Azizm Sanat E-Dergi Temmuz 2016

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ 103. Sayı Yayın Kurulu Deniz Eren Gülbike Yıldırım Onur Keşaplı Selin Gündüz Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Muhammed Ali 25 Mayıs 1965 Arka Kapak Erkekler Ağlamaz Kimberly Price 1999 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

Ne Tuhaf Serhat Başeğmez

4 8 12

Renkli Dünyaların Yalnız Kovboyları: Erkekler Ağlamaz Deniz Eren

Ötekilerştirmeye Karşı Başkaldırı Tonları: Muhammed Ali ve Alan Turing Selin Gündüz

37 38

Yitirilenlerin Şarkısı: Ragıp Bey Oğuz Hendekçi

Muhammed Ali ve Karakter İnşasının Yenilmezliği Onur Keşaplı

24 30

Orman Özgür Keşaplı Didrickson

Editörden

40

Annem Gitmiş Orçun Üzüm


4 EDİTÖRDEN

Atatürk Havaalanı’nda yaşanan, yaşam tüketici vahşet, Suruç ile başlayan ve tüm yurda sıçrayan terör sarmalının şimdilik son halkası. Yaşam sonlandıran, bulanık ancak görünür şiddete karşı bile yan yana gelmeyi becerememek bir başka açıdan bakıldığında on yıllardır cumhuriyetin kurucu ideallerinin yönelimine karşı ısrarla ve gururla “Batı ülkesi değiliz Orta Doğuyuz” şeklinde sirayet eden post modern çığırtkanlığın kınası kıvamındadır. Akılcılıktan alabildiğine uzak, nefret dolu, modern öncesi zihniyetin tüm gereksinimlerini eksiksizce yerine getiren yığın halimiz bizleri gerçekten Orta Doğu ülkesi kılıyor. Elbette o Orta Doğu’nun, tüm aydınlanma savaşımlarının Batının karanlığınca karartıldığı Orta Doğu olduğunu unutmamak gerek. Ülkemizdeki egemen zihniyetin de ürünleri arasında yer aldığı bu karanlık, Aydınlanma ile yükselen Batının, küresel egemenliğini sürdürmek adına, dünyanın geri kalanına Aydınlanmayı çok görmesinden, kendisi için tehdit olarak algılamasından kaynaklanmakta. “Ne yapmalı?” sorusundaki çözüm elbette örgütlenmekten geçiyor ancak bu örgütlenmenin “nasıl”ı konusunda daha yürekli olmak gerekiyor. Saldırıdan bu yana benzer çağrıyı yapmakta olan sol örgütlerimiz ne yazık ki hiçbir yere varmayan, yenilik içermeyen, sanal ve sözel gövde gösterisi tadını


5 bile yitiren söylemlerle “örgütlenme” davetinde bulunuyorlar. On yıllardır ülkeyi tek başına yöneten piyasacı ve gerici yapılanmalara karşı biriken öfke ve başkaldırının somut olarak defalarca vücut bulduğu son on yılda ilerleme, mevzi kazanma namına hiçbir başarı gösterememenin ardında yatan gerekçeler artık masaya “somut” olarak yatırılmalı. Somutluktan söz açılmışken, aylardır süregelen saldırılara karşı ciddi bir eylem planı ortaya koyamamak alabildiğine ciddi bir somutsuzluk ve sorumsuzluktur. Basit bir “örgütlenme” çağrısının, gündeliğe ve güncele varacak eylem ve eğilimler içermeden başarılı olması imkânsıza yakındır. Kaldı ki yakın tarihte sosyalist partilerin muazzam halk desteklerine ve hatta kimi zaman silahlı bir milis gücüne de sahip oldukları ülkelerde dahi faşizmin ve türevlerinin zaferleri akıldayken, sürekli ve kanıksanmış yenilgi sahasında yer kaplayamıyorken yer kaplarmışçasına davranmak akıldışılıktır. Örgütlenme ve beraberinde eylem çağrısı yapmasını, dolayısıyla Aydınlanmacı ve sosyalist bir Türkiye ile Dünyayı insanlığa kazandırmasını umduğumuz örgütlerin bir an önce silkelenmeleri gerekmektedir. Özeleştiriden bihaber davranmak, en ufak ayrım hissettiği yapılanmayı aşağılama, yok sayma, görmezden gelme ve dışlama ile gerçek anlamda ötekileştirerek o yapılanmalarla hiçbir eylemde yan yana gelmemeyi başararak, kendisini eleştirenleri simgesel olarak öldürerek, kendisiyle çelişir düşüncelere sahip olmasına rağmen “ünlü”leri haberleştirip onlara alan açarak, “ünsüz”leri ise yapılanmalara yapıldığı üzere “yok” ederek en ufak mevzi kazanmanın, sayısal anlamda en acil ihtiyacımız olan çoğalmanın ufukta asla belirmediğini kabul etmek ve ona göre hareket etmek önem arz etmektedir. İçi yeterince doldurulmamış


6 çağrılarla örgütlenme çağrısı yapan “büyük” örgütlere yönelik çağrıyı yapma görevinin, muhtemelen yukarıdaki gerekçelerle “küçük” kalmış Azizm Sanat Örgütü’nce yapılmasının utancını biz tüm örgütler adına sırtlanmayı göze alabiliyoruz zira “Sanat Aydınlanma İçindir” çağrımız azın da çok olabildiği, olgun ve sindirilmiş bir modernist temelden doğmakta. Madımak katliamı, akabinde ülke yönetimini, devamında ise tüm ülkeyi ele geçiren zihniyetin vahşi gövde gösterisidir. O gün bugündür o zihniyetin vitrine taşanları, ideolojik anlamda hiç bir somut dönüşüm ortaya koymadıkları halde onlara destek verebilmeyi başarmış herkes Madımak’ta yitirdiğimiz canlardan ve son bir yılda kaybettiğimiz yaşamlardan sorumludur. Bu sorumluluğu, başta Metin Altıok olmak üzere Sivas’ta yitirdiğimiz aydınlar anısına kaleme alınan bir öykü ile hatırlatıyoruz. Geçtiğimiz ay Orlando’da dini terörün katlettiği LGBT bireylerin küresel gericiliğe karşı var oluş savaşımına desteğimizi yinelerken, nefret suçu kurbanlarının simge adlarından Teena Brandon’ın yaşamını konu edinen Erkekler Ağlamaz ile benzer bir dışlama sonucu tüketilen bilimci Alan Turing’in yaşamına değinen Yapay Oyun filmlerinin eleştirileri bu ay Azizm’de. Farklı biçim ve içeriklerle bezeli şiirlerin yanı sıra, ölümünün ardından belli bir ölçüde sanal, sahte ve zorlama bir ilgi/sevgi karışımıyla ilahlaştırılan Muhammed Ali hakkında yazılmış belki de en nesnel ve kapsamlı anma yazıları sayfalarımızda. Aydınlanma ve Sanatla kalın dostlar…


Azizm’in Notu: Ağustos 2016 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 104. Sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video ve fotoğrafı, 30 Temmuz 2016 tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

7


8 Ne Tuhaf Serhat Başeğmez

Sivasta katledilen Metin Altıok ve arkadaşlarına...

Kestirme olsun diye köye ulaşan toprak yol yerine ormanın içine girmiştim. Ayaklarımın altında çıtırdayarak


ezilen ve yer yer başıma değen sararmış yaprakların arasından bulanık gökyüzünü görebiliyordum. Vadiden gelen serin esintiden korunmak için paltomun yakasını kaldırdım, başımı içeriye doğru çektim ve yoluma koyuldum. Nereden baksanız yürüyerek- ki hızlı adımlarla- yarım saatten önce ulaşmanın imkânı yoktur köy alanına. Aslında puslu havaları sevsem de tepemde toplaşmaya başlayan koyu gri bulutlardan ve rüzgârın savurduğu uğultulardan sağanak bir yağmurun geleceğini anlamamak ahmaklık olurdu herhalde. Koşmayı düşündüm, hatta şöyle 100 metre kadar hafif tempoda koştum da. Tepelerin zirvelerinde çakan şimşekler, ardından patlayan gök gürültüleri, serin rüzgârın uğultusu, bin bir çeşit canlının ıslığı, giderek çöken karanlık ve ortasında ben. Sanki tüm doğa sözleşmişçesine beni bir korkunun ağzına ya da içimdeki bir korkunun peşine düşürmek istiyordu. Saçlarımın dikeldiğini hissetmiştim o an ve hemen elimi diken diken olmuş saçlarımın ucunda kısa bir süreliğine gezdirdim; ardından da geri yatırdım. O gün de böyle olmuştu; hatırladım. Sabahın çok erken bir saatinde sevinçle doldurur insanın yüreğini. Şu devirde sabah sevinçli olmak hiç de kolay değildir. Sebebi bir kadındı. Tarifin bir anlamı olmayacak, o yüzden sessizce anlatmak istiyorum onu. Saçı kısaydı mesela ama uzun halini düşleyebiliyordum. Mesela bir kere “Şu tek parça elbiseler var ya çiçekli böcekli böyle, sana çok yakışır. Yok, şu an üstündekiler yakışmadığı için söylemiyorum bunu, seni sadece o elbisenin içinde hayal edebiliyorum ve içinde çok güzel görünüyorsun; o kadar…” demiştim. Bakışlarındaki manayı, bir insanın kusursuz masumiyetini yüzündeki tüm çizgilerde görmemek aptallık olurdu o an. Anlatmakla olmuyor işte. Masumiyet

9


10 anlatılabilecek bir şey değildir. Öyle yağmurların, öyle şimşeklerin öyle yangınların içinde saklıdır ki, bir sarı ayakkabının içine girmiş 38 numaranın ardında bıraktığı boşluk zannedilir. Hâlbuki öyle değildir; anlatmak bir başka marifet, anlatamamaksa mucize. ‘Bir çocuk elini delip geçmiş mermi deliğinden adı konmamış bir çiçeği görmek kolay mıdır tepelerin yamacında?’ ‘Yüreğimin düştü düşeceği’ anlarda ismimi seslendiğini hayal eder, kulaklarımda gülümsemesini duyardım. Onunla tanışalı çok olmamıştı. Hiç sevişmemiştik bile; el ele tutuşup sokaklarda yürüdüğümüzü saymazsak, ha bir de bir bankta dizlerine yatmıştım; hıh, bir de utanmadan sormuştum “Sence şu an durum ters değil mi, aslında senin benim dizlerime yatman gerekmiyor mu?” “Niye, ne var ki bunda” deyip rahatlatışı, cinsi kimliğimi tanımayışı, yıkışı… Şimdi öyle sancı veriyor ki bana, hiçbir banka oturamaz oldum… Saçlarımın diken diken havaya kalktığı, o aklımdan bir türlü silinmeyen gün, çok yüksek bir yerde birlikte yürürken yağmur yağmazdan hemen önce elini tutuvermiştim de saçlarım öylece dikelmişti; artık havadaki elektrikten mi yoksa bedenindeki marifetten mi bilinmez… Hiç sevişmemiştik. Öpmemiştim dudaklarından, ayaklarını büzmemişti hiç, kısa saçlarının arasına daldırmamıştım ellerimi, memelerini öpmemiştim boynundan önce ya da kasıklarına hiç inememiştim. Olsun elinden tutup yürüdüm ya sokaklarda, yattım ya dizinde banklarda, ramazan topu patlarken şerefe tokuşturduk ya kadehlerimizi bir kaldırımda… Evdeyim, çıtır çıtır yanan ocağın başında, sırılsıklamım, yarım saati çoktan geçmiş. Ne tuhaf, hiçbir korku yutmadı beni ya da esir edemedi ardında. Ne


tuhaf, onun yanındayken kendimi hep mavi göğe yakın hissederdim; hava ister kapalı ister açık olsun. Ne tuhaf şimdiden ‘karpuz kabuğu’ düşürdü ya içime… Ne tuhaf…

11


12 Muhammed Ali ve Karakter İnşasının Yenilmezliği Onur Keşaplı

Bu yazı, boks tarihinin gelmiş geçmiş en büyük şampiyonlarından Muhammed Ali’nin beklenen ölümünü takip eden günlerde yazılmış olmasına karşın, sanal heyecanın yatışması ve yığınların adeta sonradan keşfetmişçesine sarılarak, ergen bir tepkime ile bilgi/veri fazlasıyla yaratılan havanın dağılması ertesine bırakılmıştır. Aslında tek başına bu gerekçe bile sıradan bir mazeret olmanın ötesinde günümüzde var olabilmenin yegâne


yöntemi olarak dayatılan sözüm ona eylemlerin, var oluşun ta kendisine engel olduğunun kanıtıdır. Üzerinden bir ay bile geçmemiş olmasına karşın şimdilerde neredeyse hiç kimse Muhammed Ali’den söz etmemektedir. Ali, hastalık sonucu yaşamını yitirerek değil popülizm ve yığınlarınca sömürülerek öldürülmeye çalışılmıştır. Bu durum elbette ilk kez Ali’nin başına gelmiyor. Daha bu yılın başlarında önce David Bowie’ye ardından Prince’e karşı benzer tutum takınıldı. Söz konusu “ünlü” ve üretimleri ile daha önce somut bir bağ kurup kurmadığına bakmayan yığınlar, adeta ergenliğe özgü olmamışlığın görev bilinci ile paylaşımlar yapmakta, bu eğilimi sezen yandaş-muhalif tüm basın da onlarla malzeme yarışına girerek haberciliği tarihe gömmektedirler. Kimi ünlülerin bu sömürüye dayanamayıp simgesel olarak da öldüğü bir gerçek. Pek azının –Black/ Colin Vearncombe gibi- sömürüyü daha başından öngörerek reddedip minimal bir sonsuzluğa varabilmeyi başardığı görülüyor. Muhammed Ali ise sömürüyü görmesine karşın buna meydan okuyan, büyük oranda da bunu aşmayı başarabilen bir ünlü. Zira Muhammed Ali kendi karakterini inşa etmenin ötesine geçirip onu bizzat yaşayan ve yaşatan bir ad. Tam da bu yüzden kusursuzlaştırılmayı hak etmiyor. Buna ihtiyaç duymuyor çünkü yarattığı karakter, çoğunluğun aksine kirlenmekten korkmuyor.

13


14

Sporcu olarak kariyerinin en karanlık evresi olan zorla askere alınma sürecinde Vietnam’da savaşmayı reddederek şampiyonluğunu ve lisansını kaybederken karakter olarak yaşamının en parlak zirvesini gören Ali, bu durak öncesinde rakiplerini ne kadar sürede devireceğini tahmin eden, her birine birer lakap takarak onları sözel olarak aşağılayan, ringde bu aşağılamaya benzersiz süratiyle bezeli tekniğinin yanında yüzünü korumaya ihtiyaç duymaksızın sürdüren “kötü” biridir. Kötü olmaktan, kötü olarak yorumlanmaktan hiç çekinmemesi özümsediği benlik inşasının sonuçlarından biri.


15 Siyah olarak ırkçılığa, en az ülkedeki diğer siyahlar kadar maruz kalan, başarı ve ün ile beraber bu ırkçılığın şekil değiştirerek sürdüğü bir ülkede Muhammed Ali gibi gururlu bir karakterin söz konusu vaziyete karşı geliştirdiği bir savunma olabilir “kötülük”. Bu sayede “mağdur ve boynu bükük siyah” izlenimini, ırkçılığa karşı yardıma muhtaçlığı, yetenek ve zekâdan gelen ve önü alınamayan küstahlık ile kapatıyor olması mümkün. Bu küstahlığı temellendiren sosyal zekâ gücünün mizahi yönü ise Ali’nin kötü ününe olumlu bir çekicilik katmıştır. Bu sayede toplamda üç kez karşılaştığı ve ilk mağlubiyetini ellerinden tattığı Joe Frazier’a dünyayı zehir edecek ölçüde yoğun dozda uyguladığı kötücül tutum, sanki herhangi bir boks maçı öncesi medyanın ilgisini çekmek adına yapılan bir kurmaca olarak yorumlanmıştır. Oysa Ali’nin Frazier’a hakaretleri ve yakıştırmaları o kadar zıvanadan çıkmıştır ki Joe’nun oğlu Marvin’in okul yıllarını bezdirici kabadayılık taslamalar ve alay etmelerle geçirmesine sebebiyet vermiştir.


16

İkilinin üçüncü maçı “Thrilla in Manila”da Marvin’den bizzat özür dileyen Ali’yi Frazier’ın da affettiği söylentilerinin yıllarca dillendirilmesine karşın Smokin’ Joe Frazier, 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda meşaleyi taşıyan parkinson hastalığından mustarip Ali’nin ateşe düşmesini dilediğini açıklamıştır. Aynı Ali, ona ikinci yenilgisini tattırmasının ardından devamı gelen iki müsabakada şaibeli iki hakem kararıyla alt ettiği Ken Norton’a maddi manevi desteğini hiçbir zaman esirgememiştir.

Ali yıllar sonra bu huylarından vazgeçmiş ya da pişmanlık belirtisi göstermiş midir? Kamuoyuna karşı her zaman samimi olan ve fazlasıyla dışa dönük davranan Ali’nin bu yönde ne sözlü ne de yazılı bir açıklaması yoktur. Tam da bu yüzden Muhammed Ali inşa ettiği karakteri korkusuzca yaşamaktadır. 11 Eylül sonrası ABD hükümetine destek veren de Bush’un aptallığını doğrudan yüzüne yansıtan da aynı karakterdir. Güçlü ve bitirici bir yumruğu olmadığını erken yaşta fark edip taktik geliştirme


17 tutkusu kapsamında çocukken erkek kardeşinden üzerine taş atmasını talep edip, bu sayede boks tarihinde ancak hafif sıklette görülebilecek bir çabukluğa sahip yegâne ağır sıklet olabilmiştir. Aynı Ali, binlerce kilometre yol kat edip kendisine hiçbir kötülük yapmayan Vietnamlılarla savaşmayı reddettiğinde elinden alınan şampiyonluğu üç yıl aradan sonra geri kazanmaya kalkıştığında hızını yitirdiğinin farkındadır. Bu kez gücünü idareli kullanarak, klasik anlamda ağır sıklet savunmasına yaklaşıp “rope a dope” olarak adlandırdığı iplere yaslanarak kendini koruma yöntemini keşfetmiştir. Frazier gibi bitmek bilmeyen bir hırs ile “tüterek” hücum eden bir şampiyona karşı etkisi az olsa da “Büyük” lakaplı boks tarihinin muhtemelen en güçlü ve yıkıcı dövüşçülerinden George Foreman’da aynı yöntem başarıya ulaşmıştır.


18

Ali’nin mağlubiyetine hazırlanan çoğunluğa karşın aklı ile dövüşüp 8. rauntta namağlup Foreman’ı yenerek Vietnam ile kendinden çalınan şampiyonluğa kavuştuğu maç aynı zamanda Ali’den esinlenmeye(!) alışkın Slyvester Stallone için de bulunmaz nimet olmuştur. Stallone’un klasikleşen Rocky serisini, Ali’nin yeterince ciddiye almayarak bir hayli zorlandığı hatta bir kez devrildiği Chuck Wepner maçından kurgulayarak yarattığı sıkça dillendirilen bir gerçektir. Muhammed Ali bu durumu Stallone’un yüzüne Oscar törenlerinde vurmuştur. Bunun yanında pek az kişi serinin üçüncü filminde “rakibi yorarak alt etme” hikâyesinin Ali-Foreman maçından temellendiğini görebilmiştir.


19

Muhammed Ali’nin Vietnam’a gitmeyi reddetmesi, Türkiye dâhil dönemin tüm sosyalist, ulusal bağımsızlıkçı ve de ırkçılık karşıtı politikaları savunanlar arasında büyük yankı uyandırmıştır. Ali ile ilgili önbilgilerimin, 68 kuşağından babam Hüsnü Keşaplı tarafından bu yönde verilmesi ve 1970’li yıllarda Ali’nin maçlarını bölüntü farkı gözetmeksizin solcuların bir arada izlediğini aktarması önemlidir. Savaş karşıtlığının ve beraberinde vicdani reddin en ünlü öncüsü olarak niteleyebileceğimiz Ali’nin antiemperyalist olduğu bir yere kadar dillendirilebilir ancak ondan bir özgürlük savaşçısı, sosyalist çıkartma teşebbüsü rahatsız edicidir çünkü gerçekdışıdır. Eğer öyle ise Ali’nin 1970’lerde, solcu öğrencilerin katillerini besleyen sağ


20

parti liderlerinden Necmettin Erbakan’ın daveti ile ülkemize geldiği gerçeğini ne yapacağız? Yine Ali’nin kendine peygamber süsü vererek ABD’deki azınlık hareketlerini ırkçı ve şiddet içeren bir çizgiye çekmeyi deneyen Elijah Muhammed ve örgütü İslam Milleti’ne bağlı oluşunu nasıl konumlandıracağız. Aynı örgütün, Malcolm X suikastında büyük ihtimalle rol almış oluşu herhalde Ali’den mükemmeliyet yaratanlar için yadırganacak bir durum arz etmiyor olmalı. Birkaç yıl önce benzer bir akıntı ile herkesin ardından paylaşımlar türettiği Robin Williams’ın Irak’taki ABD askerlerini ziyaret edişi üzerinden Williams’ı linç edenlerin Ali’yi kutsama yarışına girmeleri tutarsızlıktır. Tutarsızlık ise Muhammed Ali’de asla tutunamayacak bir karakter özelliğidir.


21 Muhammed Ali karakterindeki çelişkileri bilen, bunlardan kimi zaman beslenen, yarattığı atmosferin farkında olan ve tüm başarılarını kendi seçtiği ve inşa ettiği karakterden temellendiren, özellikle günümüzde eşine az rastlanır tutarlılıkta bir ünlüdür. Din olarak İslam’ı seçmesi dönemin, beyaz Anglo-Sakson Protestan(WASP) çoğunluğundan fışkıran ırkçı politikalara karşı verilebilecek en güçlü(küstah) tavırken aynı dinin kimi kurallarının onu nasıl boğduğunu açıkça dile getirebilmesi de tutarsız gibi gözükmesine rağmen dürüstlüğün tutarlılığıdır.Ali dürüsttür ve “kötü” olmasına karşın böylesine el üstünde tutulması yığınlarda görülmeyen bu erdemlerden kaynaklanır. Tam da bu yüzden herkes ondan bir parça kopartmanın derdindedir. Ali hem muhafazakârdır hem de “günahkâr”dır ve bunların farkındadır. Ali kapitalizmle savaşmaz ancak kapitalizmin savaşında hayatını riske atacak kadar saf değildir. Solcuların da İslamcıların da sahiplenebilmesi belki de bu şekilde mümkün olur. Ali, Fidel Castro ve Mandela ile bir araya gelir ancak aynı Ali’nin cenazesindeyse Clintonlar boy gösterir, neredeyse Erdoğanlar adım atmaya kalkar. Ali uçlarda gezinebilir çünkü çoğunluğun aksine kendini gerçekleştirebilmiş bir karakterdir. Ali’deki temel değerleri kendilerinde karşılayamayanlar ona karşı eleştirel yaklaşamazlar, eksilerini dile getiremezler. Ali’nin özeleştiri yetisi onlarda yoktur. Dünya onlarındır ancak Ali gibi devleri sanal sömürü güçlerine karşın devirmeleri mümkün değildir. İdealize edilen Ali, Muhammed Ali hakikatini aşamaz.


22

Ali’nin başarılarını, başarısızlıklarını, yaptıklarını, yapamadıklarını, galibiyetlerini, mağlubiyetlerini on yıllardır sindirerek özümsemiş bir ailenin bireyi olarak, modern zamanın nadir kahramanlarından Muhammed Ali’yi saygı ile anarken, karakter inşasına imkân tanımayan post modern dünya ve farkında olarak veya olmayarak bu duruma sebep olan yandaş ya da muhalif örgütlenmelere karşı çıkışı ararken bulmaktayım kendimi. Ülkemizi de saracak ölçüde küreselleşen ergenlik hali, beğenilme, sevilme gayesiyle akıldan yoksun bir görünüme varmışken, “Ali’nin hangi sözü senin sözün” testleri internette boy göstermesiyle sorunsalımıza ulaşan duruma karşı Muhammed Ali’nin Foreman’a karşı imkânsızı başarırkenki zekâsı ile beliren apaçık karakteri kılavuz görevi görebilir. Ali’nin kıvrak zekâsıyla saf gücü alt ettiği maç aynı za-


23 manda Ali’nin kurallara aykırı olarak rakibinin ensesinden birkaç kez bastırdığı maçtır. Yine aynı maç, Ali’nin sendeleyerek yavaşça devrilen Foreman’a karşı galibiyeti perçinleyecek yumruğu atmayı reddettiği maçtır. Mümkün olmayanı mümkün hale getiren beceri, kural ihlalinden öte insan olma olgunluğunca durdurulan fazladan atılacak olan o yumruktadır. Muhammed Ali var oluşu ile maçı alır çünkü inşa ettiği benliği her ne pahasına olursa olsun şampiyondur ve yarattığı karakter artıları kadar eksileri sayesinde zamanın ötesine geçerek her daim şampiyon kalabilmeyi başarır.


24

Renkli Dünyaların Yalnız Kovboyları: Boys Don’t Cry / Erkekler Ağlamaz Deniz Eren


“Eşcinsellik bir hastalık mı? Genetik mi? Tedavisi var mı?” gibi sorulan sorular ve hemen ardından gelen iffetsiz, ahlaksız, edepsiz gibi kullanılan aşağılayıcı kelimelerle toplumsal baskının içinde mahsur kalıp, insan yaşamlarının nasıl hiçe sayıldığını görüyoruz. Erkeklere “erkek adam kibar konuşur mu”, kadınlara ise “erkek gibi tavırlar sergiliyorsun” diyerek ayıplanması muhtemel kalıplara sokularak yaşadığımızın en basit göstergelerinden biridir. Kalıplara sokularak yaşadığımız dünyada alışılmışın dışında birini gördüğümüzde bireysel anlayışın en anlamlı bütünü olan davranışların bir varoluştan kaynaklandığını anlamaya çalışmamız olaylara farklı pencerelerden bakmamızı kolaylaştıracaktır. “İnsanlık tarihi kadar eski olan LGBT ve eşcinsellik eski kaynaklarda M.Ö. 2000-3000 arasındaki döneme kadar uzanır, LGBT’nin tarihi ile ilgili eski yazılı belgeler ise Eski Mısır, Sümerler ve Hititlere kadar uzanmaktadır. Eşcinsel evlilikten bahseden ilk kayıt ise Roma İmparatorluğu’nun ilk senelerine dayanmaktadır. Eşcinsel evlilikler, heteroseksüel evliliklerinde yapılan aynı törenler ve geleneklerle resmileştirilmiştir. LGBT tarihinde özel bir önemi olan iki eski Doğu halklarından Hititler ve Yahudiler de tarihteki yerini almıştır. M.Ö. 1400’lerden kalma bir Hitit yasa derlemesinde erkekler arasında evliliğe izin veren bir madde belirlenmiştir. Bu yasa tarihte eşcinsel evliliğe izin tanıyan ilk yasa olma özelliğini de taşımaktadır.” Bu bağlamda ilk çağlardan günümüze doğru bir eleştiri yaptığımızda davranışlarımızda neden böylesine katıyız, böyle olmak mı istiyoruz yoksa içinde bulunduğumuz kalıplar kendi benliğimizi bulmakta bize engel mi oluyor soruları beliriyor. Günümüzde belli bir tartışma konusu yaratan ve

25


26

evlilik kurumunun amacını sorgulatan eşcinsel evliliğin, özellikle 2001 yılında Hollanda’da yasallaşması ile birlikte Belçika, Kanada, İspanya başta olmak üzere 17 ülkede yasal bir hal alması meselenin küresel bir hale gelmeye başladığının en büyük göstergelerinden biridir. 1969 yılında Stonewall Inn adlı barda baskı, şiddet ve ayrımcılığa dayanamayan eşcinsellerin ayaklanması üzerine geleneksel bir hal alan ve her yıl Haziran ayının son haftasında Dünya çapında gerçekleşen Onur Yürüyüşü’nün amaçlarından diğeri hiç şüphesiz ki kendilerini daha fazla kitleye duyurmak eşitlik ve özgürlüklerinin genişlemesini sağlamaktır. Türkiye’de 26 Haziran’da gerçekleşen olan Onur Yürüyüşü, gerek İstanbul valiliğinin Ramazan’ı bahane ederek yürüyüşe engel olmak istemesi gerekse Alperen Ocakları adlı yapılanmanın LGBTİ’lere karşı yapmış oldukları tehdit ile güncel tartışmalardaki yerini almıştır. Tartışmayı perçinleyen olaylardan diğeri ise geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen ABD’nin Orlando kentinde eşcinsellerin gittiği gece kulübüne düzenlenen silahlı saldırı sonucunda 50 kişinin hayatını kaybetmesi olmuştur; bu durum insan hayatına önem vermeyişimizin ve en başta demiş olduğum toplum baskısının içinde mahsur kalışımızın en önemli örneklerinden biridir. Doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılır bir konu olsa da gerçek bir hikâyeden esinle şekillenen Boys Don’t Cry (Erkekler Ağlamaz) filmi toplumun insanlar üzerindeki baskısından yola çıkarak kimlik bunalımını ve kimlik arayışı gibi birbiriyle ilişkili konulara değinmektedir. Amerikalı yönetmen Kimberly Peirce, tarafından çekilen 1999 yapımı film yönetmenin ilk uzun metrajlı filmdir. Aynı zamanda birçok dalda ödül sahibi olan Boys Don’t Cry bağımsız film örnekleri arasındaki yerini almaktadır.


27

Hayat boyu erkek olmak isteyen hayalperest ve bir o kadarda cesur olan, Hillary Swank’in başarıyla canlandırdığı Teena Brandon adlı genç bir kızın hikâyesine tanıklık ediyoruz. Barda tanıştığı arkadaş grubuyla bulunduğu şehirden Nebraska’nın Falls şehrine taşındığı anda başlayan ve Lana ile süre gelen hararetli aşk hikâyesi ne yazık ki yüzünün arkasında sakladığı sır perdesiyle son bulmuştur. Lezbiyen oluşu ortaya çıkana kadar tüm kasabalının sempatisini kazanması ve herkesi erkek olduğuna inandırışı ikna kabiliyetinin güçlü olduğunu gösterse de kasabalı ve özellikle sevgilisi Lana tarafından kadın oluşunun anlaşılmaması yönetmenin bu durumu sinemasal bir naiflik biçimde seyirciye aktarmak istediğini göstermektedir. Diğer yandan ise Lana’nın arkadaşı John’nun Teena Brandon’dan şüphelenmesi ve aralarındaki mesafenin aşılmasıyla birlikte sır perdesinin açığa çıkması filmdeki sinemasal gerçekliğin büyüsünü bozar. Herkesin bildiği kişi çıkmayışı Teena Brandon’ı toplumdan dışlanan bir karaktere çevirir ve kendisini cinayetle neticelenen bir sona götürür.


28

Teena Brandon’ın sorgu sahnelerinde gerçekleşen flashbackler (geriye dönüş) hikâyenin karmaşık bir şekilde verilmesi sahne geçişlerindeki kopmalara neden olmasına ve bu durumun filmin genel bütünlüğünü bozmasına neden olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda araba sahnelerinin uzunluğu benzer bir etki ile ritmi bozmaktadır. Filmde sıkça çalan The Cure grubunun ünlü Boys Don’t Cry adlı şarkısı ise popülerliği ve müzikal başarısı ile bazı sahnelerde filmin önüne geçmiştir. Boys Don’t Cry, LGBT’nin gündeme getirdiği konuları tüm çıplaklığıyla gözler önüne serse de senaryo ve yönetim becerilerindeki kimi eksiklikler projenin cesaretinin daha verimli kullanabileceğini hissettiriyor.


29

Konusu gereği muhafazakâr kesimin eleştirilerine maruz kalan film, gerçek olan hikâyeye olabildiğine bağlı kalmıştır. Teena Brandon’un ölümündeki sır perdesi günümüzde dahi tam olarak kaldırılamamışken, kimine göre ise aşk cinayeti olarak geçse de insan yerine konulmak istemeyen bir kişi üzerinden eşcinsellere karşı “toplumun istediği bireylerden biri olmazsanız, ölürsünüz” mesajını vererek gözdağı vermek isteyen kişilerin işlediği bir nefret cinayeti olarak tarihteki yerini almıştır.


30

Ötekileştirmeye Karşı Başkaldırı Tonları: Muhammed Ali ve Alan Turing Selin Gündüz Boksun Elvis’i Geçtiğimiz tarihlerde dünya devlerinden biri olan efsanevi boksör Muhammed Ali’yi kaybettik. Tavizsiz inatçılığı, derin ahlakı, akıl almaz enerjisi ve çocuksu neşesiyle milyonlarca insana ilham verdi. Sonsuza kadar spor tarihinin en büyük sporcusu olarak kalacak. Muhammed Ali’yi sadece bir boks, hatta sadece bir spor figürü olarak görmek hem haksızlık, hem yüzeyselliktir. Öncelikle buradan girelim ki, genç yaşlı kadın erkek demeden bir durup, bir dinleyelim. Muhammed Ali, sosyolojik olarak irdelenmesi gereken, irdelenebilecek, dünyaya gelmiş en büyük figürlerden biridir. Belki onun boks tarihinde elde ettiği başarıların benzerlerini kendi dallarında gerçekleştirmiş sporcular vardır ama ne Michael Jordan, ne Maradona, ne Michael Schumacher, ne de bir başkası onun yaşadıklarının bir benzerini yaşasaydı bugün sahip oldukları üne ve saygıya ulaşamazdı.


O, ikinci sınıf insan muamelesi görerek büyüdü. “Vietnam’a savaşa gitmiyorum. Benim Vietnamlılarla bir sorunum yok. Onlar bana ‘zenci’ demiyor.” Muhammed Ali bu cümleyi söylerken, Müslümanlığı seçerken karşısına ve arkasına aldığı insanları çok iyi biliyordu. O halkının ezildiği dönemde, dünyanın en güçlü devletine kafa tuttu. İnandığı şey uğruna, her şeyini kaybetmek pahasına ortaya koydu. Hiç bir zaman daha fazla para ve ün için şaklabanlık yapmadı. Günümüzde ilah gibi görünen birçok sporcunun sponsorlardan 3-5 milyon dolarcık daha fazla koparmak için onların oyuncağı olduğunu düşünürsek Ali’nin değeri bir kat daha artıyor. Muhammed Ali’nin ülkemizde, dünyada bu kadar çok sevilmesinin nedeni de tam da buydu. Ezilmesi gerektiği düşünülen insanları arkasına almış, savaşmış ve bu savaşı da kazanmıştı. O kazandıkça insanların mutlu olmasının sebebi buydu. Muhammed Ali’nin attığı her yumruk emperyalizmin, faşizmin duvarına atılan bir yumruk; düşürdüğü her rakip o duvardan düşen bir taştır. Gece 5’te evlerin ışıklarının yanmasının, maçlarının canlı seyredilmesinin, bütün evlerde tezahürat yapılmasının sebebi de budur. O sadece ringde değil, sınıf mücadelesinde de bütün dünyayı dize getiriyordu. Sesi çıkmayan/çıkarılmayan insanların sesi, yumruğu oluyordu. Maçı yayınlanırken televizyonlar bu nedenle yumruklanıyordu. O da isteseydi apolitik durup bir magazin öğesi gibi hareket ederek Sam Amcayı pohpohlayıp güzel kızlar ve bol para içinde kariyerini sürdürebilirdi. Ama o zaman sadece boks tarihinin en iyi boksörü olarak anılıp

31


32

herkesin sempatisini kazanırdı şimdi ise, yıllar sonra Müslüman-Hristiyan, siyah-beyaz her kesimden birçok kişinin “dünyanın en iyi sporcusu” olarak gördüğü, sempati değil, büyük bir hayranlık beslediği biri. Kelebek gibi uçup arı gibi sokan, kimseye değil minik bir çocuğa yenilen asla unutulmayacak büyük bir adam. İnsanlık tarihine imza atmış bir dev. Umarım ahir ömrünü sağlıklı ve rahat bir şekilde geçirir.


Toplumda Ötekileştirilenler

Şu dünyada görmezden gelinen, ‘görünmez’ insanlar var. Hatta onları görünmeyen sınırların içine hapsedip sivil ölüme terk etmek yetmiyormuş gibi, bir kısmı da öldürülen insanlar. “Bir onlar mı fazla geldi sizin alçak dünyanıza?” diye sorsan yanıt alamadığın... İnsanlık tarihi kadar eskiye uzanan bir diğer ezilen insanlar olan günümüzde LGBT adıyla anılan açılımı lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel olan eşcinsellerin haklarını korumaya yönelik olan gruptur. Bu ülkede en az dikkate alınan, en çok ötekileştirilen insanlardır. Gerek dünyanın çoğu yerinin ve elbette bu toprakların gerçek “öteki”leridirler. Ama öylesine güçlü, neşeli ve hesapsızlar ki hayatlarından dram çıkarmak belki de en son

33


34 diledikleri şey. LGBT bireyleri için durum çok iç açıcı değil. Zorla evlendirilen, boşanmaya çalıştıklarında çocuklarının velayeti ellerinden alınan lezbiyenler, cinsel kimliklerini açıkladıklarında işlerinden, ailelerinden olan geyler, “tuhaf” oldukları için dışlanan herkes, kimi sokaktaki insandan daha da soylu, kimi sokaktaki insanın ta kendisi ama bilinmiyor, anlamsız bir korkudan fazla şey ifade etmiyorlar çünkü. Yorucu bir kimlik. Sürekli bir sorgulama ve kafa yorma hali. Sorulara-sorgulamalara bir cevap bulunması da gerekmiyor. Cevapsız kalan sorulara alışıyor insan. LGBT’lilerin varoluşları hastalık, sapkınlık, günah, ahlaksızlık ve diğer olumsuz sıfatlarla tanımlanıyor. Bu durum da lgbt’lileri kimliklerini gizlemeye, olmadıkları biri gibi davranmaya, depresyona ve intihar düşüncelerine itiyor. Oysa eşcinsellik tıp dünyasında bir hastalık değil, insan cinselliğinin olağan çeşitliliğinin bir görünümü olarak kabul ediliyor. Alan Turing’in hayatını anlatan The Imitation Game (Yapay Oyun) filminde enigma kodunu kırışını ve daha sonra eşcinsel olduğu için kendisine karşı işlenen insanlık ayıbını zaman zaman Turing’in gençliğine dönen flashbackler ile anlatan, heyecan ve duygu dozunu tam tutturmuş film. Turing eşcinseldi ve o dönemde eşcinsellik kanunen yasaktı. Ona iki insanlık dışı seçenek sundular; birincisi hapishane, ikincisi libidosunu düşürmek için hormon tedavisi. İkinciyi seçmiştir kendisi ve bir süre sonra buna dayanamayıp siyanüre batırılmış bir elmanın yarısını yemiştir.


35

Alan Turing gelmiş geçmiş en büyük dehalardan biri olmakla kalmaz, aynı zamanda bir savaş kahramanıdır. Gözü dönmüş İngiliz yobazlığı hiçbirini tanımamıştır. Ülkesine savaş kazandırmasının karşılığını, onu aşağılayarak ve sakatlayarak verir. Ancak 2009 yılında İngiltere başbakanı Gordon Brown, Turing’e yapılan muamele için hükümet adına özür diler. İntiharına yol açan eşcinselliği ile bilim ve ön yargı ilişkisinin kimden yana ağır bastığını da göstermiştir.


36

Öldüğünde 42 yaşındadır Turing, zihinsel olarak gücünün ve yaratıcılığının doruğundadır. Hiç kimseyi ilgilendirmeyen, ilgilendirmemesi gereken cinsel yönelimi yüzünden, demokrasi şampiyonu İngiliz devletinin hışmına uğramıştır. Ve onlara hak ettikleri cevabı, ona yakışan şiirsel bir intiharla verir. Kötü kalpli kraliçenin elmasını gönüllü olarak ısıran pamuk prenses olarak terk eder dünyayı. “Cinsel kimlik bunalımı” adlı hastalık temelinden yola çıkılarak cinsiyet, cinslerden beklenenler, cinsiyetlerin toplumda algılanışı gibi konulara değinen (değinmese de bunlarla iç içe olan), konu olarak iyi incelendiği söylenebilecek ama görsellik, sinema kalitesi gibi özellikler bakımından pek de olumlu eleştiriler almayan bir Kimberly Peirce filmi olan Boys Don’t Cry Teena Brandon’ın başından geçmiş bir hikâyeyi anlatıyor. Bir insanın cinsel tercihi ne olursa olsun sevdiği zaman her şeyi göze alabileceğini anlatan, aşkın sınırsızlığını gösteren bir film. İnsanlar arasındaki eşitlik o kadar sorunlu bir şey ki, özgür olmak, rahat yaşamak, aile ve çevre baskısından kurtulmak istedikleri için göç etmek zorunda kalıyorlar. Hayatları için savaşmak zorundalar. Muhammed Ali’nin de dediği gibi “Seni tüketen, önündeki tırmanılacak dağlar değil, ayakkabındaki çakıl taşıdır.”


37 Orman Özgür Keşaplı Didrickson

Bu orman beni öldürecek ama gömmeyecek dallarından yapılma bir merdivenle bulutların üzerine fırlatacak hiç merhameti yok olmasın


38 Annem Gitmiş Orçun Üzüm

Odamım kapısı aralandı birden, heyecanla ve panikle çevirdim kafamı bir saliselik zaman diliminde bekledim korkuyu korktuğuma deydi fakat annemmiş gelen, annem gelmiş. Ne yapıyorsun? Diye sordu ne yaptığımı düşünmeye başladım aniden yaptığım her neyse sorgulama gereği duymadan anlamlandırmadan ve yahut bilmeden yapıyormuşum farkında değilmişim. Farkında olmamak nasıl bir duygu onu da öğrendim bu yaşımda annemmiş gelen, annem gelmiş. Tarifleyememek uğraşını anlatamamak derdini ne denli zormuş meğer. İyi misin? Diye bir soru daha sordu annem sorular bu zamana kadar duyduklarım aksine alay edici sinir bozucu öfkelendirici nitelikler taşıyordu, iyiyim dedim. Düşünmeye başladım yine iyi miyim iyi değilsem neyim iyiyim demek için ne olması gerekiyordu ki bunu da anlamlandıramamıştım. Ağızdan saniyede çıkan tek bir kelimenin beni bu kadar düşündürebileceğini de yeni öğrenmiştim. Annem gelmiş Soru sormaya yeltendi yine korkuyordum, hissetmiş gibiydi sormadı, soramadı.


Başımı okşamaya başladı, birden çok anlam taşıyan baş okşama eylemini sorgulamaya başladım şimdide, onu da anlamlandıramıyor çıldırıyordum. Odamın kapısı kapandı birden, heyecanla ve panikle çevirdim kafamı bir salisenin 10da 1i zaman diliminde bekledim korkuyu değmedi bu sefer annemmiş giden, annem gitmiş. Sorgularımla yalnız kaldım, annemmiş giden, annem gitmiş.

39


40 Yitirilenlerin Şarkısı: Ragıp Bey Oğuz Hendekçi Durup dururken ağlıyordum Bir mevsimin doğum sancılarıyla boğuluyordu yüreğim Kimdim? Hangi iklimden geliyordum? Bitki örtüm, insanlarım neydiler, kimdiler? Her şey bir anlamsızlığı, kırışan yaprağımın ucuna ataç diye takmamla başladı Sonra insanları gördüm sokaklarda Koşuyorlardı, haykırıyorlardı, ağlıyorlardı Oldukça insandılar Olamadıkça yoktular Benim gibi. Sorarsanız anlatırım biraz daha Bir yaz akşamı şarap içiyorduk karanfille Karanfil meyletmiş kırmızıya Şarapla ödüllendirmiştim kendisini Yer yer susardı uzaklara dalıp giderdi Sallanırdı rüzgârda kopacak diye yerinden ödüm kopardı Biraz daha ısrar etsem konuşurdu Anlatmaya başlardı karanfil “yazları güzel olur buralar Geçen gün bir denizkestanesi vardı şuracıkta Kızıl saçlı bir kızı seyretti durdu Gerçek miydi? Yalan mıydı bilmem Öyle güzel baktı ki Sonra birilerinin ayağına battı


O olsun isterdi Olmadı sonra ne oldu bilmem” Sonra susar koşan bir çocuğu hayaletmiş gibi izlerdi Kalkardım maziden, biraz yürümeye koyulurdum Bir şeyler oluyordu İnsanlara bakardım kaçırmıyorlardı hiçbir şeyi Ağaçlar da öyle, kediler de Yavaşlardım bir yıldıza tutunup sigara yakardım Ağlamak gelirdi içimden Kaçırdıklarıma ağlardım Neyi kaçırdım diye durmadan düşünür Bulamadığıma ağlardım Tekirin biri yaklaşır bacaklarıma sürtünürdü “Yaşamı Ragıp Bey”, derdi Sonra kadının biri yaklaşır ateş ister “Yaşamı Ragıp Bey”, derdi Yürürken bir taşa takılırım “Yaşamı Ragıp Bey”, derdi Bir güzeli derdim içimden Çocuğun biri topuyla koşa koşa gelir “işte yaşamı Ragıp Bey”, derdi Sigarayı yere atar üstüne basardım Ağaçlar, kuşlar, insanlar, taşlar, yağmurlar, yıldızlar: “Yetmedi mi Ragıp Bey?”

41


42


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.