AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ 102. Sayı Yayın Kurulu Cennet Akıncı Onur Keşaplı Orçun Üzüm Selin Gündüz Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Das Cabinet des Dr. Caligari Yönetmen : Robert Wiene 1920 Arka Kapak Gezi Tablosu Haydar Özay 2015 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
“Din”in Var Oluş Hikayesi Sude Özben
İçeri Cennet Akıncı
Prostat Serhat Başeğmez
Psikolojinin Sinemadaki Gerçekliği Onur Keşaplı
4 8 12
Editörden
Sessizlikte Gürültü Orçun Üzüm
13 15 16
Haziran Nilay Yıldırım
17
Haziran Ümit Akkuş
19 30
Hayatın Motto’su Selin Gündüz
4 EDİTÖRDEN
Ülkemiz son yıllarda otoriterliğin en gerici, en vasat ve düşük sürümünün yarattığı tahribata tanık oldu. Hiç bir ahlaka hiç bir kanuna sığmayan rezilliklerle yaşamaya alıştık... Hepsi aynı zümre tarafından üç kuruşluk menfaat için halkın, doğanın, şehrin ve hatta ülkenin bozuk para gibi harcanması üzerineydi. Tüm bu olanlara karşı birikmiş öfkenin patlaması ise “Gezi olayları” sınıflandırmasıyla Türkiye’de görü-len en büyük kitlesel ayaklanma olarak tarihe geçti. 31 Mayıs 2013’te hükümetin Taksim’i yayalaştırma projesi kapsamında Gezi Parkı’na postmodern bir askeri kışla inşa etmek için ağaçların kesilmesine karşı başlayan protestolar, kısa sürede seksen ile yayılmıştı. Güvenlik güçlerinin orantısızca saldırdığı direniş, binlerce yaralının ötesinde ölümler yaşamıştı. Gezi Parkı başkaldırısı ile tetiklenen Haziran Direnişi’nin üzerinden 3 koca yıl geçti. Bir gece dozer-lerle gelip anılarımız, emeklerimiz, parklarımız, her şeyi yıkılmıştı. Yol genişletmek,
5 AVM yapmak, yayalaştırmak, gençleri korumak, yeni hava alanı peydahlamak, üçüncü köprü döşemek diye diye bütün bir milleti zehirleyip yok eden demokrasiyi kaba etlerinin altına almış bir iktidar var karşımızda. Kentler alanlarıyla yaşam alanı olur yaşayanlar için, nefes alır, büyür ve belleğini aktararak nesillere yaşamını sürdürür. Dört bir yanı beton duvarlarla, otoyollarla, insan ve araç trafiğiyle çevrilmiş insanın nefes alacağı ulaşılabilir yerlerdir kent meydanları... Ancak devir değişti ve ne zaman ki her şey satış odaklı, pazarlama merkezli oldu şehir meydanları gereksizleşti ve konumları daha fazla kâr getiren yerler oldu, tez zamanda AVM’leşmeliydi. Kazma da kepçe de onlarda ama bilinsin ki ağacın kökleri derinde ve hâlâ damarları suyu özümsüyor, yeryüzüne çıkacak bir karış dahi olsa toprak arıyor. Haziran Direnişi gündelik siyaseti de aşan toplumcu bir kalkışmaydı. Ne sınırlı parti tüzükleri, ne lider dikteleri ne de herhangi bir bayrağın bütünleştiriciliğiydi bu eylemin arkasında yatan. Sınırsız bir dünyanın hayalini kuran, sosyal medyanın akılcı kullanımı da barındırarak hayalini somutlaştıran kuşakların hareketiydi. Tabandan yükselen, ayakların baş olmak için değil, kendi özneleri olmak için, iktidarlara karşı kendi iktidarlarının alanını fark edip yaratmak adına ortaya çıkmış bir direniş pratiğiydi. Bu coğrafyanın görmediği kadar çok sesli, görmediği kadar ateşli, görmediği kadar
6 aşk barındıran bir hareketti. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, Ve bir orman gibi kardeşçesine...” Demiş ya Nazım, ne ağaç bıraktılar ne orman, ne hürriyet bıraktılar, ne kardeşlik. Geriye sadece karanlık kaldı. Ağaçları teker teker yok edilen bir yurt… Son dönem yaşadıklarımız devlet iktidarının yaşamımızı, bedenimizi, ruhumuzu esir alan dayatmaları bizim her gün Gezi’ye dönüp bakmamızı sağlıyorsa; Gezi Direnişinin yıldönümü anmanın çok ötesinde bir anlam ifade ediyor demektir. Azizm Sanat E-Dergi’nin 102. sayısında Gezi Parkı ve Haziran Direnişi’ne odaklanan öykü ve şiirler, onurlu başkaldırımızın niçin sanat disiplinlerinde daha çok yer edinmediği sorusunu da beraberinde getiriyor. Bu ay ayrıca psikolojinin sinemadaki gerçekliği hakkında sorgulayıcı bir eleştiri yazısı öne çıkıyor. Edebiyat yazınındaysa genç kalemlerin öykü, deneme ve şiirlerine yer vermekteyiz. Sanatla kalın dostlar.
Azizm’in Notu: Temmuz 2016 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 103. Sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video ve fotoğrafı, 1 Temmuz 2016 tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
7
8 “Din”in Var Oluş Hikayesi Sude Özben İnsanlığın hayvanlar, bitkiler ve Tanrı ile iletişim kurabildiği bir dönemde gözlerimi açtım Dünya denen gezegene. Tüm insanlar değil tabii, herkes hayvanlar ve bitkilerle iletişim kurabilirdi lakin ancak Kırboyu soyundan gelenler Tanrı ile konuşabilirdi. Doğduğum ceylan derisi, basık havalı çadırın içinde çok az insan vardı, önemli birinin kızı olmalıydım ki dışarıdan gelen fısıldamalar benim sesim duyulunca alkış sesine dönüştü. Galaksideki en yaşanılabilir gezegende şenlik ilan edildi var oluşumun şerefine. Şenliğe katıldım, büyüdüm ve her yıl ilk kar yağdığında şenlik düzenlendi. Kırboyu ailesinin neslinin devamı olduğunu öğrendim birkaç sene evvel, ondanmış üzerimdeki bu ilgi. Kırboyu Ailesi, Tanrı’dan gelen unvanını taşıyormuş ya, ondan bu kadar varlıklıymışız. Meraklı ve sorgulayıcı bir kişiliğe sahiptim her dem. Kendimi bildim bileli öğrenilecek ve keşfedilecek şeylerin çokluğundan yakınırdım, o kadar vaktimin olmadığını zannederdim. Bitkilerle başladım, Tanrı kavramı onlara pek bir şey ifade etmiyordu sanki. “Evrim” dedi çokbilmiş meşe, “Patlamanın küllerinden doğduk biz, köklerimize hayat veren küçük bir tesadüftü sadece yavrucuğum.” Hayvanlarsa fazla itaatkâr ve korku doluydular. Kuşlar bile artık o Bilge Meşe’nin etrafında uçmaz olmuştu. Korkuyorlardı onları yarattığına inandıkları varlıktan ve kaçınıyorlardı ona karşı söylenen en ufak kötü sözden. İnsanlarsa, çok farklıydı. Düşünme yeteneği en körelmiş veyahut hiç var olmamış yaratıklar, hepsi birbirlerine ben-
9 zedikleri için bir aradaydılar ve narsist bir yapıları vardı. Kendilerini Tanrı’ya inandıkları ve O’nun adına bir şeyler yaptıkları için diğerlerinden üstün sayıyorlardı. Öyle ki bir hayvan insanı öldürürse ağıtlar yakılıp günlerce yas tutuluyordu lakin hayvanların öldürülmesi günlük iş haline bile gelmişti. Bencildi insanoğlu, çok fazla önemsiyordu kendi varlığını. Tanıdıkça soğudum ve nefret ettim bu varlıklardan. Bulmacanın sonunun karanlık bir kapıya açılacağını bile bile çözmeye devam ettim, onlardan biri olduğumu hatırlayarak gözlerimi açtım her yeni güne. Bilge Meşe’yi çok severdim; yıldızlar gökyüzünde yerlerini alana, dağlarla ağaçları ayırt etmek zorlaşıncaya dek yanına kalırdım, sohbet ederdik beraber. Bana Tanrı’nın neden yaratılanlara acz-ı küllî bahşettiğini anlatıyordu son vakitlerde. Bir dem, annem güneş gökyüzünde yerini sakince alırken beni uyandırdı ve en güzel elbisemi giymemi söyledi. İlk kar yağacaktı belli ki ve benim gezegene gelişimin 18. Şenliği kutlanacaktı. Ben bir kez daha tüm bu olanlardan sıkılıp Meşe’nin yanına gidecektim ki, Tanrı ile tanıştırılacağım haberini aldım. Her zamankinden farklı bir merak alevi tutuşuyordu içimde aksa Kutsal Dağ’a doğru ilerlerken. Annem, babam ve peşindeki binlerce insandan ayrılalı çok vakit geçmemişti. Uzun bir yürüyüşten sonra vardım hedefime. Dağa çıktım, en tepesine. Hava oldukça sıcaktı lakin ben etrafa bakınırken birden soğudu. Gecenin karanlığı, gökyüzünün sadece dağın olduğu tarafın üzerini bir yorgan gibi kapladı ve bulutlar yavaş yavaş yeryüzüne inerek dağı tamamen siyaha boğdu. Korku denen duygu bende hiç olmamıştı, şimdi de gâsık yüzünden olacak değildi zaten. Sadece birinin karşıma geçip benimle konuşmasını bekliyordum. Bu süreç içerisinde bulutlar;
10
kolumu uzatsam parmaklarımı göremeyeceğim mesafede daraltmıştı görüş açımı. “Yaşlı Meşe’nin dedikleri hakkında ne düşünüyorsun, İnsan?” Ses o kadar boğuk ve derinden geliyordu ki bir an benimle konuşanın kalbim olduğunu zannettim. “Uzun süredir Gezegen’de kalmış biri olarak yaşlı değil de bilge olduğunu düşünüyorum, Tanrı.” diye karşılık verdim, bulutlar ağlamaya başladı. “Peki ya fikirleri, Yaratılan?” “Muazzam derecede özgün, Yaratan olduğuna inanılan.” Hava soğumaya devam etti. “Seni izliyordum İnsan, uzun bir süredir.” “17 Şenliğin on yedisine de katıldın mı Tanrı?” “Her birine.” “Öyleyse neden göremedim seni?” “18. Şenlikte görünmek istedim sana.” “Hala göremiyorum. Kendi içimde mi muharebe veriyorum yoksa?” “Hayır Varlık, içinde atan o yürek kadar gerçeğim.” “Hayır, Yokluk. Aklımda yarattığım Tanrı gibisin sadece.”
Benim bu ukala cevabımla son bulan konuşma, dikkatleri üzerinde çekecek kadar devam etti ertesi zamanlarda. Çünkü Kırboyu neslinden gelenler bile, sadece bir kere görüşebilirdi Tanrı ile. Ahfa bir sır verdi bana Tanrı, insanlığı kurtaracak bir çözüm önerdi. İlahi adaletin sağlanması için içimizden birinin haksızlığa uğraması gerekiyordu. El kaldıran ben oldum. Haksızlıktı; Tanrı, yarattığını fikirleri yüzünden ortadan kaldırmak istedi. Biliyordu benim gönüllü olacağımı, yaşamak için istekli olmadığımı. Verdiği “sır” ve “çözüm”den mesul hissetmemi sağladı. Sonradan anlamıştım ki bu hayat bana düşünce şeklimi değiştirmem için verilen bir şanstı ancak ben fikirlerimle nefes almaya devam etmiştim, belki de buydu beni asim yapan. Yine de tekrar sorulsa yine ben el kaldırırdım. Bu denli cahiliyetin ve inancın iç içe olduğu bir dönemde var olmaktan daha iyiydi 20. Şenlikte katledilmek.
11
12 Sessizlikte Gürültü Orçun Üzüm (Çünkü hiçbir derde deva değil gösterdiğim çaba) Yağmur damlası gibiyim gökyüzünden düşen, gökyüzüne tekrardan çıkabilmek için buharlaşmayı beklemem gerekecek.. Yokuşlara dayanabilecek güç gerek bana, Hani belki sonunda bir bekleyenim olsa.. Bir savaşta olsaydım mesela, Zırhlı bir aracın içinde olabilmeyi isteyecek kadar korkak, Ya da atın üstünde cesur bir şövalye olurdum. Bir bebeğim çocuk arabasının içinde odessa’dan yuvarlanan, Yalnızlar karnavalının en asosyaliyim, Kaktüslerin içinde bir gül, İtlerin arasında bir kediyim. Yürüyorum yine tekil şahıslığımı hiç bozmadan, Ben yürüdükçe uzamaktan sıkılmadı bu yollar. Kavga halindeyim her şeyle, Saatimin pili bitmiş ondan olsa gerek. Rotamı değiştiriyorum artık, Duyurmaktayım herkese. Son veriyorum her şeye Çünkü , Geçmişi öldürdüm dün gece.
13 İçeri Cennet Akıncı (Masalların Masalı, Nazım Hikmet) Suyun başında durmuşuz, Çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz Suda suretimiz çıkıyor, Çınarla benim. Suyun şavkı vuruyor bize, Çınarla bana. -Sana bir sürprizim var? Gözlerini kapat tut elimi… Uzun zamandır çürüyenleri dışarı atmak onun sayesinde oldu. Uzun dingin bir sohbet, dışarıda yağmur, içeride biz vardık. Odada yankılanan sesler, duvara çarpan kelimeler gülümsemeler ve on milyonlarca yağmur damlasının senfonisi. Beyninden atmaya çalışıyor biliyorum ama içindeki ses sürekli ‘yaşadığın kente yağmur yağıyor’ diye fısıldıyor. Onu duymak istemediği aşikâr, ama bu ses ona karşı çok akılcı. Duygusallığa pek yer vermiyor anladığım kadarıyla. Bir denizi kurtsa, kurutsak suların ardında bıraktığı ya da suların ardında bırakacağı o derin çukur hemen dolacak değil ki… Bu da zamanla olacak ve sormak gerek tabi; onca çukuru dolduran denizi kurutmak kolay mı? Eğer o boşluğu doldurmaz, dolduramazsanız yerine gelmeye, tekrar dolamaya çalışacaktır. ‘’Suyun başında durmuşuz, Çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz Suda suretimiz çıkıyor, Çınarın, benim, kedinin, güneşin bir de ömrümüzün Suyun şavkı vuruyor bize, Çınara bana kediye, güneşe bir de ömrümüze.’’
14
-Sana bir sürprizim var? Nefesini tut, tut elimi… Çoğu kez yanılabiliriz işte insanoğlu diyoruz biz buna, ne kadar da çok tökezledin durdun bu yolda, nefesini fazla tuttun iyi değil. Belki dinlenecek bir durağın hatta bir sonun yoktu. Son’uz olmaktan mutlusun. Ama yine de iyi cesaret, değerli bir serüven ve izi kalacak bir sürpriz işte. Bu dünya da çabuk akan olgular var, su gibi mesela, zaman gibi. Bitedebilir tabii sonunda, hayat gibi. Ama aranabilir tekrar, Unutulan şeyler gibi ve sonra sevindirir seni yeni bir zamanda, yeni bir hayat vaat edilmiş gibi. Su başında durmuşuz. Önce kedi gidecek, kaybolacak suda sureti. Sonra ben gideceğim, kaybolacak suda suretim. Sonra çınar gidecek, kaybolacak suda sureti. Sonra su gidecek güneş kalacak; sonra o da gidecek... Su başında durmuşuz. Su serin, Çınar ulu, Ben şiir yazıyorum. Kedi uyukluyor Güneş sıcak. Çok şükür yaşıyoruz. Suyun şavkı vuruyor bize Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze...
15 Haziran Nilay Yıldırım Gece vakti seslendim, Uyku girmeyen gözlere. İsterseniz iki satır sohbet, Deriz “Bugün hava sıcak” “Dolar da olmuş iki buçuk” Lakin bilirim içiniz buruk; Bakışlar evrenseldir, selam dururuz! Sevebilmek kutsanmışlıktır. Ben ne kâhinim ne dilenci, Ne bir âlim, ne din adamı, Gece penceresinde yaz kuşu, Kıtalar arası posta pulu. İsmim yok sesim var; Konuşmak evrenseldir, selam dururuz! Susmak zulme ortaklıktır. Ben ne hâkimim ne savcı, Ne bir satıcı ne çalgıcı, Havanın tozu, kaldırımın taşı, Siz, kadifeli hanım Çıkın artık dışarı. Haziran 2013
16 Prostat Serhat Başeğmez
Gezi’ye “Eylemin düzlemini daraltırsanız kahramanı öldürmek zorundasınız; bi çıkın la odadan” Gregor Samsa Muavinden su isteyeli yaklaşık on dakika oldu. Dudaklarım çatlamış durumda; ağzım kurudu. Yirmi dakika önce de iki kere tuvalete gittim. Dinlenme tesisindeydik; yolculuk İstanbul’a. Bunun bir önemi yok. Çok susadım. Gerçekten kalbim sıkışmaya başladı artık. Muavine suç bulmuyorum. Suç hep bende; kalk git al suyu; ne var sanki! Ama yok; nerde… Önümdeki adam koltuğunu yatırmak için izin istedi; hoş bir hareket. ‘Hayır’ yatıramazsın deseydim ne olurdu acaba? Pislik yapmanın bir âlemi yok. Su gelmek üzere; az kaldı. Ama adamın koltuğu kaldırması lazım. İki bardak su içtim; ohh, rahatladım. Bir de sade kahve aldım. Eyvah ya tuvaletim gelirse!
17 Haziran Ümit Akkuş
Bir bebek sızısı, çocuk gülüşü yoğurtçu sesi, bisiklet zili ve posta kutusu dolar ömrümüze. (ve bir kurşun sesi böler uykumuzu…) ve çekiç sesi.. bir yumruk en çok da işçinin güzel ellerine yakışır. Düzeltirken saçını kirpiklerini toparlayan bir kadın dolar yalnızlığımıza, ve her ipek sığar bir şiire. Bir köşede dudak ısırıkları gülüşler kurulur baş köşeye yerde toka sesi, giysiler komodinde gözlük ve saat. Ay bölüyorken her geceyi, bir berberin makası böler uykumuzu. (ve bir karanfil durmadan göğü deler…) Köküne büyür yerine küskünse ağaç çünkü toprak annedir ayrık otlarının ellerine. Vurulan kuşlar düşer cumartesinin ellerine çünkü cumartesi annedir yalnız kuşların ellerine. Ad olurlar doğacak çocuklara çünkü bir şiir yetmez, Ali’ye İsmail’e Berkin’e. Bir terzi bağlar pamuk ipliğiyle ömrümüzü
18 diker gündüze geceyi, geceye gündüzü ve durmadan arşınlar yalnızlığımızı. Yine de, tencere tava sesleriyle ve insan çığlıklarıyla bir haziran doldurur ömrümüzü çünkü her aşkın başlangıcı cumartesiye bir başkaldırı mutlaka hazirana yaraşır.
19 Psikolojinin Sinemadaki Gerçekliği Onur Keşaplı İnsanlık tarihi boyunca ister estetik amaç gütsün isterse gündelik ihtiyaçtan doğsun, üretilmiş olan sanat eserleri, gerçeklikle olan mesafeleri üzerinden değerlendirilmiştir. Öte yandan “gerçekçi” sıfatını kazanmış birçok yapıtın ve anlatının ne denli gerçek olduğu bakış açısına göre değişim gösterebilir. Zira söz konusu sanat olduğunda gerçeklik görecelidir. Diğer tüm sanat disiplinlerinin toplamı ve daha fazlası olarak görülen yedinci sanat sinema, güncel dünyada gerçekliğe en yakın durabilme iddiasındaki sanattır. İnsan gözünün saniyede 14 veya üzerinde fotoğraf karesi görmesi halinde yaşadığı hareket yanılsaması sayesinde meydana gelebilen ve gözün görebildiğini hatta fazlasını yakalayabilme becerisini kanıtlayan sinema, başlangıcında henüz bir sanat dalı olamamışken şimdilerde “ilk belgeseller” olarak adlandırılan, kimi eylem ve durumlardan oluşan görüntü parçacıklarını kaydediyordu. Bir trenin gara girişi, işçilerin fabrikadan ayrılışları, bir teknenin gölde gezintisi gibi sahnelerle başlayan sinema, gözün görebildiğinin ötesine geçmek için bir süre daha bekleyecek, resim sanatının öncü modern akımlarından dışavurumculuğu bambaşka bir boyutla değerlendirerek psikolojiyle ilk buluşmasını gerçekleştirecekti. Fotoğrafın keşfinin ardından gözün gördüğüne en yakın sonucu vermek gibi hantal bir işlevden kurtulan resim, öncelikle izlenimcilik ile anı yakalama gayretine kapılmış, figürlerde ilk deformasyon başlamıştır. Ardından gelen dışavurumculuk ise, bilinçaltına ve ruh haline sızarak, bireyin söz konusu özneyi kendi benliğinde nasıl görmek ve ifade etmek istediğine göre şekillenmesinin yöntemi olarak dikkati çekmiştir. Sinemada
20
dışavurumculuğun keşfi, 1. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan, maddi manevi bir çöküntü sonucunda toplumsal belirsizliğin, yönetimsel gerilimlerin reddedilemeyecek boyuta geldiği Almanya’da gerçekleşmiştir.
21 Lang, Wiene, Murnau gibi yönetmenlerin ağırlıklı olarak korku-gerilim türüne armağan ettikleri Dr. Caligari’nin Muayenesi, Nosferatu, Faust, Metropolis gibi erken başyapıtlar, deforme edilmiş bedenlerin, dekorların, şehirlerin, yapıların ve aslında toplumların dışavurumlarını içeriyordu. Birey psikolojisinden çok toplumsal devinimlerin ruhsal çözümlemesi olarak okunabilecek bu akım, Nazi iktidarı ile birlikte noktalanmış ancak sinemanın psikolojiyle ilk ve halen en özgün temasını sağlamış olup psikolojinin korku-gerilim ile harmanlama geleneğinin de temellerini atmıştır.
22
Benzer bir süreç, Büyük Buhran ve 2. Dünya Savaşı yıllarının Amerika’sında da yaşanırken, Hollywood’un yöntemi Alman öncülere göre daha az biçimsel bir yönelimdi. Bir alt tür olarak doğan Kara Film, klasik anlatının kimi karakter klişelerini aşarken iyi karakterler saf iyi, kötü karakterlerse katıksız kötü olmaktan çıkıyorlardı. Böylelikle karakterlerin inandırıcılığı ve beraberinde gerçekçiliklerini arttırmak adına belli bir güdülenme alt yapısını filmin içeriğine katmak gerekti. Karakterlerin hangi eylemleri hangi sebeple yaptıkları, düşük dozda da olsa psikolojik bir temele duyulan ihtiyaçla şekillendi.
Böylelikle Hitchcock’un Sapık ile zirve yapan sineması, Polanski’nin kara filme çalan Kiracı, Rosemary’nin Bebeği gibi korku başyapıtları, karakterlerin ruhsal durumlarıyla birebir ilintili hale geldi.
23
Sinemada bireyin psikolojisine odaklanmanın yeni ve gözde eğilim olduğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda Hollywood daha çok yukarıdaki örnekler üzerinden meseleye yaklaşırken kıta Avrupası’nda yükselen minimalist/modernist anlatı, Antonioni, Tarskovskiy, Angelopoulos gibi yönetmenler aracılığıyla daha çok varoluşçuluk üzerinden bireyin psikolojisine eğildi. Her iki yöntemin de küresel ölçekte günümüz sineması da dâhil olmak üzere on yıllardır üretilmesine karşın, sinema psikolojik anlatı her daim gerçeklikten, gerçekçi anlatıdan uzak olarak konumlandırılmıştır. Bunda Hollywood’un konuyu gerçeklikten uzaklaştıracak içeriksel ve görsel tercihleri kadar “gerçekçi sinema” olarak yorumlanan sinemanın başvurduğu yöntemlerin, gerçekliğin yegâne kıstası olarak değerlendirilmesinin de payı büyük.
24
Ülkemizde ise çağdaş anlamda bir sinemadan ancak 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin ardından beliren görece özgürlükçü ortamda söz edilebilir. O dönemde baskın eğilim, İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının estetikten ve parıltıdan uzak, zorlu ve kötü yaşam koşullarını, deneyimlerini gerçek mekân, durum ve oyuncularla aktarma yöntemi olmuştur. Et-
kileri günümüzde de süren bu dolaysız gerçekçilik seçimi, sinemamızda psikolojik bir alt metinle karşılaşabilmeyi hem zorlaştırmış hem de geciktirmiştir. Alabildiğine politize olunmuş bir dönemde, çoğu zaman sabun köpüğü kıvamına yaklaşan Yeşilçam filmlerinin dışında kalan az sayıda yapıt, toplumsal gerçekçi bir atmosferde politik konuları ele alırken, slogan atarak didaktik bir söylev halini alan filmler muhaliflik payesini kazanmıştır. Aynı dönem biçimsel denemeler veya nispeten farklı kulvarda ilerleyen yapıtlar göz ardı edilmiştir. Türkiye’de yönetmenlerin psikolojiye, bilinçaltına eğilmeleri, umulmadık bir şekilde 12 Eylül 1980’de gerçekleşen faşizan askeri müdahalenin sonrasına denk düşmüştür. Bunda hiç şüphesiz önceki döneme göre daha da sertleşen sansürün, toplumcu filmlere, dolaysız muhalefet eden filmlere imkân tanımamasının da payı vardır. Erden Kıral’ın Ferit Edgü’nün romanından uyarladığı Hakkâri’de Bir Mevsim, Ömer Kavur’un yönettiği Anayurt Oteli gibi yapıtlar, psikolojik alt yapıları da içererek farkında olarak ya da olmayarak psikolojik filmler açısından öncü görevi görmüşlerdir.
25
26
Aynı dönemde Başar Sabuncu’nun yazıp yönettiği Çıplak Vatandaş gibi serbest piyasa ekonomi politiğini eleştiren toplumsal güldürü filmleri ise “vatandaşın delirmesi” üzerinden kaba da olsa psikolojik bir noktaya parmak basmışlardır. 1980’lerin sonu 1990’ların başında ilk filmlerini gösterime sokan yeni kuşak sinemacılardan Reha Erdem, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim ve Nuri Bilge Ceylan, toplumcu ayrımları bir kenara bırakarak bireyin psikolojisine, ruhsal devinimlerine eğilen filmler çekmişlerdir. Varoluşçuluk-hiçlik temaslarını filmlerinin tümüne yediren Zeki Demirkubuz, bu bağlamda Yazgı, Kader, Yeraltı gibi yapıtlarıyla dikkati çekerken Nuri Bilge Ceylan, belli bir zihniyet yapısının psikolojik temellerine minimalist bir üslupla yaklaşmıştır. Derviş Zaim ise özellikle ilk filmi Tabutta Röveşata ile agorafobi meselesine özgün bir yaklaşım getirmiştir.
Çeşitlilik bağlamında aralarında skalası en geniş olan ise kuşkusuz Reha Erdem’dir. A Ay ile başlayan filmografisinde Korkuyorum Anne, Hayat Var ve Kosmos gibi filmleriyle bireyin bilinç altının çok farklı tonlarına eğilen yönetmen, bir tema olarak işlediği “ergenlik” ile psikolojinin sinematografisi açısından sinemamızın en çarpıcı sanatçısıdır.
27
28
Ülkemizde ve dünyada psikolojinin sinema ile etkileşimi söz konusu olduğunda yalnızca bireye odaklanan filmler görülmektedir. Sinemayı psikolojiyle tanıştıran Alman Dışavurumculuğundan bu yana konuya toplumsal yaklaşan bir film çekilmedi. Psikolojiye eğilen filmlerin asla gerçekçi olarak yönetilmemesi ve değerlendirilmemesi ise “gerçeklik” denildiğinde aslında ne kadar eksik olduğumuzu kanıtlamaktadır. Bireyin ve toplumun belki de başat gerçekliği olan psikoloji, sinemada uç karakter ve olay örgülerinin, ürkütücü sahnelerin, gerilim ve korku doğuran oyunculukların ya da yalnızca buhran kusan karakterlerin atmosferlerinde beyazperdeye taşınabiliyor.
Yakın geçmişte James L. Brooks’un yönettiği Benden Bu Kadar gibi psikolojik takıntılara güldürü yoluyla eğilen ya da David O. Russell’ın yönetimindeki Umut Işığım gibi bipolar bozukluğu romantik-komedi de harmanlayan kalburüstü Hollywood yapımların yarattığı çeşitlilik olumlu olsa
da durum halen yetersiz. Gözle görülmeyen ancak her daim kendini hissettiren ve bir açıdan bakıldığında gerçekliğin ta kendisi olan psikolojinin, sinemada temsillerinin çeşitlenmesi ve yeniden toplumsalı ele alması gerektiği görülüyor. Elbette bunu yazarken, Tutunuş* ve Soluş** gibi iki psikolojik kısa filme imza atıp yukarıdaki sınırların dışına çıkamamış bir yönetmen olarak eleştiriyi öncelikle kendime getirirken, içinde bulunduğum sahanın söz konusu eleştirelliğe kavuşup psikolojiyi daha doğru bir şekilde beyazperdede değerlendirmesini umuyorum. * https://vimeo.com/12318523 ** https://www.youtube.com/watch?v=xRkgzcRi1CU
29
30 Hayatın Motto’su Selin Gündüz Türkiye’de başımıza gelen tüm olayların, deneyimlerimizin, sorunlarımızın, davranışlarımızın karşılığına denk gelebilecek atasözü ve özlü söz mevcut. Güzel ülkemdeki yeni neslin, atasözleri ve özlü sözleriyle olan ilişkisi, benim ve benden önceki kuşağın ilişkisi kadar yakın değil tabi. Koskoca bir neslin atasözlerimizi ve gölgesindeki manaları bilmeden büyüyor olması kulağa kötü gelebilir. Ne de olsa insan ilişkileri ve hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiği konusunda atalarımız adeta kılavuz yazmışlar. Mesela bunlardan bir kaçını saymak gerekirse; • Üzüm üzüme baka baka kararır. • Ağaç yaş iken eğilir. • Ayağını yorganına göre uzat. • Adalet ile zulüm bir yerde barınmaz. • Damlaya damlaya göl olur. Türkiye nüfusundan fazla atasözümüzün olduğu bir hayat bizimki. Eğer her insan bu atasözlerine uyarak hayatını sürdürseydi düşüncesinden alamıyorum kendimi. Yine de kötülük olur muydu? Haksızlık, adaletsizlik… Ben olacağına inanıyorum. Kusurlu varlıklar olarak yaratıldık ama neden kusursuz olmak için çabalıyoruz ki? Yaşadığımız hayatın ne kadarı bizim? Benimsediğimiz hayat bir başkasının hayallerinin hayatı mı yoksa bize mi ait? Atasözlerinde bile hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiği hakkında öğütler var. Ne kadar insan aslında kendi düşüncesi ve isteği olan bir hayata sahip? Bizler etkilenmeye fazla müsait
canlılarız. Beynimizle düşünmüyoruz. Aslında genel olarak düşünmüyoruz. Toplumca güzel ve iyi denileni alıp kendime uyduruyoruz. Bu toplum kim peki? Niye bizim hayatımızı şekillendirmek ve yönlendirmek zorunda? Bunlar değişiyor. Artık atasözleri ile kuşatılmış sınırlı bir alan değil tüm dünya ile iletişim halinde olabiliyoruz. İnsanlar konuşuyor ki sürekli konuşuyoruz. Ne kadar gürültücü yaratıklarız. Konuşmalarında diğer insanların hayat felsefeleri halini alacak sözler duyuyoruz. İnsanlar artık buna “motto” diyorlar. Sıkça duymadığımız bir kelime gibi görülüyor olsa da moda olan bir kelime. “Motto” kelimesinden kısaca bahsedecek olursak Türkçe’de karşılığı slogan olsa da birçok anlamı karşılıyor. Bunlardan bazıları; bir düşünceyi veya önermeyi belirten açıklayıcı söz, hayat felsefesidir. Bob Marley’in “No woman no cry” şarkısının ismini oluşturan bu söz milyonlarca insanın mottosu haline geldi.
31
32 Dünyanın, üzerindeki tüm bitki, hayvan ve insanlara ait olduğunu kabul eden apolitik bir görüşte olan Hippilerin “Peace” kelimesi motto haline geldi. Dünya genelinde şiddet karşıtı ve ırksal eşitlik görüşleriyle tanınan Martin Luther King’in en bilinen ve etkili konuşması “I have a dream” cümlesi ile kitlelere seslenmiştir. Birçok insan etkilenmiş ve hayat felsefesi haline getirmiştir.
33 Değişim ve evrim hayatın kaçınılmaz bir parçasıdır. Bu, hepimizi bekleyen kader olsa da, beklenmedik olaylar herkesin bünyesi için bir şok olmuştur. Herkes hayatını kendi yöntemleriyle yaşıyordu. Çünkü herkes için hayat farklı anlamlar taşıyor. Kimileri için bu sözler bir dayanak, yaşama gücü, kötü giden hayatındaki umut ışığı olurken, kimileri için tepki göstermenin bir yolu oluyor. Bu kadar şey değişirken, bazı şeyler hala aynı kalıyor.
34