Azizm Sanat E-Dergi Eylül 2014 Sayı 81
Modernizm ve Gerçeğe Düşen Düş Central Park Beşlisi Fransız Devrim Takvimi
Genel Yayın Yönetmenleri Onur Keşaplı Selin Süar Yayın Kurulu Fırat Tunabay Gökhan Baykal Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson
Ön Kapak: Peri Kraliçesi Tytania'nın Sahilde Büyülü Yüzüğü Buluşu (1805) - Johann Heinrich Füssli Arka Kapak: Fransız Cumhuriyetçi Takvimi (1794) – Phillibert-Louis Debucourt azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat 2
Editörden Ülkemizi yönetenlerin ideolojik gericilikten öte zihniyet olarak modern öncesinden kalma olduklarını uzunca bir süredir durmaksızın yazıp duruyoruz. İstedikleri kadar son teknoloji ürünlerine sarılsınlar, dilediklerince çağdaş ilgilerin peşine takılsınlar durum değişmiyor. Köprülerin yere çakıldığı, öğrenci yurtlarının yerle bir olduğu, vapurdan inerken, durakta otobüs beklerken ve üst geçitten geçerken hayatınızı kaybetmenizin an meselesi olduğu, cumhuriyet tarihinin işçi ölümleri konusunda tartışmasız lideri iktidarımız, postmodernizmin “eskiye dönüş” çağrısını haddinden fazla ciddiye alarak bir toplumu zamanda yolculuğa çıkartıyor. Kapitalizmin en ilkelini 21. Yüzyılda uygulamaktan geri kalmayarak işçileri katledip çözümü dine sarılmakta ararken, katliamın baş sorumlusu olan serbest piyasa ekonomisini savunmak kendini solcu sanan ancak gerçek anlamda liberal bile olamayacak şahıslara kalıyor. Devletçilik, kamuculuk, laiklik, Aydınlanma ve sosyalizm sadece ve sadece lanetlenmek, iğdiş edilmek üzere konu ediliyor. Gericiliğin tüm tonlarını barındıran bu taharruza karşı ülke solunun kendi gündemiyle yeni cepheler açmak yerine rakibin düzeninde oynaması, bu oyunu da birbirini yiyerek yapması tarihin affedemeyeceği bir hata. Yinelemekte yarar var; başta eğitim ve sağlık olmak üzere
nice
alanda
sosyalizmin
kazanımları
kapitalizm
tarafından
asla
sağlanamayacak kadar ihtişamlı. Mistik bir şekilde ütopikleştirilen bu somut fark sadece çeyrek asır önce yaşanmaktaydı. Kazanımlarımızı örgütlü olarak güncellemeliyiz. Modern öncesi yöntemlerle ilericiliğe hücum edenleri alt edebilmenin yolları görkemli devrimler çağında aranmalı. Fransız Devrimi, bilimsel bir devrimin, Aydınlanmanın, Orta Çağ karşısında mutlak zaferiydi. Her ne kadar karşı devrim 3
kimi noktalarda rövanşı almış gibi gözükse de dünyayı asla 1789 öncesine döndüremediler. Fakat sinsi bir şekilde yozlaştırıp unutturdular. Günümüzde Fransız Devrimi yalnızca ulus devlet inşası olarak anılmakta ve bu nokta bile ekonomi politiğinden yalıtılıp salt milliyetçilikle yorumlanmakta. Aklın dogmalara karşı galibiyeti, bilimin açtığı kapılar görmezden geliniyor. Bu saklama yönteminin en başarılı olduğu kazanımlardan biri Fransız Devrim Takvimi. Dinsel tüm adlandırmaları, hataları, saçmalıkları süpüren ve zamanı tarihte eşi benzeri görülmemiş ölçüde akılcı bir temele oturtan bu takvime dair bir hatırlatmayı içeren sayımızda hak ihlalleri ekseninde yakın dönem Hollywood’un siyahları nasıl sunduğuna dair dosyamızın ikinci bölümü Central Park Beşlisi belgeseliyle tamamlanıyor. Baş yazımızda ise günümüzde güzellemeden öteye geçemeyen edebiyat eleştirisini aşarak örnek teşkil etmesi gereken bir makale yer alıyor. Engin Taş’ın Gerçeğe Düşen Düş adlı romanının derinlemesine incelemesi modern-post modern ayrımı üzerine de tartışılması gereken bir zenginlikte. Çarpıcı konu ve içerikteki deneme ve şiirler de bu ay Azizm Sanat E-Dergi’de. Örgütlü direniş için sanatla kalın dostlar…
Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi Ekim 2014 sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 4 Ekim tarihine
kadar
azizm.sanat@gmail.com adresinden
yayın
kurulumuza
iletebilirsiniz.
4
İçindekiler Farklılıklar İçerisinde Bir Eser: “Gerçeğe Düşen Düş” – Ömer Faruk İşler
s. 6
Hak İhlalleri Ekseninde Yakın Dönem ABD Sinemasında Siyah Azınlığın Sunumu 2: Central Park Beşlisi ve Jogger Davası – Onur Keşaplı
s. 26
Zaman Çizelgeleri – Selin Süar
s. 34
Gençler – Fırat Tunabay
s. 38
Kiremit Çatı – Mehmet Rayman
s. 39
Hayat Çok Kısa – Nur Gözde Yılmaz
s. 40
Ülke Balıkçısı, Yalova’da Başlatılan Proje ile Makus Talihini Yenecek – Halit Konanç
s. 44
5
Farklılıklar İçerisinde Bir Eser: "Gerçeğe Düşen Düş" Ömer Faruk İşler
Araştırma Sorusu: Engin Taş’ın Gerçeğe Düşün Düş adlı kitabındaki modernist elementler ve bu elementlerin anlatım üzerine etkisinin incelenmesi.
Öz (Abstract)
Ömer Seyfettin’in olay öykülerine karşı, Sait Faik Abasıyanık’ın durum öyküleri modernizmi klasik dönemden ayıran farklılıkları ortaya koyar. Klasik dönemde olaylar yazıların temel yapıtaşları kabul edilirken, modernizm akımı insanı ele almıştır ve bunun getirisi olarak olaylar kenarı itilerek durum öyküleri tercih edilmiştir. Bu çalışmada modernizmi klasik dönemden ayıran faktörler ön plana çıkarılmıştır. Dönemler arası geçiş süreci incelenmiş ve modernizm akımının bir edebiyat eserinde ne gibi değişikşiklikler ortaya koyacağı belirlenmiştir. Engin Taş’ın kaleme almış olduğu Gerçeğe Düşen Düş kitabı konu bakımından post modernist bir eserdir ve bu eserdeki modernist elementler kitap incelemesiyle ortaya çıkarılmıştır. Biçim ve anlatım olarak iki ayrı alanda bu modernist unsurların kitaba etki ettiği belirlenmiş ve konu ikiye ayrılmıştır.
6
Modernist unsurların kitaba ne gibi anlamlar kattığı ve yazarın bunları niçin kullandığı araştırılmış ve belirlenmiştir. Ardından yapılan incelemeyle beraber yazarın ele aldığı modernist tekniklerin onun yazmak istedi konuya ve temaya nasıl etki ettiği değerlendirmiştir. Başarılı olup olmamasından daha çok hangi amaçla kullandığı, ne gibi teknikler kullandığı ve hangi yönleriyle klasik döneme karşı bir yapı içerisinde olduğu incelenmiştir. Anlam bakımından kitap ele alındığında ise anlamların süre gelen anlayışlardan farklılıkları ortaya konmuştur. Yazarın kendine özgü, sıra dışı, fikirlerine dikkat çekilmiş ve verdiği örnekler kitaptan alıntılarla yansıtılmıştır. Tüm bu kullanımların okura ne gibi yansıtıldığı ve okurun dikkate alınıp alınmadığı değerlendirilmiş ve okurun kitaba nerelerde tutunması gerektiğini belirleyen faktörler irdelenmiştir.
Farklılıklar İçerisinde Bir Eser
Avrupa da gerçekleşen Rönesans ve reform hareketleriyle birlikte düşünce özgürlüğü ortamı doğmuştur. Din ve monarşik yapıların insan üzerinde oluşturduğu baskılardan bu dönemde kurtulmaya başlayan insanoğlu zamanla düşünce dünyasını geliştirerek yeni kavramlar ortaya çıkarmaya başlamıştır. Fransız İhtilali ile beraber ortaya çıkan milliyetçilik akımı bu kavramların en önemlileri arasındadır. Bu kavramlar toplumsal yaşam içerisinde zamanla yerlerini almaya başlamışlardır ve insan yaşantısına şekil verir hale gelmişlerdir. Toplumsal eşitlik ön planda tutulmaya başlanmış ve bu amaçla eserler verilmiştir. Moliere’nin Cimri adlı eseri düzen eleştirisinin yapılmaya başlandığını gösteren en 7
önemli eserlerden biridir. Birinci Dünya savaşının da temelini oluşturan Sanayi Devrim’i milliyetçilikle çalkalanan toplumlarda yeni bir sınıf açmaya başlamış ve işçi sınıfı gibi yeni bir sınıf ortaya çıkmaya başlamıştır. Sömürgeleşme yarışına giren devletler bulundukları bölgelerde ki insanları ve hayatları tesiri altına almaya çalışmıştır. Franz Kafka "Dönüşüm" adlı eserinde toplumun bu kesimin sorunlarını incelemiş ve okura aktarmıştır. İnsanların yaşamlarında ki değişimlere göre değişen düşünce sistemleri de ilk devrimini Birinci Dünya Savaşı sonrasında Rusya vermiştir. Bolşevik İhtilali ile beraber dünya üzerinde kutuplaşmalar başlamış İkinci Dünya Savaşı’na sürüklenen dünya ardından temel iki dünya görüşünün etkisiyle soğuk savaşa sürüklenmiştir. Tüm bu yaşanan gelişmeler sanatı ve doğrudan insan hayatını yaşamını anlatan edebiyatı etkilemiştir. Klasik Dönem Edebiyat’ı bu dönemler içerisinde yaşanan olayları ele alarak sanat toplum içindir ve sanat sanat içindir çatışması içerisinde süregelmiştir. Klasik dönem edebiyatının asıl amacı belli bir tip üzerinden toplumda ki sorunları irdelemek ve bu sorunların çözümlerini topluma göstermektir. Türk Edebiyatı’nda da bu durum yaşanmıştır. Milli dönem Türk Edebiyatı ile başlayan süreç daima belli kalıplar çerçevesinde sanata yön vermek ve edebiyatı belli kalıplara sokma amacı gütmüştür. “Postmodernizm, özellikle 1980 sonrası Türk kültür hayatında sözü çok geçen, tartışmalar yaratan bir terimdir. Türk edebiyatında postmodernist eğilimlerin örnekleri de yine aynı dönemde, 1980’li yıllardan itibaren görülmeye başlanmıştır. Ülkemizde henüz kendi doğal seyri (kültürel, sanatsal, felsefî, ekonomik, siyasal gibi) içerisinde postmodernizm oluşumunu tamamlayamadan, Türk toplumu, bu gerçeklikle tanışmıştır.” (YALÇIN-ÇELİK, ,247.) Recaizede Mahmut Ekrem, Bihruz karakterini kullanarak toplum eleştirisi yapmaya çalışmıştır ve "Araba Sevdası" adlı eserinde de yanlış batılılaşmayı 8
eleştiren bir eser vermiştir. Bu süreçte 20. Yüzyılda ve 21. Yüzyılda tüm bu akımlara karşılık olarak sadece insan psikolojisi üzerine yoğunlaşmayı amaçlayan tüm geleneklere sırtını çevirmiş yeni bir edebi akım ortaya çıkmıştır. Hayat Dergisi’nin 23. sayısında Şiirde Modern ve Modernizm Üzerine adlı makalede modernizm terimi açıklanmıştır.
9
“Modern ve modernizm, Batı’daki Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketleri sonrasında öne çıkan felsefe ve sanat terimleridir. Günlük dilde de çok sık kullanılan modern kavramıyla, genelde sanatta, özelde edebiyatta kullanılanlar arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. “((2007),. Hayal Dergisi, 1.) İnsan kendiliğince bir bütündür ve psikolojik olarak incelenmelidir. Konu olarak farklılaşan bu akım biçim olarak da farklılık göstermeye başlamıştır hiçbir kalıp veya çerçeve altında eserler verilmemiştir. Modernizm de eserler daima özgür ve sanatçının isteği doğrultusunda sunulmalıdır. Nazım Hikmet Ran şiirlerinde biçim olarak bu farklılığı ortaya koyan en önemli Türk şairlerindendir. Modernizm sözlük anlamıyla çağdaşlık demektir. Modernizmin ele aldığı konular toplumda var olan ve günlük hayat içerisinde artık önemini yitirmiş ve günlük gereksinimleri karşılayamayan klasik kültür ve toplumsal yaşam şartlarıdır. 19. Yüzyıl da Fransa da ortaya çıktığı kabul edilen modernizm hayatın her alanında değişikler
yapılması
gerektiğini
savunmuştur.
Toplumun
anlayışlarının
farklılaştığını ve toplumun gereksinim ve anlayışlarını karşılamak üzere yeni bir akım oluşturulması gerekliliği savunulmuştur. Modernizm sanat, bilim, teknoloji gibi her alanda kendini göstermeye başlamış ve hızlı bir gelişim süreci içerisine girmiştir. Sanat içerisinde modernizmin en etkili olduğu dallardan biri de edebiyattır. Edebiyatta modernizm akımı var olan klasik edebiyat ve akımlara bağlı edebiyat üzerine tepki olarak gerçekleştirilmeye başlamıştır. Belli kalıplar takip edilerek oluşturulan ve bu kalıplar üzerine yazılmaya çalışan edebiyat modernizmin karşı durduğu bir edebiyat şekli olmuştur. Eserler yazılırken amaç belli kalıplar ve çerçevelerden kurtarılmaya çalışılmıştır. Yazarlar temel olan toplumsal problemler yerine toplumsal problemlerin odak noktasında yer alan insanları konu edinmeye başlamışlar. Modernizm adı altında ilerleyen bu 10
dönemde post modernizm akımı ortaya çıkmış ve ruhsal bunalımları ele alan, psikolojik ve insan odaklı eserler ortaya çıkmıştır. Klasik Dönem ve Modernizm arasında biçem ve anlatım bakımından ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Belli kurallar altında yazılmaya çalışan klasik dönem eserleri dilin sadelik ve süslülüğüne önem vermişlerdir ve sanatı belli kalıplar içerisine sokmayı amaçlamışlardır. Öte yandan modernizm bu kalıpları yıkılmasını hedef almıştır kalıplar dışında yazılmışlardır. Modernizm klasik dönem in toplum dayalı konu seçiminden uzaklaşarak birey ve ruh odaklı eserler vermeye başlamıştır. Modernizm klasik döneme bu başkaldırısının ardından önemli eserler verilmeye başlanmıştır. Engin Taş’ın kaleme almış olduğu Gerçeğe Düşen Düş adlı romanı da modernist elementlerin, sıra dışılığın en güzel örneklerini içinde barındıran başlıca romanlardandır. Roman kurgulandığı üzere roman karakterlerinin dünyanın en güzel kitabını bulma amaçları üzerine kurgulanmıştır. Karakterlerin toplumun farklı sınıflarından seçilmiş ve tek bir ortak yön ile kurguya dâhil edilmişlerdir. Yazarın isim vermek yerine takma ad kullandığı karakterler ilk olarak aynı noktaya gitmişler ve burada ki kişiden dünyanın en güzel kitabını nerede bulabileceklerine dair bir şifre almışlardır. Şifreleri kendilerince değerlendirerek diğer şifrelerin bulunduğu yeri bulmaya çalışmışlardır. Ortaya çıkan her yeni şifre onları yeni mekânlara götürmüştür. Tüm bu yolculuklar esnasında yazar karakterlerin özel yaşamlarını da ele almış ve onların sorunlarından ve psikolojik durumlarından yola çıkarak değerlendirmeler yapmıştır. Kimi zaman bir karakterin aşık oluşunu yuva kuruşunu anlatırken diğer karakterinin eşiyle arasında ki sorunları ve ayrılık aşamasına gelişlerini göstermiştir. Karakterler her şifrede çeşitli mektuplar almışlardır. 11
Mektuplarda arayıcılar diye seslenerek çeşitli mesajlar verilmiştir. Bu mektuplarda insanların bugüne kadar olan yanlışları, yanlışlıkları değerlendirilmiş insanoğlu eleştirisi yapılmıştır. Bilinen ve günlük hayatta kullanılan çoğu kavramın, durumun bilinenden çok öte manalar taşıdığını göstermektedir mektuplar. Okuyucu tüm buları okuduğunda insanların dünyayı kendi istekleri doğrultusunda kirlettikleri anlamakta ve diğer şifreye ulaşabilmek için bu kötü duygulardan arınması gerektiği belirtilmektedir. Akıl ve birikimleriyle kitaba ulaşmayı hedefleyenlerin yanında kitaba bir de tüm bunlardan uzakta kitaba başkalarının zekâsıyla ulaşmak isteyen ve insanları öldüren ayrı bir karakter konulmuştur bu karakter aslında kitapta oluşturulmak istenen zıtlıkların göstergesi şeklindedir. Yazar karakterlerin şifreleri birleştirmesi gibi okurun da kitabın bütününe hâkim olabilmesi için bölümleri birleştirmesini zorunlu kılmış ve karakterlerin başından geçenleri ayrı ayrı bölümler halinde aktarmış ve arada bağlantılar kurmamıştır. Kitapta karakterlerin özel yaşamlarına da değinmiştir ve bu yaşamlarda karakterlerin ruhsal bunalımları ve bir kitaptan neler bekledikleri yansıtılmıştır. Karakterler arasında daha çok aşk evlilik ve eş olma duyguları işlenmiştir. Romanda sonlara doğru yaklaşılırken büyük bir kargaşa halinde geçen ruhsal durumları ve kitap için buldukları şifreler yavaş yavaş çözülür hale gelmiştir. Kitapta sona yaklaşıldıkça gizem artmakta ve bu gizemin nedeni kitabı başkalarının bakış açısıyla bulmaya çalışan karakter oluşturmaktadır. Yazar karakterleri birbirleriyle karşılaştırmış hatta bu karakterlerin birbirlerinden şüphelenebilecek hale getiren olayların içine atmıştır. Kitapta ara ara yaşanan ölümler insanoğlunun tüm acizliğini gösterirken diğer yandan ise kitaba çözülmesi gereken bir gizem katıyor. Birbirleriyle mücadele etmek durumunda kalan karakterlerde kitabın son bölümlerinde aslında aranılan kitabın okurun elinde ki kitap olduğunu gösteriyor okura. Konu 12
bakımından insanoğlunun yaşamı kendi lehine oynamaya çalıştığı ve aslında dünyayı yöneten bir çıkar çatışması olduğu anlatılıyor eserde. Konuyu desteklemek üzere ise çeşitli temalardan yararlanılmıştır sürekli olarak: aşk, sevgi bunların en başında gelen temalardandır.
Modernist Elementlerin Biçimdeki Yeri
Romanda ki modernist elementlerin verilmeye çalışıldığı en önemli yer biçimdir. Anlatım şekli yazının hiçbir kalıplaşma içersinde kalmadan yazarın kendi istekleri doğrultusunda yön almıştır. Kitap üç karakterin bir kitapçıya gitmesiyle başlar ki modernist elementlerin kitapta başladığı yerde tam olarak burasıdır. Kitapçı onlara kendi isimleri dışında takma adlar vererek karakterleri kitabın içersine bu takma adlarla dâhil etmiştir. ‘“Size yeni bir ad vereceğim. Sen Alekto’sun. “dedi otuzlu yaşlardaki esmer erkeğe; “Sen Dike’sin.”dedi bayana. Renkli gözlü, kumral adama da “sen Havas’sın”.dedi.’(Taş, E.(2010) S.12) Böylece karakterler okura kendi adlarıyla değil farklı insanlarmışçasına başka adlarla sunuldu. Bu durum aslında anlatılmak istenen şeyin karakterlerden ve kişilerin kim olduğundan çok onların psikolojisi ve durumun önemi olduğunu gösterir. Üzerinde durulması ve asıl düşünülmesi gereken durum kitabın neden arandığı niçin arandığıdır arayanların kim olduğu önemli değildir bu yüzden yazar karakterlere başka isimler vermiştir. Araç, amaç ayrımının yapılmaya çalışıldığı görülmektedir. Yazara göre insanlar araçtır ve bilinmeleri pek önemli değildir ama asıl vurgulanmak istenen onların farklı dünya görüşleri ve kitaba yükledikleri farklı 13
manalardır. Çeşitli toplumsal kesimi temsil eden karakterler kitaba yükledikleri manalar açısından da farklılık gösterirler, bu durumda okurun yazıda kendine ait bir yer bulmasını kolaylaştırmak içindir. Okur kitapta karakterlerden biriyle aynı yaşam şartlarına sahip olabilir. Gerçekçi bir anlatımın kullanılması okuru kitabın içerisine çekme arzusundan doğmaktadır. Bir diğer açıdan bakılacak olursa, takma adlarla
karşımıza
çıkan
karakterler
okurun
kitabın
içerisine
girmesini
kolaylaştıracaktır. Yazar duyguları ön plana çıkarırken okura duygular yönünden yaklaşmayı denemiştir ve okur-karakter arasında ki benzer duygular ortaya çıkmıştır. Böylece okurken okur bir Havas gibi olabilir veya en azından bir Havas gibi düşünebilir. Bölümün devamında kitapçı onlara kitabı neden aradıklarını teker teker soracaktır ve aldığı cevaplar karşısında kısa kısa yorumlar yapacaktır. Aslında kitapçının başta ne demek istediği pek anlaşılamamaktadır, bölümler ilerledikçe yapılan yorumların aslında bize karakterlerin yapılarını ortaya koyulduğu anlaşılacaktır. Örneğin kitapçı Alekto’ya kitabı neden aradığını sorduktan sonra, onun anlattıklarını dikkatle dinlemiş ardından “üç kuruşluk eşeğin, beş kuruşluk sıpası olur” gibi bir yorum yapmıştır. İlerleyen bölümlerde bu karakterin kitabı meşru yollarla aramayan ve insanlardan faydalanarak kitabı bulmaya çalışan karakter olduğunu anlaşılacaktır. Yazar yaptığı bu olumsuz yorumla ilerleyen bölümlere bir ipucu vermiştir ve ilerleyen sayfalarda bu Alekto’nun kitapta ki gizem olaylarına sebep olduğu anlaşılacaktır. Kitabın karakterler aracılığıyla birbirinden ayrılan bölümlerinde yazar olayların yer aldığı kısımlarda üçüncü tekil kişiyi kullanarak tanrısal anlatıcıyla olayları aktarmaktadır. Kitap içerisinde klasik dönem edebiyatı ile modernist dönem edebiyatı arasındaki farklılıklar gibi bölümler içerisinde de farklılıklar oluşmaktadır. 14
Olayların ağırlıklı olarak anlatıldığı klasik dönem edebiyatını eleştiren ve alaycı olarak yaklaşan modernizm edebiyat akımı olaylarda yer alan insanların düşüncelerinin ve psikolojilerinin daha önemli olduğunu vurgulamıştır. Bu duygular ve psikolojik etmenler kitapta bir uyarı tonuyla kaleme alınmıştır ve anlatıcı direk olarak kahramanlara okura yönelmiştir. Her şifrenin ve zarfın ortaya çıktığı bölümlerde yazar bölümü iki parçaya ayırmıştır. Modernizmin ağırlıkta olduğu yerler italik olarak kaleme alınmış ve olay anlatımından durum anlatımına geçilmiştir. Olaylarda geçen yer, mekân, kitap adları, vs. gibi tüm isimler yazarın olayları önemsememe ve asıl önemli olanın olaylar olmadığı düşüncesinden nasibini almıştır. Karakterlere takma adlar vererek başlayan yazar daha sonra yer adlarını da farklı isimlerle kaleme almaya başlamıştır. İsim yer zaman ne olursa olsun asıl anlatılmak istenenin ve dikkat çekilen noktanın o olmadığı okura gösterilmeye çalışılmıştır. “ Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” (Taş, E.(2010) S.71) adlı bir kitaptan bahsedilmektedir kitap içersinde. Karakterlere ilginç gelen bu kitap ismi aslında isim bakımından bir şey ifade etmemektedir anlam açısından önemlidir yazar anlatılmak isteneni okura böyle vermektedir. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza eserinde Raskolnikov’un başından geçenler anlatılmaktadır ve olaylar üzerine kurulmuş bir anlatım vardır klasik dönem edebiyatının genel özelliği olan bu durum karşısında oluşan modernizm olaylardan çok Raskolnikov’un durumunu incelemek gerektiğini savunmuştur. Modernizmin gelişmesiyle oluşan post-modernizm akımıyla beraberde insan bunalımlarına değer vermiştir.
Oğuz Atay Tutunamayanlar kitabında tam anlamıyla klasik
döneme baş kaldırmış ve post-modernizmin ülkemizde ki en önemli örneklerinden birini vermiştir bu kitapta da insan psikolojisi odak alınmıştır. Engin Taş’ın Gerçeğe Düşen Düş adlı kitabında da adların değiştirilmesi ve kullanılması yazarın kitapta 15
oluşturmak istediği odak noktasıyla ilgilidir. Yazar okurlarının ilgisini anlattığı olaylar üzerinden alarak durumlar üzerine yöneltmeyi hedeflemiş bunda da başarılı olmuştur. Olayların anlatımında kullandığı sadece dil öyküleyici ton ve anlatımda bunu destekler niteliktedir. Olaylar basitçe aktarılarak olayların insanlara yaşattıkları değerlendirme altına alınmaya başlanmıştır. “Otopsi yapılmıştı, boğularak öldürülmüştü. Beyni çıkarılmıştı. Üniversite camiası uzun bir süre bu olayın etkisinden kurtulamadı.” (Taş, E.(2010) S.28) Yazar burada bir üniversite çalışanı olan Gürbüz Çölaşan’ın ölümünü anlatmıştır. Bu ölüm anlatılırken kısa ve basit cümleler kullanmıştır. Daha sonra gelen bölümlerde ve italik kısımlarda ise insanın kendi çıkarları uğruna insanları öldürmesine kılıflar uydurduğu bunları meşrulaştırmaya çalıştığı anlatılacaktır. Böylece olayları veren yazar bunlar üzerinden ortaya çıkan durumların değerlendirmesini yapmayı amaçlamıştır. Kullanılan anlatım tekniğinde ani geçişler söz konusudur. Dike adlı karakterin yaşadıklarını anlatan bir yazar ani bir geçişle Havas adlı karakterin yaşadıklarını anlatmaya başlamıştır arada bir bağlantı kurmamıştır bu durum okurun kitaba odaklanmasını gerektirmektedir. Yazarın italik kısımlar dışından yaptığı pek çok anlatımda daha çok okur ve okurun dikkati hedeflenmiştir. İtalik kısımlarda yazar okuru düşünmeye zorlamakta ve okuru kendi hayatıyla beraber romanın içerisine sokarak onu romanda bir kahraman yapabilmektedir. “Ey arayıcı”, “Sevgili Arayıcı”,
“Değerli
Arayıcı”
gibi
kullanımlarla
aslında
okura
seslenmeyi
amaçlamıştır. Çünkü bahsedilen konular bütün insanlığı ilgilendiren ve insanlığın yaşamlarını temel alır.
16
Yazarın biçim içerisinde kullandığı diğer bir yazım şeklide şiirdir. Yazar şifrelerin belirttiği yerleri bir şiirler halinde arayıcıya sunar bu şiirler okur tarafından pek fazla anlam taşımayan sadece kitap içerisinde ki kahraman tarafından anlaşılabilir olan metinlerdir. “Gökten yağmur gibi Nataşa yağdı. Tuğra Bozan ölmemişti sağdı. Yatlı yalım yalım görev başında Kentin ortasında devrilmez dağdı” (Taş, E.(2010) S.20) Şiirde geçen kelimeler karakterler için bir anlam teşkil etmektedir fakat yazar gerçek yer adlarını kullanmadığından dolayı bu yerler hakkında fikir yürütemez ve şifrelerden kendince sonuçlar çıkaramaz bu da şiirden uzaklaşması gerekliliğini ve asıl vurgulanmak istenin mekân olmadığını okura açıkça ifade etmektedir. Yazar kitabın her noktasında bu özelliğe dikkat etmiş ve okurun olaylara takılmasını ve onlar üzerinde düşünmesini engellemeye çalışmaktadır. Örneğin Lalejistan diye bir şehir ismi kitapta belirtilmiştir fakat yazarın hayal dünyasının bir eseri olan bu şehir okur için anlam ifade etmemektedir ve yazar böylece okurun ilgisini istediği yere çekmeyi başarmıştır. Noktalama işaretlerinin kullanımı yazarın önem verdiği ve olayların basitliğini dile getirmek için kullandığı en önemli unsurlardandır. Özellikle üç nokta yazarın takma adlarla aynı görevi verdiği noktalama işaretidir çoğu ismi, konuyu, şifreyi yazar okurlarından saklamaya çalışmıştır.
17
“… adındaki bu kitabı bir yılan yazmıştı ve bu yılan sanki ona bazı sırlar t(f)ısıldıyordu.” (Taş, E.(2010) S.17) “Aramıyor.”dedi Yaltı. “ Bu kadar mı yani?” “Arayanların çoğu ise…” “Evet?” “…”(Taş, E.(2010) S.52) Yeni şifre şöyleydi: …(Taş, E.(2010) S.88) Dört örnekte de yazarın hedefi aynı doğrultudadır yazar biçimde kullandığı elementlerin çoğunu aynı amaçta kullanmıştır. Yazar anlamda edebiyat açısından kattığı yenilikleri göstermek amacıyla durumların sunumu mahiyetinde kullandığı olayların ilgi çekmesini önlemek ve olayları basit hale getirirken kitabın ana konusunun ve temalarının gizli olduğu durum anlatımına ilgi çekmek istemiştir. Temalar bakımından yazar çoğu zaman aşk ve sevgi işlemiştir kitabında bunlar için gereken olayları karakterler arasında ki konuşmalarla okura yansıtmıştır. Karakterler birbirleriyle olan durumlarını konuşarak kimi zamanda tartışarak gösterirler. Yazar bu olaylar üzerine gerekli açıklamaları yine arayıcılara dolaylı yoldan da insanlığa vermektedir. Kitapta ki Havas karakteri eşiyle problemler yaşamaktadır ve ayrılma aşamasına gelmiştir. Diğer karakter olan Dike arkadaşı Kenan Hocaya âşık olmuştur ve aralarında ki aşk evlilik aşamasına gelirken Kenan Hoca öldürülmüştür. Aranzah adlı arayıcı ise eşiyle yaşadıkları sağlık problemlerinin üstesinden bir tatil sonrası birbirlerine olan aşkı hissederek gelebilmişlerdir. Tüm bu olayların açıklaması olarak da yazar eş olmak ve karı-koca 18
olmak fikirleri arasındaki farkı mektuplarda arayıcılara aktarmıştır. Toplumda görülebilecek farklı durumları yazar ilk başta karakterleriyle okura yaşatmış daha sonra da herkese için bu durumların çözümlerini düzenleyen uyarı tonlu açıklamalar yapmıştır. Anlatımın tonunun uyarı olduğunu söylerken yazarın kullandığı hitap cümleleri ve yargılarıyla desteklenerek savunulabilir. “ Ey” diyerek kullandığı nida sanatıyla yazar okura çeşitli öğütlerde bulunmuştur. Kitapta bir başka göze çarpan biçim unsuru ise yazarın sık sık kullandığı metinler arasılılıktır. “Tanrı’nın en başta yasakladığı bu “yasak elma” insanın ve insanlığın tarihinde hep önemli oldu. Çünkü Âdem ve Havva ile cennette elmaya kurt düştü bir kez. İnsanlar elmayı kullanmaya başlamıştı artık. Masallarına taşıdılar, elmayı zehirlediler. Pamuk prensesi hayattan atmaya çalıştılar ancak uyanıklıktan uykuya atabildiler. Kim bilir belki en başta ki elma da zehirliydi ve tüm insanlar başlangıçtan bu yana beklide kıyamete kadar kendilerini öpüp uyandıracak prensi ve prensesi bekliyor. Bir masalda yaşıyor olabilir. Yalan dünya ifadesi de bundan geliyor olabilir. Masalların sonunda gökten üç elma indi söylemi uykudan uyanma temenniside olabilir. Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine tümceside bunu destekliyor. Herkesin mutlaka beklediği bir mutluluk buna kanmada denebilir. Oltası var ve en büyük olta da elma. İnsanlık en başından beri her zaman kanmaya avunmaya hazırdı. Çocukları elma şekeriyle kandırmaya çalışmamızda bundan değil mi?” (Taş, E.(2010) S.80) Yazar yukarıdaki bölümde Pamuk Prenses öyküsünden, Âdem ile Havva inanışından ve öykü tekerlemelerinden bir bağ kurarak elma sembolünü işlemiş 19
metinler arasılılıkla insanların kendileri için oluşturdukları hayatın içerisindeki çelişki ve anlam kargaşalarını değerlendirmiştir. Yazar okura sunduğu bu metinlerde aslında insan hayatında oluşturulan ve insanların kendi çıkarları doğrultusunda attıkları adımları göstermeye çalışmıştır. Süre gelen zaman içerisinde var olan inanışlara karşı çıkan yazar insanlığın saflığından kuşkulu bir şekilde yaşadıkları düzenin dışında yaşamalarının hayatlarını güzelleştireceğini vurgulamıştır. Bu bağlamda insanların kendi oluşturdukları atasözleri de bunlara örnek olarak gösterilebilir. Yazar atasözleriyle anlatmak istediklerini daha açık bir hale getirmiştir. “Gözüne kestirdiklerine hem suçlu hem güçlü oldu; tereyağından kıl çeker gibi saf dışı etti onları. Güçlünün karşısında süt dökmüş kediye döndü, suçunu örtbas etmek için akla karayı seçti ama kuyruk açısıyla hep fırsat kolladı, bir punduna getirip tongaya bastırmak ve diz çöktürmek istedi. Sürekli, fırsat yaratmaya çalıştı; bu arada da ne şiş yansın ne kebap mantığıyla idare etti hep. Bazen, rakiplerini birbirine düşürüp tavşana kaç, tazıya tut durumunu yarattı onlara. Hep birilerinin kuyusunu kazdı, onlara dünyayı zindan etmek için uğraştı. İnsanlığından uzaklaşmak için dört elle sarıldı tüm çirkinliklere. Gözü kapalı daldı menfaat gördüğü her şeye. Kanı pahasına uğraştı kanını ucuzlatmak için” (Taş, E.(2010) S.111) Atasözlerinden yararlanarak insanlık eleştirisi yapmıştır yazar. Bu eleştirilerle de insanların kendilerini haklı çıkarmak ve kendi çıkarlarını ön planda tutmak için oluşturdukları atasözleri ve deyimler gibi toplum tarafından kabul görmüş ve toplumun ince çizgilerini oluşturmuş söz kalıplarından yararlanmıştır. İnsanın aynı olay üzerine iki farklı yorum getirmesini nasılda doğru gördüğünü değerlendirdi 20
yazar. İnanç sistemlerinin yaşamları üzerine etkilerini açıkça ortaya koymuştur yazar.
Modernizmin Anlam Üzerine Etkisi Yazar klasikleşmiş anlamların dışında farklı bakış açılarıyla olayları değerlendirmiş ve modernizmin klasik döneme olan karşı duruşunu anlam açısından da göstermiştir. Hep kabul edilen durumlar metinde anlatılan şekliyle okunduğunda yanlış oldukları ve eleştirilmek zorunda oldukları yazarın haklı olduğu ortaya konulmuştur. Yazar aslında var olan toplumsal çizgilerin yanlış yerlerden çizildiklerini sorgulamaktadır. “Ey arayıcı! Biliyoruz ki sen de herkes gibi, evrenin döngüsünün, canlılar için doğum ve ölüm üzerine kurulduğuna inanıyorsun. Yani canlılar doğar – yaşar- ölür diye bilenlerdensin. Oysa bu büyük bir yanılsama /yanılgıdır; çünkü evrenin döngüsünde doğum ve ölüm yoktur aslında. Evrenin döngüsü, sizin yaklaşmanızla söylersek, olumlu bir bakış açısıyla doğum ve doğum; olumsuz bakış açısıyla da ölüm ve ölüm üzerine kuruludur.” (Taş, E.(2010) S.143-144) Kitabta yer alan bu alıntı aslında yazarın toplumda değinmek istediği temel inanışların en önemli örneklerinden biridir. İnsan hayatının kanunlarından ölüm ve doğumu yazar ele almış ve bunların insan bakış açısıyla farklı manalar kazandığını okura sunmuştur. Önemli olanın insan ve onun duyguları olduğu tekrar ortaya konulmuştur. İnsanın hayatında var olan iki önemli ve kaçınılmaz hayat kavramı insanın bakış açısıyla orantılı olarak değişebileceğini öne sürmüştür. Ölüm gibi korkulan ve kaçınılan bir durum insan bakış açısıyla sevinç dolu bir doğuma 21
dönüşebilir tam tersi bakış açısıyla bakıldığında da doğum, ölüm manası taşıyabilir insanlar için. Nitekim insan yaşamında bunun yansıması görülmektedir. Örneğin ölüm gününe şeb-i aruz diyerek onu düğün günü olarak nitelendiren Mevlana bakış açısı ölümü doğum yapmış ve sevgiliye kavuşma günü olarak görmüştür. Yazarın kitapta yer verdiği sekiz durum vardır hepsi farklı olaylar anlatmaktadır ama insanların bunlara verdiği anlamlar kendi bakış açılar doğrultusunda hep farklı olmuştur. Bunu insanlığı temsil eden karakterlerin verdiği farklı cevaplardan anlıyoruz “Durum 8 Derste öğretmeni tarafından konuşmaması için uyarılan öğrenci öğretmenine yalnızca ben mi konuşuyorum bakın x,y ve z de konuşuyor. Siz diğer öğretmenler gibi sadece beni görüyorsunuz diyor. Öğrencinin kişiliği ayrıca söylemek istedikleri ve durum hakkında ne denebilir? “ (Taş, E.(2010) S.51) Yukarıdaki durumda verildiği üzere anlatılan olay yazarın üzerinde durmak istediği konu değildir verdiği soruyla beraber öğrencinin kişiliğini görmek istemiştir. Bu öğrencinin kişiliği her kişi için farklı manalar taşıyabilir kimisi için bencil olan bu öğrenci başka bir insan için haklarının savunucusu, eşitsizlik karşıtı olarak nitelendirilebilir. İnsanlar bakış açılarıyla dünyaya farklı sıfatlar biçerler görmek istedikleri gibi değerlendirirler durumu. Kitabın daha sonra ki bölümlerinde ise yazar insanlar arasında ki terimlerin farklılaşması gerektiğini savunmaya başlamıştır. Sözlük manasına bile bakıldığında eş anlamlı oldukları bilinen fedakârlık ve özveri kelimesinin farklı manalar taşıdıklarını belirtmiştir yazar. Kendi 22
çıkarları doğrultusunda duruma ses çıkarmamaya fedakârlık diyen yazar, karşısındakini düşünerek, onun mutluluğu için hareket etmeye özveri demiştir. “Çoğu insanın sık sık kullandığı “fark etmez” ifadesinden uzak dur ya da sen “fark etsin” i seç. Fark etmezcilik her türlü tembelliği barındırır çünkü” (Taş, E.(2010) S.199) Yapılan bu değerlendirme de yazar günlük hayatın kullanışlarının aslında insanları farklı duygulara ittiğini onları olmaması gereken özelliklere sevk ettiği için uyarmıştır. Alışılagelmişi yıkmış yeni düşünce ortaya koymuştur. Modernizmin en önemli özelliğide budur. Geleneğin karşısındadır ve yenilikçidir. Kitabın en ilginç bölümlerinden biride tek kelimelik bir diyalogdur, yazar bu diyalogla sanki bir insanın iç çekişmesini okura aktarmak istemiştir. İnsanın hayatı kötülediğini ama bu hayattan da ayrılmak istemediği gösterilmiştir. “Hayat? Bayat? Heyhat! Neden? Umutsuzluk.. Gerçek! Sensin! …”(Taş, E.(2010) S.234-241)
23
Bu tek kelimelik diyalog insana hayatın anlamını buldurmak için yapılmış bir sağaltım gibi gelmektedir. Her insan kendi içerisinde hayatın anlamını bulmak için bu denli bir karmaşa yaşamaktadır. Yazar bu hareketiyle insanlara vermek istediği mesajı doğrudan ulaştırmakta onların hayatın güzelliğini görmesine yardım etmektedir. Kitap bir bilim kurgu sahnesiyle biterken karakterler bir hayal olurlar ve kitabın sonunda da asıl verilmek istenen mesaj ortaya konur. “Kitapta ki her şeyi de okudu taşta doktorun yaptıklarını da. Herkes taştan çıkan dumanı soluduğu anda da elips biçimindeki mekanın içine güneş indi. Sanki doktor hissettiklerinin merakıyla gözlerini açtı. Ve bir daha da kapatmaya fırsat bulamadı. Doktordan yana olan herkeste. Taşdaki dumanın bittiğinden taşı yerine koydu ve tamam! Dedi. Havass. Herkes gözünü açtı ama Havass dışında hiç kimse doktoru ve yandaşlarını bir daha hiç görmedi.” (Taş, E.(2010) S.302) İnsanlar her zaman hayatı kötü hale getirmek isterler doktor bunlardan biridir ancak hayat daima içerisinde bu kötülükleri silecek güzellikler barındırır. Modernist
elementlerin
yardımıyla
yazılmış
bu
kitap
günümüz
post
modernizminin en iyi örneklerinden biridir. Yazar insan duygusunu ve psikolojisini bu romanda ele almıştır. İnsanoğlunun bakış açısını değerlendirmiş ve buna önem vermiştir. Asıl önemli olan dünyayı nasıl gördüğündür gibi düşünerek eleştirmiştir insanoğlunu. Hayatın güzelliklerini göz ardı ederek kendini güzel göstermek için kötülükler bularak sonra bunlara iyilikle karşılık verdiğini iddia eden insana sitem etmiştir. İnsanı dünyanın en güzel kitabını arama yolundayken uyarmak istemiş ve 24
en güzel kitabın zaten elinde olduğunu görmesini istemiştir. Üzerinde yaşadığımız hayat, kirlenmemiş dünya dünyanın en güzel kitabıdır. Kitap, hayatı sembolize etmektedir. Herkes güzel bir hayat arayışındadır ama bilemez ki içinde bulunduğu döngü saf haliyle hayatların en güzelidir. Karakterlerde bu amaç uğruna yola koyulmuşlardır, hayatları yanlışlıklarla doludur ama yazar onlara bu yanlışlıklarının sebeplerinin aslında kendileri olduklarını kitabın sonunda anlarlar. Bunları anlamaları için girdikleri serüvenlerde yazar onlara çeşitli mektuplarla yardım eder ve hayatın asıl manalarını göstermeye çalışır nitekim kitabın sonundan da anlaşılacağı üzere hayatın asıl manası keşfedilmiştir.
Kaynakça Taş, E.(2010). Gerçeğe Düşen Düş, İzmir: Şenocak Yayınları. Yalçın Çelik, S.D.2001. Ecevit, Yıldız, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,247. “(2007), ŞİİRDE MODERN VE MODERNİZM ÜZERİNE. Hayal Dergisi, Sayı: 23,1. GÜ, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 28, Sayı 1 (2008) 187-202
25
Hak İhlalleri Ekseninde Yakın Dönem ABD Sinemasında Siyah Azınlığın Sunumu 2: Central Park Beşlisi ve Jogger Davası Onur Keşaplı
Dünya prömiyerini 65. Cannes Film Festivali'nde yapan, yönetmenliğini Ken Burns, Sarah Burns ve David McMahon'un üstlendiği "Central Park Beşlisi", 1989 yılında Central Park'ta gerçekleşen ve Amerika'da Jogger Davası olarak anılan, tecavüz ve cinayete teşebbüs olayını, olayın medyada temsillerini ve daha sonra suçsuz oldukları anlaşılacak olan dördü siyah biri hispanik olmak üzere beş gencin dava ve cezaevi süreçlerini anlatan bir belgeseldir. Anlatıcı tercihini pek kullanmadan, gerçek haber ve gözaltı görüntüleriyle beş gençle gerçekleştirilen söyleşilere dayanan belgesel, ırkçılık ve hak ihlalleri konusunun bu olay özelinde kitleselleştiğinin altını çizmektedir. 26
Kurbanın, Central Park'ta kanlar içerinse bulunmasıyla birlikte başlayan süreç, polisin o gece parka girdiği tespit edilen tüm siyah ve hispanik gençleri göz altına almasıyla kısa bir sürede yerel medyanın bir numaralı konusu haline gelmiştir. Aynı yıl New York'ta yaşanan 3254 tecavüz vakasından hiç birinin bu denli ilgi çekmediği olayda medya, göz altına alınan gençlerin isimlerini ve adreslerini yayınlamıştır. Siyah ve hispanik gençlerin sorgusuz sualsiz göz altına alınmasındaki en büyük etken ise, o yıl şehrin özellikle banliyölerinde gençler arasında yaygınlaşan ve küçük çapta hırsızlık, şiddet olaylarını tanımlamak için kullanılan wilding
vakalarıdır.
Belediye
başkanından
emniyet
müdürüne,
medya
patronlarından iş adamlarına uzanan geniş bir kesimden gelen suçluların bir an önce bulunması ve cezalandırılması çağrısının yarattığı baskı sonucunda polis, daha önce kimi wilding olaylarına karışmış beş genci, olayın failleri olarak belirlemiştir. Ertesi gün ana akım medyada beş gencin adları, adresleri fotoğraflarıyla birlikte yayınlanırken kurbanın adına da yer verilmiştir.1 Donald Trump'ın gençlerin idamını isteyen ilanı gazetelerde boy gösterdikten sonra
1
Valerie Smith, Not Just Race Not Just Gender: Black Feminist Readings, Routledge, 1998, p. 16-17.
27
gelişen süreçteyse beş gencin, ebebeynler eşliğinde yapılması gereken sorguları, yasalara aykırı biçimde tek başlarınayken gerçekleşmiştir. Sorgulamalar sırasında her gence, diğer dört gencin suçu kabul etmekle birlikte onu suçladığını, işbirliğine giderse sıkıntı yaşamayacağını yineleyen polis, böylece istedikleri açıklamalarla dolu ifadeleri kayıt altına alarak mahkemeye kanıt olarak sunmuştur. Olay yerinde bulunan DNA ve sperm örneklerinin gençlerle uyuşmaması hatta tüm örneklerin tek bir zanlıya ait oluşuna aldırmayan mahkeme, kayıt edilmiş ifadelere dayanarak gençleri mahkum ederek cezaevine yollamıştır.2
Uzun yıllar unutulan dava, 2002 yılında benzer suçlardan ömür boyu hapis cezasını çekmekte olan Matias Reyes'in, Jogger Davasının zanlısı olduğunu itiraf etmesi ve DNA örneklerinin uyuşması sonucu tekrar gündeme gelmiş, bu ifade sonucu beş genç serbest bırakılmıştır. 2003 yılındaysa gençlerden üçü, New York şehrine ırk
2
Sydney Schanberg, A Journey Through the Tangled Case of the Central Park Jogger, Village Voice, 26 Kasım 2002
28
ayrımcılığı üst başlığıyla dava açmıştır fakat 2009 yılı itibarıyla dava halen sonuçlanmamıştır.3
Film, belge gerçek yöntemiyle başta gençleri kayıt altına alınmış ifadeleri ve şehrin ileri gelenlerinin medya aracılığıyla yaptığı açıklamaların merkezde olduğu, senaryo akışından uzak bir üslupta ilerlemektedir. Belgeselde öne çıkan bakış açısı ise, medyanın bu davadaki rolü ve toplumsal linç kültürünü nasıl beslemiş olduğudur. Aynı yıl büyük bir çoğunluğu siyahların semtlerinde gerçekleşen tecavüz
vakalarıyla
ilgilenmeyen
medyanın
Jogger
olayına
bu
kadar
odaklanmasında yatan ırkçı ikiyüzlülüğün altını çizen yapıtta bu kitlesel histeri
3
John Eligon, New York Won't Settle Suits in Central Park Jogger Case, The New York Times, 19 Nisan 2011
29
sonrası süratle gelişen yargılama neticesi 1931 yılında Alabama'da bir tecavüz iddiası üzerine apartopar yargılanıp mahkum edilen ve ırk ayrımcılığı konusunda sembol davalardan olan Scottsboro Gençleri olayına benzetilmektedir. Tam da bu noktada belgesele, beyaz seyirciler tarafından "kurbanlaştırma yaparak beyaz düşmanlığı yarattığı" eleştirisi getirilmektedir. Şehrin kamu görevlilerinden getirilen bir eleştiriyse, yapımın belgeselcilikten yargıçlığa soyunduğu şeklindedir.4 "Central Park Beşlisi" belgeseli, her ne kadar benzer örneklerinden ayrılan ve sisteme karşı sözünü sakınmayan bir çalışma olsa da sistem eleştirisini Amerika'nın sosyo-ekonomik koşulları üzerinden getirmek yerine etnisite vurgusuyla kurgulayarak hedefi şaşırmaktadır.
4
Russ Buettner, City Subpoenas Film Outtakes as It Defends Suit by Men Cleared in 1989, The New York Times, 2 Ekim 2012
30
Sonuç Her iki yapıt da, Amerikan toplumunun kanayan yaralarından olan ırk ayrımcılığı üzerine ulusal ve uluslararası dikkatleri çekmek gibi değerli bir işe kalkışmaktadır. Irk ayrımcılığının gündelik yaşantıda halen görüldüğü ABD'de, yargıdaki ırkçılık nedeniyle gerçekten yaşanmış iki olayın beyazperdeye taşınması siyahlara yönelik ayrımcılık konusunda toplumsal bir farkındalık yaratma amacı taşımaktadır. Buna karşın "On Altıncı Round" filmi, ırk ayrımcılığı gibi toplumsal bir sorunu bireyin savaşımına indirgeyerek sonun ölçeğini küçültüp kişisel bir tragedya yaratma yolunu seçmiştir. Uzunca bir mücadele süreci sonrası, azizleştirilmiş bir kurban olan Rubin Carter'ın nihayet özgürlüğüne kavuşmasıyla noktalanan film, izleyicide ırk ayrımcılığının da artık sonlanmış olduğu yanılgısını yaratacak denli kuvvetli bir özdeşleşme ve arınma etkisi hedeflenmiştir. Lafayette davasından 22 yıl sonra gerçekleşen Jogger davası bunun hiç de gerçekçi olmadığını birinci elden kanıtlamaktadır. "On Altıncı Round"un liberal atmosferiyle kıyaslandığında daha radikal bir söylem geliştiren "Central Park Beşlisi" belgeselinde, yargı dışında medyanın ve kamu kuruluşlarının ne denli ırkçı olabilecekleri, belki de daha önemlisi halkın ırkçı bir refleks gösterme konusundaki birikimi gözler önüne serilmiştir. "On Altıncı Round"un aksine belgesel sonlandığında izleyicide arınma hissinden çok mücadele sürecinin devam ettiği hissiyatı yaratılmak istenmiştir ki bu durum mevcut ABD koşullarında çok daha gerçekçidir. Buna rağmen film, sistem karşıtlığını üretim ilişkilerine dayalı, Marksist bir bakış açısıyla vermez. Örneğin Trump gibi sembol bir sermayedarın açıkça ırkçı söylemlerini ve bu söylemi gururla sayfalarına taşıyan medyayı salt ırkçılıkla eleştirip olayın egemen ilişkilerini, Trump'ın sermaye birikiminden gelen gücünü göz ardı etmektedir. Sonuç olarak Amerikan sinemasında siyah azınlığın, hak ihlalleri ekseninde temsili 31
konusunda bağımsız sinemacıların Hollywood'a göre daha cesur yapıtlar ortaya koyduğunu, genel olarak ise eski ırkçı dinamiklerin bu gibi yapımlar sonrasında gelecek filmlerde kendilerine yer bulma ihtimallerinin kalmadığını belirtirken, bu gibi yapıtların, Amerikan sinemasında ırk ayrımcılığını topyekün silmek olmasa da ayrımcı temsilleri bir başkalaşıma mecbur bıraktığını kabul etmeliyiz. KAYNAKÇA KİTAPLAR ABİSEL, Nilgün; Sessiz Sinema, İkinci Baskı, Om yay., İstanbul, 2003, 327 s. SMITH, Valerie; Not Just Race Not Just Gender: Black Feminist Readings, Routledge, 1998, 192 s. WICE, Paul B. ; Rubin "Hurricane" Carter and the American Justice System, Rutgers University Press. 2000, 229 s.
YILMAZ, Ertan; Amerikan Sinemasında Savaş ve Vietnam Filmleri, Antrakt Sinema Kitapları, İstanbul, Eylül, 1997, 149 s. MAKALELER ATAM, Zahit; "Hollywood'un Gayri-Resmi Tarihi", Yeni Sinema Sayı: 12, 2002 "The Seventeenth Round", Time, 1976 GAZETELER BUETTNER, Russ; "City Subpoenas Film Outtakes as It Defends Suit by Men Cleared in 1989", The New York Times, 2 Ekim 2012. 32
ELIGON, John; "New York Won't Settle Suits in Central Park Jogger Case", The New York Times, 19 Nisan 2011. GÖLYURT, Tayfun; "İşsizlik, Irçılık ve Cezaevleri", Sol Gazetesi, 28 Aralık 2012. RAAB, Selwyn; "Supreme Court Refuses to Revive Hurricane Carter's Murder Case", The New York Times, 12 Ocak 1988. İNTERNET ADRESLERİ "ABD tarihinde siyahlar için kilometre taşları" , http://arsiv.ntvmsnbc.com , 21 Ocak 2009. "Boxer Sues Hurricane's Makers", http://news.bbc.co.uk , 19 Şubat 2000. SCHANBER, Sydney; "A Journey Through the Tangled Case of the Central Park Jogger", http://www.villagevoice.com , 26 Kasım 2002
33
Zaman Çizelgeleri Selin Süar Zaman, tanımı yapılması en zor kavramlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. İçinde bulunduğumuz âna göre geçmiş ve gelecek olarak sınıflandırdığımız tek yönlü bir çizgide ilerliyor. Fizik, matematik ve hatta felsefenin en önemli uğraş konularından olan zaman kavramı için günümüze dek -ve hatta bugün bile- pek çok düşünür kafa yormuş ve birçok bilim adamı teoriler üretmiştir. Bugün, içinde bulundurduğumuz zamanı sınırlandırmak için dünyanın genel olarak kabul ettiği Miladi takvimi kullanmaktayız. Güneş yılı esasına göre hazırlanan bu takvim ilk defa Mısırlılar tarafından kullanılmıştır. İyon, Yunan ve Roma uygarlıkları tarafından geliştirilen ve Roma İmparatoru Julius Cesar ile Papa XII. Gregor tarafından düzenlenerek günümüzdeki şeklini alan Miladi takvim (Gregoryan Takvimi), milat olarak Hz. İsa'nın doğum gününü kabul etmiştir. Bununla beraber uygarlıkların, zamanı kullanabilmek için birçok takvim hazırladığı görülür. Örneğin Antik Yunan'da ilk olimpiyatlar (M.Ö. 776), Musevilerde ilk yaradılış günü (M.Ö. 3760), Hristiyanlarda Hz. İsa'nın doğumu (0), Müslümanlarda Hicret (M.S. 622); milat, yani başlangıç olarak kabul edilmiştir. Genel olarak bakıldığında olimpiyat oyunları da dahil olmak üzere dini temeller üzerine oturtulan zaman kavramına; çok bilinmeyen, ancak ortalama 12 yıl boyunca Fransa'da kullanılan Fransız Devrim Takvimi farklı bir bakış açısı getirmiş ve aydınlanmacı, materyalist, pozitivist ve tam anlamıyla jakoben bir hamle olarak tarihteki yerini almıştır.
34
Bugüne dek Fransız Devrimi dinamiklerini okumama rağmen benim için yeni sayılabilecek bir keşif olan takvim hakkındaki geniş bilgiye ne yazık ki Türkçe kaynaklar üzerinden ulaşamadım. Öyle ki yabancı kaynaklarda da unutturulmak istenirmişçesine az yer kaplayan ve bu haliyle bile ayrı bir tartışma konusu oluşturabilecek takvimi incelediğimde kendine milat olarak, bayrağının mavibeyaz-kırmızı renklerde, marşının Marsaillaise, sloganının özgürlük, eşitlik, kardeşlik olduğu Birinci Cumhuriyet zamanına denk gelen 22 Eylül 1792 tarihini seçtiğini gördüm. Günümüzde dindarlar tarafından "panteist" olarak suçlamalara tabi tutulan takvimin mevsimleri ve ay isimlerinin iklim durumuna göre şekillendiği görülüyor. Örneğin sonbahar mevsiminin ilk ayı 22, 23 veya 24 Eylül'de başlıyor ve "bağ bozumu" ismiyle anılan Vendémiaire'e denk geliyor. 21, 22 veya 23 Kasım'da ise kış mevsimi Nivôse (karlı) ayıyla, 20 veya 21 Mart'ın başı çektiği ilkbahar, Germinal (filizleniş) ayıyla ve 19 veya 20 Haziran itibariyle başlayan yaz mevsimi ise Messidor (hasat) ayıyla başlıyor.
35
İster Roma paganizmi olsun, ister Hıristiyanlık... Tüm dini etkileri silip bilimsel ve dünyevi adlandırmalarla karşımıza çıkan takvimde haftanın 7 gün olması, yani Dünya'nın yaradılış öyküsü de değişiyor. Yılbaşı Eylül'e çekiliyor ve artık günler, kimi ayların sonuna dağınık olarak yerleştirilmek yerine yıl sonuna bayram günleri olarak ekleniyor. İlginç olan bir diğer ayrıntı da yılın her gününün kendine özel bir ismi olması. 30 günlük olan, 12 aydan oluşan ve bir haftanın 10 gün olduğu takvim için bütün bunlar göz önüne alındığında devrimin getirdiği en büyük meydan okumalardan ve yeniliklerden biri de böylece karşımıza çıkmış oluyor. Kulağa bu kadarı belki biraz fantastik gelebilir, ancak devrime kadar kilisenin büyük etkisi düşünüldüğünde ve egemenlik hakkını Tanrı'dan aldığı iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıktığında kaynağını dinden alan her şeyin yasaklanması, değiştirilmesi ve aşılması doğal.
36
Takvime göre 222. yılın son günlerini yaşarken Türk devrimini de etkileyen Fransız Devrimi'nin post modernizmle birlikte kazanımlarının birçoğunun yitirildiği, Fransızların bile devrime sahip çıkmada ürkek davrandığı bir zaman diliminde oluşumuz üzücü. Tüm dünya halklarının hızla pozitivizm ve bilimden uzaklaşıp kaderciliğe, metafiziğe ve dogmalara yönelmesi, devrimi ve beraberinde getirdiklerini daha değerli kılıyor.
37
Gençler Fırat Tunabay
Cahilliğin, hamlığın, bilgi ile aydınlanmaya tepeden bakışı çürümenin ve yozlaşmanın artması üzerine gerçekleşti. Din ve ahlak tüccarları ahlaksızlıklar yaratarak ayakta duruyor. Pazar ilişkileri her türlü sapıklık doğrultusunda düzenle düzülmeler içeriyor. Oyların ifadesizliği yerini yobazlığın faşizminde buluyor. Yaşamın kutsallığına karşı korkak bir güruh harekete geçiyor demokrasi adı altında. Serseri bir tavrın bile kalite içerdiği yıllardan aristokrat geçinen liboşların kalitesizliğinde yönetildi olay ve durumlar. Kudurmuş itler belki sustu ama yerini bölücü çakallar doldurdu. Giderek gitmeyen bir aydınlanma karanlığa ve onun bezirgânlarına karşı direniyor. Berraklığını gizliyor postmodern filozoflar hedef saptırma paradigmalarında orgazm yaşayarak. Oysaki o kadar net ve açık insan olma yolundaki erdemler. Para karşılığında karşılıksız bir sevdaya metiye düzen satılık kalemler yobazların metresi olma onuruna sahip. Karmaşalardan karmaşa beğenme seçeneksizliğine itilen toplum yaşam değerini yitiriyor kula kulluk ederek. Kaybolduğu düşünülen gençlik meydanlara damgasını vuruyor. Gelecekte mizahtan, sanattan, özgürlükten, eşitlikten, sevişmekten, düşünmekten, saygı göstermekten, eleştirilmekten anlamayanlara yer yok. Çünkü gençler bunların hepsinden çok iyi anlıyor.
38
Kiremit Çatı Mehmet Rayman senden öte gideceğim ama belki daha yakın olacağım kendime
sığırcık palazı kavakların altı karışmışım yaprakların göçüne göz oluğundan kayar gider kuş gözü damla
başımı koysam dizlerine açılır gönlümün bulvarı filistin üzeri döner durur bir bulut rüzgarı kendi sapına tutunur umudun buğdayı
bir avuç toprağa gebe onca başaktan sıyrılan tohum emeğin yazı baharı hepsi bir ağızdan haykırır göklere bir dirençlik su gibi kiremit oluktan boşalır yere 39
Hayat Çok Kısa Nur Gözde Yılmaz Ben bir ara tüm renklere küstüm. İnsanlara kırıldım, bin parçadan oluştuğumu sanırdım oysaki bütün bir parçaymışım. Hepsine veda ettim. Yeni bir ben doğurdum aradan bazılarına göre çok kısa bir zaman geçmesine rağmen hem de. Ne zordu bir başlangıç yapabilmek. İçimdeki çocuk beni sürekli güzel günlerin geleceğine ikna etmeye çalışıyordu fakat ben tekrar kaybederim korkusunu en derinliklerimde hissettiğimden buna pek yanaşmıyordum. Saçlarım dökülüyordu. Sonbahar yağmurları gibi olağan bir durum haline gelmişti bu. Çok çabuk unutuyordum. Ama insanlara bunu anlatamıyordum. Çünkü ansızın bir yerde hatırladığımda onlara sürpriz yapmışım gibi oluyordu ve ben bu durumu böyle seviyordum işte. Bir günde evrim geçirince kendi kendime bir söz verdim: “hayatımı istediğim gibi yaşayacaktım. Kötü şeylerle karşılaştığımda bunların sorumluğunu üzerime alacaktım. Hiç kimseyi suçlamayacak ve en başta kendimle barışık yaşayacaktım.” Yaralarım, verdiğim bu sözle daha az kanar sandım. Fakat öyle bir anda kanamaya başladılar ki durduramadım. Elimde avucumda ne varsa tükenmişti sanki bir şeylere de sığınamadım. Sonra uzun bir zaman elime almadığım kalemimi, okumadığım kitaplarımı gördüm rafların arasında. Birkaç hatıra defterimi saklamıştım onları okudum. İnsanların benim hakkımdaki düşüncelerini okurken sanki bir başka hayat yaşamış dışımda, şimdi ona ne kadar yabancıyım diye düşündüm. Kelimelerime sarılıp ağlarken kitaplarım beni iyileştirdi. Gözyaşlarım akarken seyrettiğim yerli ve yabancı onlarca film, kendime gelmemi sağladı. Tam kurumuş ölüyorken, herkesin gidebileceğine inanmışken içimde bahar açtı. O 40
zamana hayata karşı olmaya değil hayatla yan yana yürümeye karar verdim. Yılgınlıklarım,
yorulmuşluklarım
elbette
ki
oldu
ki
halen
de
oluyor.
Değiştiremeyeceğim onca şey, o onca şeyin en başında da “keşke” dimdik duruyor. O kadar fütursuz görünüyor ki korkuyorum. Çünkü geçmişi geri alamam biliyorum, günümü değiştirmekse elimde ama huylu huyundan vazgeçmez misali bazen bir adım atamıyorum tembelliğimden. Yenemiyorum hareketlerime ve içime yılan gibi çöreklenen bu huzursuzluğu. “Git” dedi mi gitmeliyim, “kal” dediyse kalmalıyım. Zorunluluklar bana göre değil, tembelliğimse zorunluluklara karşı bir duvar. Kendini göstermemekse o duvara karşı biraz geride kalmamı sağlıyor. Sahi bir kayıp yaşadıktan sonra insan bu kadar çok değişir mi? Hiç bilmiyorum. Tek bildiğim bir şey varsa “üretmek istiyorum” diye yaygara kopardıktan sonra eğer halen bir şey yapmazsam kaybedeceğim hem elimdekileri hem de kayıp düşecek gelecek de. Sözlerime sadık olmalıyım. Bazen kendimi kötü hissediyorum. Neden bu yarış diye soruyorum her şeye. Ama gözlerimle ama kelimelerimle… Dilim lal olmuş sanki. Konuşmayı unutmuş gibiyim. Konuştuğum kelimeler bana yabancı, nereden başlayacağımı bir türlü kestiremiyorum, kafamın içinde yığınla düşünce var, kalbimin içinde bir bahçe. Düş ektim bahçeme ben. Bir tane değil hem onlar, binlerce. Küstüğüm renkler de var aralarında. Arkalara sakladım onları bilerek, istemedim kimseler görsün ve de dokunsun. Çünkü ben gözümü alamazdım onlardan. Ama giden gitti. Ben kaldım böyle sorularla. Sorun yaratmaya çalışmadan sadece çözüm arayarak, bazen akışında kalarak. Anlatamadım, anlatabilirim sandım. Ben yapamazsam bir başkaları yapar diye şiirlere sığındım, biraz olsun merhem oldular, geceme yakamoz tuttular ve ben aydınlandım. Kendi kendimi iyileştirmenin bir başkasından yardım almak yerine en akıllı davranış olduğunu da bu ışık sayesinde öğrendim. Her günün bir armağan 41
olduğunu, keşke demek yerine harekete geçmek gerektiğini, iç sesine güvenmek gerektiğini, kendimi sevmeyi, kendimi adam yerine koymayı… Kısacası ben diye bir şey olduğunu fark ettim. İnsanların söyledikleri, en yakınım olsalar dahi, hayatıma müdahale ediyorsa anlamını yitirdi. Kendim için yaşamaya başladım. Sevdiklerimi elbette ki dinliyordum ama hayatımın merkezine beni koydum. Bu da şu anlama geliyordu. Bir daha, Tanrı korusun, birisini kaybedersem yıkılmayacağım. Kendimi kaybetmeyeceğim. Boşluklarım olmayacak. Olsa da onu kendi ellerimle kapatacağım. Başka ellere, yaban dudaklara bırakmayacağım boşluklarımı. Bu aralar tamım, hem kendi içimde hem dışımda aslında en derinimde. Düşünüyorum da müziklerin en kısası iki dakika otuz dakika olduğuna göre hayatım müzik gibi görebilirim. En sessiz sesi duyuyorum. Rüzgârın fısıltısını, yaprağın hışırtısını, dalgaların sesini, kuşların tatlı gevezeliklerini, sokak kedilerinin korku dolu horultusunu, sabah güneşinin “uykum var” şeklindeki bakışlarını, tarihi eserlerin yardım isteyişini… Biraz daha yazarsam şu an mesaimin bitmesine yarım saat var, kalkıp onlara koşabilirim. Evet, ne diyorduk. Bir şeyden eminim diyordum. Yaşamak istiyorum. Kendi hayatımı… Öleceğim ve ne zaman olacağı belirsiz. Nasıl olacağı sorusu çoğu kez ürkütüyor beni. Ama yine de bu gerçeği kabul etmem biraz olsun yoluma devam etmemi sağlıyor. Kalbimden, ruhumdan, aklımdan, bedenimden tek ricam beni bu zorunlu ve kaçınılmaz sona kadar idare etmeleri… Ben onları terk etmeyeceğim. Onların seslerini daha gür, daha net duymak istiyorum hepsi bu. Dışarısı çok kalabalık… Tanımadık onlarca yüz, onca ses. Kitaplarıma gitmek istiyorum, yeni yerler görmek farklı tatlar tatmak istiyorum, bilmediğim dilleri anlamak, yazmak, izlemek, dinlemek istiyorum. Paranın sadece 42
araç olduğu, mevkii ve malınsa değersiz olduğu bir yer bulmak istiyorum. Ütopyalarım mesainin bitmesine yarım saat kaldığını görmemle bölünüyor. Gerçek dünya acımasız yeterince… Bazen insanın ailesi bile onu tanımıyor. Kalıplarına uydurmaya çalışıyor. Bazen verdiğimiz ikinci şanslar bizim kördüğümümüz olabiliyor. Bazen her şeyi sonsuz sanmamamız kendi kendimizi rehavete sürüklememize sebep olabiliyor. Yazdığım her yazı bitiminde denizde taş kaydırdığımı hissediyorum. Taş, cümlelerim, sonsuza dek gidiyor beyaz kâğıtların, denizin, yüzeyinde… Ben özgürüm kelimelerimle. Yelken açtım sonsuzluğa ve söz verdim kendi kendime: “hayatımı yaşayacağım çünkü hayat çok kısa.” Ve kendime şunu itiraf ettim yazı bittiğinde… Gün gelecek içim sıkılacak yine. Duramayacağım yerimde. Yazmak için kanadım kalkmayacak, okuyamayacak kadar yorgun olacak kafam. Kaçacak yerim kalmayacak bazen. Kabul etmeyeceğim bazen bile kendimi. Her ne olursa olsun yazdım ben bu yazıyı, başta kendime, sonra da sizlere. Değişebilirim ama özüm bu, siz de özünüzü dillendirin gerek yazı dilince gerek konuşurken çünkü hakikaten… Uzun gibi görünüyor ama hayat çok kısa…
43
Ülke Balıkçısı, Yalova’da Başlatılan Proje İle Makûs Talihini Yenecek Halit Konanç*
Ülke
balıkçısının
nasıl
yoksullaştırıldığı
ve
gelinen
noktada
balıkçılığın
sürdürülebilir bir meslek olmaktan nasıl çıkarıldığı bir dönem yaşanıyor.
Kapitalist sistemin ihtiyaca göre üretim/tüketim ilkesi ile örtüşmeyen aşırı kar endeksli işleyişi nedeni ile yaşam kaynakları insan ve tüm canlıların taleplerini karşılamaya artık yetemiyor. Son 50 yılda insan nüfusunun anormal artışı (günümüzde 7.5milyar) üretim/tüketim bağlamında iletişim, ulaşım teknolojileri kapsamından kullanıma arz edilen bilimsel kolaylıklar 50 yıl öncesine kadar yeterliliği gündeme gelmeyen kaynak, tür ve stok rezervlerini çökme sınırına getirdi. Küresel sermayenin neden olduğu baskı; kaynakların adil kullanımını olanaksız kılmakla kalmamış, kaynakların sürdürülebilir kullanım yasasını doğanın eko-sistem dengesini de bozmuştur.
Dünyada ki genel çöküşten sucul ortam ve kaynakları da nasibini fazlası ile almış bulunmaktadır. Sucul canlı yaşam habitatının aşırı kentleşme, sanayileşme ve tüketim disiplinsizliğine bağlı fiziksel, kimyasal ve biyolojik kirliliğin dışında aşırı ve sürdürülemez avcılık baskısı ile bozulması sorunun artık sudan nedenler ile göz ardı edilemeyeceğini göstermektedir.
Merkezi otorite “sürdürülemez” ülke balıkçılığın getirilerinden beslenenlerin kuşatmasına karşı gerek kadro ve gerekse yapısal zafiyetlerinden kaynaklı 44
olumsuzluklar nedeni ile hareket edemez konumdadır. Bu yönetim ve idare sorunu yetmezmiş gibi ülke balıkçısına refah ve sosyal yaşam kolaylığı sağlama adına düzenlenen yürürlükteki (dünya kooperatifçilik uygulamalarına göre oldukça yetersiz) kooperatifçilik uygulaması balıkçının talep ve beklentilerine cevap vermekten oldukça uzaktır. Balıkçı avladığı balıktan, kabzımallık sisteminin çarpık işleyişi bağlamında para kazanamaz durumdadır. Avlanma sezonunda balığın bolluğu dahi balıkçının yaşamına yansımamaktadır.
Yalova’da yerel balıkçı kooperatifi ülke balıkçısının kaderini değiştirecek bir kazanıma imza attı
Genelde işleyiş ülkenin her köşesinde av mevsiminde balıkçının avladığı balıktan en düşük payı alması, tüketicinin de kabzımallık sisteminin çarpık işleyişi nedeni ile ihtiyacını kalitesiz, sağlıksız ve pahallı alması ile sonuçlanır.
Bu adil olmayan av ve sonrası paylaşım/kazanım düzeni bu gün Yalova da bir kooperatif başkanı ve birkaç deniz/balık/balıkçı dostu kararlı insanın yıllar öncesi başlayan mücadelesi ile sona ermek üzeredir. İnatla ve kararlılıkla aşılan bu süreç sonucunda Yalova balıkçısının balıkçılık yapma ve mesleğini severek icra etme olanakları ve kazanımlarına, Yalova ve bölge halkının sucul canlı mahsulleri sağlıklı ve ucuz temin etme ve tüketme ortamına kavuşacağı günler de artık çok yakındır.
Yalova Su Ürünleri Merkez Kooperatif Başkanı Sayın Erdal Tokalak
Sn. Tokalak kooperatif üyesi balıkçının onca olumsuz koşullara ve yasaların yetersizliklerine rağmen denizden kazanımına sahip çıkabilmesi için, o kazancın 45
kurda kuşa yedirilmemesi için kendisi ve ailesinin ihtiyaçlarını öteleyerek kooperatif üyelerinin sorunlarını gidermeyi ilke edinmiş birisidir. Bu sorumluluğun gereği olarak verdiği mücadele ile bu günkü sürecin işlemesine olanak sağlamıştır.
Kendisi balıkçının denizlerde av yetersizliği ve benzer nedenlerden kaynaklanan sorunlarına çözüm bulabilmek için yasaların yetersizliğine rağmen olağan üstü özverili bir duruş sergilemiştir. Yalova Valiliği ve Yalova Belediye Başkanlığı başta olmak üzere birçok kurumu kooperatif nezdinde yaşanılan sorunların çözümünde paydaşlık ilkesi bağlamında bir araya getirmekle kalmamış daha da önemlisi merkezi otoritenin ilgili bakanlıklar ve kurumlarını bu sürecin işleyişine dâhil olmalarına olanak yaratmıştır.
Ülke balıkçılığının yönetim ve uygulama görevi Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Su Ürünleri Genel Müdürlüğünce 1380 sayılı yasa kapsamında yürütülür. Kooperatifler yasasının su ürünleri ile ilgili yönetmeliği bu yasanın işleyişi ile alakadardır. Bir başka deyişle balıkçılık ve balıkçı ile ilgili mevzuat 1380 sayılı yasanın sınırları içinde tarif edilmiştir. Balıkçılık konusunda gelişmiş ülkelerde uygulanan yasa ve yönetmeliklerle karşılaştırıldığında son derece işlevsiz ve sınırlı, balıkçıya barınak ve benzeri kısıtlı imkânlar sunmanın dışında hiçbir olumlu katkısı olmayan adeta bir dayatma kanunu tanımlamasından bahsedebiliriz.
Balıkçılıkta gelişmiş ülkelerde balıkçının avladığı balığı yurt içi ve dışı pazarda doğrudan kooperatif nezdinde perakende, toptan satış ve işleme hakkı öncelikli hak olarak bulunmaktadır. Oysa bizde bu hak, düzenlenen sınırlama ve alınan önlemler ile balıkçıdan esirgenmiştir. Balıkçı bireysel ve örgütsel bu olmayan hakkı
46
ihlal ederse yasalara göre suç işleyecektir. Kaçak ve yasak avcılık suçu işlediği için yargılanacaktır.
Maalesef bu mevzuat; kabzımallık sisteminin işleyişi ile uyum sağladığı için balıkçı avladığı mahsul aracılığı ile yoksullaşmıştır. Devlet politikaları karada her olumsuzluk bağlamında afet yasaları ile yetiştirici ve üreticiye kolaylık gösterirken, ilgili bankalar aracılığı ile hibe ve destek verirken; balıkçı bu uygulama ile tanınan koruma kapsamının dışında tutulmuştur.
Sn. Tokalak tam da bu olumsuz koşullarda üyelerinin mağduriyetini giderebilme adına devlet ve özel bankalardan kredi temin edebilmenin koşullarını sağlamıştır. Geri dönmeyen kredilerin kefaretini üstlenmiştir. Üyelerinin zorunlu ihtiyaçlarının (ev, okul, sağlık, avlanma araç vb.) giderilmesine karşın geri ödenmesinde yaşanan sorunlar nedeni ile bankalarda ve mahkemelerde haciz/icra işlemlerine muhatap olmak ve örnek bir kooperatifçilik sergileme adına takdir edilmesi gerekirken hak etmediği ortamlar içinde mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Üyesinin av araç ve gereçlerinin temin edilmesinde direkt üretici ve imalatçı ile muhatap olup tedariklerinin birinci elden aracısız temin edebilme koşullarını sağlamıştır. Bu ve benzeri olanakları kooperatif üyelerine yansıtırken, kendisi maalesef diğer benzeri su ürünleri kooperatifleri başta olmak üzere balıkçının ihtiyaçlarının giderilmesi için konuşlanan aracı ve komisyoncu kişi ve kurumların hedef tahtası olmuştur.
47
Hali hazırda kooperatifin işletme ve tasarrufunda bulunan mücavir alanda Yalova halkına ve kooperatif üye/ailelerine sunduğu getirisi tamamen kooperatif üyelerince eşit olarak paylaşılan kazancın da oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Soğuk/sıcak yiyecek/içecek servisi ve kolaylığı da bu alanda hizmet/ticaret yapan kişi ve işletmelerin tepkisine ve o bağlamda şikâyetine neden olmuştur. Bu sorun ilgili bakanlığın düzenleme ve yönetmeliğinden sorumlu kurumuna kadar yansıtılmıştır.
Su Ürünleri Yönetmeliğine göre yakın zamana değin suç olan üyelerinin avladığı balığı tüketiciye doğrudan satış konusunda da yasayı hiçe sayarak Yalova halkının ucuz ve taze palamut, lüfer gibi balıkları sezonunda taze ve ucuz tüketebilmelerine olanak sağlamıştır.
Bu hizmeti, kabzımallık sistemini bay-pas ederek yaptığı için, kabzımalın haksız kazancına mani olmak ve daha da önemlisi sezon zamanı av bolluğunda balıkçının borç para ile avlayabildiği balığın hakkından çalınarak ve tüketiciye fahiş fiyatla yansıtılarak işleyen sisteme rağmen bu pozitif uygulamayı gerçekleştirmiştir. Buna karşın ilgili bakanlığın Teftiş Kurulu’nca yönetmelik ihlali nedeni ile soruşturma geçirmesine neden olmuştur. Hal böyle olmakla beraber soruşturma sonucunda kendisi aklanmıştır.
Sn. Tokalak bu ve daha birçok yasal ihlalleri balıkçının deniz ve balık ile sevdasını bitirmeye çalışan uygulamalara isyan etmenin, baş kaldırmanın aracı olarak görmüştür. O bu sayede başta Yalova dinamikleri olmak üzere birçok duyarlı kişi
48
ve kurumların konuya dikkatini çekmeyi başarmıştır. Ankara’nın sınırlı sorumlu yönetici ve yetkililerinin konuya makro boyutta bakmasını sağlamıştır.
Bu soruşturma ve benzeri konular Bakanlığın ve ilgili genel müdürlüğün konuyu kooperatif yönetmeliğinin 1380 sayılı yasa bağlamında yeniden ele almasına neden olmuştur.
Bu gün kooperatifler Sn. Tokalak tarafından başlatılan ve bir avuç konuya duyarlı kişi, kurum ve STK ile desteklenen süreçte üyesinin kooperatifi aracılığı ile av vb. mahsulünü işleme, perakende ve toptan pazarda değerlendirme hakkı kazanmıştır. Kooperatiflerin yerli ve yabancı turizm’e yönelik faaliyet ve hizmetlerden yararlanabilme hakkı kazanmıştır. Kooperatifi ve bölgesi ilgili bakanlıklar tarafından pilot alan uygulaması kapsamına alınması benimsenmiştir. Bu ve benzeri kazanımlar balıkçıya; nafakasını temin ettiği denizlerde iradesi dışında kaçak ve yasak avcılık yapmadan, geçim kaynağına saygı duyarak sahip olma hakkı kazandırmıştır.
25 Temmuz 2014 ülke balıkçılığında önemli bir tarihtir.
Herhangi bir kooperatif birliği ve o birliklerin üst birliğinin katkısı, çabası ve desteği olmaksızın bir yerel balıkçı kooperatifi AB uyum yasaları çerçevesinde belirlenen kıyılarımızda 30 balık (sucul canlı ürün) çıkış noktasından birinin Yalova Belediyesi ile 10 yıllık ortak kullanım hakkına sahip olmuştur. İlgili bakanlıkların finans, etüt/proje ve uygulama koşul ve garantisi içeren anlaşma 25 Temmuz 2014 tarihi itibari ile yürürlüğe girmiş bulunmaktadır.
49
Sn. Erdal Tokalak ve birkaç duyarlı insanın ısrarlı çabaları sonucunda balıkçılık camiasında hayali bile kurulamayan bu büyük ve anlamlı kazanım ülke balıkçısına hak ettiği kimlik ve sorumluluğu vermenin yolunu açmıştır. Sucul canlı kaynakların sürdürülebilir balıkçılık politikaları ile yürütülmesinin öncelikli olarak balıkçı ve ailelerinin sosyal - ekonomik güvenliğinin ve devamlılığından geçtiği gerçeğine balıkçılığı yönetenlerin dikkatini çekmiştir.
25 Temmuz 2014 balıkçılık tarihine ülke balıkçılığını tasarımlarken “avlayan sensin bu konuda sen ne düşünüyorsun”
fikrini dahi sormaya yanaşmayanların
direncinin kırılışı olarak geçecektir.
25 Temmuz 2014 balıkçılık tarihine sürdürülemez balıkçılık politikaları destek ve uygulamalarından sebeplenenlerin sahneden çekilme sürecinin başlangıcı olarak geçecektir.
50
Tarih bu sürecin başlamasında emeği geçenleri altın harflerle yazacaktır. Bu sürece iğne ile kuyu kazarak gelinmesini sağlayan deniz, balık ve balıkçı dostlarını minnet ve şükranla anacaktır.
Güzel günler göreceğiz… Motorları maviliklere süreceğiz…
Nazım Hikmet RAN
* Geleneksel Balıkçılığı Yaşatma Derneği Yön. Kur. Kurucu Üyesi
51
52