürüyen köpeğin serkeşliğini kendime benzettiğimi söylesem, yürüyüşümü köpeğin ritmine uydurduğumdan bahsetsem, öyle zamanlarda kendimi kaybedip görme engellilere çarptığımı, köşede bir yerde susayıp onun yerine bir bara oturduğumu, barmenden bir kadeh sek votka istediğimi, ardına bir ellilik götürdüğümü, üstüne paramın çıkışmadığını, sonrasına barmene tiksinti dolu bir ifadeyle baktığımı, barmenin bu seferlik benden olsun dediğini, güzel bir neşeye gark eylediğimi, “Eyvallah” deyip tekrar bahariyeden Moda’ya kaydığımı, Moda’da herhangi bir banka oturup saatlerimi geçirdiğimi, aslında yan tarafımda içen demirbaş Moda müdavimlerine için için katılmak, iki lafın belini kırmak, ama kendimden tiksinti duyup hiç yeltenmeden geri daha daha geri giderek Beşiktaş İskelesi’ne doğru gitmeyi, saatin yarımı geçtiği vakit asayişin yeniçerileri tarafından yolumun kesildiğini, kafa kağıdımı verip temize çıkmanın kırıklığını yaşadığımı, aslında içten içe paramparça bir psikopat olduğumu anlamadıklarına içerlediğimi, öylece Beşiktaş İskelesi’ne sokulup bir köpek gibi dilimi dışarı sarkıtıp rüzgârın kuruyan boğazımdan ciğerlerime doluşunu, aslında bir evimin olduğunu, evimin o yeşil duvarlı odasını, odanın içindeki cenin kokusunu, onun ta kendisi olduğumu hatırlayıp ağırlaşan omuzlarımın altında kalışımı, sonra omuzlarımı yüklenip tepetaklak son otobüse binişimi, kafamı cama dayayıp bugünden ne anladığımı sorgularken, yarına da yaşadığım bugünün bineceği gerçeğini ruhuma takıp 14-15 durak sonra

20

AŞİYAN

evime getirdiğim zaman “Tek istediğim, tek istediğim yanımda olması” diye sayıklayarak günün gerçeğinden kaotik bir şekilde çıkıp uyku bölünmesine geçtiğim zamanları sana nasıl anlatabilirim ki?..

Dedim ya, anla isterdim sadece.

Bazen 4-5 bira götürür diye düşünüp uzunca kalırdım bir başıma, öyle de olsa bir mide bulantısı ardına kusma isteği. Gereksiz olanın ruhum olduğu bilincini taşırken, neyi arzulasam yüreğime derin katranlar bırakıyordu. Verdiğim bir şey yoktu, sahibi olduğum bir şey yokken. Olabileceğin en kötüsü de buydu, taşıdığıma inandığım ruhum bana patlıyordu, kaçıp gitmek gibiydi, kaçıp gitmenin ne olduğunu bilirdim, kaçışın öncesini derin bir körleşme dönemi olarak tarif ederim, kaçışın ise özgürlüğe nispet daha şık bir sonsuz maneviyat olduğunu bilirim, bunu bana yapan en yakınım, ruhumdu. Kaçmak istiyordu, ona karşı koyamıyordum, lakin ben her defasında onu 4-5 biraya tav edip uyuşturuyor ve gidişini erteliyordum. Sonra alıştık buna, birlikte sızmaya, birlikte sıkılıp daralmaya, içip uyuşmaya. Sonra aklımıza bir şarkı gelirdi, mesela, şimdi hatırlayamıyorum, bilindik, bizim şarkılardan, seviştikten sonraları, sevişmeden önceleri, bize sevişmeyi öğretenlerden, sevişmek gibi olanlardan mırıldanırdık. Bazen sigaramız biter ama istemeye çekinirdik, yan taraftan ya da yoldan geçenden, o zaman da düşünürdük içermiş gibi olurduk. Ne kadar da -mış yaşarmışız. Seni tanısaydık keşke dedim bugün kendime. Biz yine birlikteyiz ve seni anıyoruz. Sana anlatmayı istemedim, sevdiğin bir şarkı gibi gelmek, öylece aklında kalmak, dudaklarında ansızın mırıldanır olmak isterdim. Belki efkârdan, belki sevinçten belki de aşktan gelseydim yüreğine, yüreğinden sesine. Dilinde olsaydım, sadece kalmasaydık bu ruhla baş başa, sen, ben, ruhum, birlikte üçlü olsak, aramıza girsen, ruhumdan ayrı, bedenimden ayrı çeksen nefesimi, aramıza katılıp.


Şiir

Gece ve Şehir

burak bulkan

Ayın doğmadığı gece Parmak uçlarıyla çalınan piyano Sessizlikle gelen korku Korkuyla gelen ölüm Ölümle gelen huzur Huzurun istenmediği şehir Şehrin istemediği bir şair Şairin içinde kaybolduğu şehir Şehrin içinden geçen nehir Nehirdeki ölü balıklar Ölü balıkları tutan balıkçı Balıkçının okula giden oğlu Okuldaki sınıflar ölü çocuklarla dolu Çocukların ölü olduğu bir şehir Katilleri kim belli değil

Kiralık Katilime Vasiyetimdir

mert öztürk

Birkaç küçük ricam var; üzerimde gömlek olmasın, ne kadar kale alınırım ki kırış kırışken. Aç da olmayayım, bir meftanın midesi hiç guruldamamalı en azından kurabiye yap bana, çarçabuk, oyun hamurundan. legolardan tabut olur mu deme, guiness için binalar yapıyor millet. ılık bir mayıs akşamını seçebilirsin, öncesinde hava durumuna bakarak yarın için yağmur demesin uydular, yoksa küfürün bini bir para olur dayanamam geri gelirim ben, iş çıkar sana da bana da. Çok sansasyonel olmasın gidişim, Oldum olası nefret ederim üçüncü sayfalardan, Lodoslu kibirli havalardan, Bir de teflonu çıkmış kanserli tavalardan Amaa en önemlisi de çok dikkat et, gözünü seviyim içkiliysem sarhoşsam ilişme, gidişimi hissediyim, gelişimi zaten hatırlamıyorum bari bu sefer karambol olmasın, şarampol de olmasın sahi, yüksekten çok korkarım çünkü ben, bir de tiyatroda silah gözükürse korkarım geride kalanlarıma gelince, gözüyaşlıların tesellisi için, şu minvalde konuşacaksın, üzülmemelerini söylüyeceksin evvelce, sonrasında kazanın doğurmasına atfen, erken doğum oluyor da erken boğum niye olmuyormuş diyeceksin, aa Allah söyletti bak, en iyisi boğ sen beni, evet evet boğ, hem fena mı olur abdestli giderim, imama da iş çıkmaz böylece, pek su içmezdim oldum olası, vesile olur açığımı kaparım topyekününden. Neyse çok uzattım, son olarak Sakın ola ki yalancı çıkarmayasın eski deyimi Bir kaşıktan fazla olmasın silahın, ıslağın Ona göre kat h’ikisini o’sunu Kabirde üşürsem, hemencecik dikiliveririm başına, Sana sarılırım en sıkısından, en fıkısına Nefesinle kurutursun bol kesim kefenimi. Uyarmadı deme bak, sanır mısın ki, zerre akıl kalır başında, ben ısındıkça sen üşütürsün. Sen üşüttükçe dikerler sana da bir beyaz, Bir örnek dolaşırız sen beyaz ben beyaz.

AŞİYAN

21


Öykü

Sergi

merve şen

“Beyaz kutu, altın çerçeve ve genç adam.” Birbirine kavuşmuş ellerini ayırdı önce. Yutkundu ve belli belirsiz bir adım attı eski zaman kentlerinin siluetlerini tamamlayan su kemelerini andıran heybetli kapıya doğru. Tereddütle dolmuş karbondioksiti boşalttı ciğerlerinden bir an ve kirlenmiş yara bandıyla çevrili sağ başparmağıyla sol gözündeki kirpikleri düzeltti. Sağ kanattaki bu hiyerarşik üstünlüğe son vermek adınaysa kalan dört parmağını pantolonunun şimdi susam taneleriyle dolduğunu fark ettiği sağ cebine daldırdı. Kahvaltı keyfinin bölünüşünü simgeleyen küçük simit parçasına baktı sonra ve yüzüne taktığı anlayışlı bir gülümsemeyle, içine neden her zamanki gibi ceviz parçaları koymadığını bir türlü hatırlayamadığı simidinden bir parça ısırdı. Kalan son lokmayı da ağızına atarken daha ne kadar bekleyeceğini düşündü. Yirmi adım daha atar mıydı? 35 belki de, kim bilir. Sanki şu köşedeki taş duvara oturup bekleyemezdi. Beklerdi tabii, eğer o rüya olmasaydı… Havanın gümüşi bulutlarla saklambaca tutuştuğu bir gündü. Onlarca bulut yeryüzüne inmiş Orhan Veli’yi mahvettikten sonra kayıplara karışan varlığı dert, şimdilerdeyse yokluğu yara olan havayı arıyorlardı. Hiçbir zaman yana yatırmayı beceremediği kestane rengi saçlarını gücünü mağlubiyetten alan bir komutan edasıyla

22

AŞİYAN

yılın üç yüz altmış beş günü sektirmeden günde üç vakit tarayan kahramanımız - ki kendisi şu sıralar hayali bir el tarafından tutulan, hayali bir köstekli saati takip eder gibi gözlerini yarı mahmurlukla bir kapıya bir duvara çevirmektedir - bu son derece anlamsız rüyanın sınırları içerisindeyken nefes almanın giderek güçleştiği bir yolda yürüyor, gene tam şu sıralarda gözünün ara ara kaydığına benzer bir duvara yaklaşıyordu. Birdenbire gördü onu. O kara tüylü gözleri ferfecir okuyan kediyi. Yo hayır, Alice’in Cheshire’ı değildi o, sırıtmayı bırakın gülmüyordu bile. Hayır hayır Poe’nun isimsiz anlatıcısına musallat olan o şeytan bakışlı kedi de değildi. Beyaz duvarın üzerinde az sonra yapacağı konuşmaya hazırlanıyormuş gibi tek patisini kaldırarak oturmuş, kuyruğunun ucunda belli belirsiz yeşil bir fiyonk olduğu görülen kedi, minik ağzını kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle açtığında kahramanımız, sahiden de onun az sonra konuşmaya başlayacağını anlamıştı. Bir adım attı ve sonra… ZIRRRR…ZIRRRRR Şiddetli bir yere çakılma anı. Zayiat: Üç dakika boyunca aralıklarla ovuşturulacak ve birkaç saat boyunca sızıyla anılacak bir diz kapağı, Komodinin köşesine bıraktığı kırmızı paketli armağanından memnun, yara bantlarının bu tip hareketleri ödüllendirmek için icat edildiğini sanan bir başparmak, Kırık bir rüyanın hüznüyle kendine gelen bir akıl. Çalar saati kurmak... Her türlü ani sesten ne kadar rahatsız olduğunu daha ilkokul ikinci sınıftayken yazdığı imla hatalarıyla dolu bir kompozisyonla belirten bir adam için şaşılacak şey doğrusu. “İnsan dediğin ancak sakinliğin kanatları altında gölgededir, yani saadettedir” dememiş miydi o yazıda? Hayır hayır bunu üç yıl önce yazdığı ama bir türlü yayımlanma imkânı bulamamış bir denemesinde söylemişti aslında. Neyse bu hikâyelerin de bir vakti var elbet ama daha sonra… Biraz önce dişlerini fırçaladığı aynanın karşısında elini kestane rengi saçlarına atarken belki de ilk kez ani bir sesin tamamıyla kötücül bir sonuç doğurmayabileceğini düşündü. Ne de olsa bu sayede, eğer kahvaltısını kısa tutmayı becerirse, sergiye yetişmek için tam vaktinde evden çıkmış olacaktı. Tabii bu düşüncesini kimseyle paylaşmamaya karar verdi. Tıpkı kalabalıklardan nefret ettiği için yalnız yaşadığını söylerken, eve girer girmez televizyondaki en gürültülü programı açıp, ancak evden ayrılırken televizyonu kapamaya cesaret edebildiğinden söz etmemesi gibi. İnsanın kafasında nasıl da dağılıveriyor cümleler birdenbire. Yine gidiyordu asıl konu parmaklarının arasından. Evet ne diyordu… Ah tamam. Sergi işte. Sergi. Kahramanı o heybetli kapının önünde bir oraya bir buraya döndüren neden. Aylardan beri devam eden ve randevuyla çalışıp, tek seferde yalnızca bir ziyaretçiyi kabul eden bir sergi. Kahraman hop giderek bir şeyler karalayamaz olduğu yazı masasında oturuyor, hop karnını tıka basa doyurmadan bir türlü kalkmayı beceremediği, tek kişiye hizmeti görev bilmiş altı kişilik yemek masasında oturuyordu. Ancak altı ay ve on iki gün sonra düşürebilmişti müzenin yalnızca bu gibi özel sergiler için sahip olduğu telefon numarasını.


Öykü Oradaydı işte şimdi. Buradaydı yani. Bal rengi gözlerini defalarca bağlanmaktan yıpranmış bağcıklarına çevirdiğinde kapının gürültüyle açıldığını duydu. Yeşil-pembe bantlarla süslü bir ayakkabı belirdi önce. Ardından haki rengi bir elbise ve kocaman hasır bir şapka. Genç kız gülücükler saçarak ona doğru geliyordu. “Hiç pişman olmayacaksınız” dedi, mavi kaplamalı güneş gözlüğünü geçirirken gözlerine, biraz ötedeki çay bahçesine doğru yürümeye başladı ardından. “İşte büyük an” diye mırıldandı. Anlam verememesine rağmen ceketini ilikleme gereği duydu. Kapının ardından içeri girdi, siyah duvarların sınırladığı beyaz yolu yürümeye başladı sonra. Gıcırdayan kapıyı yavaşça açtı. Bembeyaz bir odanın ortasında duruyordu şimdi. Daha doğrusu başını bir türlü kaldırmaya cesaret edemediğinden gözlerini bir an bile ayırmadığı beyaz parke ve çevresindeki aydınlık ona odanın bembeyaz bir kutu olduğu izlenimi veriyordu. Gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. Ürkekçe kaldırdı gözlerini. Beyaz kutu, altın çerçeve ve genç adam. Beyaz kutu, altın çerçeve ve genç adam. Beyaz kutu, altın çerçeve ve genç adam. Bir göz yanılgısı mıydı bu? Öyleyse yanılan gözler bir başkasınınkilerdi. Çünkü şu an üç cm’lik bir boşluktan baktığı tablo tam da kendisini resmediyor gibiydi. Evet, resmin içinde beyaz bir odada asılı altın varaklı bir tablonun önünde duran gür saçlı bir adam, sanki biri içinde bulunduğu anı ölümsüzleştirip saliseler içinde yağlı boyaya aktarmış gibi kendi içinde yer aldığı kareyi seyrediyordu, tıpkı kahramanımız gibi. Tıpkı kahramanım gibi… Ne üzerimdeki ceket vardı resimdeki adamın üzerinde, ne de ben onun gibi kestane rengi gür saçlara sahiptim. Salonda bulunduğum üç dakika içinde öylece bir hikâye uydurmuştum. İşte yazarların kronik hastalığı, ne de olsa bıraksanız içtiğiniz bir fincan kahveden bile roman yazarlar. Pervin de o yüzden fal baktırmıyor muydu zaten. Bana “Ah canımın içi maksat eğlenmek değil mi?” demiyor muydu? Şu sözlere bakın hele, Pervin’inkilere değil tabii, ne de olsa kusurlarıyla sevmeye alışırız insanları, benimkileri diyorum. Elimde ne kalem var ne kâğıt. Etrafı dolana dolana beynimdeki sinirleri hücrelere bastıra bastıra yazıyorum bu hikâyeyi. Siz pek hürmetli hayali okurlarım; bildiğiniz üzere bazı bazı abarttım hikâyeyi, gereksiz ayrıntılarla kafanızı ütüledim. Dalgınlığım parçalanmışlık yarattı satırlarda ama takdir edersiniz ki mürekkebe yazmıyorum, hiçbir surette hatırlamayacağım söylediklerimi bugünü ardımda bırakınca. Son bir kez daha tabloya bakıyor ve dönüp arkamda beni gözleyen başka bir tablonun izleri olup olmadığını kontrol ediyor gözlerim, belki ben de başka bir hikâyenin kahramanıyımdır diye. Ve siz bu satırları okurken ben kapıyı çekiyorum, hikâye noktalanıyor.

AŞİYAN

23


Öykü

Mihen

fatma kahraman

Son anlarında yanındaydım, ölürken. “Ölme” diye ağladım, başucunda. Zaman kırık bir kum saatinden dışarı akıyordu. Sen bana yazgıyı uzattın. “Oku” dedin. Gözleri gri bir karanlıktı, uzundu, soğuktu. Parmak uçlarımla okumaya çalıştım yazgımızı; günü geldiğinde, ardından okunacak duaları okuyabileyim diye… Ölünün ardından yakılacak mumları çok önceden ben, ellerimle yakmıştım. Eriyen parafinlerin donmasını dileyeceğim Tanrı’dan, tekrar yakabilmek için. Bedeninin ruhundan bir cam parçası gibi ayrıldığını işittim, tiz. Ben ruhunu aldım, uzak bir kumsala götürdüm. Denizin kuruduğu, çöle dönmüş bir kumsaldı. Ellerimle kazdığım kumlar ellerimde birikiyor, ellerimi kesiyordu. Her yanımdan uzayan eller kan içindeydi. Onu o mavi kumsala gömdüm, mavi bir gecede. Bu kumsal ortak bir evrenin merkeziydi. Yaldızsız bir aynanın etrafında dönüyordu. Aynaya baktım, ötesini gördüm, ötesine geçtim. Ben o gün, o gün ben ilk kez insan oldum. Ortak evrenimizi saran tüm kelimeler birbirinin aynı oldu. “Titremek” de “Söz” de “Tiz” de artık her kelime “Mihen”. Bağışlamayı öğütleyen Tanrım, ettiğim duaları kalbim nasıl bağışlayacak? “Sonsuzluğun bağışladığı gibi zamanı- sen de bağışlayacaksın.” Geçmiş sandığım o yabancı, çok uzak ülkeye gideyim, o yabancı ülkenin nehrine eğileyim istedim. Doğduğum topraklarda, ölümünün izini süreyim istedim. Kendi boynuna dolanan ellerinin hâlâ masum olduğu zamanları, uzaktan, göreyim istedim. Her yola çıktığımda gayb oldum. Yol, gri bir karanlıktı, uzundu, soğuktu. “En çok yedi kez bükülebilir karanlık.” dedi bir bilge. Karanlık yıldızlar kadar çoktu ölümünün üzerine biriken zamanda. O karanlığı yedi gün yedi gece büktüm, katladım. Karanlıktan gemiler yapıp seni gömdüğüm kumsala saldım. Gemi ilerlerken geride bıraktığı zaman kırıldı, düş gibi tuzla buz oldu. “En/cam”…

Benim parmak uçlarım çok kanadı. Zaman, kanayan yerlerimi görünmez bir iğneyle, dikip dikip söküyordu… Kumsala uzandığımda ben, ne zaman bir daha karanlığı değil yıldızları izlemeyi arzulayacağım?

Sosyal medyada Aşiyan’ı takip etmek için:

www.facebook.com/bounasiyan

www.twitter.com/asiyandergisi

24

AŞİYAN


B O Ğ A Z İ Ç İ Ü N İ V E R S İ T E S İ YAY I N E V İ

Derek Bickerton, bugün sahip olduğumuz haliyle bir lisan yaratmak için biyolojinin ve kültürün nasıl bir etkileşim içine girmiş olabileceğini araştıran az sayıdaki kişiden birisidir. Bickerton “Sanırım bazı insanlar, gitgide zekâları artan atalarımızın bir gün uyanıp, o küçük zeki kafalarıyla lisanı doğaçlama icat ettiklerini düşünüyor hâlâ” diyor. Bickerton’a göre lisan evrimsel bir adaptasyondur, zira öyle olmak zorundadır; tıpkı dik yürümek, vücut kıllarının dökülmesi ya da kavrayıcı başparmaklar gibi. Fakat tam olarak ne tür bir evrim söz konusudur? Âdem’in Dili bu soruya yanıt arıyor. Anarşizm, Büyük Kuramdan ziyade dönüştürücü bir projeden n doğan gerçek, acil sorunlarla boğuşmanın bir yolu olan Küçük k Kuram olarak adlandırılabilecek bir şeye ihtiyaç duyar. Ne tür ür bir toplumsal kuram, insanların kendi işlerini yönetmekte özgür ür oldukları bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunur? David id Graeber’e göre bu soruya yanıt veren bir kuram; devlet, kapitalizm, m, ırkçılık ve erkek egemenliği gibi kurumların kaçınılmaz olmadığını; nı; böyle şeylerin bulunmadığı bir dünyanın mümkün olabileceğini ğini ve bunun sonucunda hepimizin daha iyi bir durumda olacağını ğını varsaymalıdır. Anarşist bir antropoloji gerçekte yoktur. Sadece dece küçük parçalar vardır. ardır A Ahlak ilkelerini incelediğimizde, bazı ilkelerin diğerleriyle çeliştiğini ggörürüz. Dolayısıyla ahlak felsefesinin büyük bir değeri varsa o da d bu ilkeleri açıklığa kavuşturmamızı ve tutarsız ilkelere sahip olmaktan kurtulmamızı sağlayacaktır. Eğer tutarsız ahlak ilkelerine sahip olmaktan kaçınmak ve sahip olduğumuz ilkeleri anlamak bizim için daha iyiyse; eğer ahlak ilkelerimizin sonuçları hakkında net olmak ve gelip geçici modalar olan ahlak ilkeleri hakkında şüpheci olmak daha iyiyse, o zaman ahlak felsefesinin dikkatle incelenmesi daha iyi insanlar olmamıza yardımcı olabilir. iLETİŞİM

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ YAYINEVİ bupress@boun.edu.tr Telefon/Faks: 0212 257 87 27 www.bupress.org

SİPARİŞ

www.pandora.com.tr Telefon/Faks: 0212 230 09 62-63 www.bupress.org www.idex.com www.prex.com.tr


Söyleşi

Atilla Birkiye Söyleşisi

Edebiyatımızın en üretken kalemlerinden Atilla Birkiye ile sanata, edebiyata dair konuştuk. Edebiyatın karanlık devirlerini yaşadığını belirten Birkiye, sansürden hiçbir zaman çekinmediğini dile getiriyor. Kendini en çok denemeci olarak gören Birkiye ekliyor: “Denemenin problematiği düşünce üretmektir, düşünce jimnastiğidir.”

Genellikle yazarların, hele de farklı edebi türlerde eserler veren yazarların sıkça karşılaştığı bir sorundur kendini ne olarak tanımlama. Siz, kendinize eleştirmen denilmesinden hoşlanmıyorsunuz, kendinizi şair olarak da görmediğinizi yazmıştınız. Denemeci ve romancıya yakın buluyorsunuz kendinizi. Atilla Birkiye, farklı türlerde üretken olan bir yazar olarak “Ben kimim?” sorusuna ne cevap verir? Biz eski kuşaktan aldığımız bir geleneği devam ettiriyoruz. Bu anlamda yazar demek yeterli. Ben kendimi denemeci olarak görmüşümdür. Hayatı denemeci olarak algılıyorum, yazımı öyle yazıyorum. Ama edebiyatın içindeki yazar olarak da çeşitli türlere yöneliyorsunuz. Antoloji de hazırlıyorsunuz, eleştiri de yazıyorsunuz. Bizim gördüğümüz klasik modern gelenekte, “kurgu yazarı” da şair de makale yazar, deneme yazar, edebiyatın sorunlarıyla ilgilenir ve bunlar üzerine yazar. Dergilerde yazarlar örneğin; dergiler edebiyatın atardamarıdır bu anlamda. Önce dergide yazınız çıkar sonra devam edersiniz. O dergiler fikir alışverişleri için çok iyi bir ortamdır. Biz böyle bir gelenekten geldik. Ben, mesela, şiir yazıyorum ama kendime hiçbir zaman şair demedim. Romancı diyebilirim çünkü bir roman görüşüm var. Bu konuya daha sonra değiniriz zaten. Sonuç olarak yazar olarak görüyorum kendimi fakat yazar kavramının bugün ifade ettiği biçimiyle değil, bize elverenlerin öğrettikleri anlamda yazar diyorum kendime. Yani edebiyatın içinde kulaç atan bir yazar kavramı, benim ifade etmek istediğim. Bugünkü yazar kavramı ile neyi kastettiğinizden biraz bahsedebilir misiniz?

26

AŞİYAN

Bu çok tartışılan bir konu ama modernleşme sürecinde kapitalizm sanatı ve kültürü tecimselleştiriyor. Her şeyi paraya dönüştürme, kapitalizmin büyük başarısı. Bugünkü yazar bunun çok içinde olan bir şey. Bu durum dünyada da böyle. Örneğin geçenlerde Paulo Coelho Joyce’un Ulysses’i için “saçmalık” demiş. Çok satan bir yazarın demeci bu. Bizde de yıllar önce ben Nâzım’dan daha çok satıyorum diyen şairler vardı. Bugünkü yazar kavramı bunun içine giren bir kavramdır ama buna iyidir veya kötüdür şeklinde yorum yapmıyorum. Yazarlar için bugünkü yazar kavramına dâhil olmak yani edebiyatın ticari yönünün içinde olmak ya da olmamak bir tercihtir diyebilir miyiz o zaman, yoksa şartlar mı yazarları o noktaya götürüyor? Aslında ikisi de doğru. Hem şartlar sizi oraya götürüyor hem de sizin tercihiniz söz konusu. Böyle bir değişim oluyor. Yeni bir estetik, yani bir beğeni gelişiyor ister istemez. Popüler edebiyat dediğimiz tür böyle bir değişimin ürünü mü? Popüler edebiyat dediğimiz zaman oraya polisiye de girer, bestseller romanlar da girer. Aslında kötü bir şey değildir popüler edebiyat. Bambaşka bir alandır. Mesela polisiye popüler edebiyattır ama yazılması en zor türlerdendir. Benim söylemek istediğim, inanılmaz bir değişim var ve bu süreçte yazar kavramı da değişmiş oluyor. Değişim demişken, ‘90 senesinde yazdığınız “Elveda Edebiyat” yazısında ‘80’ler edebiyatına genel bir bakış atmışsınız. ‘80’lerin politik ortamı ile edebiyat arasındaki bağlantıya değinmişsiniz. Karamsar bir yazıydı ve “ ‘90’lı yıllarda edebiyata tekrar merhaba demek dileğiyle” diyerek bitirmişsiniz. Aradan geçen 20 yılı düşünürsek günümüzün politik ortamı ile edebiyat arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz ve o 20 yıl içerisinde size edebiyata merhaba dedirtecek, sizi heyecanlandıran bir gelişme oldu mu? Ben o yazının hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum. Mcluhan demişti sanırım “Gutenberg galaksisinin sonu” diye. O çağ bitiyor artık. Ben o yazıda şunu söylemiştim, “Tren kaçtı ama biz koşmaya devam ediyoruz.” Tüm bunlar olurken ben kendi anlayışımdan taviz vermedim şimdiye kadar. Belki de değişmek lazımdır ama bu çağın değişimiyle ilgili bu konuda çok da kimseyi eleştirmek doğru değil. Çünkü tarihe baktığımızda diğer sanat alanlarında da görüyoruz bunu, heykelde de mimaride de, her yerde bu değişimi görebiliyoruz ama her değişim de estetik olarak olumlu olmayabilir diye düşünüyorum. Beni heyecanlandıran gelişmelere gelecek olursak, çok iyi yazarlar var Türkiye’de, Selim İleri örneğin. İbrahim Yıldırım çok iyi bir yazardır, yeni bir kitabı çıktığı zaman heyecanlanırım. Onun dışında Adnan Özer çok iyi bir şairdir; onu okumak da beni heyecanlandırır. Bizden sonraki kuşaklar var, Sibel Türker, Barış Bıçakçı gibi. İşte “Merhaba edebiyat”ın açılımı da bu zaten. Yine değişimle bağlantılı olarak 2000’lerin başından itibaren, Türkiye’de roman türünün diğer türler üzerinde


Söyleşi egemenliğini ilan ettiğini görüyoruz. Bunda kuşkusuz yetenekli isimlerin (Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar gibi) roman türünde eserler vermesinin büyük etkisi var. Romanın bu yükselişi devam edecek mi sizce?

darın bardağına su doldurmanıza gerek yok. İşte bu aydın gücü ne yazık ki yok Türkiye’de. Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu gibi isimler bireysel olarak önemli isimler ve söyledikleri toplumda yankı buluyor ama kişisel boyutta kalıyor genelde.

Bu söylediğiniz benim az önce söylediklerimi bütünlüyor. Romanın yükselişi var ama roman tecimselleştiği için yükseliyor. 20. yüzyılda sinema eğlence dünyasında nasıl bir hal aldıysa, sanatın estetik malzemesini kullanarak eğlence dünyasında nasıl yer bulduysa, benzer bir durum da roman için geçerli bugün. Aslında roman, daha doğrusu bir kısım romancılar edebiyata ihanet etti bu anlamda. Romanın geldiği noktayı Umberto Eco ile özetleyebiliriz mesela. Gülün Adı romanında metnin iki temel işlevi var: Birincisi, sıradan okuru ilgilendiren popüler bir öykü anlatıyor olması; ikincisi, metnin entelektüelleri ilgilendiren derinlikli kısmı barındırması. İşte bu dönüşümü görmemiz gerekiyor çünkü bu “yeni bir sanatsal dönüşüm” ve ben bu dönüşüme çok da olumlu bakamıyorum.

Biraz da kişisel boyuta girecek olursak, edebiyat dergilerinin sizin yaşamınızda önemli bir yeri var diyebiliriz. Bu dergilerin sizin yazınınızda nasıl bir etkisi oldu?

Roman ve diğer edebi türler arasındaki ilişkiyi sinema ve tiyatro boyutuna taşırsak, tecimselleşen bir sinema karşısında tiyatronun durumu, roman karşısında diğer edebi türlerin düştüğü durumla benzerlik gösteriyor mu sizce? Tiyatro metninin çıkış noktası şiirdir. O açıdan edebiyatın daha içindedir tiyatro metni. Bizde bu tür gösteri sanatlarının gelişememesinin altında pek çok sebep var aslında. Toplumumuzun böyle bir geleneği yok en başta. Birtakım politikalar izleyerek, birtakım kararlar alarak insanları tiyatroya teşvik edebilirsiniz ama bugün dizileri izleyen hangi insanı tiyatroya çekebilirsiniz. Bu meseleyi sadece bugünle ilgili olarak da düşünemeyiz. Geçmişi ve toplumun kültürünü de ilgilendiren bir mesele bu. Mesela İngiltere’de Londra’nın büyük kumpanyaları, hazırladıkları oyunları gidip taşrada sergiliyor. Bu arada hem oyun oturmuş oluyor hem de taşradaki insanlar o Londra’nın önemli oyuncularını seyretme imkânı buluyor. Türkiye’de bunun yapılması zor çünkü bizde böyle bir gelenek yok, böyle bir ortam yok! Yakın zamanlarda tartışılan “muhafazakâr sanat”, “tiyatroların özelleştirilmesi” konularını düşündüğümüzde sizce içinde bulunduğumuz dönemin sanat ortamı, evvelki yıllara göre ileride mi yoksa geride mi kalıyor? Cumhuriyetin ilk yıllarından çok farklı değiliz bence. Buradaki vahim durum bütün bunların 2012 yılında olması ve seçilmişlerin eliyle yapılıyor olması. Yoksa Türkiye’de her zaman yasaklar vardı, iktidar sansürü vardı. Dünya’da da çok farklı olduğunu düşünmüyorum sadece bizden farklı olarak oralarda, özellikle Avrupa’da karşı dinamikler var, aydınların bir tavrı var. Aziz Nesin’in ölümünden sonra aydın tavrı ortadan kalktı. Aydın dediğin devletle, hatta halkla bile arasına mesafe koyar. Ben genç yaşta Yazarlar Sendikası Genel Sekreterliği yaptım, PEN derneğinin yönetim kurulunda görev yaptım. İster istemez bu kurumlarda devlete, iktidarlara yakın oluyorsunuz ama o ikti-

Metinle uğraşmak bir yazarın en büyük besin kaynağı. Dergilerde de sürekli metinle haşır neşir oluyorsunuz. Bunun dışında birinin ilk hikâyesini, şiirini yayımlamak gibi keyifli yanları da var. Derginin bir işlevi de zaten yeni bir yazarı edebiyat dünyasına sunmaktır. Bu yüzden dergileri okul olarak düşünebiliriz. Bunun yanında dergilerin esas önemli olduğu nokta eleştiridir. Ben dergi çıkardığım zamanlarda beni eleştiren bir yazarın yazısını koymuştum mesela. Kitap eklerine baktığınız zaman durum biraz daha farklı oluyor. Eğer yayınevi ilan vermişse o kitap ekine, orada durum değişiyor bugün, benim başta söz ettiğim ortam oluşmuş oluyor. Burada konu eleştirinin özerkliğine ve hatta sanatın özerliğine geliyor aslında. Eleştirmenler nasıl yayınevlerinden özerk hareket edemiyorsa aynı şey yazarlar için de geçerli gibi gözüküyor. Sizce sanatın ve sanatçının özerkliği ne durumda? Bu noktada mesele şu: bir yayınevi, yeni yayımladığı romanını, birine veriyor, tanıtımını yapsın diye, para veriyor ve böylece tanıtımı yayınevi yaptırmış oluyor. İşte bunu yapan, yayınevlerine bağlı, parayla yazan kitap tanıtım yazarları, kitap eleştirmenleri var. Bu mantık bana çok yakın bir mantık değil ama ne yazık ki çok yaygın, özellikle de kitap eklerinde. Bu durum bence edebiyata büyük zarar veriyor. Sizin yazınınıza dönecek olursak, kitaplarınıza baktığımız zaman tema olarak “aşkı” görüyoruz. Bu temanın eserlerinizde, özellikle de şiirlerinizde sıkça yer bulmasında, yaşamınızın payı nedir? Kurmacanın özelliği metnin gerçeklikle kurduğu ilişkidir. Yaşanmışlıkların etkisi, türe göre değişir tabii. Mesela şiirlerde öyle bir duygu yaşanmışlığı var elbette ama romanlar daha ziyade kurgudur. Sıkça karşılaştığım bir olay var bu konuda. Benim Aşk İntiharın Peşinde adlı romanım cinselliği de konu edinir. Biri “Sana yakıştıramadım” demişti. Hâlbuki benimle alakası yok ki! O romanda ben çok azımdır. Karakter yaratırsınız romanda ve onun her şeyini düşünmeniz gerekir. Her ne kadar kurmaca olsa da sizden ve yaşamınızdan izler taşır elbette yarattığınız karakterler. Söylemek istediğim, yazar bir şekilde o metnin içinde vardır. Ben yazdığım romanlara baktığımda keşke daha fazla mesafe koysaymışım karakterle arama diyorum ki mesafe koymaya çalışmışımdır da. Kuşkusuz bir de şu var, özellikle de mesafe koymak istemezsiniz, bu da ayrı bir mesele.

AŞİYAN

27


Söyleşi

Bu bahsettiğiniz, “karakterle araya mesafe koyma” durumu şiirde daha zor olsa gerek. Şiirde yazarın kişiliği daha çok işin içindeymiş gibi görünüyor. Sizce o mesafeyi koymak roman yazarken mi daha kolay şiir yazarken mi? Biz şiirde hep şairi görüyoruz. O yüzden sanki şiirde mesafe koymak daha ustalık işi. Batılı şairlere baktığımız zaman ya da Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’na, Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım’ına baktığımız zaman araya mesafe koyan o kurguyu görebiliyoruz. Ben hep şair ile “şiiri söyleyeni” birbirinden ayırırım. Modern çözümleme nasıl anlatıcı ile yazarı ayırıyorsa ben de şairi ve “şiiri söyleyeni” ayrı görürüm. Eski şairlerde bu ayrım pek olmuyor, “Şair böyle düşünmüş, böyle hissetmiş” diyoruz. Zaman zaman yapmışlar elbette bu ayrımı. Mesela “Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden” dediği zaman şair, orada kurgulanmış başka birinden söz etmek olanaklı. Ben, Atilla Birkiye olarak söylerim şiirlerimi. Belki de bu yüzden şair demem kendime, belli bir melodi arayışım ve imge anlayışım olmasına rağmen. Bu söylediğiniz, başta kısa geçtiğimiz “yazarın kendisini tanımlaması” noktasına götürüyor bizi. Atilla Birkiye’nin kendisini tanımlamak için şair veya romancıyı tercih etmemesinin sebepleri nelerdir? Aslında romancı diyebilirim çünkü bir roman anlayışım var. Fransa’da ortada çıkan “yeni romana” paralel bir roman düşünmüşümdür. Yazarın mutlaka bir poetikası olmalıdır. Şiirde ise benim öyle bir poetikam yok. Genellikle tek bir temada (aşk) yazdığım için de kendime şair demiyorum çünkü şair olan tek bir temada yazmaz. O yüzden kendime şair yerine “şiir heveslisi” diyorum. Romanda ise durum daha farklı çünkü bir roman anlayışım var ve kısaca özetleyeyim size bu anlayışı. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ciddi travmadan sonra varoluşçuluk gibi, yeni roman gibi akımların ortaya çıkması ile birlikte romanda yenilikler oluyor. Yeni roman’da daha çok insandan uzaklaşıp nesneleri betimleme yoğunlaşıyor. Ben de bizdeki 12 Eylül travmasından sonra tam tersine insanın tini ile ilgilenmeye başladım ve klasik anlatıdan gelen betimlemelerden uzaklaştım. Dolayısıyla “hacim” meselesi de gündeme geldi; belki yazdıklarıma novella demek daha doğru. Eserlerinizin içeriğine dönersek, aşk temasıyla beraber erotizm ve çıplaklığa yer verdiğinizi görüyoruz. Ölüm Pornosu gibi eserlerin başına gelenleri düşündüğümüzde, şu dönemde bu temaları kullanmaktan çekindiğiniz oluyor mu? Çekinmiyorum, zaten bunu bilinçli olarak tercih ediyorum. Bu konuda kendime sansür koymayı düşünmedim. Romanlarımda da şiirlerimde de uç noktalarda yer veririm bu temalara. Bir arkadaşım Aşk İntiharın Peşinde romanımı okuduktan sonra “Bunu toplatabilirler” demişti mesela. Toplatmadılar, demek ki birisi ihbar etmemiş! Geçmişte sizi etkileyen ve şimdilerde takip ettiğiniz yazarlar kimler?

28

AŞİYAN

Tabii ki var ama yazarlığımın başında iki metin beni çok etkilemiştir: Birincisi André Gide’in Dünya Nimetleri, ikincisi Onat Kutlar’ın Yeter Ki Kararmasın (daha sonrasında da Bahar İsyancıdır) kitapları. Ben felsefe okudum ve hocamın Nermi Uygur olması benim denemeciliğimin kapısını açtı. Ardından Lautréamont’un Maldoror’un Şarkıları, Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları vb. Birkaç yıl önce, Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı çıktı ve çok hayıflandım neden daha önce okuyamadım diye. Çünkü geç yayımlandı Türkiye’de. Ben o eseri gençliğimde okusaydım daha farklı yazacağımı düşünürüm. Bize gelecek olursak, Nâzım Hikmet çok etkili bir şairdir ama benim hep birinci sıramda Attilâ İlhan vardır. Cemal Süreya’yı da çok severim. Oktay Rifat’ın, Behçet Necatigil’in büyük şairler olduğunu düşünürüm. Ben bu isimlerin dünya şiiri için de önemli olduklarını düşünüyorum. Romancılara geçersek, Yaşar Kemal elbette çok önemlidir ama Sabahattin Ali beni çok etkilemiştir. Kuyucaklı Yusuf ’ta yapısal açıdan hemen hemen hiçbir hata göremezsiniz ama benim favorim Kürk Mantolu Madonna’dır. Bunların dışında bende derin yer eden çok önemli iki roman var: Aşk-ı Memnu ve Eylül. Aşk-ı Memnu modern romanın kapılarını açan çok önemli bir yapıt ama benim asıl takıntım Eylül’dür. Tanpınar’ın Huzur’u için ne çok şey söyleyebilirim. 20. yüzyılın sonlarındaki Marquez’in, Saramago’nun, Kundera’nın çok önemli yazarlar olduğunu düşünüyorum. Son zamanlarda çıkan, yeni keşfettiğimiz Rus yazar Platonov var mesela, benim yeni keşfettiğim Juan Rulfo var! Böyle binlerce isim/metin sayabilirim size. Sizin de bahsettiğiniz gibi felsefe eğitimi almıştınız. Felsefe, diğer edebi türlere oranla deneme türüne daha yakın bir dal. Sizin denemeci kimliğinizde, aldığınız felsefe eğitiminin nasıl bir etkisi oldu? Çok etkisi oldu. Az önce bahsettiğim hocam Nermi Uygur’un anlattığı dersler, kullandığı üslup başlı başına bir denemeydi. Gerçekten de felsefe denemeciliği besleyen bir dal çünkü deneme düşünce ile ilgilidir. Denemenin problematiği düşünce üretmektir, düşünce jimnastiğidir. Deneme, yeni bir bakış, farklı bir perspektif getirmeye çalışır. Ben 90’larda “deneme çağımızın türü” demiştim ama benim tahmin ettiğim biçimiyle olmadı!


Şiir

Çardak

elvan çevik

oturmuşuz üç kişiyiz sen, ben, onlar bir eski sözden bahsediyorsun, bir eski yazda buluyorum kendimi.. onlar dinlemiyor biz’in eskimişlerini.. senin arkanda yağıyor yağmur benim arkamda koca bir güneş.. gökkuşağının altında onlar var ‘onlar’.. hep aramızda uyuklayan ‘lar’.. sen anlattıkça yıkıyor ellerini anılar saçlarına birikmiş tozları silkeliyor geçmiş ve onlar uyanıyor tam da bu sırada. uçuşan tozlar arasında bir garip öksürük lar’ınkisi.. öhö öhöler arasında gerisin geri kaçıyor kelimelerinin her hecesi yalancı bir barınak örtmüş üstümüzü senin çatın sağlam benimki hep akıtıyor.. yağmur sana yağıyor ıslanan benim saçlarım.. onlar uyuyor yeniden sen susuyorsun arkamdaki güneş yalnız senin payına... yuvarlak bir masada ben ıslak, üşüyorum rüzgâr huysuz bir çocuk, saçlarım yağmurda kalmış salıncak biri gidiyor aramızdan ama onlar burada sen tedirgin gizliyorsun eski sözleri dilinde ben usulca duyuyorum sözlerini, benim eskimde. üç kişiyiz biz. onlar uyumuyor ben susuyorum arkamdaki güneş çoktandır yok sen de usulca batıyorsun.

AŞİYAN

29


Öykü

Hayat Sövünce Güzel

yunus emre açıl

Elinde kaygan bir ıslaklık hissetti. Sonunda başarmıştı. Kestiği parmağının yarasının kabuğunun yarısını saatlerdir oynaya oynaya koparmış ve kanatmıştı. Sinirlendi, yaranın geri kalan yarısını da başparmağıyla kazıdı. Kesik kanamaya başladı. Kısa sürede sağ eli tamamen kan içindeydi. Aklına sövdü. Hem de çok sağlam… Yürümeye devam etti. Kan, elinden yavaş yavaş damlıyordu. Karşıdan hoş bir kızın geldiğini gördü ve onu korkutmamak için elini sakladı. Hoş kız, hoş parfümüyle hoşça yanından geçti. Hoş, elini saklamasına gerek bile yoktu. Kız onu fark etmemişti bile. Sönük bir insan olarak buna alışıktı. Yine de her seferinde içerliyordu. Tipine sövdü. Öyle böyle değil… Elini yıkayacak yer arıyordu. Kantindeki tuvalet gibi. Yüz seksen derece dönerek kantine yöneldi. Hızla yürümeye başladı. Kısa süre sonra hoş kıza yetişti. Daha kısa bir süre sonra kızın yanından ikinci kez geçti. Kantine sövecekti ki, ilk geçişinde kızın onu fark etmediğini hatırladı. Muhtemelen ikinci geçişinde de fark edilmemişti. Yoluna devam etti. Kantine yaklaşırken bir kalabalık gördü. Tam kantinin kapısının önünde. Biraz daha yakınlaşınca kantinin içinde dışarıdakinden daha büyük bir kalabalık olduğunu gördü. Yüz seksen derece döndü. Uzaklaştı. Sosyal fobisine sövdü. Daha önce hiç sövmemiş gibi… Elinden damlayan kana aldırmamaya çalışarak yoluna devam etti. Bir süre sonra duracaktı nasıl olsa. Kantinden uzaklaşmış, ıssız bir köşede yalnızlığın tadını sürüyordu. Ağaçlardan dökülmüş sarı yaprakların üstüne basa basa ilerliyor, çıkan sesi keyifle dinliyordu. O sırada etrafı yemek ve ilgi peşindeki kediler tarafından sarıldı. Bir kediyi sevmek için eğildiğinde elinden damlayan kanın pantolonunu ve ayakkabısının sağ tekini mahvettiğini gördü. Biyolojiye sövdü. Biyologlar duysa bunalıma girerdi… Elinin kanaması durmuş, elini kaplayan kan pıhtılaşmış ve kaskatı kesilmişti. Elini oynatmakta güçlük çekiyordu. Berbat bir histi. Donmuş kanı yumuşatmak için elini birkaç kez açıp kapadı. O anda hoş bir sesin adını telaffuz ettiğini duydu. Sesin geldiği yere bakınca hoş olmayan bir derste aynı sınıfta olduğu hoş bir kızın ona hoş bir şekilde selam verdiğini gördü. Hoş bir tebessüm ve sağ eliyle selam verdi. Hoş kızın yüzünde nahoş bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Hızla yanına yaklaştı ve çantasından çıkardığı ıslak mendille kanlı eli silmeye başladı. Hoş ve yumuşak eli kanlı eli temizlemeye çalışırken hoş gözlerinde hoş bir bakış vardı. Berbat bir günde hoş bir an yaşıyordu kısa süreli de olsa. Hoş kızın ne kadar hoş bir kız olduğunu düşündü o an. Hoş kıza hoşça teşekkür etti ve hoş adımlarla yoluna devam etti. Kısa süre sonra elinde tekrar bir ıslaklık hissetti. Hoş kız elini temizlerken yarayı tekrar kanatmıştı. Bu sefer kan daha hızlı ve yoğun akıyordu. Hoş kıza sövdü. İçkisi bitmiş sarhoş gibi… Sinirlenmişti. Adımları hızlanmış, nefesi ağırlaşmış, kaşları çatık, yoluna devam ediyordu. Kalabalık ona yol veriyor gibiydi. Etrafına baktığında insanların ondan kaçındığını gördü. Elinden kan damlayan bu sinirli çocuktan korkuyorlardı. Fakat ne gereği vardı? Birini mi öldürdüğünü düşünüyorlardı? Birini öldürmüş

30

AŞİYAN

olsa elinde kanla bu kadar rahat dolaşabilir miydi? En kötü ihtimal kavga etmiş olabilirdi. Kavga etmiş bir insandan uzak durmak neyin nesiydi? Bir kavga etti diye önüne geleni pataklayacak hali yoktu ya. Zaten onda kimseyi pataklayacak tip de yoktu. İnsanlara sövdü. Siniri geçene dek… Sakinleşince güzel manzaralı bir banka oturdu. Bacaklarını açarak öne eğildi ve dirseklerini dizlerine koydu. Kafasını eğerek elinden yere damlayan kanı izlemeye başladı. Bir süre sonra kan damlaları değişik şekillerde birikintiler oluşturmaya başladı. Damlaların oluşturduğu şekillerden anlamlar çıkarmayı denedi. Tamamen anlamsızdı. Rorschach’a sövdü. Anlamsızca… Sonra yan bankta oturan kızın onu izlediğini fark etti. Muhtemelen ettiği küfürler yüzünden. Kıza baktı. Kız hemen kafasını diğer tarafa çevirdi. Utanmış gibi bir hali vardı. Kıza bakmaya devam etti. Hoş kızdı. Kız daha fazla dayanamayarak tekrar ona baktı. Bunu fırsat bilerek kıza kanayan elini gösterdi. Kız çantasını açtı ve elini uzun süre çantasının içinde gezdirdi. Sonra bir kâğıt mendil çıkarıp ona verdi ve uzaklaştı. Elindeki kanı mendile sildikten sonra mendilde birkaç rakam gördü. Kız mendile telefon numarasını yazmıştı. Ama kan lekeleri yüzünden numaranın tamamını göremiyordu. Derin bir nefes aldı. Kaşlarını çattı. Çenesini kastı. Kafasını kaldırdı. Önce sağa baktı. Sonra kafasını yavaş ama kendinden emin bir şekilde sola çevirdi. Sonra hızlı bir hareketle mendile baktı. Aldığı nefesi geri verdi. Ayağa kalktı ve mendili buruşturarak yere attı. Dolaşım sistemine sövdü. Döne dolaşa… Yürümekten yorulmuş halde bir merdivenin basamaklarına oturdu. Gün boyunca başına gelenleri düşündü. Sabah uyumak isterken arkadaşının kurduğu alarmla uyanmıştı. Sövülesi arkadaşı uyanmadığı gibi alarmı susturma zahmetinde de bulunmamıştı. Uykusu tamamen kaçtığı için kalkmak zorunda kalmıştı. Sular kesik olduğundan duş alamamış, damacana boş olduğundan su bile içememişti. Akşamdan kalma haliyle susuzluktan ölmek üzereydi. Ağzı kupkuruydu. İhtiyacı olduğunda bulamadığı su kafasına damladı. Nereden geldiği belli olmayan bir yağmur bastırdı aniden. Doğa Ana’ya sövdü. Islak ıslak… Sığınacak bir yer ararken ağzındaki kuruluğa daha fazla dayanamadı. Kafasını kaldırarak ağzını açtı. Yağmur suydu sonuçta. Gökten gelen su. Göğe de gölden geliyordu. Kim bilir kaç kişinin yüzdüğü, çamaşır yıkadığı, çöp attığı ve hatta işediği gölden. Ama bütün bunlara aldıramayacak bir durumdaydı. Yağmur suyu beklerken o sırada oradan uçmakta olan bir güvercinin gazabına uğradı. Kanatlı olan her şeye sövdü. Hazerfen’e bile… Yağmur görevini tamamlamışçasına aniden durdu. Tükürmekten bir hal olmuştu. Ağzındaki tat bir türlü çıkmıyordu. Diline sövdü. Tadını çıkara çıkara… Yürüyordu. Bir yandan da sövüyordu. Hem yürüyor, hem sövüyordu. Hem de etrafındakilere hiç aldırmadan. İnsanlar şaşkın bir şekilde onu izliyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Birkaç kişi onu sakinleştirmeye çalıştı. Daha pis sövmeye başladı. En sonunda bir çam yarması onu iki yakasından kavradı ve kuvvetlice sarstı. Ani bir hareketle kurtardı yakasını. Yarmaya sövdü. On metre öteden… Koşuyordu. Peşinde kendisinin iki katı bir adamla. Yakalanırsa yiyeceği dayağı düşündü. Daha hızlı koşmaya başladı. Arkasına baktı. Yarma arayı kapatıyordu. Önüne bakamadan ayağı bir taşa takıldı. Yüz üstü yere çakıldı. Ayağına sövdü. Akılsız baş yüzünden… Yarma onu o halde görünce peşini bıraktı. Yerden kalkarken bir kahkaha duydu. Kafasını kaldırdı. Karşısında içki arkadaşları vardı. Hepsinin hali en az onunki kadar kötüydü. Tam soracaktı ki cevabını aldı: “Dün çok güldük ya, ondandır.”


Melek

Şiir

semuhi sinanoğlu

korkuyordun. derinliğin üzerinde durulmaz, diye baktın bana. çocuktun. beni evin kapısında her gördüğünde nasıl açıyorsan kollarını, öyle aç şimdi, dedim. babalar her akşam gelir miydi eve? korkuyordun. sesin uzaklaşıyor, dedin. beni bırakıp gittiğini sanıyorum. kafamı gömdüm ben de. derinliğin içinde durulmaz, diye baktın bana. korkuyordun. nefesim sensin dedim, tut beni. tuttun. suda uyumayı böyle öğrendin işte. temmuz’du, hatırlıyor musun? senin yaşında bir çocukla oynuyordun ve ben ondan bile kıskanıyordum seni. korkuyordum. kızlar her akşam döner miydi eve? bir gün gelecek, hiç dönmeyecektin, biliyordum. sen benim derinliğimsin, diye bakıyorum sana. çocuk değilsin artık ama anlıyorsun. açıyorsun kollarını, beni evin kapısında her gördüğünde açtığın gibi. baba, tuttum seni!

AŞİYAN

31


Öykü

Kırmızı Kurşun Kalem

aslı pasinli

“Öğretmenim günaydın, papatyalarınız açsın biz geliyoruz’’ cümlesiydi beni Alice Harikalar Diyarı’na götüren! Bir masal kitabının tek bir sayfasını yaşamışlığın tadındaydı heyecanım! Dar bir patikada bizi Silvan’da bir köy okuluna götürürken pusula kin tutmanın kayıp sanat olduğu yönü göstermekteydi… İçim içime sığmıyor; dilin ezgisi olan bir zılgıt çekmek istiyorum, utanıyorum! Veee uzakta bir Havva kızı çığlık çığlığa… Dudaklarının yapıştığı memeden akan ılık sütteydi onu susturan sır! Yanık süt kokusuna tezek kokuları çarparken bir çoban davarlarının önderliğinde güzelim beyaz papatyaları hiç mi hiç umursamadan geçiyor. Bu eşekler niye bu kadar yanık anırır ki?.. Sahi gözleri ne kadar da hüzünlü... Başı kabak yalınayak gezen, bana dolunay dolunay kocaman gözleri ile bakan bu çocukları görünce, mavzerleri, bazukaları, kalaşnikofları… Offf ne kadar isterdim dilsiz ve kör yapabilmeyi, bir hadım kadar çaresiz bırakabilmeyi, nefrete ambargo koyabilmeyi ne denli isterdim bir bilseniz! O mayınlar ki cümlemin sonunda patlayan ünlemler oldu ancak! Lastik çizmeleri, yırtık ayakkabıları, çamurlu terlikleri... Yalınayakları… Nasırlı, kınalı elleri görmüşlüğün gözü pekliği ile üst kirpiklerim başkaldırışta... Asi... Ama alt kirpiklerim onlar benim mavi yanım gördükleri karşısındaki çaresizliğiyle el kol bağlayıp yere eğilmişler! Hımm... Bütün kötü duyguların kuluçkaya yattığı bu köyde, tavuk eşelediği kumun içinde güneş ile fantezideyken süt çeşmesinden kurulu bir sofraydı oturduğumuz; tereyağı, yoğurt, çökelek… Tandır ekmeği! Heyhat gönlüm, ben bu mistik havanın esrikliğiyle köyden dönerken ilkokul öğretmenimin “Önemli yerlerin altını kırmızı kurşun kalemle çizin’’ dediğini anımsıyorum. Şimdi örtmenim ben bunların hepsinin altını KIRMIZI KURŞUN KALEM ile çizebilir miyim?

32

AŞİYAN

Zamanla Zamansız

hande çelikağ

Zamana bıraktık her şeyi. Geniş omuzlarına yükledik onca ağırlığı. İç ses köyünün gençleri Zamanla zamanla dediler. Ne kadar doğruydu bu söyledikleri? Zamanla alışmıştık yeni lezzetlere, Zamanla öğrenmiştik yabancı bir dili, Unutmuştuk zamanla Kanayan yaralarımızı, Sevmiştik zamanla Alışılan yeni lezzetleri, Zamanla doğurmuştu Gebe alışmışlıklar sevmeyi. İç ses köyünün yaşlıları ise Zamansız zamansız dediler. Peki ya bu söylenenler Ne kadar doğruydu? Kışın ortasında zamansız Açmıştı gonca güller, Zamansız yağan yağmurda Islanmıştı yavru bir kedi, Zamansız sarıp sarmalamıştı toprak Gencecik, yeşermekte olan fidanı, Zamansız gelen şimendifere Binmişti eve giden yaşlı teyze, Zamansız bir düştü Aklına düşen o mavi gülüşler. İç ses köyündekiler Anladılar ki izafi bir kavram, zaman. Ve iç ses ahalisinin gençleri, yaşlıları Dediler ki: Ne zamanla, Ne de zamansız.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.