Hançer 2 - Akis Ön Okuma

Page 1

Hanรงer-2 Akis


POSTİGA YAYINLARI: 202 Roman Kitabın adı: Hançer-2 Akis Yazar: AlisaSamira Ezgi Bağcı Genel Yayın Yönetmeni: Gökay Türkyılmaz Editörü: Ahmet Aslan Sayfa Tasarımı: Ceyda Çakıcı Baş Kapak Tasarımı: Murat Gündoğan ISBN: 978-605-9724-14-2 Birinci Baskı: Kasım 2015 Sertifika No: 32393 Baskı ve Cilt Kayhan Matbaacılık san. Tic. Ltd şti Merkezefendi mah. Fazılpaşa cad. no 8/2 Zeytinburnu/ İstanbul Tel: 212 576 01 36 POSTİGA YAYINLARI Postiga Basın Yayın Tanıtım Hiz. Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. TİM 2 İş Mrk. No 8/505-506 Topkapı-Zeytinburnu İSTANBUL Tel: 212 501 58 27 www.postigayayinlari.com postigayayinevi@gmail.com © Ezgi Bağcı / Postiga Yayınları (2015) Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz


Hançer-2 Akis

Ezgi Bağcı

AlisaSamira



Çocukluk kahramanım, Hüsnü Bağcı’ya.

5



Aşk gölgeleri süpüren, ölümün uçurumuna sürükleyen bir yansımaydı yüreklerinde

Hançer benim için uzun ama güzel bir macera oldu. Bitiş noktasına kadar yanımda olan herkese özellikle teşekkür ederim, sizin yorumlarınız devam etme gücünü verdi. Destekleri için Postiga kızlarına ve Afet-i Devran’a ayrıca teşekkür ediyorum. Yayıncımız başta olmak üzere, Postiga ailesine teşekkür ederim. Kitabın yazım süreci boyunca her sıkıntımı çeken Ahmet Aslan’a ve Dilem Salman’a teşekkür ederim. Tüm dostlarıma teşekkür ederim, hepiniz bu koşuşturmanın bir parçası oldunuz. Ayrıca tüm ailem, beni sizden başka kimse böyle güzel sevemezdi. Kitabı okuyan tüm okuyucularıma, tüm güzellikler sizinle olsun…

7



Giriş Kışın ağır kokusunu çekti içine. İçindeki yalnızlığı didikliyordu bu koku… Şehrin sisli ve kirli havasına, gece yağmış karın soğuğu karışıyordu. Pardösüsünün önünü kapattı ve şalına daha sıkı sarındı. Beyaz eldivenlerin sardığı eli nazikti. Lacivert şapkası tenini belirginleştirmişti. Kısa bukleleri keskin rüzgârın vuruşuyla dalgalanıyor ve boynunun üşümesine neden oluyordu. Saçlarının rengine uyan toprak gözleri caddeyi taradı. Aradığı kişiyi bulduğunda dudakları hafifçe kıvrılmıştı. Yüksek topuklu ayakkabıları yüzünden basamakları dikkatle inerken gözlerini abisinden ayırmadı. Karşısında, kendisini bekleyen adam yakışıklıydı. Uzamış sarı saçlarını arkasında küçük bir tokayla bağlamıştı. Üzerine oturan gri takım elbisesi güçlü vücudunu belirginleştiriyordu. Hızlı adımlarla yanına vardı ve yükselerek traşlı yanağına minik bir öpücük bıraktı. “Çok bekledin mi?” “Fazla sayılmaz. Toplantı uzadı.” Hoş bir ses tonu vardı. Yumuşaktı ve havada dağılıyordu sanki. Mutluluğuydu abisi ve geçmişiyle kurduğu nadir bağlardan birisiydi. Koluna girdi ve yürürken, adımları için destek aldı. Buna içinden teşekkür etti genç kadın, ince ve yük9


Ezgi Bağcı

sek topuklular tabanının şimdiden ağrımasına sebep olmuştu. “Buna sevindim. Duruşma beklediğimden uzun sürdü.” Kapıyı açmasıyla başını eğip içeriye girdi. Geniş bir arabaydı. Arkasına yaslandı ve soluklandı. Uzun bir gün olmuştu. Uzun ve uğraştırıcı bir gün… Kemeri bağlarken, Jack arabanın önünden turlamış ve yerine oturmuştu. “Hâkim dosyaları incelerken oldukça etkilenmiş. Geçmişimi ayrıntısıyla sorguladı.” Cümlenin sonlarına doğru sesinde belirginleşen titremeyi engelleyememişti. Jack vitesi değiştirirken ona yandan bir bakış attı. “Peki, sen iyi misin?” Gülümsedi. Bundan ötesini yapmaya gücü yetmiyordu. Bakışlarını yoğun trafiğe çevirdi. Ne kadar da benziyordu şu görüntüye… Yüreği de bu cadde gibi kalabalıktı. Geçmiş birçok çıkmaz sokak yaratmıştı ama yaşaması için tek nefeslik bir alan bırakmıştı geriye. “Sonucunu bana söyleyecek misin?” “Evet. Artık ismim resmi olarak Melek Maise Deniz.” Kışın zayıf güneşi doğrudan yüzüne vuruyor ve orada olduğunu hatırlatıyordu. Bunun bir manası var mıydı? Bu ışıklarla arınabilir miydi? Arkasına yaslandı ve başını geriye baktı. Yorgundu, her şey ağırdı artık. “Tüm bunlardan emin misin Beth…” Gözlerini kapattı. “Çok büyük kararlar alıyorsun.” “Attığım adımların geri dönüşü yok artık. Ben Melek’im.”

10


I İri bedeni masanın üzerine doğru eğilmişti. Dışarıdan bakan önüne sıralanmış belgeleri incelediğini düşünebilirdi fakat dalgın bakışlarını göremezdi. Kalemi parmaklarının arasında seri hareketlerle döndürüyor, aklını işgal eden düşüncelerde geziniyordu. Pencereden vuran ışık kalemin gümüş rengi yüzeyinde saçılarak oynaşıyordu. Uzun zaman geçti. Onu görmeyeli sabrımdan daha uzun zaman geçti, peki ne dürtüyor beni? Yavaş bir hareketle sandalyesinden kalkıp pencereye yöneldi. Uzun boyu ve iri bedeni, geniş bir odada olmasına rağmen göz alan bir yer kaplamıştı. Manzaraya ince beyaz bir örtü yerleşmiş, ağaçlardaki yeşiller kışın etkisiyle düşüp yerini kuru bir kahverengiye bırakmıştı. Dışarıdaki soğuk insanın ruhunu da kendisine katıyordu. Kalem parmaklarının arasında dolandı. Kapının açılışıyla başını çevirdi. İçeriye, alaycı sesiyle, giren kişiyi görünce başını yeniden manzaraya çevirmişti. “Yalnızlığınla çok mutlusun sanırım.” Alvino’nun adımlarının sesi odada boydan boya yayılan halıda boğulmuştu. Fakat bedeninin hareketleri ve kıyafetlerinin sesinden onun yaklaştığını anladı. “Bir şey mi söyleyeceksin?” Önüne döndü. Sırtını cama yaslarken, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. 11


Ezgi Bağcı

Heybetinin gölgesi camın saydam yüzeyine yansımıştı. Yılların verdiği tanıdıklıkla dostunun yüzüne baktı. Benzer yanları olduğunu söyleyemezdi. Alvino’nun keskin yüz hatları ve derin okyanus mavisi gözleri annesi tarafından gelen İskandinav kanının izlerini taşıyordu. Kuzgun karası saçları ve buğday teni ise babasının İspanyol kanının getirisiydi. Yüzünde her daim alaycı bir ifade vardı ve bu hayat görüşünün yansımasıydı. Hâlâ yanında duruyor olması ise Hançer’i şaşırtan noktaydı. Alvino onun hareketini taklit eder gibi kollarını göğsünde kavuşturmuş ve kalçasıyla, arkasındaki ahşap masaya dayanmıştı. “Sadece merak ediyorum. Ne zaman harekete geçeceksin?” Gözlerinin grisi koyulaştı ve fırtınalı bir günün rengine büründü. Bunun farkında değildi. Yüzü ifadesiz olsa da, hafifçe dikleşen bedeni sorudan rahatsızlığını dile getiriyordu. Doğruldu ve masasına doğru ilerledi. Sorudan kaçma gibi bir alışkanlığı yoktu. Gerekirse cevaplardı, istemezse sessiz kalırdı ama son birkaç aydır hissettikleri gibi bu da bir “ilk”e çeviriyordu kendini. Alvino’nun gözlerinin kendisini takip ettiğinin farkındaydı. Tüm duygularını, “o” olan ifadesizliğin arkasına sıkıştırdı fakat arkadaşı olan bu adamın, buna ne kadar kandığı muammaydı. “Anahtar sende… Haritanın yerini biliyorsun. Çözmek için neyi bekliyorsun?” Soru bir alayın ve dolu bir imanın altında sorulmuştu. “Beklediğin bir şey mi var?” Bakışlarını karşısındakine kaldırdı. Alvino onun gözlerindeki netliği görünce dikleşti. Bam teline dokunmuştu ve bundan dolayı herhangi bir rahatsızlık duymuyordu. Bir süre cevap alamayınca bacaklarının üzerinde yaylandı. Ceplerine soktuğu elleriyle şu koca boyu olmasa küçük bir çocuk gibiydi. Alvino’nun sınırı zorlayan sorularına devam etmesine ya da Hançer’in zaten sınırında olan sabrının taşıp da en 12


Hançer-II

iyi arkadaşının son nefesini vermesine neden olmasına fırsat kalmadan kapı çalınmış ve ince bir yüz aralıktan uzanmıştı. Genç kız kısık ve neredeyse duyulmaz sesiyle fısıldadı. “B-ben k-kahve getirmiştim.” Hançer sert bakışlarını kızın üzerine dikti. Yine de bakışlarının katılığına rağmen yüz ifadesi yumuşamış, çatılı kaşları gevşemişti. Hafif bir baş onayı verdi. Kız onun baş onayına bile titrerken başı öne, elinde taşıdığı tepsiye indi. Tepsi, kahvelerin dalgalanmasına neden olarak parmaklarının arasında titriyordu. Ne kadar uğraşsa, neredeyse göğsünü yırtacak derin nefesler alsa da, yüreğine dolan gerginliği engelleyemiyordu. Bir sakarlık yapmadan masanın yanına vardığında göğsündeki tedirginlik biraz olsun hafiflemişti de ellerinin titremesi durmuyordu. Ve bu da istemediği hadiselere sebebiyet verdi elbette. Tepsi olanca ağırlığını o an kazanmış gibi parmaklarından kaydı ve masaya çarptı. Çarpmanın etkisiyle kahve, fincanından taştı; tepsiye, masaya ve bileklerine sıçradı. “Özür dilerim… özür dilerim… özür dilerim…” Genç kız bir yandan temizlemeye girişmişken, titreyen elleriyle masayı da toplamaya çalışıyordu. Korkusuna o kadar gömülmüştü ki Alvino’nun seslenişini duymadı. Bıraksalar orada, biraz daha güçlü olsa, ağlayabilirdi. Öğrendikleriyle tüm duygularını bastırdı ve canının acısını da bastırarak temizlemeye koyuldu ama engellendi. İki el hafifçe bileklerini tutmuştu. Şaşkınlıkla başını kaldırdığında çok korktuğu o gri gözlerle karşılaştı. Zaten ince olan sesi olabileceği en tiz tonda dudaklarından ayrıldı. “Özür dilerim…” Cümlenin devamını getirmeye fırsatı olmadı. Kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Genç kız tüm olanların korkusuna sıçramış ve geri kaçmıştı. Adamın tutuşu sıkı olmasa da, kendini onun ellerinden sıyırırken, yanan bilekleri acımıştı. Fakat acıyı saniye 13


Ezgi Bağcı

sonra unuttu. Aloise’in adeta gürleyerek odaya dalışı dikkat çekiciydi. “Neler oluyor burada?” Alvino’nun fısıltısını duyan tek Hançer olmuştu. “Cadı geldi!” Yan gözle baktığında, Aloise’in söylenenleri duymasa bile, hareketleri kaçırmadığını fark etti. Genç kadının keskin mavi gözleri kısılmış, yüzünü öfkeli bir ifade bürümüştü. Adam ellerini cebine sokarak yılların alıştırdığı kavgayı izlemeye başladı. “Yine ne yumurtluyorsun sen?” “Yumurtlamak mı?” Fakat Aloise, Alvino’nun tekrarlayışını duymuş gibi değildi, başını yüzünü buruşturmuş, tedirgin bir şekilde dikilen Bolour’a çevirmişti. Hızlı ve neredeyse yere değmez adımlarla genç kızın yanına ulaştı. “Neyin var?” Ağabeyine yetişmesi de eksik kalmamıştı. “Ne yaptın kıza?” “Tanrı aşkına! Ne yapmış olabilirim?” “Onu bilemem ama mutlaka parmağın vardır. Bolour, sana bir şey mi yaptı?” Bolour’un açıklamak amacıyla dudaklarını araladı fakat imkân olmadı. “Eğer bir terslik yaptıysa söyle…” “Hey!” “O yüzden çekingenlik duyman için hiçbir neden yok. Buna buz koymak lazım.” Hançer kapıdan çıkan ikilinin arkasından baktı. Aloise’in ne dediğini duymuyordu fakat olanlar hakkında söylenmeye devam edip de küçük kızın konuşmasına fırsat bırakmadığına emindi. Arkadaşına baktığında, sinirden neredeyse kızardığını gördü. “Tanrı, onu, benim cezam olarak gönderdi. Ve hâlâ neden bu cezayı çektiğimi bilmiyorum.” “Onu seviyorsun,” dedi Hançer, koltuğuna geri otururken. Alvino yerinden hafif doğrulmuş ve tepsinin köşesinde duran temiz peçeteleri, masanın üzerine bi14


Hançer-II

rikmiş kahvenin üzerine bırakmıştı. Peçete hızla koyu bir renge bürünmüş ve büzüşmüştü. “Onu sevmem için bin ömürlük sabra ihtiyacım var.” “Sana ailenden kalan bir tek o…” Alvino yan gözle ona baktı. Bu sözleri tanıdıktı. Benzerini yıllar önce, daha küçük bir çocukken Hançer’e söylemişti. Geri dönüşü karşısında gülümsedi. Gerçekten ailesinden kalan tek oydu. Hatıralar, acılar ve Aloise… Arasında duran koca boşluk ve bilinmezlikler… Boşluklarını dolduran tek bir kişi olmuştu. Kızıl Cadı… “Ne düşünüyorsun?” “Kızıl cadıyı…” Hançer’in kaşları çatıldı. Gri gözleri arkadaşının sakin ama düşünceli yüzünde dolaştı. Onu böyle görmeye alışkın olduğunu söyleyemezdi. Alvino alaycı, umursamaz karakteriyle insanların zihninde öyle bir yer edinmişti ki, değiştirmesi ancak güçlü dalgalarla olurdu. “Niye dalgınsın?” Alvino soruyu algıladığında soranın ciddi olup olmadığını anlamak için başını çevirdi. Hançer her zamanki ciddiyetiyle kendisine bakıyordu. Her şeyi, tüm duyguları dahil ona anlatmamış mıydı? “Gerçekten? Aşık olduğumdan bahsettiğimi sanıyordum Marco?” “Bahsettin.” “Peki, kadın tarafından reddedildiğimden bahsetmedim mi?” Karşısındaki ilgisini kaybetmiş gibi görününce Alvino öne doğru eğildi. Dirseklerinin üzerinde, masaya yüklenmiş, Hançer’in üzerine eğildiği hesap defterinde gölge oluşmasına neden olmuştu. Gözlerini kaldırdı ve dikkatli bir şekilde, arkadaşının yeniden alaya bürünmüş yüzüne baktı. “Esra’dan söz ediyorsun.” “Dalgınlığımın nedenini anladın mı?” “Dalgınlığının hissettiğin şeyle bağı olduğunu söyleyemem.” 15


Ezgi Bağcı

Alvino bazen, arkadaşının iş sırasında ortaya çıkan dikkat ve zekasının nereye gittiğini ciddi anlamda merak ediyordu. “Aşkın nasıl bir şey olduğunu düşünüyorsun?” “Bilmiyorum.” Saçlarını yolmayı düşünebilirdi ama kel kalırsa kadınları etkileyemezdi. Sabır sınırları zorlanarak derin bir nefes aldı. O sabrını tuttu, alaycılığını alarak ölümün üzerine yürüdü. “Peki, senin düşündüğün biri yok mu?” Kaşları biraz daha çatıldı. Alnındaki iki çizgi iyice derinleşmiş, yüzünün hatlarının daha da sertleşmesine neden olmuştu. Alvino yüzünde oluşan tebessümle sessizleşmiş arkasına yaslanmıştı fakat masanın arkasında oturan adam onda oluşan bilmiş alayın farkına varmamıştı. Yeşille dalgalanan gri gözlerini pencerenin ötesine çevirdi. Birisini düşünüyor olmak ona olduğundan farklı bir anlam mı yüklerdi?

“Esra Çelik ameliyathaneden bekleniyorsunuz…” Anons ikinci defa yapılırken, kızıl saçları bir hale misali dalgalanan bir kadın, etraftaki insanların çekilmelerini bağırarak koşuyordu. Alışkın olmasına rağmen nefesi kesilmişti. Son adımlarını atıp ameliyathanenin kapısından hızla içeriye girdi. Giyinmiş diğer hemşireyi gördüğünde soluk soluğa mırıldandı. “Neler oluyor?” “Trafik kazası…” Ondan sonrası saatler süren yorgunluktu. Telaşın ve bir kurtarma umudunun içerisinde gözleri yanmaya başlamıştı. En sonunda tükenebileceğini hissettiği noktada, ameliyat bitmişti. Omuzları birisini kurtarmış olmanın verdiği rahatlıkla düştü. Başı ağrıyordu. Ameliyat kıyafetlerini üzerinden çıkardıktan sonra, 16


Hançer-II

biraz mola verme isteğiyle hemşire odasına gitti. Yorgunluk sırtından beline doğru inen bir sızıyla kendisini belli ediyordu. Kahve makinesine ilerledi. Bu makine, nöbet gecelerinde, en büyük kurtarıcısıydı. Sıcak koku küçük odaya yayılırken derin derin içine çekti. Kahve de aynı yalnızlığı gibi kokuyordu. Camdan karanlığın çöktüğü ıssız sokağa baktı. Sokağın yoksunluğu, bu kalabalık semtin ana caddesinden gelen gürültüyü engelleyemiyordu. Kahvenin sıcaklığıyla ısınmış fincanı kulpundan kavradı ve pencerenin kenarına doğru yürüdü. Camdaki yansıması da onunla birlikte duvara dayanmıştı. O anda yansıması mı izledi, sokağı mı bilmiyordu. Düşüncelerin derinlerine dalmıştı. Kendisini yalnız hissediyordu. Yüreğine kış mı yağdırmıştı? Hâlbuki emindi… Sekiz ay önce yüreğinin tereddüdünde kaçmanın kendisi için en iyisi olduğunu biliyordu. Fakat umduğunun tersine her şey bir sanrıya dönmüştü. Genç kadın koca yazın ortasında dahi kış gibi üşümüştü. Şimdi… Farkında olmadan başını iki yana salladı. Hayır, üşüse de geçerdi. Sadece yalnızlıktan kaynaklanıyordu. Melek de yanında değildi. Mutlaka alışacak, göğsünde oyalanan bu garip duyguları eninde sonunda süpürecekti. Hissettiği harekete başını çevirdiğinde Işık’ın koyu renk gözleriyle karşılaştı. Arkadaşı her zaman takındığı ciddiyetiyle kendisini izliyordu. Öyle ki ciddiyet Işık’ın takma adıydı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, kaşlarını çatmıştı. “Neyin var?” Sesini biraz olsa bastırma amacıyla kahveyi dudaklarına götürdü. Arkadaşında öyle bir huy vardı ki birisinin ne sorunu var hemen anlardı. Duygularını saklama da usta bir insan olsa bile… “Bir şey yok…” “Gerçekten mi? Bana hiç öyle gelmiyor. Hiç de kendin gibi değilsin.” Kahveyi kenara bıraktı ve dayandığı yerden doğruldu. Hayır, şimdi bunu nasıl cevaplaya17


Ezgi Bağcı

caktı? İyiyim dese inanılır değildi anlaşılan, iyi değilim dese her şeyi anlatacaktı. Ki genç kadının kaçmaya çalıştığı şey de hissetmekti. Anlatmak, yeniden yaşar gibi hislerini daha da ötesine götürmez miydi? Esra bir sanrıya inanmak istemiyordu. Evet, öyleydi. Kendisini anlık da olsa rahatlatmış olmanın verdiği keyifle gülümsedi. Yeşil gözleri parlamıştı. Arkadaşını gülümsemesiyle temin etti. Başka şansı var mıydı? Zihnine inen, gözlerinin arkasına koyu perde misali çekilen bu yakıcı gölgeyi nasıl bastırabilirdi? Kilitti bunlar, toparlamazsa, görmezden gelip yürümezse, kilitler tek tek açılacak; Esra sandıktan taşan dev dalgalarda boğulacaktı. “İyiyim Işık. Hatta daha iyi olmamıştım. Sadece eve gidip, tüm gün uyumanın hayalini kuruyorum. Nöbetteki hemşirenin başka hayali mi olurmuş?” Işık’ın siyah kaşları çatıldı. Gözleri ışıldadı. Konuştuğunda, alaya kaçan tonundan inanmadığı anlaşılabiliyordu. “Tabii ya, başka hayali mi olurmuş?” Ve arkasını dönüp gitti. Esra omuzlarından koca bir taşın alındığını iddia edebilirdi. O ne bakışlardı öyle? Spot ışıkları halt etmişti. Parmaklarının arasında soğukluğunu hissettiği kahveye baktı. Son zamanlarda tüm kahvelerinin böyle soğumasına sinir oluyordu… Hırsıyla kapıya ilerledi ve bardağını çöp kovasına attı. Öyleyse içmeyecekti.

Güneş doğmuş, insanlar çoktan yollara dökülmüştü. Ama gün uyanmışken, otomatik kapılardan dışarı çıkan kadın uykuya hasretti. Çantasının ucunu kolunun altına sıkıştırmış, sürekli titreyen telefonu arıyordu. Lanet olası! Çalacak zamanı bulmuştu. Arayan da sabahın köründe onu düşünerek mi uyanmıştı da, böyle delicesine çaldırıyordu telefonu! En sonunda hedefine ulaştığında, 18


Hançer-II

ekranda yazan ismi görmesiyle tüm kötü düşünceler zihninden uçup gitmişti. Yüzünü âdeta parlatan gülümsemesiyle telefonu açtı. “Melek!” Neredeyse çığlık atmıştı. Hastanenin girişindeki insanların bakışlarının kendisine döndüğünü fark etmedi. “Neredesin kızım sen? Beni meraktan öldürmeye mi çalışıyorsun. Seni ne kadar özlediğimden haberin var mı?” dedi, soluk soluğa kalmıştı. Çantasını zorlukla toparlayarak omzuna astı. “Üzgünüm. O kadar yoğunum ki fırsat bulamadım. Orada sabah, seni uyandırmadım umarım.” Melek’in sesi son kelimeyle titremişti. Kendi sabah manyaklığını bilen genç kadının gülümsemesi büyüdü. “Nöbetten çıktım. Zamanlama konusunda bir problemin yok yani.” Telefonu değiştirip diğer kulağına aldı. Elini kaldırarak ileride oyalanan taksinin dikkatini çekmeye çabaladı. O anda bacakları otobüs durağına yürüyebilecek kadar güçlü değildi. “Kendini şanslı sayabilirsin.” Karşıdan gelen kıkırdamaya tebessüm etti. Konuşma sırasında taksiye binişini anlatsa ayrı bir saat ayırması gerekebilirdi. “Niye suskun kalıyorsun anlatsana neler yaptığını ama bir saniye bekle ondan önce…” Öne doğru eğilip adresini söyledikten sonra konuşmaya devam etti. “Ha şimdi anlatabilirsin yavrum. Tamamen seninim.” “Tamam. Ne anlatmamı istiyorsun?” “Şaka mı yapıyorsun kuzum. Arayan sen değil misin yahu? Yine neler oluyor orada?” Sabırsızlığı tavan yapmıştı ve gayet de normaldi. Dostu kendisinden uzaktaydı, fırtına misali bir hayat yaşıyordu, Esra ise sadece telefonla haber alabiliyordu. Üzüntüsünde bile yanında olamamıştı. “Nasılsın peki?” Derin bir iç çekme sesi gelmişti karşıdan. Genç kadın telefonu tutan elinin kasılmasını engelleyemedi. “İyiyim… Jack ve Darcey’in yanımda olması toparlamamı 19


Ezgi Bağcı

sağlıyor. Endişelenme... Burada halletmem gereken işleri tamamlayınca Türkiye’ye döneceğim. Herkesi çok özledim.” “Elbette özlemişsindir, özleminden ismini bile değiştirdin.” Uzun zamandır konuşamamanın acısını çıkarttılar. Esra taksinin ne ara evinin önüne vardığını bile anlamamıştı. Telefonu kapatırken, başını koltuğa geri bıraktı. Yorgundu. Uzun zamandır ilk defa olayların onu yormasına izin veriyordu ve bunda, Melek’in uzakta olmasının payı da vardı. Dostunu görememek, konuşamamak göğsünü dolduruyordu. Yana doğru döndü ve dizlerini kendisine doğru çekti. Yoksa hissettiği bu acıyı böylesine içinde taşımazdı. Geçerdi. Mutlaka geçerdi. Gecelemezdi, güne başlarken aklına ilk gelen düşünceler bunlar olmazdı. O adamı düşünmez, gerçekleşmesine izin vermeyeceği bir sanrıda dolaşmazdı.

Pencereden sızan güneş ışınları avucunda tuttuğu anahtarın altın yüzeyinde yansıyordu. Gözlerini bu yansımadan doğan parıltıda gezdirdi. Çok anlam ifade ettiğini söyleyemezdi fakat yolunun adımıydı. Genç adam sert adımlarıyla büyüdüğü evin basamaklarını çıktı. Kasanın burada olduğu gerçeğinin ve bunu başkasından öğrenmiş olmanın canını sıktığını inkâr edemezdi. Onun son basamağı adımlamasıyla birlikte kapı açılmıştı. Tanıdık ama eskisinden daha yaşlı olan yüzle karşı karşıyaydı. Yılların kırışık dokunuşlar bıraktığı bu yüz, onu gördüğünden olacak ki aydınlanmıştı. Kuru dudaklarında hafif bir gülümseme oluşmuştu. “Efendi Hançer, sizi yıllar sonra burada görmek büyük bir onur.” Yaşlı gözler bir süre onu inceledi. Geçmişinin büyük 20


Hançer-II

bir bölümünü kaplayan insanlardan biriydi. İsmini bilmediği ama hep orada olan… “Kasayı görmeye geldim.” Fazla söze gerek yoktu. Oradaydı ve niyeti anlaşılmış olmalıydı. Öyle ki karşısındakinin yüzünde şaşkınlığa dair bir iz yoktu. Zaten bunu bekliyormuş gibi kapıyı sonuna kadar açtı, bir adım geri çekildi ve başını eğdi. “Öyleyse, nihayet geldiniz efendim.” Terk edilmiş bir mekân gibi değildi içerisi. Bırakıldığı zamanki çatışma izleri yok olmuştu. Orada olması gereken kurşun delikleri yerlerinde değildi. Hâlbuki en son günün adamın hatıratında bıraktığı aralıksız silah sesleri ve bağırışlar, her köşeye sinmiş kan kokusuydu. Kana alışıktı, onla büyümüş, onun için büyütülmüştü ama o gençlik yaşına kadar hiç öylesini görmemişti. Duvarlar boğulmuş, çığlıklar ana gömülmüştü. Geçmişin koyu renklerinden sıyrılarak o ana geri döndü. “Beni kasaya götür.” Sözü ikiletilmedi. Kâhyanın arkasından ilerlerken gözleri alışkanlığıyla duvarlarda dolaştı. Geniş hol, ince ve açık renge boyanmış duvarlara asılmış olan ünlü ressamlara ait tablolarla donatılmıştı. Ahşap merdivenleri, uzun koridorları geçtiler ve ‘yine’ o eskiden kalan, orada, o noktada durma alışkanlığına sahip olduğu odaya vardılar. Kâhya kapıyı açınca dev odaya adım atmışlardı. Buranın da değişmediğini gördüğünde şaşırmadı. Geniş pencereler şehrin güzel manzarasını gözler önüne seriyordu. Perdeler sonuna kadar açılmış ve bu seyre izin verilmişti. Ahşap kokusu ve sade bir lüks… Gözleri odanın içinde rahatlıkla hareket eden yaşlı adamı takip etti. Adam ilerlemiş ve masanın ardındaki rafların önünde durmuştu. Bedeniyle kapattığından dolayı ne yaptığını göremiyordu fakat kollarının kıpırdanışı uğraşını ele veriyordu. Saniyeler sonra bu uğraşın sebebi anlaşılmışken, odada yankılanan bir uğultu, uğultuyu takiben bir gıcırtı duyuldu. Ortadaki kitaplık geriye doğru çekildi ve karanlık bir boşluk açtı. Kâhya ayaklarını sürüyerek karanlığa girince, Hançer’e de iz21


Ezgi Bağcı

lemek düşmüştü. Peşi sıra ilerleyip, ayrılan kitaplığın önünden geçerken ikinci ve üçüncü rafı taradı hızla. Fakat arayışını orta rafta sonuçlandırdı. Baştan üçüncü kitap kenarlarındaki belirsiz boşlukla oradaydı. Karanlığa doğru yürüdü. Fazla vakitlerini almadı ki bir ışık görüşüne girdi. İki üç dakika sonra loş, köşede duran bir lambayla aydınlatılmış penceresiz bir odaya varmışlardı. Yuvarlak şekil verilmiş odada, tam ortada duran çalışma masasından ve masanın tam arkasında tüm duvarı boydan kaplayan güzel bir kadının portresinden başka bir şey yoktu. Bu tanıdık kadının tablosu ilgisini çekse de fazla oyalanmadı, seri adımlarla ilerledi ve tablonun kenarındaki anahtarı bularak kenara doğru kaydırdı. Kasa önündeydi. Ama Kaptan bu kadar basit değildi. Dizlerinin üzerine çöktüğünde haklılığını gördü. Sadece anahtar kasayı açmayacaktı. “Buna ihtiyacınız olacak.” Kâhyanın söyleyişine başını kaldırdı ve kendisine uzanan eldeki beyaz zarfa baktı. Tereddüt etmeden aldı. Zarfın ağzındaki mührü tanımada zorluk çekmemişti. Bir parmak hareketiyle açtı. Çıkan not uzun değildi. Yine de anlaşılır netlikteydi. Ayağa kalktı ve Kâhya ile göz göze geldi. “Kaptanın her zaman oynayacak bir oyunu vardır Efendi Hançer.” Güneşin son ışıkları da günden elini çekmişti lakin genç adam orada dikilmeye devam ediyordu. Yine beklemekten başka bir çaresi yoktu. Üstelik harekete geçse dahi yapacağı her şey boşuna olurdu. Parmakları anahtarın üzerine kapandı ve sıktı. “Anahtar tek başına işine yaramayacak… Mektubu bekle…” Notu masanın üzerine bıraktıktan sonra sandalyeye oturdu. Kaptan onun için hiçbir şeyi kolay hale getirmemişti, bu olayda da farklı olmayacaktı. Sorun şuydu ki; Hançer ilk defa birini bulduğunda ne yapacağını bil22


Hançer-II

miyordu. Sonunu bilmeden hareket ediyordu. Gerçek ismini bulacak olmanın nedeniydi. Geçmişi isimsiz bir düzlükten ibaretti. Hatırladığı ilk andan itibaren var olan görevler ve sessizlik… ‘Çocuk’ olmak… Ve sonra HANÇER! Kalın parmaklarıyla gözünün takıldığı kitabı aldı ve kaldırdı. Bunu o odada bulduğuna şaşırdığını itiraf edebilirdi. O an işe yaramayan anahtarı ceketinin iç cebine koyduktan sonra çıkışa doğru birkaç adım attı fakat masanın üzerinde gördüğü şey onu durdurdu. Ona doğru uzanırken Kâhya’nın sesini duydu. “Büyük efendi İspanya’dan ayrılmadan önce bunu okuyordu.” “Her şeyi olduğu gibi bırakmışsın.” “Görevim bu Efendi Hançer.” “Öyle.” Kitabı parmaklarının gücüyle büktü. “Kaptan’ı bulunca ne yapmayı planlıyorsunuz?” Bu sefer yaşlı adamın yüzüne baktı. Endişeli bir ifadesi vardı. Tüm oyunlarına ve acımasızlığına rağmen Kaptan, insanları sahiplenirdi ve bu adam da o insanlardan biriydi. “Öldürmeyi,” derken ses tonu soğuktu, küçüklüğünden beri o evdeki ruhsuzluktan gelen bir tınısızlıktı. Ama o anda ilk defa emin olmadığı bir şeyi söylüyordu. Döndü ve hızlandı, ‘ölüm’ olması için eğitildiği o evden uzaklaştı. Okuduğu, kendisine ait olan, ilk kitaptı elindeki. Parmakları sayfaların üzerinde hızla kaydı. En çok açıldığı belli olan sayfada durdu. Gözleri dizeleri geçti. Dudaklarında farkında olmadığı, geçmişin getirdiği o rahatlığın kıvrımı oluştu. “… Halk içinde yaşayıp onlar gibi davranmaktan başka Göstermedi bana doğru dürüst yaşamanın yolunu. Aslında bu yüzden adım da böyle damga yedi; 23


Ezgi Bağcı

Neyle uğraşırsam ona bulanmış buluyorum kendimi, Boyacının eli gibi, o belirliyor kişiliğimi1 İlk ama diğer hepsi gibi boşluğa okunan yine de ruhunu dolduran bir şiir…

1 William Shakespeare – Soneler 111. Sone 24


II Şehir yukarıdan bakıldığında çok küçük görünüyordu. Durduğu noktadan sadece şehir değil; insanlar, yaşam, hatta kendi ruhu… Küçücüktü. Hayat bir sele kapılmış da sürükleniyormuş gibi hissettiriyordu genç kadına. Tüm gücüyle karşı koyuyordu ve akıntıya karşı yüzüyordu; çünkü sağ kalmanın tek yolu buydu ama o, yeryüzünün derinlerinden gelen akıntı, öylesine güçlüydü ki, en sonunda yoruluyor ve egale ediliyordu. Sehpanın üzerinde duran çayını çoktan unutmuştu. Düşünceleri bundan oldukça uzaktaydı nihayetinde. Son sekiz ayın kendisi için ne anlam ifade ettiğini bulmaya çalışıyordu. Kaybolmuştu. Öyle bir kaybolmuştu ki; zifiri karanlık, kapısı olmayan bir odada çıkışı bulmaya çalışıyordu. Neden demeye gücü yoktu, neden derse tükenmekten korkuyordu. Başını soğuk cama dayadı. İçindeki ateş sönerdi belki, gözlerinin ardında sıralanıp da akamayan o yaşlar, bir yolunu bulup da gözlerinden ve yüreğinden düşerdi... Düşündükçe nefes alamıyordu, düşündükçe daha fazla, acı çeke çeke parçalanıyordu. El yordamıyla sandalyeyi buldu ve oturdu. Manzarası değişmiş, kışın gri bulutları görüşünü almıştı. Gök dahi onun ruhuna uyum sağlıyordu. Yine de… “Yine”sini hâlâ düşünebiliyor muydu? Derinlerde bir yerde, 25


Ezgi Bağcı

bulutların arkasında kalmış o güneşi, yeniden o mavi göğe kavuşturabilecek gücü var mıydı? Alnında hissettiği soğuk elle gözlerini kapattı. Dudaklarında ince bir gülümseme oluştu. “Yine ne düşünüyorsun sen böyle?” Abisinin yumuşak, kalın sesi ruhuna sızdı ve dertlerini süpürdü. İşte o anda, yalnızlığının o gri bulutları aralanıp, sıcak ışıklara yer açtı. Gözlerini açtığında Jack’in mavi gözleriyle karşılaştı. Neler geçmişti şu sekiz ayda? Alnındaki el omzuna inince uzanıp tuttu. Onun gücü, kendi gücüydü. Abisi olmasa yok olacağını, zorlukla tutunduğu o uçurumun kendi sonunu getireceğini biliyordu. “Akşam dışarı çıkacak mıyız?” Jack’in kaşlarından biri havalanmıştı. Konunun bir anda değiştiğini anlamıştı. Ama Melek’in abisinden yana en çok sevdiği şeylerden biri kibarlığıydı. O an gözlerindeki yalvarışı okuduğunu, sormasını istemediğini anladığını biliyordu. “Çıkarız, nereye gitmek istersin?” Bunu sorarken, Jack öne doğru eğilmiş, omuzlarını saran şık ceketi gerilmişti. Melek onu bu şekilde ciddi ama keyfi yerinde görüşünün üzerinden ne kadar süre geçtiğini hesaplayamadı. O görüntü ile gençliği öyle uzakta kalmıştı ki, ufku izleyen ve günbatımının hüznüne kapılan serçe çırpınıyordu yüreğinde. Öyle kırılmıştı ki kanadı, artık ufka uçamıyordu… “Şu geçenlerde gittiğimiz restoran vardı ya…” “Neden olmasın?” Fikir Jack’in de hoşuna gitmiş gibiydi, genç kadın sunduğu teklifin kabul edilmesine mutlu oldu. Jack’in son zamanlarda başında olan kalabalık, sıklıkla görüşmelerini engelliyor. Ağabeyi çoğu zaman malikâneye dönmek yerine, şehirde kalmayı tercih ediyordu. “Sen işlerini bitirirken, ben de Darcey’i arayayım. Haber vermezsek, bir ton azar yeriz.” Jack gülümseyince aynı şekilde karşılık verdi Melek. O, telefonu edip 26


Hançer-II

kuzenini akşam nereye gideceklerine dair ayrıntılı bir biçimde bilgilendirirken; Jack masasının üzerindeki son dosyaları toparlamıştı. Genç kadın kabanını giydikten sonra ağabeyinin koluna girdi. Her adımıyla ayağındaki yüksek ökçelerin sesi, katın zemininde yankılanıyordu. Gözleri on yıl geçse dahi değişmemiş olan duvarlarda ve dizaynda dolaştı. Küçüklüğünün oyun bahçesiydi burası. Anılar üşüşünce zihnine, dudaklarında ince bir tebessüm oluştu. Kahvelerine yerleşen ise o tebessümün özlemine denk hüzündü. Adlandıramayışı bunaydı hâlâ… Ne hissettiğini, hissedeceğini bilemeyen insan, düşüncelerini nasıl ayırırdı ki. Dursa, derin bir nefes alsa, beceremiyordu. Yürüse, izlemese, irdelemese, yaşasa sadece… Göğsüne oturan o sinsi ağırlık ruhunu tıkıyordu. Asansörün açılmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Otoparka ne zaman varmışlardı ki? Gözlerini şaşkınlığıyla kırpıştırırken, Jack’in yürüyüşüyle kendine geldi. Şaşkınlığından sıyrılarak ağabeyinin peşine düştü. Melek onun, her şeyin farkında olduğunu biliyordu ama bazen, sormamasından mutluydu. Sorsa ne anlatacaktı? Neyi, nasıl toparlayıp da kelimelerine vuracaktı? Arabaya binip kemerini bağladı… Bazen… İşte o “bazen”ler ile geçiriyordu anlarını… Bazen öyle kayboluyordu ki, kendisini toparlayacak zamanı zor yakalıyordu. Başını arabanın soğuk camına dayayıp dinlenmek istedi. “Beth…” Jack’in sesindeki tereddüde başını çevirdi. “Miras hakkında…” Bunu mu konuşmak istiyordu? Yine mi? Hâlbuki tereddüt etmemişti Melek… Ne imzayı atarken ne de ona ait olabilecek şeylerden vazgeçerken… “Daha ne kadar bu konuyu açacaksın? Şirket ve geri kalan mallar üzerinde hak istemiyorum Jack.” “Sadece malikâneyi kabul ettin, hâlbuki…” Hafifçe gülümsedi genç kadın. Fakat tebessümünün kenarında27


Ezgi Bağcı

ki ince kırışıklık yorgunluk taşıyordu. Başını öne eğdi. Omzuna ancak gelen saçları yüzünü kısmen kapatmıştı. “Bana ait olan sadece orası Jack… Orada anılarım var. Ve babamdan geriye kalanlar. Bu konuyu daha fazla zorlama lütfen.” Jack’in derin nefes alışını duydu. Ağabeyini bezdirmişti belki de, ama elinden bir şey gelmiyordu. Elizabeth değildi artık o… Üzerine kimlikler, acılar binmiş ve eskiyi yok etmişti… Sadece anılarından vazgeçemiyordu. “Hem bu kadar endişeleneme gerek yok. Mirası tamamen reddetmeme izin vermedin ki… Ömrümün sonuna kadar hiçbir sıkıntı çekmeden yaşayacağım.” Jack bir şey homurdanmıştı da Melek bunun ne olduğunu anlayamadı. “Pekâlâ, bu konuyu bir daha açmayacağım.” “Son beş aydır aynı şeyi söylüyorsun ve biz bu konuşmayı her seferinde yapıyoruz.” Ve Melek her seferinde yeniden düşünmeye başlıyordu. “Yapma Jack! Daha fazla acımasın içimiz…” Ama mümkün müydü ki fazla acımaması? Başını hafifçe kaldırıp kaygısız bulutlara baktı, ölümün senden bir şey götürmeden gitmesi, canını acıtmaması mümkün müydü?

Karanlığın çöktüğü bahçede, yalnızlık Melek’e eşlik eden tek şeydi. Jack kalması için ısrar etse de, eve dönmeyi tercih etmişti genç kadın. Yine de… Darcey de kendisiyle gelmiş olsaydı keşke… Derin bir nefes alarak omuzlarındaki yün şala iyice sarındı. Sessizlik çevresinde şeffaf bir kuşak gibi oynuyor, ruhuna dolanıyordu. Başını çevirip, hiç ışığın olmadığı pencerelere baktı. Onun dışında uyanık olan da yoktu zaten. Kirpikleri yanaklarına düştü hafifçe… Jack’in yanında kalma teklifini kabul etse miydi ki? Yarın sabah yine 28


Hançer-II

şehre gidecekti nasıl olsa… Dönmek istemiş olmasına rağmen, malikâneye gelip de şu koca boşlukla karşılaştığı zamanlar, korkuya hapsolmuş kararsızlık pençe misali yapışıyordu boğazına. İşte o anlarda nefes alamıyormuş gibi hissediyordu Melek. Tüm bu karmaşada Jack ve Darcey’nin varlığı dayanağıydı. Ve tabii sakinleştiriciler de öyleydi, her ne kadar nefret etse de… Ayakkabılarının toprağı ezişi gecenin ıssızlığında yankılandı. Yürüdüğü yolu aydınlatan lambalar, çimenlerin arasında kaybolmuştu. Gözlerini ileriye, koruluğun başladığı noktaya dikti. İçinde belli belirsiz bir dürtü onu sürüklüyordu. Yoldan ve ışıklardan uzaklaşınca telefonun aydınlatmasını açtı. Işığı önüne doğru tutarak, önünü aydınlattı. Yürüyüşü on dakikayı biraz aşkın, sürmüştü. Telefonu hafifçe kaldırarak ışığı doğrulttu ve siyaha gömülmüş, bulutların ardından arada yüzünü gösteren ayın gümüş yansımasıyla yer yer ışıldayan, suya baktı. Kışın ortasında ve gecenin derinliğinde dışarıdan gören birinin onu deli olarak yargılayacağına emindi. Gerçi delilikten kaç adım uzaktaydı ki… Şalını toprağın üzerine bıraktı ve kabanının uzun eteğinin altında kalmasına dikkat ederek oturdu. Yine de topraktan gelen soğuğu engellememişti bu. Hasta olmaya yemin etmiş olabilirdi, Esra burada olsa bir yarım saat söylenirdi herhâlde. Telefonun ışığını kapatarak kendisini karanlığın dostluğuna bıraktı. Bacaklarını kendisine doğru çekip sıkıca sardı ve çenesini dizinin üzerine yerleştirdi. Tören sona ermişken, genç kadın uyuşmuş vücuduyla dik durmaya çabalıyordu. Bu kadar mı kolaydı kaybetmek? Toprağın altında dinlenen cansız vücudun bir zamanlar babası olduğuna inanmak istemiyordu. Her şey geri gelmişken, yine her şeyi alınıyordu ondan… Daha ne kadar soyunabilirdi kadere karşı… Haykırıp reddetmesi mi gerekiyordu? Orada 29


Ezgi Bağcı

kapandığı yalnızlığıyla dikilirken, bir damla yaş sıyrıldı gözlerinden… Toprağı eşelemek istedi, olanı geri getirmek… Geri gelmeyeceğine inanmamak istedi ama sadece, uyuşukluğunda bakabildi. Üzerinden altı ay geçtiğine “inanmak” ve “alışmak”… Kelimelerde oyalanıyordu yine biliyordu. Ama öyle bir yaşıyordu ki, karmaşanın içinde düştüğü karmaşa, düşündüğü şeylere bile bir koyulukla damlıyordu. Daha fazla kalamazdı. Aynılıkları yaşamayı sürdürdükçe ve vazgeçmeyi istediği geçmişini yaşadıkça, parçalanmaya hazır ruhunu toparlayamayacaktı. Geçmişinin karmaşası… Elizabeth’in kaybedilmiş huzuru… Amaya’nın korkusu… Melek’in yalnızlığa kaçan, kadere vurgun kelimeleri… Onu o an buraya neyin getirdiğini biliyordu. Tüm bu arayışta, sürekli ertelediği, kararını vermişti. Türkiye’ye, Melek’e geri dönecekti.

“Ciddi değilsindir umarım.” Jack’in tepkisinin bundan farklı olacağını düşünmemişti Melek. Masanın ardında oturan abisinin gözlerinde beliren endişeye bir şey diyemezdi. Aradan geçen zaman ve yüreklerine yüklenen ayrılıklar başka hangi duyguyu getirirdi ki bakışlara… Fakat Melek… “Bu bana iyi gelecek Jack. Farkındasın…” Ellerini kucağında birleştirdi. Parmaklarını birbirine geçirdi ve tüm gerginliğini yok edecekmiş gibi sıktı. Lakin inançlı konuşmadıkça Jack ikna olmayacaktı. “Kendimde olmadığımın farkındasın. Bazen geliyor ki nefes alamıyormuşum gibi hissediyorum. O ilaçlar ise dünyadan uzak30


Hançer-II

laştırıyor beni onu da istemiyorum. Fakat nereye gitsem çıkmaza giriyorum. Kâbuslarımdan kurtulamıyorum. Ne bulmam gerekiyor bilmiyorum… Fakat… Cevap… Bir şeylere tutunmalıyım. Bir şeylere tutunmaya ihtiyacım var.” Jack, söylediklerine şaşırmış görünmüyordu. Şaşkın olmasa da gergindi, bedeninin duruşundan anlaşılabiliyordu. Tam bir şey söyleyecekmiş gibi öne eğilmişti ki, kapının çalışı onu böldü. Konuştuğunda, bakışlarını Melek’ten ayırmamıştı. “Gir!” Melek onun dikkatinden kaçmak için başını çevirdi. Adının Jane olduğunu bildiği sekreter ciddi adımlarıyla içeriye girmişti. Elindeki dosyaları Jack’in masasına bıraktıktan sonra dikleşti. “Bay MacKenzie, bir ziyaretçiniz var. Sizin beklediğinizi söyledi fakat randevunuz yok.” “Kimmiş o?” Fakat sorunun cevaplanmasına fırsat kalmadan hafif boğuk bir ses araya girdi. “Sana randevuya ihtiyaç olmadığını söyledim değil mi?” Genç bir kadın kapıda görünmüştü. Simsiyah saçları, dikkatli ve keskin bakan mavi gözleri vardı. Sivri yüzü ve siyah takımının sardığı kıvrımlı ama atletik görünen bedeni gözlerindeki keskinliğe uyum sağlıyordu. Siması bir yerden tanıdık geldi Melek’e fakat o an adlandıramadı. “Sen MacKenzie olmalısın… Ben Aloise Espi.” Melek benzerliğin nereden kaynaklandığını anlamışken, göğsünün tam ortasında bir şeylerin sıkıştığını hissetti. Uzaktı uzak olmasına ama orada seyir eden, genç kadın ne zaman unutmak istese kendini hatırlatan bir bağdı. Ruhunu açsa, derin bir nefes alsa rahatlayabilir miydi? Nasıl bir zehirdi ki bu, bir türlü atamıyordu yüreğinden, kâbuslardan daha beter hale getiriyordu genç kadını. 31


Ezgi Bağcı

“Alvino Espi tarafından, kendisini temsilen atandım.” Kadın konuşurken Melek’e bakmıştı. Dikkatli bakışların altında göğsünün sıkıştığını hissetti Melek. “Sorun yok Jane, çıkabilirsiniz.” Melek başını ağabeyine çevirdi. Zihninde büyüyen şaşkınlığı engelleyemedi. Sanki içindeki fırtına her insana yansımalı, onları da karıştırmalıydı. Lakin öyle olmayacağı belli değil miydi? Jack’in sakinliği, o an bulaşsaydı Melek’in ruhuna, temizleseydi kıyılarını… “Bay Espi bana bir temsilci atadığını haber vermişti fakat kim olduğunu söylememişti Bayan Espi, özrümüzü kabul edin.” “Alvino denen öküzün hatası…” Öküz sözcüğü gökten düşen taş olsa bu kadar şiddet yaratabilirdi. Melek ağzının açılmasını ve kadına uzaydan inen bir varlıkmış gibi bakmayı engelleyemedi. Ayakları üzerinde yaylanmış ve çanta tutmadığı elini yukarı sallamıştı. “Vakit kaybı yeter. Buraya gelmemi gerektiren şu projeye bir göz atalım. Neyi bu kadar uğraştırıyormuş öğrenmiş olurum.” “Pekâlâ… Beth, ben dönene kadar oyalanacak mısın?” Melek başını eğdi. Konuşmanın bir sona bağlanması gerekiyordu. Bu yüzden ağabeyi soru sormaktan çok bir ricada bulunmuştu. “Endişelenme, sabah konuştuğumuzda Darcey şirkete geleceğini söyledi. Yalnız kalmayacağım.” Onun sözünden sonra Jack başını sallamış ve Aloise denen kadınla birlikte dışarı çıkmıştı. Odanın kapısının kapanmasını izlerken, kadının son bakışının kendisinde olduğunu gördüğüne emindi Melek.

Karşısındakinin gözlerindeki hüzne bakarken, yüreğinin bir tarafının burulmasını engelleyemiyordu genç kadın. “Geri dönmeyecek değilim Darc…” 32


Hançer-II

“Biliyorum bunu, fakat üzülmemi engellemiyor. Emin misin Beth?” Başını salladı Melek. Emindi. Son zamanlarda hiç bu kadar kararlı olduğunu hatırlamıyordu. Duygularını bir şekilde rayına sokmalıydı ama o anda ve Amerika’da kaldıkça geçmişinden uzaklaşmayı başaramıyordu. “Eminim. Bir şeyler yapmak zorundayım.” Darcey kararlı bir ifadeyle dikleşince genç kadın geriye doğru çekildi. Gözlerini kırpıştırarak, şaşkınlık dolu bir ifadeyle kuzenine baktı. “Seni yalnız göndermeyeceğim. Ben de geliyorum.” Melek doğru duyup duymadığından emin olamadı. “Ciddi misin?” Darcey onun tepkisine alınmamış, tersine gülümsemişti. Gözlerindeki ışıltı rahatladığına dairdi. “Sen ne kadar ciddiysen ben de o kadar ciddiyim…” Melek ne diyeceğini şaşırdı. Şaşırmaması nasıl beklenirdi ki? “Ama, Darc… Burada bir hayatın var. Şirkette işlerin… Hem Rafael ne olacak?” “Türkiye’ye yaşamak için gelmeyeceğim elbette ama senin yanında olmak istiyorum. Jack işleri, bu süre içinde, ben olmasam da halledebilecektir. Rafael’e gelince, başının çaresine baksın…” “Aranızda bir sorun mu var?” “Elbette yok. Tersine çok mutluyum.” Melek içine düşen şüpheye engel olmadı. Kuzeninin yüzündeki gülümseme biraz zorlamaydı. Her nedense Darcey bir şeyler saklıyordu. Belki de anlatmak istemiyordu. Onu zorlayıp sıkmak istemedi. “Sorun yoksa gelmeni çok isterim. Yalnız yolculuk etmekten iyidir. Hem seni oradaki ailemle de tanıştırmış olurum.” Darcey itiraz edilmemesine sevinmiş gibiydi. Gülümsemesi büyüdü ve Melek’in sevdiği, çocukken hevesine ışıldayan gözlerindeki titremeyle baktı. “Onlardan bahsetsene.” 33


Ezgi Bağcı

Jack, kadınla birlikte masanın üzerine eğilmiş dosyaya bakıyorken, yan bakışıyla kadını inceledi. Çok güzel bir kadındı. Düz siyah saçlarını arkasında sıkıca, klasik bir topuzla toplamıştı. Siyah takımı ve tenini ortaya çıkartan dik yakalı beyaz gömleğiyle bir erkeğin ona karşı koymasını engelleyecek kadar çekiciydi. Ve Jack kendi bedeninin de bundan nasibini aldığını reddedemezdi. Kadın izlendiğini hissetmiş gibi bakışlarını kaldırdı. O an, pencereden gelen ışığın etkisiyle Jack bu gözlerin rengini daha net gördü. Durgun ve aydınlık bir günün etkisindeki masmavi bir göl gibi pürüzsüzdü. Etkilenmişti Jack fakat konuştuğunda ses tonunda bu etkiye dair bir iz yoktu. Ellerini önünde birleştirdi ve genç kadının gözlerine baktı doğrudan. “Evet, ne düşünüyorsunuz?” Kadın hemen cevap vermemişti. Buğulu bakışlarından düşündüğü anlaşılabiliyordu. Jack vereceği cevabın olumlu olmasını umuyordu. Fakat umduğu olmadı. “Saçmalık.” Sözle birlikte Jack’in kaşları çatılmış, bakışları gölgelenmişti. Kollarını göğsünde kavuşturarak arkasına yaslandı. Genç kadının yüzünde onun tepkisine eş bir gülümseme oluşmuştu. “Gerçekten bu projenin hayata geçebileceğine inanıyor musunuz? Tam bir hayalcilik örneği… Yönetim kurulunu bütçe ayırmaya ikna etmek için oldukça uğraşmanız gerekiyor.” Kadının ses tonundaki alay fark edilmeyecek gibi değildi. Jack gerildiğini kendisine itiraf edecek kadar dürüst bir adamdı. Parmakları gerginliğinde kasıldı. “Projeler hakkında sadece dosya üzerinden mi karar verirsiniz Bayan Espi? Özellikle taslak halindeyken… Temsil etmek için burada bulunduğunuzu sanıyordum. Bay Alvino Espi ciddi olmasa sizi buraya göndermezdi.” “O gerizekâlının herhangi bir hücresinde ciddiyet ol34


Hançer-II

duğuna inanıyor musunuz gerçekten?” Jack, bu kadınla Alvino arasında nasıl bir ilişki olduğunu daha da merak eder bir konuma yerleşti. “Ayrıca taslak olsa dahi anlaşılabilir. Her şeyi geçtim bu proje için şehir içinde bir araziyi nasıl bulacaksınız?” Dosyayı kapatıp ona doğru itti. “Araziyi satın aldım.” Jack ciddileşmişti. Açık bir gündeki kadar mavi gözleri genç kadının şaşkın tepkisini izledi. Bu kadar öfkelenmiş olmasa gülebilirdi. “Yani yönetim kurulunun onay vermemesi durumunda projeyi kendiniz gerçekleştireceksiniz?” Aloise’in ne sesinden ne de ifadesinden düşündüğü şeyi anlayabilmek mümkündü. Jack uğraşmadı da… Dosyayı kendisine çekti ve ayağa kalktı. “Görüşmeyi bitirdiğimizi düşünüyorum. İki gün sonraki yönetim kurulu toplantısında görüşmek üzere Bayan Espi.” Genç kadın arkasına yaslanmış ve alaycı bir bakış atmıştı. Öfkesine rağmen kadının etkileyiciliğini görmezden gelemeyecekti. “Görüşmeyi bitirdiğimizi düşünmüyordum fakat isteklerinize karşı çıkmayacağım. Akşam yemeğinde kaldığım otelin restoranında sizi bekliyor olacağım Bay MacKenzie. Bu konuyu daha derin tartışırız. Kişisel bilgilerimi sekreterinize bırakırım.” Ve Jack’in bir şey söylemesine fırsat bırakmadan toplantı salonundan çıktı. Genç adam olduğu yerde dikiliyor ve az önce kapanan kapıya bakmaya devam ediyordu. Kadını anlayabildiğini söyleyemezdi. Lakin bir şey vardı ki ilginç vakitlerin kendisini beklediğini hissedebiliyordu. Bu his onu hem ürpertiyor hem de çekiyordu. Ne var ki kabul etmeyeceği bu çekim genç adamı korkutuyordu.

Melek, Darcey’i uğurlamak amacıyla odadan çıkmıştı. Kuzenine, Jack’i beklemesi için, ısrar etmiş olsa da; 35


Ezgi Bağcı

Darcey son zamanlardaki aceleciliği ile yapması gereken şeyler olduğunu söyleyerek gitmişti. Genç kadın kuzeninin yoğunluğunu kıskandığını söyleyebilirdi. Düşünmemek açısından Melek’in de öyle bir koşuşturmaya ihtiyacı vardı. İç çekti. İç çekişine karnının gurultusu da eşlik etti. Saatlerdir bir şey yemediği düşünülürse acıkması şaşılacak bir durum değildi. Kafeteryaya inip bir şeyler atıştırsa iyi olacaktı. Jack’i beklemesi akşama kadar aç dolaşma riskini de getiriyordu. Toplantısı uzun sürecek gibiydi. Melek’in aklına, Aloise adındaki kadın düştü. Alvino ile nasıl bir bağı vardı acaba? Ve… Ve onu tanıyor muydu? Göğsüne yükselen o bilindik acıyı hissetti. İyileşmeliydi öyle mi? Zaman tedavisi olurdu yaraların? Bir şekilde kabuk bağlatır, hafifletirdi sızıları? Ama öyle olmuyordu işte. Ne kabuk bağlıyordu bu yara ne de sızısı hafifliyordu. Bir düşüncenin esintisi değse sanki öldürüyordu. İç çekse dökülür müydü sızıları; oysa yarayı, yüreğini toptan söküp atsa kurtulabilir miydi? İzi kalmaz mıydı o zaman da? O kalan iz de kayıpları hatırlatmaz mıydı? Cevabıymış gibi, gözlerini kaldırdığında o kadınla karşılaştı. Nasıl oluyordu bilmiyordu da, sanki içini görür gibi bakıyordu kadın Melek’e… Biliyordu Melek, tanıyordu “onu”… Kadın ağır adımlarıyla yaklaştı ve hemen önünde durdu. Kendisinden, giydiği topuklularla birlikte belki bir baş uzundu. “Merhaba Elizabeth MacKenzie.” Sesindeki tonlamaya ürperdi. Karanlık bir enerjisi vardı. Dalgalarıyla yayılıyor ve Melek’e uzaklaşma isteği veriyordu. Fakat olduğu yerde durmaya devam etti. Nedense karşısındakinin bir merhabadan daha fazla diyeceği olduğunu düşünmüştü. 36


Hançer-II

“Melek Deniz.” Kadın şaşırmış gibiydi. Melek de neden böyle dediğini bilmiyordu. İsmini değiştireli neredeyse üç ay olmuştu lakin bunu dile getirme ihtiyacı hissetmemişti hiç. “Efendim?” “İsmim Melek Deniz…” Elini uzattı, bir yandan kendi tuhaf davranışını adlandırmaya çalışıyordu içinden. “Tanıştığımıza memnun oldum.” Eli havada kalmadı. Karşısındaki şaşkınlığı bastırarak yanıt verdi. Aloise bu kadının gücünü ve Hançer’deki değişimi belki, şu an, ucundan da olsa anlayabiliyordu. “Aloise Espi. Ben sizi daha önceden biliyordum.” Sözlerin fazlası var gibiydi de konuşmaya devam etmemiş ve belki bir beş dakika öylece bakışmışlardı. Melek neden bir şey söylemiyordu bilmiyordu ama bu kadının o andaki karanlık mavilerindeki ışık diline mühür olmuştu. Sonra o mühür iki cümleyle kırıldı. “Sessizliğin devam etsin Melek Deniz. O, seni hoş görmüş ve özgür bırakmış olabilir ama ben seni öldürürüm.”

37


III Düşündüğüyle düşünmesi gereken şey arasında uçurum vardı. Belki korkması gerekiyordu lakin korku değildi zihninde turlayan. Ölüm bir korku olmaktan çok önce sıyrılmıştı onun için. Öylesine alıştırılmıştı ki birçok kez kurtuluş olduğunu düşünmüş ama kendi canını alabilecek kadar cesur olamamıştı. Şöyle bir düşündüğünde hayat da ölümden korkmasına izin vermemişti, kıyısında süründürerek birçok kez sınamıştı. Bundan dolayı düşünceleri çok farklı kulvardaydı, olmak istemediği fakat olmaktan bir türlü kurtulamadığı… Bu anlarda, bu kulvarda, onunla başlıyor ve onunla bitiyor gibiydi. Hatıralar bir bir düşüyor, boğazında koca bir düğüme dönüşüyordu. Bitmiş meyve suyundan olmayan bir yudum aldı dalgınca… Yemek için aldığı makarna dokunulmamış bir halde önünde duruyordu. Melek ise masaya görmeyen gözlerle bakıyordu. Bir heykelden farksız… Düşüncelerinde, yüreğine yazılan silinmesi imkânsız hatıralarda yüzüyordu. “Dans edelim mi? Dans etmek istiyorum.” Öylesine masum söylemişti ki bunu; kayan göz bebekleriyle birlikte iyice şaşkın bir görüntüye kavuşmuştu. Hançer onu incelerken düşünceleri bir gülümsemeye sahiplik ediyordu. Alışık olduğu 38


Hançer-II

bir şey değildi ama hoşuna gitmişti. Yumuşak bir dalga indi göğsüne doğru, yavaş ama okşayıcı. Hissettikleri yüzünde bir ifadeye bürünmezken yerinden doğruldu ve elini uzattı. Melek kocaman olan gülümsemesini saklayamadı, bu ele tutundu ve kendisini kaldırmasına izin verdi. İnce bedeni, iri bedene yaklaşmış ve artık tanıdıkları bir uyuma birleşmişti. Kolunu omzuna doladı. Olmayan bir müziğe ayak uydurmaya başladılar. Adama bakmadı genç kadın. Sadece tutundu ve bedenini onun yönlendirişine bıraktı. Kendisi mi uysaldı yoksa adam mı değişmişti bilmiyordu. Böylesine yakınken ve böylesine tam hissediyorken, bilmesi de gerekmiyordu zaten. En doğru hissettiği anda daha fazlasına ihtiyaç duyar mıydı ki insan? Biraz daha sokuldu adamın sıcaklığına. Usulca yaslandı ve başını dayadı. O bulanık zihinde ama yoğun duygularda öyle net hatırlıyordu ki Melek, ayrıntıları işlenmişti sanki tek tek… Alışmak mı? Ne ala… Alışamamıştı ki! Unutamazdı da geçmişine hakaret eder gibi… Bir gölgeye saklanıyor, yüreğine kümelenmiş bu ıssızlıklara alışmış gibi davranıyordu; kendine bile itiraf etmeye korkarak. Çünkü bir tarafı biliyordu, kendi ruhuna rol yapıyordu. Her gün ziyaret eden bu fırtınalarda, bir tetiklenme gibi, yeniden ve yeniden düşünüyordu Melek. Acıyı nasıl reddederdi aşka düşmüş bir yürek, peki aşkı nasıl reddederdi rol yapmaya muhtaç bir kadın? Evet, rol yapmaktı… Unutmak bir tabuyken genç kadın için, rol yapmak tek kozuydu. En acınası hâli, kızamıyordu. Kızmaya yeteneği yoktu. Önce ve sonra gibi ayırıyordu onu… “Hançer” gibi, öyle bir kesiyordu ki zamanını, o’ndaki gerçekleri öğrenene kadar sanki bir zamansızlığı yaşıyordu. 39


Ezgi Bağcı

Basit iki kelimeydi aslında bu kadar düşünceyi toparlayan. Yüreği kanıyordu. Çekilen sandalye ile düşüncelerinden sıyrıldı. Başını kaldırınca Jack’in dikkatli bakışlarıyla karşılaştı. Hafifçe gülümsedi Melek, onun kendisi için kaygılanmasını istemiyordu artık. “Nasıl geçti toplantın?” Jack onun bu haline pek inanmış görünmese de sohbete uyum sağladı. “Garipti. Kadın da garipti. Akşam sana bahsettiğim proje üzerine daha fazla konuşmamız için beni yemeğe davet etti. Daha doğrusu yemeğe gelmemi emretti.” Melek şaşkınlıkla abisine baktı. “Gerçekten mi?” Fakat kadınla girdiği o kısa diyalogdan sonra bile onun kendi istediklerinin yapılmasına alışık olduğunu kolaylıkla söyleyebilirdi. Ölümle tehdit ettiğinde buza tutmuş gözlerinde tek bir yansıma yoktu. Geri çekilmese bile Melek, o an bakışlarından bedenine ulaşan soğuğu hissetmişti. Aynı onun gözlerinde oynaşan buzlar gibi… Çoğu zaman sormuştu kendine ve yine soruyordu; kimdi onlar? “Akşam seninle olamayacağım Beth, sen ne yapacaksın, malikâneye mi döneceksin?” Melek bir an anlamayan bir ifadeyle ona baksa da sonra başını salladı. “Bilmiyorum. Belki dönmem…” Sesi kararsız bir fısıltı halindeydi.

Ona doğru gelen yumruktan sıyrıldı, rakibinin kolunu yakaladı ve tek bir hamleyle yere çökmesini sağladı. Tutuşundaki genç çocuk belli belirsiz inlemişti. Adam, kolunu bıraktı ve ayağa kalkmasını söyledi. 40


Hançer-II

“Güçsüzsün.” Bu tek kelimenin çocuğu öfkelendirdiğini biliyordu. Zaman kaybetmeden ayağa kalkmış, saklamaya çalıştığı bir öfkeyle bakıyordu. Hata yapacaktı. Gözlerinde duygu olmadan geriledi ve harekete geçmesi için durdu. Çocuk onu fazla bekletmemiş ve saniye sonra atılmıştı. Saldırısını egale etti, bir itişle yere düşmesini sağladı. “Öfkelendin. Hata yapıyorsun.” Sonraki saati bundan farksız geçirdiler. Adam darbe almamış, çocuk her seferinde yeri boylamıştı. Bedeninden boşalan ter yorgunluğunun belirtisiydi. Kesik ve neredeyse bir inleme halindeki solukları acısını gösteriyordu. Dizinden destek alarak durdu, zorlukla doğruldu ve saldırı pozisyonuna geçti. Fakat adamın devam etmeye niyeti yoktu. “Bitti. Sonra devam ederiz. Söylenenleri yapmıyorsun. Körü körüne saldırıyordun.” Ötedeki koltuğa attığı havluyu alarak ensesini kuruladı. Çocuğa baktı. “Çalış,” dedi ve salondan çıktı. Koridorun sonundaki odaya yöneldi. Evin zemin katı tamamen antrenman salonuna ayrılmış ve ona uygun dizayn edilmişti. Üzerindekileri çıkarttıktan sonra duşakabinin buğulu kapısını çekip içine girdi. Sıcak suyu açtı ve soğutmak için de diğer vanayı çevirdi fakat istediğine ulaştığında su, ılık olmaktan çok soğuktu. Su, koyu saçlarından elmacık kemiklerine, keskin hatlı dudaklarına ve sert göğsüne damlıyordu. Adam sanki bir arınmaymış gibi başını geriye bıraktı. Var olan ve zihnini boğan düşünceler akıp gidecek misali… Elleri, onun iradesi olmadan bağlıydı yine, adım atamıyor kalın halatlar onu tutuyordu. Hedefine ulaşması, hedefinin yolundan geçmesine bağlıydı. Ve bu geçiş ölüm oyunuydu. Duşu kapattı ve havluya uzandı. Parmaklarıyla saçlarını geriye doğru attı. Yol onu korkutmuyordu. Korkuyu uzun zaman önce temizlemişlerdi 41


Ezgi Bağcı

benliğinden. Ölüm onun oyuncağı, hayatı da ölümün oyuncağı olmuştu hep.

1984 İspanya Çocuk suskundu. Ağlamaması söylenmişti. Ağlarsa aç kalırdı. Bundan dolayı ellerini kendisine söyledikleri gibi arkasında birleştirmiş ve ayaklarını omuzları hizasında açarak sabit bir duruşa geçmişti. Başı dikti. Gri ile yeşil arasında kararsızlık yaşayan bir renge sahip gözleri, karşısındaki ağacı izliyordu. Bacakları, yaklaşık bir saattir bu şekilde duruyor olmasından dolayı titriyordu. Durmalıydı. Büyük adam böyle söylemişti. Eğer düşerse yine aç kalacaktı. Dudaklarını birbirine bastırdı ve ağlamamaya çabaladı. Gözlerine biriken yaşları akıtmamak için o küçücük bedenindeki tüm gücü kullandı. Lakin tükenmişti. Uykusuzluk ve açlık zorlukla kurduğu o dengeyi bozdu. Kaybetti. Öfkeli homurdanmayı duydu. Neyin geleceğini biliyordu. Sırtının hassas bölgesine yediği tekmeyle acı bedenine yayıldı. İnlemek, ağlamak istedi ama ikisini de dudaklarının ardına hapsetti. Sesi çıkmamalıydı. Bu ona söylenmişti. “Kalk ve devam et.” Söyleneni yaptı ve acıyan bacakları ile eski duruşuna geçti. Bu sefer daha iyi yapacaktı. Sonraki bir saati o duruşla, başarıyla geçirdi. Başarısına sevinmeye korktu. Sevinmesi yasaklanmıştı. Büyük adam bunun zaten yapması gereken bir şey olduğunu söylüyor, gülümsemesine izin vermiyordu. Eğer gülümsemek acı veren bir şeyse gülümsemeyecekti. “Buraya gel.” Kendisine söylendiğini anlamıştı. Büyük adam ancak ona seslendiğinde bu tonu kullanıyordu. Hızlı adımlarla ilerledi, iyice yorulan bacakları acı veriyordu. Büyük adam gölgesini üzerine düşürerek bir dev gibi yükseldi önünde. Çocuk başını iyice geriye atmış daha beş yaşında olmanın verdiği ürkeklikle gerilemek istemişti fakat omzunu sıkıca tutan parmaklar onun hareketini engellemişti. 42


Hançer-II

“Kıpırdama, orada duracaksın. Korkmak yasak.” Korkmanın tam anlamını bilmiyordu, soramadı da… Fakat kıpırdamaması gerekiyordu galiba, bir de kaçmaması… Parmaklar omzunun yumuşak etine bastırınca öne doğru kıvrıldı. Acısını hapsetti yine… “Sesini çıkarmamayı öğrendin ama kıpırdamayacaksın da… Acıdan ölsen bile kıpırdamayacaksın. Dik dur!” Söyleneni yaptı. Parmakların basıncı artmışken ürkek ışıltıların dolaştığı gözlerinde yaşlar birikerek doğruldu. Büyük adamın koyu renk gözlerine baktı. Büyük adam itince sendeleyerek geri çekildi minik adımlarıyla. Düşmedi, dik durdu. Söylendiği gibi… Büyük adam izlemiş ve memnun olduğunu belirtircesine başını sallamıştı. Her zaman belinde tuttuğu büyük siyah silahı aldı ve uzattı. Çocuğa bakıyordu. “Al.” Uzandı çocuk biraz merakla biraz korkarak… Ufak parmaklarıyla kavradı soğuk metali. Ağırdı ellerine. Daha o yaşta ruhuna da çok ağırdı ya, bilmiyordu çocuk, ama olacağı kişiye ilk adımıydı bu tutuş. Saçını kuruladığı havluyu kenara atarken kapı açıldı. Genç çocuk süklüm püklüm içeri girmişti. Yorulduğu anlaşılıyordu. Yüzüne bakmayıp gözlerini kaçırınca Hançer iç çekti. “Yenildiğin her seferinde omuzlarını düşüreceksen başta ölürsün. Büyüyeceksin.” Bu bir iltifattı. Damian bunu fark ettiğinde, şaşkınlığıyla gözleri büyümüştü. Ama Hançer ona bakmadı. Uzun adımlarıyla odadan çıktı ve merdivenlere yöneldi. Düşünceleri ömrü boyunca hiç olmadığı kadar karışıktı, ruhu da buna eşlik ediyordu. O, düz bir adamdı. Benliğinde soğukluktan ve karanlıktan başka bir anlam yoktu. Geçmişin prangalarından kurtulup da bir kimliğe sahip olduğunda bile bir anlam eklenmemişti üstüne. Fark başlıktaydı sadece, başkası için öldürmüyordu, masumları öldürmüyordu… Han43


Ezgi Bağcı

çer’i gölgelere saklayıp da Marco’ya büründüğünden beri, Hançer gibi olanlara götürüyordu ölümü… Basitti. Fakat bu karmaşa aklını bulandırıyordu. Dikkatini dağıtıyordu. Olmasını istediği şeyi ise adlandıramıyordu. Karmaşayı düşündüğünde; o kadının yüzü geliyordu önüne, kaplıyor, hatırlatıyordu. Kadın gülüyor, ağlıyor, çıplak ayaklarıyla ona geliyordu. Geçmişi düşünmek gereksizken, karmaşa geçmişe sürüklüyordu. Bir de göğsüne garip bir duygu iniyordu adamın, sanki nefesi kesiliyordu ve… Dikkati dağılıyordu. İzin vermek veya vermemek değildi bu, engellemek için bir çaba sarf etmemişti. Sadece anlam veremiyordu. Titreyen telefonu kaldırıp arayana baktı. Yazan ismi gördüğünde, düşündüğü şey gereksizlikti. Herhangi bir şey konuşmalarına gerek yoktu. “Aloise!” Karşıdan bir iç çekme sesi duydu, bunu ise kadının hafif boğuk ama sert sesi takip etti. “Alvino tek kelimeden ötesine geçtiğine dair bir şeyler söylemişti ama ona inanmak benim aptallığım. İsmimi ben de biliyorum.” Laf karıştırıyordu. Ancak hoşuna giden bir şeyler söyleyeceği zaman böyle oyalanırdı. “Ne söyleyeceksin Aloise?” Derin bir nefes aldığını duydu. “Onu gördüm.” Adamın kaşları çatıldı. Konuştuğunda, kelimelerinde olduğu gibi ses tonunda da soru vardı. “Kimi?” Bu soruyu öfkeli bir soluk izlemişti. Her ne ise genç kadın sinirlenmişti, Hançer ise bundan bihaberdi. “Bazı konularda saf mısın yoksa saf numarası mı yapıyorsun anlamıyorum. Fakat insanı delirtiyorsun.” Genç adam sessiz kaldı. Cevap vermeye değecek bir söz değildi. Aloise bunu hissetmişti; azıcık –ama azıcık toparlayarak 44


Hançer-II

konuşmaya devam etti. “Melek Deniz ismi sana herhangi bir şey hatırlatıyorsa… Ya da Elizabeth MacKenzie… Selamını söylemek isterdim ama o kadar sohbet edecek vakit bulamadım.” İçindeki karışıklık farklı bir boyuta taşındı. Nefesi tekledi de, adam bunu belli etmedi. Kaşları ise daha fazla çatılmıştı. “Evet hatırlıyorum.” Sözün bitimiyle aralarına derin bir sessizlik girmişti. Ve Aloise’in pes etmesine neden oldu. “Hay ben senin… Kapatıyorum. Seninle uğraşamayacağım.” Hattın kesildiğini bildiren sesle birlikte Hançer telefonu indirip ekranına baktı. Duygularını bastırmayı tercih etti. Çözemediği şeyleri ancak yaşayarak görürdü ve şu an bir işine yaramıyordu.

Darcey içindeki duyguların hepsini içeride yemek hazırlayan adama nasıl anlatacağına dair plan kuruyordu. Hangi cümleyle başlayabilirdi… Doğaçlama gidemezdi, bunda hiçbir zaman başarılı olmamıştı. Hem insan, konuşmalarda dahi bir plan yapmalıydı ki, başarıya ulaşabilsin. Derin bir nefes alarak arkasına yaslandı ve karşısındaki tabloya baktı. Koyu fırtınalı deniz manzarası ruh hâlini tamamlamak için oradaymış gibi göz kırpıyor, genç kadının daha da huzursuzlanmasına neden oluyordu. Neyi konuşacaktı? Rafael’in ona deli diyeceğinden emindi, belki ortada bir sebep bile yoktu. Ama Darcey’nin durduğu yerden sorun öylesine büyüktü ki genç kadın nefes alamıyordu. Her şey onu boğuyormuş gibi geliyordu. Son sekiz aydır mükemmel bir ilişki yaşıyorlardı, kaybettikleri yılların acısı çıkıyordu. Ne adam ne de kadın bir diğerinin yanından ayrılmaya gönüllüydü. 45


Ezgi Bağcı

Rafael acı günlerinin her dakikasında yanında olmuştu… O olmasa, Darcey amcasının ölümünü kaldırabilir miydi bilmiyordu. Çünkü tüm dünyası, zaten zayıf olan temelleriyle birlikte yıkılmıştı. Genç kadına kalan bir enkazdı. Ne Beth’i ne de Jack’i gözü görmüştü. Kendisini karanlığına gömmüş, acınası bir bataklığa sarmıştı. Rafael olmasa… Genç adam yüreğinde sürünen enkazı süpürmüş, Darcey’i sarıp sarmalamıştı. Tüm haykırışlarına susmuş, yaşlarını silmiş, kaçışlarını engellemişti. Belki de hayata döndürmekti yaptığı… Ama... Çağrıyı görmüştü. Onu geri çağırıyorlardı. Genç kadın biliyordu ki, gidecekti. Onun ruhuydu bu… Ve biliyordu ki karşı konulmazdı, aynı ruhu o da taşıyordu. Ağlamamalıydı, nefesini tuttu gözlerindeki yaşları geri itti. Daha doğrusu çabaladı. Göğsünün tam ortasına öyle bir ağırlık oturmuştu ki, bıraksa tüm varlığı silinecekti. Dayanamadı. Üzerine çöken rehavetle fırladı ve bir sonraki soluğunu mutfakta aldı. “Raph!” diye seslendi. Genç adam yaptığı işi bırakıp, kadının çok sevdiği koyu gözleriyle, ona bakmıştı. Bir cesaretti ya, iki kelime ağzından kolaylıkla, sadece bir saniyeyi doldurarak çıkmıştı ama ya içini sorsalar, kırıklarını nasıl anlatacaktı? “Ben gidiyorum.” Adam ona baktı. Aklından geçeni okumak ister gibi bir hali vardı. Nereye diye sormadı. Büyük ihtimalle gidişinin aslında bir kaçış olduğunu anlamıştı. Onun yerine “Neden?” diye sordu. “Çünkü gitmem gerekiyor.” Kolay yalan söyleyebilirdi. En sevdiğine dahi… Duygularını saklamak için eğitilmişti. En sevdiği tarafından… “Gitmeni gerektiren şeyin ne olduğunu anlatmak ister misin?” 46


Hançer-II

Genç kadın onun bu ara bulucu tavrından rahatsız olmuştu. Şu son sekiz ayda olduğu gibi, yine güneş gibiydi Raphael, yumuşacık ve hep sığınmak isteten. Çözmek ister gibi bakan… O böyle davrandığında, böyle baktığında kararından nasıl emin olabilirdi ki? “Şunu yapmayı kes.” “Neyi yapmayayım?” “Bana bu kadar iyi davranma! Eskisi gibi, ol! Uzak, soğuk…” “Darcey, sorun ne?” “Sorun, aslında hiçbir sorun olmaması. Sorun sensin. Bizim ilişkimiz bu kadar kusursuz olamaz! Her şey fazla mükemmel ve bu beni korkutuyor ve ben artık korku ve karamsarlık içinde yasamak istemiyorum.” Saçmalıyor muydu yoksa gerçekten hissettiklerini mi söylüyordu? Bilmiyordu! Darcey canı acıma pahasına bacağını sıktı. Raphael elini saçlarının arasından geçirirken, sakinleşmek istercesine derin bir nefes aldı.. Başını öne eğip kendine birkaç saniye zaman tanıdıktan sonra bakışlarını direkt olarak genç kadının gözlerinin içine sabitledi. “Darcey, gerçekten, sorunun ne olduğunu anlamıyorum. Bana neyi kötü ya da neyi yanlış yaptığımı söylemen gerekiyor.” Genç kadın sinirin vücudunda pare pare yükseldiğini hissetti. Öfkesini kontrol etmeye çabaladı ama ses tonunun bir fısıltıdan haykırışa dönüştüğünü fark etmedi. “Sürekli bunu yapıyorsun Raph. Beni anlamıyorsun ama yanımda olmaya çalışıyorsun. Beni anlamıyorsun ama beni teselli etmeye çalışıyorsun. Anlamıyorsun ama yanında tutmaya çalışıyorsun. Bak...” Mutfakta ileri geri dolanmaya başladı. “Bu beni boğuyor, görmüyor musun? Bana seçme şansı dahi tanımıyorsun. Hayatıma girdin, tutundun ve günün birinde çekip gideceksin ama ben buna hazır değilim. Hazır yol yakınken kendim uzaklaşmak istiyorum.” 47


Ezgi Bağcı

“Seni terk edeceğimi mi düşünüyorsun?” “Düşünmüyorum Raph, biliyorum.” “Durup dururken beni nasıl böyle bir şeyle suçlarsın?” “Durup dururken kimseyi bir şeyle suçlamıyorum. Raph, anlamıyor musun? Biz birbirimiz için doğru insanlar değiliz. Biz olamayız. Sen ve ben varız ama biz diye bir şey yok. Ben bunu görüyorum ama sen görmüyorsun. Canımı yakmayı kes lanet olsun! Geçmişte de olmamıştı, şimdi de olmuyor!” Son kısmı saçlarını yolarak çığlık çığlığa söylemişti. Raphael soğukkanlılığını o anda kaybetti. Birkaç adımda başını yere eğmiş saçlarını çeken kadının yanına varıp, sert bir şekilde omuzlarından kavradı. “Darcey, yüzüme bak.” Darcey ise genç adama bakmayı reddetti. Ne olduğunu anlayamazken bakıp da, daha derin bir çıkmaza sürüklenemezdi. Raphael bu kez omuzlarını acıtacak şekilde sıkıp sorusunu yineledi. “Darcey, yüzüme bakar mısın?” Genç kadından olumlu bir tepki alamayınca bu kez sarsmaya başladı. “Sana yüzüme bak dedim lanet olası!” Darcey, sonunda Raphael’in yüzüne baktığında adam, içinde biriktirdiklerini kadının suratına kusmaya başladı. Her kelime, kadının tenine çıkması mümkün olmayan bir iğne gibi battı. “Sen aramadın mı beni? Geldiğimde, reddetmeyen sen değil miydin? Ama asıl sorun ne biliyor musun? Asıl sorun sensin! Senin bencilliğin! Bütün dünya senin etrafında dönüyormuş ya da tüm evrenin yükü omuzlarına binmiş gibi davranman! Bıktım anlıyor musun? Sana verdiğim değeri görememenden bıktım. İlgimle yetinememenden bıktım. En çok neyden bıktım biliyor musun? Bana olan güvensizliğinden! Seni terk edeceğimi düşünüyorsun. Lanet olsun ben hayatımı senin üzerine 48


Hançer-II

kurmaya çalışıyorum!” Genç adam nefes nefese kalmıştı. Son gücünü kullanıyordu artık kadın, kendisini tutuyor, gözyaşlarına karşı amansız bir mücadele veriyordu. “Güvensizlik mi diyorsun? Sen yaratmadın mı bunu?” Kırgınlığı gördü. Ama söz ağızdan çıkmıştı ya, devam etti. Konuştu, zamanında içinde biriken camları savurarak can yakma pahasına konuştu. “Hayatımı mahvetmedin mi? Zorla emekli edilmeme neden olan sen değil misin? Üstelik yine terk eden sen değil misin?” “Hiçbir şey bilmiyorsun değil mi?” Genç adam fısıldamıştı ama Darcey duydu. Lakin Raphael sözünün devamında, kendi kendine sorduğu bu sorunun cevabını vermedi. “Geçmişten kurtulamayacaksın değil mi?” “Onu yaşayan bendim.” Sesi titremişti. Kadın, daha fazla o şekilde dururlarsa, nasıl davranacağını bilmiyordu. “Ben, ben, BEN! Her zaman kendi hislerini düşündün. Gitmek mi istiyorsun? Peki git. Nerede hata yaptığını anlamadan da geri gelme,” dedi ve genç kadını bırakıp evi terk etti. En sonunda, Darcey, teslim oldu. Gücü kalmamıştı. Bacakları boşalıp yere düşerken, yaşlar yanaklarında bir sicim misaliydi. Kırmıştı, kırılmıştı! Ama tam istediği noktaya gelmemiş miydi?

“Aloise’in tüm oklarını üzerime çevirmesine neden oldun!” Kapı bir anda açılmış ve Alvino bu suçlamayla, bir fırtına misali odaya dalmıştı. Hançer okuduğu kağıdı bıraktı ve arkasına yaslandı. Bakışlarında belli belirsiz bir merak vardı ama bu merakı söze dökmedi. Alvino da dökmesini bekler gibi değildi. Konuşmaya devam etti. “Senin saflığından şikayet ediyor. Başının ağrımasına neden olmuşsun. Elbise seçemiyormuş ve akşam yemeğe gidecekmiş.” İlerledi ve masaya dayandı. Kol49


Ezgi Bağcı

larını kavuşturdu. Yüzünde sadece ona ait olabilecek ve dışarıdan bakan herkesi onunla doğduğunu düşünmeye iten gülümsemesiyle, mavi gözlerini Hançer’e dikti. “Seni suçluyor ve tüm bunlarla benim başımı ağrıttı. Saflık konusunda haklı olabilir. Hissettiklerinde kafan karışık mı hâlâ? Ya da ne hissettiğini biliyor musun?” Alvino doğru noktaya parmak basmıştı. Hançer ise arkadaşının çok konuştuğunu düşünüyordu. Fakat bunu söyleme gereği duymadı. Alvino onun bu düşüncesini bilmesine rağmen aldırmıyordu. Yine de can sağlığı açısından daha farklı bir konuya geçti. “Kaptanı bulmaya gerçekten istekli misin?” Hançer gözlerini ona kaldırmakla yetindi. Konuştuğunda, gözlerindeki soğukluk sesine bulaşmıştı. “Ne düşündüğümü biliyorsun.” Alvino onun ciddi olup olmadığını gerçekten merak ediyordu. Bu adamın aklından geçeni tam olarak anladığı bir zaman olduğunu hatırlamıyordu ki herhâlde en fazla kıyısından yaklaşabilmişti. “Hayır, bilmiyorum. Neden oyalandığını da bilmiyorum. Açıklamıyorsun.” Küçük bir çocuk gibi davranmış olabilirdi. Fakat Tanrı aşkına en yakın arkadaşıyla konuşuyordu. “Açıklamaya gerek görmemiştim. Sonuca varmadım.” Öylesine kesin bir ses tonuyla söylemişti ki bunu, Alvino aksinin olabileceğini düşünmedi. İç de çekmedi. Bazen olanı kabullenmek gerekirdi. Elde etmeye çabaladığı sabırla, sözüne devam etmesini bekledi. “Nota ulaşmamız gerekiyor.” Sonra; Hançer, eve gittiği andan itibaren neler olduğunu anlattı. Kaptan, onu kendi oyununun içine çekiyordu ve eğlendiğini bu noktada bile saklama gereği duymuyordu. Ona göre notu bekleyeceklerdi, fakat Hançer durup gelmesini bekleyecek karaktere sahip değildi. 50


Hançer-II

“Peki nerede ve ne olduğu belirsiz bir kağıt parçasını nasıl bulacağız?” İşte o an Marco’nun yüzünde soğuk bir gülümseme oluşmuştu. Şah olamazdı belki ama piyon olmaya da niyeti yoktu. O günleri geçmişe gömmüştü. “Oyuna başladığı yerden devam edecektir.” Alvino onun düşünce tarzını sorgulamadı. Sadece olasılıkları üzerine tartıştı. Kaptanın düşüncesini ondan iyi bileceğine inanmıyordu, her ne kadar söz konusu adam tarafından büyütülmüş olsa da… Marco’nun aklından geçirdiği şeyde haklı olabileceğini biliyordu. “Aloise’i aramamı istemiyorsun umarım. Uzun bir süre kafa dinlemeyi düşünüyorum.” “Ben ararım. Senden yapmanı istediğim başka bir şey var.” Alvino kaşını kaldırdı. Onun, kendisinden bir şey isteyecek olması sık karşılaştığı bir şey değildi. Genelde emrederdi. Yani şaşkınlığı ve merakı tamamen, kelimelerin kullanılış tarzından kaynaklanıyordu. “Neymiş o?” “Eski mesleğine geri dönmeni…” Alvino kendisinden, dünyayı yok etmesi istense, bu kadar şaşırmayacağını itiraf edebilirdi.

51


IV Genç kadının içeri girişi gösterişliydi. Yani Jack’in düşüncesi bu yöndeydi. Zaten güzel bir kadındı fakat bu akşam cennetten inme bir görünüme kavuşmuştu. Muhteşemdi. Üzerine giydiği koyu mavi elbise bedeninin gerekli yerlerini sarıyordu. Siyah saçlarını serbest bırakmış ve her adımıyla dalgalanmasına izin vermişti. Onun düşünceleri içerisinde Aloise masaya varmış ve garsonun çektiği sandalyeye tüm zarafetiyle oturmuştu. Ciddiyetinin yanında alaycı parıltılar taşıyan mavi gözleriyle Jack’e baktı. Zor bir kadındı, bu kadınla hiçbir şey kolay olamazdı. Aloise öne doğru eğilmiş ve destek aldığı kollarına yaslanmıştı. “Pekâlâ, ne yiyoruz?” Jack genç kadına cevap vermedi, uzatılan menüyü aldı ve incelemek için başını eğdi. Çok fazla vakit kaybetmeden kararını vermişti. “Hanımefendi için Istakoz… Ben biftek istiyorum, az pişmiş olsun.” Garson menüyü almış ve öne doğru eğilmişti. Jack onun sorusunu yanıtlarken, Aloise’in kalkan kaşını ve hoşnutlukla bükülen dudaklarını görmedi. “İçecek olarak ne alırsınız?” “Bifteğin yanına hoş bir kırmızı şarap istiyorum. Hanımefendi için de beyaz şarap… Zevkinize güveniyorum. Şarapları yemekten on dakika önce getirin…” Garson bunun üzerine hoş bir şekilde gülümsemişti. 52


Hançer-II

Jack, garsonun uzaklaşmasıyla Aloise’e döndü. Onun dikkatli bakışlarından rahatsız olduğunu itiraf edebilirdi. “Proje hakkında fikrinizi değiştirdiniz mi?” “Hayır...” Net bir cevaptı. Ve cümlenin geri kalanı gelene kadar; Jack’in burada oturmasının nedenini sorgulamasına sebep olmuştu. “Fakat bu ikna edilmeyeceğim anlamına gelmiyor.” “Sizi ikna etmek zorunda değilim Bayan Espi. Sizin oyunuz olmadan da projeyi gerçekleştirebilirim.” “Ah yapabilme ihtimaliniz var. Ama yönetim kurulu üzerindeki etkimizi hafife almayın. Bizimle ters düşmenizi tavsiye etmem Bay MacKenzie,” dedi Aloise, uzandı ve masada duran tereyağından yumuşak ekmeğinin üzerine biraz sürdü. Jack havada asılı kalan tehdidin farkındaydı. Fakat kadının haklı olduğunu biliyordu. Hem ikna edeceğini söylese de emin olamıyordu. Yönetim kurulu başkanı seçilmiş olması, çoğunluk hisseye sahip olması durumu değiştirmiyordu. Yönetim kurulundaki hissedarların aleyhte oy kullanması kendi hisselerini aşıyordu ve bu, projenin uzun bir süre rafa kaldırılmasına neden olurdu. Evet projeyi kendisi de hayata geçirebilirdi fakat genç adam, “geçmişe inat” şirketin adı altında yapmayı istiyordu. “Sizi ikna etmek için ne yapmam gerekiyor?” Ne cevap alacağını bilmiyordu ama beklediği cevabın da bu olduğunu söyleyemezdi. “Bu projeyi sizin için bu kadar önemli ve…” Aloise’in vurgusu kelimelerinden taşıyordu. “…kişisel yapan ne?” dedi. Arkasına yaslanmıştı. Jack sorunun beklenmedik olmasına mı yoksa bunun sorulmasına mı sinirlendiğini bilmiyordu. Lakin bu tepkisini gösterme fırsatını bulamadı. Bir adet garson tarafından önlendi. “Şaraplarınız efendim.” Jack beyaz şarabı tadıp onayladıktan sonra, kendisine uzatılan kadehteki birkaç yudumluk şarabın açık bordo rengine baktı. Bu kadın hak53


Ezgi Bağcı

kında ne düşüneceğini bilmiyordu. Geçmişi hakkında soru sorulmasına izin vermezdi, zaten onu bilenler bu konuda soru sormaya yanaşmıyordu. Genç adam yaşanmışlıklarını bir tek Beth’e anlatmıştı. Şarabından bir yudum alırken genç kadını izledi. Onun kendisini etkilediğini inkâr etmeyecekti. Ama bundan ötesi olmayacaktı. Bu soruyu sorma hakkı dâhil… Konuştuğunda sesi soğuktu. “Kişisel nedenim sizi ilgilendirmiyor Bayan Espi, fakat önemini anlatacağım. Doğum sırasında ve hamilelik sürecinde birçok kadının ve bebeğin hayatı riske giriyor. Ölüm oranında son zamanlarda düşüş olsa bile hastalıklar konusunda çoğu zaman önlem alınamıyor. Projeyle birlikte kuracağımız bu hastane ve dernek tamamen hastalık ve ölüm riski taşıyan hamile kadınların, bebeklerin ve doğum sonrasında annelerle bebeklerin bakımına yönelik olacak.” Kadının daha da ciddileşmesi, gerçekten dinlediğini gösteriyordu. “Özellikle göçmenlerin ve yabancıların da her şekilde yararlanmasını sağlayacak bir proje, gerekirse ücretsiz bakıma kadar…” Jack konuşmasının sonunda sesindeki teklemeyi engelleyememişti. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, açtığında ise karşısındaki kadının mavi gözleriyle karşılaştı. O gözlerdeki ışıltı, söylediği sözlerin altındaki anlamı bildiğini belli ediyordu. Bildiği halde neden sormuştu? “Güzel bir proje olduğunu reddetmeyeceğim Bay MacKenzie… Fakat bu saçma ve ütopik olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yine de…” Şarabından bir yudum almıştı. Kadehi indirdiğinde sanki buruk bir tat almış gibi dudaklarını büzmüştü. “Sizi destekleyeceğim. Bakalım neler yapacağız?” Jack işte o anda nefes alabildiğini hissetti. Sonraki iki saati yemeklerini yiyerek ve proje üzerinde tartışarak geçirmişlerdi. Jack, genç kadının verdiği fikirlerin tam yerinde olduğunu kabul etmeliydi. “Yalnız büyük bir sorun olduğunun farkında mısın?” 54


Hançer-II

Ne zaman senli bir cümleye geçiş yaptıklarını bilmiyorlardı fakat şarapların ve saatlerdir yapılan sohbetin verdiği rahatlıkla ikisi de, bu geçişi çok önemsememişlerdi. Jack onun söylediği cümleye kaşlarını çattı. Aloise onun bu tepkisini yakalamış ve gülümsemişti. “Satın aldığın araziyi araştırttım. Birçok kişi o araziyi istiyormuş.” “Evet biliyorum.” “Peki, o kişilerden bazılarının uğraşmak istemeyeceğin insanlar olduğunun farkında mısın?” Genç adam başını eğdi, bunun farkındaydı fakat umursamıyordu. Aloise de bunu yakalamıştı. “Rakibini küçüksemeni tavsiye etmem. Sorunların nereden geleceğini bilemezsin. Bu arada Elizabeth MacKenzie kardeşin değil mi? Ağabeyimden çok ilginç şeyler duydum.” “Evet öyle. Ve ağabeyin?” “Alvino Espi… O herif gıcık olabilir ama kendisiyle ilgili konularda ancak etrafındaki birkaç kişiye güvenir. Bu proje dâhil…” Genç adama yorum yapma fırsatı bulamadan konuşmaya devam etti. “Kardeşinin yaşadığı şeyler kaldırılabilecek şeyler değil. Çok sarsılmış olmalı.” “Evet öyle.” “Seninle mi yaşıyor? Yalnız kalması pek de iyi olmaz.” Jack soruları garipsese de cevapladı. “Bazen benimle, bazen de şehir dışındaki malikânemizde.” Aloise bir kaşını genç adamın takıldığı bir zariflikle kaldırmıştı. Şarabından bir yudum aldı. “Adını değiştirdiğini söyledi. Beş yıl kaldığı ülkeye çok bağlı olmalı.” “Evet, öyle, hatta bir süreliğine geri dönmeyi düşünüyor.” Genç kadının buna verdiği tepki bir iç çekiş olmuştu. Kadehini masaya bıraktı ve öne doğru eğildi, ellerini kavuşturmuştu. “Kalkmak istiyorum. Yorucu bir akşam oldu. Daha bu sabah ülkeye ayak bastım...” Jack 55


Ezgi Bağcı

genç kadının talebiyle elini kaldırarak hesabı istedi. Bir beş dakika sonra otelin lobisine varmışlardı. Geniş alan fazla kalabalık değildi… Jack başını hafifçe çevirerek Aloise’e baktı. Fakat bakışı tam istediği gibi olmadı. Bölünmüştü. Hem de bir çift dudak tarafından. Öpüşe tam anlamıyla hazırlıksız yakalanmıştı. Genç kadının ince dudakları, kendi dudaklarında biraz oyalandıktan ve gerisinde şarap tadı bıraktıktan sonra çekilmişti. “Etkileyicisin MacKenzie. Birlikte çok zaman geçirecek olmamız güzel.” Ve dönerek uzaklaştı. Siyah saçları her adımında, hareketleniyordu. Jack bu gecenin tam olarak ne taşıdığından emin değildi. Genç kadın asansöre binip, kapanan kapılar ardında kaybolurken, genç adamın düşündüğü bu kadının etki alanından uzak duracağıydı fakat onun cesaretiyle bu, güç olacaktı. İçine düşen korku “geçmişine ihanet” idi… Camdan göğün uçsuz bucaksız manzarasına bakarken, düşünceleri çok derinlerdeydi. Yarım yamalak gidiyormuş gibi hissediyordu. Çok şeye kavuşacakmış, çok şeyi de geride bırakıyormuş gibi… Abisinin hüzünlü mavi gözleri misali… Vazgeçmenin kıyısında çok dolaşmıştı ama gitmenin cesaret mi yoksa korkaklık mı olduğuna karar veremeden uçağa binmişti. Aklına bir gece öncesi düştü. Mezarlığa veda etmeye gitmişti. Yüreğine takılmış kanca hâlâ geziniyordu nefesinde, akmaya hazır gözyaşları göz pınarlarına sıralanıyordu… Her ziyaretinden daha ağır olmuştu bu sefer. Terk ediyormuş gibi hissetmişti. Yan yana duran o iki mezar taşı, fazlasıyla kurtulmak istediği geçmişte, genç kadının en acı gerçekleriydi. Özür dilemişti, orada onlarla kalamayacak olduğu, sabrı buna yetmediği 56


Hançer-II

için… Kelimeler, ölülere anlam ifade eder miydi bilmiyordu ama içindeki suçluluğa derman olmasa da, özür dilemişti. Geçmiş, kafasında o kadar çok karışıyordu ki bazen toparlayamıyordu. En çok onların acıları vuruyordu. Acıyla yaşamalarına ve ölmelerine neden olmuştu ve bunu bilememişti. Başlangıç onun olmasa da, geri de dönememişti ki… Babasının yüzünde doğru düzgün anımsadığı son ifade Rane’in sebep olduğu acıydı. Yorgun gözleri, yanaklarından akan yaşlarıydı… Yeniden Elizabeth olurken, çakılmıştı o an aklına. Babasının hastanede geçirdiği üç ay kâbusa kaçan zamanlardı. Solgun bir görünümde, öyle hızlı geçmişti ki ne olduğunu idrak edememişti Melek… Sonrasında ise ölüm gelmişti. Ölümün acısı gidene değil de, geri de kalanların özlem esaretineydi. Kaç yaş dökülür, kaç ince ağıt yakılırdı? Yine de esaretten sıyrılmak mümkün olmazdı. Acı hafifler, yerini uyuşuk, akılca çözülemeyen bir alışkanlığa bırakırdı. Sulanan gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Zamanı değildi, hazır hiç değildi. Ağlamayacaktı. Derin bir nefes alarak bakışlarını gökyüzünün mavisinden çekti ve karşı koltukta uyuyan kuzenine baktı. Dün eve dönerken Darcey’den bir çağrı almıştı. Geri arayıp da telefon açıldığında büyük bir şok yaşamıştı. Darcey hıçkırarak ağlıyor ve bir şeyler söylüyordu. Hiçbir şey anlamamıştı Melek, “gidelim” kelimesi dışında… Nerede olduğunu birkaç kez sorduktan sonra şoföre Rafael’in evine götürmesini söylemişti. O dakikadan itibaren geçen yirmi dakika nefessiz olmuştu Melek için… Kuzenini merak ediyordu ve endişeleniyordu. Gel gör ki telaşı, kapıyı açan Darcey’i görünce şoka dönüşmüştü. Kuzeni kocaman bir valiz ve kolunun altında sıkıştırdığı paltosuyla gitmeye hazırdı. Gözleri şiş ve kıpkırmızı olmasa gayet olağan bir görüntü olabilirdi. 57


Ezgi Bağcı

Darcey onun konuşmasına fırsat vermeden, kapıyı çekmiş ve ilerlemişti. Gece boyunca tek kelime etmemiş sadece gitmek istediğini söylemişti. Melek ona karşı çıkamamıştı. Hiçbir şey anlatmasa da çok ciddi bir şeyin olduğu belliydi. Yolculuğu bir hafta önce yapıyorlardı. İstanbul’a gidişini kimseye söylememişti. Sürpriz olacaktı. Ama genç kadının merak ettiği şey, sekiz aya sığışan bin yıl gibi hissettiren bu olayların ardından, bu geri dönüşü yüreğinin nasıl karşılayacağıydı.

Esra için, nöbetin ardından geçirdiği bir gün cennet gibiydi. Hele haftada en az iki gün nöbet tutuyorken, o cenneti daha çok arıyordu. Yine de şu anda bunları düşünmemeye kararlıydı. Kendisine hazırladığı, mis kokulu ve muhteşem görünümlü menemenin tadını çıkaracaktı. Midesi bile isyan çığlıklarına başlamıştı. Sabahtan beri bir şey yemiyordu. Kredi kartının hesap özeti borcunun son günü olduğunu fark ettiğinde, hastaneden çıkmasıyla bankaya gidişi bir olmuştu. Tabii sabahın sekizinde bankanın açılması beklenemezdi. Sonra ayağındaki bir karış topuklularla kahvaltılık bir şeyler alabileceği bir fırın veya pastane aramıştı. Hatta bakkalların ekmek dolaplarındaki pörsümüş simide de razıydı ama onu bile bulamamıştı. En sonunda bankanın kenarında koyulmuş küçük banka çökmüş ve omuzları düşmüş bir halde beklemeye başlamıştı. Tüm bunlardan dolayı kokusu mutfağı dolduran menemen onun için başka bir cennetti. Ekmeğini güzelce bandı ve ağzına doğru götürdü, lakin lokmasına ulaşmasına izin verilmedi. Çalan kapının sinir bozucu zili tüm keyfini kaçırdı. Biraz söylenerek ve sık sık da iç çekerek kapıya ilerledi. Kimin geldiğine baktığında, mahallede şubesi bulunan kargoda çalışan genç çocuğu gördü. Kapıyı açarken, 58


Hançer-II

bu sefer ne olmuş olabileceğini düşünüyordu. Bu çocuk kendisine gelen kargo dışında saçma sapan sebeplerle kapısında bitiyordu. Esra onu kapı süsü diye kullanmaya başlayacaktı yakında, yapışmıştı resmen... “Günaydın Esra Hanım, evde olmanıza çok sevindim.” Kocaman gülümsemesiyle ve saf haliyle bakınca, genç kadın kıyamadı. Konuştuğunda sesini neşeli çıkarmaya çabaladı. “Günaydın Ekrem, ne oldu? Yine saksılarımdan birini kedi mi devirmiş?” “Hayır, Esra Hanım, size bir kargo geldi. Ama ben o kediyi de kolluyorum. Çiçeklerinizin harap olmasını istemem.” “Gerçekten mi?” “Tabii istemem Esra Hanım. Çiçekleriniz çok güzel.” Esra derin bir iç çekti. “Hayır, onu demiyorum Ekrem. Gerçekten kargo mu geldi?” Çocuk gülümsemesini hiç bozmadan onaylamış ve tuttuğu kutuyu genç kadına uzatmıştı. Esra kutuyu alıp, kâğıdı imzaladıktan sonra kapıyı kapatmak için uzandı ama durduruldu. “Çiçeklerinizi gözleyeceğim. Çöp tenekenizi de öyle… Biri sürekli apartmanınızın çöp tenekesini deviriyor.” “Sana güveniyorum Ekrem. Hadi iyi günler,” dedi ve bir şey söylemesine fırsat bırakmadan kapıyı kapattı. Elindeki kutuya bakarken içten içe heyecanlandı. İnternetten verdiği siparişler dışında ona kargo gelmezdi. Mutfağa ilerledi ve kutuyu masaya bıraktı. Kenarda eline geçen bıçakla bandı kestikten sonra ağzını açtı. Kutunun içinden şık bir başka kutu çıkmıştı. Üzeri ince ve ışıkta parlayan beyaz taşlarla şerit halinde işlenmiş kutu olağanüstü görünüyordu. Dikkatle aldı ve ince parmaklarıyla saten kurdeleyi açtı. Kurdele havada süzülerek yere düşerken, kutunun kapağını kaldırdı. Gördüğü şeyle ise gözleri fal taşı gibi açılmıştı. 59


Ezgi Bağcı

Hayatında böyle bir şeyi görmüş olduğunu söylerse yalancının dik alası olurdu. Hatta bunu alması için; ömür boyu çalışıp da, hiç harcamadan para biriktirmesi gerekirdi. Arkasındaki sandalyenin ucuna çöküp kaldı. Gözlerini, göz alıcı bir yeşilde parlayan taşlardan alamıyordu. Altın bir zincir kıvrılarak ilerliyor ve ortada küçük bir zümrütte birleşiyordu. Ve o zümrütten altın bir dalga gibi çıkan kolların her birinin ucunda gittikçe büyüyen zümrütlerle akıp giden bir görüntü oluşturuyordu. Dört taşla genişliyor, ardından yine daralarak tek bir taşta birleşiyordu. Böyle bir şeye görkemli demek hakaret olurdu. Titremesini engelleyemediği parmaklarıyla kutuyu kapattı ve dikkatle masanın üzerine koydu. Ortada müthiş bir yanlışlık vardı. Başka açıklaması olamazdı. Eğilip karton kutunun içine baktı. Bir kâğıt parçası, not, herhangi bir şey için… Lakin izini bile göremedi. Kutuyu bir de ters çevirip salladı ama bu da bir işe yaramadı. Kutunun içinden düşen toz zerreciklerinden başka bir şey değildi. Anlamsızdı. Kutuyu masaya atarcasına bıraktı ve pencereye ilerledi. Perdeyi hafifçe aralayıp dışarı baktı. Sokak olağan halinden çok da farklı değildi. Herhangi bir anormallik yoktu. İyi de, böyle bir hediyenin ya da her neyse, gelmesi anormalliğin tam kendisiydi. Yan gözle çöp tenekesini tekmeleriyle devirmeye çalışan Ekrem’i görünce iç çekti. Anlaşılan Ekrem’in kendi kendini gözlemesi gerekiyordu. Perdeyi bıraktıktan sonra başını çevirerek, masanın üzerinde oraya ait olmadığı belli olan kutuya baktı. Bu durumdan hiç hoşlanmamıştı, paranoyak mı davranıyordu bilmiyordu, sonuçta en az mücevher meraklısı kadının bile gördüğünde dibinin düşeceği gerdanlık, eski ahşap mutfak masasının üzerinde duruyordu. Nemden rengi azıcık solmuş, hatırası var diye atmaya kıyamadığı mutfak masasının… Telefonun çalışıyla herhangi bir mantık etrafında 60


Hançer-II

dönmeyen düşüncelerinden sıyrıldı. Arayanı gördüğünde rahatlamış bir nefes aldı. “Aramasan delirdiğimi düşünecektim. Bir rüyada falan olduğuma inanabilirdim.” “İyi misin?” “İyiyim, iyiyim… Gecenin körü değil mi orada? Uyuyor olman gerekmiyor mu?” Arkadaşının tatlı kıkırdamasını duyduğunda gülümsedi. “Pek sayılmaz… Sevim Teyze, kahvaltının ortasında uyursam beni affetmeyecektir.” Şok ancak bu kadar doğrudan inebilirdi. Kocaman gülümsedi. “Sana inanmıyorum. Yarım saate oradayım.” Melek’in cevap vermesine fırsat bırakmadan telefonu kapattı. Bir an telaşla ne yapacağını bilemeyerek etrafına bakındı. Evet, evet hazırlanmalıydı. Rahat pijamalarına veda edecek olmak umurunda değildi, Melek dönmüştü. Hızlı adımlarla kapıya ilerledi ama bir adet şık mücevher kutusu onu durdurdu. Bu garip şeyi yanında taşıyamazdı ama ortada bırakması da iyi olmazdı.

İki dostun sımsıkı birbirine sarılışı ortamda bulunanların gözlerinin dolmasına neden olmuştu. Gözlerinin dolduğunu inkâr etseler, pek inanan olmazdı. Melek, kollarını Esra’nın boynuna dolamış, başını omzuna koymuşken gözlerinden süzülen yaşları engelleyemiyordu. Açılmış bir musluk gibi akıyordu yaşlar. Burnunu çekerken anlaşılmaz sözler mırıldandı. Esra’nın bu sözleri çözecek gücü yoktu, çünkü kendi hâli de Melek’ten farklı değildi. Yarı uyuşmuş halleriyle geri çekildiler ve gözlerinde parlayan yıldızlarla birbirlerine baktılar. Melek arkadaşını görmeyeli, aylar değil de bir ömür geçtiğine yemin edebilirdi. Kahvaltı sofrasına çekip oturmasını sağladı. O andan güneşin batışına kadar geçen her dakika gırgır 61


Ezgi Bağcı

şamataydı. Hiçbiri başka bir şey düşünmedi, düşünmeye de uğraşmadı. Sohbetin sıcaklığından başka bir şeye de ihtiyaçları yoktu. Genç kadın özlemişti. Sevim Teyze’nin gülümseyen yüzünü, sıcak ve biraz hüzünlü bakışlarını; Ahmet Amca’nın tüm huysuzluğunu, laf atışlarını ve yumuşacık kalbini; Esra’nın saf neşesini… İkinci ailesiydi onlar. Yüreğindeki boşluğu doldurmuşlar ve Melek’e, onca acının içinde, hayatına devam etmesi için yeni bir nefes vermişlerdi. Kuzeni Darcey de ortama fazla uzak kalmamıştı. Sekiz ayda öğrendiği Türkçe’yle sohbetlerin çoğuna katılıyor, anlamadığı noktalarda da Melek’ten ve Esra’dan açıklamalarını istiyordu. Melek ilk defa tamamlandığını hissetti. Ruhundaki yaralar iyileşiyor, kabuk bağlıyor, acılar diniyordu sanki… Elizabeth kıvranmıyordu, Amaya saklanmıyordu… Orada yeniden yumuşuyordu. Uzun süre sonra mutlu anılar düştü aklına. Çocukluğu, gençliği, neşeleri… En sevdiği kokunun yeni yağan yağmurdan sonraki çam kokusu olduğunu hatırladı. Çünkü annesi ile verandada oturur ve taze bitki çayını içerler, annesinin yaptığı tiramisuyu yerlerdi. Annesi, yine kafasına göre masalları değiştirerek anlatır, onu kızdırırdı. Sonra kahkahalarla gülerlerdi. Yalnız kalmayı sevdiğini ama karanlıktan nefret ettiğini, bundan dolayı on beş yaşına kadar ışıksız yatamadığını da hatırladı. Karanlıkta kaldığında ya Jack ya da babası mutlaka onu bulurdu. Annesi yalnız resim yapmaya çalıştığı zamanlarda dadısını delirtirdi, çünkü annesinin yanında olmak isterdi. Onunla birlikte resim yapmak en sevdiği şeydi. Derin bir iç çekti ve hafifçe gülümsedi. Uzun zamandır ilk defa hissettiği şey huzurdu. Günün sonunda evin arkasındaki minik bahçeye bakan balkonda oturmuşlardı. Tüm gün geçirdikleri katıksız neşenin ve saçmalamanın ardından tatlı bir yorgunluk çökmüştü üzerlerine. Melek bir ucunun kendisinde 62


Hançer-II

olduğu polar battaniyeye biraz daha sarıldı. Başını Sevim Teyzesinin yumuşak omzuna yasladı. Ayaklarının ucundaki minik soba ve dışarısının soğuğunu az da olsa kesen balkon camlarının, onları ısıttığı pek söylenemezdi. Darcey ve Esra karşılarındaki salıncağa oturmuşlardı. Esra bacaklarını altında toplamış kahvesini yudumluyordu. Darcey ise, Sevim Teyzenin verdiği yün patikleri giymiş, ayaklarından biri ile salıncağı sallıyordu. İki kadın da sahiplendikleri battaniyelere gömülmüştü. “Tam kız gecesi oldu… Fakat… Neydi o… Soğuk,” dedi Darcey, yayım yamalak Türkçesiyle ve kurtarıcısına sarılır gibi battaniyesine daha fazla sarıldı. Esra takırdadığına inandığı dişlerinin arasından mırıldandı. “Soğuk az kalır güzelim. Buz gibi buz…” “Ne dayanıksız çıktınız. Susun bakayım. Her zaman bulamazsınız böyle geceyi… Bakın gökyüzündeki aya… Nasıl da parlıyor!” Melek gözlerini soğuk, gümüşi bir ışık yayan uyduya çevirdi. Ne kadar da narin duruyordu gökyüzünde… Sonra Sevim Teyze’nin yumuşak tınılı sesini işitti. Daha önce hiç duymadığı bir hikâye anlatmaya başlamıştı. “Ay ve Güneş en imkânsız aşklarmış zamanın başından beri… Kavuşamazlarmış birbirlerine, kavuşurlarsa yanarmış yaşam, yıkılırmış düzen. Güneş her günü sevdasını ışıyarak başlatmış; Ay ateşine sarınmış sevdiğinin, özlemini yüreğine şarkı yapmış… Ayın siyahı gümüşe çalmış ondan sonra ve geceyi hep aşkla aydınlatmış…” Esra, Darcey’nin yakalayamadığı yerleri fısıldayarak çeviriyordu. Sevim, üç kadının hâline gülümsedi. Üçünün yüreği de öyle gençti ve öyle deliydi. Yorgun da olsalar, gözleri parlıyordu. Kızının elini tuttu ve hafifçe sıktı. Ne kadar isteseler de Ahmet’le, çocukları olmamıştı. Bu, yaşlı kadının en büyük burukluğuydu. Ama 63


Ezgi Bağcı

Allah’ı onu yalnız bırakmamış, Melek’i göndermişti. “Yürekleri bir, özlemleri kırık hep birbirlerini görmeyi beklerlermiş… Ama anlatın bakalım Ay’ın hüznünü sizin gözlerinize yansıtan ne?” Üçünün de böyle bir soru beklemediği belliydi. Şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Melek kekeledi. Ne söyleyecekti ki? Anlatsa anıları parçalanır mıydı? Ya kendisi parçalanırsa? Düşününce bile nefesi kesiliyordu… Darcey tamamen kendi kabuğuna çekilmişti. Acısı çok tazeydi, nasıl dillendirecekti? Esra ise duymazlıktan geldi. Anlatacağı bir şeyin olmadığını düşünüyordu. Sevim Teyze aynı soruyu bir kez daha tekrarladığında, aynı cevabı verdi. “Nişanı attığımı biliyorsun Sevim Teyzem. O zamandan beri düşündüğüm biri yok…” “Peki, bakışlarına gölgeler düşüren, yüzüğü geri verdiğin adam mıydı?” “Yok, ne gölgesi Sevim Teyzem?! Öyle bir şey olsa neden bozayım nişanı?” “Beni mi kandıracaksın? Hem de sen! Hadi kızım kırk fırın ekmek yemen lazım bunun için.” “Valla yok bir şey… Cidden… Ay öyle bakma Sevim Teyzem, neden inanmıyorsun?”

“Bir çift güvercin havalansa Yanık yanık koksa karanfil Değil, unutulur şey değil Çaresiz geliyor aklıma…”2 Şiirin hikâyesi Hançer’e değildi. Fakat anılar gelince, dizeler de gelmişti. 2 Melih Cevdet Anday – Anı 64


Hançer-II

1986 Düşünmek yasaktı. Hissetmek yasaktı. Bilmek yasaktı. Kendisine söylenenin dışında bir şey yapamazdı. Küçük parmakları silahı kavramakta yetersiz olsa da, bu kavramlar uzun bir zaman önce benliğine yerleştirilmişti. Fazla uzak olmayan hedefi gözüyle hizaladı ve ateşledi. On atış hakkı vardı ve hiçbirini kaçıramazdı. Kaçırdığı kadar kırbaç cezasına çarptırılırdı. Dikkatini bir şeyin dağıtmasına izin vermeyerek odaklandı. Gözlerini hedeften ayırmadı. İki gün önce, hedefin çok yakınından geçen kurt köpeği yüzünden yedinci atışı kaçırmıştı. Odağını kaybettiği için geri kalan üç atışında da başarılı olamamıştı. Sırtındaki dört kırbacın acısını hâlâ hissedebiliyordu. Ama hiçbiri gözlerinin önünde işkence edilerek öldürülen köpek kadar etkilememişti çocuğu… Ağlamamıştı. Ağlamak yasaktı. Son atışın hedefi bulduğunu bilerek silahı indirdi. Kaptan yüzünde büyük duran gülümsemesiyle yanına gelmişti. Ağır parmaklarıyla üç defa sırtına vurdu. “Aferin. Sen bu işi başaracaksın. Bugünlük sana izin. Yemeğini yedikten ve dersini bitirdikten sonra istediğini yapabilirsin. Fakat bahçeye çıkmayacaksın.” Son sözünü kesin bir dille eklemişti. Başıyla onayladıktan sonra koşar adımlarla eve girdi. Büyük bir evdi. Yüksek tavanı ve mimarisi bu zamana ait olmayan bir his veriyordu. Mutfağa yöneldi. Aşçının yaptığı yemeğin kokusu koridora taşıyordu. Aşçı küçük çocuğu görünce gülümsemiş ama bu gülümsemeye karşılık alamamıştı. İçi sızladı. Bir anne olarak daha yedi yaşındaki bu çocuğun yaşadıklarını ve ona yaşatılanları düşündükçe canı yanıyordu. Ama karışamazdı. Karışırsa hem kendisinin hem de çocuklarının ölüm fermanını imzalamış olurdu. Yaratıcısının bu çocuğa kestiği kader buydu. Çocuk gözlerini kaldırınca, henüz bir katilin ışığının yerleşmediği fa-

65


Ezgi Bağcı

kat belli belirsiz bir soğukluğun kol gezindiği gri- yeşil gözlere baktı. “Bugün iki çeşit yemek yaptım çocuk ama sevdiğin çorbadan da yaptım. Hangisini istersin?” “Çorba.” Başka bir şey söylememişti. Genelde konuşması tek kelimelik olurdu. Gereken dışında bir şey söylediğinde yavruya vuruyorlardı. Aşçı kadın, küçük çocuk buraya geldiğinden önce, eski sahibinden beri bu malikânede çalışıyordu. Evin hanımını büyütmüş, onunla evlenen şimdiki sahibinin hâkimiyetini görmüştü. Çocuğu getirdikleri gün de buradaydı. Henüz üç yaşındaydı çocuk. İki yıl boyunca neredeyse hiç ilgilenilmemiş ve amansız bir dadının ellerine bırakılmıştı. Aşçı kadın, o deli dadı ona vurdukça ağlamıştı. Nasıl ağlamasındı, o el küçücük bedene indikçe sanki kendi canı acımıştı. Çocuk beş yaşına geldiğinde ise eğitimine başlamışlardı. Koca adamların bile zor kaldıracağı şartlarda yaşıyor ve büyümeye çalışıyordu yavru… Çorbayı önüne bıraktıktan sonra, “Sıcakken ye çocuk. Soğutma,” dedi. Ona nasıl sesleneceğini bilmediği için çocuk diyordu. Bir ismi yoktu. Koymamışlardı. Çocuk sıcak çorbayı sanki etkilenmiyormuş gibi kısa sürede içmiş ve yerinden kalkmıştı. Büyük adamların suskunluğunda hafif bir baş selamı vererek mutfaktan çıktı ve hüzünlü gözlerle bakan yaşlı kadını arkasında bıraktı. Yüksek ve geniş merdivenleri çıktı. Kütüphaneye girdi. Öğretmen onu masada oturmuş, dik bir duruş ve kavuşturduğu kollarıyla bekliyordu. Gecikmesinden sinilenmiş gibi kaşlarını çatmıştı. Masaya oturdu. İki saat boyunca çalıştılar. Beş aydır bu dersleri alıyordu ve okumayı tamamen sökmüştü. Aynı paragrafı defalarca tekrarlamıştı. Öğretmen her seferinde memnun olmadığını belirtiyor ve baştan okutuyordu. Kelimeleri doğru vurgularında okuyuncaya kadar devam ediyordu bu. Diksiyonla ilgili bir şey söylemişti ama çocuk kelimenin ne olduğunu bilmiyordu, o yüzden kendisine söyleneni 66


Hançer-II

yapmaya devam etti. Ders bitince, öğretmeni bir şey söylemeden gitmişti. Arkasına iyice yaslandı. Sandalyenin yüksekliğinden dolayı ayakları yere değmiyordu. Ne yapacağını düşündü. Sonra gözleri kitaplara takıldı. Tek seferde oturduğu yerden indi ve raflara ilerledi. Kaptan onu rahat bırakmıştı, uzun zamandır bakmaya çekindiği kitaplara bakabilirdi. Boyunun yetiştiği rafları dolaşmaya başladı. Bazılarını hecelese de, kitapların adlarını okuyabiliyordu. “So-ne…” Yazarın adına baktı fakat anlayamadı. İnce parmaklarıyla kitabı olduğu yerden çekti. Yıpranmıştı. Sayfalar sürekli okunduğunu gösterircesine incelmiş ve kıvrılmıştı. Birkaç sayfa geçtikten sonra okumaya başladı. İlkinde anlamadı ama anlayıncaya kadar, yıllarını da alsa, devam etti. “Soyu sürsün isteriz en güzel insanların Sürsün ki güzelliğin gülü hiç solmasın; Yok, olmak olsa da sonu, her olgunlaşanın, Ardından gelen körpe yavru anısını yaşatsın. Oysa sen bağlanmışsın kendi parlak gözlerine, Kendi ışığının alevini kendi yakıtınla besliyorsun, Kıtlık yaratıyorsun, hazırdaki bolluk yerine; Kendine düşmansın, o tatlı özüne hiç acımıyorsun. Yeryüzünde körpe süsüyken sen şimdi, Şatafatlı baharın biricik müjdecisiyken, Kendi goncana gömüyorsun olanca varlığını Ve, sevimli huysuz, neler harcıyorsun cimrilik ederken! Gel acı şu dünyaya; aç gözlülük eder de yoksa, Yersen dünyanın payını, bir başına gidersin mezara.”3

3 Shakespeare Soneler, 1. Sone 67


V Gecenin ıssızlığı diyecekti de, bundan çok bedenindeki yorgunluğa küfrediyordu. Bugünkü acil vakaları cılkını çıkarmakla yetinmemiş, genç kadında ne varsa alıp götürmüştü. Hâlbuki plan yapmışlardı. Melek ve eski hastane grubuyla Kadıköy’de buluşup güzel bir gece geçirecekti. Ama Esra’nın bırak Kadıköy’e gitmeyi kapıdan adım atacak hâli kalmamıştı. Hastanenin karşısındaki restoranda yemek yedikten sonra resmen iki saat süren yolculukla eve gelmişti. İstanbul trafiği insanı öldürürdü. Esra’da da farklı bir etki bırakmamıştı. Yatağına girip ömür boyu uyumak istiyordu. “Melek hayal kırıklığına uğramamıştır umarım,” dedi ve yatağın örtüsünü açtı. Serin çarşafların arasına süzülürken ürperdi. Kız taa Amerikalardan gelmişti, en yakın arkadaşı yorgunluğuna yeniliyordu. Onun yerinde olsa, Esra da bozulurdu. “Kusura bakma Melek.” Uyku üzerine tatlı bir ağırlıkla çöktü ama dünkü olay aklına gelince gözleri fal taşı gibi açıldı. Kargo! Onu tamamen unutmuştu. Unutmayı nasıl başarabilmişti. ‘Hey Allah’ım…’ diye aklına söylenerek yerinden kalktı ve kapının yanında bulunan şifonyere ilerledi. Güvende olsun diye ilk çekmeceye koymuş ve kilitlemişti. Tam koruma sayılmazdı ama olsun… Çekmeceyi 68


Hançer-II

açtı. Kutu oradaydı, mücevher de içinde… Gönül rahatlığıyla nefes aldı. Parmaklarının ucuyla kutuyu açtı. Taşlar loş ışıkta bile göz alırcasına parlıyordu. Güzeldi güzel olmasına ama genç kadının burnuna bela kokuları geliyordu. Belayı sevmezdi. Lambayı kapattı. Yatağına geri döndü. Zaten dün rahat bir uyku da çekememişti. Balkon sohbetinden sonra – ki sohbet, artık kemiklerine işlemeye başlayan soğuktan dolayı fazla uzun sürmemişti – yatmışlardı. Ama Esra’nın uyuması uzun sürmüştü. Sevim teyzeyi bu aşk muhabbetinden uzaklaştırmak için çok çabalamıştı da, kendi aklına yerleştiğinin farkına varmamıştı. En az bir saat o maymunu düşünmüş, uykusunda da onunla uğraşmıştı. Yokluğunda bile her taşın altından çıkıp genç kadını delirtmeyi başarıyordu. İsyan etmek istiyordu da, karşısına geçip tüm çilesini çekecek biri yoktu ki… Melek’e dert yansa, güzel arkadaşı teselli etmeye girişip, daha cesaretli olup da o maymunla konuşmasını söylerdi. Niye konuşacaktı ki? Âşık değildi bir kere! Sadece bir takıntıydı, uçup gidecekti, fazla uzun sürmüştü o kadar… Başını yastığa gömüp, içindeki çığlığı bastırdı. Biraz uyusa iyi olacaktı. Yoksa düşündükçe delirecekti.

Maskesini yüzüne geçirdi. Bunu yaptığına inanamıyordu. Tekrar buna bulaşmayacağına dair kendine söz vermemiş miydi? Hançer’in ricası! Rica değildi bu, arkadaşı yine bir şeyler karıştırıyordu. Bunun kokusu elbet ortaya çıkacaktı fakat Alvino, o zamanın gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Işığın kapandığını görünce harekete geçti. Marco’nun verdiği bilgiye göre evde yalnız bir kadın yaşıyordu. Böyle bir yerde yaşayan kadında o gerdanlığın ne işi vardı ki? 69


Ezgi Bağcı

Çok sorgulamamaya karar verdi. İki saat önce bozduğu kameralara bir bakış attıktan sonra duvardan atladı ve sessiz adımlarla pencerenin önüne vardı. Ne güvenliksiz bir evdi! Parmaklık dahi yoktu. Gerçi olsa da genç adam için fark etmezdi. Eve gündüz girmeyi planlamıştı ama evi gözleyen genç çocuğu gördüğünde vazgeçmişti. Anlaşılan evde yaşayan kadının bir sapığı vardı. Sokaktan ayrılmış ve yarım saat önce geri dönmüştü. Kadının girişini görmüştü ama uzakta olduğundan ve sokağın karanlığından tam seçememişti. Bir ara kızıl bir yansıma gördüğüne yemin edebilirdi ama bu bir göz oyunuydu. Zaten uzağı görememeye başlamıştı. En iyisi bir doktora gitmekti. Çevik bir hareketle pencereyi tırmandı. El çabukluğuyla açtığı camı iterek içeri girdi. Arkasından gelen hafif ay ışığıyla eşyaların yeri az buçuk seçiliyordu. Dikkatle indi. Apartmanın ve dairenin planına ulaşmıştı. Yandaki odayı yatak odası olarak kullanıyor olmalıydı. Yanılmadı da… Dar ama az eşyayla döşenmiş bir odaydı. İnce perdelerden gecenin ışığı sızıyordu. Yataktaki tümseğe baktı. Kadın yorganı bir santimi bile görünmeyecek şekilde çekmiş, sıkıca sarınmıştı. Kadını bu kadar sarınacak şekilde yalnızlığa itenin ne olduğunu bir an merak etti. Güvenliğe fazla önem vermemesine rağmen yalnızdı. Peki, bu kadın öyle bir mücevheri nereye koymuş olabilirdi? Gözleri odayı dolaştıktan sonra dört çekmeceli şifonyerde durdu. En üstteki çekmecede kilit vardı. Yarım ağız gülümsedi. Çok kolay olmuştu. İki dakika sürmeyen uğraşla açtı. Kendisine verilen fotoğraftaki kutu oradaydı. Gözleri hayranlığıyla parladı. Yavaşça uzandı ve eline aldı. Bu kutunun içinde muhteşem bir şey vardı. Ama açmaya fırsat bulamadan iki şey oldu. Dikkatini, şifonyerin üstündeki resim çekti. Karanlık70


Hançer-II

ta belli belirsiz seçilse de onun kim olduğunu biliyordu. Büyük bir şok bedenini ele geçirdi. İkici şey ise daha beklenmedikti. Resmi görmesinin üzerinden iki saniye geçmemişti ki başının arkasında sert bir darbe hissetti. İnleyerek yere çökerken ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

“Gerçekten kim olduğumu soramaz mıydın?” “Bir hırsızın kimliğini sormamı mı bekliyorsun? Aklını toptan yitirdin sanırım!” Alvino tepesinde dikilen kadının, çok özlediği, yeşil gözlerine baktı. Durumu kavramaya uğraşmıyordu. Zaten, şokla sevinç arasında gidip gelirken, buna pek fırsat kalmıyordu. Beyninin oyunu olup olmadığını da bilmiyordu. Uzansa, dokunsa… Ona dokunmadan gerçekliğini nasıl bilecekti? Doğrulmaya çalıştı fakat başına saplanan ağrıyla geri düştü. “Hey! Kıpırdama. Başına aldığın darbe az uz bir şey değildi.” “Bir değişiklik yapabilirdin.” Esra, Alvino’nun iyi olup olmadığını anlamak için uzanmıştı ama bu sözle durdu. “Ne için?” “Benim için! Kim olduğumu sorabilirdin.” “Yok, darbe sana fazla ağır gelmiş.” Bir öfkeyle oturduğu komodinden kalktı ve mutfağa ilerledi. Gerizekâlı, maymun herif! Ne salakça konuşuyordu?! Raftan büyük bir bardak alıp su koydu. Açıkçası Esra çok korkmuştu. Hafif tıkırtıyı duyduğunda başını kaldırmış ve karaltıyı görmüştü. İlk eline geçen şeyi, Melek’in iki yıl önce doğum gününde verdiği bibloyu, kafasına geçirivermişti. Adam bayıldığında neredeyse sessiz bir çığlık atıp geri kaçmıştı. Sevdiği biblosu da parçalanmış halde yerde duruyordu. Tele71


Ezgi Bağcı

fonuna sarılmıştı. Karakol fazla uzak değildi ve bir on dakika içinde polisler varırdı. Fakat numaraları girip aramayı tuşlayacağı vakit aşırı tanıdık gelen, inleme sesini duymuştu. Meraktır ya maskeyi kaldırıp bakmıştı. Şimdi suyu içerideki adama götürürken, polise vermiş olsa en azından kafasının rahat olacağını düşünüyordu. Gerizekâlı! Gerizekâlı! Cidden çok korkmuştu. Maskenin altındaki yüzü gördükten sonra hissettiği şeylerle adamın başının arkasından parke zemine yayılan koyu kanı gördüğünde içine dolan korku birbirine girmişti. Esra o zaman aralığında aklının yerinde olmasına şükrediyordu. Anlaşılan acilde çalışıyor olmak, akıl koruma mekanizmasını da oluşturmuştu. Genç adamı zorlukla da olsa yatağına taşımıştı. Pansuman yaparken elleri titremişti. Anlayamıyordu. Bu adamın kendisine ne hissettirdiğini çözemiyordu. Aşk dedikleri bu olamazdı. Daha önce âşık olmamıştı ama bunca duygunun sıkıştığı şey aşk olarak adlandırılamazdı. Genç kadının, içindeki minik kız çocuğunun pembe rüyalarıydı aşk, uçurur, kondurur, mutluğu sonsuzluğa taşırdı. İşte ondan ismini koyamıyordu. Daha önce âşık olmamıştı ama bu da aşk değildi. Hafif doğrulmuş ve sırtını yatağın başına dayamış adamı gördüğünde daha da hırslandı. Hepsi onun yüzündendi. Aklını karıştırıyordu ve Esra’yı, genç kadının daha önce düşünmeye uğraşmadığı şeyleri düşünmeye itiyordu. Onun kendisine her zamanki muzip mavileriyle baktığını görünce bardağı, daha büyük bir hırsla uzattı. Suyun yarısı Alvino’nun üzerine dökülmüştü. “Şimdilik bununla idare edip, beni boğmayacağın fikrine kapılabilir miyim?” Esra cevap vermedi. Dişlerini sıkmakla yetindi. Bu adama laf yetiştirmenin mümkün olmadığını çok önce öğrenmişti. Suyu yudumlamasını izlerken bir kez daha orada, karşısında, hem de yatağında olduğu kafasına dank etti. 72


Hançer-II

“ALLAH AŞKINA SENİN BENİM EVİMDE, ODAMDA NE İŞİN VAR?!” Alvino suyun nefes borusuna kaçmasından son anda kurtulurken, bardağı yavaşça indirdi ve gözleri çakmak çakmak olmuş kadına baktı. “Bunun mantıklı bir açıklaması var.” “Ah! Evet! Olduğuna eminim. HIRSIZLIK YAPIYORDUN.” Alvino yüzünü buruşturdu. Esra’nın bağırmasına bir şey demiyordu. Haklıydı ve belli ki korkmuştu da… Fakat başına saplanan ağrı onunla aynı fikirde değildi. Esra da genç adamın halindeki değişikliğin farkına vardığından susmuştu. İçinde bulunduğu durumu anlamlandırmaya başlayıp da, genç adamın biraz toparlamasına zaman vardı. Ondan sonra genç kadın bağırmak için kendini tutmayacaktı. “Bu gece uyumak yok. Darbe fazla sert değildi ama sorun olmayacağından emin olmalıyız. Ağrın çok olursa hastaneye gideriz.” “Buna gerek olacağını sanmıyorum. Eh beni nasıl oyalayacaksın?” Esra ona yandan bakış attıktan sonra dolaba döndü ve yastıkla yorgan çıkarttı. “Kendin, oyalanmanın bir yolunu bulacaksın. Yarın erkenden işe gitmem gerekiyor, bir de seninle uğraşamam,” dedikten sonra odadan çıktı. Alvino gülümseyerek genç kadının arkasından baktı. Bu huysuzluğu ne kadar da özlemişti.

Esra yorgun gözlerle, ışıyan güne baktı. Elbette uyumamıştı. Geceyi, beş dakikada bir genç adamı kontrol ederek geçirmişti. Komodinin üzerinde duran kitabına baktı, onu dahi okuyamamıştı. Yavaşça yerinden kalktı ve salona ilerledi. Alvino, televizyonu açmış haberleri izliyordu. Salonda yatmakta 73


Ezgi Bağcı

ısrar etmiş, genç kadının odasında kalmayı kabul etmemişti. Televizyon bir anda kapandı ve iki genç, siyah ekrandan birbirine baktı. O an, Esra bugün işe giderse bir yerlerinden çatlayacağının farkına vardı. Telefonunu almak için odasına döndü. Arkadaşının numarasını tuşlarken, içinden kabul etmesi için dua ediyordu. Aslında bugün nöbetçiydi, fakat hastanedeki toplantı yüzünden erken gitmek durumundaydı. Şu anda ise tek umudu Işık’ın kabul etmesiydi. “Günaydın gün ışığım.” “Günaydın.” Karşıdan gelen ses uykuluydu. Anlaşılan Işık daha kalkmamıştı. Aslında bu normal bir durumdu. Saat 6’yı 5 geçiyordu. “Allah aşkına Esra, götünde kurtlar mı var? Bu saatte aranır mı? Yarım saat daha uyuyacaktım ben.” Ciddiyet timsali arkadaşının ağzını bozduğu duyulmamış şeydi. Anlaşılan çok sinirlenmişti. “Senden bir şey isteyecektim.” “İsteyeceğin şey hayati önem taşısa iyi olur!” “Benim için öyle.” Bunu söylerken salonun kapısına doğru bir bakış atmıştı. “Senden bugün toplantıda beni idare etmeni isteyecektim. Bir de nöbet değişimi!” “Haftaya cumartesi olan nöbetimi tutarsın. Sonradan o hayati önem taşıyan şeyi öğrenmek istiyorum. Şimdi kapat, uykuma geri döneceğim.” Esra telefon kapandıktan sonra salona ilerledi. Alvino yerinden kalkmış, kollarını göğsünde kavuşturmuş onu bekliyordu. Esra onun, yoğun mavilerindeki duyguları isimlendirmekten kaçındı. “Şimdi, burada, neler olduğunu eksiksiz anlatıyorsun.” Bunun üzerine karşısındakinin yüzünde kocaman bir gülümseme oluşmuştu. Daha önce fark etmediği bir gülümsemeydi. Sahi, bu adam daha önce ona hiç böyle gülmüş müydü? Alaycı maskesinden sıyrılmış gibiydi. Ondandır Esra da şaşaladı. Kızamazdı. Kaçamazdı. Bir 74


Hançer-II

adım atmak istedi ama cesareti galip gelemedi. Hafifçe yutkundu. Duyguları bir girdap misali birbirine dolandı. Hafifçe boğazını temizleyerek; “Şey… Evet! Ben bir kahve yapayım, öbür türlü kendime gelemeyeceğim. Sen de istiyor musun?” Evine hırsız gibi giren maymunu ağırlıyordu. Ya sabır çekse, gücü yoktu. “Hayır demem.” Alaycı sırıtması geri dönmüştü. Yok! Deminkini Esra hayal etmiş olmalıydı. İçinden söylenerek döndü ve mutfağına ilerledi. Mutfağını çok severdi. Küçük, sevimli, beyaz raflar, tezgâh ve fayansla döşenmiş; toz pembe tül perdelerle süslenmiş ve emektar masasının eşlik ettiği bir mutfaktı. Genç kadının yorgun günlerinin de dostuydu. Fakat Alvino o kapıdan içeri girdiğinde mutfak daha bir küçük görünmüştü. Bir tarafı boğulurken, dinlemeye yanaşmadığı tarafı eksik olan bir şeylerin tamamlandığını fısıldıyordu. İçinde kahvesinin hazır olduğu makinenin tuşuna bastıktan sonra öğütme sesi mutfağı doldurdu. Esra makinenin titremesini ve garip sesler çıkarmaya devam etmesini izlerken, göbeğini tezgâha yasladı, arkasını dönmeye niyeti yoktu. Ama genç adamın hareketlerini hissedebiliyordu, o hafif adımlarının sesini de duyabiliyordu. Ya şimdi yanına gelse, arkasındaki sıcaklığını hissetse… Bu düşünceyle öyle bir özlem doldu ki içine, bir an nefes alamadı. Fakat beklediği olmadı. Sandalye çekilme sesini duydu. Hissettiği hayal kırıklığı mıydı? Hayır, hayır… Kahvenin olduğunu haber veren sesle birlikte, koyu kahverengi sıvı hazneyi doldurdu ve o hoş kokusu ortamı doldurdu. İki kahveyle birlikte önüne döndüğünde; o alaycı mavilerin düşündüğü her şeyi biliyormuş gibi kendisini izlediğini gördü. Acaba kahveyi maymunun üstüne boca mı ediverseydi? Bardağı uzatmakla yetindi. Pencere kenarındaki sandalyeye oturup, kahvesinden bir yudum aldı. İlk başta aklını toparlaması gerekiyordu. “Seni dinliyorum.” 75


Ezgi Bağcı

“Ne konuda?” Yahu her konuda alaycı olmak zorunda mısın be adam! Beni sinir etmek için özellikle mi uğraşıyorsun? Ah! O bakışından anlayabiliyorum. Kesinlikle uğraşıyorsun. “Tabii ki, burada olman konusunda…” Parmaklarını birbirine doladı. “Evime hırsız gibi girdin, çekmecemi karıştırdın, şimdi de karşıma geçmiş yüzsüz gibi sırıtıyorsun. Gerçi bu genel hâlin ama… En azından açıklama yapmayı borçlusun.” Bir an sustu, sonra kendi kendine konuşur gibi devam etti. “Hayatımdaki en saçma anı yaşıyorum.” “Ben de çok mantıklı olduğumu söyleyemeyeceğim.” Esra gözlerini kısarak karşısındaki adama baktı. “Ondan şüphem yok. Neden buradasın?” Aniden gelen soruyla mı bilinmez, Alvino ciddileşmişti. Esra, bugün genç adamın iki farklı yüzünü gördüğünü düşündü. Alvino ona doğru eğilince, geriledi. Mavi gözler bu doğrulukta ve ciddilikte kendisine bakarken, farkında olmadan dikleşti. Bedeni gerilmişti, dudaklarının kenarında gergin çizgiler oluşmuştu. “O gerdanlığın sende ne işi var?” Soruyu tersine çevirmişti. Hem suçlu hem güçlüydü adam ama sorguluyordu. Hafifçe geriledi. “Bilmiyorum. Dün kargoyla geldi. Ne gönderene dair bir bilgi ne de not vardı. Kolinin içini de didik didik ettim. Suçlu olan sensin, beni sorgulamaya kalkıyorsun.” Elini sallayıp etkili bir öfke gösterisi sunacaktı ama fırsat bulamadı. Alvino hızla yerinden kalkmış ve mutfaktan çıkmıştı. Esra da içinden söylene söylene onu takip etti. Kavrama güdüsünü de arkasında bıraktı. Anlaşılan ihtiyacı olmayacaktı. Yatak odasına girdiğinde, adamın şifonyerin üstündeki kutuyu açtığını gördü. Ama asıl şaşkınlığa sürükleyecek şeyi hemen sonrasında yapmıştı. Gerdanlığı çöp parçasıymış gibi arkasına savurarak Esra’nın yüreğini ağzına getirdi. Genç kadın çığlığını 76


Hançer-II

dudaklarının ardına hapsederek, gerdanlığın yatağın üzerine düşüşünü izledi. Nefesini verdiğinde omuzları da düşmüştü. Bu adam deli miydi neydi? Hiç öyle atılır mıydı? Bir soluk döndü ama hayatının en garip anlarından birini yaşadı. Alvino gün ışığında şifonyerin üstündeki gece lambasını açmış, gerdanlığın kutusunu ona doğru tutuyordu. “Sonunda deli olduğunu kendi kendine kanıtladın.” Söylendi söylenmesine de, Alvino onu duymadı. Fısıldayarak konuşmakla ve Esra’ya göre oldukça mantıksız olan kelimeleri sıralamakla meşguldü. “Evet… Buldum işte… Gerizekâlı… Bir de ne yapmaya çalıştığını anlarsam…” “Sen bana gerizekâlı mı dedin?” Alvino başını kaldırarak genç kadına baktı. “Sana demedim. Öldürmek istediğim bir herife dedim,” dedi ve telefonunu çıkarttı. Telefonun sesi Esra’ya kadar ulaşırken, o karşısındaki adamın gergin yüz hatlarını izliyordu. Kaşlarını çatmıştı. Keskin hatları, ifadesiyle sertleşmişti. Her şeyi reddederdi de, bu adamın yakışıklı olduğunu reddedemezdi. Ve etkilendiğini… Belki de başka başka şeyleri… Adamın haykırışıyla yerinden zıpladı. Ödü kopmuştu. “SEN İYİCE KAFAYI YEDİN! NE YAPMAYA ÇALIŞIYORSUN?” Esra karşı tarafın ne söylediğini duyamadı. “…” “BUNUN NERESİ İYİLİK?!” “…” Bu sefer duymak için biraz yaklaşmıştı ama yine başaramamıştı. Fakat karşı taraftaki ne söylediyse, Alvino sakinleşmişti. Sakinliğin oynaştığı mavileri de Esra’ya dönmüştü. Esra onun bu hâlinin, hatta alaycı halinin daha iyi olduğunu düşündü. Sinirlendiğinde gözleri bulutlanmış, koyu bir renge çalmıştı. Mavileri açık bir deniz gibiyken, daha güzeldi. 77


Ezgi Bağcı

“Döndüğümde hesaplaşacağız. Bir daha benden habersiz davranma…” Alvino cümlesini kendi tamamlamıştı. Telefonu kulağından indirirken, bakışlarını genç kadından çekmedi. Her şeyin Marco’nun bir oyunu olması ironiydi. Bu adamın espri anlayışı da işte buydu. Kafasında olan şeyleri açıklığa kavuşturmadan geri dönmemesini söylemişti. Çünkü Alvino bu hâliyle, onun işine yaramıyordu. Madem böyle bir fırsat verilmişti, öyleyse genç adam da bunu değerlendirecekti. Telefonu, nereye düştüğüne aldırmadan fırlattı. “Ne savurgan bir herifsin, önce gerdanlık, sonra telefon. Deli misin ya! Çöpten mi-” Fakat kadının cümlesini tamamlamasına izin vermedi. Kendi açlığıyla birlikte dudaklarına ulaştı. Özlemişti. Tükenircesine özlemişti. Marco’nun tabiriyle akıl karmaşası, yüreğinin sesiyle delilik… Aşktı bu ve genç adam aşkının özlemine sarıldı. Narin kadını kollarının arasına hapsetti. Dudaklarının tadını yeniden aldı. Saçlarını okşadı, ezberleyerek bedenini dolaştı. Hasretiyle öptü. Esra bu saldırılar altında önce direndi de, adamın yüreğinin atışını hissettiğinde pes etti. Parmak uçlarında yükseldi ve kollarını boynuna doladı. Yüreklerinin aynı ritimdeki atışı, sarılmalarıyla âdeta bir oldu. Son nefeslerinde birbirlerinden ayrıldılar. Esra’nın bakışlarındaki karmaşa o kadar netti ki Alvino, dudaklarına hafif bir öpücük bıraktı. Sabah dağınıklığıyla omuzlarına dökülmüş kızıllarında parmaklarıyla dolaştı. Sonra kendisine çekip sarıldı. Esra ise bir girdaba kapılmış gibi hissediyordu ya hayırlısı… Başı dönüyordu. Düşünme yetisini bir yerlerde kaybetmişti. Yüreği her şeyi vermeye hazırdı da, Esra teslim olmaktan korkuyordu. O korkuyla adamı itti. “Bu saçmalık! Ne yaptığını sanıyorsun?!” “Kafamdaki soruları açıklığa kavuşturuyorum,” dedikten sonra dudaklarındaki her zamanki alaycı sırıt78


Hançer-II

mayla odadan çıktı. Islık çalıyordu ve nedense bu Esra’yı daha da çok sinirlendirdi. “Ne sorusuymuş o?” “Gerçekten senden uzak durmamı isteyip istemediğin…”

Melek etrafını büyük bir zevkle inceliyor ve Darcey’e gösteriyordu. Mutluydu. Mahallesine dönmüş olmak, tanıdık yüzleri görmek onu mutlu ediyordu. Neşesinin kuzenini de etkilediğinin farkındaydı. Bazı zamanlar abartıyordu belki ama Darcey’nin gözlerinin ardındaki üzüntünün az da olsa durulduğunu görünce rahatlıyordu. Darcey ne olduğunu anlatmaya yanaşmamıştı ama Rafael’le ilgili bir sorun olduğu anlaşılabiliyordu. Kuzenin gülümsemesi bile solgundu. Bugün Sevim teyzeyle vakit geçirmek istemişti aslında fakat Darcey’i de oyalamak istiyordu. Sabah Ahmet amcasını zorlayarak anahtarı almış, çiçekçi dükkânını açmıştı. Laf Darcey’e çiçeklerini göstermekti de, maksadı farklıydı. Ahmet amca öğlen geldiğinde ise boğaz manzaralı bir pastanede tatlı yemişlerdi. Darcey baklavanın ne olduğunu merak ettiğini söylemişti. Eh bir istekte bulunmuştu sonunda… Şimdi de eve dönüyorlardı. “Baklava yediğim en güzel tatlılardan birisi… Şerbetti değil mi? Çok güzel olmuş. Amerika’ya götüreceğim. Jack’in de bayılacağına eminim.” Melek yan gözle ona baktı. Sorsa olur muydu? Çekiniyordu. “Peki ya Rafael… Ona da götürecek misin?” Kuzenini daha önce hiç öyle görmediğini düşündü Melek… Büyük bir şoka girmiş gibi kalakalmıştı, yüzünün tüm rengi atmış, bembeyaz kesilmişti. Melek’e kaldırmıştı gözlerini ama görüyor gibi değildi. Üzerindeki mont 79


Ezgi Bağcı

ısınmasına yetmiyordu sanki, delicesine titriyordu. Gözlerindeki bakış yarası deşilmiş bir insana aitti. “Biz ayrıldık,” diye fısıldadı, itiraftan çok işkence çekermiş gibi çıkmıştı ağzından. “Benim yüzümden…” Onun ağlayamadığını seçebiliyordu Melek… Dokunsa parçalanacaktı sanki. Omuzları düşmüştü. Kirpikleri akamayan yaşlarla ışıldıyordu. Bir şey söylemeden, kuzeninin elini tuttu ve yakınlarında oldukları kafeye doğru çekti. Darcey’nin anlatmaya ihtiyacı vardı. Ve Melek’in de onu dinlemeye… En uç, gözlerden uzak köşeye oturduktan sonra siparişlerini verdiler. Melek bir an uzaklaşan garsonu izledi, sonra kuzenine döndü. “Darc… Anlat… Anlatmazsan parçalanacaksın sanki, anlat…” Karşısındaki genç kadın bir an itiraz edecek gibi bakmış, sonra derin bir nefes almıştı. Nereden başlayacağını bilemezmiş gibi etrafına bakındı bir an, sonra Melek’e odaklandı. Melek’in tahmin ettiğinden daha eskiye gitti konuşma, çocukluklarını, sevgilerini, yalnızlıkları, acıları, terk edilmeyi içine birikmiş irini akıta akıta anlattı. Daha önce hiç anlatmamıştı, belliydi. Gözlerini kapatışından, hangi kelimeyi kullanacağını şaşırmasından, titreyen yumruk yaptığı ellerinden… “Benim patlayışım senin gidişin oldu… O zamana kadar acı çekmemiştim belki de ama ondan sonra çekemediğim tüm acıları hissettim. Anneme, babama, hatta sana… Hepinize kızgındım. Jack gitmiş ve kızgınlığımı katlamıştı. Yengem ölünce, ona da kızdım. Terk edilmiştim… Kimi sevsem beni terk ediyordu. Ama asıl kendime kızgındım ya…” Güldü. Öyle acımasız bir gülüştü ki bu, ürperdi Melek. “Sizi kurtarmak için hiçbir şey yapmamıştım. Güçsüzlüğüme acizliğime kızdım.” “On altı yaşındaydın Darc…” “Fark eder miydi? Yine de güçsüzdüm. Ama bulduğum iş biraz olsun toparlamamı sağladı. Düşünmüyordum. Düşünmeye zamanım yoktu. Rafael patronumdu, 80


Hançer-II

ona âşık olmam hiç de uzun sürmedi. Fakat bu platonikti. Daha doğrusu uzun süre öyle olduğunu düşündüm. Ama yanılmıştım. Bir gün beni öyle bir öptü ki, dünyanın durduğunu sandım.” Tekrar gülümsedi. Bu sefer yumuşaktı, hatıraların etkisiyle sevgi doluydu. Melek de gülümsedi. O hissin ne olduğunu biliyordu. “Hayal dünyasındaydım. Uzun sürmedi. Bir anda parçalarına ayrıldı. Bir ortağım vardı. İş hakkında rakiplere bilgi sızdırıyordu. Ben de suçlandım. Beni aklayan kişi Rafael’di. Yine de fazlasını yapamamıştı. İşimden oldum. Yine de hiçbir şey bana bir şey kadar koymamıştı… Arkasına bakmadan gitmişti Beth… Bir şey yaşamamışız gibi… Nedenleri önemli değildi… Asıl yalnızlığı o zaman hissettim sanırım. Tamamen kopmuştum. Bir tek amcam vardı. Komik değil mi? Sen geri döndün, Jack geri döndü, Rafael de döndü. Mutluluk çok görülmüş gibi amcam öldü. Söyler misin? Nasıl bir günah işlemiştim de, mutluluğumu asla tam yaşayamıyordum? Sürekli bir ceza gibi acı çekiyorum. Sonrası ise… Bu sefer korktum. Rafael hiçbir şeyi sakınmadı, hatta o kadar mükemmeldi ki bu korkuttu beni. Mutlaka gidecekti ve beni kendisine alıştırıyordu. Bu sefer daha da fazla sevdim. O ilk başlardaki cesaretim giderek yok oldu. Zaten delirmiş gibiydim. Bir ay boyunca ne seni ne Jack’i görmüştüm hatırlarsan… Amcam öldükten sonra…” “Evet. Şehir dışına gideceğini söylemiştin.” Darcey derin bir nefes aldı. “Şehir dışı falan yoktu. Eve kapanmıştım. Bağırıyordum, ağlıyordum, haykırıp isyan ediyordum. Rafael her hâlimde yanımdaydı. Bir kez sesi yükselmedi biliyor musun? Her seferinde sarılıp, sakinleştirdi. Dedim ya, kendisine alıştırıyordu ama ben bu alışkanlığı kaldıramadım daha fazla. Terk edecekti. Nasıl katlanacaktım? En son, geldiğimiz gün, 81


Ezgi Bağcı

gideceğimi söyledim. Delirdi. Bağırdı. Sarstı. En sonunda gitmemi söyledi.” Melek onun bitirdiğini biliyordu fakat bir şey söyleyemedi. O kadar yoğun kızgınlık ve korkuda, boğuluyormuş gibi hissetmişti. Darcey’nin bu kadar yalnız kaldığını hiç fark etmemişti. Hatırladıktan sonra dahi görememişti doğru düzgün. Kuzeni onun şaşkınlığını yakalamış gibi gülümsedi. Kahvesinden bir yudum alırken, “Sakın kendini suçlamaya kalkma Beth. Bunlar benim duygularım. Sadece… O kadar parçalandım ki, nereden toparlamaya başlayacağımı bilmiyorum,” dedi. “Ne demem gerektiğini düşünüyordum.” Kaşlarını hafifçe çattı. Gerçekten öyleydi. Söylediği şeylerin havada kalmasından korkuyordu. “Esra olsa, çok düşündüğünü söylerdi.” “Bak bu konuda haklı olabilirsin.” Ardından konuyu kapattılar. Melek, Darcey’nin daha fazla konuşmak istemediğini hissetmişti. Onun her şeyi anlatmadığını biliyordu. Merak etse de üstüne gitmedi. Sonraki bir saati Melek’in İstanbul’daki hayatını, biraz da çocukluklarını konuşarak geçirmişlerdi. En sonunda, eve doğru yürürlerken, Darcey’nin iki gündür ilk defa gerçekten gülümseyebildiğini düşündü Melek. Gözlerindeki o yorgunluk az da olsa silinmişti sanki. Acaba Sevim teyzeyi arasa mıydı? Canı Türk kahvesi istemişti. Belki fal bakmaya ikna da ederdi. Darcey’e bu konudan bahsettiğinde, kuzeninin heyecanlanıp meraklandığını gördü. Gerçi Melek bunun kendisine bir azar olarak dönmesinden çekiniyordu ya… Düşünceleri bir anda önüne çıkan gençle bölündü. Şaşkınlıkla bir adım geriledi ve yüzüne doğru uzanan çiçeklere baktı. “Bunları sana gönderdiler abla…” Melek bir refleksle aldı. Kokusu burnunu doldurmuştu. Bazılarının boynu bükülmüş kır çiçeklerinin renkleri harikaydı. Yine de bu çiçekleri en sevdiği yer topraktı. Küçük bir hüzün yü82


Hançer-II

reğini sararken, çiçekleri veren gence baktı. Darcey ona kim olduğunu sormuştu. “Abla napcan benim kim olduğumu?!!” “Çiçekleri kim verdi?” “Valla bilmiyom. Tanımadığım bir adamdı. Yoldan geçerken durdurdu, verdi çiçeği… Aha bu ablayı gösterdi,” dedi Melek’i işaret ederek. “Para da tutuşturdu.” Çocuk son söylediğiyle gülümsemişti, hoşuna gittiği belliydi. “Darc, tamam.” Melek kuzeninin sakinleştiğinden emin olduktan sonra bir şeyler diyerek uzaklaşan çocuğa baktı. Çiçeğin nereden geldiğini bilmiyordu bile. Bundandır içine düşen tedirginliği de engelleyemedi. Bilinmeyenden gelen şeyler hayatını değiştirmişti hep. Tereddüdü makul görülmeliydi. Çiçeklerin arasına saklanmış nota uzandı. “Kendin hakkındaki tüm gerçeği bildiğine emin misin Maise MacKenzie… Seni geçmişine götüreni ve anneni takip et. K.” İki parmağının arasındaki not titredi. Fark etmedi ki elleri de titriyordu. Yanı başında Darcey’nin küfrettiğini duydu ama algılayamadı. Garip bir boşluk duygusu benliğini sardı. Saçma dedi. Bir döngü olamazdı. Bitmişti. Yeniden aynı döngüye başlayamazdı. Her şeyi biliyordu. Daha fazlası imkânsızdı.

Kapanan telefona baktı. Alvino’nun öfkesi geçmişti. Kafasını toplaması gerektiğini söylerken, yanlış bir şey söylememişti. Fakat gerdanlığı o kadının evine göndermesinin asıl sebepleri başkaydı. Söz konusu gerdanlık oldukça değerli olduğu gibi, taşların altına yerleştirilmiş iki çip, iki farklı müşterisinin istediği bilgileri taşıyordu. 83


Ezgi Bağcı

Bu iki şey, iki düşmanı birleştirmişti. İsmine rağmen, o iki mafya babası gerdanlığın peşini bırakmaya niyetli değildi. Hançer de dikkat çekmemek için; taşıyıcıya, gerdanlığı kadının evine bırakmasını söylemişti. Viskisinden bir yudum aldı. Acı tadı boğazında dolandı. Gerdanlık eline geçmeden sorun çıkmasını istemiyordu. Alvino bu sorunu engelleyebilirdi. Türkiye sınırlarından çıkmadan gerdanlığı almaya uğraşmazlardı. Umuyordu… Ve bir şey vardı ki, Hançer Alvino’nun öfkesiyle uğraşmak istemiyordu. Buna zamanı yoktu. Düşünceleri telefon sesiyle kesildi. Ekrana baktığında Enric yazısını gördü. “Evet.” “Not kıza ulaşmış.”

1988 İspanya Kenarda dikiliyor ve koşuşturan insanları izliyordu. Ona ihtiyaç yoktu. Zaten yanına yaklaşmazlardı. Tüm bu telaşın nedeni Kaptan’ın dönüyor olmasıydı. Bir gün önce herkesi ayağa kaldıran ve bu karmaşanın sebebi olan bir telgraf göndermişti. Hizmetlilerin fısıltıları ona ulaşmıştı. Kaptan misafirleriyle geliyordu ve özenli davranılmasını istemişti. O sırada yanından geçen adam hızıyla birlikte ona çarpınca birkaç adım sendeledi. Hemen ardından adam hışmıyla dönüp bağırmıştı. “Önüne baksana…” Fakat bağırışı çocuğun bakışlarında söndü. Bu ciddiyet o evde yaşayan çoğu adamın uzaklaşmasına yetiyordu. O da diğerlerinden farklı davranmadı. Çocuk ise insanların karıncalar gibi oradan oraya dolaşmasını izlemeye devam etti. “Çocuk.” Başını çevirdiğinde evin kâhyası olan yaşlıca adamla göz göze geldi. Kimsenin bakmadığı bir samimiyetle ona bakıyordu. “Öyle dikildikçe daha fazla yorulacaksın. Aşçı kadın yemeği hazırlamış. Kimse gelmeden yersen, dikkat çek84


Hançer-II

mezsin.” Bir an daha ona baktıktan sonra başını yeniden yola çevirdi. Beklenen araba giriş yoluna girmişken dikleşmişti. Araba yavaşladı ve evin merdivenlerinin biraz ötesinde durdu. Şoför hızla inmiş ve arabanın kapılarını açmıştı. İlk inen devasa bir adam olan Kaptan oldu, onu ise iki çocuk takip etti. Merdivenlerin tepesinde bir duvardan farksız olarak dikilen çocuk ise onları izliyordu. Kaptanın bakışları ilk kâhyayı gezmiş, sonra bu çocuğun üzerinde durmuştu. Eğilip yanındaki iki çocuğa bir şey söyledikten sonra ellerinden tutup merdivenleri çıkmaya koyuldu. Doğrudan kâhyaya yönelmişti. “Alvino ve Aloise, bundan sonra bizimle yaşayacaklar. Onları odalarına çıkar.” Kâhya kendisine söyleneni yapıp hızla uzaklaşırken, Kaptan kıpırtısız bir hâlde duygudan yoksun olarak dikilen çocuğa döndü. Bakışları onda değildi, ileride bir noktaya bakıyordu. Arkasına döndü. “Beni takip et…” Söylendiğinin yapılacağına dair bir tereddüt duymadı. Hızlı adımlarla holü geçti ve ilk katta olan çalışma odasına yöneldi. Kapının kapandığını duyduğu anda saldırdı. Yavaş hareket ediyordu. Çocuk tüm saldırılarından kurtularak masanın köşesine doğru gerilemişti. Gri bakışları sekiz yaşında oluşunu yalanlar gibi avını yakalamaya hazır bir kartal misali keskinleşmişti. Cebindeki üç ince bıçağı fırlattı fakat çocuk iki hamleyle üçünü de savurmuştu. Birisi masaya çarpıp yere düşmüşken, diğer ikisi yumuşak boyalı duvara gömülmüştü. Onun dikkat dağınıklığından yararlanarak hızla atıldı ve ensesini tutup yere devirdi. Başının zemine sert çarpışı güçlü bir ses çıkarmıştı. “Hâlâ dikkatin dağılıyor. Ölecek olsan bile dağılmasına izin verme.” Masanın etrafından dolaştı ve yerine oturdu. “Kalk.” Çocuk darbenin etkisiyle sersemlemişti. Başı yarılmış olmalıydı. Kanın sıcaklığını ensesinde hissediyordu. Sersemliğini geriye itmeye çabalayarak doğruldu ve hazır pozisyonda durdu. Bakışlarını camdan dışarıya çevirdi. Doğrudan bakması yasaktı. 85


Ezgi Bağcı

“Daha fazla çalışacaksın. Seninle ben ilgileneceğim. İstediğim gibi değilsin çocuk ama olacaksın. Şimdi çık dışarı…” Kararan gözlerinin etkisinde, bacaklarını sabit tutmaya çalıştı ve odadan çıkarak emri yerine getirdi. İkinci kata çıkmayı başarmıştı ama gücü tükendi. Kafasının arkasındaki zonklama artarken, karanlık tüm dünyasını sarmıştı.

“Onun nesi va?” “Bilmiyorum ama hiç de iyi görünmüyor. Bekle… Tüh, bu kan çok akıyor. Bebeğinin elbisesini versene…” “Ve-mem. Annem aldı onu bana.” “Ama çok kan akıyor. Hadi Aloise.” “Ve-mem… Annem aldı. Al bunu kullan.” Çocuk tepesindeki konuşmalardan sonra başının arkasında bastırılan bir şey hissetti. Acı tüm bedenine yayılmıştı. Ama refleksleri acıdan hızlıydı. Bastıran eli hızla itti ve bir metre kadar uzaklaştı. Ayakta dikiliyor ve kendisine şaşkınlıkla bakan iki kişiye bakıyordu. “Ooooooooo” İkisinden de aynı anda çıkan bu ses odada yankılandı. Oğlan olan olduğu yerde doğrulmuştu. Kendisinden küçüktü ama boyu uzundu. Zayıftı. Kısa siyah saçları ve heyecanla parlayan mavi gözleri vardı. Yanında, hâlâ oturan küçük kız ise onun minik versiyonu gibiydi. “Onu nasıl yaptın?” “Bii dahaaa yap.” “Aloise ısrar etme. O hasta.” Bunu söyleyen erkek çocuk, ona doğru bir adım atınca geri çekildi. Fakat çekilişi sarsıntılı oldu. Bacaklarında zorlukla bulduğu gücü kaybetti ve düştü. Bununla ayaktaki hemen koşmuş ve ayağa kalmasını sağlayarak bir sandalyeye oturtmuştu. “Oturmalısın. Nasıl düştün? Kanın çok akıyor. Seni odaya getirirken zorlandık ama kâhya yardım etti. Burada beklememizi ve kimseye bir şey söyleme86


Hançer-II

memizi söyledi.” Küçük kızın yanlarına geldiğini ikisi de fark etmemişti. “Kan hâlâ akıyor.” Tepki vermelerine fırsat kalmadı. Kâhya odaya girmişti. Hızla ilerledi ve oturan çocuğun arkasına geçti. Tedavinin acısı, yaranın acısından daha fazlaydı. Dişlerini sıktı. Kasılan çenesi dışında yüzü ifadesizdi. Kardeşlerden erkek olanı onun çok cesur olduğunu düşünüyordu. Bunu dile getirdi fakat cevap alamadı. Kâhya pansumanı bitirdiğinde doğrulmuştu. “Odana git istersen çocuk. Bugün seni görmeyi beklemeyecektir. Ben fark ettirmeden daha fazla yemek getireceğim.” Cümlesini tamamladıktan sonra odadan çıktı. Çocuk da onu takip etmek için ayağa kalmıştı fakat küçük bir tutuş yürümesini engelledi. Başını çevirdiğinde küçük kızın gözleriyle karşılaştı. “Bi dahaaa yap. Görmek istiyoyum.” Kaşlarını çattı. Neyi yapmasını istediğini anlamamıştı. Kolunu çekti ve odadan çıktı. Ağlayan kızı tamamen duymazdan geldi.

Böyle soru mu olur? Dalga mı geçiyorsun benimle? Benim ne istediğimi nerden bileceksin, maymun herif?! Mutfağa giren adamın arkasından hırsla ilerledi. Buzdolabını açtı ve küçük kaplara konulmuş kahvaltılıkları çıkartıp tezgâhın üzerine yığmaya başladı. Normalde reçel yemezdi ama Sevim teyzenin her sene yapıp verdiği reçelleri de çıkardı. Alvino’nun biraz şaşkın biraz da mutlu, kendisine baktığını fark etmedi. İki domatesi aldı ve yıkadıktan sonra tüm hıncını onlardan çıkartarak doğramaya başladı. “Onlardan intikam almana gerek yok.” O alaycı gülümsemesiyle kendisine baktığını görünce, Esra son sabır kırıntılarının da kendisini terk ettiğini hissetti. Elin87


Ezgi Bağcı

deki koca bıçağı Alvino’ya doğru sallıyor ve son gücüyle bağırıyordu. “SEN NE UTANMAZ HERİFSİN! MANYAK MAYMUN! NE OLDUĞUNU ANLAMIYORUM BİLE, BİR DE GEÇMİŞ KARŞIMA SIRITIYORSUN.” Bağırışlarının bir işe yaradığını görmek isterdi de, karşısındaki normal değildi. “Ver bıçağı da ben devam edeyim, yoksa geriye domates kalmayacak. Hem maymunlara da hakaret etme. İnsanlardan çok daha iyi ve akıllı yaratıklar onlar.” Genç kadının şaşkın bakışları arasında bıçağı alıp domatesleri doğramaya başladı. Esra idrak etmeye çalışsa da bir işe yarayacağına inanmıyordu. Geceden beri nevri dönmüştü, derin nefesler alarak sakinleşmeye çabaladı. Arkası dönük adamın geniş sırtını izledi. Yine karmakarışık olmuştu. Keşke birisi, ona nereden düşünmeye başlayacağını söyleseydi. Derin bir nefes aldı da, işe yaramadı. Bir nefes daha aldı. Sonra kontrolünden yoksun olduğu yaşlar gözlerinden düşmeye başladı. İç çekişleri de yaşlara eşlik ediyordu. Alvino, onun halini görünce elindeki bıçağı tezgâhın üstüne atıverdi. Esra’yı iki omzundan tuttu ve öne doğru eğilerek yüzüne baktı. Çilli yüzü ve uzun kirpikleri ıslaktı. “Hey! Ne oldu birden?” Esra bu soruya kaşlarını çattı. Bir adım geri çekilip kollarındaki tutuştan kurtuldu. Elinin tersiyle yaşlarını silerken, bu ağlamanın da nereden çıktığını düşünüyordu. “Sen oldun. Yine sistemimi bozdun ama bu böyle olmaz. Yok, kahvaltı falan! İlk önce neler olup bittiğini bana anlatacaksın!” Emir niteliğini taşıyan sözlerini savurduktan sonra arkasındaki sandalyeye oturdu. Alvino onun kızgın hâlini daha çok sevdiğini biz kez daha hatırladı. Kollarını kavuşturup da bir bacağını salladığı görüntüsüyle oldukça sevimli görünüyordu. 88


Hançer-II

“Sonunda böyle bir yeteneğimin olduğunu kabul ediyorsun. Kendimle gurur duyabilirim. Neyi anlatmamı istiyorsun?” “Eşekliğinle gurur duy sen! Neyi anlatacaksın maymun herif, elbette neden burada olduğunu… Gökten zembille inmediysen elbet bir nedenin vardır.” “Gökten zembille inmek?!” Esra, kafasını duvara vursa bir sonuç alıp alamayacağını ciddi olarak irdeliyordu. Belki bu kâbustan uyanırdı. “Hırsız benden açıklama bekliyor. Olaya bak!” “Şimdi! Hırsız demen biraz ağır oluyor.” “Ne oluyorsun peki? Gerdanlığı çalmaya gelmedin mi?” “Hayır, almaya geldim. Zaten bize ait olan bir şeyi çalamam değil mi? Ama senin burada yaşadığını bilsem kapıdan gelirdim.” Yok yok, ya saçlarını yolacak ya da karşısındaki bu adamı eşekler cennetine gönderecekti. Allah’ım, sen aklımı korumama yardım et! “Sana ait olan şeyin bende ne işi var? Yoksa gerdanlığı gönderen sen miydin?” Adamın yüzündeki sırıtma mümkünmüş gibi biraz daha büyümüştü. “Hayır, Marco göndermiş.” Aklı yolunu kaybetmişti, kurtaran olacak mıydı? Gözlerinin feri sönmüş halde Alvino’ya bakarken, soru soracak halinin kalmadığını hissediyordu. “Neden?” “Benim almam için! Ekstrası dikkat çekmeyeceği için… Şimdi domatesleri doğramama izin ver. Boş mideyle sohbet edilmez.” Esra ondan sonrasını, lahde hapsedilmiş bir mumya gibi izledi. Alvino kahvaltı sofrasını büyük bir yaratıcılıkla hazırlamıştı. Böyle sofra hazırlamasını nerden öğrenmişti acaba, başka kadınlara da hazırlamış mıydı? Genç kadının kaşları bu düşünceyle çatılırken, Alvino çayları bardaklara koyuyordu. 89


Ezgi Bağcı

“Türk âdetlerini iyi biliyorsun.” Genç adam elindeki bardakları masaya bırakırken, Esra’ya yandan bir bakış attı. “Türkçe’yi de öyle…” “Bir süre Türkiye’de yaşadım. Zevkli yıllardı. Türk kültürünü öğretmeye hevesli birçok kadın vardı,” dedi Alvino, bir yandan da göz kırpmıştı. Genç kadın yüzünü buruşturdu. Söylenenlerin gerçekliğinden emindi. “Sapık maymun!” “Neden sinirlendin? Kıskandın mı yoksa?” “Niye kıskanayım be! Hem de seni…” Söylenmeye devam ederken domateslerden birini ağzına atmıştı. Alvino’nun sırıtışı ince bir tebessüme dönüşmüştü. Gözleri karşısındakinin yumuşak hatlarında ve öfkeyle çatılmış kaşlarında dolaştı. Tüm hislerini dile getirirse onun kaçmasından korkuyordu. Korkusunu düşünmeye fırsat kalmadı. Camın kırılma sesiyle birlikte masayı öne doğru fırlattı. Esra yana yıkılmış ve devrilen masanın yarı yarıya altında kalmıştı. Kolunu sıyıran acıyı hissetti. “Orada kal.” Genç kadının onu takip eden, korku dolu gözlerini görmedi. Öne doğru eğilerek cama yaklaştı. Sokağı arşınlayan beş adamı gördü. “S**tir.” Bunun olacağını tahmin etmeliydi. Hançer ne zaman bir işi boş bırakmıştı ki! Yalnız onu bulduğunda öldürecekti. “Başka bir çıkış olduğunu söyle!” “N-ne?” “Çıkış çıkış… Yoksa evde kapana kısılmış olacağız.” “P-polis… P-polisi arayalım.” Esra ellerini titreyerek kaybolmuş telefonunu, kırık camların arasında aramaya çalışıyordu. Alvino hızla ilerleyerek onu kaldırdı ve koridora çıktı. Bağırışlar kulağına geliyordu. Birazdan evi basacaklardı ve kaçmaktan başka şansları yoktu. Ömür boyu onu takip ettiğini bildiği o büyük Espi şansının bu sefer de yanında olmasını umuyordu. “Polis gelesiye ölmüş oluruz. Apartmanda başka çıkış var mı?” Genç kadının bakışları korkudan donuklaş90


Hançer-II

mıştı fakat aklı az da olsa yerinde gibiydi. Alvino ismini söyleyince soruyu cevaplamıştı. “G-garaj var.” “Harika…” Esra’yı bir kolona doğru çekti. Orada beklemesini söyledikten sonra yatak odasına koştu. Telefonu ve gerdanlık fırlattığı yerlerde duruyordu. Bir silah sesi ve Esra’nın takip eden haykırışını duydu. “Kahretsin Hançer, bu sefer çocukluk arkadaşım olman seni kurtaramayacak.” Koridora koştu ve genç kadının bileğini kavrayarak evden çıktı. Çıktı da, apartmanın kapısının camının parçalanması da bir olmuştu. Esra’nın korku inlemeleri arasında zorlukla gösterdiği garaj kapısına doğru koştu. Zaman düşmanlarıyken kapıyı kapatmak lüks olurdu. Genç kadını arkasında sürükleyerek merdivenleri indi. İki arabanın arasında duran, gözüne kestirdiği motora doğru koşmaya başladı. Fakat silah sesleri onları hedeflerine varmadan önce yakaladı. Esra’yı öne doğru iterek arabanın korumasına sığındı. Motora ulaşamayacaklardı. “S**tir.” Esra, Alvino’nun cebinden çıkardığı garip şeylere bakarken titriyordu. Korkuyordu. Ömrü boyunca, üvey babasından dâhi herhâlde böylesine korkmamıştı. “Ne yapıyorsun?” Alvino onun söylediği büyük bir espriymiş gibi sırıtınca, genç kadın tüm gece süren bu kâbustan uyanmak için dua etmeye başladı. “İşte şimdi hırsızlık yapıyorum.”

91


VI Genç kadının hissettikleri bir dejavudan farklı değildi. Farklı mekân, farklı zaman ama aynı hisler… Bilinmezliğe doğru atılan bir adım ama aynı adamın peşinde… Sanki geri dönmüştü de aynı şeyleri yaşayacaktı. Tek fark, artık tam olarak kim olduğunun bilincindeydi. Onları küçük bir kafeye getiren adamın peşinde içeri girdi. Söylediğine göre adamın adı Enric’ti ve Marco tarafından gönderilmişti. Aldığı nefesler ciğerlerini söküp götürecekmiş gibi bir hisse neden oluyordu. Tüm bunların ardından gelecek olanları merak ediyordu. Fakat buna eşlik eden bir de korku vardı. Öyle bir korkuydu ki bu bedenine arsız bir ağ gibi dolanıyordu. Aynı şeyleri yaşamak mı? Belki hayır… Aynı şeyleri yaşamak deyimini kullanıyorsa birileri dünyada ve bunun için uygun birilerini arıyorlarsa, Melek talip bile olabilirdi. Onu görmek mi? Evet… En çok korkutan bu olabilir miydi? Bunun cevabı da bir öncekiyle aynıydı. Yüreği yeterince kanamamış gibi… Ondan korkuyordu, onu görecek olmaktan, kafenin içinde olmasından… Darcey’nin homurdanışını ha92


Hançer-II

tırladı. “Adam kaçırır gibi, ayağına çağırıyor. Mafya sanki…” Gülse mi bilemedi. Adamın gerçek kimliğinin ona yakın bir yerlerde dolaştığını kuzeni bilmiyordu. Her ne kadar araştırmış olsa bile, kim olduğunu çözememişti. O günü ve o günden beri geçen zamanı düşündü bir an. Kimseye söylememişti. Sanki hiçbir şey yaşamamış gibi, tüm hislerini yok etmeye çalışmıştı. Gömmek istemişti. Gömememiş ve her başarısızlık daha fazla acı getirmişti sanki… Alışmaya çalışmış, çabaladıkça daha fazla batmıştı. Şimdi, ona yaklaştıkça, tüm bunların yanında beslenen bir duygunun daha farkına varıyordu ve Melek, o duygunun ne olduğunu daha iyi görebiliyordu. Gizli kalmış bir öfke azmaya hazır alevler misali kıvranıyordu içinde. Kafenin geniş salonuna ulaşan dar bir holden geçtiler. Kalabalık yoktu. Enric denen adam, geldiklerini söyleyerek bir kolonun arkasında kalan masayı işaret etti. Genç kadının sırtından eliyle bastırarak yönlendirmiş, Melek’e adım atmaktan başka bir çare bırakmamıştı. Bir an yalnız gelmiş olma duygusuyla ürperdi. Darcey’nin ısrarlarını kabul etmediğine pişman olmak üzereydi ama bir tarafı bu yüzleşmede yalnız olması gerektiğini biliyordu. Bundan dolayı, evden kaçarcasına çıkmıştı. Darcey’nin bu kaçışı, uzun bir süre fark etmeyeceğini umuyordu. Kolon bakışından çekildiğinde onu gördü. Bastırmaya çalıştığı tüm duyguları bir fırtına misali yüklendi. Daha önce hiç olmadığı şekilde kabarıyordu ruhu… Bırakmıştı. Göndermiş, gitmesini söylemişti. Ama duyguları, bu düşünceleri dinlemiyordu. Karşısında ayağa kalkışını izlediği adama yöneliyordu. Ne beklemişti bilmiyordu. Lakin aynı kalması değildi beklediği. Değişmesini ummuştu. Nasıl bilmiyordu ama değişmeliydi. Acı çeker gibi görünmeliydi ya da özlemiş 93


Ezgi Bağcı

gibi… Tıpkı Melek gibi, o da karışmalıydı ve genç kadın bunu izlemeliydi. Yine uzaktı. Yine soğuktu. Yüzünde ifade yoktu. Ne zaman olmuştu ki… Genç kadın durmuş olduğunu fark etti. Durmuştu ve onu izliyordu. Duygularını görmezden gelmek isteyerek derin bir nefes aldı. Başarılı olamadığının bilincinde, ona doğru yürümeye başladı. Marco… Marco… Birkaç adımda masaya varmıştı. Genç kadının masaya varışıyla adam, yavaş bir hareketle gözlüğünü çıkartmıştı. Hançer… Uzanan eli izledi ve karşılık veren kendi elini… Daha önce bu kadar ayrıntıyı seçebilmiş miydi hiç? Mesela elinin bu kadar büyük olduğunu, teninin koyuluğunu… Ya da böylesine titremiş miydi? “Hoş geldin.” Başını eğerek hafif bir selam verirken gözlerine bakmadı. Sandalyesini çekerek oturdu. Onun oturuşuyla birlikte garson, alarm verilmiş gibi masanın dibinde bitmişti. Melek bu ani harekete şaşkınlıkla baktı. “Ne içersiniz?” Genç kadın aynı şaşkınlıkla elindeki çantayı masaya bıraktı. Gözleri bir an Marco’ya kaymıştı. Onun önünde de bir şey yoktu. Soru sormuş gibi, Marco onu cevapladı. “Seni bekledim.” “Ç-çay istiyorum.” “Siz beyefendi?” “Çay…” Garsonun uzaklaşmasını izledi. Her şeyi ayrıntısıyla izlediğinin farkındaydı da, bu isteğe karşı koyamıyordu. “İyi görünüyorsun.” Dişlerini sıktı. Sesi de değişmemişti. Hâlbuki genç kadın tüm dünyanın yok olduğunu, 94


Hançer-II

yeniden kurulduğunu düşünmüştü. Bilmeyi hak etmediği bir cevap vermeyecekti. Soru da sormamıştı gerçi. “Not için geldin. Kim bu notu gönderen ve seninle ne alakası var?” Masanın kenarına tutundu. Destek almazsa konuşamayacakmış gibi hissediyordu. “Benim geçmişimle ilgili bilmediğim bir şey yok. Her şeyi olmasa da, çoğu şeyi hatırlıyorum. Niye böyle bir not geldi? Kim gönderdi?” “Benim aradığım kişi…” Melek bu söz üzerine başını kaldırdı ve doğrudan gözlerine baktı. Yüreği öfke doldu. Konuştuğunda sesi kısıktı. “Anahtarla bağlantısı var değil mi? Bu kişiyi bulmak için anahtarın peşindeydin?” Melek kaşlarının çatıldığının farkında değildi fakat gözlerini dolduran acı oldukça fark edilebilirdi. “Evet?” “Annem… Annem vermişti. Annemle ne alakası var?” dedi. Hâlâ fısıldıyordu ama sesi tizleşmişti. “Kim o?” “Dimitri Karakis.” Marco ismi söylerken hafifçe eğilmiş, dirseklerinin üzerine yaslanmıştı. “Kaptan.” Bu ismi daha önce duymamıştı bile genç kadın. “Peki, benden ne istiyor?” “Bunu öğrenmek için benimle gelmelisin.”

Esra katil olabileceğini düşünüyordu. Üstelik son yarım saattir bu düşünce üzerinde oldukça yoğunlaşmıştı. Kimse genç kadını bundan dolayı suçlayamazdı. İçinde olduğu psikoloji buna elverişliydi. Korkuyordu. Kaçıyordu. Saklanıyordu. Saklanmaya zorlanıyordu. Ve çok sinirliydi. Korkarken nasıl mı sinirli olunurdu? Eğer bu maymunla yolculuk yapılıyorsa, en sabırlı insan bile çileden 95


Ezgi Bağcı

çıkabilirdi. Bu bir teori değil, gerçekti. Esra bizzat yaşıyordu. Alvino’yu öldürecekti ama biraz zamana da ihtiyaç duyuyordu. Mesela tedirginliğinin geçmesine... Evet! Bu adam onu tedirgin ediyordu. Bir anda kendisini silahların arasında, bir ölüm koşturmasının içinde bulmuştu. Ve tüm bu koşturmanın sebebi; şu an, arabayı kullanan maymundu. İki gün önce genç kadının çığlıkları ve kurşun yağmuru arasında arabayı çalmışlar ve nereye olduğunu anlamadığı bir yolculuğa çıkmışlardı. Şu an Çanakkale’ye yakın olduklarını düşünüyordu. İki gün boyunca bir bağ evinde saklanmışlardı. Oraya da izinsiz girmişlerdi. Resmen suçlu olmuştu. Genç kadın ömrü boyunca unutamayacağı zamanlar geçiriyordu. Bir alamete binmişti ama o alameti bile kendisi seçmemişti. Yanındaki maymunu da seçmemişti. Üstelik bu maymun, Esra’nın ona yapıştığını sandığı kişilik kalıbından sıyrılmış ve resmen yeni bir forma bürünmüştü. Konuşmuyordu, alay etmiyordu. Ciddileşmişti. Keşke ciddi olmasaydı. Arabanın sarsılışını hissedince emniyet kemerine sıkıca tutundu. Alvino arabayı ölüme sürüyormuş gibi son hız kullanıyordu. Allah’ım sen beni koru… Bu gidişle kurşundan değil de kazadan gideceğim. Daha çok gencim. Kurşundan da gitmeyeyim. Şu yanımdakine az akıl ver de… Ve duasını sürdürmeye devam etti. Tabii içinden. Başını eğip arkasına baktı. Takip edilmiyorlardı. Evinde ve İstanbul sokaklarında onlara ateş açan iki araba peşlerinde değildi Öyleyse neden bu kadar telaş ediyordu? Arabayı biraz daha hızlı kullanırsa uçmaya başlayacaklardı. İstanbul’u alt üst etmişlerdi. Cidden… O kurşun ve korna sesleri, insan çığlıkları hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. Nasıl olmuştu da yakalanmamışlardı anla96


Hançer-II

mıyordu. Alvino, bir adamı aramış ve şehrin çıkışına doğru, arkalarındaki adamları atlattıklarında araba değiştirmişlerdi. Esra gitmek istemiş, bırakmasını söylemişti ama maymun tehlikede olacağını söyleyip bırakmamıştı. Genç kadın tonlarca soru da sormuştu, hiçbirine yanıt alamamıştı. Hız göstergesine baktığında son nefeslerini verebileceklerini düşündü. Bağırışı arabanın içini doldurdu. “Bizi öldürmeye mi çalışıyorsun? Adamların uğraşmasına gerek kalmayacak. Yavaşlasana biraz.” “Yavaşlarsam adamlar öldürecek zaten!” Esra öfkeyle dudaklarını birbirine bastırdı. “Nereye gidiyoruz? Bari buna cevap ver!” “Çanakkale’ye. Bir uçak bizi bekliyor olacak.” “Uçak?!” “Ülkeden çıkacağız.” “Deli misin ya?!! Benim işim var, gücüm var. Gerizekâlı maymun neye bulaştırdın beni böyle?! İnmek istiyorum.” “Nereye gideceksin? Otostop mu çekeceksin? Seni mutlaka bulacaklardır. Beni bulmak için de seni kullanacaklardır. Gerçekten işkence çekerek ölmek mi istiyorsun,” derken Esra’ya bakmıştı. Genç kadın yutkunuşunu engelleyemedi. “Burada da ölmek istemiyorum. Önüne bak, kaza yapacağız.” Genç adam bir an daha baktıktan sonra önüne dönmüştü. Esra onun yandan yemiş gülüşünü gördüğünde biraz olsun rahatladığını hissetti. Fakat fazla rahatlamıştı. Bacaklarını sıkıştırdı. Tam sırasıydı! Gerçi sabahtan beri tuvalete gitmediği düşünülürse, sırası olabilirdi. “Benzinlik!” Çığlık attı. Hayatında bir yeri gördüğüne bu kadar sevinmemişti. “İhtiyacımız yok.” “Benim var.” 97


Ezgi Bağcı

“Ne ihtiyacın olabilir ki?” Bu adam iki günde aptallaşmış mıydı? “Cidden? Çişim var, çişim.” Hiç kimse Esra’nın kaba bir insan olduğunu söyleyemezdi ve Esra, öyle ulu orta çişi olduğunu da söylemezdi. Ama bu adam onu yörüngesinden çıkartıyordu ve genç kadın ne olduğunu anlamadan, farklı bir kişiliğe kendisini uyumlanmış buluyordu. Esra bu kadar cadı değildi. Alvino genç kadının çıkışması üzerine kahkaha atarken, direksiyonu hafifçe kırmış ve benzinliğe yönelmişti. Arabayı benzinliğin içine doğru sürdü ve üzerinde “WC” yazan kapıların önünde durdu. Arabanın duruşuyla genç kadının inmesi bir olmuştu. Koşturarak kadınlara ait olan tuvalete girdi. Hayatı son zamanlarda bir romana benzese de, sonuçta romanın kendisi değildi. Oradaki kadın karakterler gibi gerçek hayattan bağımsızlaşıp, çişinin gelmesi ya da regl olmak gibi dertlerden kurtulamıyordu. Karnının şişliğine bakılırsa, regl dönemi de yaklaşıyordu. Bari o eksik kalsaydı. İşini hallettikten sonra ellerini yıkarken, gözleri aynadaki yansımasına takıldı. Allah aşkına! Berbat görünüyordu. Saçları cadı süpürgesinden farksızdı. Yağlanmış ve yapağı gibi olmuştu. Gelişi güzel toplamıştı ama bu çirkinliğini kapatmıyordu. Gözlerinin altı grileşmiş ve yorgunluktan çökmüştü. Doğru düzgün uyumamıştı ki? Nöbetlerini bile arıyordu. En azından ne zaman uyuyup ne zaman uyuyamadığı belliydi. Bu durumda korkudan insanın gözünü uyku tutmuyordu. Öne doğru eğildi. Dudakları da kurumuştu. Ormana dönmeye yüz tutmuş kaşlarına aldırmamaya karar verdi. Ondan önce endişelenecek çok şeyi vardı. Mesela şu durumda bunları düşünmenin kafayı yemeye yaklaştığının kanıtı olması gibi… Derin bir nefes aldı ve lavabonun mermerine yaslandı. Cidden deliriyordu. Bu gördüklerinin hepsinin bir 98


Hançer-II

kâbus olduğunu düşünmek istiyordu ama kendisini defalarca çimdiklemişti. Gerçekliğinden, Esra oluşu kadar emindi. Acaba evi ne hâldeydi? Telefonunu da evinde bırakmıştı. Öncekini kaybettiği için yenisini aldığı ve taksitlerini hâlâ ödediği telefonu… Kesin işten de atılacaktı. Alvino’yu ikna ettiği birkaç dakika içinde Işık’ı aramış ve şehirden uzaklaşacağını söylemişti. Arkadaşı uzun uzadıya sorgulamak istediyse de anlayışlı davranmış ve bir rapor ayarlamaya çalışacağını söylemişti. Ama Esra ne kadar uzak kalmak zorunda olduğunu bile bilmiyordu. Kesin işten atılacaktı. Melek’i de aramamıştı. Onu endişelendirmek istemiyordu. Bir süre tatil yapacağını ve merak etmemesini söylediği bir mesaj atmıştı. Yüzüne soğuk bir su çarptıktan sonra dışarı çıktı. Alvino arabaya yaslanmış bir halde onu bekliyordu. Esra’nın içindeki katil olma dürtüsü bu adama doğrudan baktığında sönüyordu. Maymun fazla yakışıklıydı ve genç kadının atmosferine sızdığında hormonlarını alt üst ediyordu. Esra ise hormonlarının alt üst olmasını istemiyordu. Üzerindeki tişörtü silkeleyerek; “İki gündür pijamayla dolaşıyorum. Mont bile ısıtmıyor beni, ki burada parkadan bahsediyoruz. Markette bir şeyler var mı bakmam lazım. Koktum,” dedi. “Uçağa kadar sabredebilirsin. Özel banyosu var. Hem istersen sana eşlik de ederim, yalnız yıkanmak seni yoracaktır.” “Hiç sanmıyorum.” Çenesini havaya kaldırdı. Etkilenmiş olsa da bunu belli etmemeye kararlıydı. “Yine de bir duştan sonra aynı kıyafetleri giymeye niyetim yok. Para ver.” “Kıyafete de ihtiyacın kalmayabilirdi ama madem istiyorsun…” Genç adam olduğu yerden doğrulmuş ve arabayı kilitledikten sonra markete yönelmişti. Esra onun omuzlarının birazcık rahatlamış olduğunu gördü. 99


Ezgi Bağcı

Muhtemelen şu an takip edilmiyor olmalarından dolayı sakinleşmişti. Alvino’nun peşi sıra ilerledi. Markette kıyafet seçeneği yoktu. İçecek logosunu taşıyan beyaz bir tişört bulmuşlardı. Elbette şikâyet etmeyecekti. Hızla markete yöneldi fakat içeriye girenlerle durakladı. Polis… Alvino’nun bedeninin gerilişini fark etti. Soğuk elinin tutuşunu bileğinde hissetti. Esra bunun bir fırsat olduğunun elbette ki farkındaydı. Şimdi polise gidip, peşlerindeki adamları ve kaçmak zorunda kaldıklarını söyleyebilirdi. Çaldıkları arabadan dolayı kendi başları da belaya girerdi ama zorunda kalmışlardı. Hem Esra’nın hiçbir suçu yoktu. Yine de… Alvino iki gündür polise gitmemişti. Genç kadın bundan söz ettiğinde konuyu kapatmıştı. Bir tarafı bunun genç adam için pek de iyi sonuçlar doğurmayacağını söylüyordu. Bu bir seçimdi, biliyordu. Öne doğru bir adım attı. Bileğini çekti ve Alvino’nun elini tuttu. Nedense tereddüt etmemişti. Bu adamın, genç kadının içinde uyandırdığı duygular tereddütlerini yok ediyordu. “Beni aniden evden çıkardığına inanamıyorum. Sürpriz yapacak olsan bile hazırlanmama izin vermeliydin. Pijamayla çıktım evden. Tişörtü almama itiraz edemezsin.” Başını çevirip, ona baktı. “Yine de ortada bir sürpriz olduğu için seni affediyorum, hayatım.” Genç adamın mavi gözlerinden önce şaşkınlık, sonra büyük bir rahatlamanın yansıması geçmişti. Alaycı gülümsemesi dudaklarına döndü ama genç kadını etkileyen bu değildi. Gözlerine yerleşen bakıştı. Ne olduğunu anlamıyordu fakat ayak parmaklarına kadar titrediğini hissetti. Öne doğru eğildi ve fısıldadı. “Söylemiştim. Kıyafete çok da ihtiyacın olmayacak, sevgilim.” Birkaç öksürük sesi duyunca, Esra tüm kanın yanaklarına yükseldiğini hissederek önüne döndü. Kasadaki kadın kaşlarını çatmış ayıplar bir ifadeyle bakarken, polis bıyık altından gülüyordu. Nasıl duymuş olabilirlerdi? Adam fısılda100


Hançer-II

mıştı. Gerizekâlı maymun! Esra durumu kurtarmaya çalışırken, Alvino onu rezil etmişti. Maymun herif, ben bunu senin burnundan getirmez miyim?! Hepsini ödeyeceksin. Gerizekâlı maymun herif! Polisin alaycı bakışları ve kadının yeni neslin yoldan çıktığına dair söylenmeleri arasında o tişörtü alıp da nasıl çıktığını anlayamadı. “Bunu nasıl söylersin? Gerizekâlı… Hiç mi aklın yok senin?” “Ben çok eğleniyorum.” “Ben hiç eğlenmiyorum. Neyinden eğleneyim bunun? Rezil ettin beni!” “Esra sus…” “Bir de sus diyor. Konuş konuş, sonra susturmaya uğraş. Geri-” “Sus! Buradalar.” Genç kadın hızla başını çevirdi. Gerçekten buradalardı. İki arabadan inenlerin bakışları altında, polis de marketten çıkmıştı. “Yavaş hareket et.” Alvino anahtarı Esra’nın avcuna sıkıştırdı. “Direksiyona geç.” “Ama…” “Hızlı ama dikkatli kullanmalısın.” “Alvino…” “Yürü…” Sözünü ikiletmedi. Korku boğazına pençe misali sarılmıştı. Nasıl yapacaktı? Anahtarı tutan eli titriyordu, arabayı nasıl kullanabilirdi? Hatta bacaklarına doğru soğuk bir his inmeye başlamıştı. Felç geçiriyor olabilirdi. Alvino’nun dokunuşunu sırtında hissetti. Sonrasında, arabayı binip de çalıştırana kadar geçen zamanı pek hatırlamadığını söyleyecekti. Kendisine kalan hisler, korku ve direksiyonu tutan elleriydi.

“Seninle İspanya’ya gelmemi istiyorsun, öyle mi?” Yüzü haykırmak istermiş gibi bir ifadeye bürünmüştü. 101


Ezgi Bağcı

Genç adam çok uğraştığı ama bir türlü unutamadığı yüzü inceledi. İyiydi. Sağlıklı görünüyordu. Onu en son gördüğü hasta hali yoktu. Yine de değişmişti. Öfkeliydi. Dudaklarının kenarı sertleşmişti, gülüşü yoktu. Hoşlanmadı. Kaşları çatıldı. “Eğer bilmek istiyorsan başka şansın yok. Sana gönderilen not bir şifre…” Parmakları bir diğer bileğinin üzerinde dolaştı. Huzursuz hissediyordu. Hançer huzursuz hissetmeye alışkın değildi. “Onu senden alabilirim. Ama gelmek istiyorsun.” Sözünün onu korkuttuğunun farkındaydı. Geri çekilmişti. Parmaklarının masanın üzerindeki duruşu daha da gerilmişti. “Bu notu neden bana gönderdi?” İç çekti. Açıklamalıydı. “Kaptan, çıkarı olmadığı sürece böyle bir şey yapmaz. Sende istediği bir şey olmalı…” “Peki, neden sen? Anahtar için peşimden geldin. Neyin anahtarı o? Notun bir şifre olduğunu söylüyorsun. Neyin şifresi? Böyle bir notun bana geleceğini nereden biliyordun?” Genç kadının geceye yakın, koyu gözlerine baktı. Telaşlıydı. Bu, ses tonuna olduğu gibi, bakışlarına da yansıyordu. “Senin, benimle alakan ne? Onu neden bulmak istiyorsun?” Çok soru soruyordu. Korkusu ve telaşı genç kadını, soru sormaya itiyordu. “Anahtar ve not bir kasayı açacak. Daha fazlasını bilmeye ihtiyacın yok.” Kaşları çatılmıştı. Aldığı cevabın onu memnun etmediği anlaşılıyordu. Hançer, onun eskisinden daha gergin olduğunu düşündü. Artık gülmüyordu. “O zaman neden seninle gelmemi istiyorsun?” “Cevap istemiyor musun? Şu an daha fazlasını bilmeye ihtiyacın yok. Az bilmen seni güvende tutar.” Genç adam içinde hâlâ alışamadığı o dalgalanmayı hissetti. Onu gördüğünde daha da artmıştı. Ona dokunmak istedi. Bir savaşta yenilmiş gibi bir yorgunluk çöktü üze102


Hançer-II

rine. Karşısındaki bunu hissetmiş gibi geri çekilmişti. Hâlâ gergindi. Bir an önce kaçmak ister gibiydi. Yadırgamadı. Kim olduğunu biliyordu. Yine de bakışlarını kaçırmasını istemedi. “Neden? Neden bu kadar önemli olsun?” “Kaptanın peşinde olan tek kişi ben değilim. Notu öğreneceklerdir. Peşine düşeceklerdir. Az bilmen ve benimle olman güvende olmanı sağlayacak.” Sözleri masada yankılanmıştı sanki. Genç kadın bu sözlerle ona bakmıştı. Onun bakışlarını yakalayınca sebepsiz bir tatmin hissetti Hançer. “Beni koruyacak mısın?” Gözleri alay eder gibiydi. Fakat sesi titremişti. “Evet!” “Beni kendinden nasıl koruyacaksın?” demiş ve derin bir nefes almıştı. Göğsü bu nefesle kalmıştı. Onun daha fazla gerilebileceğine inanmazdı. Fakat küçük omuzları gerginlikten kasılmıştı. Kırılacak gibiydi. “Bu-bu önemli değil. Emin değilim, düşünmeliyim. Bu karışık. Anlayacağımdan fazla… İstemiyorum.” “Seni öldürürler. Notu öğrendiklerinde seni bulurlar, işkence ederler ve onun yerini bilmediğini öğrendiklerinde öldürürler.” Arkasına dayandı. Sözlerin onu etkilediğini belli edecek değildi. Hiçbir zaman, hatırladığı en eski zamanda dahi duygularını belli etmemişti. Belli belirsiz nefesiyle, yeni gelen çayın dem kokusu ve genç kadının hafif parfümü ciğerlerini doldurdu. Onun, titreyen elleriyle saçlarını dağıtışını izledi. Yüzü bembeyaz kesilmişti. “Neden?” dedi, fakat daha çok kendi kendiyle konuşuyor gibiydi. “Neden olmak zorunda? Neden bitmiyor…” Gözlerini kaldırdı ama görmüyordu. “Onu öldürdün. Devam eden ne? Bilmek istemiyorum. Geçmiş olduğu yerde kalsın, daha fazlasını bilmek istemiyorum.” 103


Ezgi Bağcı

Konuşmak için eğildi fakat buna fırsat bulamadı. “Hayır, hayır… Belki de bilmeliyim. Bilmeliyim. Bilmedikçe kurtulamayacağım değil mi?” Çantasını hızla çekti. Neredeyse çay bardağını deviriyordu. Eliyle onu düzelttikten sonra hızla yerinden kalktı. “Not bende değil. Evde bıraktım. Onu almalıyım. Sen…” O telaşının içinde ilk defa duraklamıştı. “Sen…” Gözleri etrafta dolaştı bir an, hemen ardından arkasını döndü. “Döneceğim.” Kaçar gibi gitmişti. Ondan saatler sonra dahi, öylece beklerken aklındaydı genç kadın. Hiç geçmeyecekmiş gibi, orada düşüncelerle oyalandı. Duyguları bitmeyecekmiş gibi, göğsünde eksikliğiyle oyalandı. Anlam bilmiyordu Hançer… Hiçbir şeyi anlamlandırmamıştı şimdiye kadar, sadece yaşamıştı. Fakat bildiği bir şey vardı, bu kadını yaşamak istiyordu. Ah hep aklımda, hep aklımda; Andırırsın seni sana, sana seni, Gözlerinde, kulaklarında Dudaklarında.4 Melek sersemliğinin uzun süre geçmeyeceğini biliyordu ama büyük bir engeli atlamış gibi hissediyordu kendisini… Her şeye rağmen, bir zafer olmamıştı bu, göğsünün ortasındaki acı oradaydı. Başını çevirip kafenin loş koridoruna baktı. Hem öfke hem acı hem de özlem bir arada olur muydu? Oluyordu işte. Bedeni ısınmış, yüreği donmuştu onunla… Ve o buz kırıkları duygularını kanatıyordu.

4 Özdemir Asaf – Aşkın Baladı 104


VII Melek bedenini esir almış soğuktan kurtulamıyordu. Evin kapısını izledi bir süre, ne yaptığını anlamadan. Düştüğü boşluk hissinde düşünmek istemiyordu. Düşünürse vazgeçeceğini biliyordu. İlk defa, peşinden kendi iradesiyle gidebileceği bir şey varmış gibi hissediyordu. Avucunun içinde oynaşan anahtar şakırtısını duyunca düşüncelerinden sıyrıldı. Gümüş yansımayla parlayan anahtarı deliğine sokarak, kapıyı açtı. “Melek, sen mi geldin kızım?” Sevim teyzenin sesi mutfaktan geliyordu. Kahvaltıdan yeni kalkmış olmalıydılar. Evden, bir not bırakıp çıkmıştı. Çok meraklanmadıklarını umuyordu fakat Sevim teyze söz konusu olduğunda bu pek de imkân dâhilinde olan bir şey değildi. Ayakkabılarını çıkarıp dolaba koydu. Dolabın kapağını kapatırken, gözü aynadaki yansımasına takılmıştı. Teni öylesine beyazdı ki ölü gibi görünüyordu. Gerçi bu hissettiğinden farksızdı. Gözlerinin altı, uykusuz geçen gece yüzünden gri bir tona bürünmüştü. Bu haliyle onlardan bir şey saklayabileceğini sanmıyordu. Ama en azından deneyecekti. Zihni o andan bir saat öncesine kaydı. Yüreği buruldu. Onu görmenin, kendisini etkilemeyeceğini söylememişti hiç. Biliyordu ki, hatırlamaktan kurtulamadığı adamı yeniden gördüğünde 105


Ezgi Bağcı

oyulacaktı yüreği… Ama böyle derin oyulmasını beklememişti. Kanayan bir damlayı hissedeceğini, cam kırıklarına dönüşmek üzere yavaş yavaş bir işkence mahiyetinde çatlayacağını düşünmemişti. Öfke ise en beklenmedik misafiri olmuştu. Kendi içinin yıkımında, onun bakışının bile değişmemesinde dağlanıyormuş gibi hissetmişti genç kadın. O dağlamanın yanık kokusu zihnini doldurmuş, kızıl bir öfke yaratmıştı. Yerleştirmişti tüm duygularının ortasına. İlk defa kendisinden korkmuştu Melek… Nasıl da aldanmıştı? Öyle korkular yaşamıştı ki, her çeşidini bildiğini sanırdı. Ama o anda, sanki hiçbir şey yaşamamış gibi, bir intikam arzusuna saplanmıştı. Yüzündeki ifadeyi dağıtmak istemişti. Anlatsın istemişti, Melek gibi acı çektiğini… Canı acısın istemişti. “Melek? İyi misin kızım? Niye dikiliyorsun orada?” Başını çevirdiğinde merakla karışmış endişeli bir ifadeyle kendisine bakan, Sevim Teyze ve Darcey ile karşılaştı. Acaba ne zamandır orada bekliyorlardı? “İyiyim. Dalmışım bir an.” Kapıyı kapatıp onlara doğru ilerledi. Sevim Teyze’ye sarıldı. Darcey’e geçecekti ki, kuzeninin muhteşem görüntüsüyle durakladı ve hafifçe gülümsedi. “Harika görünüyorsun.” Ne yazık ki Darcey onunla aynı fikirde değildi. Yüzünde acı çekermiş gibi bir ifade vardı. Kenarında pofuduk tüyler olan pembe mutfak önlüğü ve naylon pembe bulaşık eldivenleriyle harika görünüyordu. Ama ondan da öte, bu harika görüntüyü tamamlayan, başına bağladığı oyalı tülbentti. Sevim teyzenin bunu ona zorla bağladığından emindi. “Çok yakışmış.” “Gerçekten,” dedi Darcey ama sesi pek bir sönüktü. Sevim Teyze ise muhabbeti anlamış gibi değildi. Hâlâ Melek’in dalgınlığı ve solgun görünüşüyle ilgileniyordu. Hızlı birkaç adımla dibine vardı ve ıslak eliyle alnına dokundu. 106


Hançer-II

“Hayır, ateşin de yok. Bir şey mi oldu, doğru söyle!” Melek onun endişesini gidermek için kocaman gülümsedi. Kırışık yanaklarını iki eliyle tuttu. “Çok endişeleniyorsun cicim. Olmaz böyle. Kalbine dokunur.” “Kalp mi var bende? Amma uydurdun Melek… Ama huysuzluğum, Ahmet Bey’e dokunur. O ayrı mesele.” Sonra neşelenmiş olan Sevim Teyze, iki eliyle kızları iteledi. “Sizin konuşacağınız şeyler vardır. Beni yaşlı kafamla yalnız bırakın. Ama sonra aşağı inin de, kahve içip dedikodu yapalım. Neşe yine sinirlerimi zıplattı,” dedikten sonra söylenerek mutfağa girmişti. Melek gülümseyerek arkasından baktıktan sonra merdivenlere yöneldi. Darcey onun bir basamak önünden çıkıyordu. Bir yandan da üzerindekileri çıkartıyordu. Genç kadın, kuzeninin kendisine inanmadığının farkındaydı. Gözlerindeki bakıştan uzun bir sorguya çekileceğini anlamıştı. Evin ikinci katına vardıklarında Darcey, dört kapıdan sol taraftakine, Melek’in odasına yönelmişti. Melek iç çekerek onu takip etti. Kolay bir konuşma yaşamayacaklardı. Darcey’nin izin vermeyeceğini biliyordu. Kuzeni, Marco gittikten sonra yaşadıklarını görünce çok kızmıştı. Gitme nedenini bilmiyordu bile… Öğrense kıyametler de kopabilirdi. Darcey’nin o araştırmaları neden yaptırttığı hakkında bir fikri yoktu, fakat yaptırmamış olsa; Melek, Marco hakkındaki gerçekleri hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Bir amaç uğruna gelişini, onu kullanışını, bir kiralık katil oluşunu… Bir katil… Ürperdi. Kelimeye rağmen, nasıl onu düşünebiliyordu? Nasıl oluyor da buna rağmen, duyguları etkilenmiyor ve genç kadın onun acısını yaşıyordu. Aşk bu kadar bağımsız mıydı gerçeklerden de, inadına dünyayı onun etrafında döndürüyordu? Ve Melek sürekli aynı soruları sormaya devam ediyordu. Cevabı olmayan… Cevabı verilemeyecek olan. 107


Ezgi Bağcı

Aciz ve yeteneksizdi genç kadın. Onun aslında kim olduğunu çözemeden, bir hayale kapılmıştı. Bir insanın kim olduğu gözlerinden anlaşılmaz mıydı? Melek anlayamamıştı. Yeşili görmüş, sanki yeşil yaşamıştı. Akıntının tersine yüzememişti ki, o çoktan boğulmuştu. Körlüğünde, ölümün grisini seçememişti. Odaya girdiğinde Darcey’nin yatağa oturmuş olduğunu gördü. Kollarını kavuşturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı. Yüzünde, sanki bir sorguya girecekmiş gibi bir ifade vardı. Melek onun fazla endişelendiğini düşündü. Ağzından cımbızla laf almasına gerek kalmayacaktı. Genç kadın hissettiği ve planladığı her şeyi onunla paylaşacaktı zaten. Kapıyı usulca kapattı. İlerledi ve makyaj masasının pufuna oturdu. “Bugün sabah öyle küçücük bir notla nereye gittin? Ne kadar merak ettim haberin var mı?” Melek onun endişesini anlıyordu. Ortadan kaybolmasından, kaçırılmasından korkuyordu. “Endişelenme… Başıma bir şey gelmiş olsa, ortada bir not olmazdı değil mi?” “Sen sabahın o saatinde hâlâ uyuyor olursun!” “Gerekliydi Darc. Bu yüzden seninle konuşmak istedim.” Derin bir nefes aldı. Kendisini sorgu altında gibi hissediyordu. Kuzeni sadece duruşuyla değil, bakışlarıyla da başarıyordu bunu. Kuzeninin yeşil gözleri netleşmişti. Öne doğru eğilmiş, Melek’in cevabını bekliyordu. Bu konuda gerçekten yetenekliydi. Şu bakışı bile genç kadını köşeye sıkışmış gibi hissettirmişti. “Ben Marco’yla buluştum.” Darcey bir an duraklamış, dudakları bir şey söylemek ister gibi aralanmıştı. Sonra Melek’in beklediğinden pek de farklı olmayan bir tepki verdi. “Şaka yapıyorsun değil mi?” “Hayır!” “Peki, nedenini sorabilir miyim?” 108


Hançer-II

“Bana gelen not… Bunu konuşmak için buluştum.” Marco’nun onu bulduğu kısmını atladı. Hatta notu Marco’ya söyleyen kişinin başkası olduğunu özellikle es geçti. Ortalığın olandan daha fazla karışmasını istemiyordu. Buna hiç ihtiyacı yoktu. “İstediğim cevapları bulabilmek için onunla birlikte İspanya’ya gideceğim.” “Saçmalıyorsun…” İçinde kısık ateşte fokurdayan öfkesi Darcey’e yöneldi o anda. Sıkılmıştı, kırılacak bir porselenmiş gibi davranılmasından, bir şey bilemeyeceğinin düşünülmesinden, kendi kararlarını alırken sürekli sorgulanmasından… “Neden?” “Mantıklı düşün. Bu adam seni bırakıp gitti. Paramparçaydın. Kendini toparlamakta zorlandın. Hem cevapların onda olduğunu nereden biliyorsun?” “Çünkü notu kimin gönderdiği hakkında bir fikri olan tek kişiydi. İki gün boyunca az düşünmedik. Hem o notta bahsedilen kişinin, beni geçmişime götüren kişinin Marco olduğunu sen de biliyorsun. Ayrıca…” Derin bir nefes daha aldı. “Marco’nun gitmesini isteyen bendim.” Bunu kimseye söylememişti. Nedenini bilmiyordu ama söyleyememişti işte. Belki açıklama istemelerinden korkmuştu. Sorsalar nasıl anlatabilirdi ki? “Bu sonucu değiştiriyor mu? Senin yaşadıklarını ortadan kaldırıyor mu? O adam kalmak için hiç çaba gösterdi mi?” “Önemli mi?” “Evet önemli. Tekrar aynı şeyleri yaşamanı istemiyorum.” “Aynı şeyleri ben de yaşamak istemiyorum.” Sesinin yükselmesini engelleyememişti. Ellerini iki yanında yumruk olmuştu. “Kendimle ilgili bilmediğim şeyler var. Hafızam bile tamamen geri gelmemişken, bir adam not yolluyor ve bana kendimle ilgili gerçekleri bilmediğimi söylüyor. Gerçekten durabileceğimi mi sanıyor109


Ezgi Bağcı

sun. Sen olsan durabilir miydin? Bazen yaşamıyormuş gibi hissediyorum Darc. Hiçbir şey bilmiyorken, sadece Melek’ken her şey kolaydı. Ama hatırladığımdan beri darmadağın oldum. Üç kişiyim ben ve o üç kişiyi birleştiremiyorum. Kimim anlayamıyorum. Melek Maise Deniz ismini almam bir şeyi değiştirmedi. O sadece görünendi, içim hâlâ aynı…” “Bunu bir notun peşinden giderek yapmak zorunda değilsin!” Darcey’nin bariyerleri zayıflamıştı ve Melek bunun farkındaydı. “Tüm bunlar, altında yatanı öğrenmediğim sürece beni rahatsız edecek. Ve bunun başlangıcının İspanya’da olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Marco’yla gideceğim.” “Saçmalıyorsun. Sen iyi değilsin. Ne olacak? İspanya’ya gittiğinde daha iyi mi olacaksın? Mutlu mu olacaksın? Hiç sanmıyorum.” İç çekti. “Ne iyi olacağım ne de mutlu. Ama gerçekleri öğrenirsem en azından bir adım atmış olacağım. Ne yöne dönsem hayaletler beliriyor ve benim ateş yakıp onları uzaklaştırmam lazım.” “Sana yine zarar verecek. O adama güvenmiyorum.” “Biliyorum.” Söz havada asılı kaldı ve hangi cümleye anlam yüklendiğinde kararsız iki kadının arasında dolandı.

“Müthiş, cidden müthiş…” Bu kelimeleri kendi kendine söylemişti fakat Alvino duymuş gibi görünüyordu. Arka camdan bakışını çekmişti. İkisi de son beş dakikadır büyük bir tedirginlikle oturuyorlardı. Esra’nın ellerindeki titreme geçmişti ama ayalarının terleyişi araba kullanışını zorlaştırıyordu. 110


Hançer-II

“Ne müthiş? Kovalamaca mı?” Bu adamı arabadan atacaktı. Biraz sonra ölebilecek olmaları da umurunda değildi. En azından ölümünün son dakikalarında onun saçmalıklarını çekmezdi. “Daha kovalamaca başlamadı, çok heyecanlanma. Onlarla aramızdaki polis arabası eğlenceyi engelliyor. Hatırlat da sonra, o polislere teşekkür edelim.” “Ne eğlence ama!” “Bir an beni satacağını düşündüm,” dediğini duyunca Esra, bakışlarının ona kaymasını engelleyemedi. “Ne konuda?” “Polis geldiğinde, her şeyi anlatacağını düşündüm.” Birkaç dakika sessiz kaldı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Zaten ne söylenebilirdi ki? Ama Alvino’nun bu karşılığı beklediğini gözlerinden anlayabiliyordu. “İstemedim.” Bu cevap yeterli olur muydu? Olmasını umuyordu. Maymuna tekrar göz attığında sırıttığını gördü. Kahretsin! Neden kendini onun eline bir koz vermiş gibi hissediyordu? Hayır, bunu düşünmeyecekti. Dikiz aynasına baktı. Yasal sınırlarda ilerliyordu. Polis arabası hemen arkalarındaydı ve arada bir sollamaya çalışan ama virajlı dönüşlerden dolayı başaramayan kötü adamlar da polisin arkasındaydı. Bu bir kovalamaca falan değildi. Kesin kamera şakası yapıyorlardı, bu olayların hepsi normal olmaktan çok uzaktı. Gerçi hangi şey yanında oturan maymunla normal olabilirdi ki? Genç kadın bakışlarını onun kucağında duran silaha indirdi. Araba değiştirdiklerinde, arabayı getiren adam bu silahı vermişti ve ne zaman ortaya çıksa genç kadının tedirginliği artıyordu. “Onu gerçekten kullanacak mısın?” “Gerekirse, ama bu konuda endişelenmene gerek yok!” “Cidden mi? Aman ne kadar rahatladım.” Ama rahatlayışı uzun sürmedi. Ondan sonrasının Hollywood 111


Ezgi Bağcı

filmlerinden bir farkı yoktu. Esra onun kendisine gaza basmasını ve sağa dönmesini söylediği zamandan son hatırladığı şey gördüğü ama yazısını okuyamadığı mavi tabelalardı. Genç kadın direksiyon ellerinin arasından kayarken arabayı doğru şeride sokabildiğine sevinmekle meşguldü. Dikiz aynasından polis arabasının yoluna devam edişini gördü ve diğer adamların son dakika peşlerine takılmalarını… “Peki, şimdi ne yapıyorum?” “Gazı köklüyorsun sevgilim. Çünkü on dakikalık bir aksiyonumuz var.” Esra, Alvino’ya teşekkür edebileceğini düşündü. Ancak tahtalıköyü boyladığında -ama bu kısmının yıllar sonra olmasını umuyordu. Hayatında özel bir aksiyon arıyordu! Çünkü yeni bulduğu işi, o semtte o kiraya başka bulamayacağı çok sevdiği evi, taksitlerinin yeni başladığı telefonu – en çok da canını bu yakıyor olabilirdi, ona yetmiyordu ya; o yüzden aksiyon istiyordu. Gazı kökledi. Arabanın altındaki titreyişini, istikrarlı bir şekilde hızlanışını hissedebiliyordu. Sonra kurşun seslerini duydu, o seslere çığlığı karıştı. Alvino bir şey haykırmıştı ama odaklanamadı. Direksiyonun üzerine doğru eğildi. Yolu görebiliyordu fakat biri odaklanıp odaklanmadığını sorsa olumlu bir yanıt veremezdi. Aklını kaybetmişti sanki de, refleksleriyle hareket ediyordu. Yan gözle, Alvino’nun camdan dışarı eğildiğini gördü. “HIZLAN!” Daha fazla hızlanması mümkün müydü? Dikiz aynasından baktığında fazla yakın olmadıklarını gördü. Fakat iki adam, arabanın camlarından eğilmiş ve onlara ateş ediyorlardı. Terli ellerinden kayan direksiyonu zorlukla kavradı ama arabanın yalpalamasını engelleyememişti. Yan aynanın parçalanışıyla birlikte haykırışı arabayı doldurdu. Direksiyonun hâkimiyetini kaybedince, araba kendi şeridinden çıkmıştı. Karşıdan gelen arabayı gördüğünde hızla direksiyonu döndürdü fakat arabayı sıyırarak geçmişti. Sonrasında zorlukla to112


Hançer-II

parladı. Tekerlekler asfaltı âdeta yakıyordu. Esra onların çıkardığı sesi duyabiliyordu. Aynadan kaza atlattığı arabanın yoldan çıktığını ve zorlukla durduğunu fark etti. Onlara bir şey olmamıştı. Bunun kendileri için de gerçekleşmesini umdu. Açık camdan çarpan hava terini soğutsa da içini soğutmuyordu. Korku ve telaş birbirine dolanmış ve bir yangın gibi göğsünü esir almıştı. Canını acıtan nefeslerin farkında bile değildi. Gözlerine dolan yaşlar görüşünü bulandırıyordu ama dişlerini sıktı. Alvino geri oturmuştu. Silahını gayet soğukkanlı bir pratiklikle doldurduğunu gördü. Bu adamın kim olduğuna dair sorular yerine daha fazla yerleşti. Onun bakışını fark etmişti. Mavi gözlerindeki netlikle Esra’ya baktı. “Korkma…” Söylemesi kolaydı da keşke uygulanışını da gösterseydi. Esra eski hayatında, kâbuslarına giren zamanlarda bile yüreğinin böyle atmadığına yemin edebilirdi. Sonra konuşurken ki gülümseyişini hissetti. “Şans bizden yana…” Genç kadın, bunun ne anlama geldiğini karşıdan onlara doğru gelen üç arabayla öğrenecekti. Düşüncelerinin bu kelimeler üzerinde yoğunlaştığı anda büyük bir gürültü duydu. Arka cama isabet eden kurşun, camı parçalamıştı. Bir elin başını eğişini hissetti. Alnını şiddetle direksiyona çarpmıştı. Araba dönerek kaydı ve büyük bir sarsıntıyla, kendi etrafında dönerek durdu. Genç kadın vücudundaki her kası hissedebiliyordu. Aldığı her nefesle ciğerleri yanıyordu. Gözlerindeki yaşları biraz acıdan biraz da yorgunluktan tutamadı. Bedeni kasılıyordu. Ayakları uyuşmuştu. Alnının acısı, akan kanın sıcak hissiyle karışıyordu. Başını kaldırmaya uğraştı fakat hâlâ ensesinden bastırıyor olan el bunu engelledi. “Biraz daha bekle…” Esra sesleri ve bağırışları duyabiliyordu. Sonra bıçak gibi kesilmişlerdi. Bununla birlikte Alvino başını kaldırmasına izin vermişti. Esra’nın ilk gördüğü maviler oldu. O an, o maviler, 113


Ezgi Bağcı

genç kadını hayata bağlıyormuş gibiydi. Alvino’nun gözleri iyi olduğundan emin olmak istermiş gibi yüzünde ve bedeninde dolaştı ve sonra genç adam, Esra’yı derin bir şoka sürükleyen bir şey yaptı. Genç kadına sıkıca sarıldı. Bedenine dolanan kol, onu kendisine çekerken; Esra vücudunun çözüldüğünü hissetti. Gerginliği bir sıvı misali, ondan akıp uzaklaştı. Onun titrediğini hissedebiliyordu. O an, Alvino’nun farklı bir yüzünü daha gördüğünü fark etti. Maymundan ve genç kadını tedirgin eden gerginliğinden uzak bir yüz… Esra’nın asıl fark ettiği onu aslında gerçekten tanımamış olduğuydu. Hep korkularıyla bakmış, görmekten aciz kalmıştı. Birinin camı tıklattığını duyduklarında, Alvino geri çekildi. O anı saran duyguları gözlerinde yüklü olarak son bir bakış attıktan sonra, camı tıklatan kişiye bakmıştı. Ondan sonrasında, Esra yaşadığı olayların ve farkına vardığı duyguların sarhoşluğunda hareket etti. Tanımadığı bu adamlar, onların berbat halde görünen arabalarının önüne bir set çekmişlerdi. Genç kadın sesindeki titremeyi engelleyemeyerek mırıldandı. “Gittiler mi?” O sırada nazikçe kolunu tutup da onu arabalardan birine yönlendiren adam, soruyu cevapladı. “Şimdilik hanımefendi. Fakat burada olduğunuzu bildikleri sürece rahat bırakmayacaklardır.” Adam konuşmaya devam etti, fakat bu sefer hitap ettiği Esra değil, Alvino’ydu. “Daha sorunsuz gelmenizi bekliyorduk.” “Ben de bunu bekliyordum. Bir şekilde izimizi bulmuş olmalılar.” Esra yanındaki uzun boylu adama baktığında, adamın söyleneni başıyla onayladığını gördü. Sonrasında Esra arabaya yerleşmiş, Alvino da hemen yanına oturmuştu. Genç kadının düşünceleri olduğu yerden çok uzaktaydı. Belki şoku atlatamadığındandı ama şimdiye dönmeyi başaramıyordu. Silah sesleri, camın parçalanışı, kendinin olduğuna emin olmadığı çığ114


Hançer-II

lıkları, bedenini basan soğuk ter onu rahat bırakmıyordu. Aynı hislerle yeniden titredi. Ama o anda sıcak bir elin kavrayışı içindeki fırtınayı dindirdi. Alvino onun düşüncelerini ve duygularını biliyormuş gibi parmaklarını güçlü bir tutuşla kavramıştı. “İyi olacağız.” Esra ilk defa söyleyecek bir şey bulamadı. Gülümseyerek başını salladı. İyi olacağına inanıyordu. Nedense, zihnine anlık bir düşünce çöreklendi. Cehennemin ortasına düşse dahi eğer onunlaysa, sanki hep iyi olacaktı. Görmezden gelmek istese de o an duygularını bıraktı. Az da olsa inanmak, onu öldürmezdi. Alvino bir elini kaldırıp Esra’nın alnına, yarasının sızısını hissettiği noktaya dokundu. “Yaralanmanı istememiştim, korumaya çalışıyordum.” Sesindeki sertlik duyduğu rahatsızlığı yansıtıyordu. Acı çeker gibiydi. Ama Esra, gözlerini indirdiğinde onun gerçekten de acı çektiğini gördü. Kan, gömleğinin yarısını kaplamıştı. Berbat görünüyordu. “Bunu nasıl becerdin?” “Neyi?” dedi Alvino, oldukça şaşkın görünüyordu. “Yaralanmayı…” “Dios mío5… Kurşunun beni yaralamasının sorumlusu ben miyim?” “Büyük ihtimal! Beni kurtarmaya çalışırken oldu değil mi? Öyle bir işe kalkışmasaydın, yaralanmazdın.” Esra’nın kaşlarının arasındaki çizgi giderek derinleşiyordu. Gözleri öfkesinin alevleriyle yanıyordu da, içinde hissettirmemeye uğraştığı büyük bir endişe vardı. “Bıraksaydım da ölseydin yani…” “Öleceğimi nereden biliyorsun? Belki kurtulacaktım?” Tartışma uzardı da, arabanın direksiyonuna geçmiş o uzun boylu adamın, bunun sonunu bekleyecek sabrı yoktu. “Ölüm üzerinde bir anlaşmaya vardıysanız, gidiyoruz. Varmadıysanız, ben gösterebilirim.” Ciddi oldu5 İspanyolca – Tanrım 115


Ezgi Bağcı

ğu su götürmezdi. Arabanın içini saniyelik bir sessizlik kapladıktan sonra, Alvino sırıtarak konuşmuştu. “Yıldırım’la kala kala, daha inatçı olmuşsun.” “Bir de sen dene… En azından ben uyarıyorum. O, böyle bir uyarı yapmadan sesini sonsuza kadar keserdi.” Esra gözlerinin fal taşı gibi açılmasını engelleyemedi. Adam resmen ölümle tehdit etmişti. Ama genç kadının nefesini kesen bundan sonra gelecek şeydi. Alvino kahkaha atmaya başlayınca, Esra bir şeyden emin oldu; bu maymun tam anlamıyla bir deliydi. Tişörtünün eteğini yırtıp yarasına basınç uyguladı. Yok, bu adamın tanımadığını sandığı kısımları birer yanılsamaydı. Yanılsamaydı ama ölümden kıl payı kurtulduğunu bilen Esra, bu deli maymundan nasıl kurtulacaktı?

Notu avcunun içinde sıktı. Uçağın merdivenlerini çıkarken, nedense her şey olduğundan daha karanlık olacakmış gibi hissediyordu. Yine böyle olmamış mıydı? Melek kaderine bir uçakla gitmişti. Hem de arkasından merdivenleri tırmanan adamla birlikte. Ama bu sefer en azından bir seçim yaptığını düşünüyordu. Gitmeyebilirdi, hatta şu an geri dönüp, olanla yetinebilirdi ama yüreğinin derinliklerinde bir şey onu deli gibi dürtüklüyordu. İçeri girince hostes hoş bir gülümsemeyle onu karşılamıştı. Sonra uçağın içine yönlendirdi. Pencere kenarına oturdu. Marco’yla yalnız olacağını düşünmesi yeterince gerilmesine neden oluyordu, en azından bu şekilde dışarıyı – bulutlarla dolu gri gökyüzünü izleyerek oyalanabilirdi. Ama onun bedeninin varlığı bunu bile imkânsız kılıyordu. Pencereden bakmaya devam ederken elleriyle yoklayarak kemerini taktı. Melek, geçmişini bu 116


Hançer-II

harekete benzetti. Geçmişin yoklamalarıyla yaşamaya uğraşıyor, şimdiyi göremiyordu. Kör olmuş gibiydi. Darcey de kör olduğunu ima etmişti ama bu aynı sebepten değildi. Marco’nun Melek’i fazla etkilediğine ve kör ettiğine inanıyordu. Belki yüreğini kör edebilirdi fakat Melek’in bu sefer izin vermeye niyeti yoktu. Bu adamın aşkı ona dibi olmayan bir uçurumdan başka ne getirmişti ki? Hâlâ düşüyordu belki de genç kadın ama artık benliğini saran duygu hüzün değil, öfkeydi. İzler yeniden kanamış, acı kızgın bir aleve dönüşmüştü. ‘Hayır,’ dedi kendine, belki hiçbir soruyu cevaplamıyarak belki hepsinin cevabını vererek. Darcey “Yalnız gidiyorsun, peki seni kendinden kim koruyacak?” demişti. Kızgın kuzeninin bu sorusu elbette tek kelimeyle cevaplanacak değildi. Melek ise uzun cevaplardan kaçınmıştı. Darcey’nin asıl, böylesine acele ettiği için öfkelendiğini biliyordu. Evet, acele etmişti. Öylesine hızlı adımlar atmalıydı ki, acının köşelerine sıkışmış bulmacayı bir an önce çözmeliydi. Bu acele Sevim Teyzeyle Ahmet Amcaya da doğru düzgün veda etmesini de engellemişti. Melek onların bakışlarındaki endişeyi seçebilmişti ama onlara ne söyleyecekti ki? Jack’le Esra’ya da haber vermek istemişti fakat Jack’in sekreteri, abisinin toplantıda olduğunu söylemişken; Melek, Esra’ya ulaşamamıştı. Jack’in sonradan geri döneceğine emindi ve genç kadın böyle olmasına büyük oranda sevinmişti. Abisiyle konuşurken söyleyeceği cümleleri tam toparlayamamaktan çekiniyordu. Açıklama yapmak durumunda kalacaktı. Jack, Melek onun yanındayken bile, çok koruyucu davranıyordu. Esra’ya ise ulaşamamıştı. Arkadaşının attığı mesaj onu işkillendiriyordu. Esra her ne kadar kafasına eseni yapan biri olsa da genelde yaptığı şeyler hakkında Melek’i haberdar ederdi. Bu sefer ise nereye gittiğini dahi söylememişti. Üstelik telefonuna da ulaşılamıyordu. 117


Ezgi Bağcı

Esra ne kadar saklamaya uğraşsa da Melek onun son zamanlarda iyi olmadığını anlamıştı. Arkadaşının aklında ne olduğunu merak ediyordu. Bakışlarını nota indirdi. Marco arabaya bindiği andan havaalanına varana kadar notu incelemişti. Zaten sessiz olan bu adam, notla birlikte âdeta dünyadan kopmuştu. Melek ise şu andan farksız olan bir bocalamanın kıskacında kıvranmıştı. Bir insan unutmak istediği duygularda hem nefessiz kalmış hem de nefesi tazelenmiş gibi nasıl hissedebilirdi? Melek de en çok buna, kendisine öfkeleniyordu ya… İradesiz bir varlık gibi bu adamın yörüngesine çekiliyordu yeniden ve bu sefer kapılırsa, yok olmaktan korkuyordu. Uçak sarsıntı yaratarak kalkışa geçmişti. Melek farkında olmadan kemerini sıktı. Büyük bir şeyleri geride bırakıyormuş gibi hissediyordu. “İyi misin?” Bakışlarını sese çevirdi. Oldukça yoğun bakan bir çift gri – yeşil göz onu izliyordu. Melek o rengin, hâlâ içine işlediğini reddedemezdi. Başını sallayarak onu onayladı. Cevap vermek istemiyordu. Daha doğrusu onunla konuşmak istemiyordu. Konuşursa kelimeler istediğinden daha uzak noktalara gidecekti sanki. Genç adam konuşmaya devam ettiğinde ise şaşkınlıkla, yeniden ona döndü. “Baban için üzgünüm.” “B-ben de…” Sohbeti başlatmayı bırak, sorduğu sorulara dahi tek kelimeyle cevap veren adamın bu davranışı karşısında şaşkınlığını engelleyememesi oldukça normaldi. Gözlerini kırpıştırdı. Onun böylesine dikkatli bakıyor olmasına alışkın değildi. Önceden de dikkatliydi bu bakışlar yine de bir şeyler farklıydı. Eskiden yeşillerin önüne set çekilmiş gibiydi. Ama şimdi… Sanki o renk; görmek istiyor, merak ediyordu. Ama insan bunca zaman sonra neden merak ederdi ki? “Fakat alıştım. Yalnız değildim. Jack ve Darcey yanımdaydı.” 118


Hançer-II

Onun kendisine bakmaya devam ettiğini görünce yutkundu. Bakışlarını camdan dışarı çevirdi. Uçak rotasına girmişti. Şimdi, gri hava aşılmış, yerini beyaz bulutların üzerinde seyirlik bir manzaraya bırakmıştı. Parmaklarıyla kâğıdın pürüzsüz yüzerinde gezindi. “Not…” dedi fakat kendi sesini zor duymuştu. Cümlesine yeniden başladı. “Notu çözebildin mi? Şifreyi buldun mu?” Bu soruları arabadan inmeden hemen öncesinde de sormuştu ama ya sesini duyuramamıştı ya da Marco onu duymazdan gelmişti. Zaten Melek de iki saniye sonra ne sorduğunu unutmuştu. Bir koşuşturma halinde arabadan çıkmışlar ve uçağa binmişlerdi. “Hayır. Cümle Kaptan için fazla açık… Soracağım biri var.” “Bu kişi nerede?” Marco’nun bakışlarına o gizemli buğusu geri dönmüştü. Uzaklaşmıştı. “Gideceğimiz yerde.” Bir sessizlik çöktü. Melek onun sert yüz hatlarını, altın rengi tenini inceledi. Köşeli yüzü ve kemerli bir burnu vardı. Geniş dudakları karakteristik ve sertti. Gülümseyen bir yüz değildi bu, Melek o kısa zamanda bile tebessümünden ötesini görememişti. Yüzündeki çizgiler dudaklarının kenarındaki sertlikte ve iki kaşının arasında derinleşmişti. Gözleri netti ve çoğu zaman bir duvarın ardından bakıyormuş gibi hissettirirdi. Renklerinde yaşayan gölgeydi. Melek, Marco’yu özlemişti, ona kızgındı ve onun hissettirdiklerinden nefret ediyordu. Melek onu hiç tanımamıştı. O günü, güneşli güne rağmen üşüyüşünü, okuduklarını, söylediklerini, bakışlarını ve gidişini her şeyi hatırlıyordu. Hançer’le ilk karşılaşmasıydı o gün ve yok olmaya başladığına inandığı gölgelerin geri gelişiydi. Yeşilin kayboluşunu ve griye karışmasını izlemişti. Sanki, bir sihir gibi, tüm yaşadıkları silinmişti. Hançer… Kiralık bir katil… 119


Ezgi Bağcı

“Madem notu çözmek bu kadar zor-” Melek cümlenin devamını getiremedi. Marco sözünü kesmişti. “Zor değil. Kaptan çözülmesini istiyor. Gerçekten saklamak istese ipuçları olmazdı. Göremiyorum,” dedi. Son kelimesi itirafta bulunur gibiydi. “Peki, neden onu bulmak istiyorsun?” Cevabın gelmeyeceğini bilse de, kendisini sormaktan alamadı genç kadın. “Bilmen gerekmediğini söylemiştim.” “Öyle mi? Fakat ben anlamıyorum. Tatmin de olmuyorum. Cevap alacağımı söylememiş miydin? Cevapları vermeye başlayan neden sen olmuyorsun?” Gözünü kırpmadan adam öldürebilen birine karşı çok cesur davranıyordu belki de, hatta davranışı kendisini bile ürkütüyordu, ama umurunda değildi. Artık onun sessiz kalmasına ve kendisinden bir şey saklamasına katlanamıyordu. “Bu onunla mı ilgili? Hançer’le… Bir katil oluşunla mı ilgili?” Marco’nun bakışları karanlığa çalmıştı. Melek o ana kadar çok acı çok da ölüm görmüştü. Ama ölümün bir çift göze sindiğini hiç görmemişti. O anda sorduğu soruların cevabını aldı Melek… Aylar önce sorduğu bir soruyu ise bu sefer farklı bir tonlamayla sordu. “Hançer kim?”

1990 İngiltere Emrin ne olduğunu biliyordu. Sorgulamamıştı. Bunun için büyütülmüştü ve isteneni yerine getirecekti. Tetiğin soğukluğunu beş yaşından beri hissediyordu. Sadece hedefi değişmişti. Kaptan ona ilk dış görevini vermiş ve öldür demişti. Parmaklarının ucundaki o soğukluğun bedenine yayılışını hissetti. Çocuk bunu beklemiyordu. Gözünü kırpmadan, tek nefeste bitirmeliydi. Fakat çocuk; sürekli nefes alıyor, soluk120


Hançer-II

larını kontrol edemiyordu. Göğsünün sıklıkla inip kalkması kollarının titremesine neden oluyordu. Sokağın sonundaki arabadan onu gözlediklerini biliyordu. Bu ilk şansıydı ama son olmayacaktı. Başını önüne çevirdiğinde ise her şeyin tepetaklak olabileceği bir noktaya gelmişti. Fark edilmişti. İki adam silahlarını doğrultmuş ona doğru koşuyordu. Bir tanesi hedefi korumaya yönelmişti. Derin bir nefes aldı, son nefesiymiş gibi… Titremesi durdu, arabanın asfaltta çıkardığı sesi, koşan adamların haykırışlarını geri plana itti. Kurşun zindanından kurtuldu, ölüme ulaştı. Asıl hedefi koruyan adamın boğazını bir hançerin kesişi gibi sıyırmış ve hedefin göğsüne saplanmıştı. Sonuç kusursuzdu. Daldan duvara, oradan da zemine atladı. O sırada omzuna saplanan kurşunun acısını bastırarak, onu bekleyen arabaya koştu. Binişiyle birlikte, araba, daha kapı kapanmadan, son gaz yola koyulmuştu. Kaptan’ın telefonunu indirdi ve ilk defa, çocuğa gülümsedi. “Köstebek sorunsuz hallolduğunu, kurşunun adama hançer gibi saplandığını söyledi. İsmini hak ettin çocuk… Bundan sonra sana Hançer denecek.” Çocuk on bir yaşında ismini kazanmıştı.

Darcey odayı turlarken ne yapacağını düşünüyordu. İçgüdüleri kuzeninin pek de iyi bir şeyin peşine düşmediğini söylüyordu. Telefonunu iki parmağının arasında çevirdikten sonra ilerleyerek pufun üzerine oturdu. Dirseğin makyaj masasına dayayarak, başını sabitledi. Boş duramazdı. Bir şeyler yapmalıydı. İşte o noktada tıkanıyordu. Zorla da olsa, Beth’in ağzından notu gönderen kişinin ismini almıştı. Dimitri Karakis… Belki bu adamı araştırmakla başlarsa bir şeylere ulaşabilirdi. Yine de yeterli olacak mıydı? Darcey’nin asıl endişelendiği Marco de121


Ezgi Bağcı

nen o adamdı. Beth’i çok üzmüş olmasının dışındaydı. Karanlık birisiydi. Genç kadının gördüğü en soğukkanlı insanlardandı. Geçen sene olanları unutmuyordu. O depoda beş kişi vardı ve Beth, Marco’nun bakışlarını, o silahı tutuşunu ve Rane’i öldürürken hiçbir tereddütte bulunmayışını hatırlıyordu. Birçok kez yapmış gibi… Bu konuda yanılmayacağını biliyordu. Bu tecrübeyi görmüştü. Yaşamıştı. Başını eğip telefonuna baktı. Yardım alabileceği tek bir kişi vardı. Emekli edildikten sonra o dünya ile tüm bağlantılarını koparmıştı. Beth geri dönene kadar da o bağlantılara yeniden ihtiyacı olmamıştı zaten. İç çekti. Tüm bunların bir bahane olduğunu biliyordu. Onu aramaya, sesini duymaya ihtiyacı olduğunu itiraf edebilecek kadar çok düşünmüştü. Haksızdı ama korkusu temelsiz değildi. Sadece tekrar yalnız kalacağı bir dünyayı görürken, Rafael’e daha fazla alışmak istememişti. Çünkü gittiğinde çok daha fazla yıkılacaktı. Yine de… Telefon çalmaya başlarken sesi hoparlörde tuttu. Bir tarafı açmamasını umuyordu. Ölüme dahi gözü kapalı gidebilecek cesarete sahip genç kadın, aşkın kulvarında kırıklarını toplamaktan korkuyordu. “Efendim?!” Telefonun açılışıyla irkildi. Hoparlörden çıkarıp kulağına götürürken içinde büyüyen tedirginliği engelleyemedi. Nefesinin vuruşunu duyuyordu. Ne söyleyeceğini bilemeyerek öylece durdu fakat karşısındaki sabırlı değildi. “Darcey, oradasın. Susmak için mi aradın?” “Hayır,” dedi ama genç kadının sesi fısıltıdan ibaretti. “Ne istiyorsun Darcey?” Yine sessizlik olmuştu. Sessizliği bir iç çekiş takip etti. “Yaşadıklarımızı konuşmak için aramadıysan istediğin bir şey olmalı. Konuş Darcey, seni yiyecek değilim. En azından telefondan…” Genç kadın bir an gülümsedi. Rafael’in alaycı esprile122


Hançer-II

rinin değişmeyişinin farkına varmak içindeki gerginliği biraz olsun azaltmıştı. “Senden bir konuda yardım isteyecektim. Beth’i takip ettirmeni istiyorum.” “Kuzenini mi?” “Evet. İspanya’ya gidiyor, şu an uçakta olmalı… Bağlantılarını kullanabilirsin!” “Bunun kuzeninin hoşuna gideceğine emin misin?” “Elbette bilmeyecek.” Bu tartışılmayacak bir konuydu. “Bunu neden benden istiyorsun?” Derin bir nefes aldı. Rafael’in sorgulamadan kabul etmeyeceğini biliyordu ama her soruyu sormasını da istemiyordu. Elbette tüm düşündüklerini söylemeyecekti. Mesela bunların arasında en baskın çıkanın onun sesini duymak olduğundan bahsetmeyecekti. “Yoksa kendim yapacağım.” İkisi de bunun ne anlama geldiğinin farkındaydı. Darcey hâlâ takip edildiğini, adımlarının izlendiğini biliyordu. Bu ölene kadar bitmeyecekti. Çünkü hiçbir risk almazlardı. Genç kadın ancak güçlü bir gölgenin altında izlerini saklayabilirdi ve o güçlü gölge şu an yanında değildi. “Tamam, yardım edeceğim. Bana borcu olan birisi vardı. İsteğimi geri çevirmeyeceğine eminim.” “Uçakla gideceğini söyledi. Romero ile birlikte gidiyor.” “Şu dedektif olan mı?” Darcey siniriyle homurdandı. Adamın bahsinden dahi hoşlanmıyordu. “Evet, o… Adamın dosyasından evinin Madrid’in biraz dışında olduğunu hatırlıyorum. Madrid’e ineceklerdir diye düşünüyorum.” “Tamam!” Darcey onun söyleyişinden telefonu kapatacağını anlamıştı. Fakat buna hazır değildi. Ayrıca söyleyeceklerini de bitirmemişti. “Bir şey daha var,” diyerek atıldı. Rafael’in derin nefesini duyduğunda bir an teninde hissetmiş gibi ürperdi. “Araştırmanı istediğim 123


Ezgi Bağcı

biri var. Dimitri Karakis… Beth’le bağlantısı ne bulmanı istiyorum.” “Tamam. Başka bir şey yoksa kapatıyorum.” Rafael cevap vermesine izin vermeden telefonu kapatmıştı. Genç kadın telefonu indirerek, çağrının bittiğini gösteren ekrana baktı. Boğazı yanıyordu. Aslında çok şey vardı ama söylemeye fırsat bulamamıştı. Aynaya baktığında kenarları akamayan yaşlardan dolayı kızarmış gözlerini gördü. Fırsat yaratmamıştı ki… Yavaşça ayağa kalktı ve odadan çıktı. Söylediği şeyi kendisinden başka kimse duymamıştı. Seni özledim. Merdivenleri hızla inerek hemen sonundaki kapıdan içeriye girdi. Sevim Hanım ve Ahmet Bey, Beth’in onlara teyze ve amca dediğini duymuştu fakat bunların tam olarak neden kullanıldığını anlamamıştı, salonda oturuyorlardı. Sevim Hanım o içeri girince yerinden kalkmıştı. Beth’in aceleyle gidişinden dolayı endişeli olduğu belliydi. Nereye gittiğini ve ne zaman döneceğini sormaya başlayınca, genç kadın yakında döneceğini söyleyerek onu yatıştırdı. Soruların cevaplarını kendisi de tam bilmiyordu ki, daha iyi yanıtlar verebilsin. Beth herkesi telaşa sokan bir maceraya çıkmıştı. Onun bu bodoslama davranışının nedenlerini Darcey dahi tam olarak bilmiyordu. Genç kadını en çok yoran yapabileceği bir şeyin olmamasıydı. Üstelik Beth, ondan bu iki telaşlı yaşlının yanında kalıp, onlara göz kulak olmasını istemişti. Bu da elini kolunu bağlayan şeylerden biriydi. O sırada ekrandaki bir haber dikkatini çekti. Spiker iki gün önce şehrin göbeğinde çıkan silahlı çatışmadan bahsediyordu. Ateş açan araç yüzünden şehrin trafiği tıkanmış ve bir araba şeridinden çıkarak karşı şeritten gelen başka bir arabaya çarpmıştı. Bir ölü vardı. Darcey haberin dikkatini çektiğini hissetti. Spikerin söylediği bazı kelimeleri anlamasa da cümlelerin tamamlayışıyla ne dediğini çıkartabiliyordu. Polis, ateş açan araba ta124


Hançer-II

rafından kovalanan diğer arabanın çalıntı olduğunu ve arabayı aradıklarını söylemişti. Kamera görüntülerine göre ise arabayı çalanlardan kadın olan o apartmanda yaşıyordu. Kadının evi de silahlarla talan edilmişti. Buraya kadar olan kısmıyla sıradan bir haberdi. Fakat söz konusu kadının resmi ekranda belirdiğinde ağzı bir karış açık kaldı. “F*ck!” Darcey anadiline hızlı bir dönüş yapmıştı. Sevim teyze ise onunla aynı şaşkınlıkta mırıldandı. “Ama bu Esra!”

Önündeki dik merdiveni emin adımlarla tırmanan adamın sırtına baktı. Uçaktan indikten hemen sonra doğrudan bu taş malikâneye gelmişlerdi. Melek’in burasının neresi olduğuna dair bir fikri yoktu. Yine de en az bir asırdır orada olduğunu kanıtlarcasına yükselen malikâne, oldukça kibirli ve güçlü duruyordu. Sahibi gibi diye düşündü ve iç çekerek Marco’yu takip etti. Marco, o soruyu soruşundan beri genç kadınla konuşmamış; her zamanki sessizliğine bürünmüştü. Genç kadına ise sessizliğin içinde ve bir yere çıkmayan düşüncelerinde bir yolculuk kalmıştı. Havaalanına inmişler, sorunsuz bir şekilde İspanya’ya giriş yapmışlardı. Onları bir araba karşılamıştı. Kalabalığın ve dilini bilmediği gürültünün içinde genç kadının dikkat ettiği Marco’ya gösterilen saygı ve ilgiydi. İnsanların ona bakışlarını görmüştü. Ünlüydü. Genç kadın bu konuyu onunla ilgili okuduğu dosyadan hatırlıyordu. Marco; Alvino ve Aloise ile birlikte büyümüş, yabancı okullarda okumuştu. Yirmi altı yaşında ülkesi İspanya’ya dönmüştü. Dedektif olduğu biliniyordu ama asıl dikkat çeken yakışıklı ve zengin bir iş adamı oluşuydu. Melek’in merak 125


Ezgi Bağcı

ettiği ise tüm bunların içinde Hançer kimliğinin nereye ait olduğuydu. Kapı onların gelişini algılamış gibi sonuna kadar açılmıştı. Melek ancak içeriye girdiğinde kapının ardına sinmiş olan figürü seçebildi. Üzerine büyük gelen kot pantolonun ve bol tişörtün içinde genç bir kızdı bu… Başını eğmişti. Uzun kumral saçları yüzünün çoğunu kapatıyordu. Melek yanından geçerken, genç kız ürkek hareketle bir iki adım geri çekilmişti. Onun bu hareketiyle şaşırdı fakat sormaya fırsat bulamadı. Marco kıza doğru eğilmiş, Melek’in anlamadığı dilde bir şeyler söylemişti. Melek onun kaç dil bildiğini merak etti. “Bolour, sana yardımcı olacak.” Melek daha ne olduğunu anlamadan, eşyaları el değiştirmiş ve genç kızın peşine düşmüş olarak buldu kendisini. İkinci kata tırmanan merdivenlerin sonuna vardığında istemsiz arkasına baktı. Marco, merdivenlerin başında ellerini cebine sokarak duruyor ve onu izliyordu. İrkildi. Yeniden önüne döndü genç kadın. Onun ne düşündüğünü ve ne istediğini anlayamıyordu. Anlamak da istemiyordu. Kim sönmesini istediği bir ateşe odun atardı ki? Lakin genç kadının bilmediği içindeki sönmeye yüz tutmuş bir ateş değildi, karanlığında hep yanmıştı; şimdi öfkesi dahi onu besliyordu. İkinci katı geçip üçüncü kata çıkmışlardı. Genç kız uzun koridoru geçip, Melek’i en sondaki odaya getirmişti. Kapıyı açarken aynı ürkekliğiyle Melek’e bakmıştı. Genç kadın o anda küçük kızın gözlerinin güzel bir kahverengi olduğunu gördü. “B-burası odanız.” Melek onun Türkçe konuştuğunu duyunca şaşırdı ama bir yandan da sevinmişti. “Teşekkür ederim,” dedi ve kızın kendisi için açtığı kapıdan içeri girdi. Geniş bir odaydı. Bej ve kahverenginin narin tonlarında döşenmişti. Perdeler çekilmiş, odanın ferahlatıcı manzarasını göz önüne sermişti. Bolour 126


Hançer-II

hızla yanından geçti ve dolaplara ilerledi. Elindeki Melek’in küçük valizini yere bıraktı. Giysileri yerleştirmeyi planlıyor olmalıydı. “Buna gerek yok. Ben hallederim.” Fakat Bolour bu fikri beğenmiş gibi değildi. Başını iki yana salladıktan sonra çantaya eğilerek fermuarını açtı. Melek onun inadına tebessüm ederken ilerledi ve çantanın başına eğildi. Onun yaklaşmasıyla Bolour’un gözleri kocaman olmuştu. Çömeldiği yerde irkildi. Ama bu sefer gerilememişti. Yine de Melek’in ne yapacağını çözmüş gibi çantayı iyice kendisine çekti. “B-ben yapmalıyım. Bana söylendi.” Genç kadın ısrar etmesinin bir işe yaramayacağını anlamıştı. İç çekerek yerinden kalktı ve yatağın ayakucuna oturarak Bolour’un giysileri yerleştirmesini izlemeye başladı. Genç kızın tüm ürkekliğine rağmen taşıdığı inat, güçlü bir karakteri olduğunun göstergesiydi. Anlaşılan kendisine söylenen şeyi sonuna kadar yerine getirmek istiyordu. Melek onun en fazla on yedi yaşında olabileceğini düşündü. Ya bir eksik ya bir fazla… “Burada mı çalışıyorsun Bolour?” Genç kız bir an duraklamış ve Melek’e bakmıştı. Başını iki yanına salladı. Ne diyeceğini düşünüyormuş gibi dudakları gerilmişti. “Hayır. Burada yaşıyorum.” Ondan sonra önüne dönmüş ve işine devam etmişti. Bir süre sessizlikle devam etmişti. Bolour’un küçük çantayı boşaltması uzun sürmedi. Melek bu işin uzamayacağını umarak, az eşya almıştı. Bolour eşyaları düzenli bir şekilde yerleştirdikten sonra çantayı kapatmış ve dolabın en altındaki küçük rafa sıkıştırmıştı. Önüne döndüğünde yüzünde, yaptığı işten memnun olmuş gibi, rahat bir ifade vardı. Yine de konuşurken ki utangaçlığı kaybolmamıştı. 127


Ezgi Bağcı

“A-akşam yemeği için bir saatiniz var.” Sonra söyleyecek bir şeyler daha varmış gibi etrafına bakındıktan sonra hafifçe başını eğmiş, ardından kaçarcasına odadan çıkmıştı. Melek ardından gözlerini kırpıştırarak baktı. İlginç bir kızdı ama sevimliydi. Gözlerindeki o korkuya her ne neden olduysa, bu küçüğü hâlâ etkiliyordu. Yatağın örtüsünü parmaklarının arasında sıktı. Yıllar önce aynı böyle bir küçüğü tanımıştı. Siyah gözleri ve siyah saçlarıyla dünyanın en güzel kızıydı Fatma… Peşinden ayrılmazdı, o karanlık yıllarının en büyük aydınlığı olmuştu Melek’in. Belki de tek aydınlığı… Fakat elinden alınmıştı. Ölümün ne kadar basit olduğunu o zaman anlamıştı genç kadın. Şimdi o yıllara baktığında bir ömür geçmiş gibi hissediyordu. Gerçekten de bir ömür geçmişti üzerinden. Genç kadın ölmüş ve yeniden doğmuştu. Bazen hatıra değil de, izlediği bir filmmiş gibi geliyordu. Ona ait olan, yine de çok çok uzakta kalan… Öne doğru eğildi ve sanki her şeyden koruyacakmış gibi ellerini göğsünün üzerinde birleşti. Öfkesi sadece Marco’ya değildi belki de… Tüm yaşadıklarının hepsine birden öfkeleniyordu, hepsini birden yok etmek istiyordu. Düşündükçe daha yorgun düşüyordu. Son zamanlarda ise düşünmekten başka bir şey yapmıyordu. En iyisi hazırlanmaktı. Yanında akşam yemeğine giyecek kadar şık bir elbise almamıştı. Böyle oyalanacağını da düşünmemişti. Elindekiyle idare edecekti. Hem ‘onun’ da ne düşündüğü önemli değildi; değil mi? Uzun kollu, siyah keten elbisesini üzerine geçirdi. Elbise hemen dizlerinin üzerinde bitiyordu. Taşıdığı tek aksesuar anne ve babasının resminin olduğu madalyondu. Kapıdan çıktı ve boş koridora baktı. Keşke Bolour’a yemek salonunun yerini sormuş olsaydı. Yine de kaybolacağını sanmıyordu. Malikâne, ailesininki kadar büyük olmasa da, aynı yüzyıla ait sayılırdı ve dizaynları ben128


Hançer-II

zerdi. Hafif adımlarla ilerleyerek koridoru geçti. Fakat yemek salonunu aramasına gerek kalmadı. Marco onu, bundan önce bulmuştu. Melek onu görünce belli belirsiz iç çekti. Marco’yu daha önce bu kadar rahat kıyafetler içinde görmemişti. Üzerine giydiği gri eşofman altı ve siyah tişörtün ona yakıştığını inkâr edemezdi. Melek ise günlük elbisesi ile onun yanında şık kalmıştı. Dudağının içini ısırdı. Bu adam hiçbir zaman tahmin edilebilir olmayacaktı. “Seni almaya geliyordum.” Sonra genç kadına elini uzatmıştı. Melek ise önüne dönerek bu teklifi görmezden gelmeyi tercih etti. Ona dokunursa alev alacakmış gibi hissediyordu. Geniş merdivenleri indiler. Melek genç adamın yönlendirmesiyle yürüyordu. Geldikleri yer genç kadının tahminlerinin tersine; yemek odası değil, mutfaktı. Modern tarzda döşenmiş mutfağı iştah açıcı yemek kokuları sarmıştı. Melek’in aşçı olduğunu düşündüğü kadın; mutfağın bir ucundan diğerine koşturuyor bir yandan da şarkı mırıldanıyordu. Onu şirin gösteren kocaman bir gülümsemesi ve kocaman bir göbeği vardı. Onların geldiğini gördüğünde gülümsemesi daha da büyümüştü. Ağzı yamultarak Melek’in anlamadığı bir şeyler söylemişti. Sonra kadının bakışları Melek’in yüzüne kaymıştı. Melek kendisini nasıl olduğunu kavrayamadığı birkaç hareketle masaya oturur bulmuştu. Tabi o arada tanımadığı bu aşçı kadın kendisine sarılmış, yanaklarından öpmüştü. Sonra da önüne çeşitli yemeklerle doldurulmuş tabakları yığmaya başlamıştı. Şaşkınlıkla yemeklere baktı, ondan sonra da aşçı kadına… Bunların hepsini yiyebileceğinden emin değildi. İtiraz etmek istedi ama bir an nasıl ifade edeceğini bilemedi. Marco’ya söylerse olurdu ama sonradan bundan da vazgeçti. Yaşlı kadın öyle büyük bir hevesle bakıyordu ki, reddetmesi imkansızdı. Bir şeyler söylüyor bir 129


Ezgi Bağcı

yandan da yemekleri işaret ediyordu. Melek ona uyarak bir lokma alınca, aşçı kadın yine gülümsemiş ve Marco’ya uzunca konuştuktan sonra işine geri dönmüştü. Melek açıklama isteyerek Marco’ya baktı. Genç adamın dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. Genç kadın o eski duyguların midesini gıdıkladığını hissetti. “Çocukluğumdan beri benimle… Seni sevdi.” Melek o kısmını anlamıştı ama bunu dile getirmedi. “Çoğu zaman huysuz…” Genç kadın onun açıklamasına apaçık bir şaşkınlıkla kalakalmıştı. Anlamıyordu. Anlamadıkça da öfkesinin buharlaştığını hissediyordu. Bu yüzden yemeğine eğilmeyi ve hiç görmediği yemekleri denemeyi tercih etti. Sofraya ise çatal bıçak sesleri ve Marco’nun, kadının uzandığı her yemeğin ismini söyleyişi eşlik etmişti. Tabii bir de aşçı kadının meraklı bakışları vardı. İşini bitirip mutfaktan çıkana kadar sürekli arkasına bakıp durmuştu. İlginç ve tedirgin bir yemek geçirmişti. Ama yemekleri beğendiğini inkâr etmeyecekti. Gazpacho6 adındaki çorbanın neden soğuk olduğunu anlamasa da sevmişti. Hatta çorbanın rahatlattığını söyleyebilirdi. Melek sofradan kalkarken tıka basa doymuştu. Bir lokma daha yerse Esra’nın deyimiyle patlayabilirdi. Marco’nun yemek sonrası şarap ikramını başını sallayarak reddetti ve yerinden kalktı. Bu sessizliğe ve kibarlığa dayanamayacaktı. Fakat yalnız kalamayacağını anlamıştı. Marco ona odasına kadar eşlik edeceğini söyleyerek yerinden kalkmıştı. Genç kadın bir adım önden yürümeye gayret ediyordu. Bir eli yumruk olmuştu. Onun kibar olmasını istemiyordu. Sessizliği bile derindi sanki… Kibarlığı sıcaktı. Son hatıralarındaki gibi… “İspanya’ya gelme sebebimizi yarın öğreneceksin. Kasaya gideceğiz,” dedi Marco, kapının önüne geldiklerinde. Melek başını çevirerek ona baktı. Kısa bukleleri dalgalanmıştı. 6 Soğuk İspanyol Çorbası 130


Hançer-II

“Notu çözeceğini düşündüğün kişi-” “Gideceğimiz yerde. Bunun için endişelenmek gerekmiyor.” Melek onun ses tonundaki hafiflemeyi fark etmişti. Sonra ikisinin bakışları birbirini yakaladı. Koridorun loşluğunda onun gözlerinin koyulaştığını görmedi Melek fakat biliyordu. Bu anı birçok sefer yaşamıştı. Midesindeki burulmayı hissetmiş, dudakları onun nefesinin sıcaklığını duyumsamak isteyerek aralanmıştı… Aynı şimdi ki gibi, bedeni bir özlemin içinde yanmıştı. Ama o özlemi havayı yakan bir öfke takip etti sonra… Onun kendisine doğru eğildiğini gördüğünde gözlerinin kahvesi o öfkeyle parladı. Eliyle arkasındaki kapının kolunu bulup açtı ve bir adımla odaya girdi. Gözlerini, gözlerinden çekmemişti. Bir mıknatıs misaliydi, zaten çekse yine kayar bulurdu onu… Hem, içini aç kurtlar misali kemiren öfkesini görmeliydi. Sonra, daha fazla görmek istemedi. Kapıyı kapattı. Geri geri yürüyerek yatağa çöktü. Korunmak ister gibi, neden korunduğunu bilmeden kollarını bedenine sardı. Öne doğru eğildi. Midesi ağrıyordu… Kalbi ağrıyordu. Öylece kaldı. Sanki zaman kendisi için durmuştu. Düşünmedi, hissetmedi. Tüm karmaşayı o kapı eşiğinde bırakmış gibi durdu. Kapı çalınınca derin dalgınlığından titreyerek sıyrıldı. “Gir,” dedi, bir yandan doğrulmuş ve ne zaman aktığını bilmediği yaşlarını silmişti. Bolour tedirginliğiyle başını kapı aralığından uzatınca gülümsedi. “Gelsene, Bolour.” Genç kız başını sallamış ve elinde, dökmemek için epeyce uğraştığı tepsiyle içeri girmişti. Tepside dumanı tüten bir fincan vardı. Süt kokusu odayı doldurmuştu. “U-uyumanız i-için.” “Teşekkür ederim,” dedi ve gülümsedi. Fincanın ayasını yakmasına aldırmadan tuttu. Tam dudaklarına götürürken Bolour’un konuşmasıyla durdu. “M-Marco Bey getirmemi i-istedi. Güzelce uyumanı131


Ezgi Bağcı

zı s-sağlarmış.” Fincanı kucağına indirdi. Sıcaklık bacağını yakarken hâlâ genç kıza bakıyordu. “Ondan korkuyor musun Bolour?” Bolour bu söylenenle şaşırmıştı, belliydi. Gözleri düşünüyormuş gibi kısılmıştı. Sonra başını salladı. “Onun kim olduğunu biliyor musun?” Bu soruyu neden sorduğunu bilmiyordu. Bir onay mıydı aradığı ya da bir cevap? Ama duymaya ihtiyacı vardı. Ne olduğunu bilmese bile bir şeyler duymaya ihtiyacı vardı. Bolour sorulan soruyla gerilmiş, kaşlarını çatmıştı. “O benim hayatımı kurtardı.” Bolour odadan çıktıktan sonra uzun süre kapıya bakmıştı Melek. Sonra yerinden kalkıp pencereye doğru ilerledi. Çok yorgun hissediyordu. Öfkesi yerle bir ediyordu. Nefreti ve sevgisi birbirine giriyordu. Onun kendisine hissettirdiklerinden nefret ediyordu. Melek, kendisinden nefret ediyordu.

Yüzüne kapanan kapıya baktı bir an, sonra dönerek uzun koridorda yürüdü. Üst katlara çıkan merdivene vardığında, Bolour’un da yukarı çıktığını görmüştü. Bir el hareketiyle kızı yanına çağırdı. Kızın ürkek adımları tökezlemesine neden olmuştu. Küçük kız neredeyse on aydır yanlarındaydı ama korkaklığını üzerinden atamamıştı. Rahat yaşayabilirdi, ondan bir şey yapmasını istememişti ama hizmetçi olarak davranmayı tercih ediyordu. Bunun onu rahatlattığını gördüğünde karışmamıştı Hançer… Kız buraya geldikten hemen sonra geçmişini araştırtmıştı. İsmini ve kaçırıldığı yaşı bilmek işlerini kolaylaştırmıştı. 2008 yılında ortadan kaybolduktan sonra ailesi onu bulmak için çok uğraşmıştı. Kızı kaçıranlar küçük bir grup köle taciriydi. Onu Afrika’da kadın ve çocuk pazarlayan bir adama satmışlardı. Kızı satın alan son müşteri ise Topuk’tu. Topuk’un ortadan kaybolma132


Hançer-II

sıyla birlikte kızı aramışlardı; fakat Hançer onları bastırıp kızı saklamayı başarmıştı. Yine de bunun ne zamana kadar devam edeceğini bilmiyordu. Kızın iyi para getiriyor olduğu, pazarlayan adamın neredeyse tüm gücünü buna seferber edişinden belliydi. Lakin Hançer’in kızı bulmalarına izin vermeye niyeti yoktu. Kız önüne geldiğinde yine başını eğmişti. “İşini bitirdin mi?” Kız başını iki yana sallayınca ekledi. “İşini bitirince misafirimize bir bardak sıcak süt götürürsün.” Bu seferde aşağı yukarı sallayarak onu onaylamıştı. Kendisine söyleneni yapmak için döndü fakat Hançer seslenerek onu durdurdu. “Bolour!” Kız merdivenin ilk basamağında, başını çevirerek ona bakmıştı. Kızın gözleri merak doluydu. Bundan birkaç ay önce karşısındakinin gözlerine dahi bakamıyordu. “Ailenin yanına dönmek ister misin?” O kadar korkaktı ki, her sözünde ya titriyordu ya da kaçıyordu. Yine farklı bir şey olmadı. Korkak yavru bir kedi gibi titredi, başını hızla salladı, tökezleyerek birkaç basamak indi ve selam verip gözden kayboldu. Kendi yoluna döndü. Kızla en iyi iletişim kurabilecek kişi Aloise’ti ve bu işi ona bırakacaktı. Kızın geçmişi hakkında araştırma yaparken, ailesinin yaşadığı yere de ulaşmıştı. Gerekirse kızın ailesinin de saklanmasını sağlayacaktı. Merdivenlerin sonu çatıya çıkıyordu. Çatı katını iki yıl önce ayrı bir daire olarak yeniden düzenletmişti. Malikânenin geri kalanından bağımsızdı. Kapıyı açıp koyu tonların hakim olduğu salon şeklinde döşenmiş odaya girdi. Duvarlar sütlü kahveye boyanmış, iki rahat gece mavisi kanepe karşılıklı yerleştirilmişti. Bir duvarda İstanbul’un Boğaz manzarası olan harika bir tablo vardı. Alvino bunu dairenin yapımının bitiminden hemen sonra hediye etmişti ona… Salonun sonunda sağlı ve sollu olmak üzere kapı vardı. Sağdaki küçük bir terasla birleş133


Ezgi Bağcı

tirilmiş olan alçak tavanlı mutfağa açılırken, soldaki yatak odasına aitti. Adam soldaki kapıya ilerledi. Oda çatı olmasından dolayı alçak tavanlıydı. Çatının yarısı camdı ve muhteşem bir manzarayı göze seriyordu. Arazinin yeşilliğini şehrin sarı ışıkları takip ediyordu. Tişörtünü çıkartıp yatağa bıraktıktan sonra duşa ilerledi. Kış olması önemli değildi. Soğuk su iki günün uykusuzluğundan dolayı gerilen kaslarına iyi gelecekti. Yatak odasının siyah tonları banyoya da taşıyordu. Siyah ve beyazla tamamlanmış fayanslar, geniş siyah bir küvet… Banyonun bir duvarı boydan boya aynaydı. Eşofman altını çamaşırıyla birlikte yerde bırakarak küvete ilerledi. Yansıması da onun tersine ilerlemişti. Soğuk suyu açtı ve akmasına izin verdi. Eğilişiyle sırtı kasılmış, kasları dalgalanmıştı. Sırtındaki izlerin beyazlığı tavandan yansıyan loş ışıkta daha belirgindi. Birbirini izleyen ve kesen şeritler, çıkarılan kurşunların geri kalan izleri… Bazılarının renkleri daha açıktı. Çocukluğundan ve gençliğinden kalan bu izlerin hepsi ayrı bir hikâyeye sahipti. Hepsi adım adım bu adamı yaratmıştı. Ayak parmaklarıyla küvetin pürüzsüz yüzeyindeki suyu ayırdı ve buzdan farksız duşun altına girdi. Bir beş dakika oyalandıktan sonra uzanarak havluyu aldı, beline sarıp banyodan çıktı. Adımları parkelerde ıslak izler bırakıyordu. Türkiye’ye sadece notu almak için gitmişti ama şu an bambaşka bir konumdaydı. Başta, genç kadını İspanya’ya ve evine getirmek aklında yoktu. Fakat onu gördüğünde içinde sır olmuş düğümlerin çözüldüğünü hissetmişti. Taşlar yerine oturuyormuş gibi tüm duyguları sıraya girmişti. Hayatını birleştiren ve isimlendiren iki nokta olmuştu. İlk öldürüşü Hançer’i getirmişti, ilk başarısızlığı Marco’yu… Fakat bu kadının gülüşü ona hiç yaşamadığı bir tazeliği getirmişti. Tüm sorgulayışlarından farklıydı bu kez, içinde hiç açmadığı kapıların ardındaki boşluğu 134


Hançer-II

sorgulamıştı. Anlam koyamadığında yaşamayı seçmişti. Şimdi ise tüm soruların cevabını vererek yaşamak istiyordu. Masanın üzerinde duran kimliği ters çevirdi. Yüzü kendisinin olan profil resminin hemen yanında “Marco Luis Romero Alonso” yazıyordu. Devamında ise ona ait olmayan, hatta var olmayan anne ve babanın ismi… Sahte doğum yeri… Dünyaya karışmasını sağlayan bir kimlikti bu.

4 Nisan 2004 İtalya Yirmili yaşlarının ortasındaki genç adam gri gözlerindeki soğuklukla karşısındaki solucanı süzüyordu. Solucan tabiri bu adama uyuyordu çünkü farksızdı. Korkudan sarıya kaçan teniyle olduğu yerde kıvranıyor ve ellerini ovuşturuyordu. Göz bebekleri büyümüştü. Gözlerini sürekli kırpıştırıyordu. Alnı terden parlamıştı. Eliyle birlikte uzattığı kâğıtlar da titriyordu. Bir eliyle siyah sakalını sıvazladı. Adam onu iki gün önce aramış ve görüşmek istediğini söylemişti. Büyük bir rakam teklif ediyordu. Adam hakkında yaptırdığı araştırmanın raporları yaklaşık bir saat önce eline ulaşmıştı. Dağılmış bir terör örgütünün eski bir üyesiydi. Bir çatışmada yaralanmıştı. Sağ bacağı bu yaradan dolayı aksıyordu. Şimdiye kadar üç kez ölümle burun buruna gelmişti. Sağ omzunda bu ölümlerden birine çok yaklaştıran kurşun yarası vardı. Zamanında örgütün as kartlarından biriydi fakat örgüt dağıldıktan sonra sefil bir yaşam sürmüştü. Şimdi ise Hançer’den birisini öldürmesini istiyordu. Bakışlarını öldürülmesinin istediği kadının resmine indirdi. Simsiyah omuzlarına dökülen saçları vardı. Taktığı gözlükten dolayı gözlerinin rengi görünmüyordu. Resim telefonla konuşurken çekilmişti. Öfkeli olduğu bedeninin duruşundan belliydi. Gözlerini konuşan adama kaldırdı. “Türkiye’de, Ankara’da yaşıyor,” dediğinde Arap şivesi iyice belirginleştirmiş135


Ezgi Bağcı

ti. “Temiz bir ölüm istiyoruz. Ölümünü duyduğumuz an 5 milyon dolar hesabında olacak.” “Yarısı hemen şimdi,” dedi düz bir tonla. Fakat adam irkilmişti. Titremesi tüm bedenine yayılmıştı. “Efendim?” “Yarısını bir dakika içinde istiyorum.” Bir kez daha tekrarlamayacağını belli edercesine öne doğru eğildi. Adam başını hızla sallamış ve telefonuna can kurtaran misali sarılmıştı. Aradığı her kimse birkaç saniye içinde onaylamış olacak ki, telefonu indirmiş ve tamam, demişti. Hançer bakışlarını tekrar resme indirdi. Kadının başka bir belgede yazan ismini tekrarladı. “Zal Kohen7.”

7 Nisan 2014 Türkiye, Ankara Kadın yaklaşık 5 dakika sonra yoldan geçecek ve binaya girecekti. Yavaşça yere uzandı ve konumunu belirledi. Temiz olmasını istemişlerdi ve bunu sağlayacaktı. Vurmak için binaya girmesini bekleyecekti. Toplumu telaşlandırmak, her şeyi ortaya sermek anlamına gelirdi. Araba yolda göründüğünde göğsü zeminle paralel hale geldi ve gözleri hedefine kitlendi. Araba binanın girişinde durmuş ve kadın yolcu kapısından inmişti. İndikten sonra eğildi ve arabanın içinde olan kişiye bir şeyler söyledikten sonra doğrularak binaya girdi. Tam üç dakikalığına göründen kaybolmuştu. Hedefini takip eden adamın avantajı binanın tamamen camdan oluşuyor olmasıydı. Hedef binanın üçüncü katında duran asansörden indi ve binanın ön tarafında kalan odanın kapısına doğru yürüdü. Bir sonraki adımında ise genç adam tüfeği ateşledi. Geri tepişi güçlü bedenini etkilemezken, mermi 7 Burcu Demet’in Sahra ve Zamansız kitabının karakteridir. Yazarın ve yayınevinin izniyle, kitaba konuk edilmiştir. 136


Hançer-II

duyulmayacak bir sesle kovanından ayrıldı. Ama hedefe ulaşmadı. Genç adam dürbününden cama takılı kalan mermiyi görmüştü. Hiç yapmadığı hatayı izlerken, mermiyi gören bir tek o değildi. Kadının gözleri ilk camı ve camın ortasında duran mermiyi, sonra da yerini bilir gibi Hançer’i bulmuştu.

Görüşü bir siyahlıktan ibaretti. Bu siyahlığa neden olan göz bağının sert kenarları yanaklarının üstünü ve şakağında hissediyordu. Bacaklarını sandalyenin demir bacaklarına sıkı bir halatla bağlamışlardı. Halat çıplak bacaklarını kesmişti. Ellerini ise arkasında, kıpırdamasını imkânsız kılacak şekilde, zincirlemişlerdi. Başı saçını asılan bir el tarafından geri çekilmişti. Bir kez daha kim olduğunu soruyorlardı. Fakat bir kez daha kim olduğunu söylemedi. Yirmi saatten sonrasını saymamıştı. Dört saat aralıksız bedeninin üzerinde çalışıp, sorguluyorlar ve bir saat ara veriyorlardı. Demir kapının açılışını ve tekrar kapanışını işitti. İçeri üç kişi girmişti. En son girenin adım sesleri daha hafifti. Bu hafif adımların sahibinin sesini hiç duymamıştı. Daha önce iki kere daha gelmişti ama yine konuşmamıştı. İşkencecilerinin hepsi erkekti. Birisi alay etmekten hoşlanıyordu ve o başladığında en ağır saatlerini geçiriyordu. En çok sırtıyla oynamayı seviyordu. Genç adam onun sırıtmasını hissedebiliyordu. Omzunu delip geçen sivri demir aniden geldi. Dişlerini sıktı ve dudağının içini ısırdı. Kan tadı ağzına dolmuştu. Aynı kanın sıcaklığını omzunda ve göğsünde yoğun bir şekilde duyumsadı. Ani gelen acı yerini uyuşukluğa bırakırken, bulanıklık zihnini doldurdu. Bir tanesi koşar adımlarla odanın diğer köşesine gitmişti. “Konuşmuyor. Çok dayanıklı… Yine de öldürmesek, bir kenara atsak bile bu yaralarla fazla dayanmayacaktır.” “Göz bağını çözün.” Sonra yaklaşan ayak seslerini, bir 137


Ezgi Bağcı

sandalyenin çekilişini duydu. İki saniye sonra gözleri özgür kalmıştı. Görüşü yerine gelirken, odadaki mum ışığının altında tam karşısında oturan kadınla göz göze geldi. Bu kadını gayet iyi hatırlıyordu. Düşmeden önce gördüğü son kişiydi ve müşterisinin öldürmesini istediği kişiydi. Siyah gözleri mum ışığında dipsiz görünüyordu. “Konuşmayacaksın anlaşılan. Üç gündür her yönteme suskunsun. İlginç…” Önünde bir dosya tutuyordu. Kapağını açtı ama bakmadı. Daha önce okuduğu belliydi. “Hançer… Kiralık katil. On beş yıldır bu işi yapıyorsun. Beni öldürmeni kim istedi?” Sorunun cevabı duyulmadı. Sessizlik ve nefesler odaya hâkim olan tek şeydi. Hançer’in arkasında dikilen adamın saçındaki tutuşu daha da güçlendi. Başını geriye çekerken, boynuna bıçak dayamıştı. Fakat kadın seslenerek onu durdurdu. “Dur.” Bakışları bir an ayrılmıştı. Yeniden Hançer’e döndü. Fakat bu sefer konuşan, onun yanında duran başka bir adamdı. “Eskiden Kaptan adında bir adama çalışıyormuşsun. Fakat onunla bir işimiz yok. Düşmanlığımız yok. Fakat o ortadan kaybolalı dokuz yıl oldu. Zal Kohen’i öldürmeni isteyen kim?” Soru bir kez daha havada asılı kalmış, cevap alınamamıştı. Kadının yüzü bu durumdan sıkılmış gibi bir ifadeye büründü. Beline astığı silahı çıkarttı ve emniyetini açarak masaya koydu. Gözlerini Hançer’den bir an olsun çekmemişti. Yavaşça arkasına yaslandı. Oldukça rahattı. Çenesini ona ait bir asaletle havaya kaldırdı ve dikkatle, biraz da uğraştırarak karşısındaki süzdü. Her gün yaptığı bir sohbetmiş gibi hafif bir tonla konuştu. “Gençsin. Gördüğüm kadarıyla bir hayatın yok. Hayalet gibi yaşıyorsun. Sahip olmadığın çok şey var değil mi?” Genç adamın gözlerindeki anlık değişikliği gördüğünde ipin ucunu yakaladığını anlamıştı. “Bir anlaşma yapalım. Sen bana isim ver, ben sana paravanın olacak bir kimlik vereyim. Yeterince adil bir anlaşma…”

138


Hançer-II

Zal Kohen güçlü bir kadındı. Ona bir kimlik, bir geçmiş vermişti. Hançer ise müşterisinin ismini vermişti. Ayrıca birkaç yıldır eline geçen bilgileri de aktarıyordu. Kadın ona hiç sahip olmadığı bir paravan sağlamıştı. Hançer artık ulaşılamayan bir isimdi. Hakkında bir şey bilinmiyordu. Marco ise hayatı tamamen ortada olan bir iş adamı, gerçek bir duvardı. Daha önce sahip olmadığı gerçek bir isimdi.

“Bütün haberlerde Esra hanımın yüzü var. Biraz daha geç kalmış olsaydınız, sizi ülkeden çıkarmam zor olabilirdi.” Esra sözü duymamış gibi davrandı çünkü şaşkınlığında boğulmakla meşguldü. Bir gökdelenin tepesinden Miami’yi izliyordu. Evet, Amerika’daydı. Hem de direkt buraya gelmemişti. Bir uçakla küçük bir havaalanına inmişler, oradan da bir helikopterle bu gökdelenin çatısına konuvermişlerdi. Esra ise bir filmin içine hapsolduğu duygusundan hâlâ çıkamamıştı. El insaf Esra, bunca olaya akıl dengem yerinde deseydin, o zaman sorgulardım seni. Yani beni… Yani kendimi. Al işte toptan delirdim. Hepsi o maymunun suçu! Yarım gündür şaftı kaymış bir şekilde geziyordu ve bu günün ilk yarısını saymadığı haliydi. Sabah olanları da sayarsa, aklı cümbüş yeriydi ki Esra yaşıyor olduğuna şaşıyordu. Birisinin ismini söylediğini duyunca arkasına döndü. Alvino ile Yıldırım adındaki yeni tanıştığı ve onları buraya getiren adam, ona bakıyordu. “İyi misin?” Bunu soran maymundu. Esra başını salladı. Ona olan öfkesini tam tanımadığı bu adamın yanında kusmayacaktı. Hem adam onu ürkütüyordu. Yıldırım onun düşüncelerini okumuş gibi yavaş bir hareketle ayağa kalkmıştı. Yüzünde garip bir gülümseme vardı. Böyle bir adamın gülümsemesi de garipti 139


Ezgi Bağcı

doğrusu… Yine de ürkütücü olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Uzun boylu olduğunu düşünen Esra bile adamın anca omzuna geliyordu. Kalın sakalları ve dağınık saçları yüzünü gölgelendiriyordu. Kocaman kahverengi gözleri o gülümsemesine rağmen hiç de parlamamıştı. Genç kadın çocuk olsa öcü diye kaçardı. “Bu gecelik burada dinlenirsiniz. Yarın bir gemide iki kişilik kamarayla ülkeden ayrılacaksınız. Başını böylesine belaya sokan ne bilmiyorum Alvino, ama dikkatli ol. Sana olan borcumu daha kapatmadım.” Alvino yerinden kalkmış ve Yıldırım’ın elini sıkmış, ardından sıkıca sarılmıştı. İyi dost oldukları belliydi. Eh, zaten Esra onun dostlarının normal olmasını beklemiyordu. “Borcun olmadığını söylemiştim.” “O benim bileceğim iş. Sen Yağmur’umun hayatını kurtardın.” Yıldırım odadan çıktıktan sonra, Esra bir süre kapanan kapıya baktı. Bir dalgınlık mı çökmüştü üstüne, ne? Bunun farkında olsa da, halinden kurtulamıyordu. Halini fark etmiş olan Alvino birkaç adımla gelmiş ve o koca bedeniyle önünü kesmişti. Genç kadın yeşillerini kaldırarak, adamın mavilerine baktı. Alaycılığı orada görmek hiç de hoşuna gitmemişti. “Uçaktan beri fazla sessizsin.” Her kelimesiyle Esra’ya bir adım atmış ve onu cama doğru geriletmişti. “Konuşmam için sebep mi vardı?” “Susman için de yoktu sevgilim.” “Sevgilim deme.” Adamı göğsünden itmeye çabaladı. Bir yandan da kaçabileceği boşluğu arıyordu. Fakat gücü buna yetmemişti. Alvino bir adım daha atınca, onun bedeniyle camın arasında sıkışmıştı. “Oha ekmek arası yaptın. Az açıl, nefes alayım.” Fakat, arsız değil miydi? Elbette dinlememişti. “Sana nefesini ben veririm.” Ve saniye bırakmadan genç kadının dudaklarını yakaladı. Esra’nın itirazı iki saniye sürmüştü. Homurdanmaya çalıştı ama adamın 140


Hançer-II

belini kavrayan serin elini hissettiğinde tüm düşünceleri buharlaşan su misali uçup gitti. Öyle ki bir kabuktan ibaretmiş gibiydi. O düşüncelerin yerini, mavilerin sahibinin yüreğine yağdırdığı hisler aldı. Yönünü kaybetmiş göçmen kuş gibi adama tutundu. Öpüşleri sıcaktı, ısrarcıydı. Tüm savunmalarını yıktı. Sanki savunması kalmıştı da… Hepsi, adamın her bakışında topa tutulmuş surlar misali karanlığı boylamıştı. Onun geriletmesine de karşı koymadı. Tüm duyguların dudaklardan iki yüreğe düşüşü gibi yatağa düştüler. Genç kadın, gecenin koyu vaktinde, adamın tenindeki sıcaklıkta kayboldu.

141


VIII

Genç adam uyandığında güneş yeni doğmuş, yükselmeye yüz tutmuştu. Yatağın soğukluğunda yarı doğruldu, sonra örtüyü üzerinden atarak ayaklandı. Güneşin ışıkları geniş tavan penceresinden sızıyor, kış gününde kendine has bir neşe saçarak, odanın karanlık köşelerini aydınlatıyordu. Dolabına ilerledi. Siyah bir kazakla koyu renk pantolonunu giydikten sonra odadan çıktı. Artık gecikmeyeceklerdi. Kaptanın oyununda gecikmek, yolu kaybetmek anlamına gelirdi. Merdivenden inip de kinci kata ulaştığında, düşüncelerinde yer etmiş genç kadını, merdiven sahanlığında otururken gördü. Genç kadın dalgın bir şekilde kollarını, göğsünde kavuşturmuş ve dizlerine doğru yaslanmıştı. Artık kısa olan kahverengi saçlarını kulağının arkasına sıkıştırmıştı. Alnı ve yüzü gergindi, kaşlarını çatmıştı. Elindeki telefonu sıkıca tutuyordu. Hançer adımlarını sektirmeden merdivenleri indi ve onun yanına vardı. Fakat genç kadın fark etmemişti. Ancak Hançer yanına oturduğunda irkilerek başını kaldırmıştı. Gözlerinin kenarındaki kızarıklığı ve uykusuzluktan kaynaklanan grilikleri inceledi. Gece uyumamış olmalıydı. “Neden buradasın?” 142


Hançer-II

Kadın soruya şaşırmış gibi birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. “Uyuyamadım. Odada da duramadım.” Başını yeniden önüne çevirmişti. Onun artık konuşmadığını düşündü. Hâlbuki genç adam onu dinlemeyi seviyordu. Öne doğru eğildi ve genç kadının yaptığı gibi dizlerine yaslandı. Melek onun bakışlarını farkındayken yerinde kıpırdandı. Niye böylesine dikkatle baktığını bilmiyordu. Bakışlarının dolaştığını hissettiği yerler karıncalanıyordu. Kollarını kendisine daha çok sardı. Konuşmak istedi. Kelimelerine eskiden sarılışı gibi, sarılmak istedi. Ama ne anlatacaktı ki? Gece boyu düşündüğünü ve hiçbir düşüncesinin içinden çıkamadığını mı? Onu aslında hiç tanıyamamış olmasının için acıttığını ve ne düşünürse düşünsün, yeniden en başa döndüğünü mü anlatacaktı? Bolour’un söyledikleri aklından çıkmıyordu. Hayatımı kurtardı. Onun, bulanık zihninin ardından, kendisine doğru gelişini unutmuyordu. Sıcaklığını da öyle… Nasıl sarıldığını… Azrail’in geldiğini düşünüyorken, onu görmüştü. Çöl misali kurak olan bir karanlıkta susuz kalmış ruhuyla sarılmıştı, bu adama. Ve aynı adam yangın içirmişti yüreğine, o karanlıkta en dibe düşmesine neden olarak… Hızla yerinden kalktı ve ona baktı. Olduğu yerde durup beklemek istemiyordu. Bir şeyler yapmazsa, bir şeylere ulaşmazsa delirecekti. “Kasaya gideceğimizi söylemiştin. Oturmayalım. Bir an önce gidelim. Şu notu ve nedenini öğrenmek istiyorum artık.” “Kahvaltı yapalım,” o bunu söylediğinde, Melek merdivenleri inmeye koyulmuştu. Merdiven korkuluğundaki eli titredi. Nedenini bilmiyordu ama bir an ağlamak istedi. “B-bence gidelim. Hem kendimi aç hissettiğimi söyleyemem. Dışarda bekleyeceğim.” Arkasına bakma dürtüsüne karşı koyarak merdivenleri indi ve malikânenin 143


Ezgi Bağcı

ağır kapısını açarak dışarı çıktı. Soğuk hava yüzüne çarpınca titredi. Aptal gibi hareket ediyordu. Montunu içeride unutmuştu. Üstelik kapı arkasından kapanmıştı. Rüzgâr, ince kazağından tenini âdeta deliyor, saçlarını önüne savuruyordu. Bir eliyle saçlarını toparlamaya uğraşırken, diğeriyle kapıyı yumrukladı. Kapı açıldığında ise âdeta yuvarlandı. Dengesini kaybetmiş bir halde öne sendelemiş ve kendisini bir çift kol tarafından tutulurken bulmuştu. Kapının kapanma sesini duydu. Başını kaldırdığında eğlenirmiş gibi parlayan yeşil gözlerle karşılaştı. Bu kadar yakından bakmayalı o kadar uzun süre geçmişti ki, bir an irkildi genç kadın. Onu iterek, kendisini geri çekmeye çabaladı ama pek başarılı olamamıştı. “Üşümüşsün.” Bu tespitler Melek’i sinir etmeye başlamıştı. Huysuzca söylenirken, geriye doğru hızlı bir adım atarak, tutuştan kurtuldu. Belki de Marco gitmesine izin vermişti. “Montumu unutmuşum.” “Bolour getirecektir.” “Ben alırım,” dedi ve merdivenlere yöneldi ama Bolour’u merdivenleri inerken buldu. Elinde de Melek’in montu vardı. Merdivenlerin sonuna varınca montu Melek’e uzatmıştı. Genç kadın şaşkınlığının içinde uzanıp, aldı. Acaba evde ses sistemi falan mı vardı? Bir yerde söylenenler evin diğer ucundan falan duyuluyordu belki de… Montunu giydi ve Bolour’a bir teşekkür mırıldandı. Önüne döndüğünde, montunu ne zaman giydiğini bilmediği Marco’yla karşılaştı. Yok bu evin içinde bir şeyler dönüyordu, birileri ışınlanıyordu. Marco sırtını Melek’in sırtına koyarak, onu dışarı yönlendirmişti. “Bir saat kadar yolumuz var.” Arabaya binmelerinden sonra bir on beş dakika kadar geçtikleri yolları, binaları, insanları izledi. İspanya 144


Hançer-II

güzel bir ülkeydi. Sokaklar kalabalıktı, buna rağmen insanların kendilerine has bir sakinliği, şehrin bir düzeni vardı. Kışın koyu bulutları göğü kaplamış, şehir grilikle gölgelenmişti. Dikkatini arabanın dışına vermek için kendisini zorluyordu Melek. Böylece aklını yanındaki adamın varlığından ve göğsüne dolan duygulardan uzaklaştırabiliyordu, az da olsa… Emniyet kemerini iki avcuyla da sıktı. Zorlu bir sınavdan geçiyor gibiydi… Ve… Sanki duygularını, öfkesini, ona karşı hissettiği ne varsa kontrol etmezse bu sınavdan kalacaktı. Arabanın ani duruşuyla Marco’ya baktı. Varmış olamazlardı. Bir saat yol gideceklerini söylemişti. Bir şey söylemesini bekledi ama genç adam ona bakmadan arabadan inmiş ve yol kenarındaki pastaneye girmişti. Beş dakika sonra geri döndüğünde elinde iki sandviç vardı. Birini Melek’e uzatmıştı. Esra olsa, genç kadına dumur oldun derdi. Ağzı bir karış açılmıştı. Genç kadın şaşkınlığını atıp da sandviçini bitirdikten sonra da sessizlik içinde yol aldılar. Onu anlamıyordu. Nasıl anlayabilirdi ki? Yankısı olmayan bir bağırış değil miydi eskiden Melek’inki; şimdi Marco ona doğru adım atıyordu. Belki de genç kadın yanılıyordu. Ama oradaydı işte… Ve onun her adımında, Melek kesilen nefesiyle harlanan öfkesi arasında kalıyordu. “O kasanın içinde ne var?” diye sordu. Belki konu değiştirirse, rahatlardı. En azından zihnen… Yan gözle Marco’ya baktı. Soruyu duymamış gibi önüne bakıyordu. Yaşamadığı bir durum değildi ama genç kadın bir cevap gelmesini umuyordu. Bu konuda fazla beklemedi. “Seni ilgilendirecek bir şey değil.” O sırada bir kırmızı ışıkta durmuşlardı. Marco yeşil bakışlarını ona dikti. “Sorularının cevabı kasada değil. Ama sorularını cevaplayacak olan ve sana notu gönderen adamın nerede 145


Ezgi Bağcı

olduğunu söyleyen belgeler kasanın içinde.” Başka bir şey söylememişti. Yirmi dakika daha yol aldıktan sonra arabasını ağaçlarla çevrelenmiş bir yola soktu. En sonunda büyük demir kapıların olduğu, duvarlarla çevrili bir araziye varmışlardı. Kapılar onların gelmesini bekliyormuş gibi açıktı. Geniş bir arazinin sonundaki eve gelmişlerdi. Marco arabayı, gelişigüzel bıraktıktan sonra inince, Melek de onu takip etti. Genç adam merdivenleri ikişer adım çıkmış ve kapıyı şiddetle çalmıştı. Gergin görünüyordu. Melek bunun nedeninin arabada, aralarında geçen küçük konuşma olup olmadığını merak etti. Profilini bir an inceledikten sonra bakışlarını açılan kapıya çevirdi. Yaşlı bir adam kapının pervazında duruyordu. İnce ve renksiz dudakları bir gülümsemeyle genişlemişti. Beyaz saçları yaşına göre oldukça gürdü, hemen ensesinde siyah bir bağla toplamıştı. İspanyolca, Marco’ya hitap ederek bir şeyler söylemişti. Melek bir şey anlamamış olsa da onun bakışlarındaki ince alayı yakalamıştı. Marco, cevap vermedi, genç kadını önüne alarak içeriye girmişti. Duvardaki resimlere baktı. Hepsi ünlü ressamlara aitti. Yakından bakmasına gerek yoktu, orijinal olduklarından emindi. Üniversitede, sadece iki yıl olsa da, Sanat bölümünde okumuştu. Ama hayatındaki birçok şey gibi o da yarım kalmıştı. Yaşamasına izin verilmeyen ne çok şey olmuştu. Ortamdaki sessizliği fark edince, dikkatini resimlerden çekti. Konuşmayı bırakmış iki adam onu izliyordu. “Notu verir misin?” Sorudan çok, istek belirten bir cümleydi. Genç kadın itiraz etmedi. Montunun iç gözüne koyduğu notu çıkartıp ona uzattı. Marco notu almış ve yaşlı adama vermişti. Sonra konuşmaya devam etti. Notu işaret ediyordu. Belki de İngilizce yazan notu İspanyolcaya çeviriyordu. Uçakta soracağını söylediği 146


Hançer-II

kişi bu yaşlı adam olmalıydı. Fakat yaşlı adam başını iki yana salladığında bir sonuç çıkmadığını anladı. Sonra yaşlı adam dönmüş ve evin içine, holün yarısını kaplayan ahşap merdivenlere yönelmişti. Melek bir şey anlamadan onları takip etti. Geniş bir odaya vardılar. Marco yaşlı adamı geçmiş ve ilerdeki duvarı kaplayan rafların önüne ilerlemişti. Genç kadın ise ondan sonra olanları gözleri büyüyerek izledi. Ortada duran kitaplık geriye çekilmişti. Bu gizli bir kapıydı. Büyülenmiş adımlarla kapının açıldığı odaya girdi. Yuvarlak dizaynı olan boş odayı dolaştı gözleri. En sonunda odadaki tek eşyanın üzerinde durdu. Dudakları şaşkınlığıyla aralandı. Yüreği karıştı. Birkaç adım attı ve durdu. Eski bir portredeki sıcak gülümsemeydi onu çeken. Sarı saçları ve neşeli kahverengi gözleriyle çocukluğundan kalan, oldukça tanıdık bir görüntüydü bu… Görüşü buğulandı. Adımlarını sürüyerek portreye yürüdü. Elini kaldırdı ve titrek bir hareketle pütürlü yüzeyine dokundu. Ama… Bir şeyler yanlıştı. Uzun süre önce kaybolan portreydi bu. Burada ne işi vardı? Başını hızla çevirirken, saçları onun öfkesini dışa vurur gibi savrulmuştu. Gözleri birer çakmak misali parlıyordu. “Bu portrenin burada ne işi var? Çalınmıştı… Nasıl burada olabilir? Kim çaldı onu? Annemin resminin burada ne işi var?” Gözleri iki adam arasında gidip gelmiş, en sonunda ona cevabı vereceğine inandığı genç olanın üzerinde durmuştu. “Maise MacKenzie…” “Evet. Annemin resmi… Ben on yaşındayken yapılmıştı. Birkaç gün sonra da çalındığını hatırlıyorum. Burada ne işi olabilir?” Aynı soruyu tekrarladığının farkındaydı ama umurunda değildi. Gerçekten düşünüyordu. Bir mantığa oturtmaya uğraşıyordu. Fakat başarılı değildi. 147


Ezgi Bağcı

“Bilmiyorum.” Marco da kaşlarını çatmıştı. Bu durumdan pek hoşlanmadığı ortadaydı. Yeşil gözleri genç kadının üzerindeydi. Fakat bakışmaları bir öksürükle kesildi. “Hanımefendi bilmek isterse… Resim buraya gönderildi.” Melek başını portreye çevirdi. Nasıl ve nedenlerle başlayan birçok soru beynini işgal ediyordu. Marco birkaç adımla portrenin yanına gelmiş ve bir pencere açar gibi açmıştı. Duvara gömülmüş bir kasa ortaya çıkmıştı. Hemen sonrasında ise genç adam cebinden çıkarttığı anahtarı, Melek’in ona verdiği anahtarı, kasanın üzerindeki deliğe yerleştirmişti. Genç kadın notta yazan şeyi hatırladı. Kaptan ona aynı zamanda annesini takip etmesini söylemişti. Sessizce, biraz da cesur olmak isteyerek yutkundu Melek… Başını çevirerek yaşlı adama baktı. “Resmi buraya gönderen kişiyi hatırlıyor musun?” “Elbette, o kişi birçok kere efendime mektup göndermişti. Maise MacKenzie.” Melek bozuk İngilizceyle koşan bu adamın koyu gözlerindeki alaycı bakışı görmüştü. Annesinin ismini duyduğunda dünya tepetaklak olmuş gibi hissetti. Annesi onlara yalan söylemişti. Ama neden? “Bu portre ne zaman yapılmıştı?” diye sormuştu Marco ama genç kadın ona bakmadı. Kasayı, anahtarı izliyordu. Yine de sorudaki tonlamayı yakalamıştı. “Portreyi doğum gününde yaptırmıştı. Resim yapmayı severdi ama kendi resminin çekilmesini bile istemezdi. Bu resmin yapılmasını kabul ettiğinde babam çok sevinmişti.” Fısıldayarak konuşuyordu. Odadakilerin onu duyduğundan emin bile değildi. Hafifçe eğildi ve portrenin yapıldığı günü tuşladı. Marco bir adım daha yaklaşınca; genç kadın, onunla portre arasına sı148


Hançer-II

kışmıştı. Bedeninin sıcaklığını hissedebiliyordu. Başını kaldırarak ona baktı. Yeşil gözler öyle yakınındaydı ki, tüm eski duyguların altında boğuluyormuş gibi hissetti. Bir saniyenin içine sığışan hisleri yaşattıktan sonra, bakışlarını kasaya çevirmişti. Anahtar döndürülünce kasanın açıldığını gösteren ses odada yankılandı. Melek bir adım geri giderek, Marco’nun açmasına izin verdi. İçinde tozlanmış kâğıtlarla birlikte büyükçe bir kutu duruyordu. Genç kadın uzanarak kutunun bronz kilidini çekerek kapağını kaldırdı. Melek içinin boşaldığını hissetti. Düşünmüyordu artık. Düşünürse delirecekmiş gibi hissediyordu. Odadan çıktı ve odanın ortasında duran çalışma masasına ilerledi. Ellerini destek almak için masanın pürüzsüz yüzeyine dayamıştı. Düşünmeyecekti… Hayır… Hayır… Doktorun söylediklerini sıraladı aklında. Sakin olmalıydı. Sakin kalacağını anıları düşünmeliydi. Nefes aldı ama bu canını acıtmıştı. Gözlerinin dolduğunu hissetti. Jack… Jack’i aramalıydı belki? Ya da Darcey, Esra… Darcey’i dinlemeliydi. Buraya hiç gelmemiş olmalıydı. İnsan sırların altını aradığında istemediği şeylerle karşılaşırdı. Melek buna hazır olduğunu düşünmüştü. Belki de hiç hazır değildi. Böyle nasıl devam ederdi? Parçaları birleştirip de soracağı soruların cevaplarının, canını ne kadar çok yakacağını biliyordu çünkü… Omzuna dokunan eli hissettiğinde irkildi ve hızla arkasına döndü. Oradaydı. Kutuyu ve kağıtları bir elinde tutarak ona bakıyordu. Ne yaptığının farkına varmadan, kendisini adamın göğsüne attı. Yüzünü, o bildik kokusunu da duyarak, genç adamın gömleğine sakladı. Artık yaşlarını tutamıyor, bir daha nefes almayacakmış gibi ağlıyordu. Tüm karmaşasının içinde evin kâhyası olan yaşlı adamın söylediğini duymadı. “Artık büyüdüğünüz bu evle, hiçbir bağınız kalmadı Efendi Hançer. Biraz daha özgür kaldınız.” 149


Ezgi Bağcı

Genç kadın önlerinde yükselen dev gemiye baktı. Son üç günden farksız olarak, yine bir filmin sahnesindeymiş gibi hissediyordu. Bu sefer ne olabilirdi? Mesela Titanic… Ha filmdeki gibi şiddetli bir kalabalık, birbirlerine el sallayan insanlar yoktu ama koca beyaz gemi ve genç kadının içinde bulunduğu bu garip hâl bu düşünceyi destekliyordu. Yani Esra’ya göre öyleydi. Belki Rose’un zarafetine de sahip değildi, yine de öyle hissediyordu işte… Karşısına kim geçerse geçsin, sonuna kadar tartışacaktı. Alvino’nun güçlü çekişiyle gemiye ilerledi. Bu maymun ona emrivaki yapacaksa, bu ilişki başlamadan bitmeliydi. Bir oraya bir buraya çekiştiriyordu. Esra da akışa karşı koyamayarak sürükleniyordu. Her anlamda… Uyanıp da, genç adamın yanındaki varlığını hatırlayana kadar, gece yaşadıklarının bir rüya olduğunu düşünmüştü. Fakat oradaydı. İlk defa böylesine karışmış ama böylesine mutlu olmuştu. Bedeni daha önce tatmadığı duygularla titrerken, dudakları bir tebessüme karşı koyamamıştı. Şimdi düşündüğünde dahi kalbi aynı ritimde atıyordu. Olduğu yerde duramayarak başka bir yere aitmiş gibi delicesine atıyordu. “Şimdi Meksika’ya gideceğimizi mi söylüyorsun?” “Evet sevgilim. Güzel bir macera değil mi?” demiş, bir de başını çevirip göz kırpmıştı. Esra homurdandı. Artık söyleyecek söz de bulamıyordu. Bunun nesi maceraydı, ölmemek için bir grup adamdan kaçmıyorlar mıydı? Şimdi de Mavi Tur yapacak olan bir gemiye biniyorlardı. Genç kadın hangi ara Meksika’ya geçeceklerini merak ediyordu. Gemiye ayak basar basmaz onları karşılayan bir adam, kraliyet ailesini karşılıyormuş gibi hareket ederek, onlara kamaralarına kadar eşlik etmişti. Esra onun bilete bakışını ve o anda bakışlarındaki de150


Hançer-II

ğişimi fark etmişti. VIP olmak böyle bir lüks getiriyor olmalıydı. Kamaranın kapısı kapanınca kollarını kavuşturarak, elindeki küçük bavulu yatağa bırakan Alvino’ya döndü. Sabahtan beri olan karmaşanın yanıtını şimdi alacaktı. Neler olduğunu sorduğunda susturulmasından dolayı duyduğu öfkeyi güzelce bastırmıştı. Cevapları hak ediyordu. “Şimdi anlat.” Alvino o pişkin sırıtmasıyla Esra’ya baktı. Genç kadının tersine oldukça mutlu görünüyordu. Pis hergele, elbet mutlu olacaktı. Onun gibi kadını bulmuştu… Esra tüm bunların keyfini sonra sürecekti de, önce cevap istiyordu. “Neyi anlatayım sevgilim?” “Arrgh!! Lanet olmayası maymun!-” “O maymun söylenecek mutlaka!” “-sabahtan beri neyi soruyorum ben? Biz Amerika’ya niye geldik? Evde, dolabımın içinde olduğunu bildiğim pasaportum dün nasıl elime geçebildi? Tatil gemisinden Meksika’ya gitmeyi nasıl başaracağız? Bu geminin rotasında öyle bir şey yok?” “Bunu nasıl öğrendin?” Esra bir anda gelen soruyla aklı karışmış bir halde adama baktı. “Neyi nasıl öğrendim?” “Geminin rotasını…” “Binmeden önce o soytarı kılıklı kızın verdiği broşürde gördüm.” Hâlâ kızı öldürmeyi planlıyordu. Resmen maymunla flört etmişti, hem de Esra’nın gözü önünde… Maymun da cesaretlendirmiş olmalıydı. Kız durup dururken yavşamazdı herhâlde! “Hani senin yüz verdiğin kız!” “Hangi kız?” Bir de şaşkın şaşkın bakarak bilmezden geliyordu. Bu adam çok uyanıktı. Genç kadın çenesini yukarı kaldırarak gururunu takındı. Bu konuyu daha fazla tartışmayacaktı. 151


Ezgi Bağcı

“Soruma soruyla karşılık veriyorsun. İlk önce sorularımı cevapla!” “Emredersiniz kraliçem.” Alvino gerçekten eğleniyordu. Bu kadının siniri sinyal verip de bir türlü patlamayan bir volkan gibiydi. Dudaklarını büzüyor ve alev rengindeki saçlarını omzundan geriye atıyordu. Çok güzeldi. Ve genç adam onu seyretmekten zevk alıyordu. “Amerika’ya gelme sebebimiz, izimizi kaybettirmek. Pasaportunu Yıldırım’ın bir adamı gizlice aldı ve inan bana, pasaport diye küçümsediğin, Yıldırım’a bizden daha çabuk ulaştı. Meksika’ya gemiyle gitmeyeceğiz. Kuzenim bizi, Türklerin deyimiyle yarı yolda karşılayacak.” “Kuzenin mi?” Alvino çok komik bir şey söylenmiş gibi kahkaha atmıştı. “Onu seveceksin. Oldukça ilginç bir karakterdir.” Esra sözden değil de adamdan şüphelenir gibi baktı. Sonra başını iki yana salladı. O an, bu adamın varlığına mı yoksa kendi düşüncelerine mi itiraz ettiğinden emin değildi. Yıldırım Bey’in hazırlattığı çantaya ilerledi. O korkutucu adam her şeyi düşünmüştü. Çantayı açtığında, iç çamaşırından bikiniye kadar her türlü kıyafetin, üstüne bir de pet ve krem gibi şeylerin de olduğunu gördü. Fazla mı düşünmüştü ne? Alvino, düşüncelerini okumuş gibi; “Önceden haber verdiğim için, Yıldırım ihtiyacımız olan her şeyi hazırlatmış. Çantamda takım elbise dahi var. Her ne kadar tercih ettiğim marka olmasa da,” dedi. “Bir de tercih ettiğin marka olsaydı!” Genç kadın kaşlarını çatarak ona bakmıştı. “Hayır demezdim.” Genç kadın pes etti. Omuzları kaybettiği savaşın yüküyle düştü. Bu adamla uğraşılmazdı. Ömründen bin ömür daha gidiyordu. Onun bu halini gören Alvino’nun yüzündeki alaycılık sevgi dolu 152


Hançer-II

bir tebessüme dönüşmüştü. Yerinden kalkarak genç kadının yanına geldi ve kollarıyla ince belini sardı. “Neden bu kadar tedirgin ve öfkelisin?” Esra bir an, onun söylediği şeyi algılayamadı. Belindeki kolun verdiği hisle baş etmekle meşguldü. Adama duyduğu tutku, tüm kontrolünü kaybettiriyordu. Gerçi dün gece kaybettiği o kontrolü bulamamıştı. “Nasıl olmamı bekliyorsun? Hiçbir açıklama yapmadan beni oradan öbür yana sürüklüyorsun. Bez bebek miyim ben?” “Ah işte onu söyleyemem. Hele gerçek tutkunu gördükten sonra…” Esra onun suratındaki sırıtışı bir yumrukla dağıtmak istedi. Fakat düşüncesini yerine getiremedi. Belindeki tutuş sıkılaşmış ve adam, onu kendi bedenine iyice yaslamıştı. Esra alışık olmadığı bu yakınlıktan dolayı bir an kasılsa da sonra kendisini serbest bıraktı. Teninin hissi akşam yaşadıklarını aklına getirmişti. Gözlerini mavilerden kaçırarak, odanın her bir köşesini inceledi. Burası fazla mı sıcak olmuştu, ne? Alvino ise hafif bir şaşkınlıkla daha önce hiç görmediği şeyi izledi. Bu kadın utanıyordu. Bir parmağını hafif pembeleşmiş yanağının üzerinde gezdirdi. Yeşil gözleri ona dönmüş, kocaman açılmıştı. Bakışları şaşkınlık ve zevkle dalgalanıyordu. Esra konumunu o an fark etmiş gibi, adamı itti ve odanın çıkışına yöneldi. “Gerçekten hava almam lazım. Kıştan bahara geçiş yaptık. Havalara alışamadım.” Kapıyı açarken, dönüp genç adama baktı. “Sana ise hiç alışamadım,” diyerek odadan çıktı. Alvino gülümseyerek genç kadını takip etti. Onu yalnız bırakmak istemiyordu. Onsuz kalmak istemiyordu. Onun tenine dokunmak, yaşadığı yüzeysel ilişkilerden farklı olmuştu. O anlarda sadece tenleri değil, sanki ruhları da buluşmuştu. Yüreğinin atışını, gözlerinin tutkuya düştüğünde koyulaşmasını, ona dokunduğunda dudaklarının hafifçe kıvrılmasını hatırlıyordu. 153


Ezgi Bağcı

Genç kadının gergin olduğunun farkındaydı. Bunun sebebinin de, neden böyle koşturduklarını anlatmaması olduğunu biliyordu. Fakat daha sakin ve güvenilir bir ortamı bekliyordu. Bu sabah otelden çıkarken, bir adamın onları gözlediğini ve ardından bir arabanın takip edişini yakalamıştı. Bir gün geçmemişti ki izlerini bulmuşlardı. Yıldırım’ın çabaları dahi yetersiz kalmıştı. Bu iki güçlü mafyanın birleşmiş olması her şeyi aleyhlerine çeviriyordu. Hançer’i bu sefer yok edecekti. Bunların olacağını bile bile Esra’yı tehlikenin kucağına atmıştı. Dikkat çekmeyecekmiş! Esra güverteye çıkmıştı. İnce baharlık ceketini eline almıştı. Sıcak onu bunaltmış olmalıydı. Hafif meltem saçlarını havalandırıyordu. İlerleyerek ona sarıldı. Genç kadın ilk başta itiraz edecek gibi olduysa da sonradan başını geriye bırakmış, omzuna yaslanmıştı. Belli belirsiz fısıltısını duydu. “Sen beni delirteceksin.” Alvino onun beyaz boynuna, nabzının attığı yere minik bir öpücük bıraktı. “Ben de onu istiyorum ya!”

Darcey’nin daha çaresiz hissettiği anlar olmuştu. Ya da daha karmaşık… Daha mutsuz… Ama hiç böylesine, ne yapacağını bilemediği bir an yaşamamıştı. Ahmet Bey daha da huysuzlaşmıştı ve Sevim Hanım iki gündür baygınlık geçirecekmiş gibi dolanıyordu. İşin aslını öğrenmek için karakola gitmişlerdi. Esra’nın evine saldırı olmuş ve genç kadın bir adamla birlikte, evlerinin otoparkındaki arabayı çalarak kaçmıştı. Adamın kimliği tespit edilememişti. Çalınan araba ise şehir çıkışından on kilometre ötede bulunmuştu. Esra’dan ise iz yoktu. Bir bu eksikti. Beth’e anlatmayı istemiyordu. Sevim Teyze de anlatmamasını söylemişti. Yaşlı kadın da onu endişelendirmek istemiyordu. Gerçi başka bir yerden 154


Hançer-II

öğrenirse, kuzeni daha çok sinirlenirdi ama bu, Darcey’nin umurunda değildi. Beth ne yaşıyordu bilmiyordu, üzerine başka yükler yüklemeye gerek yoktu. Darcey bunu kendi yöntemleriyle halletmeye çalışacaktı. Sorun bu yöntemleri kullanmakta içten içe sıkıntı yaşamasıydı. Rafael aramadığı sürece onu aramak istemiyordu. Çekiniyordu… Daha da açık söylerse korkuyordu. Geçen sefer konuştuklarında, aralarındaki mesafe Darcey’i parçalamıştı. Rafael’in sesinde hiçbir duygu yoktu. Normalde, en kötü konuşmalarında dahi, genç kadının içi ürperirdi. Son seferde ise sanki kör bir kuyuya düşmüştü. Ondan ayrıyken dahi böylesine uzak hissetmemişti. Titreyen telefonu hissedince cebinden çıkarttı. Arayan kişiyi gördüğünde, gözleri büyüdü. Telaşla açtı. “Bu kadar erken aramanı beklemiyordum.” “Haber bekleyen sen değil miydin?” “Evet ama…” “Takip etmesini istediğim adam, onların bu sabah erkenden, Marco’nun evinden ayrıldıklarını ve başka bir eve gittiklerini, bir saat orada kaldıktan sonra ise şehirde dolaştıklarını söyledi.” “Şehirde mi dolaşmışlar?” “Evet. Ama ilginç olan kısmı bu değil.” Darcey farkında olmadan dikleşti. Kaşları hafifçe çatılmıştı. “Gittikleri ev, Dimitri Karakis’e ait! İspanya’da oldukça ünlü bir adammış. Kaptan olarak da biliniyor. Ayrıntılar oldukça ilginç! Fakat Beth’le bir bağlantısı varmış gibi görünmüyor.” “Anladım. Fakat ortada çok fazla tesadüf var,” dedi ama bunu daha çok kendi kendine söylemişti. “Mail olarak gönderebilir misin o bilgileri?” “Hayır! Araştırmayı gizli yaptım.” “O zaman İstanbul’a gel.” Uzun bir sessizlik olmuştu. Darcey dudağının içini ısırdı. Çok mu ileri gitmişti? Sadece cesaret etmek istiyordu. Rafael’le ne yapacağından 155


Ezgi Bağcı

hâlâ emin değildi ama ayrıyken, tüm dünyası büyük bir karanlığa gömülmüştü. Genç kadın bu karanlıkla daha fazla yaşayamazdı. “İstanbul’a gel. Burayı hep görmek istememiş miydin?” Rafael’in aldığı nefes yankılandı. Darcey o nefesi duyumsamayı arzuluyordu. Onunla ilgili her şeyi özlemişti. “Peki.” Genç kadının içindeki çocuk dans etmeye başlamıştı. Gerçekte hiç olmadığı gibi zıplıyordu. Karşısındaki makyaj aynasına baktığında dudaklarının ince bir tebessüme dost olduğunu gördü. Yanakları kızarmıştı. Son zamanlarda olmayan bir şey vardı gözlerinde, mutluluk! “Görüşürüz.” “Bekle!” Az daha unutuyordu. “Senden bir şeyi daha araştırmanı istiyorum.” “Beni bilgi bankası falan mı sanıyorsun?” “Lütfen Rafael.” Darcey bilmiyordu ama Rafael’in sağ kalan son yelkenleri de inmişti. Pes etmiş bir halde iç çekmişti. “Söyle…” “Esra’yı hatırlıyor musun?” “Beth’in arkadaşı mı?” “Evet. Kayboldu. Ama bunun içinde başka bir şey var gibi… Bu konuda bir bilgiye ulaşabilecek misin bir denesen?” “Ayrıntıları anlat.” Darcey farkında olmadığı bir rahatlıkla konuşmaya başladı.

156


IX Hançer, bir saattir amaçsızca yürüyen ve aynı caddeyi dokuzuncu kez turlayan kadını takip ediyordu. Evdeki olaylardan sonra, koşarak evden çıkmış ve kendisini arabaya atmıştı. Şehre indiklerinde ise bir yerde durmasını istemişti. Bu kadının son kurduğu cümleydi. Arabadan indiğinden beri dalgın bir halde sokakları geçiyor, görmeden vitrinlere bakıyordu. Genç adam ise uzakta kalmakla yetinmişti. En sonunda, caddenin köşesinde durmuştu. Bir şey arıyormuş gibi etrafına bakınmış, sonra arkasına dönmüştü. Ağlıyordu. Yanakları akmaya devam eden yaşlardan dolayı ıslaktı. Gözlerinin etrafı kızarmıştı. Öfkeyle kaşlarının çatıldığını gördü. “Neden beni takip ediyorsun?” Hırslanmıştı. Ellerini iki yanında yumruk yapmıştı. Bedeni, kendisini zor kontrol ediyormuş gibi, titriyordu. Hançer ona doğru yürüdüğünde bu sefer hıçkırmaya başlamış ve gelmesini engellemek istermiş gibi ellerini kaldırmıştı. Geriledi ama genç adam ona bir adım kala durduğunda, o da durdu. Başını geriye doğru atıp, onu inceleyen Hançer’le göz göze geldi. Islak kahveleri hüzün doluydu. Genç adam onu üzgün görmek istemiyordu. Uzanarak yanağını sildi. Melek, gözbebekleri ilk önce şaşkınlıkla büyüse de, hafifçe gözlerini ka157


Ezgi Bağcı

pattı. Bu dokunuş içindeki kapının kilidini açmıştı sanki… “Neden diye de soramıyorum artık. O kadar yoruldum ki sırlardan… O adam söylüyordu… Notta… Anneni takip et diye… Sonra… Sonra… Resmini orada gördüm…” Son kelimelerini hıçkırıklarının arasında zorlukla söylemişti. Başını eğdi ve alnını genç adamın sert göğsüne dayadı. İnanmasa bile sanki orada güvende olacakmış gibi, bedenine daha çok sokuldu. Adam onu sarmak için uzandı ama patlayan flaş bu uzanışın sarılmaya dönüşmesini engelledi. Başını çevirdiğinde hevesli bir fotoğrafçının onları izlediğini gördü. Fotoğrafçı onun başını kaldırmasıyla deklanşöre bir kez daha basmıştı. Melek, Hançer’in onu bir anda çekmesiyle sendelemiş ve dengesini korumaya çalışırken adeta bir penguen formuna bürünmüştü. Hızlı adımlarla ilerliyordu genç adam ve Melek ona ayak uydurmakta zorlanıyordu. Başını çevirdiğinde bir adamın fotoğraf çeke çeke onları takip ettiğini gördü. Bir de etraflarındaki insanlar, özellikle kadınlar, uzaylı görmüş gibi onları işaret ediyordu. Melek bazılarının çığlık attığına yemin edebilirdi. Neler oluyordu böyle? Hançer onu arabaya doğru çekmiş ve binmesini sağladıktan sonra şoför koltuğuna geçmişti. Arabayı çalıştırdı, hemen ardından hızlı akan trafiğe girdi. Genç kadın arkasına baktığında demin fotoğraf çeken adamın hayal kırıklığıyla arabaya baktığını gördü. “Bu da neydi böyle?” Genç kadın artık ağlamadığının farkında değildi. Düşünceleri dağılmış görünüyordu. Hançer ona baktı. Yüz hatlarındaki gerginlik dağılmış yerini şaşkınlığa bırakmıştı. “Fotoğraf çeken o adam kimdi?” “Muhabir olmalı.” Elbette diye düşündü Melek. Bu adam İspanya’da ünlü bir iş adamıydı. İkinci yüzünden çok farklı, genç kadının ilk tanıdığı hâliydi… Önüne 158


Hançer-II

döndü. Bu adam labirent gibiydi ve her seferinde kaybolmasına neden oluyordu. Belki de genç kadın onu hiç tanımamış olmalıydı. Acım kendime özgüydü, ama mutluydum. Şimdi de sanki acı çekmek için yaşıyor, mutlu olmak için fazladan çaba sarf ediyorum. Şehir merkezinden çıkıp, Marco’nun evine dönmüşlerdi. Genç kadın arabadan indi. Soğuk hava yüzüne vurduğunda biraz daha rahatlamış hissediyordu kendisini… Marco arabadan inince, “Çalışma odasına gidelim,” demiş ve eve yönelmişti. Melek’e ise onu takip etmekten başka bir çare kalmamıştı. Üşüyen ellerini paltosunun içine soktu. Daha kaç kere delirip bir kez daha toparlamaya uğraşacağını bilmiyordu. Her seferinde daha fazla dağılıyordu. O kadar çok boşluk vardı ki ruhunda, en ufak rüzgâr onu deviriyordu. Hızlı adımlarla merdivenleri çıktı. Marco geniş holün ortasında durmuş Bolour’a bir şeyler söylüyordu. Onun geldiğini görünce konuşmasını bitirmiş ve Melek’i önüne alarak ilk kata yönelmişti. Çalışma odası genişti. Kütüphaneyle birleştirilmişti. Bir yanda geniş kitaplar varken, diğer yana büyük bir masa yerleştirilmişti. Oda yüksek pencerelerle eksiksiz aydınlanıyordu. Kış olması manzaranın değerinden hiçbir şey kaybettirmemişti. Hatta ufukta toplanan beyaz gri bulutlar bu manzaraya eşsiz bir görkem katıyordu. Genç kadın ilerleyerek masanın önündeki koltuklardan birine oturdu. Tükenmişlik tüm bedenine yayılmıştı. Hançer bir an onu izledikten sonra kendi yerine geçti. “Bolour bize kahve getirecek.” Melek başını sallayarak onu onayladı. Sıcak bir kahve iyi gelecekti. Türk kahvesi olacağını ummasa da, gelene de razıydı. Ahmet amca her daim misafirin umduğunu değil de, bulduğunu yiyeceğini söylerdi. Melek bir arayışta bulunmayacaktı. Gözleri masanın üzerindeki kitaba takıldı. Yerinden hafifçe doğrularak ona uzan159


Ezgi Bağcı

dı. Shakespeare… Bir iki sayfayı açarken, genç adamın bakışlarını üzerinde hissetti. İspanyolca yazıyordu ama Melek Soneleri nerede görse tanırdı. Sadece Marco’da bulunuyor olması onu şaşırtmıştı. Sayfaları döndürdü. 90. Soneye gelmişken, içinden ezbere okudu dizeleri… ... Beni bırakıp gideceksen, sen olma ilk ayrılan, Öteki ufak dertler yapacağını yaptıktan sonra. Geleceksen başta gel ki, bileyim ben de baştan, Ne olurmuş, felek var gücüyle vurduğunda insana. Çünkü şimdi acı gibi görünen tüm acılar, o zaman Seni kaybetmenin yanında, çıkacak acı olmaktan.8 Fakat ilk bırakıp giden o olmamış mıydı? Başta gelmişti ama ta başında gitmişti. Belki genç kadın git demişti ama içten içe kalmasını beklediği adam, hiç ardına bakmadan gitmişti. Kitabı usulca kapatarak kucağına koydu. “Benim ilk okuduğum kitap, yedi yaşındaydım,” dediğini duydu. Gözlerini kırpıştırarak ona baktı. Neden ilk bu kitabı okumuştu ki, hem de o yaşta? Anlaması için fazla erkendi. “Ama anlamak yıllarımı aldı.” Belki de düşüncelerini okuyordu. Bunu hep yapıyordu. Kaçmak için bakışlarını kapıya çevirdi. O anda Bolour kapıyı açarak içeri girmişti. Melek onun elinde Türk kahvesini gördüğü anda, içinde havalara zıplayabileceği bir sevinç yükselmişti. Genç kız nazik hareketlerle kahveleri servis etmiş ve odadan çıkmıştı. Kahvenin kokusunu içine çektikten sonra yudumladı. “Türk kültürüne meraklı mısın? Türkçe de konuşuyorsun,” dedi genç kadın. Kahveyi masaya bıraktı. Parmaklarıyla kitabın yıpranmış yüzeyini geziyordu. “Uzun süre Türkiye’de yaşadım.” 8 Shakespeare 90. Sone 160


Hançer-II

“Bolour kahveyi çok güzel yapmış.” Gerçekten beğenmişti. Sevim Teyzesinin yaptıklarının tadını bulamasa da, sevmişti. “O bir Türk.” “Gerçekten mi? Bunu düşünmemiştim. Türkçe’yi öğrendiğini düşündüm ama çok güzel konuşuyor. Yine de ismi niye farklı?” Derin bir nefes aldı. Her telaşlandığında olduğu gibi motora bağlamıştı. Bugün karmakarışık olmuştu. Kitabı masaya bıraktı. Tekrar konuştuğunda biraz daha sakinlemişti. “Bolour senin, onu kurtardığını söyledi.” Marco’nun yüzü düşünceli bir hale bürünmüştü. Fincanını masanın üzerine bıraktı ve öne doğru yaslandı. Parmaklarını kavuşturmuştu. “Kasanın yerini bilen kişi Topuk’tu. Bana verdiği sözü tutmadı. Kasanın yerini söylemesi gerekiyordu. Evine baskın yaptım. Bolour oradaydı. Onu kiralamış olmalı... Kızı buraya getirdim.” Melek nefesinin kesildiğini hissetti. Ne olduğunu biliyordu fakat yine de sordu. “Satın almış?” “Köle tacirleri onu kaçırmış olmalı… On bir yaşındaymış. Kadın pazarlayan bir Arap’a satmışlar. Yeni müşterisi Topuk’tu. Fakat onun yanında zarar almamış. Topuk kadınlarına işkence eder,” dedi. Her ne kadar donuk konuşsa da, Melek onun bakışlarından söylediği şeylerden dolayı duyduğu memnuniyetsizliği yakalamıştı. “Peki, Topuk denen o adama ne oldu?” “Bilmiyorum,” derken Marco arkasına yaslanmıştı yeniden. “Muhtemelen öldürüldü. Onu Zard’a bırakmıştım.” Melek Zard’ın kim olduğunu sormadı. Düşünceleri bundan yıllar öncesine, kardeşi gibi sevdiği kıza kaymıştı. Bolour belki Fatma’nın yaşadığından çok daha fazla şey yaşamıştı. Yine de kardeşinin gözlerini hatırlıyordu Melek. Bu genç kızın gözlerinde de aynı acı vardı. Aynı yaralar… Fatma çocukluğuyla acının arasın161


Ezgi Bağcı

da ölmüştü. Bolour ise çocukluğu öldürülmüş, yaşamaya devam ediyordu. Hâlâ kendisini izleyen Marco’ya baktı. Onun kim olduğu konusunda önceden aklının karışık olduğunu sanıyordu ama gittikçe daha da karışıyordu. Artık ne düşüneceğini bilmiyordu. Düşünceleri gibi duyguları da birbirine giriyordu. Aşk kapatıldığı kapının arkasından alevlenmek için fırsat kolluyor ama öfkesi de dinmiyordu. Bir çıkmazdaymış gibiydi artık, kendi hislerine dahi güvenmiyordu. Annesinin resmini orada gördükten sonra geçirdiği sinir krizi genç kadını bu duruma sürüklemişti. Tüm bunlardan kaçamayacağı gibi, şimdi yapılacak konuşmadan da kaçamayacağını biliyordu. “Oradan aldığın notlarda ne var?” Marco bir süre ona baktıktan sonra iç cebinden notları ve küçük kutuyu çıkarttı. O hepsini masaya koyarken, Melek o kutuya bakmamak için özel çaba sarf etti. Marco bir şey söylemeden notları ayırdı. Bir tanesi zarf, diğerleri ise genç kadının ne olduğunu göremediği belgelerdi. Hafifçe doğrularak baktı. Ekstreye benziyorlardı. Marco o kâğıtları kenara ayırdıktan sonra zarfı açmıştı. Mektupta her ne yazıyorsa, genç adamın yüzü daha da kararıyordu. Okuduklarından memnun gibi değildi. En sonunda, bitirdiğinde kâğıdı katlayıp zarfın içine geri koymuştu. “Ne yazıyor? O adamın nerede olduğunu söylüyor mu?” “Hayır,” dedi. Bakışları düşünceliydi. “Ama bizi ona ulaştıracak birisi var.” “Kasanın içinde ne varsa, Kaptan’ın yerini söyleyeceğini söylemiştin.” Genç kadının kaşları çatılmıştı. Hemen hallolmalıydı. Böyle… “Bu bir tahmindi.” Ayağa fırladı. Elleri birer yumruk halini almıştı. Perçemleri, terlemiş alnına yapışmıştı. Ne kadar solgun göründüğünün farkında bile değildi. “Öyleyse neden bir tahminin peşine düştün. Beni de sürükledin. Önemli 162


Hançer-II

değildi, belki sen… Sen tekrar karşıma çıkmasan, notu umursamayacaktım bile…” Hançer ona cevap verdiğinde oldukça sakindi. “Öyle bir şansın yok. Bu Kaptan’ın oyunu… Ancak oyunu oynarsan onu bulabilirsin.” Öylesine gerçek söylemişti ki, ürperdi genç kadın. Nasıl bir oyundu bu? “Yoksa ne olur? Yani oyunu oynamazsan…” “Ölürsün,” dedi, kelimenin soğukluğu odayı doldurdu. Melek onun söylediğinden şüphe etmiyordu. Şimdiye kadar gerçekleri söylemişti ve o kadar net söylüyordu ki, insana kaçacak bir alan bırakmıyordu. Öylece baktı genç adama, sonra gözleri masadaki kutuya kaydı. Sadece Kaptan değil, hayat da onunla oyun oynuyordu. Dönerek, olanca sessizliğiyle odadan çıktı ve görmeyen gözlerle koridorları geçerek kendi odasına geldi. Kapıyı kapatıp ardına yaslandı. Öyle görünüyordu ki ne karar verirse versin ölme ihtimali vardı. Ama gerçek ölümün ötesinde, Melek artık cevap alırsa öleceğinden korkuyordu. Annesinin, o tabloyla birlikte çalınan mücevherlerini gördüğünden beri, alacağı cevaplara karşı isteksizliği artmıştı. O mücevherlerin, o kutunun orada olmaması gerekiyordu. Yavaşça kaydı ve yere oturdu. Tüm duygular insana daha fazla devam edemeyeceğini hissettirir miydi? Çok komikti. Önceden kelimelere muhtaçtı, şimdi ise duyacağı kelimelerden korkuyordu.

Esra dikkatle etrafına bakındı. Alvino takip edildiklerini söylediğinden beri daha da gerilmişti. Önündeki yemeğe bile odaklanamıyordu. Onu alacak midesi yoktu Allah aşkına, ölümle burun burunalardı. Komik olan tarafı üç gündür olan bu duruma alışmıştı. Ne güzel alışkanlık ama! Alvino’nun seslenmesiyle önüne döndü. “Biraz daha kasılırsan parçalanacaksın hayatım.” 163


Ezgi Bağcı

Esra sinirle ona baktı. Tam anlamıyla şaftı kaymıştı. Artık yaşadığı şeyleri bile algılayamıyordu. Delirmeye adım adım yaklaştığının farkındaydı. “Bunu bir kez daha dersen dilini koparıp balıklara yem yapacağım.” Alvino omuz silkti. Tehdit onu pek etkilemiş değildi. Tam tersine eğleniyordu. O mavi gözlerindeki bakış yok mu, genç kadın bunu hemen anlıyordu. Genç adam, “Bu senin kaybına olmaz mı,” deyince, siniri de son basamağına tırmandı. Elindeki bıçağı ona doğru sallarken ses tonunu kontrol edememişti. “Yapamayacağımı mı düşünüyorsun?” “Sevgilim ne haddime?! Sadece bana kıyamayacağını düşünüyorum.” Esra öfkeyle etinden bir parça kesti ve ağzına tıktı. “Rüyanda görürsün sen onu,” dedi ama sözü lokmasından dolayı pek anlaşılmamıştı. Bu adam onu sinirden delirtiyordu. Evet, delirmesinin nedeni oydu. Tam sakinleşecek iken yine bulutları topluyordu. Sonra hiçbir şekilde sakinleşemiyordu. Onu öpüp de lafı ağzına tıktığı zamanlar dışında. Ve o zaman dışında… Büyük bir kızarıklığın yanağına doğru yükseldiğini hissedince başını önüne eğdi ve saçlarının yüzünü kapatmasına izin verdi. Kendisini tanıyamıyordu. Bir insan kendisini nasıl tanıyamazdı? Sanki tüm sistemi bozulmuştu. Üzerindeki bakışı hissedince başını kaldırdı. Alvino dikkatle kendisini izliyordu. Gerçekten dikkatle izliyordu ve bu oldukça garipti. Tüm öfkesi rafa kalkarken, gözlerine merak doldu. Alvino onun merakını yakalamıştı. “Anlaşılmazsın kızıl fırtına ondan, böyle bakıyorum. Seni çözmeye çalışıyorum.” “Kızıl fırtına mı? O ne ya? Hem niye çözecekmişsin beni?” Rafa kaldırdığı öfkeyi geri indirdi. Her ne olmuştu bilmiyordu ama karşısındaki adamın mavi gözlerin164


Hançer-II

de bir kıvılcım çaktı. Konuştuğunda ses tonunun kendi öfkesinden bir farkı yoktu. Fakat onun aksine fısıldayarak konuşuyordu. “Çözeceğim çünkü anlamıyorum. Sana her dokunuşumda, kaçacak gibi oluyorsun, her bakışımda öfkeleniyorsun. Sana dokunduğumda bile bir kısmın bana ait olmuyor.” Arkasına yaslandı. “Çözeceğim çünkü seni seviyorum.” Genç kadının duyduğu söz, sanki tüm nefesini alıp götürmüştü. Gerçekten öyle mi hissediyordu? Böyle mi düşünüyordu? Hâlbuki tüm ruhunu ona verdiğini düşünmüştü. Ama hayır… Vermemişti. Ruhu sakladığı kuytulardan tam olarak çıkamıyordu. Belki ona bile ait değildi. Kendisine ait değilken, başkasına nasıl verebilirdi? Hele de kayıp olduğunu o an fark etmişken… “Söyleme,” diye fısıldadı. Yeşillerini bürümüş soğuk bir fırtınayla Alvino’ya baktı. “Sevgiyi söyleme, acıtır. Bırak olduğu gibi kalsın… Bırak birbirimizle laf yarıştıralım, gülelim, sevişelim hatta bırak ağlayayım. Ama söyleme…” Alvino duyduğu sözlerle ürperdi. Bir şeyler yaşamıştı. Ne yaşamıştı bilmiyordu ama bu kadın çok derinlerde yaralanmıştı. Uzanıp elini tuttu ve başparmağıyla hafifçe okşadı. “Sen nasıl istersen sevgilim…” O anda rahatlamış gibiydi. Tutuşuna karşılık verdi. Hafifçe parmaklarını okşadı. Hatta öyle gülümsedi ki, dünyalar Alvino’nun oldu. “Söylediğin sözlere bile alıştırdın beni! Birisinin bana sevgilim demesine katlanacağımı düşünemezdim.” “Aha, ben kesinlikle farklıyım.” “Fazla havalanma, hâlâ dilini kesebilirim. O alaycılığın olmadan daha kullanışlı olacağına eminim.” “Kesinlikle beni tanıyamamışsın.” Elini kaldırdı ve fazla uzaklarında durmayan garsona işaret etti. Garson bunu bekliyormuş gibi hızla yanlarına gelmişti. “En iyi 165


Ezgi Bağcı

beyaz şarabınızdan istiyorum.” Garson Alvino’ya selam verdikten sonra gülümseyerek uzaklaşmıştı. Genç adam Esra’ya döndü. “Dilim olmazsa, sana şarabı kim getirtecek.” “Kendim söyleyebilirim.” Kaşını kaldırarak ona baktı. Keyfi yerine geliyordu. “Belki de söyleyecek başka birini bulurum. Çok zor olmasa gerek.” Etrafına bakınmaya başlamıştı. Ama elindeki tutuş sıkılaşınca, yarım kaldı. “Deneme bile sevgilim. Deneme bile…” Genç kadını çekip kaldırdı ve dans pistine götürdü. “Hey, şarap söylemiştin…” “Şarap bekler dans beklemez.” Esra kollarını onun boynuna dolarken kıkırdadı. “Öyle mi? Kim söylemiş bunu?” “Elbette ben söyledin. Sen de her seferinde başkalarını arıyorsun.” Dudaklarını büzmüştü. Bu maymun her haliyle sevimli olabiliyordu ve yakışıklı… Ne sinir bozucuydu. “Zevk meselesi…” “Ama kesinlikle benim zevkimin meselesi,” demesiyle birlikte Alvino onun belindeki tutuşunu hafif bir baskıya dönüştürmüş ve genç kadının bedenini iyice kendisine çekmişti. Esra ona ters bir bakış attı. Bu adam uluorta samimiyetten ne çok hoşlanıyordu! Fakat yine de müziğin ritmine uyarak dansa devam etti. O anda güvendeydi ve rahat olabilirdi. Ya da olamazdı. Çünkü lanet olmayası maymun bunun da içine etmişti. Kulağına eğilmiş ve ancak Esra’nın duyabileceği şekilde fısıldamıştı. Dışarıdan görenler seviştiklerini düşünüyor olmalıydı. “Dikkat çekecek hareketler yapma, normal davran. Adam bizi izliyor.” “Bunu söylemesen daha rahat davranabilirdim, bilmem farkında mısın?” 166


Hançer-II

Alvino geri çekilip ona baktı. “Rol yeteneğine güveniyorum sevgilim.” “Güvenme sen, bir şeye güvenme,” dedi bir yandan omzuna daha çok sarılmıştı. “Peki, ne yapacağız?” “Yemeğimizi yiyip, odamıza çekileceğiz. Yarın öğlene kadar oyalanmaktan başka şansımız yok.” “Sen buna oyalanmak mı diyorsun? Allah’ım sen bana sabır ver.” Bunu söylerken Esra yukarı doğru bakmıştı. Yüzündeki çaresizlik bu durumdan gerçekten kurtulmak istediğini anlatıyordu. “Onu bu işe karıştırmasan da olur.” “Akıl sağlığımı korumaya çalışıyorum.” Tam o sırada şarkı da bitmişti. Adamın kollarından çıktı ve yetişmesini beklemeden masasına yürüdü. Masaya oturmalarıyla birlikte, şarap istedikleri garson masanın dibinde bitmişti. Esra’nın iğreti olduğu geleneklerden birini yerine getirerek, şarabı ilk önce Alvino’ya tattırmıştı. Garson uzaklaştıktan sonra homurdandı. “Ne salakça! Şarabı içecek olan benim, niye sen karar veriyorsun?” “Zevkime güvenmiyor musun?” “Güvenmiyorum desem ne yapacaksın, Allah aşkına söyle.” Yine de şarabından bir yudum alarak yemeğine devam etti. Dansın sıcaklığı bedeninde, ölümün korkusu yüreğinde, karşısında oturan sevdiğini söylemeyi yasakladığı adam ise ruhundaydı.

Melek sessiz geçen yemekten gocunmuyordu. Onun sessizliğine alışıktı. Üstelik kendisi de konuşabilecek ruh hali içinde değildi. Sadece yemeğine odaklanmıştı. Daha doğrusu yemeği didiklemeye odaklanmıştı. Solmuş bir çiçek misali boynu bükülmüştü. Öyle de hissediyordu zaten... Bu sessizlik içinde yemeği bitirdiklerinde, en sonunda başını kaldırmak zorunda kalmıştı. 167


Ezgi Bağcı

Hemen karşısında oturan ve ne zamandır kendisini izlediğine emin olmadığı Marco’yla göz göze geldi. Yorgunluğunun o da farkında mıydı acaba? Peki, genç kadına ne yapması gerektiğini de söyler miydi? Ya da nasıl davranması gerektiğini... Çatalını ve bıçağını yerine bıraktıktan sonra; “Şimdi ne olacak?” diye sordu. “Ne yapacağız?” Marco ona daha dikkatli bakmaya başlamıştı sanki. Genç kadın olduğu yerde rahatsızca kıpırdandı. Doğrudan bakışları tedirgin etmişti. Sonra kadına bir ömür gelen, gerçekte birkaç saniye sonra genç adam konuşmaya başlamıştı. “Tayvan’a gideceğim. Belgelere göre, Kaptan kendisine ait bilgileri saklamadan önce oradaymış.” “Ama... Kaptan oradaysa, bu belgelerin burada ne işi vardı?” Aklı karışmıştı. “Kaptan orada değil. Belgeleri kasaya koyan kendisi… Tayvan’a yönlendiriyor,” dedi Marco. Melek kendisini aptal gibi hissetti. Burada hangi noktayı anlayamadığını bile bilmiyordu. “Neden?” “Çünkü orada ölmemi umuyor.” Nefesi kesildi. Neden? “Neden?” “Bu bir oyun.” “Öyleyse gitme,” dedi genç kadın. Ses tonu tizleşmişti. Genç adamın dudaklarında küçük bir tebessüm oluşmuştu. “Onun nerede olduğunu bilen tek bir kişi var. O da Tayvan’da yaşıyor.” Yok, hayır anlamıyordu. Anlamak da istemiyordu. Nefesleri derinleşmişti. İçinde bir yerler acıyordu. “Bu saçmalık. Burada hiçbir şey normal değil. Olamaz.” Yeşiller koyulaşmıştı. “Değil. Ama olacak.” “Kim bu Kaptan? Neden onu bulmak istiyorsun?” 168


Hançer-II

“Cevap almak için.” Daha fazlasını söylememişti. Melek bir süre onun yüzünü izledi. Önceden sorduğunda da onu ilgilendirmediğini söylemişti. Ama içinden bir ses ilgilendiriyor diye haykırıyordu ve genç kadın bu sesi susturamıyordu. Bir duygu, onu boğacakmış gibi yükseldi. Nedenini bilmeden, öğrenmek de istemeden; “Ben de geleceğim. Orada olacağım,” dedi. Gözleri hiçbir itirazı kabul etmeyecek kıvılcımlara sahiplik ediyordu.

Kaptan olarak bilinen adam, yemeğini bitirdikten sonra mendilini alarak ağzını temizledi. Son gelen haberlerden oldukça güçlü bir memnuniyet duyuyordu. Oyunun kurallarından çıkılmaması ayrı bir zevk olsa da, sevgili Elizabeth de sonunda oyuna dâhil olmuş ve Hançer ilk adımını atmıştı. Tayvan’da onları güzel günler beklemeyecekti. Tüm o karmaşanın içinden sağ çıkabileceklerini umuyordu. Ölmeleri tüm bu eğlenceyi yarıda bırakırdı. Ama tüm bunların ötesinde Elizabeth’le yüz yüze gelmeden bitmesini istemiyordu. Hançer Tayvan’da ölüme gidebileceğini biliyordu. Kaptan’ın yerini bilen dostu, Hançer isminin en büyük düşmanıydı. Yıllardır sürekli harlanan bir intikam arzusu vardı ortada ve Kaptan’ın gücü dahi bu intikamı durdurmaya yetmezdi. Zaten hayat hiçbir zaman adil olmamıştı, Hançer’e de kıyak geçmiyordu. Eh, kendisinin işleri zorlaştırması da bir problem olmayacaktı. O genç adam intikam istiyorsa, önce intikamın yolundan geçecekti. Aynı Kaptan’ın acıya üstün gelmek için acıdan geçişi gibi... O küçük Rum çocuğun acısını unutmuyordu. 1955 hem doğumu hem de kimsesiz kalışıydı. Sessizce gülümsedi. Hayat daha doğumunda çelme takmıştı. Öldü169


Ezgi Bağcı

rülen babasının yokluğuna dayanamayan annesi, yeni doğmuş bebeğini terk etmişti. Tabii Dimitri bu bilgilere yıllar sonra, büyüdüğünde ulaşmıştı. Artık önemli değildi. O acılar, güce hâkim olmasını sağlamıştı. Döndü ve ağır adımlarla odasına ilerledi. Ağaç evin rutubet kokusu burnunu dolduruyordu. Bekleyecekti. Hayat ona fazla zaman bırakmamıştı ama son hamleyi yapan Kaptan olacaktı.

170


X Rafael ilk defa geldiği şehre baktı. Darcey, doğruca Kadıköy denen merkeze gelmesini söylemişti. Bulmak pek zor olmamıştı ama yol uzun sürmüştü. Uykusuzluğun etkileri bedenine ve yüzüne yansıyordu. Dalgaların vurduğu kıyıya baktı. Güçlü bir kalabalık vardı. İnsanlar aceleleri varmış gibi iskeleye koşuyorlardı. Hatta o acelelerinde birbirlerini neredeyse eziyorlardı. Denize döndü. İstanbul’a gelişi, tam olarak beklediği sorunu doğurmuştu. Üstleri geri dönmesini istiyordu ama Rafael bunu ertelemişti. Bu yüzden ülkeden ayrılmasından memnun değillerdi. Kafasındakileri ve yüreğindekileri açıklığa kavuşturmadan geri dönerse hiçbir şeye odaklanamayacağını biliyordu. Ve bu başarısızlığı getirirdi. Darcey’e bu yüzden yardım ediyordu. Genç kadının yanıtları, Rafael’in seçimini belirleyecekti. Onu seviyordu. Sevmekten hiçbir zaman vazgeçmemişti. İlk gördüğü andan itibaren bu küçük kadın, tüm hayatını kuşatmıştı. Ne uzak durma çabaları ne aklından kaçışları işe yaramıştı. Onun, yaptıklarından dolayı hâlâ kızgın olduğunu biliyordu. Fakat yaşanan olaylar genç adamın bu adımları atmasını zorunlu kılmıştı. Eğer emekli olmaya zorlamasaydı, tüm suç Darcey’nin üzerine kalacaktı. 171


Ezgi Bağcı

Genç kadının gelişini hissetti. Bu öyle içselleştirdiği bir duyguydu ki, bedeninde nefesleriyle birlikte yükseliyordu. Başını çevirdiğinde öylece dikilirken buldu. Hemen dizlerinin üzerinde biten bir elbise ve siyah bir pardösü giymişti. Pardösünün önü açıktı. Beyaz atkısını boynundan aşağı serbest bırakmıştı. Her zaman olduğu gibi çok güzeldi ama bu sefer gözleri büyük bir hüzünle bakıyordu. “Hoş geldin.” Rafael bir süre genç kadını izlemeye devam etti. “Buraya gelmek uzun sürdü.” Darcey onun bu sözü üzerine hafifçe gülümsemişti. “Büyük bir şehir… Bildiğim tek yer burası, Beth sık sık getirdi beni buraya. Acıkmış olmalısın. Bir şeyler yiyelim.” Rafael onun telaşını yakalamıştı. Suçlu hissediyordu. Ama Rafael için önemli olan atacağı adımdı, hisleri değil. Çünkü Darcey adım atmadıkça, hiçbir şey kalıcı olmayacaktı. Onu onaylayarak yolu göstermesine izin verdi. Semtin içlerine doğru girmişlerdi. Mağazalar yeni açılıyordu. Mağazaların arasındaki bir kafeye girdiler. Hoş bir ortamı olan, küçük bir yerdi. Darcey, üst katta pencerenin kenarındaki iki kişilik masayı seçmişti. Genç kadın kendisini oldukça gergin hissediyordu. Son yüz yüze gelişlerinden bu yana fazla geçmemişti. Ve sanki yüzyıllar geçmişti. Hoş olmayan anılar ve söz konusu hatalar ellerinin titremesine neden oluyordu. Onu geri istiyordu. Onunla olmak ve bir saniye kaybetmeden, tüm ömrünü onunla geçirmek istiyordu ama nasıl adım atacağını bilmiyordu. Bir şeyler söylemek için dudaklarını araladı fakat Rafael ondan önce harekete geçmişti. “İstediğin bilgilere ulaştım. Esra iki gün önce Alvino Espi ile birlikte Amerika’ya giriş yapmış. Onunla ilgili kayıp duyurusu kaldırılmış. Arabası çalınan adam şikâyetinden vazgeçmiş. Esra’nın evine yapılan saldırı 172


Hançer-II

ile ilgili soruşturma ise devam ediyor, ama bir sonuç alınacağını düşünmüyorum.” “Esra Amerika’ya nasıl gitmiş?” “Yıldırım Ağaca’nın özel uçağıyla ülkeye giriş yapmış. Aynı gün Ağaca’nın evinin yakınlarında da silahlı çatışma olduğu biliniyor,” dedi Rafael ve bu bilgilerin olduğu kâğıtları Darcey’e uzattı. Genç kadın onları okurken, bir yandan da saçıyla oynuyordu. Daha doğrusu saçını yoluyordu. “Tüm bunlar çok karışık. Yıldırım Ağaca oldukça güçlü bir adam, Esra’yı kolayca ülkeden çıkardığı gibi, Türkiye’deki sorunları da halletmiş. Fakat...” Alttaki kâğıtlara baktı. “Esra ve Alvino’nun peşinde olan iki grup da öyle. Ama o iki gurubun nasıl bir araya geldiğini anlamadım... Soruşturmanın önünü onların mı tıkayacağını düşünüyorsun?” “Evet. Birisi Kayahan Yağmur olarak bilinen bir iş adamı, tabii bunu paravan olarak kullanıyor, diğeri de Horatio Gallo, kim olduğunu zaten biliyorsun...” Darcey başını salladı. Dünyaca ünlü mafya başlarından biriydi. Bu iki adam da böyle bir soruşturmanın devam etmesine izin vermezdi. “Yıldırım Ağaca’nın gücü dahi bu iki adamı savuşturmaya yetmez. Benim merak ettiğim, ikisini bir araya getiren şeyin ne olduğu...” Darcey başını kaldırarak ona baktı. “İçimden bir ses tüm bunların Espi’nin başının altından çıktığını söylüyor,” dedi. Genç kadın iç sesine güveniyordu. Her ne oluyorsa, Esra’nın güvende olmasını umuyordu. “Espi ile Esra dün Miami’den bir gemiye binmişler. Bir tatil gemisi...” “Tatilde ne işleri var?” “O kısmını bilemem değil mi?” Darcey telaşlı gözlerle ona baktı. “Onları korumanın bir yolu var mı?” 173


Ezgi Bağcı

“Bunu soracağını tahmin ediyordum. Gemi Miami’ye döndüğü anda, koruma altına alınacaklar. Birkaç kişiye haber verdim. Özellikle Gallo’nun ismini duyunca, buna gönüllü olanlar vardı.” Genç kadın başını sallayarak onayladı. Bunu duymak içini rahatlatmıştı. “Buna sevindim. Beth’e kötü bir haber vermek zorunda kalmayacağım,” dedi, aynı zamanda dudaklarının kenarı ufak bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. “Aslında ona hiçbir şey söylemeyeceğim.” Rafael’in gülümsemediğini görünce tüm neşesi uçtu. Onun bu soğuk tavrına alışkındı. Yine de bu, boğazının düğümlenmesini engellemiyordu. “Şey... Peki, Dimitri Karakis... Onun hakkında neler buldun?” “Oldukça ilginç bir adam... Lakabı Kaptan. Tahmin edeceğin gibi temiz bir geçmişi yok. Ama birkaç aylık cezalar dışında bir cezası yok... Çoğu suçundan aklanmış. Bir ikisinden de psikolojik durumundan dolayı serbest bırakılmış. 1955 yılında İstanbul’da doğduğu kayıtlı. İspanya’ya geldiğinde on beş yaşındaymış, nasıl geldiği bilinmiyor. Eski bir iş adamı olan Duardo’nun yanında çalışmaya başlamış ve sonra Duardo’nun kızıyla evlenmiş. Tüm servetine ve gücüne kısa yoldan ulaşmış anlayacağın. 75 yılında Duardo, 77 yılında da karısı ölmüş. Her şey de bu adama kalmış.” “Çok da farklı bir hikâye değil...” Rafael elini kaldırarak onu susturdu. “Aslında ilginç olan bundan sonrası... O yıllarda Karakis iyice güçleniyor. Neredeyse dokunulmaz olarak addedilmeye başlamış. 2000 yılında ise bir anda ortadan kayboluyor. Geriye ondan hiçbir iz kalmıyor.” “Tüm bunların Beth’le ne alakası var?” Genç kadın dikleşmiş ve alnı merakıyla kırışmıştı. Gözlerinden yansıyan ciddiyetti. Rafael, onun konuya iyice odaklandığını ve tüm bunların arasındaki boşlukları yakalamaya çalıştığını biliyordu. 174


Hançer-II

“Yok. Fakat ondan daha ilginç olan şeyler var. Dimitri Karakis, Espi kardeşlerin anne ve babası öldükten sonra vasiliğini üstlenmiş.” Darcey’nin gözleri kocaman olmuştu. “F***. Şaka yapıyorsun.” Rafael onun tepkisinden dolayı eğlendiğini saklamadı. Parlayan zeytin rengi gözleriyle kadını izledi. “Hançer’i hatırlıyor musun?” “Hakkında hiçbir bilgiye ulaşamadığımız kiralık katili mi? Nasıl unutabilirim?!” Aslında genç kadının söylediği bir soru cümlesi değildi. Unutamazdı. O zamana dair hiçbir şeyin aklından çıkması mümkün değildi. Derin bir nefes aldı. “Bu Dimitri denen adamın, o olduğunu söyleme.” “Ben bile o kadar uçmadım. Hayır, değil. Fakat Kaptan ve Hançer ismi, eskiden oldukça sık birlikte geçiyormuş. Kaptan’ın kaybolduğu zamana kadar...” Darcey parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. Başına şiddetli bir ağrı girmişti. Tüm bu bilgileri nereden toparlamaya başlayacağını ve nereye koyacağını bilmiyordu. Herhâlde, bir liste yapsa ancak içinden çıkardı. Elizabeth neyin içine düşmüştü?

Genç kadın yavaşça yataktan doğruldu ve çarşafı göğüslerinin üzerinde tutarak uyuyan genç adama baktı. O alaycı ifadesi kaybolmuş, sakin bir çocuk gibi görünüyordu. Parmaklarıyla saçlarına belli belirsiz dokunduktan sonra duşa ilerledi. Hızlı bir duş iyi gelecekti. Geceleri uykularının yarısı kâbusla geçiyordu. Diğer yarısı ise uykusuzlukla... Şaşkın bir hale bürünmüştü. Alvino’nun varlığı onu sakinleştiriyordu. Ya da delirtiyordu. Başından beri delirtiyordu. Bütün bunları bu lanet olmayası maymun 175


Ezgi Bağcı

yüzünden yaşıyordu. Yine de onun varlığı genç kadını, sanki daha güçlü kılıyordu. Zaten genç kadının karmaşıklığı da burada başlıyordu, ne hissettiğini biliyordu fakat hissettiği şeyi yaşamaktan korkuyordu. Uzanarak soğuğu açtı. Sevdiğini söylemesini istememişti. O söz bir lanet gibiydi ve Esra şu an ne yaşıyorsa, bozulmasından korkuyordu. Alvino’nun değişeceğini düşünmüyordu, hayır; o üvey babası gibi değildi. Yine de o söz geçmişin lanetini taşıyordu. Duşu kapattı ve duvara asılı duran havluyu alarak banyodan çıktı. Oda bıraktığı gibi değildi. Daha doğrusu odadaki, bıraktığı gibi değildi. Alvino uyanmış ve tüm tembelliğiyle yatak başına dayanmıştı. Gördüğünden memnun bir ifadeyle Esra’yı süzdü. Genç kadın da hafifçe kırıtarak ama umursadığını saklayarak dolaba ilerledi. Yaramazlık fısıltılarını ise duymazlıktan geldi. “Açım aç... Ayrıca yüzmek istiyorum. Madem buraya sürüklendim, keyfini çıkaracağım. Nasıl olsa işimden de oldum,” dedi. Aradan üç gün geçmişti ve Esra işinin sağlam kaldığını hiç sanmıyordu. İstanbul’da neler olup bittiğini bilmiyordu. Alvino telefonunu açmamasını söylemişti. Tehlikeliymiş... Genç kadın ise, gönülsüz de olsa, kapalı tutuyordu. Bikinisini giydikten sonra- rengi sarıydı ve Esra başka seçeneği olsa bu rengi asla tercih etmezdi- beyaz renkli yazlık elbiseyi üzerine geçirdi. Hakkını vermeliydi ki, o küçük çantayı her kim hazırladıysa zevkli biriydi. Elini karnının üzerine koydu, şişlikten dolayı yakında öne doğru bir düşüş yaşayacaktı. Regli gecikmişti. Stresten kaynaklanıyor olmalıydı. Hiç hoş değildi. Bunun da etkisi var mıydı bilmiyordu ama her geçen gün gerginlik seviyesi artıyordu. Başını çevirdiğinde Alvino’nun hâlâ yattığını gördü. Üstelik keyfine keyif katmıştı. Kollarını ensesinde ka176


Hançer-II

vuşturmuş ve yatağa daha da yayılmıştı. “Yüzmek istediğimi söylemiştim. Hazırlansana!” “Buradan dünya çok daha güzel…” “Hayal görüyorsun herhâlde. Dört duvar... Güneş görmek istiyorum.” “Haydi, gel! Azıcık eğlenelim.” Genç kadın gözlerini devirdi. Bu adam hiç mi uslanmazdı? Tam cevap verecekti ki, dilinin ucuna gelenleri tuttu. Gözleri onun omzundaki bandaja takıldı. Kurşun kolunu sıyırıp geçmişti, yine de genç kadın hissettiği korkuyu unutmuyordu. Pansuman yaparken eli titremişti. Onun umursamaz tavrı ise Esra’yı gıcık etmişti. Miami’ye varana kadar bu konuda sürekli kavga etmişlerdi. Alvino yarasından dolayı yüzemeyecekti ve insanların bandajı görmelerini de istemiyor olmalıydı. Sürekli yarım kollu tişörtler giyip bandajı saklasa ve iyiymiş gibi rol yapsa da, Esra onun sağ kolunu kullanırken acı çektiğinin farkındaydı. “Yüzmesek bile kahvaltıya gidelim. Enerjiye ihtiyacım var...” Bunun üzerine başka söz dinlemeyecekti. Acıkmıştı. Tüm gemiyi inletircesine guruldayan karnı bunu kanıtlıyordu. Düşünceleri tıklatılan kapıyla bölündü. Hay Allah, kim onların odasına gelirdi ki? Tam kapıya doğru adım atmıştı ki Alvino onu durdurmuştu. Onun ciddiyetle çatılmış kaşlarını görünce genç kadın attığı adımı geri gitti. Alvino şortunu üzerine geçirdikten sonra kapının oraya ilerledi. “Kim o?” “Oda servisi,” diye cevap verilince, Alvino parmağını ağzına doğrultmuş ve Esra’ya gerilemesini işaret etmişti. Genç kadın bundan da fazlasını yaptı, sırtını duvara yapıştırdı ve duvarın formuna büründü. Alıştığı kadarıyla hiç de iyi şeyler olmayacaktı. Alvino onun iyice saklandığından emin olduktan sonra banyoya ge177


Ezgi Bağcı

rilemiş ve, “Gelebilirsiniz,” demişti. Ondan sonrası tam bir keşmekeşti. Görevlilerin beyaz üniformasını giymiş bir adam içeriye girmişti. Esra’yı görür görmez çarşaflarla dolu servis arabasını itti ve önlüğünün cebinden silahını çıkarttı ama doğrultmaya bile fırsat bulamadı. Alvino büyük bir hızla banyodan çıkmış ve adamın üzerine atlamıştı. Silah olan bileğini havaya kaldırdı ve güç kullanarak düşürmesini sağladı. Her ne kadar adam iri olsa da, güçten eser yoktu. Boynunu tutarak öne eğdi, diz ve dirsek hareketleriyle yere indirdi. Sertçe geçirdiği tekme ise adamın kalan son bilincini de kaybetmesine neden olmuştu. Esra titreyerek öne doğru bir adım attı ama vücudundaki sarsıntılar yüzünden durmak zorunda kalmıştı. Alvino ise kapıyı kapatmış, ardından dönerek yerdeki silahı alıp, kontrol ettikten sonra beline yerleştirmişti. Uzanarak yatağın üzerindeki çarşafı alıp yırtmaya başladı. “Ne yapıyorsun yahu?” diye sordu Esra, bir yandan da sesinin geri gelmiş olmasına seviniyordu. Alvino dönüp ona baktı. Sırıtması geri gelmişti. Geri gelmese şaşardı. “Bağlıyorum sevgilim. Sonradan belamız olmasın,” dedi ve dediğini de yaptı. Adamı deli bağlar gibi bağladı. Sonra da sürükleyerek banyoya götürdü. İyi de adamın orada ne işi vardı? Esra bu düşüncesini dile getirdiğinde, “Bence yerinden oldukça memnun olacaktır,” diye cevap almıştı. Alvino küvete dayadığı adamın üzerini arayıp, diğer eşyalarını çıkarmıştı. Cüzdanı kontrol edip geri koyduktan sonra telefonu kapatıp kendi cebine yerleştirdi. Ardından banyonun kapasını kapattı. Esra ise şokla onu izliyordu. E o adamı banyoda mı tutacaklardı? Bu sefer konuşamadı. Alvino kendi telefonunu kulağına götürmüştü. “Kimi arıyorsun?” “Deliyi...” Deli de kimdi? Esra telefonun çalışını duyuyordu. Dört çalıştan sonra açılmış ve tiz, çocuksu bir 178


Hançer-II

kadın sesi odada yankılanmıştı; Esra buraya dikkati çekiyordu, hoparlör açık değildi. Fakat kadının ne dediğini anlamadı. İspanyolca olmalıydı ve Esra küfrettiğini düşünüyordu. Alvino, ”Günaydın,” deyince, karşısındaki de İngilizceye dönmüştü. “Sabahın köründe ne arıyorsun, manyak?” “Sabahın körü dediğin saat 11 ve senin iki saat içinde burada olman gerekiyor, deli!” Esra gözlerini kırpıştırarak Alvino’ya baktı. Bu bir diyalog muydu? “Olacağım zaten, sevgili gemin bir dürbün uzağımda ama bu senin, benim uykumun içine ettiğin gerçeğini değiştirmiyor. Kapat telefonu!” Ama karşı taraf telefonu ilk kapatan olmuştu. Alvino ise kapanmış telefonun ekranına bakıp, Esra’nın daha önce hiç görmediği bir şeyi yapıyordu. Söyleniyordu. Genç kadın bir şeyler söylemeyi düşündü ama buna imkânı olmadı. Alvino bir kez daha aramıştı. Telefon bu sefer oldukça gürültülü bir şekilde açıldı. “Hay ben senin... Senin benimle problemin mi var? Bunun hesabını çok fena soracağım Alvino...” “Çeneni sonraya sakla. Bir dürbün uzaktaysan, kaldır kıçını ve gel. Planları iki saat önceye çekiyoruz. Ve deli... Rüyalarından dünyaya dön, oradaki sevgililerin etten kemikten değil.” Bu sefer telefonu kapatan Alvino olmuştu. Yüzünde ise bir zafer gülümsemesi vardı. Bir adım yaklaşıp ne düşüneceğini bilmeyen Esra’ya sarıldı. Bu adam sarılmayı ne çok seviyordu! “O kimdi?” “Kuzenim.” Esra kaşlarını çattı. “Kuzenine niye deli diyorsun? Deli misin?” “Deli çünkü... Ayrıca küçüklükten kalan bir alışkanlık...” Alvino ikinci soruya cevap verme gereği duy179


Ezgi Bağcı

mamıştı. Genç kadının dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu. “Hazırlanalım kızıl fırtınam. Fazla vaktimiz yok.” Neye hazırlanacaklardı ki? “Bana kızıl fırtına demezsen, ikimiz de mutlu olacağız.” Alvino gözlerine uyan bir tişört giyerken gülmüştü. “Ben her hâlde memnunum sevgilim.” Esra cevap vermedi. Homurdanmakla ve çantasını toplamakla meşguldü. Fermuarı kapattı ve sırtına astı. Ellerini beline koyarak Alvino’ya baktı. “Şimdi ne yapıyoruz?” Alvino genç kadının hâli karşısında, kahkahasını tutamadı. Uzanarak elini tuttu. “Şimdi sevgilim, gemiden firar ediyoruz.” Odanın çıkışına yöneldi ama banyonun kapısına gelince durmuştu. Kapıyı açtığında Esra, içerdeki adamın kendine gelmiş olduğunu gördü. Bağlı ağzıyla anlaşılmaz bir şeyler söyleyerek, öfkeyle onlara bakıyordu. Alvino küçük bir bıçağı ayaklarının dibine attı. “Bu ne şimdi?” “Kaçabilmesi için...” “Deli misin sen? Ya peşimize düşerse?” “Düşemez. Çünkü kendi canını kurtarmakla uğraşacak değil mi?” Alvino dönüp Esra’ya bakmıştı. ”Hem o kendisini kurtarana kadar biz gemiden ayrılmış olacağız.” Esra sözünü ettikleri adama baktığında gözlerinin korkuyla dolduğunu gördü. Ama bunu sorgulama fırsatı bulamadı. Alvino’nun çekişiyle birlikte hızlı adımlar atmaya başlamıştı. Geminin en alt güvertesine indiler ve gözlerden uzak bir kenara çekildiler. Alvino Esra’yı iyice kendisine çekmişti. Genç kadın, köşede fingirdeşen sevgililer gibi göründüklerine emindi. Ama Esra öyle hissetmekten çok uzaktaydı. Alvino öyle bir şey söylemişti ki, ona mal mal bakmakla meşguldü. “Buradan atlamamı mı bekliyorsun gerçekten?” “Biraz alçak sesle sevgilim...” Genç kadın aynı sözcükleri daha kısık sesle ama daha 180


Hançer-II

güçlü bir vurguyla söyledi. Öfkesiyle kaşlarını çatmıştı. “Öldüreceksin beni...” “Ölmezsin. Gemi hareket etmiyor.” “Köpekbalıkları vardır burada!” Alvino hemen yakınlarındaki lüks bir yatı işaret etti. “O yata kadar yüzeceğiz sadece...” “Ve bunun beni yatıştırmasını mı bekliyorsun?” Genç adam öne doğru eğildi. Aralarındaki boy farkı kapanmıştı. Esra doğrudan mavi gözlere bakıyordu. “Şansımız yok, sevgilim. Gemiye başka adamlarını yerleştirmişlerdir.” “Ya ölüm ya ölüm diyorsun yani?” Genç kadın öne doğru eğilerek hafifçe dalgalanan koyu mavi sulara baktı. İnsanlar burada suya girmiyordu. Demek ki bir bildikleri vardı. Peki, Esra neden her şeyi en ters zamanda yaşamak zorundaydı “Önden sen gideceksin.” “Beni feda mı ediyorsun? Denek miyim ben?” Alvino’nun cevabını duymadı. Bilerek cevap vermediğine emindi. Cevap vermek yerine belinden kaldırmış ve korkulukların öbür tarafına geçmesine yardım etmişti. Esra sırtındaki çantaya vuran rüzgârı hissedebiliyordu. Sıkıca demirlere tutundu. “Beni bırakma...” “Bir şey olmayacak sevgilim.” “Nerden biliyorsun? Bence ölebilirim. Hem çantaya ne olacak? Islanır, pasaportum içinde. Benim olmasa da, tüm giysiler içinde...” “Çanta su geçirmez.” Aşağı baktı, sonra Alvino’ya döndü ama bir öpücükle karşılaştı. Tüm dikkati ona kaymışken, genç adam öpüşü derinleştirmişti. Tüm dünyanın yüreğine toplandığını hissetti. Alvino geri çekilince, Esra şaşkına dönmüş bir halde ona baktı. Yüzünde o alaycı sırıtması vardı. Kahrolmayası maymuna da, o sırıtma çok yakışıyordu. “Bir şey olmayacak.” 181


Ezgi Bağcı

Ve Esra kendisini bıraktı. Havanın sertçe akışını ve fazla geçmeden suyun vuruşunu hissetti. Gözlerini sımsıkı yummuş, burnunu kapatmıştı. Ama yine de sarsılmasını engelleyemedi. Resmen poposunun üstüne düşmüştü. Eti acıdan yanıyordu. Tüm acısını yutmaya uğraşarak, gözlerini araladı ve yukarı doğru yüzdü. Tuzlu su gözünü yakıyordu. Nefesine kavuştuğunda, özgürlüğüne kavuşmuş gibi hissetti. Yukarı bakınca Alvino’nun da düşüşe geçtiğini gördü. Yüzerek uzaklaştı. Birkaç saniye sonra Alvino da ona katılmıştı. Normal bir zamanda, oldukça güzel bir deniz macerası olurdu. Genç adam suyun üzerine çıktıktan sonra hızla yanına gelmişti. “İyi misin?” Başını salladı. Cevap verecek gücü yoktu. Yata doğru yüzmüşlerdi ama genç kadın bir ömür harcamış gibi hissediyordu. Alvino, Esra’nın sahibini göremediği bir elin yardımıyla yata çıkmıştı. Bir dakika kadar geçmişti ki, bir el de kendisine uzandı. Alvino öne doğru sarkmıştı. Genç kadın kendisini çeken bu ele sıkıca tutundu. Alvino onu çektiği gibi, sarılmıştı. Esra derin nefesler alırken, göğsünün yandığını hissetti. Bu maymun yüzünden yaşamadığı şey kalmamıştı. “Lanet olmayasıca maymun! Benim ölümüme sebep olacaksın,” dedi Esra, ama sonra onun fısıltısını duydu. “Ancak benimle bir ömür geçirdikten sonra!” Titredi. Ama bu sudan çıkmış olmaktan değil, boynuna vuran sıcak nefesten kaynaklanıyordu. Omzuna atılan havluyla Alvino’nun tutuşundan sıyrıldı. Döndüğünde, Alvino’nun gözlerine sahip olan genç bir kadınla karşılaştı. “Dios mio! Kadıncağızı ne hale getirmişsin, manyak! Bir de boğuyorsun! Az bırak da nefes alsın...” Esra asıl kadının nefese ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Koyu 182


Hançer-II

kızıl saçları beline varan kadın, ellerini beline koyarak Alvino’ya bakıyordu. Tabii konuşmasına bir saniye ara vermemişti. “Bir daha bana emir vermeye cüret etme. Teyzemin hatırasına, sana katlanıyorum, daha fazlasını çekemem.” Sonra hiçbir şey söylememiş gibi Esra’ya dönmüş ve kocaman gülümsemişti. “Hola churri! Sen bu manyağı bunalıma sürükleyen kızıl fırtına olmalısın,” dedi ve sıkıca sarıldı.

Melek çantasını kapattıktan sonra, cebinden çıkartarak telefonuna baktı. Jack yine aramıştı. Ağabeyi delirmiş olmalıydı. Dün genç kadının sayısını unuttuğu ama Melek her seferinde reddetmişti. Konuşabilecek durumda hissetmemişti kendisini. Şimdi ise, telefonu açacak cesareti yoktu. Kavga edeceklerini biliyordu. Jack orada oluşunu kabul etmeyecek ve Amerika’ya geri dönmesini isteyecekti. Beth, onun bu kadar koruyucu davranmasını istemiyordu ya da bu kadar düşünmesini... Ağabeyi tüm dünyayı Melek’in etrafına sarmıştı. İç çekti. Bu konuşmayı şimdi yapmazsa ne zaman yapacağını bilmiyordu. “Alo, Jack nasıl-” Jack, ”Gerçekten yaşıyorsun,” dedi. Sesi sinirli geliyordu. Melek bunun olacağını biliyordu. Aynadan görüntüsüne baktığında, omuzları düşmüş ve azara hazır biriyle karşılaştı. “Elbette yaşıyorum. Sadece telefonu açamadım.” “Beth, delirdiğimin farkında mısın? Ya da seni kaç kere aradığımın? Darcey’i aradığımda ise doğru düzgün bir yanıt alamadım. İspanya’da ne işin var?” Genç kadın söyleyeceği hiçbir şeyin Jack’i tatmin etmeyeceğini anladı. Notun gelişinden ve kasada gördüğü şeylere 183


Ezgi Bağcı

kadar her şeyi anlattı. Elbette tehlike noktalarını atlayarak... Jack Melek’in nasıl bir şeyin içine girdiğini anlarsa, dünyadaki tüm imkânlarını kullanarak bunu engeller; Melek’i de eve kilitlerdi. “Resmin ve mücevherlerin çalındığı zamanı hatırlıyorum. Evde büyük bir karmaşa çıkmıştı. Ama bununla ilgili neyi merak ettiğini anlamıyorum.” “Çalınmış gibi değillerdi Jack. Oradaki adam, onların gönderildiğini söyledi.” “Hırsız göndermiş olabilir Beth.” “Ama annemin resmi duvarda asılıydı. Neden annemin resmini duvara assınlar.” Jack’in pes etmiş sesini duyunca, gülümsedi genç kadın. “Seni durduramayacağım anlaşılan. Peki, şimdi ne yapacaksın?” Geri geri gitti ve yatağa oturdu. “Tayvan’a gidiyorum. Marco, Kaptan denen adamın yerini bilen kişinin Tayvan’da olduğunu söyledi.” “Biliyor musun? Bu hayatımda duyduğum en saçma şeylerden biri...” “Öyle,” dedi Melek, yatağın örtüsüyle oynadı. Gerçekten saçmaydı, tüm bunlar bir alaydı. Ortada bir seçim şansı varmış gibi görünmüyordu. Belki, her şeyi boşverip gidebilirdi. Onun söylediklerini umursamayabilirdi. Buna katılmazsa, ölecek olması bir yalan olabilirdi. Ama öyle düşünmüyordu. Gerçekten oynaması gereken bir oyunmuş gibi sürükleniyordu. Bir de... “Sadece öğrenmek istiyorum.” “Bu seni rahatlatacak mı?” “Evet...” Bir de, genç kadın, onu yalnız bırakamazdı. Bırakmak istemiyordu. İçi öfkeyle kaynasa da, bir tarafı ondan uzak kalmak istemiyordu. Belki bu kadar net ölebileceğini söylemesindendi, belki de yine arkasını dönüp gidecekmiş gibi hissettirmesindendi. Melek kendi seçimini yapacaktı. Akıntıyla sürükleniyorsa da karşı 184


Hançer-II

koymayacak, akıntıya dost yüzecekti. Kendi kararlarını almadığı sürece, hiçbir duvardan kurtulamayacaktı. Kararlıydı genç kadın, devam edemeyecek kadar yorulsa dahi yüzecekti.

185


XI Otel görevlilerinden biri kapıyı onlar için açmıştı. Genç kadın arkasında olduğunu bildiği Marco’yla birlikte içeriye girdi. İkisinin hemen ardından ise bavulları taşıyan görevli girmişti. Görevliler aldıkları bahşişle birlikte odayı terk ederken Melek odayı inceledi. Tabii oda demek yeterli kalmıyordu. Geniş bir salon, pastel tonlarındaki koltuklar ve perdelerle döşenmişti. Hemen köşede minik bir bar duruyordu. Bir duvar boydan boya camdı ve Taipei’nin9 ışıklı manzarasını ayaklarının altına seriyordu. Salonda üç kapı vardı. İkisi iki farklı odalara açılırken bir tanesi banyoya aitti. Genç kadın odalardan sağdakine girip, kapısını kapatırken, salonda durup onu izleyen adama son bir bakış atmıştı. O son yemek konuşmasından beri sessizlerdi. O zaten hep sessizdi ama Melek’in üzerine de garip bir suskunluk çökmüştü. Konuşmak istemiyordu. Konuşsa ne söyleyeceğini de bilmiyordu. Çantasını yatağın üzerine bıraktıktan sonra kendisini yatağa attı. Ona karşı ne hissedeceğini şaşırmıştı. Öfkesi saklanırken, onun ölme ihtimali genç kadının içinde daha önce tatmadığı bir korku doğurmuştu. Korkmak öyle garip bir alışkanlık olmuştu ki Melek için, korkuyla cesareti bir arada yaşatmayı öğrenmişti. Belki de devam 9 Tayvan’ın başkenti 186


Hançer-II

etmeye karar verişi de bundan kaynaklanıyordu; bu iki duygunun, onun için hep bir oluşundan… Tavanla bakıştı. Ona karşı hissettiklerinin içinden çıkamıyor, ne hissedeceğine de karar veremiyordu. Duygular bu kadar değişken olmamalıydı. Bu çok fazla kafa karıştırıcıydı. Yan döndü ve dizlerini karnına çekerek öylece durdu. Saçları yatağın üzerine yayılmıştı. Temiz çarşafların kokusu burnunu doldurdu. Bilmiyordu. Peki, bir karara varması gerekmiyor muydu? Yaşayabilmesi için olması gereken bu değil miydi? Göğsüne bir şeylerin sıkıştığını hissettiğinde yerinden doğruldu. Kafası karışıyordu. Hafızası döndüğünden beri yaşadığı bir şeydi bu… Kim olacağına bile karar verememişti. Bu yüzden ismini de Melek Deniz olarak değiştirmiş ve geçmişini temsilen Maise’i almıştı. İkisi birden olamaz mıydı? Elizabeth döndükçe ve Melek’e karıştıkça, kayboluyormuş gibi hissetmişti. Ama şimdi düşünüyordu da bu gerçekten kaybolmak mıydı? Yoksa gerçekten yaşamaya mı başlamıştı? Melek o beş yıllık zaman diliminde mutluluğu ve kelimeleri o kadar sahiplenmişti ki, hep bir arayış içinde olmuştu. Mutlu olmayı bir zorunluluk haline getirmişti. Bunu şimdi fark ediyordu. Sürekli gülerse ve mutlu olacağına dair sözler verirse acının ona uğramayacağını düşünmüştü. Hâlbuki mutluluk zorlamaya gelemeyecek kadar narindi. Bu yüzden onu hiç dibine kadar yaşayamamıştı belki de… Tüm duygular için böyleydi. Hiçbir duyguyu özgürce yaşamak için izin vermemişti kendisine aslında… Şimdi öfkelendiği için bile kendisini suçlu hissediyordu. Bedenini serbest bıraktı ve kollarını iki yana açarak yatağın yumuşak zeminine düştü. Fark etmemişti ama derinlerinde, mutluluğunu dahi acısıyla sürdürmüştü; her ne kadar acıyı tatlıya dönüştürmeyi başarmış olsa da… Acının oradan gitmesine izin vermemişti. 187


Ezgi Bağcı

Açılan kapıya başını çevirdi. Arkasından vuran ışıkla, bir gölge halinde kapının eşiğinde dikiliyordu. Ona olan duyguları dahi zorlama olmuştu. Öfkesi, özlemi, yalnızlığı… Sevgisi… Melek kendisini hiç özgür bırakmamıştı. Rahatladığını hissetti. O an tuttuğunu fark etmediği nefesini verirken göğsü indi. Parmakları açıldı, avuçları bir uyuşma halinde serbest kaldı. Gözlerini kapattı ve onun sesinin tınılarını dinledi. “Dışarı çıkalım. Yemek yerken, ne yapacağımızı konuşuruz.” Sonra adımlarının uzaklaşmasını duydu. O gerçekten ne hissediyordu? Bunu hiç öğrenmeye çalışmamıştı. Sadece öyle duygular içinde sanmıştı. Gerçi bunu öğrenmeye teşvik edecek bir şey görmemişti ama yine de hiç sormamıştı. Sormaya cesaret edememişti. Bu sefer yataktan tam olarak kalktı ve üzerine siyah bir kazakla, koyu mavi kot pantolonunu geçirdi. Pantolonun solgun rengi gözüne takıldı. Toprakla ve çiçekleriyle uğraşırken giydiği pantolondu bu… Uzun zamandır toprağa dokunmuyordu. Acaba yapılması gerekenlere dair bir liste oluşturmalı mıydı? Ayakkabılarını giydikten sonra uzun adımlarla odadan çıktı. Duvara dayanmış bir halde onu bekliyordu. Siyah bir tişörtle, bej rengi bir pantolon giymişti. Siyah ona yakışıyordu. Onun gelişini görünce, odanın girişine astığı paltoyu ona uzattı. Melek onun kendisini izlediğinin bilincinde paltoyu giydi. Odadan çıkıp da onun kapıyı kilitleyişini izlerken hissettiği iki duygu sıkıştırıyordu. Onun varlığının farkındalığı ve yeni bulduğu özgürlüğün sarhoşluğu… Bu sarhoşluk ne kadar sürerdi acaba? Sanki ruhu göğsünden çıkmak için can atıyordu. Bulutların üstünde yürüyormuş gibi hissediyordu. Bu kadar kısa sürede, bir anda mı düşerdi o taşlar insanın kafasına? Ama düşüyordu işte ve bir anda başını yarıyordu. Başı da ağrıyordu. 188


Hançer-II

Dışarı çıktıklarında havaalanında kiraladıkları araç onları bekliyordu. Marco arabayı getiren gence bahşiş verdikten sonra, Melek’in binmesi için kapıyı açmıştı. Genç kadın kemerini taktıktı ve ellerini iki bacağının arasında saklayarak, Marco’nun şoför koltuğuna yürüyüşünü izledi. Genç adam rahat bir halde yerine oturmuş ve arabayı çalıştırmıştı. Bu öyle tanıdık bir hareketti ki, geçmişi hatırlattı Melek’e. Jack’le buluşmak için şehre giderken, onu da götürmeyi teklif etmişti. O gün hissettiği heyecanı ve duyguların gittikçe derinleşmesini, onun dokunuşlarını, söylediklerini, her şeyi hatırlıyordu. O gün fark etmişti, onun sessizliğini sevdiğini… Bir şey söylemesini, karşılık vermesini beklememişti, sadece bakışlarını yakalamak istemişti. Önünde akan trafiğe baktı. Işıkların kayışı ve korna çalan arabalar başının ağrısını arttırıyordu. Öfkesini yaşamak nasıl olurdu? Öfkesini ona yöneltmemişti. İçten içe gelip onun af dilemesini istemişti. Öfkesi böyle dinecek miydi ki? Hiç sanmıyordu. Dinmesini de istiyor sayılmazdı. Sadece bilsin istiyordu. Hesap sorma da değildi istediği… Gerçi hesap da sormamıştı. Öfkesi girdap misali içinde dönmüş, sadece Melek’i sürüklemişti. O, bundan etkilenmemişti bile… Marco arabayı küçük bir restoranın önünde durdurmuştu. Fazla şık veya gösterişli değildi. Melek içeriye giren insanların kıyafetlerinin kendisininkinden farklı olmadığını gördü. Adamın gelip kapıyı açmasını beklemeden arabadan indi. Yanına geldiğinde, başını kaldırarak ona baktı. “Burası neresi?” “Çok önceden gelmiştim. Yerel yemekler var. Güzeldir,” dedikten sonra Marco, onu içeri yönlendirmişti. Genç kadın onun yönlendirmesine uysa da bir an bundan emin olamadı. İspanyol yemeklerine açıktı. Çok farklı gelmemişti. Fakat Uzak Doğu… İşte buna uzun bir süre ayırması gerekiyordu. Fakat düşünmesi için çok 189


Ezgi Bağcı

zaman yoktu. Çoktan içeri girmişlerdi ve güler yüzlü yaşlı bir kadın ikisini köşede iki kişilik bir masaya oturtmuştu. Acaba Batı yemekleri yemek istediğini söylese miydi? “Beğenmedin mi?” “Ben… Emin değilim.” Yanlarında dikilen kadının kendisini anlayıp anlamadığından emin olamayarak baktı Melek. Türkçe bilecek değildi herhâlde. Yaşlı kadın büyük bir merakla onları izliyordu. Onun bakışlarını görünce Melek kararını değiştirdi. Denemekten zarar gelmezdi. Yaklaşık yirmi dakika sonra masa ilginç görünen yemeklerle donatılmıştı. Melek önünde duran iki tabağa baktı. Biri makarnaydı. Fakat değişikti. İçindekilerin sebze olabileceğini düşündü. Diğeri ise yine içinde sebzelerin olduğu etti. Fena görünmeseler de genç kadın içindeki yargıyı yıkamıyordu. Yine de denedi. En azından açlıktan guruldayan midesi hatırına… Yemek hiç de beklediği gibi değildi. Genç kadın arkasına yaslandığında yüzünde yediklerinden memnun bir ifade vardı. İnsanın ağzında güzel bir tat bırakıyordu. Fakat çubukları kullanmak zor geldiği için klasik yöntemini tercih etmişti. Marco ne kadar gösterse de becerememişti işte. Beceriksizliği o boyuttaydı ki, dükkânın sahibi yaşlı teyze de yardım etmiş ama işe yaramamıştı. Melek de pes etmişti. İnsanın her şeye yeteneği olmuyordu. Marco’ya baktığında onun da yemeğini bitirmiş olduğunu gördü. Melek tam ağzını açıp Tayvan’da neler yapacaklarını, o adama nasıl ulaşacaklarını soracakken, yaşlı teyze gelip masayı toplamaya başlamıştı. Bir yandan da o garip konuşmasıyla, Çince de kelimeler sanki ağızlarının içinde yuvarlanıyordu, Marco’yla sohbet etmeye başlamıştı. Tabakları ve Melek’i işaret ettikten sonra konuşmaya devam etti. 190


Hançer-II

“Yemekleri beğenip beğenmediğini soruyor.” Genç kadın kocaman gülümseyerek yaşlı kadına bakarak başını sallayınca; yaşlı kadın da aynı gülümsemeyle karşılık vermişti. “Et çok güzeldi.” Marco’nun onun söylediklerini çevirdiğini tahmin etti. Bunun üzerine yaşlı kadın uzunca bir süre bir şeyler anlatmaya devam etmişti. Melek onun yemek tariflerini verdiğinden şüphelenmeye başladı. En sonunda eğilip selam vererek uzaklaşmıştı. “Ne anlattı bu kadar?” “Yemeği beğendiğini söyleyince, nasıl yaptığını anlattı.” Genç kadın yedikleri yemeklerin ne olduğunu sorunca; etin tatlı ekşi soslu domuz eti, diğerinin de çin usulü erişte olduğunu söylemişti. Melek yadırgamadı, domuz etini çok sevmese de, bu hoşuna gitmişti. “Çay söyledim. Çay burada bir gelenektir.” Melek başını salladı. Kendisini konuşmak istediği konuya bir türlü gelemiyormuş gibi hissediyordu. Hançer ise dikkatle ona bakıyordu. Bu adam son zamanlarda Melek’e çok mu bakıyordu, yoksa genç kadın mı öyle hissediyordu bilmiyordu. “Ne yapacağız?” “Çay içeceğiz.” Melek gözlerini kırpıştırarak ona baktı. Yanlış anlaşılmış olmalıydı. “Tayvan’da ne yapacağız. O adama ne zaman gideceğiz?” Sorulan soruyla genç adamın sakin yüz hatları bir anda gerilmiş, grileri ciddileşmişti. Fakat soruyu cevaplama fırsatını bulamamıştı, dükkânın genç yardımcısı en az yaşlı teyze kadar büyük bir gülümsemeyle masaya gelmiş, elindeki tepsiyi masaya dayamıştı. İki küçük fincanı Marco ve Melek’in önüne ve demliği de tam ortaya bırakmıştı. Sonra eğilerek gerilemişti. Melek cevabı bekleyerek Marco’ya baktı. Uzaklaşan kızı izleyen gözleri, sonra Melek’e dönmüştü. 191


Ezgi Bağcı

“Dikkat çekeceğiz. Bunun için ona ait mekâna gitmemiz gerekiyor.” Melek dikkatle yutkundu. Adım adım tehlikeye gidiyorlarmış gibi, ürperiyordu. “Neresi orası?” “Taipei’deki ünlü restoranlardan biri. Aynı zamanda bir gece kulübü…” Genç kadın başını salladı. Demek ki kendilerini göstereceklerdi. Bu karmaşayı anlayamıyordu. Direk gidip sorsalar olmaz mıydı? Ama bunu dile getirmedi. Onun yerine gidecekleri yerin nasıl bir yer olduğunu sordu. “Lüks…” Alışveriş yapması gerekiyordu. Yanında getirdiği kıyafetlerle, öyle bir yerin sokağından bile geçemezdi. Uzanarak demliği aldı ve çayı doldurdu. Çayın rengi sarımsıydı. Ama sıcaklığıyla hoş bir koku bırakmıştı. “Oolong çayı…” Genç kadın tüm düşüncelerini alır gider umuduyla çayı yudumladı. Kokusu burnunu doldurmuştu. Çayın boğazındaki kuruluğu giderdiğini hissetti. Fincanının üzerinden Marco’ya baktı. Merak ediyordu. Merak ettiği o kadar çok şey vardı ki! “Tayvan’a daha önce ne için gelmiştin?” Melek uzun bir süre onun cevap vermesini bekledi ama aralarında dolaşan sessizlikti. Fincanını masaya geri bırakırken elleri titriyordu. Öne doğru eğildi. Fısıldayarak konuştuğunu düşünmesine rağmen, bağırmaya başlamıştı ama bunun farkında dahi değildi. “Ne var biliyor musun? Sıkıldım. Yoruldum. Cevap vermemenden ve beni ilgilendirmediğini düşünmenden… İlgilendiriyor. Böyle söylemene rağmen, peşinden gelmeme izin veriyorsun.” Masayı hafifçe itti fakat kalkmak için hamle yapmamıştı. “Ne yaptığını bile bilmiyorum? Ne işle uğraştığını, kim olduğunu… Sorduğumda, evet diye cevap verdin. O kişi olduğunu söyledin. Sadece beni kullanmak için olduğunu… Öyleyse neden seviyormuş gibi davrandın. Anahtarı istediğin için mi? Başka türlü alamaz mıydın? 192


Hançer-II

Peki, neden gittin? Anahtarı sana verişim sadece git demek değildi.” Boğazı acıyordu. Ayaklanmış ve kendilerine bakmakta olan insanların arasından geçti ve sokağa fırladı. Nereye gittiğini bilmeden koşuyordu. Ne yağan yağmur ne de üşüten rüzgâr umurundaydı. Sonra durdu ve yüzünü göğe kaldırdı. Yağmur damlaları yüzünü dövüyor, içinin yangınını serinletiyordu. Neden bunca zaman beklemişti ki, tüm bunları sormak için? Şimdi, göğsünün tam ortasından bir ağırlığın kalktığını hissediyordu. Bunca kolayken, niye böylesine oyalanmıştı? Güldü. Hatta yanından geçen insanların kendisine bakmasına neden olarak güçlü bir kahkaha attı. Sorduğu sorulara cevap almayı beklememişti. Cevap gelmeyecekti zaten ama yine de beklememişti. Ayrıca paltosunu da almamıştı. Ya aptaldı ya deliydi. İkincisinden ciddi anlamda şüpheleniyordu. Sırılsıklam olmuş bir hâlde arkasını döndüğünde, onunla karşılaştı. Genç adam, onun bakışlarını görünce yaklaşmış ve paltoyu genç kadının başına tutmuştu. “Islandın.” Sakindi. Neden bu kadar sakindi? Genç kadın göğü yırtarcasına yanan yağmura rağmen, hâlâ yanıyormuş gibi hissederken, nasıl oluyor da böyle kontrollü olabiliyordu. Duygusuz değildi, hayır. Böyle bir şeye inanmazdı. Gözlerini, o duyguların kırıntılarını az da olsa yakalayacak kadar yakından görmüştü. Paltonun altına sığındı ve arabaya götürmesine izin verdi. Onu anlamıyordu. Belki de hiç anlayamayacaktı. Neydi, böyle bir adam olmasına sebep olan? Arabayı o sinir bozucu sakinliğiyle çalıştırdı. Otele vardıklarında aradan yarım saat geçmişti. Melek onu beklemeden arabadan indi ve içeri girdi. Hatta odanın kapısına kadar ondan kaçmayı başardı. Asansördeki insanların garip bakışlarına maruz kalsa da önemsememişti. Fakat odanın kartı kendisinde olmadığı için, kaçışı kapıya kadar 193


Ezgi Bağcı

sürdü. Arkasına dayandı ve omuzlarına aldığı paltoya daha sıkı sarındı. Paltonun da kuru yeri yoktu ya… Yine de o an bir sığınak gibiydi. Fazla sürmemişti ki, Marco onların odasına dönen koridorun başında görünmüştü. Kapıyı açıp genç kadının içeri girmesine izin verdikten sonra, kendi odasına yönelmişti. Belki sessizce gitse genç kadının ipleri kopmazdı. Giderken, sıcak süt söylemesini tavsiye etmişti. Niye tavsiyede bulunuyordu ki? Ayrıca neden sıcak süt? “Cevap bile vermeyecek misin?” Bu sefer bağırışının farkındaydı. Çatasını ve montunu kenara attı ve ona doğru yürüdü. Sessiz kalması ilk defa içini böyle kabartıyordu. Taşmalı ve onu da sürüklemeliydi. Kaşlarını çatmıştı. Genç adamın yanına geldiğinde, boyu kısa kalsa dahi doğrudan gözlerinin içine baktı. “Onca soruya yine sessiz mi kalacaksın? Tek bildiğin şey bu zaten,” diye devam etti ama sonra kalakaldı. Kime ne anlattığını düşündü. Bu adam bir şey söylemeden gitmişti. Melek, o bahçedeki halini unutmuyordu. Güneşin sıcaklığına rağmen, içi bir kış günü gibi üşümüştü. Bir pes etmişlikle gözlerini yere indirdi, gerileyecek oldu ama kollarından tutan eller bunu engelledi. Marco konuştuğunda sakindi ama gözleri… İşte onlar genç kadının daha önce hiç görmediği fırtınalarla bakıyordu. Kollarındaki sıkışı, sanki kaçmasından korkarmış gibi sımsıkıydı. “Gitmemi istemedin mi?” “Ben…” Sözlerini tamamlama fırsatı bulamadı. “Ne istediğini söylemelisin.” Sonra tutuşu gevşemiş, elleri iki yanına düşmüştü. Deminki fırtınalar sakinleşmiş, yerini yine o soğuk dinginliğe bırakmıştı. Hiç ne istediğini söylememiş miydi? Buna inanamıyordu. Hep kendini gösterdiğini düşünmüştü. Belki de yeterince gösterememişti, yani karşısındakine yetebilecek kadar… Genç adama daha dikkatli baktı. Duygularını hiç göster194


Hançer-II

memiş, genç kadına soğuk bir duvara çarpıyormuş gibi hissettirmişti. Belki de gösterememişti. “Kimsin sen?” Marco bu sorunun cevabını vermeye başladığında salondaki koltuklara karşılıklı oturmuşlardı. Melek onun gözlerine bakabilmek için, karşısına geçmişti. Yüzünde hiçbir ifade olmayan bu adamın tek çözüldüğü yer gözleriydi. “Beş yaşından itibaren, kiralık katil olarak yetiştirildim. İlk öldürmem istenilen kişiyle birlikte Hançer dendi. Tereddütsüz başarmıştım.” Melek gözleri büyüyerek ona baktı. Bedeninden soğuk bir duş gibi geçen titremeyi hissetti. “Kaç yaşındaydın?” “On bir… Yirmi beş yaşına kadar bunu sürdürdüm. Marco kimliğini edinene kadar. Ondan önce yaşayan birisi değildim. Adıma sahte kimlik düzenlendi.” Bir insan durduğu yerde, sadece duyduğu şeylerle boğuluyormuş gibi hisseder miydi? Melek’in hissettiği şey tam olarak buydu. Nefesleri göğüs kafesine sıkıştı. Fark etmeden elini göğsüne götürmüştü. Acıyordu. “N-Nasıl? Hançer… O…” “Var olan biri değil. Öldürmek için doğmuş, bunun için yetiştirilmiştim,” dedi, bunu söylerken doğrudan gözlerine bakıyordu. Rahat mıydı, duygusuz muydu? Anlamıyordu genç kadın. “Hiç mi… Hiç mi pişman olmadın? Hiç mi vazgeçmedin?” İçine korku da doldu. Ama bu korku ondan değildi, hayır; neden bilmiyordu ama ondan korkmuyordu. İnsan bir katilin karşısında oturduğunda nasıl olurdu da korkmazdı? Çıkamıyordu. Tüm çıkmaz sokaklar etrafına dolanmıştı. “Vazgeçtim. İki sefer… İlkinde on yedi yaşındaydım. Küçük bir kızı öldürmem istendi. Nişan almışken öldürmemeyi seçtim, ama benim yerime başkası bunu yaptı. Kurşun benim olmasa da, ölümü benimdi.” Melek onun 195


Ezgi Bağcı

ellerini kavuşturduğunu gördü. Eklemleri bembeyaz kesilmişti. Melek’e bakıyordu ama onu görmüyordu. “İkincisinde ise bir kadını öldürmem istenmişti. Yakalandım. Beni sorguladılar. Cevap vermedim. Kendime ihanet edemezdim ve ölmek istedim. Zaten yaşamıyordum. Fakat o zaman bana bir kimlik verildi. Marco olarak devam ettim. O kimlikle kiralık katilliği bıraktım ve dedektif olarak devam ettim.” Sessizlik havada donmuştu. Melek bir şey söylemekten korkuyordu. Konuşursa bu narin hava, çatlayıp parçalanacaktı sanki… “Her gün pişmanım.” Toparlayabilir miydi? Melek, devam etmezse, bir daha bu anı bulamayacakmış gibi hissediyordu. “Kaptan kim? Ondan ne istiyorsun?” diye fısıldadı. “Beni, Hançer yapan adam…” O anı bir daha yakalayamayacak olsa bile, bir gece için bu kadarı fazla gelmişti. Taşıyamıyordu. Ayağa fırladı. Belki kaçabilirdi. Ama Marco da onunla birlikte ayağa fırlamıştı. Genç kadının üzerine doğru bir adım atarak kanepeyle kendi arasında sıkıştırdı. Melek düşecek gibi olunca belinden tutmuştu. “Gitmeliyim,” diye fısıldadı, yine de bunu gerçekten isteyip istemediğinden emin değildi. “Bırakmamı istemedin,” dedi. Genç kadının bir eli onun göğsünün üzerinde kalmıştı. Siyah tişörtünün yakasının bittiği noktada nabzı atıyordu. Diğer elini oraya götürdü ve nabzının atışını hissetti. Hızlıydı. Uzunca bir süre koşmuş gibi güçlü atıyordu. “Peki, onu neden öldürdün? Rane’i?” “Haklı ve masum değildi. Hak edip etmediğine ben karar veremezdim ama seni acıtmıştı.” Melek onun tepelerinden inen sarı ışıkta yeşile dönmüş gözlerine baktı. Genç kadın işte bu orman yeşilleri seviyordu. “Seni acıtmaya devam edecekti!” Ve öptü. Sessizliğini tüketmiş bir fırtına gibiydi bu öpücük… Melek bu fırtınanın 196


Hançer-II

onu sürükleyişini hissetti. Bir boş vermişlik gibi bıraktı kendisini, sert rüzgâra. Kollarını onun boynuna doladı ve başını kendisine çekti. İçinde yeniden ve yeniden büyüyeceğini bildiği duyguları uyandırmasına izin verdi. Genç adamın elleri, bedenini dolaşıyor ve orada olduğunu hissettirmek istermiş gibi kavrıyordu. Genç kadın daha fazla yaslandı. Orada olduğunu bilmek istiyordu. Düşünmekten uzak, sadece o anda kalarak öptü. Sonra yavaşça çekti kendisini. Gözleri akmayan yaşlarla parlıyordu. Arkasını döndü ve odasına yürüdü. Çamurlu ayakkabıları beyaz halının üzerinde izler bırakıyordu. Görmeyen gözlerle odaya girip kapıyı kapattı, sonra kapattığı o kapıya yaslandı. Yaşları o an akmaya başlamıştı. Hıçkırıklarının duyulmaması için elini ağzına kapattı. Acı kendi acısı mıydı? Yoksa adamın acısı mı? Yoksa ölen insanların? Ya da başka bir şeyin... Aşkının acısı mıydı? Elleri titriyordu. Sonra koşarak banyoya gitti. Ne yediyse kusmaya başlamıştı. En sonunda hem bedenen hem ruhen yorgun düşmüşken, banyonun soğuk zeminine çöktü. Onu suçlayabilir miydi? Kim sorumlu tutulabilirdi? Her gün pişmanım demişti, daha fazla hesap sorulabilir miydi ve Melek’in hesap sormaya hakkı var mıydı? Alnını bacaklarına yasladı. Yaşlar yanaklarından süzülüyordu. Peki, ona kızgın kalabilir miydi? Çok sonradan, doğrulmayı başardığında bir şeyi fark etti. Marco neden Kaptan’ın peşinde olduğunu söylememişti.

Genç kadının ayak izlerine, yerdeki paltosuna ve kapanan kapıya baktı. Bugün geçmişi çok fazla deşmişti. Geçmiş onu bugün daha fazla yorgun düşürmüştü. Ağırlığını öyle net hissediyordu ki, taşıyamıyordu. 197


Ezgi Bağcı

Dönerek odasına gitti ve yatağa oturdu. Gerginliğiyle ellerini saçlarından geçirdi. Kadının varlığı onu dengeliyordu. Unutmasını sağlıyordu, hatırlamasını sağlıyordu, hiç olmadığı kadar yaşadığını hissettiriyordu. Çok pişmanlık yaşamış, çok acı taşımış, çok ölümle her gün daha da parçalanmış ruhunu sanki onarıyordu. Ayağa kalktı ve cebinden çıkardığı sigarayı yaktı. Pencereye doğru ilerledi. Taipei’de birçok yerde, onun odasındaki karanlığın tersine ışıklar yanıyordu. Aylar önceki şiir bir kez daha düştü aklına, unutmak yoktu. Parmaklardır gırtlağımızdaki, ve toprağa düşen yapraklardır Yiten günlerin karanlığıdır.10 O kızın ölümünden iki yıl sonra Kaptan arkasında hiç iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu. İlk boşluğuydu. Kukla, oynatıcısı olmadan düşekalmıştı. Uzun süre ne yapacağını düşünmüştü. Her seferinde, o kızın oynayışı ve yere düşüp de sakince yuvarlanan top gelmişti aklına. Unutmak istemişti. Unutmak isteyerek, kendisine gelen işleri kabul etmişti. Kukla kendi iplerini tutabileceğini düşünmüştü. Ama o yetenek bir kuklaya bahşedilmemişti. Yaşamıyordu çünkü… Marco ona verildiğinde, sorgulama hakkı da ve vazgeçme hakkı da verilmişti. İşte o zaman haklı ve masum, nedensiz kimseyi öldürmemeye karar vermişti. O, ölüm değildi. Sadece ölümün gömleği giydirilmişti. Ona, unutmak yasaktı.

Aralık 1998 İstanbul Birinin adı Alberto olan, iki adam kollarından tutmuştu. Bu kaçacağından duyulan endişeden kaynaklanmıyordu. Kı10 Pablo Neruda – Unutmak Yok. 198


Hançer-II

pırdamaması içindi. Adamlardan bir tanesi genç çocuğun başını eğdi. Aslında bunu izlemek istemiyordu ama Kaptan orada bulunmasını emretmişti. Dokuz yıldır Kaptan’ın yanında çalışıyordu ve Alberto, onun nasıl pislik bir adam olduğunu biliyordu. Ailesi için duyduğu endişe olmasa bu işe devam etmezdi. Birçok kere bu adamın, bu gence yaptığı eziyete şahitlik etmişti. Küçücük çocuğun silahı elinde büyük bir güvenle tutuşunu ve silahın namlusu yere bakarsa, eğer çocuk başarısız olursa nasıl bir işkence edildiğini biliyordu. Kaptan uzun kırbacı avucunun içinden geçirdi. Yüzündeki ifade sert olsa da, gözleri yapacağını şeyden hoşlandığının ışıltısını yansıtıyordu. Yarım saat boyunca o kırbacı indirdi. Genç çocuğun sırtı kandan görünmeyecek ve Alberto’nun midesi dayanamayacak noktaya gelinceye kadar, kırbaç indi. Kaptan ancak tatmin olduğunu düşündüğü bir noktada bırakmıştı. Dudaklarını büzüşünden memnuniyeti anlaşılıyordu. Bırakmalarını işaret edince, Alberto tutuşunu çözdü. Genç çocuk, Hançer, bir çuval misali zemine yapışmıştı. “Senin birisinin yaşamasına veya ölmesine karar verme hakkın yok. Bir kuklasın ve söyleneni yapacaksın. Senden şüphelenip de peşinden o adamı göndermeseydim, kızın yaşamasını mı sağlayacaktın? Sen kendin yaşamıyorken, başkasının yaşamasını nasıl sağlayabilirsin ki?”

199


XII Esra kocaman evin arka tarafındaki yeşil bahçeye bakan, küçük terasta oturuyordu. Genç kadın son zamanlarda tüm hayatı boyunca televizyonda dahi gördüklerini toplasa ulaşamayacağı kadar zenginlik görmüştü. İtiraf etmesi gerekirse usandırıcıydı. Hissettiği sıcak da usandırıcıydı. Genç kadın, kış insanıydı yaz değil ama şimdi, Meksika’da yazın âlâsını yaşıyordu. Elindeki yelpazeyi sallayarak biraz olsun serinlemeye çalıştı. Gerçi Meksika’ya gelmek de bir şeydi değil mi? Saçma bir kovalamaca filminde gibiydi. Evet, aynen öyleydi. Üstelik Meksika’ya gelmesi de bir işe yaramıyordu ki, sonuçta gezip göremeyecekti. Saklanıyorlardı! Elindeki şaraptan bir yudum alarak batmakta olan güneşin kızıllığını bıraktığı gökyüzüne baktı. Esra’yı neredeyse zorla dışarı çıkartmışlardı. Yemek yapan kuzenlerin, neşeli sesi genç kadının kulağına kadar ulaşıyordu. İki kız kardeş oldukça neşeli ve hareketli karaktere sahiplerdi. Ve sahiplenici… Esra o tekneye adım attığından beri yabancılık çekmediğini itiraf edebilirdi. Hatta neredeyse Alvino’ya yabancı muamelesi yapılacaktı. Teknede onu karşılayan Flores kardeşlerden büyük olanıydı. Esra eve gelene kadar onun ismini öğrenememişti. Çünkü Alvino ona sürekli deli olarak hitap edi200


Hançer-II

yordu. Hem kadın ismini söylememişti. Eve geldiğinde, küçük olan Flores kardeşten ikisinin ismini de öğrenmişti. Büyük Dionisa Flores, küçük ise Pepita Flores… Kısaca Nisa ve Pep… Esra’nın onlara bu şekilde hitap etmesi üzerinde oldukça ısrarcı olmuşlardı. Belki de Alvino’nun deli demesi kadar değildi ama kardeşlerin normal olduğunu söyleyemezdi. Böyle bekleyemeyecekti. Hem Alvino nereye kaybolmuştu? Lanet olmayasıca maymun, hem onu sürüklüyor, hem de yalnız bırakıyordu. Utanmaz herif! İçinden söylenirken mutfağa girdi. Pepita onu görünce kocaman gülümsemişti. Minyon ve oldukça neşeli biriydi. Yirmili yaşlarının ortalarında olmalıydı. “Esra, sıkıldın mı? İstersen bize yardım edebilirsin. Salataya başlayamadım.” Dionisa, “Yavaşsın da ondan,” dedi sertçe ama yüzündeki ifadenin kızgınlıkla ilgisi yoktu. Eğleniyor gibiydi. “Misafire iş mi yaptıracaksın?” “Şikâyet edeceğini sanmıyorum. Değil mi?” Esra bir an istese de reddedemeyeceğini düşündü. Pep bunu öyle söylemişti ki karşısındakine reddetme imkânı vermiyordu. Kendisine uzatılan bıçağı aldı ve domatesleri doğramaya koyuldu. Üçüncü domatesine geçtiğinde, Alvino mutfağın kapısında görünmüştü. Genç kadın onun saçlarının ıslak olduğunu gördü. Duş almış olmalıydı. Tam niye bu kadar uzun sürdüğünü soracaktı ki, ondan önce davranan başkası oldu. “Manyak, ayağına hizmet bekliyorsun galiba. Burası senin çöplüğün değil. Aç kalmak istemiyorsan çalışmaya başla.” Alvino duyduğu şeylerden çok da hoşnut olmuş gibi değildi. Homurdanarak ilerledi ve hemen girişte olan buzdolabına dayandı. “Üç kişi çalışıyorsunuz. Bana nasıl ihtiyaç duyuyor olabilirsiniz ki?” “Misafir iş yapıyor. Buna izin verilemez!” “İzin vermeseydin o zaman.” 201


Ezgi Bağcı

“Elbette, on tane elim yok. O yüzden salatayı yapıyorsun, manyak.” Esra tüm işi bırakmış ikisinin atışmasını izliyordu. İtiraf etmeliydi ki, eğleniyordu. Şu adamın çenesiyle yarışabileni ilk defa görüyordu. Alvino bu sözlere karşılık vermemişti. Tüm siniriyle gelmiş ve Esra’nın elindeki bıçağı alarak, kesme tahtasını önüne çekmişti. Bu genç kadını daha da şaşırttı. Alvino resmen söz dinlemişti. Başını çevirip Dionisa’ya baktığında sinsi sinsi sırıttığını gördü. “Haydi, gel Esra, eminim ki evi gezmek istersin. Bahçenin öbür köşesinde güzel bir çiçek seramız var. Orayı görmeni çok isterim.” “Sen yemek yapmıyor muydun?” “Evi gezdireceğim. Misafir ağırlamanın kurallarını unutmuş olabilirsin Alvino, fakat ben geleneklerimize sahip çıkmayı tercih ediyorum.” Esra’yı kolundan tuttu ve dışarı sürükledi. Genç kadın son dakikada, Alvino’nun küfrünü duyabilmişti. Oldukça sinirlenmiş gibiydi. “Gerizekâlı manyak, işten kaytarabileceğini düşünüyor. Dios mio, söyler misin o salağın nesine âşık oldun?” Esra bir şey söylemeye fırsat bulamadı çünkü Dionisa konuşmaya devam ediyordu. “Senin gibi naif bir kızın, onda ne bulduğunu gerçekten anlayamam, bunu benden isteme. Ama yine de itiraz edemiyorum. Sizin oralarda bir deyim vardı sanırım. Aloise söylemişti. Gönül dediğin ota da konar, boka da… Sen seçmiyorsun değil mi? Sana acıyorum, mi churri.” Bu gidişle Esra da kendine acımaya başlayacaktı. Seranın önüne gelince durdular ama içeri girmemişlerdi. Dionisa cebinden bir sigara çıkarmış, onu yakmakla meşguldü. “Az soluklanalım. Bunu söyleme,” derken elindeki sigarayı sallamıştı. Küller bu sallayışla savruldu. “Pep, bundan hoşlanmıyor. Söylenmesini dinlemek istemiyorum. Söylenmeye başladığında susmuyor.” 202


Hançer-II

Esra kızıl kaşlarını çatmıştı. Üzerine gelen sigara dumanından bir adım uzaklaştı. “Haklı olabilir.” Söz üzerine Dionisa güçlü bir kahkaha atmıştı. “Ah sen de Pep gibisin. Alvino’nun da içtiğini bilmek hoşuna gitmeyecek öyleyse. Ve bunu söylemem de manyağın hiç hoşuna gitmeyecek.” Nedense bundan çok keyif alıyor gibiydi. Esra gerçekten de bundan hoşlanmamıştı. Sigara içmek ona göre bir zayıflıktı. “Haydi, gel. Güllerimi görmekten hoşlanacaksın.” Esra onun bahsettiği küçük gezintiden gerçekten hoşlanmıştı. Seranın içi her çeşit gülle dolanmıştı. Kokuları sarhoş ediciydi. Her birinin canlılığına hayran kalmıştı. Melek burayı görse aşkından ölürdü. Geri döndüklerinde ki bu oldukça uzun sürmüştü, Dionisa uzun bir süre Alvino’dan şikâyet etmiş ve genç kadının daha önce hiç duymadığı küfürleri etmişti, Esra bu konudaki dağarcığının geliştiğini söyleyebilirdi, yemekler hazır ve sofra kurulmuştu. Pep onların gelişiyle kocaman gülümserken, Alvino resmen somurtuyordu. Esra bu adamın alaycılığının nereye kaybolduğunu merak etti. O halini, bu halinin bin tanesine tercih ederdi. “Nişanlın çok sessiz…” “Senin konuşmandan fırsat bulamamıştır,” dedi Alvino, neşesi yerine gelmeye başlamış gibiydi. “Biz nişanlı değiliz!” “Köfteden almak isteyen?” Esra burnunun dibine giren tabağa baktı. Bu aile cidden garipti. Atışmalarla geçen bir yemek olmuştu ve Esra konuşmaya fırsat bile bulamamıştı. Onun yerine yeterince konuşan insan vardı. Yemek bittiğinde Flores kardeşler sofrayı kaldırmaya başlayıp salondan çıkınca, genç kadın Alvino’ya döndü. “Şimdi ne yapacağız?” “Dinleneceğiz sevgilim. Bu koşuşturma seni de yormadı mı?” Alaycılığı geri gelmişti. “Karnını doyurunca öfken mi geçti?” 203


Ezgi Bağcı

“Hayır, bizim deli uzaklaştı.” Esra onun ciddi anlamda sıyırdığını düşünüyordu. Sandalyesinin arka ayaklarının üzerine yaylanıyordu. “Soruna gelecek olursak… Yukarıdayken birkaç telefon görüşmesi yaptım. Birkaç gün sonra bir ziyaret yapacağım.” “Ne ziyaretiymiş o?” Dionisa lafı Esra’nın ağzından almıştı ama onun tarzı daha çok hesap sorar gibiydi. Esra onu bu kadar sinirli yapan şeyin ne olduğunu merak ediyordu. Sadece Alvino’nun varlığı olamazdı. Ya da olabilirdi? Dionisa konuşana kadar, genç kadın sesli düşündüğünü fark etmemişti. “Çünkü benim sevgilimi çaldı.” Esra gözleri fal taşı gibi açılarak Dionisa’ya baktı. “Efendim?” “Ona neden bu kadar sinir olduğumu sordun. Aslında oldukça eğlenceli biriyimdir ama bu manyak benim sevgilimi çaldı. Onun varlığına karşı eğlenceli ve mutlu olmaya niyetim yok.” “S-Sevgilini mi çaldı?” Esra ağzının bir karış açıldığına emindi. Genç kadının hatları karışmanın ötesine geçmiş, toptan yanmıştı. “Aynen öyle.” “Dios mio, bu olay olduğunda lisedeydik.” Alvino konudan gerçekten rahatsız oluyor gibiydi. “Erkek arkadaşının gay olduğunu nereden bilebilirdim.” “Bu çaldığın gerçeğini değiştirmiyor.” “Deli, o adamdan köşe bucak kaçtığımı biliyorsun!” Esra iki elini birden ağzına kapatarak ona baktı. “Senin farklı deneyimlerin mi oldu?” Yüzü, en az saçları kadar kırmızı olmuştu. Bunun düşüncesi bile çok garipti. “Elbette olmadı,” dedi Alvino, ilk başta öfkeli gibiydi. Ama sonra ifadesi hemen alaya bürünmüştü. “Bunu en iyi senin bilmen gerekiyor.” “Bilmesi deneyimin olmadığını göstermez. Gayet de…” 204


Hançer-II

“Nisa, kaşınıyorsun.” “Kaşısana, mi amor!” Dionisa bunu söylerken, aynı Alvino gibi sırıtmaya başlamıştı. “Keyfim yerine geldi. Bu konunun seni hâlâ rahatsız ettiğini bilmek güzel… O bebek suratın yüzünden sevgilimden olmuştum.” Esra ve Alvino’nun arasındaki sandalyeye kurulmuştu. Pep ise Esra’nın öbür yanına oturdu. “Onlara aldırma sürekli böyleler.” Esra, “Alışmaya başladım bile,” diyerek karşılık verdi. Başka çaresi var mıydı ki? Pep, onun bu cevabı üzerine kıkırdamıştı. Esra bir an ona baktı. Tüm ailenin gözlerinin aynı renk olması ne garipti. “Söyle bakalım. Senin paçanın böyle tutuşmasına neden olan şey ne? Kıçı kırık tazı misali kaçıyorsun. Mücevherle ilgili bir şeyler gevelemiştin. Anlat!” Alvino sözden alınmış gibi değildi. Sandalyesini sallamaya devam ediyordu. Ama ciddileşmişti. “Mücevher aslında paravan… İçinde iki önemli müşterimize ait çipler var. Teslim etmemiz gerekiyor.” “Ve kesin bunu senden Marco Efendi istemiştir. Bu arada o nasıl?” Pep, Esra’ya doğru eğildi. “İkisi arasında bir şeyler yaşanmıştı. Dionisa hâlâ onu unutamadı.” “Pep, dedikodumu yapacaksan, biraz daha uzaklaşmayı dene!” Fakat Pep ablasına kocaman gülümsemişti. “Bildiğin bir şeyi neden senden sakınayım?” “S***” Dionisa gülüyordu. Esra’nın ise başı dönmeye başlamıştı. Çünkü yakalayamıyordu. “Çipleri teslim etmek için kaçmıyorsunuz herhalde?!” “Ya safsın ya salaksın. Peşimizde çipleri isteyen kötü adamlar var, sevgili deli.” Alvino gözlerini kısarak ona baktı. “Gerçekten bugün kendinde değilsin. Ne oldu 205


Ezgi Bağcı

kuzen, başına güneş mi geçti?” Alvino bir yandan sırıtıyordu. “Başıma sen geçtin.” Esra telefonu çalmasa, Dionisa’nın daha fazla şey söylemiş olacağını düşündü. Genç kadın kaşlarını çatarak Alvino’ya bakarken, telefona cevap vermişti. “Efendim Aloise.” Sonra dinlemeye devam etti. Esra Aloise’in adını birkaç kere duymuştu. Alvino’nun kardeşi olması dışında, onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Her ne söylüyorsa, Dionisa beş dakika boyunca pür dikkat onu dinlemişti. “Tamam,” diyerek de telefonu kapatmıştı. “Ne diyor?” Dionisa, kaşlarını çatarak Alvino’ya bakmıştı. “Sana söyleyecek olsa, seni arardı. Ben odama çıkıyorum,” diyerek yerinden kalktı ve odadan çıktı. “İşte bu oldukça garipti.” Esra, Pep’in söylediğine katılıyordu. Alvino’nun Dionisa’nın gittiği yöne baktığını gördüğünde, onun da aynı şeyi düşündüğünü tahmin etti.

“Anlamıyorum. Bunların Tayvan’da ne işi var?” Darcey bir yandan söylenirken, bir yandan da eşyalarını bavula yerleştiriyordu. “Gitmek istediğine emin misin?” Genç kadın hoparlörden gelen sese, “Evet,” diyerek yanıt verdi. “Burada kalamam. Tayvan’da onları takip ettiremeyiz. Ayrıca uzakta olmaktan sıkıldım.” “Pekâlâ, iki dakikaya oradayım.” Darcey ona evin adresini göndermişti. Genç kadının sıkıldığı şey, bunu o iki yaşlıya nasıl açıklayacağıydı. Hem Beth’e onlara göz kulak olacağına dair söz vermişti. Yine de bu şekilde durup beklemek, Darcey’e göre değildi. Bir şeyler yapma206


Hançer-II

sı gerekiyordu, yoksa olduğu yerde kafayı yiyecekti. El çantasına sığdırdığı eşyaları alıp odadan çıktı. Merdivenleri indiğinde, holde onu bekleyen Sevim Hanımla karşılaştı. Yaşlı kadın endişeli görünüyordu. Bir yandan elini ovuşturuyordu. Darcey’nin indiğini görünce, hızlı adımlarla ona doğru gelmişti. “Hepiniz beni çok endişelendiriyorsunuz!” “Sevim Ha-” Onun bakışlarını görünce Darcey hemen düzeltti. “Sevim Teyze.” Burada kaldığından beri Türkçesini geliştirmiş olsa da, hitaplara hâlâ alışamamıştı. “Endişe yapma. Esra iyi. Söylemiştim sana. Ben de iyiyim. Tekrar döneceğim buraya.” Yaşlı kadın inanmış gibi görünmüyordu. “Esra kızımın iyi olduğuna emin misin? Haberlerde yok ama kayıp demişlerdi.” Darcey onun ellerini kavradı. Endişeden buz gibi olmuşlardı. Beth’in neden bu kadar telaşlandığını anlamıştı. “Bir şey değil. Esra iyi… Amerika’daki bir arkadaşım söyledi.” “Peki, sen nereye gidiyorsun?” “Ben…” “Yoksa dışarıdaki yakışıklı genç seni mi bekliyor?” Sevim Hanım’ın sesi bir anda değişmiş miydi, yoksa Darcey mi hayal ediyordu? Bir an imalı konuşuyormuş gibi gelmişti. “Tatile mi gideceksin onunla?” Evet, imalı konuşuyordu. Darcey bu kadar yıldan sonra kızarabileceğini düşünmezdi. Ama olmuştu. Yüzünü ellerine gömüp, dünyanın en uzak köşesine kaçmak istiyordu. “İyi çocuğa benziyor. Aman Ahmet Amcan duymasın, kıyameti koparır. Sanki bir şey var! Zaman değişti artık. Hem siz Amerikalılar pek bir özgürsünüz değil mi?” Bunu söylerken kıkırdamıştı. Genç kadın onun söylediklerinin yarısını anlamasa da daha fazla kızardı. İyice lise dönemine dönmeye 207


Ezgi Bağcı

başlamıştı. Sevim Hanımın süper güçleri olduğundan şüpheleniyordu. Arkasından kapanan kapıyla kalakaldı. Hayatının en utanç verici dakikalarını yaşamış olabilirdi. Çalan kornayla düşüncelerinden sıyrıldı. O yöne baktığında Rafael’in sabırsız bir ifadeyle kendisini beklediğini gördü. Hızlı adımlarla arabaya ilerledi ve yolcu koltuğuna geçti. Arabanın kapısını açarken, bir an eve bakmıştı. Sevim Hanım, mutfak penceresini aralamış, onları izliyordu. Büyük bir telaşla arabaya bindi. Bunları ömrü boyunca unutamazdı. Titreyen elleriyle emniyet kemerini takarken, Rafael garip bir ifadeyle ona bakıyordu. “Sen iyi misin?” Darcey sakinleşmeye çalıştı. Ama pek işe yaramıyordu. Eliyle kendisini serinletti. Hay! Niye böyle etkilenmişti ki? Galiba geçen birkaç haftada Türk kültürüne fazla adapte olmuştu. “E-evet iyiyim.” Boğazını temizledi. “Neden öyle düşündün ki?” “Garip görünüyorsun.” Rafael arabayı çalıştırırken, yan gözle ona bakıyordu. “Kızarmışsın. Bunu daha önce hiç görmemiştim.” “Koştuğumdandır.” “Kapının oradan arabaya koşuşundan mı bahsediyorsun?” “Biraz paslandım. Ne var bunda?!” Amma çok sorgulamıştı. Gerçi Rafael hep sorgulardı. Araba yolda hızla ilerlerken, Darcey biraz olsun sakinleşmişti. Rafael ona bir dosya uzatınca, aldı ve dosyayı açtı. İçinden bir pasaport ve birkaç belge çıkmıştı. “Adın Emma Kelly. Bir ay önce evlendik ve Dünya turuna çıktık. Şimdi de Tayvan’ı gezmeye gidiyoruz. İki hafta kadar kalıp, Japonya’ya geçeceğiz. Ben üniversitede araştırma görevlisiyim. Sense benim sekreterimsin. Âşık olup evlendik. Aralarını doldurursun.” 208


Hançer-II

“Neden sekreterin oldum. Sekreterleri sevmediğimi biliyorsun.” “Daha kolay oldu.” Fakat Darcey onun mahsus bunu seçtiğini düşündü. Söylerken sesinde hafif bir alay vardı. Genç kadın bunun üzerinde fazla durmamaya karar verdi. “Senin adın ne?” “James…” Darcey ona yandan bir bakış attı. “Sende James tipi yok.” “Ve bir Tayvanlı buna dikkat edecek?! Ayrıca neden bende James tipi yok?” Bunu sorarken, Darcey’e bakmıştı. Genç kadın omzunu silkti. Bunu açıklamakla uğraşmayacaktı. Sanki zaman durdu. Beş yıl öncesine dönmüş hissetti. Her şey bu kadar aynı olabilir miydi? Bir dejavu misali… Gözlerinin dolduğunu hissetti. Son zamanlarda çok duygusallaşmıştı. Artık kendisiyle ilgili hiçbir şeyi kontrol edemiyordu. Hâlbuki bir zamanlar, bu en iyi olduğu konuydu. “Ne oldu?” Darcey ona baktı. Gözü karşıdaydı ama genç kadının halini fark etmişti. Darcey de onun gibi karşıya baktı ama soruyu yanıtladı. “Geçmişi hatırladım.” Yaşlarını tutmak istemedi. Görüşü bulanırken, hafifçe burnunu çekti. Fakat bir yandan da gülüyordu. “İyice garipleştim değil mi? Özür dilerim Raf!” O an söylense de, ikisi de bu sözün o ana ait olmadığını biliyordu. “Birçok hata yapıyorum. Ama bu isteyerek yaptığım bir şey değil. Seni parçalıyorum ve buna kahroluyorum. İyi olmaya çalışıyorum. Bunun için gerçekten çabalıyorum.” Rafael, yanan kırmızı ışıkta durdu. Başını çevirip, genç kadınla göz göze geldi. Darcey onun anlamlı koyu bakışlarını seviyordu. “Biliyorum.” Gülümsedi. Sonra da yanaklarındaki yaşları sildi. “Haklıydın. Bencildim. Hâlâ öyleyim. O kadar bencilim ki, sevdiğim insanlardan ayrılacak olmanın dü209


Ezgi Bağcı

şüncesine dahi katlanamıyorum.” Burnunu çekti. Sonra gözlerini ovuşturdu. Yeşil yanınca Rafael yeniden gaza basmıştı. “Ama Raf. Bir şey söyledin! Bilmiyorsun demiştin. Neyi bilmiyorum, o zaman neler oldu da, bunu söyledin. Neden beni bırakıp gittin?” Rafael, ani bir hareketle direksiyonu kırmış ve yol kenarına yanaşmıştı. “Bunları gerçekten şimdi mi konuşmak istiyorsun? Zamanlamaların niye hep böyle ters olmak zorunda?” Genç adamın sıkıntıdan dolayı alnı kırışmıştı. Darcey onun başlayacağı kelimeleri seçtiğini biliyordu. “Kazanın haberi ulaştığında şoka girmiştim. Sana bir şey olacağı düşüncesiyle delirmiştim. İlk düşündüğüm sendin. Sonra ilk haber geldi. Bir tek sen kurtulmuştun. Nasıl sevindiğimi anlatamam…” Sorduğu soruya cevap vermemişti. Rafael o zaman olan ne varsa anlatıyordu. “Seni beklerken, merkeze başka bir haber daha ulaştı. Olanlar kaza değil, bir saldırıydı. İçerden biri yerinizi açık etmişti.” “Bunu yapan Ethan’dı. Onun hain olduğunu anladığımda çok geç kalmıştım.” Rafael başını salladı. “Sorguya alındığın zaman anlattığın her şeyi hatırlıyorum. Ethan’ın ihanetine dair başka deliller de elde ettik. Hatta tüm bu deliller senin masumluğunu da ortaya koyuyordu ama heyet seni cezalandırmaya kararlıydı. Ortada büyük bir kayıp vardı ve bu kayıpta senin de payın olduğunu düşünüyorlardı. Onları emekliye ayrılman için ikna ettim. Gözden uzak duracaktın ve kimseyle iletişimin olmayacaktı. Ancak bu şekilde ceza almamanı sağlayabilirdim.” “Ve beni terk etmek zorunda kaldın.” “Evet, eğer yanında olsaydım şüpheler yeniden üzerine toplanacaktı. Üzerinden zaman geçmesini bekledim. Sonra…” Genç adamın yüzü kasılmıştı. “Seni görmek için geldiğimde, yeni bir hayat kurmuş olduğunu gördüm.” 210


Hançer-II

“Hayat kurmak mı?” Genç kadın kuru bir kahkaha attı. “Sadece yaşamaya çalışmakla meşguldüm. Ne seni unutabiliyordum ne de kurtarmamız gereken kızı… Onun son dakikaları hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. Evet,” dedi. “Sadece yaşamaya çalışıyordum.” Aralarına bir sessizlik çökmüştü. İkisi de ne diyeceğini bilemez hâlde, önlerine bakıyordu. Darcey derin bir nefes aldı. Kendisini açıklamazsa, bu sessizlik daima aralarında olacaktı. “Geri dönmelerini isteyen çağrıyı gördüm. Gideceğini düşündüm. Bu yüzden senin gitmeni beklemek istemedim. Her şey bozulursa daha kolay kaldıracağımı düşündüm.” Rafael’in ifadesizleşmiş yüzüne baktı. “Gidecek misin?” Genç adam buna cevap vermedi. Arabayı çalıştırıp, yola koyuldu. Biraz daha geç kalırlarsa uçağı kaçırabilirlerdi. Darcey için problem olan gitmesi değildi. O sorunun ardında asıl yatanın ne olduğunu biliyordu. Giderse, geri dönecek miydi?

211


XIII

Genç kadın üzerine tam oturan elbiseye baktı. Hâlâ emin değildi. Gençliğinde dahi sade ve fazla gösterişli olmayan şeyleri tercih etmişti. Bu yüzden, bedenini saran ve şarap kırmızı rengiyle oldukça iddialı olan elbiseyi yadırgıyordu. Mağazaya girdiğinde ilk gözüne çarpan elbise olmuş, denediğinde ise üzerine tam oturmuştu. Bir hevesle elbiseyi almıştı. Şimdi ise tereddütlüydü. Özellikle her hareketinde açılan derin yırtmaç ve bel oyuğuna kadar inen sırt dekoltesi bu tereddütte pay sahibiydi. Bu elbiseyle rahat hareket edeceğini hiç sanmıyordu. Keşke başka bir elbise almış olsaydı. Saçlarını küçük tokalarla dağınık topuz gibi görünecek şekilde topladı. Ailesinden kalan madalyon boynunda, elbisesinin düşük yakasıyla buluşuyordu. Yeterince güzel göründüğünü düşündü. Ayakkabısını giyip, aldığı yeni paltosunu koluna attıktan sonra çantasını alıp odasından çıktı. Marco duvara dayanmış onu bekliyordu. Geldiğini görünce dikleşmişti. “Güzel görünüyorsun.” Bunu söyledikten sonra kolunu uzatmıştı. Melek bir an tereddüt etse de uzatılan kola tutundu. Gerilmişti. Dün akşamdan beri onu gör-

212


Hançer-II

memiş olmasının etkisi büyüktü. Hele o konuşmalardan sonra… Genç kadın sabaha yakın zorlukla uyumuş, bundan dolayı da geç uyanmıştı. Odadan çıktığında, Marco’nun akşama döneceğini belirttiği notunu bulmuştu. Melek bir an ne yapacağını bilememişti. En iyisinin akşam için biraz alışveriş yapmak olduğuna karar vermişti. Kahvaltısını yapıp şehre inmişti. Genç kadın şehirde fazla dolaşmak zorunda kalmamış olduğuna şükrediyordu. Hem yorgundu, hem de gönülsüz bir alışverişte dolaşmak pek de hoş değildi. Marco’nun yönlendirişiyle arabaya bindi. Gece boyu onun anlattıklarını düşünmüştü. Birkaç cümleyle anlatılan hayatın satır aralarını genç kadın, kendi doldurmuştu. Nasıl bir çocukluk geçirmiş, neler yaşamış ve yaşamak zorunda bırakılmıştı? Ne kararlar vermişti? Onla ilgili hiçbir şeyin normal olmadığını zaten biliyordu, yine de böylesini düşünmemişti. Düşünemiyordu da… Onun duygularını, düşüncelerini hayal edemiyordu. Girdikleri restoran büyük ve gösterişliydi. Kapıda bir garson onları karşılamış ve Marco’nun önceden ayrıtmış olduğu masaya götürmüştü. Melek çekilen sandalyeye oturdu. Garson ise Marco’nun verdiği siparişi aldıktan sonra yanlarından ayrılmıştı. Melek Marco’ya baktı. “Tayvan’a bulmak için geldiğimiz adamın adı ne?” “Lee Huan. Burada olduğumuzu yakın zamanda öğrenecektir.” Melek başını salladı. İçerisi sıcak olmasına rağmen, üşüyordu. Ellerini kucağında kavuşturdu. Gerginlikten kırılacakmış gibi olduğunun farkında değildi. “Sana zarar gelmesine izin vermem.” Melek gözlerini ona kaldırdı. Yeşil gözler her zamanki ciddiyetiyle bakıyordu. Genç kadın titredi ve hafifçe tebessüm etti. “Biliyorum.” Bunu biliyordu. Ne olursa olsun, onun tarafından korunacağının farkındaydı. Yine de duygu213


Ezgi Bağcı

ları birbirine girmişti. Artık öfkesinin ne olduğunu dahi anlayamıyordu. Ya da neye öfkeli kaldığını… Bildiği yollar tıkanmıştı ve genç kadın önünde duran yolların hangisinden gideceğini bilmiyordu. Aynı kelimeyi bir daha fısıldadı. Onun için gerçekten ne anlam ifade ediyordu? Dün açıklamıştı, açıklamak zorunda değilken… Melek onun bunları daha önce kimseyle konuştuğunu sanmıyordu. Sonra öpmüştü. Bir şeyler anlatmaya çalışır gibi… Fark ettirir gibi… “Dün gece…” Fakat cümlesini devam ettirme fırsatı bulamadı. Demin siparişi alan garson, hevesli bir ifadeyle yanlarına gelmişti. “Bay Hançer, Bay Lee Huan sizi masalarına davet ediyor.” Sonra da beklentiyle Marco’ya bakmaya başlamıştı. Genç kadın ellerini kavuşturarak bedeninin titreyişini bastırmaya çalıştı. Marco hafifçe gülümsemiş ve başını eğmişti. “Memnuniyet duyarız.” Genç adam yavaşça kalktı. Melek’e ona uymaktan başka bir çare bırakmamıştı. Genç kadın küçük el çantasını aldı ve yerinden kalkarak, genç adamın yanına geçti. Tüm bu oyunun cevabını şimdi mi alacaklardı? Lee Huan adındaki bu adam nasıl biriydi bilmiyordu ama güçlü olduğunu anlamıştı. Bu durum, Melek’i ürkütüyordu. Elini kavrayan sıcaklıkla irkildi. Başını eğdiğinde, parmakların üzerinde dolaşan büyük eli gördü. Marco’ya baktı ama genç adamın bakışı onda değildi. Genç kadın önüne döndü. İlerledikleri masa fazla kalabalık değildi. İkisi kadın, üç kişi oturuyordu. Eh, masadaki tek erkek Lee Huan olmalıydı. Melek’in beklediği gibi değildi. Kısa boylu, zayıf bir adamdı. Yüzü yaşını gösterir bir şekilde kırışmıştı. Onlar yaklaşınca ayağa kalkmıştı. Yaşlı olmasına rağmen, dik duruyordu. Yıllara rağmen gücünü korumuş gibiydi. Elini uzatarak Marco’nun elini sıktı. 214


Hançer-II

“Uzun zaman oldu, Hançer,” dedi. Marco bu hitapla gerilmiş gibiydi. İfadesi sertleşmiş ve Melek’teki tutuşu sıkılaşmıştı. “Evet, öyle oldu.” Lee Huan’ın gözleri kendisine dönünce, Melek dönüp de kaçmamak için kendisini zor tuttu. Bu adamın bakışlarında hoş olmayan şeyler vardı. Bunlardan biri Melek’e bakışının şekliydi. “Bizi yanındaki güzel bayanla tanıştırmayacak mısın?” Konuşurken aksanı net bir şekilde ortaya çıkıyordu. Marco, genç kadının ismini söyleyince; Lee Huan eğilmiş ve Melek’in elinin üstüne bir öpücük bırakmıştı. Bu öpücük genç kadının içindeki kaçma isteğini arttırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Farkında olmadan Marco’ya daha fazla sokuldu. İkisi yan yana kendisine ayrılan sandalyelere otururken, yuvarlak masada Melek masadaki kadınlardan birinin sol tarafında kalmıştı. Lee Huan ise karşılarındaydı. Genç kadın ister istemez, diğer iki kadını inceledi. İkisi de katalogdan çıkmış gibilerdi. Üzerlerinde, bedenlerini oldukça teşhir eden elbiseler vardı. Melek onların Lee Huan dışında ortak bir noktalarının olmadığını düşündü. Birisi tam bir Uzak Doğu güzeliyken, diğeri sarı saçları ve mavi gözleriyle ben buraya ait değilim diye bağırıyordu. Belki bir ortak noktaları daha vardı. Yalnızlıklarının bölünmesinden hoşlanmamaları… Melek’e ayaklarının altında ezecekleri bir böcekmiş gibi bakıyorlardı. Nedense bu durum genç kadının keyfini az da olsa yerine getirmişti. “Beni kırmadığına sevindim. Yemeklerinizi doğrudan buraya getirmeleri talimatını verdim. Birbirimizi her zaman bu şekilde bulamayız değil mi?” Melek bu adamın samimiyetine güvenmiyordu. Bunun için çok sebebi vardı. “Özellikle Hançer, o bir gezgindir.” 215


Ezgi Bağcı

Melek, Marco’ya baktığında kaşlarını çatmış olduğunu gördü. İçinden bir ses bu konuşmanın hoş olmayacağını söylüyordu. İçindeki ses çok şey söylüyordu da, genç kadın bunları gerçekleştirecek gücü kendinde bulamıyordu. “Evet, öyle,” diye karşılık verdi Marco. Ses tonu düzdü, ne düşündüğünü belli etmiyordu. “Sevgili Bayan Deniz, mesleğinde adının dünyanın dört bir yanında korku doğurduğunu biliyor musunuz?” Melek bir bardak soğuk suya ihtiyacı olduğunu düşündü. Daha konuşmadan boğazı kurumaya başlamıştı. Hislerinin aksine dik duruşunu bozmadan, doğrudan Lee Huan’ın gözlerine baktı. “Evet. Bir şeyler duymuştum.” Marco’ya yakın oturuyordu genç kadın, onun nefeslerini duyabiliyordu. Lee Huan’ın söylediklerine karşılığı, “İlginç!” olmuştu. Melek, onun neyi ilginç bulduğunu merak etmiyordu. “Çoğu insanın ondan korktuğuna bizzat şahitlik ettim. Siz farklısınız Bayan. Ondan korkmuyorsunuz.” Genç kadın lafın döndüğü yerden hoşlanmamıştı. “Korkma ihtiyacı duymuyorum.” “Söyledim ya, ilginç. Yine de tasmasız bir köpek, zararlı olabilir aklınızda tutun.” Bunu söyledikten sonra kadehini onlara doğru kaldırmıştı. Şarabından bir yudum alıp masaya bıraktı. “Aynı şaraptan bir şişe daha getirmelerini isteyeceğim. Misafirlerim için, özel koleksiyonumu kullanmaktan asla çekinmem.” Elini havaya kaldırmıştı. Bunu bekliyormuş gibi bir garson masanın önünde belirdi. “Buyurun efendim.” “Bize en eskilerinden bir tane getir. Seçimimi biliyorsun.” “Elbette efendim.” Melek, dikkat çekmeyecek olsa garsonun yerlere kapanabileceğini düşündü. Nasıl bir adamdı bu Lee Huan? 216


Hançer-II

“Seni buraya getirenin özel bir nedeni olduğunu düşünüyorum Hançer, yanılıyor muyum?” Marco bu soruyu cevaplamamıştı. Arkasına yaslanmış, Lee Huan’ı izliyordu. Melek onun zihnine girebilmek için birçok şeyi feda edebileceğini düşünmüştü. “Ellerini eski işlerinden çekmiş olsan da adın hâlâ anılıyor. Ölüm getirmeyi bırakabildin mi gerçekten?” Melek nefesini hızla içine çekti. Bu sözlerin altında birçok ima vardı ama genç kadın hiçbirini anlayamıyordu. Marco’nun yumruğunu sıktığını gördü. Ölüm götürmek? Ona böyle mi hitap ediyordu? Bir şey söylenmemiş olmasına rağmen Lee Huan, birkaç masanın, onlara bakmasına sebep olacak bir kahkaha atmıştı. “Fark etmez değil mi? Köpek, her zaman köpektir. Sahibini ısırmış olsa bile.” Lee Huan gülmeye devam ediyordu ama gözlerindeki bakış soğumuştu. Aynı çevrelerini saran atmosfer gibi... “Sen köpekleri sevmezsin Huan.” Marco bunu söylerken gözünü kırpmamıştı. Melek onun bedeninden yayılan gerginliği hissedebiliyordu. “Bunu unutmamışsın,” diye karşılık vermişti Huan, hemen ardından kadehte az kalan şarabı kafasına dikmişti. Melek masaya dolanan soğukluğun elle tutulabileceğini düşündü. Tüm bu konuşmaların altında ne vardı bilmiyordu, öğrenmek de istemiyordu. Bir el bileğini kavrayana kadar, ne kadar üşüdüğünü fark etmemişti. Marco bileğine uzanmış, hafifçe, genç kadının korkusunu almak istermiş gibi okşuyordu. İnce bir ses tüm bu sohbeti bölmüştü. Melek, ne söylediğini anlamasa da, konuşan Uzakdoğulu bu kadına baktı. Lee Huan’a yaklaşmıştı. Sohbetten sıkıldığından mı bahsediyordu? Ama her ne diyorsa, genç kadın ona minnettardı. Yani o an için… Bakışlarını başka yöne çevirdi. Neredeyse sevişeceklerdi!! 217


Ezgi Bağcı

Marco genç kadının kaçırdığı bakışları yakalamıştı. “İyi misin?” Başını salladı. Bunu hep soruyordu. Emin olmak ister gibiydi. Genç kadını şaşırtan bu değişimlerdi zaten. Bu adam ne kadar soğuk, ne kadar uzak olursa olsun; olanlarla davranışları uymuyordu. Genç kadın ne zaman parçaları bir araya getirmeye kalksa, bir yer mutlaka boş kalıyordu ve o kalan boşlukla birlikte ne hissedeceğini bilemiyordu. O anda çalmaya başlayan müzik, dikkatini çekti. Bryan Adams’ın en sevdiği şarkılarından biriydi. Sözleri yavaşça girerken Marco’ya baktı. To really love a woman, to understand her You gotta know her deep inside11 “En sevdiğim şarkılardan birisi…” Güvende olacakmış gibi, Türkçeye geçmişti. Genç adam bir an şarkının salona verildiği hoparlörlere baktıktan sonra Melek’e dönmüştü. “Dans edelim mi?” Genç kadın bu sözleri hatırlıyordu. Öyle net hatırlıyordu ki, kalbi tekledi bir an. Elini yavaşça kendisine uzatılan ele bıraktı ve onun kendisini, sadece birkaç kişinin olduğu dans pistine götürmesine izin verdi. Adamın kolları onu sararken, tüm bedeni ona ve ritme uyum sağladı. Ritimle birlikte sadece adımları değil, yürekleri de birbirlerine uyum sağlamıştı. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. O zamanki duyguları gibiydi. Değişti sanmıştı ama hiç değişmemişti. O an, onun kollarında, aynı bir yıl önceki gibi tam hissediyordu. Nasıl değiştiğini düşünmüştü? Nasıl eksik olduğunu düşünebilmişti? Önce ayrılık, sonra boşluk, ardından öfke öylesine kalın bir perde olmuştu ki yüreğine, aslını unutmuştu. Tüm bu duyguların kaynağı onu seviyor olmasıydı. Nasıl böyle kör olmayı başarmıştı? Genç kadın o an anladı ki, sadece öfke 11 Bryan Adams – Have You Ever Really Loved A Woman 218


Hançer-II

değildi tam yaşayamadığı duygu, aşkını da yaşamamıştı. Aşkı, bir kurtuluş gibi kullanmıştı. Bir kaçış gibi… Bütün duygularını böylesine harcamış mıydı? Hayır, diye düşündü. Kendini mutlu olmaya zorladığını fark etmemişti bile… Tam olmayan bir insan, hangi duyguyu tam yaşayabilirdi ki… Tutunduğu omzu sıktı. Kızgındı, üzgündü… Ona karşı hissedebileceği her türlü duyguyu hissediyordu. Âşıktı… “Neden dansa kaldırdın?” Yeşiller, tepelerinden düşen ışıkta siyaha çalmıştı. “Orada olmak istemiyordun.” Genç kadının belini daha çok sardı. “Ben de istemiyordum. Sadece seninle olmak istiyordum.” Ve ritme uyarak genç kadını döndürdü. Bakışlarını çekmiyorlarken, Melek bilmek istiyordu. Gözlerine yansıyan bu duyguların ne olduğunu bilmek istiyordu. Kelimelerle duymaya ihtiyacı vardı. Ama soramadı. Bryan Adams’a, fısıltıyla eşlik etti. When you love a woman You tell her that she’s really wanted When you love a woman you tell her that she’s the one ‘Cuz she needs somebody To tell her that you’ll always be together So tell me have you ever really Really, really ever loved a woman? Gözlerini yeşillerden çekmedi. Marco ise onu izlerken, içine dolan duyguları hissetti yine… Artık oraya ait olduğuna emindi. Orada olması gerektiğini biliyordu. Bir dans bir kadını yaşamaktı. “Sana bakmak istiyorum. Yanımda olmanı istiyorum. Daha önce hiçbir kadının yanımda olmasını istemedim. Dans etmeyi biliyorum. Başka bir kadınla dans etmek istemedim. Bu duyguların ismini bilmiyorum. Öğretilmedi.” Beline daha fazla sarıldı. Bedenini hissetmek isti219


Ezgi Bağcı

yordu. Daha yakından görmek istiyordu. “Seni yaşamak istiyorum.” Aşk, tüm gölgeleri süpürür müydü? Söylenen bir söz, sevgi dışındaki tüm duyguları akan bir su gibi temizler miydi? “Gidelim buradan,” dedi Melek. Marco onun sözünü tekrarlamasını beklemedi. Elini bileğinden kaydırdı ve genç kadının elini kavradı. Dans pistinden çıkıp çıkışa yöneldiler. Marco onun paltosunu isterken, Melek hâlâ dans pistinde, onun söylediklerinde kalmış bir hâlde, öylece dikiliyordu. Hafif bir tebessümle, biraz da ağlamak isteyerek, paltoyu giydirmesine izin verdi. Aslında giymese de olurdu, üşüyeceğini hiç sanmıyordu. Yeniden elini tuttu. Tam çıkacakları zaman bir garson onlara seslenmişti. “Bay Hançer.” Melek arkasını döndüğünde, garsonun elinde kendi çantasını gördü. Ah! Onu masada unutmuştu. Hatta buraya neden geldiklerini bile unutmuştu. Yanaklarının kızarmasını engelleyemedi. “Bayan çantasını unutmuş.” Hiç düşünmeden konuşmuştu. Hâlbuki buraya bilgi almaya gelmişlerdi. “Bay Lee, sizi yarın akşam kendi evinde yemeğe bekliyor Bay Hançer.” “Geleceğim.” Garson buna memnun olmuş görünüyordu. Sonra ekledi. “Bayanı da bekliyor,” diyerek uzaklaştı. Melek Marco’ya baktığında, onun demin oturdukları masaya baktığını gördü. Lee Huan, yeni kadehini onlara doğru kaldırarak selam vermişti. Marco aynı selamı iade ettikten sonra, dışarı çıktılar. Araba getirilmiş, hemen kapının önünde onları bekliyordu ama Melek arabaya binmek istemiyordu. Bunu söyleyince Marco, arabayı otele götürmelerini istemişti. Sonra şehir merkezine doğru yürümeye başladılar. Soğuktu ve havada yağmak üzere olan yağmurun kokusu vardı. Genç kadın bir elini paltosunun cebindeydi. Diğer eli ise kocaman bir el tarafından esir alınmıştı. 220


Hançer-II

Halinden şikâyetçi değildi. Bir şey söylemek de istemiyordu. Onun söylediklerinin ardından ne söyleyebilirdi ki? İnanamıyordu bile… Fakat midesi onun duygularını pek önemsemiyordu. Kocaman bir gurultuyla kendini hatırlattı. Hatta bununla da yetinmemiş, Marco’nun da duymasını sağlamıştı. “Aç olmalısın. Bir şey yemedik.” Yemek yememize fırsat olmadı ki? “Gece pazarına gidelim.” Melek’in soru sormasına fırsat bırakmadan, bir taksi çevirmişti. Çince bir şeyler söyledikten sonra Melek’e döndü. “Shilin Gece Pazarın’a gidiyoruz.” Genç kadın başını salladı. Tersine dönmüş gibi Marco konuşuyor, Melek susuyordu. Aslında hiç de fena sayılmazdı. Böyle olacaksa susabilirdi. Mutlu muydu? Mutluluk buna eksik kalıyordu sanki… Taksi onları kalabalık bir alanda indirmişti. Genç kadın önünde yükselen dev girişe baktı. Büyük bir kalabalık vardı. Marco eğilip onun kulağına fısıldayınca ürperdi. “Burada yiyecek bir şeyler bulabiliriz.” Melek öyle mi gibi bir şeyler söylese de, onun duymadığına emindi. Kendi bile zor duymuştu. Resmen kalabalığın içine daldılar. Genç kadın, gece pazarında dolaştığı süre boyunca kendisini karnavalda gibi hissetmişti. İnsanlar neşeli ve hallerinden memnundu. Tezgâhın arkasındakiler gelen müşteriyle sıcacık gülümsüyordu. Melek her gülümseyen insanla, kendi gülümsemesinin büyüdüğünü hissediyordu. Her tezgâhı dolaştılar. Genç kadın birkaç hediyelik eşya almıştı. Kendi yaptığı takıları satan kadının tezgâhında durduklarında, Marco ona kırmızı boncuklarla süslenmiş bir bileklik almıştı. Melek o an her şey normalmiş, olması gereken oymuş gibi hissetmişti. Birkaç kelime Çince öğrenmişti. Marco’nun söylediğine göre konuşulan daha çok Mandarin Çincesiydi. Bu lehçe gibi bir şeydi… En çok merhaba demeyi sevmişti ve her uğradıkları tezgâhta bunu kullanmıştı. “Nǐ hǎo.” 221


Ezgi Bağcı

Birçok şey de yemişti. Deniz mahsulleri arasından ahtapot ve kalamarı tercih etmişti. Her ne kadar eğlenmiş olsa da, bilmediği şeyleri denemeye cesaret edememişti. Ahmet amcanın dediği, denizden babam çıksa yerim lafı Tayvan’lılar için gerçekti. Ballı çıtır tavuklara ise bayılmıştı. İlk başta, insanlar üzerindeki kıyafetlerden dolayı dönüp baktıkları için Melek azıcık tedirgin olmuş olsa da, sonradan alışmış hatta görmezden gelmişti. En sonunda, ince topuklularla daha fazla dolaşamayacağını hissedince Marco’nun koluna tutundu. Pazardan çıkıp, dışardaki banklardan birine oturmuşlardı. Onca koşturmadan sonra, soğuk hava titretmişti. Paltosunun yakasını sıkarak öne doğru eğildi. “Teşekkür ederim,” dedi Melek, bir yandan kırmızı boncuklu bileklikle oynuyordu. Marco hafifçe başını eğmişti. Geçen arabaları izlemeye devam ediyordu. Genç kadın onun suskunluğuna inanmayacaktı artık. Yüreğinde olan şeyleri söylemişti. Tüm o gerginlik yaşanmamış olsa, Marco masadan uzaklaşmak istemiş olup da dansa kaldırmasa, duygularını söyler miydi? Söyleyeceğine inanmak istiyordu. Bunun kaynağının bir tetikleme olduğuna değil de, genç adamın kendisi olduğuna inanmak daha hoştu. Ama fark eder miydi? Genç kadın o kadar acemi hissediyordu ki, bilmiyordu. Onun elini tuttu ve kendi kucağına çekti. Elleri büyük ve pürüzlüydü. Parmaklarını parmaklarından geçirdi, okşadı. “Tüm o konuşmaların sebebi neydi?” “Lee Huan beni en büyük düşmanı olarak seçti.” Melek başını eğerek ona baktı. “Neden?” İç çekmişti. Gözlerindeki bakış acıydı. Her neyse anlatmak zor geliyor olmalıydı. Genç kadın önemli olmadığını söyleyecekken, Marco konuşmaya başlamıştı. “On altı yaşındayken, Kaptan tarafından onun işini yapmak için gönderilmiştim. Küçük bir oğlu vardı. Ne yaptığı222


Hançer-II

ma meraklıydı. Göreve çıktığım gece, yanımda gelmiş. Arabaya saklanmış. Fark etmemiştim. O gece kötü bitti. Açığa çıktım. Bana söylenen adamı öldürmüştüm ama ağır yaralanmıştım. Arabama da ateş açıldı. Arkada olduğu için çocuğun başına kurşun saplanmış.” Melek bir elini ağzına kapattı. Sesinin duyulmasını istemiyordu. “Kurtarılamadı. Lee Huan beni sorumlu tuttu. Öldürecekti. Fakat Kaptan beni öldürmesine izin vermedi.” Genç kadın onun elini sıkıca tutmaya devam etti. İşte o an daha net görmüştü, adamın pişmanlığını… Bu kadar acı o gözlere fazlaydı. “Şimdi ölmem için elinden geleni yapacak.” Başını iki yana salladı, Melek. Ölmenin ötesinde bir şey vardı. “Senin suçun değildi,” diye fısıldadı. “Orada olduğunu bilemezdin.” “İnsanları öldürmemi engellemedi.” Genç kadın içinin kocaman bir acıyla dolduğunu hissetti. “Şimdi değil. O zaman farkı bilmiyordun değil mi? Ne verilmişse oydun.” Sesinin tonunda isyan vardı. Ama neye isyandı? “Öldükleri gerçeğini değiştiremiyor.” İtiraz etmek, haykırmak istedi ama ne söyleyebilirdi. Doğruydu. Ölenler geri gelmiyordu. Öldürüldükleri gerçeği değiştirilemiyordu. Fakat bu adam öyle pişmandı ki, içinde kendi cehenneminde yanıyordu. Sevgiyi bile bilmediğini söyleyen bir insana, nasıl hesap sorulabilirdi? Gerçek suçlu o muydu? Gözlerinden akan yaşları durduramadı. Neye ağladığını bilmeyerek ağlamaya başladı. Marco onun yaşlarını görünce, ilk şaşırmış sonra hafifçe silmişti. “Ağlaman rahatsız ediyor.” İşte bunun üzerine Melek kahkaha attı. Bu adam daha kendisini ifade etmeyi bilmiyordu. Yavaşça uzandı ve öptü. Söyleyemedikleri ne varsa, böyle paylaşabilirlerdi. Hafifçe çekildi ve ona baktı. Sonra tekrar uzandı. Bu sefer, genç adam onu sıkıca sarmış ve kendisine çekmişti. O anda, ilk defa 223


Ezgi Bağcı

öpüşüyorlarmış gibi hissetti genç kadın. Daha önce hiç bu kadar gerçek olmamıştı sanki… Tüm dünyayı geride bırakmak isteyerek sıkıca sarıldı.

224


XIV Esra sıkıntıdan patlamanın tam o anda olan şey olduğunu biliyordu. Olan oluyordu. Ve genç kadın delirdiğinin de farkındaydı. Düşünceleri bile saçma noktalara kaymaya başlamıştı. Alvino birkaç görüşme yapacağını ve şehre inmesi gerektiğini söylemişti. O zamandan beri Esra öylece bahçede oturuyordu. Dionisa ile Pep hâlâ uyanmamıştı. Gerçi Esra da uyanmamayı düşünmüştü ama Alvino’nun sabahın kör vaktindeki hazırlanma telaşı tüm uykusunu bölmüştü. Ayak seslerine başını kaldırdı. Dionisa, üzerine geçirdiği sabahlıkla aşağı iniyordu. Bir yandan da genç kadının anlamadığı bir şeylere söyleniyordu. Ama Esra’yı görünce gülümsemişti. “Uyuyamadın mı? Manyak nerde? Seni yalnız mı bıraktı?” Esra onun gülümsemesine karşılık verdi. “Şehirde halledeceği işleri olduğunu söyledi.” Dionisa memnun olmayan bir ifadeyle dudaklarını büzdü. Anlaşılan söylediği şey Alvino ile ilgili düşüncelerini değiştirmemişti. Esra bu kadından hoşlanmıştı. Uzun süre burada kalacak olsa iyi anlaşırlardı. Dionisa konuşunca şaşkınlıktan ağzı bir karış açıldı. “Ben de senden hoşlandım, churri. Ah, öyle bakma; yüz ifaden

225


Ezgi Bağcı

her şeyi belli ediyor.” Gelip küçük koltuğun koluna oturmuştu. “Bu arada senin doğal saç rengin değil mi?” Esra ne diyeceğini şaşırarak onu onayladı. Dionisa ise bir şey söylemesini bekliyormuş gibi değildi. Konuşmaya devam etti. “Kıskandım. Ben her ay boyatmak zorunda kalıyorum. Şanslısın.” Bunu söylerken kendi saçlarına bakmıştı. “Yine de saçlarımı sevdiğimi belirtmeliyim,” dedi, omzuna düşen saçları geri itti. “Söylesene o manyakta ne buluyorsun?” Genç kadın karşısındakinin konudan konuya atlamasıyla afallamıştı. Ama bu şaşırma hali yanaklarının kızarmasına engel teşkil etmiyordu. Ellerini yanaklarına götürdü. Bu kızarma huyu da nerden çıkmıştı? “Ne var utanacak? Kız kıza muhabbet ediyoruz. O ortalıkta yokken, dedikoduyu daha rahat yaparız.” “Yani…” Gözlerini Dionisa’dan kaçırdı. “Ne desem bilemedim.” “OH! Seni kaybetmişiz. Bundan sonra sen bile kendini zor bulursun.” Dionisa parmağını Esra’nın burnuna doğru sallamıştı. “Çok fena seviyorsun onu.” “Onu da nereden çıkardın” “Gözlem, mi churri, gözlem. Hiçbir şey bu iki keskin gözden kurtulamaz.” Bu sefer iki parmağıyla gözlerini işaret etmişti. Esra onun eğlendiğini düşünüyordu. “Bu aşk değildir. Olmaz… Hele o maymunla…” Esra sonlara doğru sesinin kısılmasını engelleyemedi. Bu cümle üzerine Dionisa şuh bir kahkaha atmıştı. “Sen Alvino’ya maymun mu diyorsun?” Esra ağzına mühür vurmak istedi. Hatta kendini tokatlamak… Ama yapmadı. Ne diye sesli söylemişti ki? Belki de karşısındaki kadının yaydığı enerjiden kaynaklanıyordu. Dionisa o kadar rahat bir kadındı ki, insanın içinde ne var ne yok kusası geliyordu. – Elbette manevi anlamda… “Evet! Maymun diyorum çünkü kendisi tam bir may226


Hançer-II

mun. İnsanın dengesini alt üst ediyor. İnsanın sinirlerini zıplatıyor. Bazen onu bir kaşık suda boğmak istiyorum ama sonra maymunluklarını yapıyor ve bir bakmışsın konu kapanmış. Konunun kapandığını bile çok sonra fark ediyorum.” Dionisa onu tek kaşı havada yüzünde tatlı bir tebessümle dinliyordu. Bundan cesaret alan Esra, konuşmaya devam etti. Bir de o anın siniriyle kalkmış ve holde turlamaya, elleriyle konuşmasını desteklemeye başlamıştı. “Bir de insanın kafasını sürekli karıştırması var. Bir öyle bir böyle… Onu anlayamıyorum. Aslında kim olduğunu da anlamıyorum. İş adamı değil miydi bu maymun.” Ellerini beline koydu. “Kafasındakileri hiç kestiremiyorum. Yapacağı hiçbir şeyi söylemiyor. Elimden tutup sürüklüyor. “Belki seni korkutmak istemiyordur.” Esra yeşil gözleri bir fırtına halini almış, Dionisa’ya döndü. Dionisa, Alvino’nun ona neden fırtına dediğini o an anlamıştı. “Ne korkutmaması ya… Kurşundan değil, korkudan ölecektim. Bir de bunlara macera diyor. Ne tarz bir adam bu böyle? Az da olsa bilmek, anlamak istiyorum.” “Neyi bilmek istiyorsun?” “Evime hırsız gibi girip neden o madalyonu çalmaya çalıştığını, neden o çipleri teslim etmesi gerektiğini… Tüm bu görünümün arkasında kim olduğunu…” “Belki de bilmemen daha iyidir?” “Sen de mi saklayacaksın? Cevaplara ihtiyacım yok mu benim?” “Oh hayır, bununla alakası yok. Sen zaten bu cevapları benden değil, manyak maymundan istiyorsun. Açıkçası oraya girmek istemiyorum.” Bu kadın Alvino’nun da dediği gibi tam bir deliydi. Konuşma hoşuna gitmediğinde konuyu başka yerlere çekip imalarda bulunma yeteneği akıllara zarardı. Hatta 227


Ezgi Bağcı

onun içini okuduğundan şüpheleniyordu. Yine de Melek’in yokluğunda iyi gelmiş, içini dökmesini sağlamıştı. Genç kadın uzun zamandır ilk defa kendisini böylesine rahatlamış hissediyordu. “Sen de maymun demeye başladın? Manyak yeterli değil miydi?” İki kadın da bu sözlerle olduğu yerde zıplamıştı. Esra başını çevirdiğinde, kapının eşiğinde dikilen Alvino ile karşılaştı. Onun orada ne işi vardı? Dionisa da onunla aynı şeyi düşünüyor olmalıydı ki, haykırdı. “Senin orada ne işin var?” Alvino, esrarlı bir alayla onlara baktı. “Eve döndüm.” “Bizi mi dinliyordun? Nasıl bir centilmensin ki, iki kadının sohbetini dinliyorsun. Boşuna manyak demiyorum ben sana.” “Uluorta konuşmayın, deli. Özel konuşacaksan köşene çekil. Merhaba sevgilim.” Son kelimesinde Esra’ya bakmıştı. Aha, bu adam kesinlikle önemli bir şeyler duymuştu. Dionisa ise Esra’nın düşüncelerinde değildi. “Manyak maymun… Maymun kelimesi bir insana bu kadar yakışabilir.” “Biliyorum.” Tam anlamıyla sırıtmıştı. Esra söylenerek merdivenleri çıkan Dionisa’yı izledi. İnerken de söylenmişti. Anlaşılan bunu seviyordu. Genç kadın yanında oturan Alvino’ya baktı. Gerçekten bu kadar çok atışmaktan yorulmuyor muydu? Gerçi şaşırmıyordu. Bu maymunun laf yarıştırmadığı insan mı vardı ki? “Şehirde ne yaptın?” Sesinin titremesini engelleyememişti. Ellerini kucağına kavuşturdu. Onun konuştukları şeylerin ne kadarını duyduğunu merak etmiyordu. Aslında ediyordu ama bu konuşmanın gerçekleşmemesi için, etmiyormuş gibi davranabilirdi. “İki gün sonra yola çıkacağız. Çiplerden birini götüreceğimiz adam Tabasco12’da yaşıyor,” derken Alvino 12Meksika Eyaleti 228


Hançer-II

kollarını kavuşturmuş ve indirdiği kirpiklerinin altından ona bakıyordu. Hâlâ sırıtıyordu ama bu sırıtmanın gerçek olmadığından şüpheleniyordu. Her zamanki gibi değildi. Yani alaycı değildi. “Tüm o söylediklerinin anlamı neydi?” Esra kanının donduğunu hissetti. Doğrudan sorması mı gerekiyordu? Ama sormuştu işte, hem de kem küm edemeyeceği şekilde sormuştu. “Bilsem neden o kadar karışık anlatayım?” diye çıkışınca, genç adam gülmüştü. “Peki, ben sorayım. Âşık mısın Esra?” Bu sefer ne titremesini ne kekelemesini engelleyebildi. Esra, adamın mavi gözlerine bakakalmıştı. “B-bilmiyorum.” Alvino ona daha da yaklaştı. “Beni seviyor musun?” İşte o an yaşlarını tutamadı. Alnını genç adamın göğsüne dayarken, içini çeke çeke ağlamaya başladı. “Bunu söylemeyeyim. Söyleyince hep kötü şeyler oldu. Annemle babama onları sevdiğimi söyledim, öldüler. Yuvada sevilmezdik, her yer soğuktu. Çocuklar garip göründüğümü söyleyip yanıma yaklaşmazlardı.” Yeşil gözleri alev alev, başını kaldırarak Alvino’ya baktı. “Sonra beni evlat edindiler. Başta her şey güzeldi. Sevdiğim bir anneyle baba bulmuştum kendime.” Acı bir kahkaha attı. “Hatta onları sevmiş, sevdiğimi söylemiştim. Onlar da söylemişti. Ama üvey babamın sevgisi benimkinden farklıymış. O geceyi unutmuyorum. Bana saldırdı. Elbiselerimi yırttı ve zorla sahip olmaya çalıştı.” Genç adamın tişörtünü yumruklarının arasında sıkmıştı. “Onu yaralayıp evden kaçtım ve hastaneye sığındım. Olanlardan sonra beni oraya geri göndermediler. Hastanedeki kadın koruyuculuğumu üstleneceğini söyleyerek özel izin almıştı. Zaten reşit olmama az kalmıştı.” “Dios mio! Ağlama!” Esra ona baktığında gözlerinin öfkeden kararmış olduğunu gördü.”Hijo de tu puta madre! Onu öldüreceğim.” Genç kadın onun dediklerinin 229


Ezgi Bağcı

yarısını anlamamıştı ama pek de hoş şeyler olduğunu düşünmüyordu. “Tüm bunlardan dolayı mı söylememi istemedin? Onun gibi olacağımı mı düşündün?” Bu düşünceden dolayı genç adamın gözleri irileşmişti. Sonra ifadesizleşti. Esra onun bu şekilde bakmasını istemiyordu. “Hayır. Asla. Sadece korktum, bunu söylersen, söylersem… İyi şeyler olmayacak. Yine kötü bir şeylere yol açacak.” Alvino onun yüzünü kavradı. Gözlerini kaçırmasını istemiyordu. “Hayır, olmayacak. Annenle baban seni seviyordu. Ve anladığım kadarıyla üvey annen de öyle… Bir insan için bizi yakma… Seni seviyorum Esra. Seni seviyorum.” Yaşlar genç kadının yanaklarından dökülüyordu. “Annemle babamı çok küçükken kaybettim. Onlara sevdiğimi dahi söyleyemedim. O yüzden söyle, çok geç olmadan.” Genç kadın ona büyük bir şaşkınlıkla baktı. O da kaybetmişti. Aynaya baktığında, kendi gözlerinde olan hasreti, onun gözlerinde de görebiliyordu. Yaklaştı ve sarıldı. Yanağını göğsüne dayayarak yüreğinin atışını dinledi. O ritim, kendi ritmi gibi vuruyordu. Söyleyebilir miydi? Gerçekten yapabilir miydi? Aşk olduğunu biliyordu. Dionisa bunu yüzüne öyle sert çarpmıştı ki reddedemezdi. Reddetmezdi de… Çok önceden kabul etmişti. Sadece söyleyemiyordu. Yüzünü onun göğsüne bastırdı. “Seni seviyorum.” Kelimeler öylesine boğuk çıkmıştı ki, kendi sesini zor duymuştu. O duymuş olabilir miydi? Saçlarının üzerinde sıcacık bir öpücük hissetti. Evet, duymuştu.

“Kadınlarla eğlenmek için doğmuşsun.” “Yine ne saçmalıyorsun sen deli?” Alvino ters bir ba230


Hançer-II

kış attı. Dionisa bazen fazla anlaşılmaz oluyordu. Yine de hiçbir zaman imalarda bulunan biri olmamıştı. Ne istiyorsa, doğrudan söylerdi. “Kıza işkence ettin. Duyan da senin çok büyük bir şey başardığını sanacak,” dedi Dionisa, oturduğu koltukta bacak bacak üstüne atmış ve oldukça yayılmıştı. Sanki kraliyet tahtında oturuyordu. “Bizi mi dinledin?” “Kulak misafiri oldum, aynı senin gibi.” “Deli, oradan geçiyordum. Bağırarak konuşan sizdiniz,” deyince Dionisa omzunu silkmekle yetinmişti. “Huysuzluğun tepende değil mi?” Alvino pes etti. Huysuzluğu üzerindeydi ve bu onunla en tartışılmayacak zamandı. Ters halleri ciddi anlamda çekilmez oluyordu. “Neye kızgın olduğunu söyleyecek misin?” “Bu seni ilgilendirmiyor. Bir şey istemeye geldin, yoksa kütüphaneye uğramazsın sen. İste ve defol!” Ah, kesinlikle huysuzluğu üzerindeydi. Hâlbuki sabah rahat görünüyordu. Ne olduğunu merak etti. Dionisa’yı bu hale getirebilecek birkaç şey vardı. Birkaç saat içinde bu hale sokabilecek ise tek bir şey vardı. “Babanla mı tartıştın?” “Seni ilgilendirmiyor demiştim.” Her hecesini vurgulayarak söyleyince, Alvino irkildi. Aha, anlaşılan ortalık fena karışmıştı. Bunun içine dalarsa sağ çıkabileceğini hiç sanmıyordu. Üstelik sorun her neyse, anlaşılan Dionisa kendi halletmek istiyordu. “İstediğin şeyi söyle manyak maymun. Seninle uğraşacak halim de sabrım da yok!” Alvino, küçük bir kutuyu masaya koydu. Onun bu hareketiyle Dionisa şaşkın bir ifadeyle ona bakmıştı. “Aslında senden küçük bir ricam olacaktı!” Uzanarak kutuyu açtı ve Dionisa’nın önüne doğru sürdü. “Ben 231


Ezgi Bağcı

Tabosca’ya gideceğim. Peşimden gelecekler. En azından bunun güvende olmasını ve sahibine ulaşmasını istiyorum.” “Diğerinin yerine ulaşmayacağını düşünüyorsun?” Alvino kuzeninin ciddileşen gözlerine baktı. Yarım ağız gülümsedi. “Her şeye bir ihtimal verdiğimi bilirsin!” Dionisa onu bir an süzdü. Bu adamın gamsız görünümünün altında derin bir kuyu vardı. Bu gamsızlığı aşabilen biri olduğunu görmek, yani bir kadın olarak aşk başlığı altında, Dionisa’yı rahatlatıyordu. “Esra’yı ne yapacaksın?” Genç adam sırıtmıştı ama konuştuğunda sesi isyandan ibaretti. “Sen ne düşünüyorsun? Kızıl fırtınayı arkamda bırakabileceğimi hayal edebiliyor musun?” “Layığını buldun,” dedi Dionisa, birkaç saattir ilk defa keyfinin yerine geldiğini hissediyordu. “Bu arada, bunu kime götürmemi istiyorsun? Böyle şeylerden hiç hoşlanmadığımı bilmene rağmen bana geldin!” “Güvenebileceğim bir sen varsın. Ayrıca, azıcık macera bünyene iyi gelecektir, deli.” Dionisa gözlerini devirmişti. “Soruma cevap ver. Kime götüreceğim?” Alvino zevkle arkasına yaslandı ve bombayı patlattı. “Zard’a.” Kelimeyle birlikte genç kadının gözleri fal taşı gibi açılmıştı. “Benimle dalga geçiyorsun!!”

Genç kadın tedirginlikle karşısındaki adamın elini sıktı. Bu adama güvenmiyordu. Bunu desteklercesine, vücudunu garip bir ürperti dolaştı. Marco’nun hemen arkasında olduğunu bilmek onu rahatlatıyordu. Genç adamın varlığı güven veriyordu. “Hoş geldiniz. Gelme232


Hançer-II

nize memnun oldum.” Genç kadın onunla aynı düşüncede olmadığını söylemedi elbette. Hafif bir gülümsemeyle selam verdi. Lee Huan yüzündeki yapmacık ifadeyle onları geniş bir salona almıştı. Salonda on sekiz yaşlarına genç bir kız daha vardı. Onları görünce oturduğu yerden kalkmış ve minik adımlarla yanlarına gelmişti. “Lee Meihua, kızım. Bu akşam bize eşlik etmeye karar verdi.” Kız başını yerden kaldırmamış, hafifçe selam vermişti. Utangaç mıydı anlayamadı Melek, sadece buradaki garip atmosfere o da uyum sağlıyordu. Yemek masasına geçtiklerinde Lee Huan masanın başına geçmişken, kızı onun sağ tarafına oturmuştu. Marco Lee Huan ile arasına oturunca genç kadın rahatladı. Gerginlikten kırılacakmış gibi hissediyordu. Masa her türlü yemekle donatılmıştı. Uzakdoğu yemekleri olduğu gibi, batı mutfağından da çeşitler vardı. Lee Huan, genç kadının bakışlarını görmüş olmalıydı. “Misafirlerime önem veririm Bayan Deniz. Özellikle sizin gibi güzel ve ilginç olanlara…” Melek onun kendisine önem vermesini istemiyordu, yine de teşekkür etti. “Lütfen oyalanmayalım. Eminim sohbetimizi yemekten sonra devam ettirebiliriz.” Yarım saat, derin bir sessizlik içinde yemek yemişlerdi. Genç kadın yediği yemeklerin boğazına sıralandığını hissetti. Burada olmak istemiyordu ama Marco gelmemesinin dikkat çekeceğini söylemişti. Haklıydı. Özellikle davet almışlardı. Tüm bunların bu kadar uzaması gerekiyor muydu? Ama Lee Huan denen adamın bunun peşini kolayca bırakmayacağı belliydi. Melek, Marco’nun anlattıklarından sonra bundan iyice emin olmuştu. Adam, intikam istiyordu. Gözlerindeki bakış bunu gösteriyordu. Genç kadını en çok ürküten de buydu ya! İntikam isteyen bir insanın yapacakları bilinemezdi. Marco’nun İspanya’dayken Tayvan’a gelişi hak233


Ezgi Bağcı

kında söyledikleri hâlâ aklındaydı. Genç adam burada olmanın ölümcül olduğunu söylemişti. Genç kadın yan gözlerle ona baktı. Onu yalnız bırakmak istememişti. Ölümün düşüncesi bile nefesini kesmişti. “Yemeğinizden memnun olmadınız mı Bayan Deniz?” Genç kadın bu sözlerle irkildi. Lee Huan’a baktığında, ilgiyle kendisini izlediğini gördü. “Hayır, gayet memnun oldum. Teşekkür ederim.” “Böbürlenmeyi sevmem ama aşçımız dünyanın en iyilerinden biridir.” “Öyle mi?” Başka nasıl karşılık vereceğini bilememişti. Belki tabağına eğilip, hiçbir şeyle ilgilenmeden, yemeğini yese onun için daha hayırlı olacaktı. İster istemez karşısında oturan kıza baktı. O yemeğin başından beri aynı şeyi yapıyordu. Acaba babasından korkuyor muydu? Yemeklerini bitirdiklerinde, Melek’in nereden geldiğini anlamadığı hizmetçiler, yanlarına gelmiş ve tabakları toplamışlardı. Ardından da boş kalan yere tatlıları sıralamışlardı. Güzel bir çikolatalı pasta, genç kadınla alay eder gibi tabakta duruyordu ama Melek’in bir şey yiyebilecek hali yoktu. Gerginlikten midesini bozmuş olabilirdi. “Hepimiz neden burada olduğunu biliyoruz Hançer.” Melek, Marco’nun lakabı kullanılınca Lee Huan’ın kızının irkildiğini gördü. Kaşlarını bununla çatarken, Lee Huan konuşmaya devam etmişti. “Fakat Kaptan’ın yerini sana bedava söyleyeceğimi düşünmüyorsun herhâlde?!” Melek Marco’ya baktı. Yüzü her zamanki ifadesizliğinde Lee Huan’ın üzerindeydi. Sorulan soruyla sessizliğini birkaç saniye korumuştu. “Hayır.” Lee Huan, “Sevindim,” demişti ama hiç de sevinmiş gibi durmuyordu. Öne doğru eğilerek dirseklerini masa234


Hançer-II

nın üzerine dayadı. “Kaptan’ı neden bu kadar umutsuzca aradığını merak ediyorum. Onun gidişinden sonra özgür kalmadın mı? Hatta bir yerlerden, kendine hayat kurduğunu duydum.” Melek o anda onun, Marco’nun kullandığı kimliği bilmediğini fark etti. Marco’nun neden ismiyle seslenmesini istemediğini anlamıştı. “Bu seni ilgilendirmiyor Huan.” Bunun üzerine Lee Huan, kahkaha atmıştı. Melek onun bu kahkahalarını da sevmiyordu. Her seferinde irkiliyordu. “Doğru söylüyorsun. Fakat yine de bilmek isterim.” Marco nasıl oluyor da sakinliğini koruyordu? Bu adam resmen onlarla dalga geçiyordu. İçinin sıkıştığını hissetti, konuşmak için atılacakken bacağının üzerindeki tutuşu hissetti. Marco onun konuşacağını anlamış ve durdurmuştu. Ama neden? “İnsanlar Kaptan’ı aramaz Huan. Kaptan bulunmak istiyor. Sen de bunu biliyorsun?” “Evet, evet. Bulunmak istiyor… İstemese, benim onun yerini bildiğimi yazıp bir kasanın içine bırakmazdı. Ama bunu bir oyuna çeviriyor değil mi?” Yaşlı adamın suratında şeytani bir gülümseme oluşmuştu. “Eski köpeğinin oyunlarda hâlâ iyi olup olmadığını görmek istiyor. Sorulardan kaçmayı biliyorsun değil mi? Her neyse, bu bilgiyi ne kadar çok istediğini göreceğiz.” “Kaptan gibi olmaya çalışma Huan. Oyun oynamak sana göre değil. Ne istediğini söyle!” Marco’nun sözleriyle birlikte Lee Huan’ın yüzündeki gülümseme sönmüştü. Melek buna sevinmişti. “Senden önemli bir belge istiyorum.” Lee Huan konuşurken arkasına yaslanmıştı. “Zhang, işlerimi baltalamaya çalışıyor. Özellikle de oğlu, Shou-ren… Yaptığım işlerle ilgili bir belgeye ulaştığını öğrendim.” Melek’in dikkatini bir kez daha Lee Huan’ın kızı çekmişti. Kız gerilmişti sanki… Bu kızda ilginç bir şeyler vardı. “O belgeyi bana getirmeni istiyorum. Aynı zamanda Zhang 235


Ezgi Bağcı

Shou-ren’i öldürmeni… O aile işlerime burnunu sokmamayı öğrenmeli…” Genç kız irkilmişti… Ama Melek onu suçlayamazdı. İçinin buz tuttuğunu hissetti. “Bu…” diye atıldı ama bacağındaki tutuş sıkılaşınca sustu. “Tamam.” “Ve bir şey daha var. Hainin kim olduğunu da öğren.” Marco bunu da onaylamıştı. Melek inanamıyordu. Adamın böyle bir şeyi önerdiğine ve Marco’nun bunu kabul ettiğine… İçindeki haykırışı bastıramadı. “Bu kadar saçma bir şey olamaz.” Melek ayağa fırlamıştı. Umurunda değildi. Bir bilgi için, bir hayat… Hayır, bu kabul edilemezdi. Masadaki üç bakış da ona dönmüştü. “Bir hayat…” Lee Huan’ın keskin bakışlarını görünce geriledi genç kadın. Sonra tüm görüşünü Marco aldı. “Sakin ol.” Fısıltısı sessiz bir rüzgâr gibi ulaşmıştı genç kadına. “Hançer’in ne yaptığından haberiniz olduğunu sanıyordum genç bayan.” Melek gözlerini yumdu. Sakin olması gerekiyordu. Ama bu anlayabildiği bir şey değildi. Marco bunu kabul edemezdi. “Bana güven.” Yeniden fısıldadıktan sonra, hafifçe baskı uygulayarak genç kadının oturmasını sağlamış, ardından kendisi de oturmuştu. “Bayan Deniz, bu konuşmalar için fazla mı naif?” Lee Huan dalga geçiyordu. Melek yumruğunu sıktı. Nasıl bu kadar umursamaz olabiliyorlardı? Nasıl bu kadar hafife alabiliyorlardı? Bu dünyada gücü elinde tutan insanların, delilerin, kötülüğünü en yakından yaşamıştı. İzlemişti. Her şeyini kaybetmişti. Ama hâlâ anlayamıyordu. Yüreği bunu kaldıramıyordu. Çok ağrıyordu. Yine de sözlerini dudaklarının ardında tuttu. Tüm öfkesi gözlerinden yansırken, Lee Huan’a baktı. “Hançer’in 236


Hançer-II

yanında duruyorsanız, buna alışmanız gerekir.” Genç kadın dişlerini sıktı. “İsteğini yerine getireceğim.” “Elbette getireceksin. Bu bilgiyi almak için her şeyi yapabileceğini biliyoruz. Fakat sen görevi tamamlayana kadar bir karşılık alacağım.” Lee Huan’ın bakışları Melek’e dönmüştü. “Bayan Deniz, sen istediğim şeyi yerine getirene kadar, misafirim olacak.”

Melek artık tüm bunların nereye kadar gideceğini kestiremiyordu. Montunu ve çantasını yere bıraktı ve kollarını bedenine sıkıca sardı. Korkuyordu. Gerçekten korkuyordu. Bu korkuyu daha önce birçok kez yaşamıştı. İnsanlar, bir yere kapatıldıklarında ve ölüme yaklaştıklarında boğulacakmış gibi olurlardı. Bir el boğazlarını sıkıyormuş gibi nefes almayı bırakırlardı. O an aynen böyle hissediyordu genç kadın. Her şeyi baştan mı yaşayacaktı? Derin bir nefes almaya çalıştı ama bu bir hırıltıdan ibaretti. Yine hapsedilecekti, ölümle tehdit edilecekti. Belki tecavüz edeceklerdi. Yine… Yine… Yere düşüşünü hissetmedi. Emekleyen bir bebek gibi dururken, ellerini yere dayamıştı. Başı öne düşmüştü. Gözlerini kapatıp, doktorun söylediklerini hatırlamaya çalıştı. Nefes almalıydı. Nefes… Bir çift el onu olduğu yerden kaldırdı. Yumuşak zemini hissetti önce, sonra ensesinden nazikçe kavrayan eli… Soğuk su kuruyan dudaklarına değince, yıllardır susuz kalmış gibi yudumladı. Tüm duygular bedenini terk etmiş gibi kaldı öylece. Marco’nun kendisini izlediğini hissedebiliyordu. Titreyen ellerine baktı. Bu sefer kontrol edememişti. Birkaç gündür ilaçlarını almıyor oluşundan mı kaynaklanıyor237


Ezgi Bağcı

du bu? Ama onları istemiyordu. Hiçbir şey istemiyordu. Sadece güvende olmaya ihtiyacı vardı. Kolların kendisini sardığını hissedince ilk başta kasılsa da, bedeni sonradan yumuşamıştı. Kendisini genç adamın tutuşuna ve sıcaklığına bıraktı. “Geçiyor. Eninde sonunda…” diye fısıldadı. Hemen göğsünün üzerinden sarılmış kola tutundu ve sıktı. Orada olduğunu bilmek istiyordu. Kendine kanıtlamaya ihtiyacı vardı. “Ne zamandır oluyor?” “Babam öldüğünden beri…” Başını onun koluna bıraktı. Yeşil gözler tam tepeden ona bakıyordu. “İlaç alıyordum. Fakat bıraktım.” Onun bir yorum yapmasını bekledi ama genç adam sessiz kalmıştı. “Bu iyi olacak mı? Orada olmam… Korkuyorum.” Marco ona bakmış, sonra eğilerek alnına bir öpücük bırakmıştı. Melek içinin dolduğunu, yüreğinin büyüdüğünü hissetti. İtiraftan sonra, genç adam rahatlamıştı sanki. Genç kadının içini donduran soğukluk gitmişti. Ufak hareketlerle de olsa onun farklılığını hissedebiliyordu. Genç kadının alnı hafif ve tatlı bir hisle yanıyorken, genç adam mırıldandı. “Eğer orada olmazsan, beni başka şekilde zorlayacaktır. Hepsinin içinde en güvenlisi bu…” Melek o başka şeylerin ne olduğunu öğrenmek istemiyordu. Hafifçe başını salladı. Genç kadın; “Neden Kaptan’ın peşindesin Marco? Bu sorumu cevaplamadın. Lee Huan sorduğunda da konuyu değiştirdin,” dediğinde, yeşil gözlerden ne olduğu belirsiz bir duygu geçmişti. “Sonra,” diye cevap verdi. “Şimdi değil.” Her ne ise söylemek istemiyordu Marco, belliydi. Genç kadın meraktan ölse de gülümsedi. Onayladı. Genç kadın uzanarak hafifçe öptü. Ona sormayacaktı. Anlatmasını bekleyecekti. Yüreğinin derinlerinde, onun şimdiye kadar çok zorlandığını biliyordu. O adam köpek demişti. Marco kendisi için, Marco olana kadar yaşamadığını söyle238


Hançer-II

mişti. İsmi bile olmamıştı. İntikam mı istiyordu? Hançer’i bu hale getiren kişi Kaptan’dı. Geçmişin intikamını almak için mi bu yola çıkmıştı? Ama bunu soramazdı. Onu böyle bir şeyi yanıtlamak durumunda bırakmak istemiyordu. Sanki acıyacaktı canı… Genç kadın, artık onun canının acımasına katlanamazdı. Genç adam öpücüğü derinleştirmişken, başının arkasından tutarak onu daha da kendisine çekti. Melek ne yaşarsa yaşasın, bundan sonra onsuz olamayacağını biliyordu. Her şeyiyle, hep onunla… Genç adam onu kucaklayıp yönünü kendi odasına çevirmişken, öpüşmeye devam ettiler. Melek başka hissetti. Daha önce hiç sevişmemiş gibi seviştiler. En baştan tanıdılar birbirlerini, bu sefer ruhlarının kapılarını açmışlardı birbirlerine. Genç adam, onun tüm yaraları bilmesine izin verdi. Tüm acılarını paylaşmak istermiş gibi, tertemiz akan bir nehir misali tüm siyahlığını berraklaştırmasını engellemedi. Orada, okşayışlar, nefesler ve sessiz bir gece vardı.

Onun nefeslerinin sakinleştiğini hissettiğinde, yerinde doğruldu. Başını eğerek ona baktı. Saçları yatakta dağılmıştı, uykusunda her ne görüyorsa hafifçe mırıldanıyordu. Onu uyandırmamaya çalışarak yataktan kalktı ve yerdeki giysilerini aldı. Giyindikten sonra odadan çıkıp asansöre yöneldi. Eğer bunu şimdi halletmezse, başka zaman bulamazdı. Ayrıca aklının geride kalmaması için gerekliydi. Sunacağı öneriyi kabul etmelerini bekliyordu. Otelin girişinde resepsiyonist ve güvenlik görevlisinden başka kimse yoktu. Yardımcı olmak istediklerinde başını sallayarak reddetmişti. Gideceği yer fazla uzak değildi. Soğuk havaya çıkınca bir an ürperdi. Yağmur 239


Ezgi Bağcı

hafifçe çiseliyordu. Gökyüzünü saran bulutlar gecenin lacivertini örtmüş, grimsi bir görünüm yaratmıştı. Karşıya geçerek, caddedeki apartmanlardan birisinin giriş kapısının önünde durdu. Kendisine gönderilen bilgilere göre burasıydı. Eldivenlerinden birini çıkarıp, zili çaldı. Misafir gibi gelmek ilginçti. Ekran görüntüsünde beliren yüz, onu görünce şaşkın bir ifadeye bürünmüştü. “İyi geceler Bayan MacKenzie.” Kapı, cümlesinin bitmesiyle birlikte açılmıştı. Marco kapıyı iterek içeri girdi. Kaldıkları daire üçüncü kattaydı. Asansörün kapısı açıldığında, onu bekleyen iki kişiyle göz göze geldi.

“Yani sizi takip ettirdiğimizi biliyordun.” Marco merakla kendisini inceleyen kadına aynı bakışlarla karşılık verdi. Evin salonundaydılar. Hazır bir halde kiralandığı belli oluyordu. Her taraf temizdi. Çoğu eşyanın örtüsü kaldırılmamıştı. “Senin kim olduğunu cidden merak ediyorum. Konumuna göre fazla tedbirli ve güçlüsün.” “Gerektiği için.” Bu konudan daha fazla söz etmeyeceğini belli ederek kısa kesmişti. Konuşmak istediği başkaydı. “Lee Huan’ı görmeye gittiğimizi biliyorsunuz.” Marco karşısında oturan iki kişiye de baktı sırayla. Rafael kollarını kavuşturarak arkasına yaslanmıştı. “Evet. Fakat onunla ne gibi bir işiniz olduğunu anlayamadım.” Darcey bir an Rafael’e baktıktan sonra, Marco’ya döndü. “Bunun Beth’e gelen notla alakası var mı?” Marco, Melek’in ona ne anlattığını bilmiyordu. Bu yüzden sadece onaylamakla yetindi, lakin karşısındaki genç kadının soruları burada bitmemişti. “O notun gelmesinin nedeni ne?” 240


Hançer-II

“Bu ancak onu ilgilendirir.” Yeşil gözler netti. Darcey kendisini geri adım atmak zorunda hissetti. Haklı olmasının ötesinde, bu adamda olduğundan fazlası vardı. Bunu daha önce de fark etmişti. Rafael’e baktığında gözlerini kıstığını ve Marco’yu incelediğini gördü. Muhtemelen aynı şeyleri düşünüyordu. Kollarını bağlamıştı. “Peki, senin buraya gelmenin nedeni ne? Takip ettiğimizi bildiğini göstermenin ötesinde bir şey isteyecek olmalısın.” Marco karşısındaki adamı tartan bir ifadeyle baktı. Onun hakkında yeterince şey öğrenmişti. Biri ajan, biri eski ajan olan bu ikisi isteğini yerine getirebilirdi. “Lee Huan’ın benden istediği bir şey var. Bunu tamamlayana kadar Melek’i yanında tutacak. İki yerde olamam. Onu koruyabilirsiniz,” derken, kollarını kavuşturmuştu. Bunu istemekten rahatsızdı ama kendi adamlarını o eve sokamazdı. “O eve girebilecek gücünüz var.” Darcey o an, Marco’nun kimliklerinden ötesini bildiğini anlamıştı. İçinin soğuduğunu hissederken, kendisini olduğu yerde durmaya zorladı. Bu adam kimin nesiydi? “Sen,” dediği sırada Rafael onu durdurmuştu. “Evet, bunu yapabiliriz. Fakat Lee Huan bundan şüphelenecektir.” Marco ayağa kalkmıştı. “Hayır, bu yüzden kimliklerinizi kullanacaksınız. Lee Huan’a yaklaşmak kolaydır. Orada oluşunuzu ise stratejik hamleler belirleyecektir. Ve bildiğim kadarıyla siz stratejide oldukça iyisiniz, Rafael Daley Wright,” dedikten sonra evden çıktı. Darcey tüm sistemi çökmüş gibi hissediyordu. Adam Rafael’in tam adını biliyordu. Rafael’e baktığında şaşırmamış olduğunu gördü. Kaşlarını çatmış, olanları tartıyor gibiydi. “Ne olacak?” Genç kadın konuşunca başını eğerek ona baktı. “Tüm bunların arkasında ne olduğunu öğreneceğiz.” 241


Ezgi Bağcı

Hızlı adımlarla apartmandan ayrılıp otele geldi. Kapıdaki görevli onun ne yaptığını anlamamış, şaşkın bakışlarla bakarken başıyla selam vermişti. Asansöre ilerledi. Onların buna katılacaklarını umuyordu. Darcey MacKenzie, kuzenini korumak için ateşin içine atlardı. Rafael Daley Wright’ı ise bilerek kışkırtmıştı. Marco’nun kim olduğunu öğrenmek isteyerek üzerine gidecekti ve o da, bunun için Lee Huan’dan başlaması gerektiğinin farkındaydı. Genç adam odaya girince eldivenlerini ve atkısını çıkararak kenara koydu. Hâlâ uyuyordu. Kıpırdamamıştı bile… Gergin yüz hatları gevşemişti, huzurlu görünüyordu. Kıyafetlerini çıkartıp sandalyenin üzerine bıraktıktan sonra yatağa girdi. Kendi içindeki duygunun da huzur olduğunu fark etti. Orada olması, genç adamı daha önce hiç olmadığı şekilde sakinleştiriyordu. Her şey yerli yerine oturuyordu sanki. Parmaklarıyla usulca saçlarını okşadı. Ona söyleyemezdi. Genç kadın ne düşünüyordu bilmiyordu. Tüm anlattıklarından sonra yanındaydı, gitmemişti. Ama bunu söyleyemezdi. Bir olasılığın peşinden gidecekti. Tüm bunlar bir intikama dönüşürse, onun artık yanında olmayacak olmasından korkuyordu. “O sizi bulmadı. Ailenizi öldürdü.”

242


XV

Genç kadın müziğin sesini açtı. Yerel bir radyo olmalıydı. Hakkını vermeliydi ki adam güzel söylüyordu. Sadece şarkıya ve arabanın içini dolduran hoş ezgiye odaklanmaya kararlıydı. Böylece düşünmeyecekti. Yine yollardaydı. Birileri bunu duysa sürekli dünyayı dolaşan bir gezgin olduğunu düşünebilirdi. Fakat asıl olay o değildi; Esra garip bir olayın içine sürüklenmişti. Ama tüm bunlar içinde bir ömür geçirmiş gibi hissediyordu. Sevdiğini söylemişti. Bunu nasıl başarmıştı bilmiyordu ama söylemişti. Bir cesaret… Söylemesiyle birlikte sanki gökyüzü maviye boyanmış gibi hissetmişti. İçini daha önce hiç tatmadığı bir duygu sarmıştı. Genç kızlar gibi dans etmek, koşup, zıplamak istiyordu ama bir yanı hâlâ korkuyordu. Her ne kadar o sözler genç kadına o anlık cesareti vermiş olsa da, korkularının üzerini örtmeye yetmiyordu. Ya bir şey olursa… Ya başına bir şey gelirse… Söylemek, duyguları kelimelere dökmek, gerçek kılıyordu. Esra bunun gerçekliğini hissedebiliyordu. Aşk, tüm ağırlığıyla yüreğinin tam ortasına oturmuştu. Alvino’ya müteşekkirdi. Genç kadın dillendikten sonra bir şey söylememiş, ona sarılmaya devam etmiş-

243


Ezgi Bağcı

ti. Öylece ne kadar durmuşlardı bilmiyordu. Ama onun kalp atışlarını dinlemek tüm zamanı unutturmuştu. “Yorgun musun?” Esra tüm duygularına rağmen, ters bir ifadeyle ona baktı. Elbette yorgundu. Sabahın altısından beri yoldalardı. Üç ya da dört saat uyumuştu. Flores kardeşler sohbet etmeyi çok seviyordu. Özellikle dedikodu yapmayı… Ama bu Esra’nın da işine gelmişti. Alvino’nun ne kadar kirli donu varsa öğrenmişti. “Elbette yorgunum. Sabahın köründe kaldırdın beni… İki gündür doğru düzgün uyuyamadım.” “Uzun bir süre sohbet ettiniz. Beni de almadınız. Ne konuştunuz o kadar?” Esra bu sorunun geleceğini biliyordu. Genç adamın tüm gece merakından çatladığını hissetmişti. “Neden, çok mu merak ediyorsun?” Alvino ona esrarlı bir bakış attı. “Eh! Merak ediyorum elbette.” Esra onun dudaklarındaki alaycı kıvrıma o kadar alışmıştı ki, onsuz bir Alvino’yu kabul etmiyordu. Ne kadar maymun dese de, bu hali hoşuna gidiyordu. Gülümsedi. “Aslında çok dolandırmadık konuyu. Senin hakkında konuştuk…” Elini açarak saymaya başladı. Alvino’nun kendisine kısa bakışlar attığının farkındaydı. “Eski sevgililerini, çapkınlıklarını, kadınlara davranışlarını ve arkandan nasıl ağlamalarına neden olduğunu…” “Bu…” “Bir de çocukluk anılarını...” Kocaman sırıtarak, genç adama baktı. “Oldukça yaramaz bir çocukmuşsun, başına gelmeyen kalmamış.” “Nisa’yı öldüreceğim.” “Ağaca çıkıp da inemediğin anıyı da anlattı.” “Onu parçalara ayıracağım.” Esra kahkahasını engelleyemedi. Dionisa bunu özellikle söylemesini istemişti. Tepkide de haklı çıkmıştı. Onu kesinlikle arayacaktı. 244


Hançer-II

Bilmeye hakkı vardı. Esra’nın gece boyunca gülmekten karnı ağrımıştı. “Onu parçalara ayırmayacaksın! Buna izin vermeyeceğim.” Bu sözle birlikte Alvino homurdanmaya başlamıştı. İspanyolca olduğu için ne olduğunu anlayamadı ama kulağa pek de güzel gelmiyordu. “Onun tarafında olmana inanamıyorum.” “Kuzenin insan canlısı… Ona bayıldım.” Alvino bu sefer doğrudan ona bakmıştı. Bu adam deliydi. Manyaktı. Yola bakmamak da neydi? Genç kadın tüm bunları dile getirdi ama karşısındaki onu pek dinliyor gibi değildi. “Ailemden hoşlandın yani!” “Beni dinlemiyorsun bile… Hem niye hoşlanmayacakmışım?” Kaşlarını çattı. Sonra eliyle başını iterek önüne bakmasını sağladı. Yolun boş olması tedbirsiz olmalarını gerektirmiyordu. Yoldan çıksalar ne olacaktı? Genç kadın ömrünün baharındaydı. “Buna sevindim.” “Allah aşkına! Aklından ne geçiyor senin?” Genç adamın gülüşüne bir gizem yerleşti. “Bilmek istemezsin.” Esra önüne döndü. Böyle bir şey söylüyorsa, altında kesinlikle bir şeyler vardı. İçindeki ses deşmemesinin akıl sağlığı için iyi olacağını söylüyordu ve Esra o sesi dinleyecekti. Bir süre sessizce, sadece şarkıların eşliğinde yol aldılar. Genç kadının aklına dünkü konuşmalar yerleşti. Alvino ailesinin öldüğünü söylemişti. Bunu bilmiyordu. Aslında onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Dionisa’ya kim olduğunu bilmediğinden yakınmıştı. Nisa haklıydı. Bu soruları önce Alvino’ya sormak istiyordu. Onu tanımadığı sürece, şüphelerle yaşayacağının farkındaydı. Belki korkularını büyüten de bu şüphelerdi. Biraz çekinerek sordu. 245


Ezgi Bağcı

“Aileni kaybettiğini söylemiştin. Bu nasıl oldu?” Genç adamın yüzündeki rahatlık uçup gitmişti. Hatları sertleşmişti. Esra onun renginin solduğunu fark etti. Konuştuğunda karşıya bakmaya devam etti. Ama genç kadın o an gözlerini görmek istediğini fark etti. “Bunu gerçekten bilmek istiyor musun?” diye sorduğunda, genç kadın cevap veremedi. Yumruklarını sıktı. Ses tonu o kadar düz çıkmıştı ki, genç kadının da içi soğumuştu. Alvino ondan bir yanıt gelmeyince konuşmaya devam etti. “Yedi yaşındayken, silahlı saldırıya uğradılar. Bir kokteylden dönüyorlardı. Her şey dönüş yolunda olmuş. Arabayı, başka iki araba kıstırmış ve kurşun yağdırmışlar. Arada oradan uçuruma yuvarlanmış. Polis yerini geç tespit etmiş. Söylenene göre, kazada değil, kurşunlar yüzünden ölmüşler. Babam bu yüzden direksiyonun kontrolünü kaybetmiş.” Direksiyonu sıkmıştı. Eklemleri bembeyaz kesilmişti. “Ben, Aloise ve dadımla birlikte evdeydim. Kardeşim o zaman daha beş yaşındaydı.” Esra elini ağzına kapattı. Bir şey söyleyemedi. Tek ses çıkmadı. Öylece kaldı. Kendi anne ve babası bir trafik kazasında ölmüştü. Bir motosiklet yüzünden yoldan çıkmışlardı. Esra o zaman on iki yaşındaydı. Ama bu… Öldürülmeleri. Yedi yaşında bir çocuk bununla nasıl başa çıkabilmişti. O acıyı böyle bir gülümsemeyle nasıl içine gömebilmişti? O yüzden mi her böyle umursamaz bir şekilde gülümsüyordu? Uzun bir sessizlikten sonra “Peki sana ve kardeşine ne oldu?” diye sordu. “Babam vesayetimizi yakın bir arkadaşına bırakmıştı. Onun bakımı altında büyüdük.” Yalnız kalmamışlardı. Ama bunun yalnız kalmamakla ilgisi yoktu. Ses tonunda bir şeylerin eksik olduğunu farkındaydı. Ama soramadı. Daha fazla deşemezdi. Zaten üzeri hiç kapanmayacak bir yaranın daha fazla 246


Hançer-II

kanamasına sebep olmuştu. Öksüz olmanın, yeri hiçbir zaman dolmayacak olan o boşluğun ne olduğunu biliyordu. Bir ömürdür bununla yaşıyordu. Hiçbir zaman kabuk bağlamazdı, insan onunla yaşamaya alışır, tekrar kanamaması için unuturdu. Unuturdu ki, böylece acısını hissetmezdi. Uzanarak elini tuttu. Genç adam bu tutuşa karşılık vermişti. “Özür dilerim.” “Üzerinden uzun zaman geçti. Alışmamı sağlayacak kadar zaman… Ve hiçbir zaman yalnız kalmadım.” Sırıtarak ona baktı ama mavi gözleri akamayan yaşlarla parlıyordu. “Benim için endişelenme!” Esra kendi gözlerinin dolmasını engelleyemedi. Kirpiklerini aşağı doğru indirdi. “Ne diye endişelenecekmişim.” Alvino dolu bir kahkaha attı. Elinin üzerine bir öpücük kondurdu.

Melek kendisine verilen odayı inceledi. Geniş ve oldukça konforluydu. Lee Huan, genç kadın eve adım attığı andan itibaren oldukça kibar davranmıştı. Ama bu korkmasını engellemiyordu. Hatta daha fazla korkmasına neden oluyordu. Bu içi boş bir kibarlıktı. Koltuğa çökerek öne doğru eğildi. Ellerini karnının üzerinde kavuşturmuştu. Canı acıyormuş gibi hissediyordu. Sabah kalktıklarından itibaren Marco hiçbir şey söylememişti. Her zamanki gibi Melek bir şeyler söylemesini umsa da aralarında büyük bir sessizlik dolaşmıştı. Sormamıştı da… Ne soracağını bilmiyordu. Gerçekten öldürüp öldürmeyeceğini mi soracaktı? Veya ne zaman geri döneceğini… Onun hislerini arabadan çıkmadan hemen önce anlamıştı. Gergindi. Bu gerginlik neden kaynaklanıyordu bilmiyordu ama Melek’i çekmiş ve sıkıca sarılmıştı. 247


Ezgi Bağcı

Genç kadın sonsuza kadar o noktada kalmayı istemişti. Onun sıcaklığını hissederek… Ama zamanın akışı faniler tarafından durdurulabilecek bir şey değildi. O anın geçişiyle birlikte arabadan inmişlerdi. Marco’nun ne yaptığını merak ediyordu. Yumruklarını sıktı ama çalınan kapıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Ayağa kalkıp açtığında akşam yemekte kendilerine hizmet eden kadınlardan biriyle karşılaştı. Kadın hafifçe eğilmiş ve Lee Huan’ın çalışma odasında onu beklediğini söylemişti. Melek onaylayınca, yolu göstermek için önüne dönmüştü. Söz konusu oda ilk katta holün sonundaydı. Hizmetçi kapının önüne geldiklerinde yana çekildi ama kapıyı çalma fırsatı bulamadı. İçeriden açılmıştı. Dışarı çıkan kişi Lee Huan’ın kızıydı. Geçen seferki gibi yüzünü öne eğmişti. Koyu saçları yüzünü kapatıyordu. Bu kız Melek’te merak uyandırıyordu. Yanından geçip giderken fısıltısını duydu. “Siz gelmemiş olsaydınız, tüm bunlar yaşanmayacaktı.” Genç kadın arkasına dönerek, hızla uzaklaşan figüre baktı. Onun ağladığını düşündü. Sözlerden hemen sonra bir iç çekiş duymuştu. Hizmetçinin yönlendirmesiyle içeri girdi. Lee Huan odanın ortasındaki bir masanın ardında oturuyordu. Aslında küçük bir adamdı ama bakışları bunu unutturuyordu. Güçlü olduğunu vurgulayan bir ışıltı taşıyan gözleri ve duruşu vardı. “Neden oturmuyorsunuz Bayan Deniz?” Melek bir an ona baktıktan sonra kendisine gösterilen yere oturdu. Lee Huan bundan memnun olmuş gibi gülümsemişti. Bu adamın resmiyeti fazla sevdiğini düşündü. Emir vermekten hoşlanıyor gibiydi. “Bir süre misafirim olacaksınız. Bu süre içerisinde fazla sorun çıkacağını sanmıyorum. Evin içinde rahatça hareket edebilirsiniz, ama dışarı çıkmanızı istemiyorum. Bunda bir problem olacağını sanmıyorum. Yanılıyor muyum?” 248


Hançer-II

Melek yanıldığını söylese bir şey değişmeyecekti. Konumunu çok güzel anlamıştı. Marco dönene kadar esir tutulacaktı. Adam, Marco’yu Melek’le tehdit etmeyi planlıyordu. “Evet.” Lee Huan onu dikkatle izlemeye devam ediyordu. “Bu arada Bayan Deniz, geçmişinizin oldukça ilginç olduğunu söylemek istiyorum.” Melek gözlerini kısarak ona baktı. Bu adam nereye varmak istiyordu? “Başından bunca olay geçmiş birisine göre oldukça cesursunuz. Gerçekten Tayvan’da ne yapıyorsunuz?” Melek soluğunun ondan uçup gittiğini hissetti. Eğer Kaptan ona gönderdiği nottan bu adama bahsederse, ortalığın daha da fazla karışacağını düşünüyordu. Buna nasıl bir cevap verecekti? “Sadece Hançer’in yanındayım.” Lee Huan yavaşça gülümsedi. Masada dirseklerinin üzerine yaslanmıştı. Melek onun gözlerinde ilgi gördü. Bu adam cidden, onu ürpertiyordu. Melek son sürat kaçmak istiyordu. Dişlerini sıktı. Bunun ardından ne gelecekti? “Hançer ortalıkta dolanacak bir adam değildir. Onunla nasıl tanıştınız?” Melek ona nasıl bir yanıt verecekti? Parmaklarını kenetledi. Gözlerini kaçırmamalıydı. Gözlerini kaçıran insanlar korkuları tarafından ele geçirilirdi. Bunu çok önce öğrenmişti. “Bir iş için karşılaşmıştık.” Lee Huan kaşlarını kaldırmıştı. “Bir iş için?” Genç kadın çenesini dikleştirdi. Bu adamın karşısında yenilmeye niyetli değildi. “Bu beni ilgilendiriyor, Bay Lee Huan. Umarım özelimi size açmamı beklemiyorsunuzdur.” “Ah, hayır! Sizden böyle bir şey istemiyorum Bayan Deniz.” Onun resmiyetinin altındaki alay batıyordu. “Sadece yaşlı bir adamın merakı…” 249


Ezgi Bağcı

Sırtından aşağı kayan ter damlasını hissetti. Bu adam geçmişini araştırdıysa, Marco’nun kimliğini biliyor muydu? Bilse bile bunu açığa çıkaracağını sanmıyordu. Açığa çıkarması kendisini de riske atardı. Onun Marco’dan intikam almak istediğini hissedebiliyordu. Onun ölmesini istiyordu. Her sözünün altında büyük bir soğukluk vardı. “Hançer’le ortak bir geçmişiniz var sanıyorum Bay Lee Huan,” dedi genç kadın. Ama içten içe kendisini dövmek istedi. Adamı neden kışkırtmaya çalışmıştı ki şimdi? Ama duramamıştı. Onca laf ve sorgulayışta sessiz kalmak istememişti. “Hançer o geçmişten size bahsetti mi Bayan Deniz?” “Belki biraz.” “Öyleyse beni hiçbir şeyin durdurmayacağını görüyor olabilirsiniz. Önerim sadece kendi güvenliğinizi düşünmenizdir.” Ciddileşmişti. Yüzünde gülümseme yoktu artık. Doğrudan tehdit ediyordu. Melek böylesinden daha çok hoşlandığını düşündü. Oyunlar genç kadını rahatsız ediyordu. “İstediğinizi yapmakta serbestsiniz.” Bu ise doğrudan kovuluş olmalıydı. Genç kadın hafifçe selam verdikten sonra odadan çıktı. Hızla merdivenleri tırmandıktan sonra, odasının önünde durdu. Nefesi kesilmişti. Gerginliği şimdi bir titremeye dönüşmüştü. Kapı kolunu tutamıyordu. Ellerini kontrol dahi edemiyordu. Yeni bir krizin geldiğini hissetti. Hayır, şimdi olmamalıydı. Marco yanında değildi. İlaçları da almak istemiyordu. Nefes al Melek, nefes al… Şimdi olmaz. Şimdi hiç zamanı değil. Kendini toplamalısın. Telkinleri biraz olsun sakinleşmesini sağlarken, birisinin izlediğini hissetti. Başını çevirdiğinde biraz ötede, başka bir kapının önünde dikilen Lee Mei-hua ile karşılaştı. Genç kız doğrudan ona bakıyordu. Ağlamıştı. Gözlerinin etrafı kıpkırmızıydı. Melek’in bakışıyla kaşlarını çattıktan sonra hızla odaya girdi. Kapıyı çarpmıştı. Genç kadın bir süre boşluğa baktıktan sonra, kapıyı açtı. 250


Hançer-II

Ayaklarını sürüyerek ilerledi. Ama yatağa yaklaşınca tüm gücü boşalmıştı. Hemen kenara çömeldi ve başını yatağa yasladı. Buna dayanabilecek miydi bilmiyordu. Ama zorundaydı. Lanet olası birkaç gün sabretmeliydi. Marco üç gün demişti. Üç günde bunun hallolacağını ve geri döneceğini söylemişti. Melek’e tek düşen beklemekti. Sevinmeliydi. En azından bu sefer bekleyeceği biri vardı.

Şehre varınca küçük bir pansiyonda durmuşlardı. Tabasco güzel bir şehirdi. Esra normal bir zamanda gelip Meksika’yı gezmek isterdi. Gerçi normal kavramının ne olduğunu yakında unutabilirdi. Bir odaya tıkılmışlardı. Alvino burada geceleyeceklerini ve yarın da görüşmek için geldikleri adamın yanına gideceklerini söylemişti. Esra niye bu kadar uzattıklarını sorduğunda ise güvenlikten emin olmak istediğini söylemişti. Eh bu konuda haklı olabilirdi. Şimdi karşılarında oturan misafir güvenlik konusunda endişelenilecek birisiydi. Alvino’nun ne kadar garip arkadaşları vardı. Bir de bir şeyler konuşuyorlardı ama genç kadın ne dediklerini elbette anlamıyordu. Yakalayabildiği tek şey karşılarındaki adamın adının Enric olduğu idi. En kısa zamanda İspanyolca öğrense kendisi için hayırlı olabilirdi. Tabii bu düşünceye böylesine kolay gelebildiği için kendisine şaşıyordu. Bu adamla birlikte olmaya nasıl böyle rahatlıkla alışabilmişti. Halbuki her şey başlayalı sadece birkaç gün olmuştu. Ama gerçekten öyle miydi? Çok daha önceden onun atmosferine giriş yapmamış mıydı? Saçını başını dağıtmaya varmayacaksa bu konuları düşünmeye gerek yoktu. Fazlasıyla yorucuydu. Adam gidince Esra gizlice Alvino’ya baktı ama genç adam bu bakışı yakalamıştı. “Ne oldu sevgilim?” 251


Ezgi Bağcı

“Tüm bu tantanaya gerek var mı? Neden konuştun o adamla? Şu çip midir nedir, verip gitseydik hemen?” Esra kendisini huysuz yaşlı teyzeler gibi hissetmeye başlamıştı. “O adamla senin güvenliğin için konuştum. Plan olmadan hareket edemeyiz. Gallo buralarda ve bizi bekliyor.” “Ne sorunlu olay bu böyle? Beni neyin içine soktun?” Alvino bu sözle sinirlenmiş gibiydi de, sinirinin kaynağı Esra değildi. “Bunu ben yapmadım. Yapanı elime geçirdiğimde de, bir kaşık suda boğacağımdan emin olabilirsin.” Esra onun neden bahsettiğini anlamış değildi. Umurunda olduğunu da söyleyemezdi. Bu olaylara karışmış mıydı? Karışmıştı. “Sen şu planı anlatsana!” Planı anlatışı ve bunun genç kadının aklına yatışı tam bir saat sürmüştü. İlk başta elbette kabul etmedi, saçmaydı. İtirazlarını sürdürdükçe, Alvino daha mantıklı açıklamalar yapıyordu. En sonunda tüm itirazları egale edilmişken, genç kadın baş eğmek zorunda kaldı. Sert bakışlarla Alvino’yu süzerken mırıldandı. “Bundan hiç hoşlanmadım.” “Biliyorum. Ben de senin bu emrivaki haline bayılıyorum.” “Yalaka…” Alvino genç kadının dudaklarına bir öpücük kondurdu. “Biliyorum.” “Maymun,” dedi Esra ama her saniye biraz daha yumuşuyordu. Bu adamda kesinlikle şeytan tüyü vardı. “Bak ne diyeceğim, tüm bunlar bittikten sonra evlenelim.” Genç kadın gözlerinin büyümesini engelleyemedi. “Dalga mı geçiyorsun?!”

252


XVI

Darcey bu akşam ne olacağını bilmiyordu. Tek istediği Beth’i koruyabilmekti. Beth neye bulaşmıştı böyle. Marco denen adam nasıl biriydi de kuzenini büyük bir tehlikenin içine çekebiliyordu. Rafael Lee Huan denen adamdan biraz bahsetmişti. Rafael onunla hiç karşı karşıya gelmemiş olsa da adını duymuştu. İstihbarata bilgi sağlayan güçlü bir adamdı. Bu işlerinin zor olacağını gösteriyordu. Genç kadını en çok endişelendiren, bu adamın onların öne sürdüğü nedeni kabul edip etmeyeceği idi. Saçlarını küçük bir tokayla tepesinde tutturdu. Dağınık topuz elbisesine yakışmıştı. Fazla süslü olmayan ama orada olduğunu belirten bir görünüme sahipti. Rafael, ülkeye giriş yaparken kullandığı kimliği sürdürmesini istemişti. Kocasının asıl kimliğini bilmiyormuş gibi davranacaktı. Yani, Amerika’daki öğretim görevlisi kocasının aslında bir istihbarat ajanı olduğunu bilmeyen masum ve birazcık salak bir sarışındı. Rafael bunun daha iyi olacağını söylemişti. Sarı saçın yakıştığını da eklemişti. Yine de Darcey sarıyı kendisine yakıştırmıyordu. Ten rengiyle güzel gitmiyordu. Köprücük ke-

253


Ezgi Bağcı

miğinin üzerine düşen buklelerden birini asılıp bıraktı. Şimdilik idare edecekti. Rafael’in kapının önünde durduğunu görünce ayağa kalktı. “Nasılım?” Bir tur dönerek elbiseyi gösterdi. İlk bakışta kapalı gözüken elbise gece mavisi rengiyle dikkat çekiyordu. En büyük sırrı ise her adım attığında görsel bir şölen sunan bacak dekoltesiydi. Rafael’in gözlerinin beğeniyle üzerinde dolaştığını görünce, seçiminden dolayı kendisini kutladı. Ne olursa olsun, her kadın bu bakışlara ihtiyaç duyardı. “Hemen çıkmak zorunda olmamız ne yazık!” Kıkırdamasını bastıramadı. Hafif adımlarla yürüdü. Topukluları sayesinde boyu Rafael’inkine yetişmişti. On bir santim topuk birçok açıdan dünyaya bakışı değiştiriyordu. “Role uygun davranacağına inanıyorum.” “Yeteneklerimi kaybetmiş değilim.” “Asıl sorun yeteneklerini kaybetmen değil. Kuzeninin seni gördüğünde vereceği tepki… Bizi ele verirse, o evden dışarı çıkamayabiliriz.” Darcey bir şey söylemedi. Bu onu da endişelendiriyordu. Beth’in uyum sağlamasını ummaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. Yarım saatlik yol sonunda varmışlardı. Genç kadın kapı açılmadan hemen önce Rafael’e baktı. “Lee Huan’a, nasıl bir bahane sunduğunu merak ediyorum.” Rafael başını eğdi. “Bunu bilmemek senin için daha iyi.” “Peki bunun hoşuma gitmediğini bilmek senin için iyi olacak mı?” Darcey bu konuda Rafael’in cevabını öğrenemedi. Kapı açılmıştı. Hizmetçi onları içeriye davet ederken, isimlerini sordu. Darcey keşke zamanında Çince öğrenmiş olsaydım diye düşündü. Bir şey bilmemek insanı oldukça rahatsız ediyordu. 254


Hançer-II

Hizmetçi geldiklerini haber vermek için uzaklaşırken, genç kadın da rolüne girmeye çalıştı. Rafael’in koluna tutundu ve bedenini onunkine yasladı. Genç adamın bedeninin gerildiğini hissettiğinde gülümsedi. Rafael ona karşı duyarsız değildi ve bunu bilmek mutluluk vericiydi. Fakat bu mutluluğu tam anlamıyla yaşayamadı. Birkaç saniye sonra Lee Huan olduğunu düşündüğü adam tam karşılarındaki kapıdan çıkmıştı. Darcey nasıl birini beklediğini bilmiyordu fakat karşısındaki, kafasındaki tanıma uymuyordu. Kısa boylu, saçları beyazlamış bu adamın bu kadar tedirginliğe yol açmasının mümkün olacağını insan düşünmezdi. “Yemeğe zamanında yetiştiniz Bay Kelly.” Darcey onun gözlerindeki bakışı yakalamıştı. Rafael kendisine uzatılan eli sıktıktan sonra Darcey’i tanışmıştı. Lee Huan’ın bakışları tartar gibiydi. Fakat genç kadın, o elini öperken kıkırdayıp işveli bir hareketle Lee Huan’ı süzünce, bu karasızlık gitmiş ve yerine boş bakışlar gelmişti. “Çok güzelsiniz Bayan Kelly.” “Çok teşekkürler. Buraya gelmeyi elbette beklemiyordum, balayımız olacaktı ama sevgilim ısrar etti.” Rafael’in koluna daha fazla asılmıştı. “Eğleneceğinizi umuyorum Bayan Kelly. Sizi itinayla ağırlayacağımızdan emin olabilirsiniz.” “Ay, mutlu oldum. Gittiğimiz her ülkede böyle karşılansaydık keşke.” Dudaklarını büzdü. “Yemekte çok ağır yiyecekler yoktur umarım Bay Huan. Hindistan’dayken, midemi bozdum.” “Memnun olacağınızı düşünüyorum.” Adam gülümsemişti. Darcey onun bakışlarından hoşlanmamıştı. Genç kadın cilvelerini ona yöneltince, bakışları değişmişti. Genç kadına yiyecekmiş gibi bakıyordu. Darcey midesinin bulandığını hissetti, yine de bu duyguyu bastırdı. “Aşçımın iyi olmasıyla övünürüm” 255


Ezgi Bağcı

Darcey gülümsedi ve adamın uzattığı kola girdi. Adım atmadan önce bir an, Rafael’in destek veren dokunuşunu hissetti. Bununla tüm gerginliği sanki uçup gitmişti. Koridoru geçip, en sondaki kapıya yönelmişlerdi. Beth’in içerde olduğunu düşünüyordu. Onun tepkisini nasıl bastırabilirdi. Saçını sarıya boyatmış olması, Beth’in onu tanımasını engellemezdi ki! Odaya girdiklerinde uzun bir masa karşılarına çıkmıştı. Beth masanın sağ ucunda, arkaları onlara dönük oturuyordu. Hemen karşısında ise Tayvan’lı genç bir kız vardı. Aralarında bir sohbet varmış gibi değildi. “Tanıştırmama izin verin. Bayan Emma Kelly, misafirim Bayan Melek Deniz. Yanılmıyorum değil mi?” Bunu söylerken Beth’e bakmıştı. Darcey kuzeninin dalgın bakışını yakaladı. Lee Huan’ın sözünü onaylamıştı. “Ve kızım Meihua…” Darcey diğer kıza bakmadı. Beth’in tepkilerini izliyordu. Genç kadın tanıştırıldığı kişiye elini uzatmıştı. Birkaç saniye geçmedi ki, Beth’in gözleri kocaman açılmıştı. Ağzını araladığı an, Darcey atılarak ona sarıldı ve odayı dolduran bir bağırışla konuştu. “Bana eşlik edecek birilerin olması ne kadar hoş!” Kollarını kuzeninin boynuna sıkıca doladı ve onlardan başka kimsenin duyamayacağı şekilde fısıldadı. “Bizi tanımıyorsun. İlk defa görüyorsun.” Geri çekilerek, hiçbir şey anlamamış bir ışıltıya sahip kahverengilere baktı. Darcey yüzündeki gülümsemeyi korumaya çabalıyordu ama yanak kasları şimdiden ağrımaya başlamıştı. “İyi anlaşacağımıza eminim.” Sonra masanın etrafından dolandı, Lee Huan’ın kızı olarak tanıttığı genç kıza sarıldı. Gerçi bu bir tutam samana sarılmaktan farklı hissettirmemişti. Geri çekildiğinde kızın şoka girmiş gibi kendisine baktığını gördü. Uzanıp yanağını sıktı. “Çok tatlısın.” Bununla kızın resmen gözlerinin feri sönmüştü. Büyük bir sarsıntı geçiriyormuş gibi titredi. Anlaşılan oldukça ilginç karakterlerle dolu birkaç 256


Hançer-II

gün geçireceklerdi. “Sevgilim, iyi ki buraya geldik,” derken geri dönüp Rafael’in dudaklarına minik bir öpücük bıraktı. “İsterseniz yemeğe geçelim. Hizmetçiler eşyalarınızı odanıza çıkartacaktır.” Sofraya otururlarken yer düzeni değişmişti. Darcey şimdi Rafael’in yanında, Lee Huan’ın kızının karşısında oturuyordu. Beth’in bakışları arada ona kayıyordu. Darcey kuzeninin hiçbir şey anlamadığının farkındaydı. Ona ulaşmak istiyordu. Şu an hayatı boyunca kaldığı en karışık durumlardan birindeydi. İtiraf etmeliydi ki Lee Huan aşçısıyla övünmekte haklıydı. Genç kadın Uzak Doğu yemeklerini severdi fakat güzel yapılmasını tercih ederdi. Yemek bittiğinde Rafael ve Lee Huan izin isteyerek kalkmışlardı. Onların gidişiyle birlikte Beth’in rahatladığını gördü. Omuzlarındaki kasılma gitmişti. Darcey birçok sefer onun elinin titreyişini yakalamıştı. Bu adam ona bir şey mi yapmıştı? Göz göze geldiklerinde, kuzeninin gözlerinin dolduğunu gördü. Tabağından bir lokma alırken gülümsedi. “Erkekler gittiğine göre dedikodu yapabiliriz. Bana Emma diyebilirsiniz. Mei-hua değil mi? Ne şekersin sen?” Kız bu sözler üzerine ters bir bakış atmıştı. Sandalyesini iterek ayağa kalktı. Başını öne eğerek yüzünü saklamıştı. “İzninizle…” Darcey uzaklaşan kızı bir süre izledi. Ne garip kızdı? Yan gözle, kapıda dikilen hizmetçiye baktıktan sonra kuzenine döndü. “Galiba yalnız kaldık. İsmin Melek sanırım? Nereden geliyorsun şekerim?” Darcey Beth’in kriz geçiriyormuş gibi baktığını görünce daha da gülümsedi. İçten kendisi de kriz geçirebilecek bir ruh halindeydi. Hizmetçiye döndü. “Şu an bir sütlü çaya hayır demezdim, şekerim. Keyif yaparken içebileceğimiz bir yer var mı?” Sevimli olmaya çalıştı. Beth’le yalnız kalmak istiyordu. Hizmetçi bu istekle hafifçe gülümsemiş ve ikisini küçük, sevimli bir odaya götürmüştü. 257


Ezgi Bağcı

Kapı kapanır kapanmaz Darcey, kuzenine döndü. İkisi birbirine sarılırken, genç kadın onun titremelerini hissedebiliyordu. “Otursan iyi olacak sanırım.” Onun için endişeleniyordu. Kaloriferin yanına yerleştirilmiş, karşılıklı koltuklardan birine onun oturmasını sağladıktan sonra diğerine kendi geçti. Darcey onun ağladığını düşünüyordu ama yüzüne baktığında Beth’in ağlamakla yakından uzaktan alakası olmadığını fark etti. Kuzeni bariz derecede kızgındı. “Senin burada ne işin var?” Darcey bunu nasıl açıklayacağını bilemedi. “Seni korumak için geldim.” “Beni korumak mı?” “Sonra açıklayacağım. Endişelenme, ben senden daha az tehlikedeyim.” Bir yandan dışarıya odaklanmaya çalışıyordu. “Nasılsın? İyi misin? Bir problem yaşadın mı?” “Ben… İyiyim fakat…” “Tamam, bak beni tanımıyorsun. İlk defa burada tanıştık. Şimdiye kadar bir problem olmadı ama dikkatli davranmalısın. En azından sevgilin dönene kadar!” “Marco’yu mu gördün?” Darcey onun tutuşuna baktı. Öyle sıkıyordu ki, sanki dünyanın en önemli haberini alacaktı. “Gördüm. Seni korumamızı istedi. Seni buraya sürüklemişken, yanında olmalıydı.” Beth’in gözlerindeki bakışın söndüğünü görünce, kaşlarını çattı. Tam ne olduğunu soracakken, koridordaki ayak seslerini duymuştu. Geriye çekildi. Birkaç saniye sonra kapı açılmıştı. Deminki hizmetçi elindeki tepsiyle yanlarına geldi. Sütlü çayın kokusu odayı doldurmuştu. “Bay Lee ve Bay Kelly, işleri bitince size katılacakmış.” “Teşekkürler şekerim,” dedi Darcey, eğilerek önündeki fincanı aldı. 258


Hançer-II

Rafael masanın arkasında oturan adama baktı. Onunla ilgili bildikleri, birkaç yıl önce duyduklarından ibaretti. Lee Huan istihbarata bilgi veriyordu. Rahat hareket eden, güçlü bir adamdı. Çevresindekileri çok umursamadığını duymuştu. İki çocuğu vardı. Birisi yaklaşık yirmi yıl önce öldürülmüştü. Korkulması gereken birisi olduğunu görebiliyordu. Bu adamın kendine güveni boş değildi. “Sizi buraya getirenin ne olduğunu merak ediyorum Bay Kelly! Konuşacağınız önemli şeyler olduğunu söylemiştiniz.” Rafael hafifçe gülümseyerek başını eğdi. “Görmek isteyeceğiniz dosyalar olduğunu düşündüm. İncelerseniz, ne demek istediğimi anlayacaksınız.” Dosyalardaki bilgiler çok soruna yol açmayacaktı. Basitti ama adamı kandıracağını umuyordu. Lee Huan genç adamın uzattığı dosyayı almış ve gözlüğünü takarak okumaya başlamıştı. En sonunda, dosyayı kapattığında gülümsüyordu. “Yani bunun için uygun düzenlenmelerin yapılacağını söylüyorsunuz.” Rafael indirdiği göz kapaklarının ardından adamı inceledi. Lee Huan rahatlamıştı. “Temiz olduğu sürece bizi ilgilendirmez.” “Endişelenmeyin. Çok güzel bir paravan yarattım. Her şey bir suikast gibi görünecek.” Rafael’in dinlemeye devam ettiğini görünce, adamın yüzündeki gülümseme büyümüştü. “Hançer ismini duymuşsunuzdur. Bu işi o halledecek.” Rafael şaşkınlığını engelleyemedi. Kaşlarından birini kaldırarak yaşlı adama baktı. “Bunu nasıl sağladınız?” 259


Ezgi Bağcı

“Elimde istediklerimi ona yaptıracak önemli bir koz var!” İşte o anda genç adam tüm parçaları birleştirdi. Elizabeth, Hançer’in işi yapmasının karşılığında esir tutuluyordu. Şaşkınlığını yılların deneyimiyle oturmuş bir maskenin altına sakladı. “Esir tuttuğunuz kadının bununla bir ilgisi var sanırım.” Lee Huan bu söz üzerine gerilmişti. Beklemediği aşikardı. Rafael kozları elinde tutuyor olmanın rahatlığıyla arkasına yaslandı. “Vatandaşlarımızı takip ederiz Bay Lee. Onu esir tuttuğunuzun haberi ulaşınca, zarar gelmeyeceğinden emin olmak için buraya geldik.” Lee Huan dosyayı iki elinin arasında sıktı. Gözlerinin beyazı kararmıştı. “Ona bir zarar gelmeyecek. Bu durum işlerimizi bozmayacaktır?” Bu bir tespit değil, soruydu. Hareketleri için garanti istiyordu. “Elbette hayır, bu bizim açımızdan hoş olmaz. Ama birilerinin zarar görmesine gerek yok,” dedi ve devam etti. “Birbirimizden bir şey saklamadığımız sürece her şey yolunda gidecektir, Bay Lee.” Rafael dikkatle karşısındaki adama baktı. İlk başta gülümsemesi solsa da, sonradan toparlamıştı. Hafifçe masaya dayandı. “Öyle bir şey mümkün değil.” Yerinden kalktı. “Neden bayanların yanına gitmiyoruz? Sonuçta yeni evlisiniz, eminim ki birlikte olmak istiyorsunuzdur.” Rafael adamı takip etti. Burada geçirecekleri günlerin nasıl olacağını gerçekten merak ediyordu.

Darcey aynadan yatakta uzanan genç adama baktı. Saçındaki tokalardan sonuncusunu çıkartırken, Beth’le bugün konuşma fırsatı bulamadığını düşünüyordu. Yarın bu fırsatı yakalayacağını umuyordu. Yerinden kalktı ve sabahlığını çıkararak yatağın üzerine bıraktı. Genç adamın bedenini süzen bakışlarının farkındaydı. Bu ra260


Hançer-II

hatlamasını sağlıyordu. Rafael geleceklerine dair olan soruya yanıt vermemiş olsa da, onun hâlâ kendisinden etkilendiğini bilmek genç kadının güç kaynağıydı. Dinleme cihazı olabileceğini düşünerek, rol yapmaya devam etti. “Hayatım, bugün beni çok yalnız bıraktın.” Rafael, gözleri parlayarak oyuna katılmıştı. “İsteyerek olmadı sevgilim, fakat Bey Lee’nin sohbeti beni esir etti.” “Sen ve akademik saplantıların…” Darcey yatağın örtüsünü kaldırdı ve içine girdi. Genç adamın ve çarşafların sıcaklığını hissedene kadar üşüdüğünü fark etmemişti. “Tatilimiz boyunca sözde işten uzak kalacaktın!” Sitem dilindeydi. Bakışları ise kendisini kollarının arasında alan adamdaydı. Rafael telefonu işaret etti. “Özür dilerim. Söz veriyorum bir daha olmayacak.” Genç kadın onun nefesini kulağında hissederken, yazmış olduğunu okumaya başladı. -Marco, Hançer’miş. Kuzenini, onun istediğini yapması için elinde tutuyor. Olayı suikast gibi gösterip, her şeyi Hançer’in üzerine yıkacak. -Bu iş iyice boktan olmaya başladı. O adamın Hançer olduğunu biliyordum. Kimliğini nasıl bu kadar iyi saklayabilmiş? Kendi ülkesinde medyanın önünde olan bir adam… -Bu şu anki problemimiz değil. Elizabeth’in yanından ayrılma, Lee Huan ona zarar vermeyeceğini söylemiş olsa da o adama güvenmiyorum. -Peki ne yapacağız? -Sadece bekleyeceğiz. Başka şansımız yok. Bu Marco’nun ya da Hançer’in, geri dönmesini bekleyeceğiz. Lee Huan tüm bunların ardından başka şeyler çeviriyor. Bizim temize çıkmamız için onun batması gerekli… -Seni çok tehlikeli bir şeyin içine soktum. Tüm bunlar yüzünden… 261


Ezgi Bağcı

Darcey yazdığı şeyi bitiremedi. Rafael, telefonu elinden çekip almıştı. “Bunu düşünmene gerek yok.” Genç kadının saçlarını boynundan çekti ve nabzının attığı noktayı hafifçe öptü.

Esra ayağıyla, sabırsızlığını kontrol etmeye çalıştığı bir ritim tutturmuştu. Hava sıcaktı, arabanın kliması rahatsız ediyordu ve genç kadın daha fazla beklemek istemiyordu. Her ne kadar sadece yarım saattir bekliyor olsa da… İçinde kötü bir his vardı. Bu his, Alvino ona planı anlattığından beri sürüyordu zaten ama genç kadın kabullenmek durumunda kalmıştı. Görünüşe göre Alvino ona başka şans bırakmayacaktı. Genç kadını olabildiğince yalnız bırakmamak, güvende ve yakınında tutmak istemişti. İşte sırf bu yüzden, tanımadığı bir adamla ve elinde orijinal çiple, bir arabanın içinde bekliyordu. Yanındaki adam hiç konuşmamıştı. Esra ona bir bakış attı. Görünüşü tam bir İspanyol’du. Anladığı kadarıyla Alvino için çalışıyordu. Gözlerini arabadan ileri dikmişti. Şu yarım saat boyunca onun hiç kıpırdamadığına yemin edebilirdi. Oldukça ciddiydi. Onun iyi bir koruma olduğunu düşündü. Alvino ona Esra’yı korumasını emretmişti. Yani genç kadın öyle tahmin ediyordu. Plana göre Esra, Alvino güvenlikten emin olana kadar orijinal olan çiple birlikte arabada bekleyecek ve Enric de onu koruyacaktı. Avucunu açtı. Şu küçücük şey için dünyayı gezmişlerdi. Hem de ölümle yarışarak… Eskiden şu aksiyon filmlerine ve içinde yaşanan aşklara içten içe hayranlık duyardı. Galiba fazla hayran olmuştu. Macera hayatının ortasına tepeden inivermişti. Ayağı kıpırdatmaya devam etti. Bu durum fazla uzun sürmemiş miydi? Şu önsezi midir nedir, onun yüzün262


Hançer-II

den nefesi kesiliyordu. Kötüye yormamak lazımdı değil mi? Çipi avuçlarının arasında sıktı. Neden çipi ona bırakmıştı ki? Kendi adamına verse daha iyi olmaz mıydı? “Niye bu kadar uzun sürdü?” Enric’e baktı ama bir cevap alamayınca iç çekti. “İngilizce bilmiyor musun? Türkçe hiç bilmiyorsundur. Çok sıkıcı…” Gerçekten sıkıcıydı. Genç kadın temiz hava almak istiyordu ama yanındaki izbandutun buna izin vereceğini sanmıyordu. Gözlerini adamın kucağında duran silaha indirdi. “Onu beline falan koysana… Gerçekten dışarda tutmana gerek var mı?” Adamın gözleri ona dönünce onun tüm söylediklerini anladığını fark etti. Genç kadın buna yüzünü buruşturdu. “Madem anlıyorsun neden cevap vermiyorsun? Sıkıntıdan patlıyorum burada!” “Özür dilerim efendim. Sadece dikkatimin dağılmaması gerekiyor,” diye cevap aldı. Gerçekten bunların arasında kibar olan bir tane yok muydu? Ya da Esra kibar birine denk gelemeyecekti. Alvino’nun tüm maymunluğunun altında kibarlıktan eser yoktu. Sadece fazla cilalanmış bir odundu. “Anlaşıldı.” Dudaklarını büzüp yola baktı. Fazla gelip geçen yoktu. İlerideki iki katlı ev ise Alvino’nun ziyaret ettiği evdi. Gerçekten bu mahalle fazla sessiz değil miydi? Demin sorduğu soruyu yine tekrarladı. Adamın cevap verebileceğini öğrenmişti. Görmezden gelemezdi. “Niye bu kadar uzun sürdü?” “Büyük ihtimal, Bay Espi bilgi veriyordur.” Genç kadın kollarını kavuşturdu. Şu küçük şeyin içinde zaten bilgi yok muydu? Yanındaki adam da silahı da zaten gerilmesine neden oluyordu. Parmaklarını dizinin üzerinde tıpırdattı. Sonra ayağıyla yeniden ritim tutmaya başladı. Sabırsızlığı üst düzeydeydi. Çalan telefonla hızla Enric’e döndü. 263


Ezgi Bağcı

“Sí? Ella está aquí. No…” Adamın gözleri kendisine kaymıştı. Esra kaşlarını çatarak ona bakarken, telefonu kapatıp cebine koydu. “Ne oldu?” Enric cevap vermemiş, arabayı çalıştırmıştı. Genç kadın o hareket edemeden el frenini kaldırdı. Cevap almadan bu arabanın çalışmasına izin vermeyecekti. “Ne oldu? Cevap ver!” Karşısındaki adam bir an gözlerini kapattıktan sonra ona bakmıştı. “Sizi götürmem gerekiyor Bayan Esra. Lütfen.” “Bana ne olduğunu söyle.” “Bay Alvino yakalanmış. Sizi güvenli bir yere götürmem gerekiyor.” “Bok götürürsün sen beni.” Kapıyı açmaya çalıştı ama adam kilitlemişti. “Kahrolası aç şu kapıyı…” Araba çalışırken, evin önünden geçtiler ve uzaklaşmaya başladılar. Buna izin vermeyecekti. Silahın el freninin altındaki boşluğa düştüğünü görünce hızla atılarak aldı ve içindeki tüm saçma sesleri bastırarak Enric’e doğrulttu. “Durdur şu arabayı!” Enric onun elindeki silahı gördüğünde gözleri büyümüştü. “Bayan Esra-” Genç kadın tüm kelimeleri vurgulayarak; “Sana arabayı durdur dedim,” dedi. Enric genç kadının ellerinin titrediğini görünce arabayı kenara çekmek zorunda kalmıştı. Silah kullanmayı biliyordu. Emniyeti açmıştı. Ama ateş etmeye alışkın bir insan değildi. Silahı sabit tutamıyordu. Enric silahı almak için uzanınca, Esra geri çekildi. Öyle yağma yoktu. İyice cama yaslandı. Parmağı tetiğin üstündeydi. Silah kullanmayı ona, sığındığı hastanenin güvenliği öğretmişti. Genç bir kızın kendisini korumasını söylemişti ama Esra hiçbir zaman buna ihtiyacı olacağını düşünmemişti. Sadece o yaşlı ve sevimli güvenlik görevlisini kırmak istememişti. Şimdi görüyordu ki as264


Hançer-II

lında yaşadığı her şey insanı bir yere getiriyordu. “Dönmen gerekiyor.” “Fakat-” Daha fazla konuşmasını istemediğini belirterek silahı kaldırdı. Orada onu yalnız bırakıp gitmeyecekti. Kendisini düşünmek mi? Şu an son yapacağı şeydi. Enric ona son bir bakış attıktan sonra arabayı çalıştırmış ve hızlı bir girişle u dönüşü yapmıştı. İki dakika sonra oldukları yere vardıklarında Esra bağırdı. “Kilitleri aç!” “Bayan Esra beni dinleyin.” “Çok dinlerim ben seni, aç şu kilidi.” En sonunda dediği yapılınca, hızla arabadan çıktı ve eve doğru koşmaya başladı. Fakat Enric onu kolundan tutmuş ve en yakındaki ağacın altına çekmişti. “Sen-” Adam elini onun ağzına koyarak susturdu. “Sessiz olun. Fark edileceğiz.” Esra kaşlarını çatarak onun hareketlerini izledi. Elini beline atmış, daha küçük olan bir silah çıkartmıştı. “Madem Bay Espi’yi kurtarmak istiyorsunuz, daha rahat hareket etmelisiniz. Bu daha hafif gelecektir.” Esra’nın elindekini alıp, diğerini vermişti. Esra hakkını vermeliydi ki, haklıydı. “Sözümden çıkmayacaksınız.” Bunu bir rica olarak söylemişti. Genç kadın hafifçe gülümsedi ve başını salladı. “Beni öldürmesine neden olacaksınız!” “İzin vermem. Ayrıca öldüreceği birisinin daha olduğunu söylüyor. Sana sıra gelmeyecektir.” Enric bununla şaşırmış görünüyordu. Esra saklandıkları ağacın gölgesinden dört adamın turladığı bahçeye baktı. İşte aksiyonun ortasına tepeden inmek buna deniyordu. Allah aşkına ne yapıyordu? Ama bu iç sesi dinlemeyecekti. “Sizin kim olduğunuzu anlamadım. Ama keşfedecek zamanımın olmasını istiyorum.” “Ben de bunu görmeyi umarım.” Enric ağaçtan dışarı adım attı ve girişe ilerledi. Esra onun, “Yerinizden kıpırdamayın,” dediğini duydu. Genç adam koşmuş ve 265


Ezgi Bağcı

kapının kolonunu siper aldıktan sonra ateş etmeye başlamıştı. Esra kulaklarını kapatıp saklanmak istedi. Sanki yer yarılıyordu. Enric’in acıyla dönüp kolona dayandığını gördü. Vurulmuştu. Düşünmeden fırladı ve yanına gitti. Adam onu görünce homurdanmıştı. “Size orada kalmanızı söylemiştim.” “Ben de seni dinlemedim.” Yan tarafa doğru eğilip baktığında üç adamın yerde yattığını gördü. Bu iyi bir şeymiş gibi görünebilirdi ama bir sorun vardı. Kapıdan bir sürü dışarı çıkıyordu. Dudağını ısırdı. Galiba başından büyük bir işe kalkışmıştı. “Yandık!” Başını eğdiğinde Enric’in gözlerini kapatarak omzunu tuttuğunu gördü. Beyaz tişörtünün yarısı kıpkırmızı olmuştu. Esra saçlarını bağladığı fuları çözerek onun omzuna bastırdı. “Burada ölecek miyiz?” Sesinin titremesini engelleyememişti. Enric tek gözünü açarak ona bakmıştı. “Sanmıyorum.” Esra onun gülümsediğini gördüğünde, üç araba arkalarında sert bir frenle durmuştu. Esra başını çevirip baktığında silahlı adamların indiğini gördü. O anda ortalık daha da karışmıştı. Enric eliyle onun başından bastırdı. Genç kadın yerle bir bütün oluşturmuştu. Başka bir adam yanlarına gelerek onları kenara doğru çekti. Önlerinde durarak da siper olmuştu. Kaşlarını çatarak Enric’e bir şey söyledi. Esra yanında İspanyolca konuşulmasından nefret etmeye başlıyordu. “Geri dönmesi için tehdit ettim. Azarlayıp durma be adam.” Söz konusu adam gözlerini kocaman açarak ona bakmıştı. Esra onun şaşkınlığını umursamıyordu. İki eliyle Enric’e tampon yapıyordu. “Söyleneceğine, adamlarından birini çağır da, arkadaşını hastaneye götürsünler.” Sözlerinin ikiletilmediğini gördüğünde şaşırma sırası kendisine gelmişti. Genç biri Enric’in yarasına bastırarak doğrulmasını sağlamıştı. “Siz de gitmelisiniz.” Bunu söyleyen, Enric’i azarlayandı. Esra bu adamı sevmediğine karar verdi. 266


Hançer-II

“Hiçbir güç beni buradan gönderemez.” Bu konu üzerinde daha fazla tartışamadılar. Birisi onların saklandığı yeri keşfetmişti. Esra üzerinde bir bedenle birlikte yuvarlandığını hissetti. Gözlerini sıkıca yumdu. Buradan sağ çıkarlarsa Alvino’yu öldürecekti. Bu adam nasıl kendisini böyle bir tehlikenin içine atardı? Doğruldular. Adam onun elinden tutmuş koşmaya başlamıştı. Esra yan tarafında acı dolu bir sıcaklık hissetti ama koşmaya devam etti. En sonunda, evin merdiven boşluğuna sığınmışlardı. Koluna baktığında, koyu renk kanın bileğine doğru aktığını ve dirseğinden aşağısını kıpkırmızı yaptığını gördü. Yara fazla derin değildi, sıyırıp geçmişti. Genç kadın başını çevirdiğinde tam bir kargaşa olduğunu gördü. Midesinin bulandığını hissetti. Savaş alanına dönmüş gibiydi. Neden geri dönemediklerini anlamıştı. Adam evin yakın olmasından dolayı burayı seçmişti. Arabalara koşmuş olsalar, ölebilirlerdi. “İyi misiniz?” Esra kolunu tutarak başını salladı. “Dışarda durmak bizim için kötü olacaktır. Fakat buradan giremeyiz.” Söylediğinde haklıydı. Gerileyerek evin çevresinden dolaştılar. Adam onu duvarla kendi bedeni arasına saklamıştı. Bir yandan da ateş ediyordu. “Sen vurulacaksın.” “Endişelenmeyin.” Ha söylemesi de kolaydı. Evin köşesini döndüler. Koşmaya başladılar. Açık bir pencere veya kapı arıyorlardı. En sonunda bodrum katının camlarından birisinin açık olduğunu gördüler de, Esra bir an pencereye sonra adama baktı. Onun buradan girmesi imkânsızdı. Adam da aynı şeyi düşünüyor olmalıydı. “Ancak siz girebilirsiniz. Evin planına göre, buradan yukarı çıkıp sola döndüğünüz anda arka kapıyla karşılaşacaksınız. Başaramazsanız, pencerelerden birini açın ama yalnız hareket etmeyin.” Genç kadın başını salladı. Şimdiye kadar büyük bir aptallık yaptığının farkındaydı 267


Ezgi Bağcı

ama bundan sonra söz dinleyecekti. Yani elinden geldiğince… Yere oturdu ve arka ayaklarını pencereden sarkıttı. “Öbür türlü deneseydiniz.” “Ne yani başımın üzerine mi düşeyim. Ayağımın kırılmasını tercih ederim.” Bedenini iyice boşluğa bıraktı. Parmak uçlarıyla zemini hissedince gülümsedi. Bu gülümseme az da kolunun acısını bastırmak içindi. “Acele edin.” Esra da oyalanmayı düşünmüyordu zaten. Bodrumdan çıkarak merdivenlere ilerledi. Yavaş ve sessiz olmaya çalışarak merdivenleri tırmandı. En sonuna vardığında basamağa çömeldi. Sol tarafta iki adam vardı. Silahlarını almışlar, izbandut gibi bekliyorlardı. Bir tanesinin onun tarafına bakmasıyla hızla eğildi, basamaklara yapıştı. Görmemişti. Yakalanmamıştı. Derin bir nefes verirken, iki adamın da arkasını döndüğünü görünce hızla kalktı. Sağ taraftaki kapıdan içeri girdi. Şortunun beline soktuğu silah canını yakıyordu. Silah sesleri hâlâ geliyordu. Evin camlarından ikisi parçalanmıştı. Eğer dikkatli olmazsa o da parçalanabilirdi. Üçüncüsü de sağlam kalmazken, hızla eğildi. Cam parçaları olduğu yere kadar sıçramıştı. Burada oyalanamazdı. İç tarafa girdikçe üç kapı olduğunu gördü. En sonuna ulaşırsa pencerelerden birini açabileceğini düşünüyordu. Hızla yürüdü. Şansına olup olmadığını bilmiyordu ama etrafta kimse yoktu. Son odaya varana kadar... Yerde yatan iki bedeni görünce şokla nefesinin gittiğini hissetti. Hızla yanlarına çökerken elini boyunlarına götürmüştü. Ölmüşlerdi. İkisinin de boynu kesilmişti. Kesildikleri açıyla uzun süre acı çekmemiş olmalılardı, muhtemelen birkaç saniye içinde ölmüşlerdi ama bu gerçekler genç kadının, zemine yayılmış kanlar içinde çöküp kalmasını engellememişti. Yaşamalarına bir sani268


Hançer-II

ye olsun fırsat verilmemişti. Yirmi yıldır görmeye alıştığı hiçbir şey, önündeki görüntüye hazırlıklı olmasını sağlamamıştı. Bağırışları duyunca aradan kaç saniye geçtiğini bilmiyordu. Duvara doğru süründü. Camı açmalıydı, evet… Birkaç uğraştan sonra ancak başardı. Sonuna kadar açtı ve kenara çekildi ama ayağıyla kadının eline çarpmıştı. Çığlığını avcunda boğarken, bu sefer gözyaşlarını tutamadı. Yaklaşık iki dakika sonra, adını hala bilmediği adam pencereye tırmanıp içeri girmişti. İlk başta Esra’ya, sonra yerdeki cesetlere baktı. “Gitmeliyiz Bayan Esra, burada oyalanamayız.” Genç kadın onun bir şey söylememiş olmasına sevinmişti. Tek bir sözle yıkılıverecekmiş gibi hissediyordu. Onun peşinden ilerledi. Geldiği koridora çıktıklarında adam onu gerisinde tutmuş ve ateş açarak koridordaki diğer silahlı iki adamı öldürmüştü. Adamlar ateşlenen silahın sessizliği içinde, inleyerek yere düşmüşlerdi. Önündeki adam ona bakınca Esra başını iki yana salladı. Beklemesini söylese de dinlemeyecekti. Hele arkada bıraktığı iki cesedin varlığıyla buna hiç niyeti yoktu. Öldüğünü tahmin ettiği iki adamın bedenlerinin üzerinden atlayarak koridoru geçtiler. Genç kadının ayakkabılarının beyaz renginden eser kalmamıştı. Koridorun sonundaki gelen sesleri duyunca nefesini tuttu. “Sonun geldi Gallo. Gerçekten bu işin sonunu getirebileceğini mi düşündün?” Bu Alvino’ydu. Soruyu Esra’nın tanımadığı bir ses cevaplamıştı. “Hançer’in sana ayak işlerini yaptırtacağını düşünmezdim. Gideceksem, sen de öleceksin.” Esra gördüğü manzarayla kanının donduğunu hissetti. Alvino yerde diz çökmüş, sırıtarak – evet sırıtarak, başına dayanmış silahı tutan adama bakıyordu. Gallo şişman ve kısa boylu bir adamdı. Genç kadın onu böyle hayal etmemişti. En azından güçlü birini bekliyordu. 269


Ezgi Bağcı

Zaten adamı ayaktayken, fazla inceleyemedi. Önündekinin ateşlediği silahla birlikte haykırarak yere düşmüştü. Genç kadın daha fazla beklemedi. Alvino’ya doğru koşarken, gözyaşlarını tamamen serbest bırakmıştı. Adamın boynuna atladı. Bir yandan ağlarken bir yandan da saydırıyordu. Söylediği kelimeleri sonradan hatırlamayacaktı ama maymundan başlayıp nefretten çıkış yapmıştı. Alvino onun kollarını kavrayarak itti. “Mierda! İdioto! Burada ne işin var!” Alvino hırsla, Gallo’ya silahını doğrultmuş olan kişiyi görünce resmen hırlamıştı. “Nesto! Yo mataria tu13. Onu buradan götürmeni söylemiştim.” “Dinlemediğini söylemeliyim Alvino!” Esra sertçe gözlerini sildi. Bir de başkalarını azarlamaya kalkıyordu! Gerizekâlı maymun! Tüm kızgınlığıyla tokat attı. Alvino’nun başı darbeyle sarsılmıştı. Esra’ya döndüğünde mavi gözleri şaşkınlıkla parlıyordu. Genç kadın bu sefer uzanarak sıkıca sarıldı. “Sensin aptal.” Kelimelerden birini anlamıştı. “Gerizekâlı maymun, beni ne kadar endişelendirdiğinden haberin var mı?” Alvino ona baktı bir an, sonra gözlerini koluna indirdi. “Yaralanmışsın. Bu nasıl oldu?” “Sadece sıyırdı.” “İnsan isteyerek yaralanmıyormuş değil mi?” “Bu nereden çıktı şimdi?” Konuşmanın akışını Nesto bozmuştu. “Alvino, bölmek istemem fakat polisler gelmek üzeredir.” “Gidelim,” dedi. Ayağa kalkarken, genç kadını da kaldırmıştı. Esra onun koluna baktığında, Dionisa’nın evinde yeniden pansuman yaptığı yarasının açılmış olduğunu gördü. Öfkenin içinde kol gezdiğini hissetti. “Bu yara hastanede tedavi edilecek. Şu saçma durumdan bir kurtulalım-” Genç adam öperek sözünü kesmiş13 İspanyolca, seni öldüreceğim 270


Hançer-II

ti. Geri çekildiğinde Esra’nın yüzü hem nefessizlikten hem şaşkınlıktan kıpkırmızı kesilmişti. “Bu durumdan kurtulduktan sonra söylenmeye devam edersin.” Genç kadını kolunun altına koyarak odanın çıkışına yöneltti. Esra son kez dönüp baktığında Nesto’nun, hâlâ Gallo’nun tepesinde dikildiğini görmüştü. Arka kapıdan çıktılar. Silah sesleri yoktu ve arka çıkışta bir araba onları bekliyordu. Bir saniye bile kaybetmeden arabaya binmişlerdi. Esra’nın daha önce görmediği genç bir çocuk arabayı kullanıyordu. Gerçi bugün hiç görmediği insanlarla kuşatılmıştı. Bir de silahlarla… “Yarana bakayım.” “Kanama durdu bile!” Alvino onun koluna bakmak istedikçe, genç kadın geri çekiliyordu. En sonunda adam güç uygulayarak onu çekince, Esra acıyla inledi. “Maymun, tekrar kanamasına sebep oldun.” “Kanayacağı varmış.” Esra onun yüzüne baktı. Kaşlarını çatmıştı. Bakışları öyle ciddiydi ki, bu genç kadını rahatsız ediyordu. Uzanarak işaret parmağını onun kaşlarının arasında oluşmuş kırışıklığa bastırdı. “Kaşlarını çatma, sevmiyorum.” Bu sözle Alvino’nun ipleri kopmuş gibiydi. Hızla ona sarıldı. “Dios mio! Seni görünce aklım çıktı zannettim.” “Ben de öyle,” diye fısıldadı Esra, boynuna daha sıkı sarıldı. Bırakırsa gidiverecekmiş gibi hissediyordu. Daha önce hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Onu kaybettiğini düşünmüştü. Bir daha hiç göremeyeceğini… Onun da, diğer tüm mutluluklar gibi elinden alınacağını… Alvino’nun ne demek istediğini o an anlamıştı. Eğer bir kez daha sevdiğini söylememiş olsaydı, onu inandırmamış, bir kez daha onun ‘Seni Seviyorum,’ dediğini duymamışken her şey bitseydi; yaşamaya devam edemezdi. Bir kez daha kaybedemezdi. Geri çekilerek dünyada hiçbir bakışa değişmeyeceği mavilere baktı. 271


Ezgi Bağcı

“Seni seviyorum. Seni o kadar çok seviyorum ki canım yanıyor.” Cümlesi daha önce hiç tatmadığı bir öpücükle karşılanmıştı. Genç kadın onun dudaklarından sevgisini içiyordu. Nefesi kesilmişken geri çekildi. “Hadi evlenelim.”

272


XVII Genç kadın, uyuyamamış olmanın verdiği gerginlikle, pencerenin yanındaki koltuğa oturmuş; dışarıyı izliyordu. Güneş yeni doğmaya başlamış ve yağmur bulutlarını tatlı bir sarıya boyamıştı. Gözleri yanıyordu, böyle giderse uyku düzeninden geriye bir şey kalmayacaktı. Ne doğru düzgün düşünebiliyor ne de bir şeye odaklanabiliyordu. Bu gidişle, kendisinden geriye bir şey kalmayacaktı. Dizlerini karnına doğru çekti. Dün Darcey’i gördüğünde tam anlamıyla şoka girmişti. Saçlarını boyatmış ve ona ait olmayan tavırlarla, sanki yeni tanışıyorlarmış gibi davranmıştı ve Melek’ten de aynı şekilde davranmasını beklemişti. Genç kadın ne yapacağını bilemeyerek onun oyununa uyum sağlamıştı. Darcey ne yapmaya çalıştığını anlatana kadar, beklemekten başka şansı yoktu. Dizlerini kendisine doğru iyice çekip, cama yaslandı. Soğuk olmasına aldırmıyordu. Bu his tenine iyi geliyordu. Darcey’i görmüş olmak gerginliğinin birazını uzaklaştırmıştı. Yine de kuzenine soracağı çok şey vardı. Öncelikle kim olduğu ve buraya gelerek, gerçekten ne yapmak istediği… Anlaşılan Darcey, sandığından farklı

273


Ezgi Bağcı

biriydi. Üstelik Marco, onlardan kendisini korumasını istemişti. Yavaşça yerinden kalktı. Artık hiçbir şeyin kendisini şaşırtamayacağını düşünüyordu ama anlaşılan hayat, onunla aynı fikirde değildi. Her seferinde daha yüksek bir tepenin üzerinden atlamak zorunda kalıyordu. Ama her seferinde, ne kadar yaralanırsa yaralansın, daha güçlü kalkıyordu. Zorluğa mı alışmıştı yoksa zor kavramımı değişmişti bilmese de, Melek karşısına gelen şeyi yaşamak durumunda olduğunu biliyordu. Kaçardı aslında… Ama kaçarsa, tüm bu zamana büyüyen o kişi kaybolmayacak mıydı? Dışarısı sessizdi, hizmetçiler dahi gelmemişti. Merdivenlerden indi. Ne yapacağını bilmiyordu ama odada kalmak daha da bunalmasına sebep oluyordu. Kafasını dağıtmadığı sürece aynı olacaktı. Darcey’nin bir an önce uyanmasını umdu. Hem yalnız kalmak istemiyordu hem de neden burada olduğunu öğrenmek istiyordu. Koridora inince, Lee Huan’ın kızıyla karşılaştı. İki gündür gördüğü halinden farklı değildi. Bu sefer üzerinde uzun bir sabahlık vardı. Duvara dayanmış, elinde tuttuğu bir şeye bakıyordu. Melek onun derdinin ne olduğunu gerçekten merak ediyordu. O gün söylediği şey aklından çıkmıyordu. Gelmemiş olsalar, bunların yaşanmayacağını söylemişti ama bu neyle alakalıydı? Sessiz adımlarla genç kızın yanına gitti. Kız onun geldiğini fark ettiğinde başını kaldırmıştı. Yine ağlıyordu. Gözlerinin etrafı kıpkırmızıydı, altı çökmüştü. Gece uyumadığı belliydi. “İyi misin?” Onun sorusu üzerine Mei-hua gözlerini kısmıştı. Cevap vermedi. Yerinden doğruldu ve merdivenlere yöneldi. Melek onun elindekinin bir fotoğraf olduğunu zar zor seçmişti. Her neyse, bu kızın derdi o fotoğrafla alakalıydı. Peki, o fotoğrafın Melek ve Marco’yla alaka274


Hançer-II

sı neydi? Ah, başı ağrıyordu. Çok fazla karmaşa vardı. Sanki çıkışı olmayan bir labirentin içindeydi ve elinde ne bir pusula ne de harita vardı. Tek bir ipucu bile yoktu ki onu çıkışa götürsün! Hiçbir şey söylemeden merdivenleri çıkan kızı izledi. Darcey ise aynı merdivenlerden iniyordu. Onları görünce kocaman gülümsemiş ve ağzını açarak, “Günaydın,” demişti. Mei-hua ona aldırmadan merdivenleri çıkmaya devam etmişti. Melek, Darcey’nin de aynı şaşkınlığı yaşadığını gördü. “Günaydın,” dedi Melek. Darcey ona dönmüş ve merdivenleri inmeye devam etmişti. Üzerine taşlı bir kot ve dar, ince bir badi giymişti. Pek kuzeninin tarzı değildi. Darcey genelde bol şeyleri tercih ederdi. Hem görünüm hem de karakter olarak, Melek’in yadırgamasına neden oluyordu. Ama kuzeni bu duruma aldırır gibi değildi, kırıtarak yanına geldi ve koluna girdi. “Şekerim, seni de mi uyku tutmadı? İnsan yerini yadırgıyor değil mi? Hadi gel azıcık sohbet ederim, belki biraz açılmamı sağlar!” Melek onun adımlarına uyarken, “Peki,” dedi. Sesi inleme halinde çıkmıştı. Darcey gerçekten iyi rol yapıyordu, eğer gerçekten tanımasa, karakterinin bu olduğunu söylerdi. Dün çay içtikleri odaya girdiler. Bununla birlikte Darcey cebinden küçük bir cihaz çıkardı ve odanın içinde dolaşmaya başladı. Aradığı her neyse, bulamamış gibiydi ama yüzünde memnun bir ifade vardı. Melek’in yüzündeki ifadeyi görünce açıklamaya girişti. “Dün tedbirsiz davrandım. Bu,” derken, elindeki cihazı kaldırmıştı. “bir kamera veya dinleme cihazı olup olmadığını işaret ediyor. Varsa da sinyalini bozuyor.” Bunu anlatmaktan dolayı mutlu görünüyordu. Melek onun bundan dolayı heyecanlandığını fark etti. “Darcey, ne yapıyorsun?” “Efendim?” 275


Ezgi Bağcı

“Tüm bunlar…” Kuzeninin gözlerinin içine baktı. “… neyle alakalı? Benden sakladığın şeyler var değil mi?” Darcey’nin ifadesi düzleşti. Melek onun kararsızlığını okuyabiliyordu. “Ben bunu anlatmış olmak istemiyorum,” dedi. İlerleyerek dün oturduğu koltuğa oturdu. “Ama bence anlayabilirsin. Sessiz kalmak zorundayım.” Genç kadın bir an daha kuzenini süzdükten sonra, diğer tekli koltuğa geçti. Saklanan ve saklanmak zorunda olan konuları iyi biliyordu. Bu yüzden onu zorlamadı. Darcey’nin çoğu zaman dürüsttü ve büyük ihtimal şu an yalan söylemek istemiyordu. Bir an etrafına baktı. Odaya mı alışmıştı ne, sanki dejavu yaşıyormuş gibi hissetmişti. Dünkü konuşmadan kaynaklanıyor olmalıydı. “Ne olduğunu da anlatmıyorsun! Ne konuşacağız şimdi?” “Senin aptallığını konuşabiliriz. Nasıl böyle tehlikeli bir şeyin içine girebildin? Peşinden geldiğin adamın kim olduğunu biliyor musun?” Melek gözlerinin büyümesini engelleyemedi. Darcey öğrenmişti. Büyük ihtimal bu Lee Huan’dan kaynaklanıyordu. Arkasına yaslandı. Darcey geri adım atmasını bekleyecekti ama Melek’in böyle bir niyeti yoktu. Tehlikenin içine dalmış olsa da bu kendi seçimiydi. “Evet, biliyorum. Bu buraya geliş kararımı değiştirmedi.” Şaşırma sırası Darcey’de idi. Ne yapacağını bilemezmiş gibi kalmıştı. Melek onu çok nadir bu şekilde gördüğünü hatırladı. Kuzeni küçüklüğünden beri yaşadığı şeyler yüzünden hep olgun davranmak zorunda kalmış, her zaman bir perdenin arkasına saklamıştı kendisini. “Sen… Nasıl? Onun kim olduğunu bilmene rağmen peşinden mi geldin?” Darcey bağırmak istiyormuş gibiydi, yine de kısık sesle konuşmuştu. “Evet. Kendim için cevaplar almak istedim. Onun kim olduğunu, senin yaptığın araştırmaları gördüğümde çözdüm.” 276


Hançer-II

“İnanmıyorum. Bu-” Melek onun sözünü kesti. Buna devam etmesini istemiyordu. Hem kendisini hem de onu yormak istemiyordu çünkü. “Darcey, bunun üzerinde konuşmak istemiyorum. Bu konuda, kendi içimde ve onunla çok fazla sınavdan geçtim. Sadece onunla olmak istiyorum. Eskisi gibi biri değil.” “Onu affetmişsin.” Kuzeni çökmüş gibiydi. Melek ona bir şey diyemezdi. Kendi iniş ve çıkışlarını düşününce, Darcey’nin tepkisi fazla sayılmazdı. “Onun birisini öldürmeye gittiğinin farkında mısın? Gerçekten değiştiğini mi düşünüyorsun!” “Evet.” Melek kavuşturduğu ellerine baktı. Ona inanmak istiyordu. Bir tarafı karanlığın içinden, değişmeyeceğini haykırsa da inanmak istiyordu. Elinde kalan tek gücü buydu. Tek aydınlığı da buydu. “Ona güvenmemi istedi.” Ondan sonra, son birkaç aydır; onunla tanıştığı andan itibaren olan her şeyi anlatmaya başladı. İki saat boyunca öylece oturdular. Melek ağlayacak duruma geldiğinde kendisini tuttu. Ağlamaya başlarsa durmayacaktı biliyordu. Boğazı kurumuştu. Bitirdiğinde Melek rahatlamış, Darcey ise karışmıştı. Melek, Darcey’i bir karar verme durumuna soktuğunun farkında bile değildi. Üstüne bir şey konuşma fırsatı bulamadılar. Kapı açılmıştı. İçeri Rafael girdi. Gülümsüyordu. Kapıyı kapatmamıştı. Melek oyunun içine girdiklerini anladı. “Sevgilim, bugün erkencisin.” Rafael, sonra dönüp, Melek’e bakmıştı. “Günaydın. Umarım sizi rahatsız etmemiştir. Çok konuşmayı seviyor.” Darcey yüzünü buruşturmuştu. “Ama hayatım, insanlara benim hakkımda niye böyle şeyler söylüyorsun. Duyan da gerçekten rahatsız ettiğimi sağlayacak. Biz Melek’le çok iyi anlaştık. Değil mi Melek?” 277


Ezgi Bağcı

Melek bu oyunun bodoslama gittiğini düşündü. Bu ikili alışmak için zaman bırakmıyorlardı. “Evet,” dedi, sesindeki inlemeyi saklayamamıştı. Rafael ise gülümsemeye devam ediyordu. Bu adamın gülümsediğini görmemişti genç kadın. “Sevindim. Neden kahvaltıya geçmiyoruz? Bay Lee Huan bizi bekliyor.” Melek onların önden gitmesine izin verdi. Üzerinden kocaman bir yükün kalktığını hissetti. Yaşadıklarını biriyle paylaşmasının ötesinde, ailesinden bir şeyler saklıyor olmanın bu kadar ağır geldiğini anlamamıştı. Şimdi, o ağırlık gittiğinde, görebilir duruma gelmişti.

Darcey ve Rafael’in varlığı, Lee Huan’ın dikkatini üzerinden uzaklaştırmıştı ve genç kadının gerçekten nefes almasını sağlıyordu. Kuzeni onu yalnız bırakmıyordu. Yeni bulduğu arkadaşını tanımak isteyen biriymiş gibi davransa da, bu garip durmuyordu. Melek onların kimliği konusunda bazı kanılara sahipti ki bu konuda düşünebileceği en uç şeyi bile düşünmüştü. Ama Darcey’nin kim olduğunun ötesinde, nasıl böyle şeylerin içine girmişti. Şimdi baktığında geçmişte olanların, ailesindeki herkesi başka yönlere başka acılara savurduğunu görüyordu. Darcey anlattığından daha fazla şey yaşamıştı. Pencerenin Mei-hua’yı görünce düşüncelerinden uzaklaştı. Kızın derdi, Darcey’nin de dikkatini çekmiş, kuzeni bir gariplik olduğunu söylemişti. Özellikle kızın kendisine söylediği şeyi, ona söylediğinde bunu öğrenmelerinin iyi olabileceğine karar vermişlerdi. İlk buldukları fırsat ise, şu andı. Melek onun, pencereden vuran gün ışığındaki profilini inceledi. Onun derdiğini öğrenmenin dışında, kız Melek’te merak uzandırıyordu. 278


Hançer-II

Yirmili yaşlarına yeni varmış gibiydi. Belki biraz daha büyük olabilirdi? Uzak doğulular genelde küçük gösteriyorlardı. Babası ile yakın bir ilişkileri yoktu anladığı kadarıyla. Abisi, o çok küçük yaştayken öldürülmüştü. Annesini ise etrafta görmemişti. Kızın etrafına yaydığı saf bir yalnızlıktı. Yan gözle Darcey’e baktı. Kuzeni gitmesini işaret edince iç çekti. Darcey her seferinde ilk adımları Melek’e bırakıyordu. Bu huyu küçüklüğünden beri değişmemişti. Kızın yanına geldi. “Merhaba, sabah kahvaltıda konuşma fırsatımız olmamıştı. İyi misin?” Mei-hua o ters bakışlarından attıktan sonra ayağa kalkmıştı. O gitmek üzereyken, Melek durdurdu. O sözden sonra bir açıklama hakkıydı. “Bir saniye… Sadece bir şey sormak istiyorum. Neden öyle dedin?” “Efendim!” İnce, bedenine yakışan bir sesi vardı ama uzun zamandır konuşmuyormuş gibi hırıltılı çıkmıştı. “Dün. Neden öyle söylediğini bilmek istiyorum.” “Seni ilgilendirmiyor,” dedikten sonra bir adım atmıştı ama Melek’in konuşmasıyla durmuştu. Genç kadın ona karşı kibar olmayı düşünmüyordu. “Öyleyse o sözü söylemeyecektin!” Sesinin sertleşmesini engelleyemedi. Kız ellerini yumruk yapmıştı. Titriyordu. Melek onun hakkında ciddi anlamda endişelenmeye başlamıştı. Elini omzuna koydu ama Mei-hua onu itti. Sonra Melek’in hiç beklemediği bir şey oldu. Genç kız Melek’e sert bir tokat atmıştı. Melek bir adım geri atarken yüzünü tuttu. Darcey’nin sesini duydu. “Hey!” Ama Melek elini kaldırarak onu durdurdu. Salonda yalnız olmaları iyiydi. Hizmetçiler de yoktu. O sahneyi hiç kimse görmemişti. Kız, iki elini ağzına bastırarak ağlamaya başlamıştı. Yüzü hıçkırıklarını bastırmasından dolayı kıpkırmızı kesilmişti. Yere düştü. İç çekiyor, iç çekişiyle birlikte sanki canı gidiyor279


Ezgi Bağcı

du. Melek bu ağlayışı biliyordu. Çok defa bu şekilde ağlamış, tüm dünyayı iki nefesinin içine sıkıştırmıştı. Onun önüne çömeldi. Bileklerini tuttu ama kız öyle güçlü bastırıyordu ki, genç kadın çekmek için tüm gücünü kullanmak zorunda kalmıştı. Onun çekişiyle Mei-hua da öne doğru düşmüştü. Yüzünü, Melek’in göğsüne gömerek ağlamaya devam etti. Melek ona sarılmadı. Sarılırsa, reddedileceğini biliyordu. Bu kız ağlamalıydı. Ağlamadığı sürece, o irin orada kalacaktı. Ne kadar geçtiğini bilmeden öylece oturdular. Darcey ise tepelerinde onları izledi, arada kapıya bakarak gelen olup olmadığını kontrol ediyordu. Melek hafif bir sesle sordu. “Buraya gelmemiş olsaydık, yaşanmayacak olan ne Mei-hua?” “O ölmeyecekti. Babam, onu öldürmeye gönderdi.” Açıklamadan çok sayıklama gibiydi. Melek, Darcey’e baktı ama kuzeni bir şeyi anlamadığını omuzunu silkerek gösterdi. “Ölecek. Söz vermiştik, her şeye rağmen birlikte olacaktık ama şimdi, benim yüzümden ölecek.” “Mei-hua özür dilerim ama hiçbir şey anlamıyorum.” Bunun üzerine genç kız geri çekilmişti. Melek ilk defa onun gözlerini net bir şekilde gördü. “Sevdiğim adam benim yüzümden ölecek!” İşte bu duymayı beklediği bir şey değildi. Darcey hafifçe uzaklaşarak kapıyı kapattı. Bu odanın dışındakileri ne kadar oyalardı bilemiyordu, ama idare etmesini umuyordu. Melek ise ayağa kalkmış ve Mei-hua’yı da kaldırmıştı. Onu demin oturduğu koltuğa oturttu. Genç kız karşı çıkmamıştı. Anlatmaya devam etti. “Zhang Shou-ren’le aynı okula gidiyorduk. Her zaman kibar ve arkadaşça davranmıştı. Ailelerimizin düşman olmasını, babamın yaptığı işleri umursamıyordu. Ona o kadar kısa sürede âşık olmuştum ki!” Hatıralarıyla bir an gülümsedi. “Bunu uzun süre sakladık ama babam öğrendi. Elbette karşı çıktı, evden çıkmamı 280


Hançer-II

dahi yasakladı. Ancak vazgeçtiğimi söylersem, cezam kalkacaktı. Yalan söyledim ve onu görmeye devam ettim. Birlikte olabilmemizin tek yolu vardı, o da babamın gücünü kaybetmesi…” Sesi kısıldı ve bir fısıltıya dönüştü. “Babama ihanet ettim. Geçen yıl girdiği ihaleyi kazanmak için bir kişiyi öldürmüştü. O ihalede hile yaptığını ve öldürdüğü kişiyle ilgili konuşmalarını çalıp Shou’ya verdim. Ama bu onun ölmesine neden olacak!” Mei-hua yüzünü ellerine gömerek ağlamaya başladı. Tanrım, dedi içinden Melek, bu kız neler yaşamıştı. Ona sarıldı. “Şş… Ölmeyecek-” Mei-hua hırsla Melek’i itti. “Hançer onu öldürmeye gitmişken mi? Onu biliyorum, duydum. Daha iki yaşındaydım. Hatırlamıyorum. Ama, o adam bir şeyi yapmaktan çekinmez.” “Onu abinin ölümünden sorumlu tutuyor musun?” Melek bunu öğrenmek zorundaydı. Genç kız bir an anlamamış gibi, kaşlarını çatmıştı. Bağlantısını kuramamış olsa da, mırıldandı. “Abim tam bir aptalmış, insanların konuşmalarından biliyorum. Onun peşinden gitmemesi gerekiyormuş ama kimseyi dinlememiş. Gizlice kaçmış. O gün yaşananların bir kaza olduğunu, babamın adamları da söylemişti.” “Senden çok fazla şey istediğimi biliyorum ama bekle. Shou-ren ölmeyecek, bundan eminim.” “Bu nasıl olabilir? Neden böyle bir şey söylüyorsun?” Melek çaresizce Darcey’e baktı. Kuzeninin kendisine katılmadığını biliyordu ama bir şey söylemesini, yapmasını umuyordu. Güçlü olabilmek için ona ihtiyacı vardı. Darcey bir an kararsız kalsa da, uzanarak, elini Meihua’nın omzuna koydu. “Üzülme diyemem, yine de bekle. Daha ölmedi.” Darcey bununla kendisini açığa çıkardığının farkındaydı ama kızın rol yaptığını sanmıyordu. 281


Ezgi Bağcı

İşi çok da zor olmayacaktı. Kameraların görüş açısı sınırlıydı. Arka bahçede üç tane koruma vardı. Sadece sessiz olması gerekiyordu. Yerini değiştirerek kör noktaya geçti ve eğilerek duvar boyunca ilerledi. Duvardaki tümseğe tırmanıp, bahçeye girdi. Duvarın yüksek olmaması avantajınaydı. Bahçedeki hareketi hissedince ağacın dallarının altına doğru geriledi. Gölgeler adamı sarmıştı. Çömeldi ve ağacın gövdesine dayandı. Bir adam kapının önündeydi, bir diğeri içeri girmişti. Bir tanesi ise bahçede turluyordu. Adam kapının görüş alanından çıkıp, o tarafa gelince yerinden fırladı. Adamı boynundan yakaladı ve ağzını eliyle kapatarak sesini boğdu. Elinde tuttuğu silahın arkasıyla adamın başına vurduktan sonra ağacın altına çekti. Baygınlığı, umuyordu ki, işini halledene kadar sürecekti. Diğer adama ulaşması on saniyesini almıştı. Fark etmesine fırsat vermeden, yere düşürdü. Kameranın göremeyeceği kör bir noktaya çekti. İki gün boyunca evi gözlemişti. Zhang’lar, baba ve oğul yaşıyordu. Zhang karısını uzun zaman önce kaybetmişti. Topladığı bilgilere göre, hayatında tek değer verdiği kişi, oğluydu. Zhang Shou-ren de babası kadar, iş dünyasında ve siyasette aktifti. İlginç olan tarafsa, bir zamanlar Lee Meihua ile ilişkisi olmasıydı. Hançer, haini bulduğunu düşünmüştü. Silahı beline soktu. Gerekmedikçe kullanmayı düşünmüyordu. Kapıyı zorlamadan açtıktan sonra içeri girdi. Ev sessizdi. Villada iki kanat vardı. Sol kanat genç Zhang’a aitti ve geç saatlere kadar çalışmayı seviyordu. Harekete geçmeden önce çalışma odasında olduğundan emin olmuştu. Belgeleri de oraya sakladığını düşünüyordu. İlk kata çıktıktan sonra arka merdivenlere yönel282


Hançer-II

di. Anladığı kadarıyla hizmetçiler daha çok bu merdiveni kullanıyorlardı. İlk merdivenleri tırmanınca genç bir hizmetçiyle karşılaşmıştı. Zarar vermek istemese de, atılıp şaşkınlığıyla çığlık atamadan önce ağzını kapattı. Belinin yan tarafına geçirdiği yumrukla kız bilincini kaybetmişti. Basamaklara bırakıp, başını korkuluklara yasladıktan sonra ilerlemeye devam etti. Sol kanat, uzun bir koridora açılan dört odadan oluşuyordu. Bu odalardan en sonuncusu ise Shou-ren’in çalışma odasıydı. Botları halının kapladığı zeminde ses çıkarmıyordu. Nefesinin sesi ise yarım bir maskede boğuluyordu. Koridoru hızla geçti ve kapının eşiğine gelerek bekledi. İçeriden konuşma sesleri geliyordu. Ayak seslerinin kapıya yaklaştığını duyunca, diğer odaya girdi. Tetikte olan adamın eli, silahın kabzasını kavramıştı. Başını çevirerek aralıktan dışarı çıkanları izledi. Genç ve uzun boylu olan Zhang Shou-ren’di. Diğeri ise yardımcısıydı. Yardımcı kendisine söylenen şeyi araştıracağını söyleyerek uzaklaşmıştı. Shou-ren iki parmağıyla alnına masaj yapmış sonra tekrar çalışma odasına girmişti. Hançer onun kapıyı kapatmasına izin vermedi. Bir gölge misali, odaya girerken, adamı boynundan yakaladı ve silahı şakağına bastırmıştı. “Sesini çıkarma çocuk, son nefesinin olmasını istemiyorum.” Yakaladığı adamın nefesinin kesik kesik olduğunu duyabiliyordu. Kalp atışları hızlanmıştı. “İlerle!” diyerek öne doğru itti. Masanın yanındaki sandalyeyi çekti ve oturmasını sağladı. Onun güvenliği çağırabileceği şeylere yakın durmasını istemiyordu. Bu gece işler, karışmamalı; her şey temiz olmalıydı. Silahın sadece açısını değiştirerek karşısında geçti. Gözleri doğrudan karşısındakininkine bakıyordu. Shou-ren de korku görmeyince takdir etti. Namlunun karşısında duran çok az insanda cesaret olurdu. 283


Ezgi Bağcı

“Lee Huan’la ilgili belgeler nerede?” “Seni Lee Huan mı gönderdi?” Başını iki yana salladı. “Bu önemli değil. O belgeler sandığından daha fazla soruna yol açacak!” “Bu önemli değil! O adamın şeytanlığını ortaya çıkaracağım. Onun yüzünden çok fazla insan acı çekti.” Konuşurken dişlerini sıkmıştı. Acı çeken insanlardan birinin de o olduğu belliydi. Hançer ona doğru eğildi. Yüz yüze gelmişlerdi. “Ama bu durumda en sevdiğin en acı çeken olacak.” Shou-ren’in gözlerinin büyüdüğünü görünce doğru yerden yakaladığını anlamıştı. “Hainin Mei-hua olduğunu öğrenince, kızı olması umurunda olmayacaktır. Lee Huan’ı benden daha iyi tanıyorsun.” Genç adamın rengi beyazlamıştı. “Söyle çocuk! Belgeler nerede?” “Sen kimsin? Neden umurundaymış gibi davranıyorsun?” “Kim olduğum önemli değil. Umurumda. Söz verdim.” Shou-ren gözlerini çekmedi. Namlunun onu takip etmesine aldırmadan ayağa kalkmıştı. “Lee Huan, neden senin gibi birini gönderdi? Sorgusuz itaat ister.” Zekiydi. Zeki olması, onun şimdiye kadar ki adımlarını dikkatli atmasını sağlamış olmalıydı. “İntikam istiyor. Senin ölümün benim üzerime kalacak.” Ölüm herkesi korkuturdu. En cesurunu bile… “Beni öldürecek misin? Lee Huan’ın belgeleri istemekle yetinmeyeceğini bilmeliydim.” “Söyle çocuk. Sadece oyalıyorsun. İkimizin buradan sağ çıkması sana bağlı!” Onun hareket etmesini sağlayan ne olmuştu, Hançer bilmiyordu. Fakat masaya doğru ilerleyerek ikinci çekmeceyi açtı ve koyu renk bir dosyayı aldı. Ona uzatmadan önce sormuştu. “Mei-hua’yı koruyacak mısın?” Bu bir güven istemiy284


Hançer-II

di ve hiçbir kurbanı şimdiye kadar ondan böyle bir şey istememişti. “Onu koruyacağım.” Bunu yapacaktı. Haini açık etmeye niyeti yoktu. Bir yolunu bulacaktı. Genç dosyayı uzattı. Hançer dosyayı alır almaz öne hamle yapmıştı. Diğer kolunun manşet içine sakladığı bıçağı çıkarıp karnına sapladı. Shou-ren sesini çıkaramadan kalmıştı. Onu yere düşmeden hemen önce yakaladı. “Üç gün ortalıkta görünme. Herkesin seni ölü bilmesini sağla.” Bıçağı çekince, genç çocuk inleyerek yere düştü. Acıdan dolayı bilincini kaybetmişti. Bir an zemine yayılan ve ayakkabılarının ucuna kadar gelen kana baktıktan sonra, pencereye çıktı. Kapıdan çıkışının, girişi kadar kolay olmayacağını biliyordu. Aşağıdan gelen bağırışlara bakılırsa, eve birinin girdiği keşfedilmişti. Camı açtı. Kışın rüzgarı yüzüne vurdu. Adamlar koşarak içeri giriyordu. Pencereyi bir duvar gibi kapatan ağacın kalın dalına atladı. Birkaç dal sonra ise zemine inmişti. Bahçeden çıkıp da arabaya ulaşana kadar üç dakikası vardı. Silahını avucunda sabitledi. Yara almadan çıkması kolay olmayacaktı. Bahçede hâlâ dört kişi vardı. Gövdesine doğru bir an saklandı. Sonra koştu. Panter gibi hareket etmesi öğretilmişti. Tüm bunlar bir alışkanlıktan öte bedeninin refleksi haline gelmişti. İlk adamı ölümcül olmayacak şekilde yaraladı ama bu fark edilmesine neden oldu. Kurşun sesleri geceyi doldurdu. Karşılık verdi, ikisinin düşmesini sağladı ama üçüncüsünün ateşinden kurtulamamıştı. Arabaya ulaştığında, nefesleri göğsünü yakıyordu. Kapıyı açtıktan sonra, bedenini içeri attı. Alt bacağına ve kollarına kurşun isabet etmemişti. Arabayı çalıştırdı ve gaza bastı. Arabayı kullanacak uzuvları sağlam olsa da, karnına isabet eden kurşunlar bedeninin seğirmesine neden oluyordu. Yaklaşık beş sokak geçip de takip 285


Ezgi Bağcı

edilmediğinden emin olduktan sonra, arabayı döndürdü. Şu an gidemezdi. İlk önce toparlanmalıydı. Bunun olacağını tahmin etmişti, ama onun karşısına böyle çıkamazdı. Kiraladığı eve geldiğinde, bilincinin onu terk etmek üzere olduğunu hissetti. Kapıyı açıp içeri girdi ve sarsılarak tuvalete ilerledi. Fakat gücü tükenmişti. Lavaboya yaslanarak destek aldı. Dolabı açarak ilk yardım malzemelerini aldı ve geri geri giderek duvara dayandı. Koca bedeni, ipleri kopmuş gibi kaydı, zemine oturdu. Shouran’ı yaraladığı bıçağı çıkartarak tişörtü kesti. İki kurşun alt bölgesine isabet etmişti, kurşungeçirmez yeleği giymemiş olsaydı, ciddi hasarlar verirdi. Kurşunların denk geldiği bölgede büyük morluklar vardı. Bacağının üst tarafında, kasığına yakın bir bölgede hissettiği acıyla inledi. Anlaşılan şok hali geçince acı dönmüştü. Başını eğdiğinde pantolonunun yırtıldığını ve kanın sızarak zemine damladığını gördü. Kurşun sıyırmıştı. Sersemliğine neden olan yarayı bulmuştu. Yarayı temizleyip, pansuman yaptıktan sonra tişörtünden parçalar yırtarak sardı. Bu şimdilik idare ederdi. Başını duvara dayadı ve nefeslerini kontrol etmeye çalıştı. İlk defa bir yere dönmeyi istemişti. İlk defa ölümü ve kaybı düşünmüştü. Bu garip bir şekilde canını yakıyordu. Gözlerini kapattı. Genç kadının yüzü karanlığın içinde belirdi. İlk defa birini hatırlamaya çalışıyordu. Yaşamak için sebep… Bu daha önce çok defa duyduğu ama geçip gittiği bir sözdü. Artık bu sözün gücünü çok iyi biliyordu.

Genç kadın göğsünü tutarak yataktan kalktı. Canı acıyor, göğsü yanıyordu. Kabus görmüştü ama ne gördüğünü hatırlamıyordu. Tek bildiği bir şeyler olduğuy286


Hançer-II

du. Melek, gözlerinden ne zaman akmaya başladığını anlamadığı yaşları sildi. Ona bir şey olmuştu ama ulaşabilecek aracı, gücü yoktu. Yüzünü dizlerine gömdü ve sadece kendisinin duyabileceği şekilde fısıldadı. “Tanrım, ne olur bana geri dönsün.”

287


XVIII Melek onu gördüğünde yüreğindeki tüm ağırlığın kalktığını söyleyebilirdi. Dün geceden beri ömründen ömür gitmişti. Bilmemek, hatırlamamaktan daha çok delirtmişti onu… Yüreği uçup ona konarken, koşup sarılmak istiyordu. Hele onun bakışları kendisinin üzerindeyken. Öyle dikkatli bakıyordu ki, genç kadın titredi. Sanki orada olduğundan emin olmak istiyordu. Gözlerini ondan çekerek, masadaki diğerlerini dolaştı. Lee Huan’a bakmıştı en son, Melek de gözlerini bu adama çevirdi. Lee Huan gülümsüyordu. “Bu kadar çabuk dönmeni beklemiyordum. Ama Hançer’den beklendiği gibi değil mi?” Melek dişlerini sıktı. Bu adamdan nefret ediyordu. Bu evden bir an önce gitmek istiyordu. Duvarlar, gizli bir hapishane gibi gelmişti. Kuzeninin varlığına rağmen… Şimdi Marco’yla nefes aldığını hissediyordu. “Sanırım, çalışma odasında konuşmak istersin.” Peçetesini bırakarak yerinden kalkmıştı. “Belki Bay Kelly de bize eşlik eder. Bayanlar, siz kahvaltınıza devam edebilirsiniz…” Melek endişeyle, odadan ayrılan adamın arkasından baktı. Korkuyordu. O kadar çok korkuyordu ki nefesi kesiliyordu. Elinin üzerinde bir sıcaklık hissedince başını çevirdi. Mei-hua kendi korkusundan daha öte bir 288


Hançer-II

korkuyla aynı kapıya bakıyordu. Bir korku iki kadının içinde böylesine büyüyebilir miydi? Bunların ötesine geçilemez miydi? Onun tutuşuna, genç kızın elini sıkarak karşılık verdi. Umut, duyguların düğümlerini her zaman çözerdi. Onlar geri geldiklerinde, kahvaltıyı bitirmişlerdi. Melek; Darcey ve Mei-hua ile birlikte bahçeye çıkmıştı. Bahçenin bir köşesi, cam duvarlarla kapatılmış ve kış bahçesi haline getirilmişti. Darcey dün genç kızı iyice sorgulamıştı. Ona güvenebileceğini düşündükten sonra neler yapacaklarına dair konuşmuşlardı. Melek de, Darcey gibi düşünüyordu. Mei-hua’yı korumak istiyordu. Eğer kızın yaptıkları ve yaşadıkları ortaya çıkarsa, hiç de hoş şeyler olmayacaktı. Marco’nun Lee Huan’a ne anlattığını merak ediyordu. Ve neler yaptığını… İki gündür onu görmemiş olmak nasıl da derin bir boşluk oluşturmuştu içinde. Tanımlayamıyordu. Anlatamıyordu. Ağzından bir çift laf çıkmıyordu, çünkü konuşabilecek kadar güçlü hissetmiyordu. Öldürmemişti. Buna inanıyordu. Ama bunu Lee Huan’a söylemeyecekti. Peki, ne olmuştu? Yüzünün solgunluğunu seçebiliyordu. Kesin, ona bir şey olmuştu. Soğumuş olduğunu fark etmediği çaya uzandı ama elleri öyle titriyordu ki, fincanı tutamamıştı. Çayı içmekten vazgeçti. Mei-hua’ya baktığında genç kızın bembeyaz olduğunu gördü. Uzanarak elini tuttu. Ama ne söyleyeceğini bilemedi. Kelimeler solup gitmişti sanki. Kız yere bakıyordu. Darcey’nin sesini duydu. “Kahretsin! Hiçbir şey bilmemekten nefret ediyorum.” Mei-hua bunun üzerine başını kaldırmıştı. Meihua Darcey’nin olaya dâhil olmasını ilk başta yadırgamış olsa da sonradan sorgulamamıştı. Kim olduğunu da sormamıştı. Melek onun ince noktaları bilmese de bağlantı kurabilmiş olduğunu düşünüyordu. 289


Ezgi Bağcı

“Ben de öyle,” diyen Mei’nin sesi kuru bir fısıltı halinde çıkmıştı. Konuşmaya devam etmedi. Daha doğrusu buna fırsat bulamadı. Melek üç adamın dışarı çıktığını gördüğünde yerinde dikleşti. Lee Huan’ın keyifli sesini duysa da, genç kadının bakışları tek bir kişinin üzerindeydi. “Aydınlık bir gün değil mi bayanlar, özellikle bir şeyler yolunda giderken! Bayan Deniz burada sıkılmadığınızı umuyorum.” Melek istemeyerek gözlerini Hançer’den çekti. “Oldukça ilginç geçen iki gündü.” Ama bu ilginçliğin açısını söylemedi. Karanlığı ve korkuları kelimelerin arasında gizlenmişti. Lee Huan onun cesaretini görünce güldü. “Buna sevindim. Sizi birkaç gün daha misafirim yapmak istiyorum.” “Zahmet vermeyeceksek!” Onun sözünün bitiminden hemen sonra Marco araya girmişti. “Dinlenmek istiyorum,” dedi ve elini Melek’e uzattı. Genç kadın içindeki telaşın soğuk sularla akıp gittiğini hissetti. Ayağa kalktı. “İzninizle,” diyerek Lee Huan’a baktı, sonra Marco’nun yanına gitti. Bir saniye sonra arkasına baktı. Güven vermesi gereken biri vardı. “Mei-hua, lise anılarınızı biraz daha dinlemek istiyorum. Benimle bir kahve içersiniz umarım.” Genç kızın gözleri bu sözlerle parlamıştı. “Elbette. Memnuniyet duyarım.” Melek gülümsedi. Ne olacağını bilmiyordu ama hiçbiri şu an, saniyelik rahatlamalardan daha fazlasını elde edemiyordu. Elini Marco’nun elinin içine bıraktı. Tutuşu sıkıydı. Orada. Bu sefer gitmedi. Uzak kalmadı. Geri döndü. İyi… İyi olacak. İyi olmak zorunda… Daha fazla kaybedemem. 290


Hançer-II

Daha fazla kaybetmeyeceğim. Orada olduğundan emin olacağım. Bu eli bırakmayacağım. Odaya girdikleri anda genç adam ona sarılmıştı. Onun sıcaklığının kendi bedenine yayılışını hissetti Melek. Titredi, daha sıkı sarıldı. Sözlerini tekrarladı. Oradaydı ya, daha fazlasını istemiyordu. Hep öyle kalmalılardı. Geri çekildi ve iki eliyle yüzünü tuttu. Telaşla kaşlarını çattı. “Sen yanıyorsun. Neyin var?” “İyiyim.” “Hayır, hayır… Cayır cayır yanıyorsun. Neren iyi?” Türkçeye dönüş yaptığını fark etmemişti bile. Adamın elinden sertçe çekti ve yatağa oturmasını sağladı. “Neyin var?” Marco ona baktı. Melek, yeşillerinin tebessüm ettiğini gördü. İnsan bu kadar ateşi varken, nasıl böyle dik durabilirdi, rahat olabilirdi. “Ufak bir yara sadece.” İki elini ağzına kapattı. “Ne yarası?” Gözlerinin dolmasını engelleyemedi. Marco onun ellerini tutmuş ve indirmişti. Kendisine doğru çekerek oturmasını sağladı. “İyi olacağım. Sakin ol.” Gözlerini yakaladı. Öylece kaldılar. Zamanı durdurmuşlardı. Melek onun yoğun bakışlarından kaçmak, biraz da kendisini iyi hissetmek için uzanarak, başını onun göğsüne bıraktı. Kalbinin atışları belli belirsiz, duyuşundaydı. “Nasıl sakin olabilirim? Artık sabrım kalmadı ki?” Gömleğini yumruğunda sıktı. Genç adam bunu cevaplamamıştı ama Melek bir saniye sonra, saçlarının okşandığını hissetti. Ürperdi. “Ne yaptın?” Bunu sormaktan çekinmişti ama sorması gerekiyordu. Başını kaldırarak ona baktı. Onu yaralamak istemiyordu. Genç adam cebinden telefonunu çıkarmış ve olanları yazmıştı. Genç kadın o an dinlendiklerini anladı. Melek birkaç cümlede anlatılan olayları okudu, onun ayrıntıları yazmamış olmasına memnundu. Bilmek iste291


Ezgi Bağcı

diğini sanmıyordu. Belgeleri almıştı, Shou-ren’i öldürmemişti. Sadece yaralamıştı. “Yani her şey yolunda…” Marco uzanarak onun yanağına dokundu. “Öyle olacak. Yapmam gereken bir şey daha var.” “O ne?” “Haini bulmam…” Nefesinin kesildiğini hissetti. Başını hızla iki yana salladı. Dudaklarını açıp bir şey söyleyecekti ki, Marco onun ağzını kapatmıştı. Telefonu işaret etti. Melek Mei-hua’dan öğrendiklerini yazdı. Onun bilmesini istiyordu. Haini korumalılardı. Kim olduğunu biliyorum. Onu koruyacağım. İşte o andan sonra Melek kendisini tutamadı. Yüzünü onun göğsüne gömerek, tükenircesine ağlamaya başladı.

“Yani yaşıyor öyle mi?” Mei’nin gözleri dolmuştu. Melek onun sevincini bastırmak istemiyordu ama parmaklarından birini dudaklarına götürdü ve biraz sessiz olmasını işaret etti. “Evet, fakat yaralı… Şimdilik sakin olmalısın. Her şey bittikten sonra onu görebileceğini düşünüyorum.” Melek, Darcey’e baktığında onun düşünceli durduğunu gördü. Duydukları üzerine kafa yoruyor olmalıydı. “Tam olarak bitecek olan ne onu anlamıyorum.” “Babandan alacağımız bir cevap var. Onun için buradayız. Bir tek baban biliyor.” Bu olay yaşanalı bir saat kadar oluyordu. Melek o cevabı bekliyordu. Herkes salondaydı ve kesik sohbetlerle ilerleyen bir ortam vardı. Genç kadın Marco’nun yanında oturmuş ve elini sıkıca kavramıştı. “Bayan Deniz? Neden bu kadar gerginsiniz?” Melek Lee Huan’a baktı. Bu adam niye bu kadar üzerine geliyordu? Darcey araya girmişti. 292


Hançer-II

“Şeker, sevgilisine kavuştu. Üzerine gitmeyin, Bay Lee.” Kıkırdamış ve Rafael’e sarılmıştı. Melek minnettar gözlerle ona baktı. Lee Huan ise kaşlarını çattı ama çalan telefonu bir şey söylemesine fırsat bırakmadı. O telefonu açtığında, Melek midesinin düğümlendiğini hissetti. Bilmiyordu ama gelen bu telefon hayra olmayacaktı. Birkaç saniye sonra Lee Huan telefonu indirmişti. Melek onun yüzündeki ifadenin sertleştiğini gördü. Yaşlı adamın gözleri doğrudan Marco’yu bulmuştu. “Anlaşılan bir problemimiz var. Birileri bizi kandıracağını düşünmüş.” Melek o anda içeri giren onca adamın nedenini anlamıştı. Aynı anda silahlar çekilmişti. Silahlar üzerlerine dönmüşken; Marco bir adım atarak genç kadını arkasına aldı. Melek onun ceketine tutundu. Böyle olmaması gerekmiyor muydu? Hatanın nerede olduğunu merak ediyordu. Gözleri, Darcey’i buldu. Kuzeni de en az kendisi kadar sarsılmış gibiydi. Ya da rol yapıyordu, bilmiyordu Melek. “Ne yapıyorsun Lee Huan?” “Beni kandıracağını mı düşündün gerçekten? Ortaya çıkmayacağını? Aslında son adımını oğlumu öldürdüğünde atmıştın.” Marco elindeki silahı doğrultmuştu ama adamların sayısını görünce indirdi. “Bu odadakilerin ilgisi yok. İşin benimle.” “Hayır hayır. Sevgilini karıştırmayı özellikle isterim. Onları aşağı indirin.” Melek adamların üzerlerine geldiğini görünce, Marco’ya daha çok tutundu. Ama bu tutuşu, zorlu bir çekişle sona erdirilmişti. Adamın itişiyle sendeleyerek yürümek zorunda kaldı. Marco’nun öfkeli yüzünü görmüş, Darcey ve Rafael’in bir şeyler söylediğini duymuş ama anlamamıştı. Adam onun neredeyse düşmesine neden olarak merdivenleri indirdi. Geldikleri yer geniş bir garajdı ama içeride araba yoktu. Adam onu duvar kenarına götürmüş ve bileklerini bağlamıştı. 293


Ezgi Bağcı

Genç kadın gözlerini kapattı ve nefes almaya çalıştı. Geçmişin üzerine kara bulutlar misali çöktüğünü hissetti. Hayır, hayır… Şimdi değil. Nefes al, Melek. Nefes al… Adam omuzlarından bastırmış ve oturması için zorlamıştı. Melek tepedeki ışığın loşluğunda, Marco’ya da zorlukla merdivenlerin indirildiğini gördü. Fakat onu Melek’in yanına getirmediler. Garajın tam ortasına koydukları tahta bir sandalyeye oturtarak bağladılar. Ona ne yapacaklardı? Hayır diye düşündü. Yaralıydı. Olmazdı. Lee Huan’ın adamları, Marco’nun etrafını duvar gibi çevirmişlerdi. Lee Huan ise onu oturttukları sandalyenin tam karşısına geçmişti. “Bu oyun ne işine yaradı? Benim elime koz vermemek için uğraşmıyor muydun? Senden intikam almamı kolaylaştırdın. Zhang’ı öldürsen her şey senin yararına olacaktı. Şimdi sadece sen değil, meleğin de zarar görecek.” Marco gözlerini doğrudan ona diktiğinde Lee Huan, bu adamın tüm zayıflıklarında dahi ölümcül bir yanı olduğunu düşündü. Hiç kimsenin yapamadığı kadar onu ürkütüyordu. Elleri bağlı olmasına rağmen, duruşunu değiştirmemişti. “Ona bir şey olursa seni öldürürüm.” Lee Huan güldü. “Gerçekten bunu söyleyebilecek konumda mısın?” “Neler yapacağımı bilmiyorsun Lee Huan.” Hiçbir şey yapamayacağını düşündü. Sandalyede arkasına yaslandı ve kollarını kavuşturdu. Avantaj açık ara farkla kendisindeydi. “Boş konuşuyorsun. Her zaman öyle yapıyorsun.” Adamlarından birine işaret etti. İri yarı adam gelip, Marco’nun suratına çenesinin kırılacağı sert bir yumruk indirmişti. “Evet, hani yapacakların?” Sözün bitimiyle, genç adamın suratına bir yumruk daha indi. Adamların kahkahalarına, Melek’in çığlığı karışmıştı. “Seni böyle görmek muhteşem… Ama bu 294


Hançer-II

oğlumun acısını karşılamıyor,” dedi Lee Huan, sesi öfke doluydu. Konuşma, merdivenleri inen bir adımlarla bölündü. Melek başını kaldırdığında, bulanık görüşünün ardından önde inen Rafael’i ve tanımadığı bir adamı zorlukla seçti. Akmayan yaşlar gözlerini yakıyordu. Lee Huan onları görünce ayağa kalktı. “Bay Kelly, bir problem mi var?” Rafael sıkılmış gibi bir görüntü çiziyordu. Melek onun bu rahatlığının altında planların olduğunu umuyordu. Öne doğru eğilmiş olmak ve arkadan bağlı bilekleri canını yakıyordu ama bundan öte canını yakan, izledikleriydi. “Sadece elime geçen bir belge hakkında konuşmak istemiştim, Bay Lee. İşinizi bölmek gibi bir niyetim yok, ama benim de canım sıkıldı.” İlerlemiş ve Marco’nun sandalyesinin yanında durmuştu. Elindeki kâğıdı kaldırdı. “Belki bu çift taraflı görüşmeyi açıklarsınız. Bağlılığınızın istihbarata olduğunu sanıyordum.” Lee Huan, Rafael’in o belgeyi nasıl eline geçirmiş olduğunu bilmiyordu. Bunun sebebi haindi. Belgeyi vermiş olmalıydı. Bu her şeyini kaybetmesine neden olacaktı. Gözlerini kıstı. “Bir belge kanıt olamaz.” “Fakat araştırılabilir.” “Öyleyse, sahte olup olmadığını belgeyi getiren kişiye soralım. Hançer’e…” Melek Lee Huan’ın gözlerinde gördüklerinden hoşlanmamıştı. Adamın bakışları buz gibiydi. Duygudan yoksundu. “Konuşmayacak mısın? Bu belge sahte değil mi?” Silahını kaldırdı ve ateş etti. Melek haykırışını tutmamıştı bile, ağlayarak onun ismini sayıkladı. Kurşun Marco’nun kolunun üst tarafına isabet etmişti. Koyu renk kan, yere damlıyordu. Marco acıyı bastırmak için dişlerini sıkmıştı. “Güçlüsün. Ama belki seni tehdit etmeliyiz. Alberto’yu hatırlıyor musun?” Genç adam gözlerini, ismi söylenen adama kaldırdı. Evet, onu hatırlıyordu. Büyüdüğü her dakika 295


Ezgi Bağcı

oradaydı. Kaptan’ın bir numaralı adamlarından biriydi. “Alberto, onun zayıf noktasını yakalamaya ne dersin?” “Hançer’in zayıf noktası mı? İşte bunu göreceğiz.” Marco’nun “Kaptan seni kullanıyor,” dediğini duydu. “Böyle devam edersen öleceksin, Lee Huan.” Ama o tarafa bakmıyordu artık Melek. Titreyerek, birkaç saniye içinde, başına dayanmış silahı izliyordu. Namlu tam gözlerinin hizasındaydı. Ama onu bundan çok ürküten silahı tutan, Alberto adındaki adamdı. Koyu bakışları tereddütsüzdü. Kendisine söyleneni yapacak gibiydi. Lee Huan’ın konuştuğunu duydu. “Kaptan’ı çok iyi tanıdığını mı sanıyorsun? Senin ölmeni istemese neden bana yollasın?” Hançer’in yüzünde hiçbir ifade yoktu ama gölgelenmişti. Gölgelerde ölüm oynaşıyordu. “Onun tek isteği, piyonlarıyla oynamak. Kozları hiçbir zaman sana vermedi.” İşte o andan itibaren durum değişti. Hançer yerinden fırladı, karşısındaki ilk adamın üzerine atladı. Rafael aynı şeyi tam tersi yönde yapmıştı. Silahlar ateşlendi. Melek, gözlerini kapatırken, çığlık attı. Rafael, belinden çıkardığı silahıyla önündeki adamı vurdu, fakat ateşlenen silahlardan çıkan kurşunların kolunu bulduğunu hissetti. Dişlerini sıktı. Şimdi değildi. Zıpladı, tekmesi önüne atılan adamın kafasına geldi. Silahı merdivenlerin oradakilere doğrulttu fakat iki adam da sırtlarından isabet eden mermilerle devrilmişlerdi. Rafael gözlerini kaldırdığında, basamaklarda duran ve güçlü bir kartal misali avını devirmiş bir ifadeyle bakan Darcey’le karşılaştı. Mei-hua hemen Darcey’nin arkasında duruyordu ve korkuyla genç kadının sırtına sinmişti. Görüntüye alışık olmadığı bakışlarından anlaşılabiliyordu. Marco adamın saldırısını savuşturdu ve tekmesini karnına geçirdi. Silahını hızla elinden alırken, döndü ve ateşledi. Yuvasından ayrılan üç mermi, iki adamı yere 296


Hançer-II

devirmişti. Kolundaki darbeyi hissetti. Fakat o bunu durduracak bir şey değildi. Silahını doğrultup, sağındaki adamı vurdu. En sona kalan adamın, Lee Huan’ın yakasını kavradı. Bıçağı boynunda, onu tek hamlede öldürecek bir açıyla tuttu. “Şimdi nasıl kurtulacaksın Lee Huan? Ölümün yakın olmadığını mı düşünmüştün?” Sesi renksizdi ve ölümü vadediyordu. “Söyle, silahı indirsin.” Lee Huan, Albeto’ya başıyla işaret etti. Onun silahı indirmesiyle Marco da bıçağını çekti. Lee Huan geriye çekildi ve bağırdı. Onun bağırışıyla garaj kapısı açılmış ve adamlar içeriye doluşmaya başlamıştı. Fakat o andan itibaren olanlar karmaşaya dönüşmüştü. Gelenler sadece Lee Huan’ın adamları değildi, olayların haberini alan istihbarat evin etrafına önceden konumlanmıştı. Şimdi ise her tarafta kurşun uçuşuyordu. Melek, başını eğerek saklanmaya çalıştı; Alberto adındaki adam ise kendisini siper edercesine üzerine kapanmıştı. Lee Huan, eline geçirdiği silahı Hançer’e kaldırdı. Kaybedeceği hiçbir şey kalmamıştı. Onu öldürecekti. Bu dünyadan gidecekse, onun da kendisiyle geldiğinden emin olacaktı. Fakat düşüncelerini eyleme dökmeye fırsat bulamadı. Göğsünün üzerine isabet eden kurşunla dondu. Ateş edilen yöne baktığında ummadığı bir şeyle karşılaştı. Mei-hua, saf bir öfkeyle ona bakıyordu. Kızının adını söyleyerek yere düştü. Darcey Mei-hua’nın yaptığı şeye inanamıyordu. Silahı onun elinden aldı ve genç kızı geriye doğru çekti. Kurşunlardan uzak durmalıydı. Kız şoka girmiş gibi görünüyordu. “Mei,” diyerek sarstı ama tepki alamamıştı. Kahretsin, her şey birbirine girmişti. Rafael’in yerini kestirmek için gözleri etrafı taradı. Oradaydı. Bir adamın elinden silahı almaya çalışıyordu. Ona seslenmek için dudaklarını araladı. Bu gürültüde duyacağından emin 297


Ezgi Bağcı

olmasa da şansını denemek istiyordu. Buradan gitmeleri gerekiyordu. Fakat zaman durdu. Rafael, ardı ardına isabet eden kurşunlarla ilk önce ayakta sarsılmış, sonra düşmüştü. Darcey korkuluklara tutundu. Haykırdı ama onun sesini duyan bir kişi bile yoktu. Melek, Alberto’nun gözlerine baktı. Silahını indirmiş, o karmaşada Marco yanlarına gelmeden hemen önce, genç kadının belki de hiçbir zaman unutamayacağı şeyleri söylemişti. “Kaptan senin ölmeni istemiyor Elizabeth MacKenzie.” Kaptanın saklandığı yeri söylediğinde gözleri büyüdü. Gitmeden önce eklemişti. “Hançer’e, bunların olmasını, hiçbir zaman istemediğimi söyle. Şimdi olduğu kişiyi bırakmasın.” Melek, bedenini kavrayan adamın kaldırışıyla ona tutundu. Gözlerini kaldırdığında bir akşam misali koyulaşmış yeşillerle karşılaştı. “Buradan çıkıyoruz.”

298


XIX Melek, genç adamın sarılmış olan koluna baktı. Doktor, sol kolunu işlevini yüzde yetmiş yitirdiğini söylemişti. Genç kadın adamın tepki vermemiş olmasından nefret ediyordu. Uçaktan inmişlerdi ve Alvino’yla buluşmaya gidiyorlardı. İki gündür Marco’nun ağzından tek kelime çıkmamıştı. Yumruklarını sıktı. Ağlamak istiyordu ama ağlayacak gücü yoktu, gözyaşı kalmamıştı. Darcey’den haber alamamıştı. Kuzeninin ne yaptığını bilmiyordu bile, o karmaşanın içinde kalmıştı. Gitmek istemişti ama Marco izin vermemişti. Bağırmış, haykırmış ama bunlar boşa bir çaba olarak kalmıştı. Karşısında demirden bir duvar vardı çünkü. Sonra da geçmiş karşısına, onun için ağlamıştı. Delirecek noktaya gelmişti. Devam etmek istememişti. Geride bırakmasını söylemişti, ama Marco bunu da yapmamıştı. Mei-hua ise Tayvan’da kalacağını söylemişti. Shouren’i bekleyecekti. Genç kızın nasıl bir ruh halinde olduğunu bilmiyordu. Babasını vurmuştu. Ona ne olacaktı acaba? Yan gözle Marco’ya baktı. Peki, onlara ne olacaktı? “Şimdi ne yapacağız?” Taksi şoförü yüzünden soruyu ayrıntılı soramamıştı. “Kaptan’ı görmeye gidiyoruz.” Bunu biliyordu. İste299


Ezgi Bağcı

diği cevap bu değildi ki! Taksi şoförü onları şehir merkezine getirmişti. Melek, Alvino’nun onları beklediğini gördü. Arabaya dayanmıştı. Üzerinde siyah bir kaban vardı. Onların gelişini görünce, olduğu yerde dikleşmişti. “Kendini yaralamayı başardın sonunda.” Alvino yanlarına geldi ve Marco’nun koluna baktı. “Gerçekten, kendini bu kadar zorlamak zorunda değildin.” “Arabayı sen kullanacaksın.” “Bunu anladım zaten. Bu arada, Kaptan’ın Tokat’ta, yaylada olduğunu kim tahmin edebilirdi?!” Melek de aynı şeyi düşünüyordu ama bunu belirtmedi. Arabaya bindiler. Alvino’nun söylediğine göre bir buçuk saatlik yolları vardı. O süre boyunca, Marco zahmet etmediği için ki genç kadın buna gıcık olmaya başlıyordu, Melek o zamana kadar olan her şeyi anlatmaya başlamıştı. Arada, önde oturan Marco’ya bakıyordu ama adam tepki vermiyordu. Kaşlarını çattı ve kendi hikâyesini anlatmaya başlamış olan, Alvino’yu dinlemeye odaklandı. Esra’yla geniş bir macera yaşamış gibi görünüyorlardı ve onların macerasıyla birlikte bir buçuk saatlik yol dolmuştu zaten. Alvino arabayı patikanın girişine park etmişti. Genç kadın büyük bir gerginliğin bedenini ele geçirdiğini hissetti. Arabadan indiler. Melek Marco’nun elini tutmak, ondan destek almak istedi ama genç adam yürümeye başlamıştı bile. İşte o zaman öfkesini kontrol edemedi. “Madem arkanı dönecektin, neden tekrar başlamasına izin verdin.” Durmuştu. Melek yumruklarını sıktı. Demek ki sözleri ona ulaşıyordu. “Bakmayacak mısın? Neden şoktasın? Acı mı çektin? Tanrım, hiçbir şeyi umursamıyor musun?” Karşısındakinin geri dönüp de cevap vermesine yol açan neydi, bilmiyordu. Marco hızla gelmiş ve tek eliyle genç kadını yakalamıştı. 300


Hançer-II

“Korktum,” dedi. “İlk defa birini kaybetmekten korktum. Ve bu beni korkuttu.” “Korktuysan tepki verirsin. Hiçbir şey söylemiyorsun, söylemediğin gibi beni dışlıyorsun. Bu şekilde nasıl bir şey yaşamamızı bekliyorsun?” Marco’nun gözleri, arkasındaki ormanın rengine çalmıştı. “Öyleyse, öğret. Çünkü bilmiyorum.” “Birbirinize itiraflarınız harika ama zamanlamanızda hata var.” Alvino sigara yakmak için paketi çıkarmıştı ama sonra vazgeçip cebine geri koydu. Kızıl fırtına sigara içmesine sinir oluyordu ve genç adam bırakacağına söz vermişti. “Büyük bir yüzleşme yaşayacaksınız. Haydi, gidelim çifte kumrular,” diyerek patikayı tırmanmaya başladı. Melek onun arkasından şaşkınlıkla baktı. Anlaşılan birilerinin keyfi yerindeydi. Bir parmağın yanağını okşadığını hissetti. Marco yoğun bakışlarla onu süzüyordu. “Gidelim,” dedi genç adam ama bu sefer Melek’in elini tutmuştu. Yaklaşık beş dakika tırmanmışlardı. Sonunda ağaçtan bir kulübenin önüne geldiler. Genç kadın inanamıyordu. Sürüklendikleri ölümcül oyunun durağı ağaç bir kulübe miydi? Hem de Türkiye’de… Alvino kapıyı çaldı. Biraz gürültünün ardından kapı açılmıştı. İçerisi karanlık olduğundan kapıyı açan kişiyi seçemedi. İçeriye girince, ilk yaptığı şey ona bakmak olmuştu. Kaptan bu muydu yani? Önünde çökmüş yaşlı bir adam vardı. Saçları bembeyazdı, zayıflıktan kırılıverecek gibiydi ve destek alarak yürüyordu. Hastaydı. Fakat bu bedensel hastalık gözlerinden uzaktı. Öyle doğrudan bakıyordu ki bu gözler, ürktü genç kadın. Marco ve Alvino’nun arasına, kendisine gösterilen yere oturdu. Kaptan’ın koyu kahve gözleri genç kadının üzerindeydi ve bu Melek’i ürkütüyordu. Marco’nun eline tutundu. Nedense güce ihtiyacı olduğunu hissetmişti. 301


Ezgi Bağcı

Kaptan beyaz dişlerini göstererek gülümsedi. “Oğullarımı burada görmek harika… Ama yine de daha çabuk geleceğinizi düşünmüştüm.” Cevap veren Alvino olmuştu ama sesi kuruydu, her zamanki alaycılığından yoksundu. “Her zamanki gibi yolların karışıktı Kaptan.” “Evet, evet… Sen bunu hep söylersin. Sen nasılsın, Hançer? Eğlendin mi?” Melek ürperdi. Ne eğlencesi? Nasıl bir eğlence olabilirdi bunda? Ölüyorlardı. Onların ölüme yürümesine neden olmuştu. Sırf iki cevap için… Şimdi anlıyordu ki, bu oyundan vazgeçme şansları hiç olmamıştı. İçindeyken Marco’nun söylediğine inanmamıştı ama Alberto denen adamın, alına dayadığı silahla gerçeğe dökülmüştü. Konuşmak için ağzını açtı ama Marco’nun tutuşu onu durdurmuştu. “Anlaşılan cevap vermeyeceksin. Sessizliğin takdire şayan, sana verdiklerim hayatını hâlâ yönlendiriyor anlaşılan. Buraya gelişini ortaya dökmeye ne dersin? Hadi, oyunu bitirelim.” Melek, Marco’ya baktı. Genç adam hiçbir tepki göstermeden, karşısındaki yaşlı adamı izliyordu. “Beni nasıl buldun Kaptan?” “Ah işte beklediğim soru buydu.” Kaptan durumdan zevk alıyor gibiydi. Nedense üşüdüğünü hissetti. Bedenini bir titreme aldı. Alvino’nun fısıltısını duydu. “Sakin ol.” “Seni bir çocukken, sokakta bulduğum yalandı. Sana söylenen de buydu galiba, bu yüzden peşime düştün. Aslında sana gönderdiğim adamın daha ayrıntılı konuşmasını istemiştim ama anlaşılan ölüm korkusu sardığından, sadece tek cümle etti. Benim elimde öleceğini tahmin etmesi gerekirdi.” Kaptan gülümsedi. Melek onun insan olmadığını düşündü. Olamazdı. “Seni, ailenin yanından aldım. Küçük Gaby… Gerçek adın, sahne adından da uzun biliyor musun? Asillere yaraşır şekilde. Gabriel Eugenio Nicanor Serrano Marin…” Adamı 302


Hançer-II

bir öksürük almıştı. Boğazını yırtıp atacakmış gibi öksürüyordu. “Baban düşmanımdı. İşlerimi baltalamak için uğraşıyordu. Lord Marin, geniş toprakların sahibi; doğruluk timsali… Ama en sonunda burnunu sokmaması gereken bir işe burnunu sokunca ben de onu ve karısını öldürdüm. Geriye ise üç yaşında bir çocuk kalmıştı. Eh, onu öldüremeyecek kadar merhametliydim. Yanıma alıp, büyüttüm.” Melek, nefesinin uçup gittiğini hissetti. Elini ağzına kapatırken, adamın söylediklerini sindirmeye çalışıyordu. Marco’nun ne zaman ayağa kalktığını anlamadı. Şokla onu izlerken, genç adam silahını çekmiş ve Kaptan’a doğrultmuştu. Tepeden ona bakıyordu. Kaptan gülümsedi. “Şimdi konuşmaya başladık değil mi Hançer? Ama beni suçlama, gerçekten yaşamıyordun. Ailenin evinde çıkarttığım yangında, öldüğünü düşündüler. Ne oldu, soğuk bakışlarınla bakmak yerine, neden tetiği çekmiyorsun?” Melek Alvino’nun ayağa kalktığını fark etti. “Marco-” “Sorularına cevap vereceğin bir kişi var!” “Ah, evet. Sanırım bu gerekli. Atmosfere kaptırdığım için kusura bakma.” Kaptan’ın gözleri kendi üzerine dönünce Melek irkildi. Melek ilk defa kendisini bu kadar karmaşık hissetmiyordu ama ilk defa merakını gidermek istemiyordu. Fakat Kaptan onun bu isteksizliğini anlayacak değildi. “Sormayacak mısın? Merak edeceğini düşünmüştüm. Beklentim daha fazlaydı. Annen konuşmayı seven bir kadındı.” Melek kaşlarını çattı. “Ne demek istiyorsun?” “Hah işte. Şunu demek istiyorum; seni uzun zamandır görmeyi istiyordum. Her baba kızını görmek ister.” Gözleri büyüdü. Ruhu onu terk etti. Hayır, dedi ama içinden mi dışından mı söylediğini bilmiyordu. Kaptan konuşmaya devam edince dışından söylediğini anladı. 303


Ezgi Bağcı

“Evet, sevgili kızım. Yoksa neden senin buraya gelmen için bu kadar uğraşayım? Sevgili, Maise’le İngiltere’de tanıştık. Görür görmez âşık olmuştum. Hayatımda gördüğüm en güzel, en naif kadındı. Ama evliydi. Yine de onun da bana âşık olduğunu fark edince, karşı koyamadım. Hayatımın tek güzel günleriydi. Yasak aşk olsa da aşktı işte. Aşkın ne olduğunu biliyorsun değil mi kızım?” Marco bu sefer onu engelleyememişti. Genç kadın ayağa fırlarken, hırsla başını iki yana salladı. “Yalan söylüyorsun. Böyle bir şeye inanmam.” Kaptan’ın gülüşü değişmese de bakışları ciddileşmişti. “Sana yalan söylemek için bir sebebim var mı Elizabeth?” Genç kadın haykırmak istedi. Ona bu isimle seslenmemeliydi. İsmini kendisi seçmişti. “Maise oğlunu terk edemedi. Ben de konumumu… Ama sen doğdun. Seni tehlikeli hayatımın içine alamazdım. Bağlantı da kurmadım. Düşmanlarımın öğrenmemesi için. Annenle bir daha bir araya gelemedik ama bana hatıralarını gönderdi.” “Sana inanmıyorum.” “Annenin resmine ve mücevher kutusuna da mı inanmıyorsun? Ya kutunun içinde olan küçüklük resimlerine?” Hayır, hayır, hayır, hayır… Bu doğru olamaz, imkânsız. Benim bir babam var. Annem böyle bir şey yapmış olamaz. Olsaydı söylerdi. Mutlaka söylerdi. Annem beni seviyordu, hayır, hayır… Birisinin kolundan tuttuğunu hissetti. Alvino düşmemesi için ona destek olmuştu. “Kaptan, sen ne yaptın?” “Ne oldu evladım? Beklemiyor muydun?” Alvino buna cevap vermemişti. Bunun üzerine Kaptan yeniden Marco’ya döndü. “O tetiği çekmeyecek misin? Sana ilk öğrettiğim şey, tetiği çekmekti. Bekleyemezsin, yoksa avın kaçar.” Melek adamı inceledi. Ne istiyordu? Bu ka304


Hançer-II

dar şeyi niye bunca karmaşıklaştırmıştı? İnanmasa da, her şey, bu kadar oyun… Kaptan’ı bir öksürük nöbeti daha tutmuştu. Melek onun ciğerlerinin yırtılmamış olduğuna şaşırdı. “Ölüyorsun,” dedi. Üç adamın gözleri de ona dönmüştü. Melek dikleşti ve ona baktı. “Sen zaten ölüyorsun. Her gün acı çekiyorsun. Onun seni öldürmesini istiyorsun çünkü bunu kendin yapacak gücün de cesaretin de yok.” Kaptan’ın göz bebeklerinin büyüdüğünü görünce devam etti. “Tüm bu oyun, onun buraya geldiğini görmek içindi. Sıkılmıştın ve intikam alacağını umuyordun.” Melek Marco’ya baktı. “Onu öldürme.” Marco bir an ona bakmış ve Kaptan’a dönmüştü. Onu öldürmemek? Bunca şeye neden olan adamı öldürmemek mi? Her şeyi ödetmek istiyordu. Duygusuz, hissiz, acınası bir yaratık olarak büyümesine, onca insanı öldürmesine neden olduğu için, onu öldürmek istiyordu. İçinde dipsiz, kopkoyu bir kuyu vardı ve o kuyunun kapanması için onu bitirmeliydi. Acı çektirerek… Melek onun emniyeti açışını ve parmaklarının tetikte oyalanışını izledi. Tereddüt ediyordu. İntikam istiyordu. Reddedemezdi. Bunu genç kadın da istiyordu. Ama… “Onu öldürme,” dedi. “Seni kirletmesine izin verme.” Gözleri karşılaşınca, yeşil gördü Melek. Sevdiği renk oradaydı. Gülümsemek istedi ama buna hali yoktu. “Kızımın benim kadar zeki olması, gururlandırıcı ama izninizle.” Melek daha bu söze tepki veremeden, Kaptan son sözünü söyledi. “Sadece bu anı yaşamak istemiştim. Evet, ölüyorum. Ama tespitlerinde yanıldın kızım. Hançer’e ihtiyacım yok sadece intikam duygusuna kapılmasını istemiştim. Benim gibiydi, tüm dünyadan intikam almasını istedim.” Kimsenin nereden geldiğini görmediği bıçağı kalbine sapladı. Gözleri büyümüş, sonra donuklaşmıştı. Elleri kaydı, bedeni devrildi. Kap305


Ezgi Bağcı

tan gülümsemesiyle ölmüştü. Melek, her şey kararmadan önce; kendi çığlığını duydu.

Genç kadın kendisine geldiğinde, ona bakan iki çift gözle ve arkalarındaki yüksek yeşil dallarla karşılaştı. Marco onun doğrulmasına yardım etti. Melek ağlayarak ona sarılırken, bittiğini düşündü. Ama hiçbir zaman unutamayacağı şekilde bitmişti. Genç adamın kokusunu duyumsadı. Ormanın toprak kokusuna, baharatlı kokusu karışıyordu. Sırtındaki eli bastırıyordu. “Bitti.” Bu onun kalın sesiydi. Kulağına fısıldamıştı. Daha fazla sarıldı, nedense bırakırsa, gidecekmiş gibi hissetmişti. “Çok yorgunum.” “Dinleneceksin.” Melek onun sesindeki bir şeye kendisini geri çekti. Gözlerine baktı. “Sen ne yapacaksın? Gidiyor musun?” Marco onun gözlerindeki korkuyu görmüştü. Bu anı daha önce yaşamıştı. O zaman gitmesini istediğini düşünmüştü ama aslının korku olduğunu artık ayırt edebiliyordu. Elini genç kadının yanağına koydu. “Gitmem gereken bir yer var.” “Hayır.” “Geri döneceğim.” Bu sefer iki yanağından tutmuş ve yüzünü kendisine çekmişti. Kolunun ağrısına aldırmadı. “Geri döneceğim. Bu sefer… Yanında olacağım. Melek.” Genç kadın ismini duyduğunda gözleri kocaman olmuştu. Sonra Marco onu öptü. Yanağını okşuyor ve ömrünün en güzel sıcaklığıyla sarmalanıyordu. “Aşkınızı sonra yaşayın.” İkisi ayrılarak, homurdanan Alvino’ya döndü. “Sen de acele et. Bu kadını bir daha bekletme. Ama inanılmaz bir gün… Duyguların olduğunu gördüm.” 306


Hançer-II

Melek kıkırdadı. “Alvino, Esra’ya benzemeye başlamışsın.” “O kadın beni öldürecek.” Marco söylenen arkadaşına ve ömrünü verebileceği kadına baktı. Değişmişti. Dönecek bir yeri vardı.

Üç mezarın önünde durdu. Eğilerek çiçeği bıraktı. Tek bir beyaz mermer vardı ve üzerinde Marin ailesinin burada yattığı yazıyordu. Mezarların yeri güzeldi. Bir tepenin üzerinde, ayaklar altındaki yeşil bir manzara seyirliğindeydi. “Özür dilerim,” dedi. Bu sadece o ana değil, ondan önceki birçok ana ait olan bir sözdü. Gözleri anne ve babasına ait olan isimleri geçtikten sonra, aslında boş olan küçük çocuğunkinde durdu. O küçük çocuk artık yaşıyordu. Arkasını döndü. Gün batımı vardı. Gökyüzü göz alıcı, yer yer mora kaçan bir pembeye boyanmıştı. Aklına boğaz manzarasını ve eski bir akşamdaki rakı sofrasını getirmişti. Sofrasına misafir olduğu adam, hiç unutmadığı ama yüreğine yerleştiremediği bir şiir okumuştu. Sen çaldıkça Teodorakis Bir mor yağıyor üstüme... Dudaklarım öpüşmekten mosmor... Bir putum sanki ilahilerle denize fırlatılmış Ve bir deniz yağıyor üstüme Bakma sen sevgili Teodorakis Açgözlü güvercinlerin didiştiklerine! Avluların o en çakırkeyiflisine Mısır daneleri gibi serpilmişler ama Mısır danesi değil ki bu adalar 307


Ezgi Bağcı

Ne de biz güverciniz... Sekerek o güneş güzeli çakılların üzerinden Çıplak ayaklarımızın su sesleriyle Birbirimize Ve kendimize Bilakis Sen çaldıkça Teodorakis Bir mor yağıyor üstüme14 Nedense o an, yerini bulmuştu. Aynı adamın hayatı buluşu ve yırtılmış yaprakları geride bırakışı gibi. Adı aşk olan duygular da, bu şiir gibiydi. Tam yerinde, olması gerektiği şekilde… Mordu aşk ona… Koyu bir mor… Geçmişinin kan kırmızısı, geleceğin mavi ufku… İlk defa bir şeyleri yaşamasını sağlayarak, Hançer’e mor’du aşk… Yüreğine o kadından gelen bir aks… Şimdi ise o aşka geri dönecekti.

14 Can Yücel – Akis 308


Son Esra, yeni başlayan günün keyfiyle yerinden doğruldu. Güneş yeni doğuşa geçmişti. Aralık kapıdan hafif bir esintiyle geldiğini haber veren bahar, perdeleri havalandırıyordu. Titredi, akşam yatarken bu kapının kapalı olduğuna emindi. Sağ tarafındaki boşluğa bir bakış attı. Birileri yine kaçamak yapıyordu anlaşılan, ama dikkatli olmayı da başaramıyordu. “Hadi kaçamak yapacaksın anladık, arkanı topla bari… Bu kadar da ben buradayım diye bağırılmaz ki?” Bir yandan söylenirken bir yandan da örtüyü tüm hırsıyla üzerinden atmış ve sabahlığına uzanmıştı. Terliklerini geçirerek ayaklarını sürüye sürüye balkon kapısına ilerledi. Yüzüne vuran güneş ışığında gözlerini kısarak; balkon pervasına yaslanmış yüzünde dalgın bir ifadeyle şehir manzarasını izleyen nişanlısına baktı. Yüzüğün ağırlığını hissedebiliyordu. Tüm o kaçışta, Alvino evlenelim dediğinde ciddi olduğunu düşünmemişti. İçinde büyüyen tüm aşka rağmen, kafasında bir gerçekliğe oturtamamıştı. Ta ki onu kaybedeceğini düşünene kadar… Tüm gerçekliğin ölebileceğini düşündüğünde gelmesi ironikti. Ama bu konuda tek suçlunun Esra olduğunu kimse söyleyemezdi. Hayatın bu suçta payı oldukça büyüktü, çocukluğundan beri gerçeklikle ironi, 309


Ezgi Bağcı

onun için hep ince bir çizgide buluşmuştu. Sevgi aradığı yerde ihanet bulduğunda, insanlarda aradığı sevgi inançsızlığa dönüşmüş, yüreğinin etrafına kalın surlar çekmişti. Hiçbir sevginin sonuna kadar gitmeyeceğini düşünüp de hareket etmişti. O surları yıkabilen bir tek Melek’ti. Fatih dahi alışkanlık olmuştu. İşte tüm bunlar içinde Alvino’nun içinde başlattığı yangın, genç kadını korkutmuştu. Her şeyi yok edeceğini bildiği o alevlerden kaçmıştı. Bu yüzden, onu çok seviyordu. Alvino ona, hayatta en güzelinin birlikte yanmak olduğunu göstermişti. Esra bir sonu olacaksa bile, her anını, onunla, o yangında nefes alarak geçirmek istiyordu. Kapının kolunu kavrayarak balkona çıkınca, Alvino bir telaşla irkilmiş ve elindeki sigarayı düşürmüştü. Dudaklarından hem hâlâ yarım olan sigarasının düşmesine, hem de sigara içerken yakalanmasına ettiği küfür ayrılırken, yüzünü buruşturmuştu. Sonra kollarını iki yana açarak ve şehirde kim var kim yok duymasını sağlayarak, bağırdı. “Sevgilim.” “Hiç yalakalığa girişme. İçmeyeceğine söz vermiştin.” Genç kadının kaşları hafif bir kavisle çatılmıştı. Yan gözle tüm bunların kaynağını aradı. Bulduğunda ise hızlı adımlarla ilerledi ve sandalyenin üzerine gelişigüzel atılmış paketi aldı. “Bunu bir daha bulamayacaksın.” “Yenisini alabilirim…” Alvino’nun yüzünde kendisini tebrik eden bir ifade vardı. Esra ise kaşlarından birini kaldırarak karşılık verdi. Bu maymun onu aptal falan mı sanıyordu? “O zaman beni bir daha bulamayacaksın.” “Ciddi olamazsın?” dedi genç adam ve isyan edercesine ellerini iki yana açtı. Mavi gözlerinde şaşkınlığa düşen bir öfke vardı. Duyduklarından elbette ki hoşlanmamıştı. Nişanlısı onu terk etmekle tehdit ediyordu. “Neden olmayayım. Sigarayı bırakacağına söz vermiştin.” 310


Hançer-II

“İçmediğimi biliyorsun.” “Yaptığın kaçamak neydi?” “O… Arada içiyorum sevgilim.” “Beni ilgilendirmiyor. Hem ‘sevgilim’ diyerek yumuşatacağını sanma…” Alvino’nun yüzünde, duyduğu cümleyle birlikte kocaman bir gülümseme oluşmuştu. Esra’ya doğru yürümeye başladı. Genç kadın ise onun adımlarıyla birlikte gerilemeye başlamıştı. Kapının pervazına takılınca tökezledi ama dengesini sağlamayı başarmıştı. Başarmıştı da, bir adet Alvino’ya yakalanmıştı. Genç adam tuttuğu kadını belinden desteklerken, gülümsemesi o alışıldık sırıtmasına dönüşmüştü. Esra onu göğsünden itmeye çalıştı ama çabası nafileydi. “Ne yaptığını sanıyorsun sen ya!” “Başka yöntemlerle yumuşatacağım hayatım.” Esra hiç boşuna uğraşma, diye haykırsa da onun kendisini yatağa doğru geriletmesini engelleyemedi. Sigara paketi ise bağımsızlığına kavuşmuş ve tahta parkelerin üzerine düşmüştü. Fakat odadaki çift onunla ilgilenemeyecek kadar meşguldü. En sonunda yatağa düşmüşlerken, Esra yatak başına doğru geriledi ve yumuşak yastığın üzerine oturdu. Hâlâ itiraz ediyordu fakat bir yandan da yüzünde oluşan gülümsemeyi saklamaya çalışıyordu. Alvino’nun sağ tarafına doğru hareket edince, genç adam öne doğru çıkmış ve tüm kaçış yollarını kapatmıştı. “Bunun hiç sırası değil. Kahvaltı yapmamız gerekiyor.” “Zamanlaman iyi değil.” “Kahvaltı yapmak için mi? Çekilsene maymun herif karnım aç… Duymuyor musun şu gurultuyu,” dedi ama kahkahası cümlelerine karışmış ve anlaşılmaz bir hale sokmuştu. Alvino ise genç kadının kahkahasının tı311


Ezgi Bağcı

nısını mutlulukla dinledi. Kelimelerden ise bir tek maymunu yakalamıştı. “Bu lakaptan vazgeçmeyeceksin değil mi?” derken sesindeki ton pes etmeye dairdi. Kollarını iki yana koyarak, genç kadını hapsetti. Esra’nın yeşilleri, bulunduğu konumdan memnun, parlıyordu. Dudaklarının kenarında küçük bir gamze büyüterek gülümsüyordu. Başını iki yana sallarken, kıkırtıları sevdiği adamın dudaklarında boğulmuştu. Esra, alışamayacağını düşündü. Ne yüreğinin böyle çarpışına, ne de midesine inen ateşin tüm ruhunu da yakışına alışabilecekti. Onun dokunuşunun sıcaklığı bedenini titremeler halinde dolaşırken, genç adama daha da sarıldı. Bedenini yukarı doğru kıvırarak, onun güçlü bedenine uyum sağladı. Aşk sadece bedenine değil ruhuna dokunuyordu. En sonunda, sakinleştiklerinde, yan yana uzanmışlardı. Esra başını genç adamın göğsüne yerleştirmişti. Huzurlu hissediyordu. En azından günün telaşına koşturmaya başlamadan, bu huzurun tadını çıkarabilirdi. Alvino’nun bugün ne yapacağını sormasıyla bu huzur eriyip yok oldu. Günün yorgunluğunu şimdiden düşünerek dudağını sarkıttı. “Davetiyelere bakmaya gideceğim.” Sonra yerinde doğrularak kocaman bir gülümsemeyle genç adama baktı. “Sen de gelsene…” “Ah hayır. O seksi gülümsemen bir işe yaramaz. Düğün isteyen sendin. Basit bir nikâh bana yetecekti.” “Senin de katkın olması lazım.” “Sevgilim, zevkine sonsuz güvenim var.” Esra onu ikna edemeyeceğini fark etmişti. Haklıydı. En başında basit bir nikâh istemişti. Ama genç kadın düğünü olsun istiyordu. Bembeyaz bir gelinlik giyecekti. O gün için her şeyi yapmaya hazırdı, o yüzden Alvino’nun tüm şartlarını kabul etmişti. Her neyse, davetiyeleri kendi 312


Hançer-II

seçebilirdi. Esra’nın, Alvino’nun zevkine çok da ihtiyacı yoktu. “Kardeşin gelecek mi?” “Hiçbir fikrim yok,” dedi genç adam, ama homurdanarak söylemişti. “Ona hâlâ ulaşamıyorum. Dionisa’nın onun yerini bildiğine eminim. Ama söylememekte inat ediyor. MacKenzie’ye de ulaşamıyorum. Her ne olduysa, başları belada olmalı!” Esra onun endişelendiğinin farkındaydı. Çoğu zaman Aloise hakkında söyleniyordu ama kardeşini seviyordu. “İyi olduklarına eminim.” “Düğüne gelmezse onu ömür boyu affetmem. Bu senin için önemli.” Esra öyle olduğunu söyleyerek, genç adamın göğsünü okşadı. Erkeklerin gururunu dik tutmak önemliydi. Bunu gittikçe daha iyi öğreniyordu. Her zaman inatlaşmamak lazımdı. Bu noktaya gelebilmeleri aşkla olmuştu ama bundan sonrası sabırla olacaktı. Geri yattı. Şu anın keyfini çıkartacaktı. Kahvaltı etmese de olurdu. Davetiyeler için gideceği randevuya ise daha iki saat vardı. Azıcık dinlenmek onun hakkıydı. Genç adamın beline sarıldı. Alvino da onun sarılmasına karşılık vermişti. Esra onun sıcaklığına fazla alıştığını düşündü. Kaybederse ne olurdu bilmiyordu. Bu korkuyu az da olsa yaşamıştı. Melek ne yapıyordu? Yalnızlıkla nasıl başa çıkıyordu? Alvino’yu bu konuda çok sorgulamıştı ama o, Marco’nun eninde sonunda geri döneceğine inanıyordu. Uzun süre kaybolmayacaktı. Onlara da davetiye gönderecekti. “Sence gelecekler mi?” diye sorduğunda, Alvino onun ne demek istediğini anlamıştı. “Geleceklerdir. Melek, senin en güzel gününü kaçırmak istemez.” “Onun döndüğüne inanıyor musun?” 313


Ezgi Bağcı

“Daha fazla gecikmemeli… Öyle güzel bir kadın bu kadar yalnız bırakılmaz.” Esra da onunla aynı fikirdeydi. Melek’i çok yalnız kalmıştı. Arkadaşının artık mutlu olmasını istiyordu. “Davetiyeyi göndereceğim. Hatta özel not da yazacağım.” Sonra bir anda aklına gelince, yatakta ayağa kalktı. Alvino’nun şaşkın ve ne olduğunu anlamamış bakışları altında, ellerini beline koydu. “İyi de o davetiye nasıl ulaşacak? Kimsenin olmadığı, ıssız bir adada yaşıyor Melek! Kahretsin!” Genç adam onun haline, tüm apartmanı inleten bir kahkaha atmıştı.

Daha ne kadar ağlayabilirdi bilmiyordu. Akıtacak gözyaşı kalmamıştı. Göğsü yalnızlığında öyle sızlıyordu ki, ne yapacağını şaşıyordu. Bir noktaya öylece dalıp gidiyordu. Bu dünyaya kaybetmek için gelmişti. Boşlukta yaşamak, acı çekmek için gelmişti. Rafael’in öldüğüne inanmak istemiyordu ama ölmüştü işte… Ondan haber almayalı neredeyse bir ay olacaktı. O yaralarla kurtulması da imkânsızdı. Tayvan’da yaşanan o çatışmadan sonra örgüt onu götürmüştü. Darcey ise orada kalakalmıştı. Uzun süre, onun gözlerinin önünde yere yıkılışını hatırlayarak dikilmişti. Yanında gitmesine izin vermemişlerdi. Genç kadını bir paçavra gibi köşede bırakmışlardı. Ağlamaya orada başlamıştı. Farkına vardıktan sonra köşeye oturmuş, içinde bir şey kalmayana, kuruyana kadar ağlamıştı. Ağlamanın hiçbir işe yaramayacağını biliyordu ama kendisini durduramamıştı. Şimdi durduramadığı gibi… Geri gelen anılarla birlikte, gözünden firar eden yaşı sildi. Doğramaya çalıştığı domateslere baktığında, kendi ruhundan farksız olduklarını gördü. 314


Hançer-II

Paramparçalardı. Her bir parça başka bir yöne gitmiş, çoğu ezilmişti. Darcey içinde ezilecek bir yanın kalmadığını biliyordu. Bıçağı bırakacak mutfak kapısına ilerledi. Bir şeyler yemeyi düşünmüştü ama dün ve dünden önceki gün gibi hiç iştahı yoktu. Tam bu noktada kavga etmişlerdi. Tam bu noktada Darcey bitirmek istediğini söyleyip kaçmıştı. Ah nasıl da aptaldı. Sevgisini geride bırakmaya cesaret etmişti. Ve bu cesaret en büyük korkusundan ileri gelmişti. İşte neye sebep olmuştu, görüyordu. Şimdi elinde hiçbir şey yoktu. Onu tamamen kaybetmişti. Artık ona sarılamıyor, kokusunu duyamıyordu. Yalnız ağlıyor, güçlü kollarına sığınamıyordu. Sıkıca sarılıp, sonsuza kadar orada kalmak isteyemiyordu. Olduğu yere çökerken, zeminin soğuğunu hissetmedi. Hisleri öylesine tek noktadaydı ki başka bir yerde yaşayamıyordu. Bir ana, tüm ömrü sıkışmıştı. “Raff…” diye fısıldadı. Sanki sesini duyacaktı. “Geri dön,” dedi. “Gücüm yok benim. Ne kadar güçsüz olduğumu en iyi sen biliyorsun.” Yaşlarını tutamıyordu. Giysileri ve parke zemin, sicim misali akan yaşlarından ıslanıyordu. Sırtını sandalyeye dayadı ve yanan gözlerini kapattı. Gözyaşlarını silmek için çabalamadı. Nasıl olsa bir şey değişmeyecekti. Orada, izin vermemiş olsaydı, Rafael yaşıyor olacaktı. Daha dikkatli hareket etmiş olsaydı, şimdi burada olan o olacaktı. Onun hatasıydı. Rafael’in de hatasıydı. Neden onu geride bırakmıştı? Yaşamayı hak eden Darcey değildi ki! Yumruklarını sıkınca tırnakları ayasına bakttı. Akan kanını hissetmedi. Hiçbir şeyi hak etmiyordu. Yaşamak istemiyordu. Yaşamak çok acı vericiydi. Şiddetle çalan zil ile irkildi. Öyle uzun basıyorlardı ki, bir süredir çalıyor olmalıydı. Zorlukla, kapı kolundan destek alarak ayağa kalktı ve sürüdüğü adımlarla dış 315


Ezgi Bağcı

kapıya vardı. Kapıyı açtığında küçük bir kız çocuğuyla karşılaştı. Sakızını güçlü vuruşlarla, ağzını şapırdatarak çiğniyor ve meraklı gözlerle Darcey’e bakıyordu. Onun görüntüsüne yüzünü buruşturmuştu. Genç kadın bunu yadırgamadı. Berbat görünüyor olmalıydı. Hem kendi ruhuna yüzünü buruşturan, genç kadın değil miydi? “Bunu sana vermemi istediler,” dedi küçük kız, sonra beyaz bir zarf uzattı. “Hey, bir dahakine söyle, benim oyunumu bozmasın. Ne kadar uğraşmıştım. Ama söyleyeyim, sevgilin yakışıklıymış. Sen istemezsen ben alabilirim.” Olmayan dişlerini göstererek gülümsemiş ve sekerek uzaklaşmıştı. Genç kadını nasıl bir şoka soktuğunun farkında bile değildi. Darcey öylece sokağa, uzaklaşan küçük kızın arkasından baktı. Rüya görüyor olmalıydı. Fakat sokaktan geçen araba tüm mahalleyi inleten bir şekilde kornaya bastığında rüya olmadığını anladı. Zarfı yırtarcasına açtı. İçinden ince bir kâğıt çıkmıştı. Üzerinde oldukça tanıdık bir el yazısıyla ‘Parkta bekliyorum’ yazıyordu. Doğru olamazdı. Gerçek olamazdı. Parmağını yazının üzerinden geçirdi ama hâlâ oradaydı. Yaşları üzerine düştüğünde, dağıldığında dahi okunabiliyordu. Kapıyı çekmeden, üzerindeki sabahlığa ve çıplak ayaklarına aldırmadan dışarı fırladı. Ne ayağına batan taşları ve camları hissetti ne de Mart ayının, son günleri olsa bile, kışı andıran soğuğunu hissetti. Rüzgâr yaşlardan ıslanmış olan yüzünü üşütüyordu. Ama fark etmiyordu ki… Aklı bir umutta yaşıyordu. Göğsü bu umuda aldığı nefesle doluyordu. Korna çalan arabaları duymadı. Trafik onun umursamazlığında birbirine girmiş, yayalar dönüp ona bakmış, şoförler küfürleriyle öfkesini atmaya çalışmıştı ama arkasına bakmadı. Parkta bekliyordu. Orada olmalıydı. O yazı başkasına ait olamazdı. Tükenircesine, son nefesini verircesine koştu. 316


Hançer-II

Onu ilk başta kırmızı kumla döşenmiş koşu patikası ve büyük ağaçlar karşıladı. Sonra sağ taraftaki çocuk parkı ve çocukların neşeli kahkahaları… Patikanın sonunda ise o bekliyordu. Genç kadın durdu. Bulanık görüşünün ardından o olup olmadığını anlamaya çalıştı. Belki başkasıydı. Belki birisi kötü bir şaka yapmaya çalışıyordu. Korkarak, titreyerek bir adım attı. Daha iyi görebilirdi. İki adım daha attı. Ve üç adım daha… Oydu. Saçları azıcık uzamış, ensesine doğru kıvrılmışlardı. Sakalları da birkaç günlüktü. Bulutları hafifçe aralamış olan güneşten sakınmak için koyu camları olan bir gözlük takmıştı. Üzerinde siyah bir tişört, kot pantolon ve her zaman giydiği deri ceketi vardı. Ellerini cebine sokmuş, gülümseyerek genç kadına bakıyordu. O’ydu. Sonra birisi haykırmaya başladı. Yaralı bir hayvanın sesine benziyordu. Hayır, başkası değildi, Darcey’di. Boğazını yırtarak haykırıyordu. Sendeleyerek, çevresindeki insanların şaşkın ve kınayan bakışları altında koştu ve ona sarıldı. Kocaman sarıldı. Gerçek olduğunu hissetmek için, sırtına tutundu. Parmakları deri ceketi kavrayıp sıkmıştı. Yüzünü göğsüne gömmüş sayıklıyordu. Ne söylediğini bile bilmiyordu. Kokusu oradaydı. Baharatlı, hafif buruk… Ona ait. Sıcaklığı oradaydı. Gerçekti. Öyle gerçekti ki, genç kadını kucaklamıştı. Aynı eskiden kucakladığı gibi… Belinden ve sırtından bastıran elini hissetti. Sonra boynunda dolaşan ve hafif gıdıklayan burnunu… Sakalları hassas tenine batıyordu. Ellerinden biri sırtı boyunca dolaşıyor ve üşümüş bedenini ısıtıyordu. “Bu halin ne böyle… Çok zayıflamışsın,” dediğini duyunca daha fazla sarıldı. En sonunda, genç adam geri çekilince hafifçe ayrılmıştı. Kolları hâlâ boynundaydı. Yeşil gözleri yaşları nedeniyle çimen rengine dönmüştü. Özlemle en sevdiği kahverengilere bakıyordu. 317


Ezgi Bağcı

Nasırlı parmaklarıyla genç kadının yanağını okşadı. “Şu haline bak. Sabahlıkla çıkmışsın dışarı.” Darcey, “Buradasın,” diye fısıldadı. “Bunu söylemiştin Darc…” İki eliyle yanaklarını kavradı ve dudaklarına küçük bir öpücük bıraktı. Geri çekildiğinde genç kadın daha fazla şoka girmişti sanki. “Buradasın.” Rafael onun kolayca kendine gelmeyeceğini anlamıştı. Ceketini çıkarttı ve genç kadına sardı. Sonra da kucakladı. İnsanların onlara baktığının farkındaydı. Ama umurunda değildi. Bir aydır bunu bekliyordu. Bir aydır, en büyük çilesini çekmişti. Hiç bu kadar öfkeli hissetmemişti. Hiç bu kadar kabına sığamadığı olmamıştı. Onun hiçbir şey bilmeden, belki de öldüğünü düşünmesine katlanamamıştı. Her gün, her saniye yanına gelmek istemişti ama izin vermemişlerdi. İlk önce ortalığın temizlenmesi gerekiyordu. Zorlukla sabretmişti. Aslında buna da şükrediyordu. Ortadan kaybolmasını da isteyebilirlerdi. Rafael’i başka çaresinin olmadığı bir duruma getirebilirlerdi. Çünkü girdikleri durum, neredeyse bir ihanetti. Fakat Lee Huan’ın gerçekten ikili çalıştığını fark ettiklerinde Rafael de suçundan aklanmıştı. Yine de örgütte aktif çalışmasına izin verilmemiş ve emekli edilmişti. Artık bir akademide eğitmen olarak görev yapacaktı. Genç kadın bir bebek misali boynuna sarılıp, gözlerini kapatınca; o da ağlamak istedi. Ne kadar zayıflamıştı. Hiçbir şey yemiyor olmalıydı. Kim bilir nasıl acı çekmişti. Hiçbir şey düşünmeden buraya koşmuş olmalıydı. Evin kapısının açık olduğunu gördüğünde tahmininin doğru olduğunu anladı. Yavaşça, genç kadını sarsmamaya çalışarak merdivenleri çıktı ve içeri girdi. Kapıyı ayağıyla kapattı. Darcey’e getirmesi için küçük kıza verdiği not yerde duruyordu. Salona ilerledi ve Darcey’i koltuklardan birine bırak318


Hançer-II

tı. Genç kadın gözlerini aralamış ve ona bakmıştı. “Rüya görmüyorum değil mi?” “Hayır, buradayım. Bak…” Elini tuttu ve yanağına götürdü. “… Rüya değil. Sadece ağır yaralanmıştım.” İnce parmakları sakallarının üzerinde öyle bir hassaslıkla dolandı ki ürperdi. “Tanrım! Buradasın…” Yeterince ağlamamış gibi yeniden ağlamaya başlamıştı. “Gerçekten buradasın. Teşekkür ederim. Teşekkür ederim…” Dudaklarına uzandı. Belki özlemini gidermek, belki de orada olduğunu anlamak içindi. Belki de ikisi birdendi. Ama birbirlerini hissetmek, duygularını, hayallerini gerçekleştirmek için bir ömür onlarındı.

Bir elinde davetiyeyi diğer elinde de okudukça güldüğü notu tutuyordu. Zarfın üzerinde yaklaşık bir hafta önce postaya verildiği yazıyordu. Melek gördüğünde mutluluktan havalara uçmuştu. Esra sonunda, en büyük mutluluğuna kavuşuyordu. Notta da öyle yazmıştı zaten. En mutlu gününde yanında olmazsa, dünyayı başına yıkacağını, yıktıktan sonra da gelip, düğünü adada yapacağını söylüyordu. Bir kez daha kahkaha attı. Arkadaşını bu zahmetten kurtarabilirdi. Notun devamında mümkünse yalnız gelmemesini tembihliyordu. Melek bunun anlamını biliyordu. Gülüşüne kırılgan bir hüzün karıştı. Davetiyeye baktı. Ne güzel seçmişti, Esra. Davetiyenin üstü bir kapıydı. Kapı açılıyor ve üstündeki mavi ile alttaki yeşil tonları ortada birbirine sarılır gibi birleşiyordu. Üzerinde sadece isimleri ile düğünün yapılacağı adres vardı. Davetiyeyi ve notu dikkatlice zarfa geri koydu ve sehpaya bıraktı. Şezlongdan kalkarak gerindi. Omuzları ağrıyordu. 319


Ezgi Bağcı

Sabah esintisi denizi ve genç kadının beyaz elbisesini dalgalandırıyordu. Gözlerini kapattı ve temiz havaya karışan tuzlu kokuyu içine çekti. Burası onun için huzurdu. Uzun zamandır bulamadığı eviydi. Çıplak ayaklarıyla bungalovun gıcırdayan merdivenlerini indi ve sıcak kumlara ayak bastı. Bu bembeyaz kumsalı her sabah yürüyordu. Fazla büyük bir ada değildi zaten. Ada beyaz kumlardan, palmiyelerle dolu küçük bir yeşillikten ve Melek’in kaldığı bungalovdan ibaretti. Herhangi bir gelir kaynağı olmadığı ve çok küçük olduğu için yerliler adaya gelmeyi bırakmışlardı. Bir de buradaki ıssızlık, yerlilerde korku dolu batıl inançlara neden olmuştu. Melek komşu adaya gittikçe, yerlilerde güven oluşturabileceğini umuyordu. Onlardan alışveriş yapıyordu ve garip garip bakmalarını istemiyordu. Belki buraya balık tutmaya gelirlerdi. Böylece genç kadın az da olsa konuşacak birilerini bulmuş olurdu. Gerçi onların lisanlarını bilmiyordu ve adada İngilizce bilen çok az insan vardı. Olsun yine de görecek insan olurdu. Adada kuşlardan, kaplumbağalar, yengeçler ve Melek’ten başka canlı yoktu. Yılan bile yoktu… Ada elli yıldır boştu. Annesine küçük bir bebekken hediye edilmiş ama o da hiç gelmemişti. Şimdi ise ailedeki tek kadın olmasından dolayı Melek’e kalmıştı. Annesine kızgın olmadığını fark ettiğinde buraya gelmişti. Günleri sayıyordu. Onun gittiği günden beri tam elli gün geçmişti. Geri döneceğini söylememiş olsa bekler miydi? Bunu söylememiş olsa yaşamaya devam edebilir miydi? Daha fazla yürüyemeyeceğini hissederek olduğu yere çöktü. Kollarını dizlerinin etrafına sararak iki mavinin birleştiği ufka baktı. Geri döneceğini söylemişti. Zaten genç kadının da düşünecek çok fazla şeyi olmuştu. Babası sandığı kişinin babası olmadığını öğrenmesi, gerçek babasının neredeyse onun ölmesine sebep olması, annesinin yıllarca yalan söylemiş olması… Öyle 320


Hançer-II

öfke dolmuştu, öylesine nefret etmişti ki… Parçalamak istemişti. Parçalamıştı da! Amerika’ya döndüğünde ilk yaptığı şey o eski tavan arasına çıkmak olmuştu. O an orayı yakmak istemişti ama tek bir şey yapmıştı. Annesinin son resmini geri dönülemez şekilde kesmişti. Kendi portresini yok etmişti. Sonra oturmuş ve ağlamıştı. Hem annesine hem de geçmişine… Kızgınlığı geçtiğinde ise geriye bir şey kalmamıştı. Annesini eninde sonunda affedecekti. Ama bu gerçeği kabul ederek olmayacaktı. Melek her zaman bir MacKenzie olacaktı. MacKenzie’nin kızı olacaktı. Başka bir şey düşünmeyecekti. O yüzden kaçmayı seçmişti. Genç kadın burayı bir kaçış olarak görmüştü ve bir bekleyiş… Onu beklediği yer… Adanın yerini avukatları söylemişti. Aslında daha önce varlığını duysa da hiç merak etmemişti genç kadın. Onca yorgunluktu merak etmesine neden olan. Adanın adı boşuna “Yalnız Ada” değildi. Yalnızlık için geliniyordu buraya… Yalnız kalmak için de her şeyi yapmıştı. Telefonunu kapatmış ve birkaç kişi dışında kimseye nerede olduğunu söylememişti. Zaten her çarşıya inişinde onları arıyordu. Sevim Teyze ilk aradığı oluyordu. Yaşlı kadın ona ne olduğunu anlamamıştı ama Melek’in sorularını cevaplamadığını fark ettiğinde daha fazla sormamıştı. Yine de o adada fazla kalmamasını ve yanlarına gelmesini istiyordu. Melek her seferinde, arka taraftan Ahmet amcanın homurdanışını duyuyordu. İkinci aradığı Esra’ydı. Onu aradığında genç kadın kendisini anlatmaya fırsat bulamıyordu. Arkadaşının anlatacağı çok fazla şey vardı. Hele düğün hazırlıkları… Öyle ayrıntılı anlatıyordu ki, Melek kendisini onun yanındaymış gibi hissediyordu. Gelinliği görmesine bile gerek kalmamıştı. Esra’nın bunu, onu rahatlatmak için yaptığını biliyordu. Bu yüzden teşekkür de ediyordu. 321


Ezgi Bağcı

Çünkü daha fazla düşünmek istemiyordu. Yeterince düşünüyordu zaten. Darcey aramalarına ilk defa geçen hafta yanıt vermişti. Sesi öyle mutlu gelmişti ki, Melek’in tüm endişeleri buhar olmuştu. Kuzeninin söylediğine göre Rafael yaşıyordu. Genç kadın Rafael’in o karmaşada yaralandığını ve götürüldüğünü sonradan öğrenmişti. Darcey kendisini eve kapatmış, kapıyı Melek’e açmamıştı. Genç kadın en çok Darcey’i arkasında bıraktığına pişman olmuştu. Aynısını Tayvan’da da yapmıştı, Amerika’da da… Bunu dile getirdiğinde, Darcey saçmalamamasını söylemişti. Sonra telefonda uzun bir sessizlik oturmuştu aralarına. Ne söyleyeceklerini bilememişlerdi. Bir süre bekledikten sonra ise Melek ona ayrıntıları anlatmıştı. Birlikte ağlamışlardı. Tek ulaşamadığı kişi Jack’ti. Ağabeyi yaklaşık bir aydır ortalarda değildi. En son birlikte görüldüğü kişi Aloise Espi’ydi. Ama ondan da bir haber yoktu. Melek endişeden delirebilirdi. Hiç kimse onların nerede olduğunu bilmiyor ve onlara ulaşamıyordu. Genç kadın başına bir şey gelmemiş olmasını umuyordu. Jack’in, genç kadının babasının farklı olması ve annesinin yalan söylemisi hakkında ne düşüneceğini merak ediyordu. Çok tepki gösterir miydi? Kızar mıydı? Melek onun ilk yapacağı şeyin ona sarılmak olacağını biliyordu. Belki de annesinin onu hep sevdiğini, sadece hata yapmış olduğunu söylerdi. Her şeye rağmen kardeşi olduğunu söylerdi. Gözlerini kapattı ve denizin şarkısına verdi kendisini… Rüzgârın uğultusunu ve dalgaların sesini dinlemeye başladı. Pink Martini’nin çaldığı bir şarkı olan ve uyuyan bir savaşçıyla onu seven bir denizkızını anlatan Ninna Nanna şarkısını mırıldanmaya başladı. Bir denizkızı olsa ona ulaşabilir miydi? Peki, bir şarkıyla onu 322


Hançer-II

kendisine çağırabilir miydi? Denizkızı hep uyanmasını beklemişti, Melek de gelmesini bekliyordu. Ninna nanna marinare Tu si bell comme o’ mare A vote calm, senza creste A vote tutta na’ tempesta Ma tu suonn d’ate cose E chissa se t’arricuord Che tra a luna e mieze e stelle Io t’aspette a braccia aperte Quann aggia’ spetta D’averti questa sera Co’sta luna quiena? Quann aggia ‘ sogna’ Di dirti quanto t’amo Co’ stu’ core ‘man - ma tu sogni qui nel bluuuu... Ninna nanna nanna nanna Ninna nanna nanna nanna 15 Gözlerini açarak maviliğe baktı. Denizin ninnisi diye düşündü… Denizkızı, denizcinin gözlerini açıp kendisini görmesini beklemişti. Öyle beklemişti ki, bir ninniye dönüşmüştü sevdası… Melek kendi sevdasının gerçek kalmasını istiyordu. Bir ninniyle değil, onun dokunuşlarıyla, gözleriyle, varlığıyla yaşasın istiyordu. Yaklaşan beyaz tekneyi gördüğünde bunları düşünüyordu. Yaklaşmasını izledi. Yüreği dalgalandı. Gözleri teknenin üzerinde dikilen adamdaydı. Oradaydı. Çağrısına yanıt verilmişti. Bir hayaldeymiş gibi kalktı yerinden, denizin ortasına gelince tekneden inen adama doğru yürümeye başladı. Su bacaklarının kıyısında 15 Pink Martini – Ninna Nanna 323


Ezgi Bağcı

dalgalandı ve ikisinin kavuşmasını bekledi. Melek yüreğinin deli atışında genç adama sarılırken, o da güçlü kollarıyla Melek’i tutmuştu. İkisi de sessizce uzaklaşan tekneyi fark etmedi. Geri çekilmesiyle birlikte Marco onu öpmeye başlamıştı. Sıkıca sarıldı. Yalnızlığın, beyaz kumların ve şeffaf denizin akıntısında sadece birbirleri vardı. Ne çok özlemişti. Susuzluğunun bu kadar olduğunu fark etmemişti. Ensesini okşadı. Bedenine tutundu. Kalbinin tam üzerini öptü. “Döneceğini biliyordum,” dedi. “Dönmen için şarkı söyledim.” Genç adam anlamayan gözlerle ona bakınca gülümsedi. Yanağını okşadı ve uzanarak tekrar öptü. Dudaklarının dokunuşunu özlemişti. Gerilerken onu da çekti. Kumların üzerine düştüler. Güldü Melek ve onun kahkahasını dinledi. İlk defa kahkaha atmıştı. Başını çekerek ona baktı. Gamzeleri vardı. “İnanılmaz,” diye fısıldadıktan sonra tekrar kendisine çekti. Sıcak kumların üzerinde, güneşin eşliğinde seviştiler. Melek o teninde gezindikçe, hiç olmadığı kadar mutlu hissediyordu kendini… O, hiç bulamadığı mutluluğuydu. Artık aramak zorunda kalmayacaktı. Acısında bile yanında olacağını biliyordu. Omuzlarını okşadı. En sonunda gerçek mutluluğun ne olduğunu öğrenmişti. Sonra hatırladı ve kıkırdadı. Marco ne olduğunu sorunca ona baktı. İkisinin gözleri de aşk doluydu. “Gitmemiz gereken bir düğün var.” Ve sonra anlatmaya başladı. Hiç susmayarak, kelimelere muhtaç olmadan, tasalanmadan sadece ona bakarak konuştu. Ne zaman akşam olduğunu anlamamışlardı. Ateş yakmışlarken ve birbirlerini izlerken, Melek söylediği şarkının anlamını hatırladı.

324


Hançer-II

Daha ne kadar beklemeliyim, Senin olmak için bu gece Dolunay ile birlikte, Daha ne kadar hayal kurmalıyım Sana seni ne kadar çok sevdiğimi söylemeyi, Ellerimde bu kalp ile, fakat sen... Burada rüya görüyorsun, mavinin içinde. Aşkın tınısı, en güzel yansımaydı yüreklerinde. Oyun bitmişti. Bir kazanını olduğunu kimse söyleyemezdi. Ama galiba kazanan Aşk’tı. Aşk bir yanda bembeyaz bir Melek, bir yanda kalbe saplanmaya hazır bir Hançer olmuştu.

325





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.