Hançer 2- Akis | Ön Okuma

Page 1

Hanรงer-2 Akis


POSTİGA YAYINLARI: 202 Roman Kitabın adı: Hançer-2 Akis Yazar: AlisaSamira Ezgi Bağcı Genel Yayın Yönetmeni: Gökay Türkyılmaz Editörü: Ahmet Aslan Sayfa Tasarımı: Ceyda Çakıcı Baş Kapak Tasarımı: Murat Gündoğan ISBN: 978-605-9724-14-2 Birinci Baskı: Kasım 2015 Sertifika No: 32393 Baskı ve Cilt Kayhan Matbaacılık san. Tic. Ltd şti Merkezefendi mah. Fazılpaşa cad. no 8/2 Zeytinburnu/ İstanbul Tel: 212 576 01 36 POSTİGA YAYINLARI Postiga Basın Yayın Tanıtım Hiz. Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. TİM 2 İş Mrk. No 8/505-506 Topkapı-Zeytinburnu İSTANBUL Tel: 212 501 58 27 www.postigayayinlari.com postigayayinevi@gmail.com © Ezgi Bağcı / Postiga Yayınları (2015) Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz


Hançer-2 Akis

Ezgi Bağcı

AlisaSamira



Çocukluk kahramanım, Hüsnü Bağcı’ya.

5



Aşk gölgeleri süpüren, ölümün uçurumuna sürükleyen bir yansımaydı yüreklerinde

Hançer benim için uzun ama güzel bir macera oldu. Bitiş noktasına kadar yanımda olan herkese özellikle teşekkür ederim, sizin yorumlarınız devam etme gücünü verdi. Destekleri için Postiga kızlarına ve Afet-i Devran’a ayrıca teşekkür ediyorum. Yayıncımız başta olmak üzere, Postiga ailesine teşekkür ederim. Kitabın yazım süreci boyunca her sıkıntımı çeken Ahmet Aslan’a ve Dilem Salman’a teşekkür ederim. Tüm dostlarıma teşekkür ederim, hepiniz bu koşuşturmanın bir parçası oldunuz. Ayrıca tüm ailem, beni sizden başka kimse böyle güzel sevemezdi. Kitabı okuyan tüm okuyucularıma, tüm güzellikler sizinle olsun…

7



Giriş Kışın ağır kokusunu çekti içine. İçindeki yalnızlığı didikliyordu bu koku… Şehrin sisli ve kirli havasına, gece yağmış karın soğuğu karışıyordu. Pardösüsünün önünü kapattı ve şalına daha sıkı sarındı. Beyaz eldivenlerin sardığı eli nazikti. Lacivert şapkası tenini belirginleştirmişti. Kısa bukleleri keskin rüzgârın vuruşuyla dalgalanıyor ve boynunun üşümesine neden oluyordu. Saçlarının rengine uyan toprak gözleri caddeyi taradı. Aradığı kişiyi bulduğunda dudakları hafifçe kıvrılmıştı. Yüksek topuklu ayakkabıları yüzünden basamakları dikkatle inerken gözlerini abisinden ayırmadı. Karşısında, kendisini bekleyen adam yakışıklıydı. Uzamış sarı saçlarını arkasında küçük bir tokayla bağlamıştı. Üzerine oturan gri takım elbisesi güçlü vücudunu belirginleştiriyordu. Hızlı adımlarla yanına vardı ve yükselerek traşlı yanağına minik bir öpücük bıraktı. “Çok bekledin mi?” “Fazla sayılmaz. Toplantı uzadı.” Hoş bir ses tonu vardı. Yumuşaktı ve havada dağılıyordu sanki. Mutluluğuydu abisi ve geçmişiyle kurduğu nadir bağlardan birisiydi. Koluna girdi ve yürürken, adımları için destek aldı. Buna içinden teşekkür etti genç kadın, ince ve yük9


Ezgi Bağcı

sek topuklular tabanının şimdiden ağrımasına sebep olmuştu. “Buna sevindim. Duruşma beklediğimden uzun sürdü.” Kapıyı açmasıyla başını eğip içeriye girdi. Geniş bir arabaydı. Arkasına yaslandı ve soluklandı. Uzun bir gün olmuştu. Uzun ve uğraştırıcı bir gün… Kemeri bağlarken, Jack arabanın önünden turlamış ve yerine oturmuştu. “Hâkim dosyaları incelerken oldukça etkilenmiş. Geçmişimi ayrıntısıyla sorguladı.” Cümlenin sonlarına doğru sesinde belirginleşen titremeyi engelleyememişti. Jack vitesi değiştirirken ona yandan bir bakış attı. “Peki, sen iyi misin?” Gülümsedi. Bundan ötesini yapmaya gücü yetmiyordu. Bakışlarını yoğun trafiğe çevirdi. Ne kadar da benziyordu şu görüntüye… Yüreği de bu cadde gibi kalabalıktı. Geçmiş birçok çıkmaz sokak yaratmıştı ama yaşaması için tek nefeslik bir alan bırakmıştı geriye. “Sonucunu bana söyleyecek misin?” “Evet. Artık ismim resmi olarak Melek Maise Deniz.” Kışın zayıf güneşi doğrudan yüzüne vuruyor ve orada olduğunu hatırlatıyordu. Bunun bir manası var mıydı? Bu ışıklarla arınabilir miydi? Arkasına yaslandı ve başını geriye baktı. Yorgundu, her şey ağırdı artık. “Tüm bunlardan emin misin Beth…” Gözlerini kapattı. “Çok büyük kararlar alıyorsun.” “Attığım adımların geri dönüşü yok artık. Ben Melek’im.”

10


I İri bedeni masanın üzerine doğru eğilmişti. Dışarıdan bakan önüne sıralanmış belgeleri incelediğini düşünebilirdi fakat dalgın bakışlarını göremezdi. Kalemi parmaklarının arasında seri hareketlerle döndürüyor, aklını işgal eden düşüncelerde geziniyordu. Pencereden vuran ışık kalemin gümüş rengi yüzeyinde saçılarak oynaşıyordu. Uzun zaman geçti. Onu görmeyeli sabrımdan daha uzun zaman geçti, peki ne dürtüyor beni? Yavaş bir hareketle sandalyesinden kalkıp pencereye yöneldi. Uzun boyu ve iri bedeni, geniş bir odada olmasına rağmen göz alan bir yer kaplamıştı. Manzaraya ince beyaz bir örtü yerleşmiş, ağaçlardaki yeşiller kışın etkisiyle düşüp yerini kuru bir kahverengiye bırakmıştı. Dışarıdaki soğuk insanın ruhunu da kendisine katıyordu. Kalem parmaklarının arasında dolandı. Kapının açılışıyla başını çevirdi. İçeriye, alaycı sesiyle, giren kişiyi görünce başını yeniden manzaraya çevirmişti. “Yalnızlığınla çok mutlusun sanırım.” Alvino’nun adımlarının sesi odada boydan boya yayılan halıda boğulmuştu. Fakat bedeninin hareketleri ve kıyafetlerinin sesinden onun yaklaştığını anladı. “Bir şey mi söyleyeceksin?” Önüne döndü. Sırtını cama yaslarken, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. 11


Ezgi Bağcı

Heybetinin gölgesi camın saydam yüzeyine yansımıştı. Yılların verdiği tanıdıklıkla dostunun yüzüne baktı. Benzer yanları olduğunu söyleyemezdi. Alvino’nun keskin yüz hatları ve derin okyanus mavisi gözleri annesi tarafından gelen İskandinav kanının izlerini taşıyordu. Kuzgun karası saçları ve buğday teni ise babasının İspanyol kanının getirisiydi. Yüzünde her daim alaycı bir ifade vardı ve bu hayat görüşünün yansımasıydı. Hâlâ yanında duruyor olması ise Hançer’i şaşırtan noktaydı. Alvino onun hareketini taklit eder gibi kollarını göğsünde kavuşturmuş ve kalçasıyla, arkasındaki ahşap masaya dayanmıştı. “Sadece merak ediyorum. Ne zaman harekete geçeceksin?” Gözlerinin grisi koyulaştı ve fırtınalı bir günün rengine büründü. Bunun farkında değildi. Yüzü ifadesiz olsa da, hafifçe dikleşen bedeni sorudan rahatsızlığını dile getiriyordu. Doğruldu ve masasına doğru ilerledi. Sorudan kaçma gibi bir alışkanlığı yoktu. Gerekirse cevaplardı, istemezse sessiz kalırdı ama son birkaç aydır hissettikleri gibi bu da bir “ilk”e çeviriyordu kendini. Alvino’nun gözlerinin kendisini takip ettiğinin farkındaydı. Tüm duygularını, “o” olan ifadesizliğin arkasına sıkıştırdı fakat arkadaşı olan bu adamın, buna ne kadar kandığı muammaydı. “Anahtar sende… Haritanın yerini biliyorsun. Çözmek için neyi bekliyorsun?” Soru bir alayın ve dolu bir imanın altında sorulmuştu. “Beklediğin bir şey mi var?” Bakışlarını karşısındakine kaldırdı. Alvino onun gözlerindeki netliği görünce dikleşti. Bam teline dokunmuştu ve bundan dolayı herhangi bir rahatsızlık duymuyordu. Bir süre cevap alamayınca bacaklarının üzerinde yaylandı. Ceplerine soktuğu elleriyle şu koca boyu olmasa küçük bir çocuk gibiydi. Alvino’nun sınırı zorlayan sorularına devam etmesine ya da Hançer’in zaten sınırında olan sabrının taşıp da en 12


Hançer-II

iyi arkadaşının son nefesini vermesine neden olmasına fırsat kalmadan kapı çalınmış ve ince bir yüz aralıktan uzanmıştı. Genç kız kısık ve neredeyse duyulmaz sesiyle fısıldadı. “B-ben k-kahve getirmiştim.” Hançer sert bakışlarını kızın üzerine dikti. Yine de bakışlarının katılığına rağmen yüz ifadesi yumuşamış, çatılı kaşları gevşemişti. Hafif bir baş onayı verdi. Kız onun baş onayına bile titrerken başı öne, elinde taşıdığı tepsiye indi. Tepsi, kahvelerin dalgalanmasına neden olarak parmaklarının arasında titriyordu. Ne kadar uğraşsa, neredeyse göğsünü yırtacak derin nefesler alsa da, yüreğine dolan gerginliği engelleyemiyordu. Bir sakarlık yapmadan masanın yanına vardığında göğsündeki tedirginlik biraz olsun hafiflemişti de ellerinin titremesi durmuyordu. Ve bu da istemediği hadiselere sebebiyet verdi elbette. Tepsi olanca ağırlığını o an kazanmış gibi parmaklarından kaydı ve masaya çarptı. Çarpmanın etkisiyle kahve, fincanından taştı; tepsiye, masaya ve bileklerine sıçradı. “Özür dilerim… özür dilerim… özür dilerim…” Genç kız bir yandan temizlemeye girişmişken, titreyen elleriyle masayı da toplamaya çalışıyordu. Korkusuna o kadar gömülmüştü ki Alvino’nun seslenişini duymadı. Bıraksalar orada, biraz daha güçlü olsa, ağlayabilirdi. Öğrendikleriyle tüm duygularını bastırdı ve canının acısını da bastırarak temizlemeye koyuldu ama engellendi. İki el hafifçe bileklerini tutmuştu. Şaşkınlıkla başını kaldırdığında çok korktuğu o gri gözlerle karşılaştı. Zaten ince olan sesi olabileceği en tiz tonda dudaklarından ayrıldı. “Özür dilerim…” Cümlenin devamını getirmeye fırsatı olmadı. Kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Genç kız tüm olanların korkusuna sıçramış ve geri kaçmıştı. Adamın tutuşu sıkı olmasa da, kendini onun ellerinden sıyırırken, yanan bilekleri acımıştı. Fakat acıyı saniye 13


Ezgi Bağcı

sonra unuttu. Aloise’in adeta gürleyerek odaya dalışı dikkat çekiciydi. “Neler oluyor burada?” Alvino’nun fısıltısını duyan tek Hançer olmuştu. “Cadı geldi!” Yan gözle baktığında, Aloise’in söylenenleri duymasa bile, hareketleri kaçırmadığını fark etti. Genç kadının keskin mavi gözleri kısılmış, yüzünü öfkeli bir ifade bürümüştü. Adam ellerini cebine sokarak yılların alıştırdığı kavgayı izlemeye başladı. “Yine ne yumurtluyorsun sen?” “Yumurtlamak mı?” Fakat Aloise, Alvino’nun tekrarlayışını duymuş gibi değildi, başını yüzünü buruşturmuş, tedirgin bir şekilde dikilen Bolour’a çevirmişti. Hızlı ve neredeyse yere değmez adımlarla genç kızın yanına ulaştı. “Neyin var?” Ağabeyine yetişmesi de eksik kalmamıştı. “Ne yaptın kıza?” “Tanrı aşkına! Ne yapmış olabilirim?” “Onu bilemem ama mutlaka parmağın vardır. Bolour, sana bir şey mi yaptı?” Bolour’un açıklamak amacıyla dudaklarını araladı fakat imkân olmadı. “Eğer bir terslik yaptıysa söyle…” “Hey!” “O yüzden çekingenlik duyman için hiçbir neden yok. Buna buz koymak lazım.” Hançer kapıdan çıkan ikilinin arkasından baktı. Aloise’in ne dediğini duymuyordu fakat olanlar hakkında söylenmeye devam edip de küçük kızın konuşmasına fırsat bırakmadığına emindi. Arkadaşına baktığında, sinirden neredeyse kızardığını gördü. “Tanrı, onu, benim cezam olarak gönderdi. Ve hâlâ neden bu cezayı çektiğimi bilmiyorum.” “Onu seviyorsun,” dedi Hançer, koltuğuna geri otururken. Alvino yerinden hafif doğrulmuş ve tepsinin köşesinde duran temiz peçeteleri, masanın üzerine bi14


Hançer-II

rikmiş kahvenin üzerine bırakmıştı. Peçete hızla koyu bir renge bürünmüş ve büzüşmüştü. “Onu sevmem için bin ömürlük sabra ihtiyacım var.” “Sana ailenden kalan bir tek o…” Alvino yan gözle ona baktı. Bu sözleri tanıdıktı. Benzerini yıllar önce, daha küçük bir çocukken Hançer’e söylemişti. Geri dönüşü karşısında gülümsedi. Gerçekten ailesinden kalan tek oydu. Hatıralar, acılar ve Aloise… Arasında duran koca boşluk ve bilinmezlikler… Boşluklarını dolduran tek bir kişi olmuştu. Kızıl Cadı… “Ne düşünüyorsun?” “Kızıl cadıyı…” Hançer’in kaşları çatıldı. Gri gözleri arkadaşının sakin ama düşünceli yüzünde dolaştı. Onu böyle görmeye alışkın olduğunu söyleyemezdi. Alvino alaycı, umursamaz karakteriyle insanların zihninde öyle bir yer edinmişti ki, değiştirmesi ancak güçlü dalgalarla olurdu. “Niye dalgınsın?” Alvino soruyu algıladığında soranın ciddi olup olmadığını anlamak için başını çevirdi. Hançer her zamanki ciddiyetiyle kendisine bakıyordu. Her şeyi, tüm duyguları dahil ona anlatmamış mıydı? “Gerçekten? Aşık olduğumdan bahsettiğimi sanıyordum Marco?” “Bahsettin.” “Peki, kadın tarafından reddedildiğimden bahsetmedim mi?” Karşısındaki ilgisini kaybetmiş gibi görününce Alvino öne doğru eğildi. Dirseklerinin üzerinde, masaya yüklenmiş, Hançer’in üzerine eğildiği hesap defterinde gölge oluşmasına neden olmuştu. Gözlerini kaldırdı ve dikkatli bir şekilde, arkadaşının yeniden alaya bürünmüş yüzüne baktı. “Esra’dan söz ediyorsun.” “Dalgınlığımın nedenini anladın mı?” “Dalgınlığının hissettiğin şeyle bağı olduğunu söyleyemem.” 15


Ezgi Bağcı

Alvino bazen, arkadaşının iş sırasında ortaya çıkan dikkat ve zekasının nereye gittiğini ciddi anlamda merak ediyordu. “Aşkın nasıl bir şey olduğunu düşünüyorsun?” “Bilmiyorum.” Saçlarını yolmayı düşünebilirdi ama kel kalırsa kadınları etkileyemezdi. Sabır sınırları zorlanarak derin bir nefes aldı. O sabrını tuttu, alaycılığını alarak ölümün üzerine yürüdü. “Peki, senin düşündüğün biri yok mu?” Kaşları biraz daha çatıldı. Alnındaki iki çizgi iyice derinleşmiş, yüzünün hatlarının daha da sertleşmesine neden olmuştu. Alvino yüzünde oluşan tebessümle sessizleşmiş arkasına yaslanmıştı fakat masanın arkasında oturan adam onda oluşan bilmiş alayın farkına varmamıştı. Yeşille dalgalanan gri gözlerini pencerenin ötesine çevirdi. Birisini düşünüyor olmak ona olduğundan farklı bir anlam mı yüklerdi?

“Esra Çelik ameliyathaneden bekleniyorsunuz…” Anons ikinci defa yapılırken, kızıl saçları bir hale misali dalgalanan bir kadın, etraftaki insanların çekilmelerini bağırarak koşuyordu. Alışkın olmasına rağmen nefesi kesilmişti. Son adımlarını atıp ameliyathanenin kapısından hızla içeriye girdi. Giyinmiş diğer hemşireyi gördüğünde soluk soluğa mırıldandı. “Neler oluyor?” “Trafik kazası…” Ondan sonrası saatler süren yorgunluktu. Telaşın ve bir kurtarma umudunun içerisinde gözleri yanmaya başlamıştı. En sonunda tükenebileceğini hissettiği noktada, ameliyat bitmişti. Omuzları birisini kurtarmış olmanın verdiği rahatlıkla düştü. Başı ağrıyordu. Ameliyat kıyafetlerini üzerinden çıkardıktan sonra, 16


Hançer-II

biraz mola verme isteğiyle hemşire odasına gitti. Yorgunluk sırtından beline doğru inen bir sızıyla kendisini belli ediyordu. Kahve makinesine ilerledi. Bu makine, nöbet gecelerinde, en büyük kurtarıcısıydı. Sıcak koku küçük odaya yayılırken derin derin içine çekti. Kahve de aynı yalnızlığı gibi kokuyordu. Camdan karanlığın çöktüğü ıssız sokağa baktı. Sokağın yoksunluğu, bu kalabalık semtin ana caddesinden gelen gürültüyü engelleyemiyordu. Kahvenin sıcaklığıyla ısınmış fincanı kulpundan kavradı ve pencerenin kenarına doğru yürüdü. Camdaki yansıması da onunla birlikte duvara dayanmıştı. O anda yansıması mı izledi, sokağı mı bilmiyordu. Düşüncelerin derinlerine dalmıştı. Kendisini yalnız hissediyordu. Yüreğine kış mı yağdırmıştı? Hâlbuki emindi… Sekiz ay önce yüreğinin tereddüdünde kaçmanın kendisi için en iyisi olduğunu biliyordu. Fakat umduğunun tersine her şey bir sanrıya dönmüştü. Genç kadın koca yazın ortasında dahi kış gibi üşümüştü. Şimdi… Farkında olmadan başını iki yana salladı. Hayır, üşüse de geçerdi. Sadece yalnızlıktan kaynaklanıyordu. Melek de yanında değildi. Mutlaka alışacak, göğsünde oyalanan bu garip duyguları eninde sonunda süpürecekti. Hissettiği harekete başını çevirdiğinde Işık’ın koyu renk gözleriyle karşılaştı. Arkadaşı her zaman takındığı ciddiyetiyle kendisini izliyordu. Öyle ki ciddiyet Işık’ın takma adıydı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, kaşlarını çatmıştı. “Neyin var?” Sesini biraz olsa bastırma amacıyla kahveyi dudaklarına götürdü. Arkadaşında öyle bir huy vardı ki birisinin ne sorunu var hemen anlardı. Duygularını saklama da usta bir insan olsa bile… “Bir şey yok…” “Gerçekten mi? Bana hiç öyle gelmiyor. Hiç de kendin gibi değilsin.” Kahveyi kenara bıraktı ve dayandığı yerden doğruldu. Hayır, şimdi bunu nasıl cevaplaya17


Ezgi Bağcı

caktı? İyiyim dese inanılır değildi anlaşılan, iyi değilim dese her şeyi anlatacaktı. Ki genç kadının kaçmaya çalıştığı şey de hissetmekti. Anlatmak, yeniden yaşar gibi hislerini daha da ötesine götürmez miydi? Esra bir sanrıya inanmak istemiyordu. Evet, öyleydi. Kendisini anlık da olsa rahatlatmış olmanın verdiği keyifle gülümsedi. Yeşil gözleri parlamıştı. Arkadaşını gülümsemesiyle temin etti. Başka şansı var mıydı? Zihnine inen, gözlerinin arkasına koyu perde misali çekilen bu yakıcı gölgeyi nasıl bastırabilirdi? Kilitti bunlar, toparlamazsa, görmezden gelip yürümezse, kilitler tek tek açılacak; Esra sandıktan taşan dev dalgalarda boğulacaktı. “İyiyim Işık. Hatta daha iyi olmamıştım. Sadece eve gidip, tüm gün uyumanın hayalini kuruyorum. Nöbetteki hemşirenin başka hayali mi olurmuş?” Işık’ın siyah kaşları çatıldı. Gözleri ışıldadı. Konuştuğunda, alaya kaçan tonundan inanmadığı anlaşılabiliyordu. “Tabii ya, başka hayali mi olurmuş?” Ve arkasını dönüp gitti. Esra omuzlarından koca bir taşın alındığını iddia edebilirdi. O ne bakışlardı öyle? Spot ışıkları halt etmişti. Parmaklarının arasında soğukluğunu hissettiği kahveye baktı. Son zamanlarda tüm kahvelerinin böyle soğumasına sinir oluyordu… Hırsıyla kapıya ilerledi ve bardağını çöp kovasına attı. Öyleyse içmeyecekti.

Güneş doğmuş, insanlar çoktan yollara dökülmüştü. Ama gün uyanmışken, otomatik kapılardan dışarı çıkan kadın uykuya hasretti. Çantasının ucunu kolunun altına sıkıştırmış, sürekli titreyen telefonu arıyordu. Lanet olası! Çalacak zamanı bulmuştu. Arayan da sabahın köründe onu düşünerek mi uyanmıştı da, böyle delicesine çaldırıyordu telefonu! En sonunda hedefine ulaştığında, 18


Hançer-II

ekranda yazan ismi görmesiyle tüm kötü düşünceler zihninden uçup gitmişti. Yüzünü âdeta parlatan gülümsemesiyle telefonu açtı. “Melek!” Neredeyse çığlık atmıştı. Hastanenin girişindeki insanların bakışlarının kendisine döndüğünü fark etmedi. “Neredesin kızım sen? Beni meraktan öldürmeye mi çalışıyorsun. Seni ne kadar özlediğimden haberin var mı?” dedi, soluk soluğa kalmıştı. Çantasını zorlukla toparlayarak omzuna astı. “Üzgünüm. O kadar yoğunum ki fırsat bulamadım. Orada sabah, seni uyandırmadım umarım.” Melek’in sesi son kelimeyle titremişti. Kendi sabah manyaklığını bilen genç kadının gülümsemesi büyüdü. “Nöbetten çıktım. Zamanlama konusunda bir problemin yok yani.” Telefonu değiştirip diğer kulağına aldı. Elini kaldırarak ileride oyalanan taksinin dikkatini çekmeye çabaladı. O anda bacakları otobüs durağına yürüyebilecek kadar güçlü değildi. “Kendini şanslı sayabilirsin.” Karşıdan gelen kıkırdamaya tebessüm etti. Konuşma sırasında taksiye binişini anlatsa ayrı bir saat ayırması gerekebilirdi. “Niye suskun kalıyorsun anlatsana neler yaptığını ama bir saniye bekle ondan önce…” Öne doğru eğilip adresini söyledikten sonra konuşmaya devam etti. “Ha şimdi anlatabilirsin yavrum. Tamamen seninim.” “Tamam. Ne anlatmamı istiyorsun?” “Şaka mı yapıyorsun kuzum. Arayan sen değil misin yahu? Yine neler oluyor orada?” Sabırsızlığı tavan yapmıştı ve gayet de normaldi. Dostu kendisinden uzaktaydı, fırtına misali bir hayat yaşıyordu, Esra ise sadece telefonla haber alabiliyordu. Üzüntüsünde bile yanında olamamıştı. “Nasılsın peki?” Derin bir iç çekme sesi gelmişti karşıdan. Genç kadın telefonu tutan elinin kasılmasını engelleyemedi. “İyiyim… Jack ve Darcey’in yanımda olması toparlamamı 19


Ezgi Bağcı

sağlıyor. Endişelenme... Burada halletmem gereken işleri tamamlayınca Türkiye’ye döneceğim. Herkesi çok özledim.” “Elbette özlemişsindir, özleminden ismini bile değiştirdin.” Uzun zamandır konuşamamanın acısını çıkarttılar. Esra taksinin ne ara evinin önüne vardığını bile anlamamıştı. Telefonu kapatırken, başını koltuğa geri bıraktı. Yorgundu. Uzun zamandır ilk defa olayların onu yormasına izin veriyordu ve bunda, Melek’in uzakta olmasının payı da vardı. Dostunu görememek, konuşamamak göğsünü dolduruyordu. Yana doğru döndü ve dizlerini kendisine doğru çekti. Yoksa hissettiği bu acıyı böylesine içinde taşımazdı. Geçerdi. Mutlaka geçerdi. Gecelemezdi, güne başlarken aklına ilk gelen düşünceler bunlar olmazdı. O adamı düşünmez, gerçekleşmesine izin vermeyeceği bir sanrıda dolaşmazdı.

Pencereden sızan güneş ışınları avucunda tuttuğu anahtarın altın yüzeyinde yansıyordu. Gözlerini bu yansımadan doğan parıltıda gezdirdi. Çok anlam ifade ettiğini söyleyemezdi fakat yolunun adımıydı. Genç adam sert adımlarıyla büyüdüğü evin basamaklarını çıktı. Kasanın burada olduğu gerçeğinin ve bunu başkasından öğrenmiş olmanın canını sıktığını inkâr edemezdi. Onun son basamağı adımlamasıyla birlikte kapı açılmıştı. Tanıdık ama eskisinden daha yaşlı olan yüzle karşı karşıyaydı. Yılların kırışık dokunuşlar bıraktığı bu yüz, onu gördüğünden olacak ki aydınlanmıştı. Kuru dudaklarında hafif bir gülümseme oluşmuştu. “Efendi Hançer, sizi yıllar sonra burada görmek büyük bir onur.” Yaşlı gözler bir süre onu inceledi. Geçmişinin büyük 20


Hançer-II

bir bölümünü kaplayan insanlardan biriydi. İsmini bilmediği ama hep orada olan… “Kasayı görmeye geldim.” Fazla söze gerek yoktu. Oradaydı ve niyeti anlaşılmış olmalıydı. Öyle ki karşısındakinin yüzünde şaşkınlığa dair bir iz yoktu. Zaten bunu bekliyormuş gibi kapıyı sonuna kadar açtı, bir adım geri çekildi ve başını eğdi. “Öyleyse, nihayet geldiniz efendim.” Terk edilmiş bir mekân gibi değildi içerisi. Bırakıldığı zamanki çatışma izleri yok olmuştu. Orada olması gereken kurşun delikleri yerlerinde değildi. Hâlbuki en son günün adamın hatıratında bıraktığı aralıksız silah sesleri ve bağırışlar, her köşeye sinmiş kan kokusuydu. Kana alışıktı, onla büyümüş, onun için büyütülmüştü ama o gençlik yaşına kadar hiç öylesini görmemişti. Duvarlar boğulmuş, çığlıklar ana gömülmüştü. Geçmişin koyu renklerinden sıyrılarak o ana geri döndü. “Beni kasaya götür.” Sözü ikiletilmedi. Kâhyanın arkasından ilerlerken gözleri alışkanlığıyla duvarlarda dolaştı. Geniş hol, ince ve açık renge boyanmış duvarlara asılmış olan ünlü ressamlara ait tablolarla donatılmıştı. Ahşap merdivenleri, uzun koridorları geçtiler ve ‘yine’ o eskiden kalan, orada, o noktada durma alışkanlığına sahip olduğu odaya vardılar. Kâhya kapıyı açınca dev odaya adım atmışlardı. Buranın da değişmediğini gördüğünde şaşırmadı. Geniş pencereler şehrin güzel manzarasını gözler önüne seriyordu. Perdeler sonuna kadar açılmış ve bu seyre izin verilmişti. Ahşap kokusu ve sade bir lüks… Gözleri odanın içinde rahatlıkla hareket eden yaşlı adamı takip etti. Adam ilerlemiş ve masanın ardındaki rafların önünde durmuştu. Bedeniyle kapattığından dolayı ne yaptığını göremiyordu fakat kollarının kıpırdanışı uğraşını ele veriyordu. Saniyeler sonra bu uğraşın sebebi anlaşılmışken, odada yankılanan bir uğultu, uğultuyu takiben bir gıcırtı duyuldu. Ortadaki kitaplık geriye doğru çekildi ve karanlık bir boşluk açtı. Kâhya ayaklarını sürüyerek karanlığa girince, Hançer’e de iz21


Ezgi Bağcı

lemek düşmüştü. Peşi sıra ilerleyip, ayrılan kitaplığın önünden geçerken ikinci ve üçüncü rafı taradı hızla. Fakat arayışını orta rafta sonuçlandırdı. Baştan üçüncü kitap kenarlarındaki belirsiz boşlukla oradaydı. Karanlığa doğru yürüdü. Fazla vakitlerini almadı ki bir ışık görüşüne girdi. İki üç dakika sonra loş, köşede duran bir lambayla aydınlatılmış penceresiz bir odaya varmışlardı. Yuvarlak şekil verilmiş odada, tam ortada duran çalışma masasından ve masanın tam arkasında tüm duvarı boydan kaplayan güzel bir kadının portresinden başka bir şey yoktu. Bu tanıdık kadının tablosu ilgisini çekse de fazla oyalanmadı, seri adımlarla ilerledi ve tablonun kenarındaki anahtarı bularak kenara doğru kaydırdı. Kasa önündeydi. Ama Kaptan bu kadar basit değildi. Dizlerinin üzerine çöktüğünde haklılığını gördü. Sadece anahtar kasayı açmayacaktı. “Buna ihtiyacınız olacak.” Kâhyanın söyleyişine başını kaldırdı ve kendisine uzanan eldeki beyaz zarfa baktı. Tereddüt etmeden aldı. Zarfın ağzındaki mührü tanımada zorluk çekmemişti. Bir parmak hareketiyle açtı. Çıkan not uzun değildi. Yine de anlaşılır netlikteydi. Ayağa kalktı ve Kâhya ile göz göze geldi. “Kaptanın her zaman oynayacak bir oyunu vardır Efendi Hançer.” Güneşin son ışıkları da günden elini çekmişti lakin genç adam orada dikilmeye devam ediyordu. Yine beklemekten başka bir çaresi yoktu. Üstelik harekete geçse dahi yapacağı her şey boşuna olurdu. Parmakları anahtarın üzerine kapandı ve sıktı. “Anahtar tek başına işine yaramayacak… Mektubu bekle…” Notu masanın üzerine bıraktıktan sonra sandalyeye oturdu. Kaptan onun için hiçbir şeyi kolay hale getirmemişti, bu olayda da farklı olmayacaktı. Sorun şuydu ki; Hançer ilk defa birini bulduğunda ne yapacağını bil22


Hançer-II

miyordu. Sonunu bilmeden hareket ediyordu. Gerçek ismini bulacak olmanın nedeniydi. Geçmişi isimsiz bir düzlükten ibaretti. Hatırladığı ilk andan itibaren var olan görevler ve sessizlik… ‘Çocuk’ olmak… Ve sonra HANÇER! Kalın parmaklarıyla gözünün takıldığı kitabı aldı ve kaldırdı. Bunu o odada bulduğuna şaşırdığını itiraf edebilirdi. O an işe yaramayan anahtarı ceketinin iç cebine koyduktan sonra çıkışa doğru birkaç adım attı fakat masanın üzerinde gördüğü şey onu durdurdu. Ona doğru uzanırken Kâhya’nın sesini duydu. “Büyük efendi İspanya’dan ayrılmadan önce bunu okuyordu.” “Her şeyi olduğu gibi bırakmışsın.” “Görevim bu Efendi Hançer.” “Öyle.” Kitabı parmaklarının gücüyle büktü. “Kaptan’ı bulunca ne yapmayı planlıyorsunuz?” Bu sefer yaşlı adamın yüzüne baktı. Endişeli bir ifadesi vardı. Tüm oyunlarına ve acımasızlığına rağmen Kaptan, insanları sahiplenirdi ve bu adam da o insanlardan biriydi. “Öldürmeyi,” derken ses tonu soğuktu, küçüklüğünden beri o evdeki ruhsuzluktan gelen bir tınısızlıktı. Ama o anda ilk defa emin olmadığı bir şeyi söylüyordu. Döndü ve hızlandı, ‘ölüm’ olması için eğitildiği o evden uzaklaştı. Okuduğu, kendisine ait olan, ilk kitaptı elindeki. Parmakları sayfaların üzerinde hızla kaydı. En çok açıldığı belli olan sayfada durdu. Gözleri dizeleri geçti. Dudaklarında farkında olmadığı, geçmişin getirdiği o rahatlığın kıvrımı oluştu. “… Halk içinde yaşayıp onlar gibi davranmaktan başka Göstermedi bana doğru dürüst yaşamanın yolunu. Aslında bu yüzden adım da böyle damga yedi; 23


Ezgi Bağcı

Neyle uğraşırsam ona bulanmış buluyorum kendimi, Boyacının eli gibi, o belirliyor kişiliğimi1 İlk ama diğer hepsi gibi boşluğa okunan yine de ruhunu dolduran bir şiir…

1 William Shakespeare – Soneler 111. Sone 24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.